21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇATIŞMALARDA ÖLEN ASKER VE GERİLLA AİLELERİNİN DURUMU

ÇATIŞMALARDA ÖLEN ASKER VE GERİLLA AİLELERİNİN DURUMU


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 

Barış sürecinin iki somut gerçeği vardır. Bunlar çatışmada hayatını kaybeden PKK’lilerin aileleri ile çatışmalarda ölen asker aileleridir. Yapılan araştırmalara göre  PKK’lilerin aileleri, çatışmanın nedeni olarak  Devletin Kürtleri ezmesi ve zulme uğratması olarak görmektedirler. PKK’lilerin aileleri PKK’yi de bu ezme ve zulme karşı direniş gösteren bir örgüt olarak görüyorlar. Genel olarak bu ailelerin devlete güveni de çok azdır. Devletin PKK’yi bir terör örgütü olarak görmeye devam etmesi bu kesimlerce adeta hakaret olarak addedilmektedir. Başbakanın akil insanlarla yaptığı ilk toplantıda akil insanların bir kısmı terör örgütü tanımlamasının sürece zarar verebileceğini ileri sürüp bu konuda başbakanı eleştirdiler.
Asker ailelerinin çatışmalara bakış açısı devletin bakış açısından farklı değildir. Bunda devletin söyleminin etkili olduğu bir gerçektir. Olaya PKK terörü bakıldığı müddetçe asker aileleri ölen çocuklarını şehit, PKK’lileri terörist olarak tanımladıkça bundan çözüm çıkarmak zor olacaktır. Bu konuda Kürt çevresi ölen asker ailelerine daha anlayışlı yaklaştığı, onlarla yakınlaşma isteği gösterdiği de bir gerçektir. Ailelerin çocuklarının acılarını karşılıklı hissetmeleri onları bir araya getirecek çalışmaların yapılmasıdır.

Sorun, sadece ölen asker/gerilla aileleriyle sınırlı değildir. Asker aileleri için sorunun görünen yüzü ölen askerler olduğu halde Kürt tarafı için uygulanan zorunlu göç, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, hukuksuzluklar diğer taraf için görmezlikten gelinmektedir. Aslında devletin uyguladığı şiddetin en büyüğü bunlarda kendisini göstermiştir. Bu şiddeti adeta toplumsal tabana yaymıştır. Bunun tahribatı dağda öldürülen gerillaların ötesinde anlamlar taşımaktadır.
Gerçek anlamda bakıldığında ölen askerlerin büyük çoğunluğu yoksul aile çocuklarıdır. Varlıklı ailelerin çocuklarının askere bile gitmedikleri de dikkate alındığında büyük bir adaletsizlik olduğunu kendileri de bildiği, bundan dolayı zaman zaman devlete kızgın olduklarını söylemelerine rağmen çözüm konusunda karşı tarafı anlamama çabası devam ettikçe çözümün zorlaşacağı bilinmelidir. 

Ölen askerlerin tamamının yoksul aile çocukları olması dahi yaşanan adaletsizliğin boyutunu ortaya sermek için yeterlidir. Asker aileleri bunu anlamak yerine, konuya terör olarak bakmaya devam etmekte, devletten de bunu çözmek
PKK’li ailelere göre çözüm devletten gelmeli deniliyor ise de çözüm için tek aktör olan devleti çözüm için adım atmaya ikna edecek oluşum da PKK’dir.
Kürtlerin ve Türklerin Türkiye’de beraber yaşayabileceğine dair umutlar ve inançlar sonsuzdur.  En önemli husus çatışmanın etnik bir savaş olarak düşünmemiş olmasıdır. Bu açıdan toplumsal barışın temeli de sarsılmadığından sağlanması da kolaydır.

Barış, halkların yaşadığı acıların en etkili şekilde iyileştirilmesi eşit koşullarda birlikte yaşamaya ikna olmakla giderilebilir.
Şehit, askeri bir anlayışı çağrıştırdığından dolayı tarafların yaşanan kayıpları şehit olarak adlandırmaya devam edilmesi halinde karşı taraf düşman olarak görür. Aynı şekilde bir tarafın diğer tarafına terörist olarak bakması da buna benzer. Sorunu şehit ailelerinin sorununa indirgemek acıyı bizzat yaşayanları sorunun önemli noktasına dahil ettiğiniz zaman çözüm için zorlu olabilir. Siyasi karar üzerinde olumsuz etki bırakabilir.

Devletçi bakış açısından kurtulmak gerekiyor. Şehit ailelerinden devlete yakın olanlara ağırlık vermek yerine diğerlerine de bakılmalıdır. Ölen çok sayıda Kürt asker ve korucu da vardır.

Koruculuk üzerinde durulmalıdır.

Düzlemi bütün olarak ele almalı, keskin uçlarda yer alanlarla sınırlı olmamalıdır. Çatışmanın keskin uçlar arasında olması çözümün de bu uçlar arasında olacağı anlamına gelmez.

Abdullah Öcalan’a yönelik ön yargıların kırılması gereklidir. Abdullah Öcalan’ın çabaları anlamlandırılmalıdır.

BDP’nin mecliste bulunması, TRT 6’nın açılmış olması düşmana verilen taviz olarak algılanmamalıdır. Hayali bir şekilde Öcalan’ın meclise geleceği korkusunun pompalanması süreci sulandırma amaçlıdır.

PKK Köy koruculuğu çatışmasındaki sorunlar

Devlet, Paramiliter bir yapı olan köy korucuları vasıtasıyla hem kendisine toplumsal bir taban yaratmaya çalışmış hem de halkı sindirmeyi hedeflemiştir. Devletin, 1990’lı yıllardaki zorla göç ettirmek de korucu olup olmamak rol oynamıştır. Korucu olmayı kabul eden köyler yerinde kalırken, koruculuğu kabul etmeyen köyler boşaltılmıştır. Boşaltılan köylerin bir kısmını korucular işgal etmiştir. Koruculuğun devletle özdeşleşmesi, devletten daha fazla devletçi olması nedeniyle koruculara karşı halkta da büyük bir tepki oluşmuştur. Bu aynı zamanda Korucu olan/olmayan köylüler arasında husumete neden olmuştur. Barış sürecinin kalıcı olabilmesi çatışma potansiyeli taşıyan bu iki kesim arasında yeniden ilişkilerin geliştirilmesi gereklidir. Bu da ancak korucuların silahsızlandırılmasıyla mümkün olacaktır. 
Onların elinde silahları oldukça karşılıklı güven de zedelenecektir. 
Uzun yıllardır devletle çalışan köy korucularının da silahsızlandırılması halinde yılların verdiği alışkanlık gereği kendilerinden intikam alınabileceğini düşünebilir ler. Sırf bu nedenle silahlarını bırakmakta isteksiz olabilirler. Bunu giderebilmek için başta BDP olmak üzere Kürt siyasal hareketine büyük işler düşmektedir. 

BDP, bu konuda oluşturacağı heyetlerle hem korucu aileleri hem de aşiretlerle bir araya gelip onlara yeniden güven vermelidir.


***

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 
 
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ, SÜREÇ ,BARIŞ  SÜRECİNDE , SORUNLAR , ÇÖZÜMLER, Feyzi Çelik , Öcalan, Kürdistan , Anadolu,

21 Mart 2013 Çok önemli bir gündür. Milyonların huzurunda yapılan çağrı ile demokratik siyasete geçildiğinin ilanıdır. Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “Demokratik siyaset”

Esasında yüzyıllara dayalı Kürt sorunun son otuz yıllık dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin demokratikleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu en çok dile getirenler de Kürt siyasal hareketi olmuştur. 1993’te Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde PKK’nin ateşkes ilan ederek barışta istekli olduğunu göstermiştir. 

Bu çaba o dönemde “derin devlet” olarak ifade edilen güçlerce engellenmiş, telafisi imkansız hasarlara neden olmuştur.
Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşme si ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez. 

Ancak bunu gerçekleştirmeyi sadece Kürt siyasetinden ve AKP’den beklemek yeterli değildir. Demokratik siyasetin anlamlı olabilmesi için toplumun tüm kesimlerini kapsaması gereklidir. Bu da demokratik siyaset aktörleri önünde önemli bir görev olarak durmaktadır. Kalıcı bir barışın sağlanması bu katılımı zorunlu hale getirmektedir. Kürt siyaset çevreleri AKP ile barış görüşmeleri yaparken yalnız bırakılmaması gerekiyor. Silahlı dönemin kapatılıp, demokratik siyasetin yolunun açılması sol, sosyalist ve Aleviler için büyük bir fırsattır. Kürt siyaseti ile bu kesimler arasında oluşturulan ortak payda daha da büyüyecektir. Konuya, AKP karşıtlığı penceresinden bakarak Kürt siyasetinden kaçmamaları gerekmektedir. Bu tavır, klasik laik/ulusalcı tavırdır. Bu da CHP ile birlikte hareket etmek etmenin ötesinde CHP’nin barış süreci içinde yer almayışına da meşruiyet kazandırmaktadır. Halbuki sol, sosyalist ve Aleviler barış sürecine destek verdikçe CHP de destek vermek için cesaret kazanacaktır. Bu da CHP içinde nasyonal solcuların etkinliklerini artıracaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.

Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir. Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin katkısı çok önemlidir. Öcalan’ın İslamiyet konusundaki söylemi bu ülkenin tarihsel bir gerçekliğidir. Bunu ifade etmek sosyalistleri ve Alevileri görmezlikten gelmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda sol ve sosyalistlerin CHP’deki ulusalcı kesimlerin propagandalarından kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Sosyalistler bu sürece destek verdikçe CHP de tavrını değiştirebilir. Çünkü CHP içinde de çözüm yanlısı geniş bir kesim var. Bunların sesinin etkili olması sol ve sosyalistlerin sürece desteklerini açıklamakla mümkün olacaktır.
En iyi barış kalıcı olan barıştır. Kalıcı barışın olabilmesi için toplumsal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Otuz yılı aşkın süre devam erden çatışmalı ortam toplumun tüm kesimlerini etkiledi. Şu veya bu şekilde bundan zarar görenler oldu.
1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, göz altında işkence ve kaybetme ler, köy boşaltmaları, yargısız infazlar Kürt toplumunun hafızasında kalıcı izler bıraktı. Türk toplumu daha çok sorunu asker ölümleri çerçevesinde hissetti. Kürtlere karşı yapılan hukuksuzluklar görmezlikten gelindi. Devlet, yoğun propaganda ile bunun anlaşılmasını önledi. Bu aynı zamanda savaşın sürmesinin zemini oluyordu. Türk halkı bu hukuksuzluk ve haksızlıkları kendi yüreğinde hissetmiş olsaydı barış daha erken gelirdi. Oluşturulan akil insanlar heyeti çoğunlukla ılımlı insanlardan oluşsa çoğu yerde saldırı ve hakaretlere maruz kalmaları Kürtlerin acısını hissetmemekle ilgilidir.

Kayıplar, cenazesi bulunmayanlar bu toplumun yarasıdır. Bunların sorumluları da bilinmektedir. Ortaya çıkarılmaları gereklidir. Böylece hukuksuzluklar ortaya çıkacak, hukuksuzluklar ortaya çıktıkça bu yapılanlardan dolayı özür/tazminat vs yoluna gidilmelidir.

Tetikçilerin korunmaya alınması, yaptıklarını itiraf etmesi için gerekli ortamın oluşturulması, Kürt toplumunun yaşadığı yarılma ve travmayı Türklerin de anlaması, empati ile bakması için kirli savaş döneminin deşifre edilip Türk halkına anlatılması, buna uygun bir dilin yaratılması, Adalet, sadece mağdurlar için değildir. Olayların faillerinin dahi huzura ihtiyacı vardır. Şu ya da bu şekilde çatışmalı süreç içinde yer alanların yaptıkları hukuksuzlukların hesabını verebilmeleri onlar için de geçerlidir. Onların vicdanen huzura kavuşmaları için yüzleşmeye onların da ihtiyacı vardır. Vicdan azabı çekip de bunu dile getirmek isteyenlere bu imkan oluşturulmalıdır.

Geçmişin hukuksuzlukları nın açığa çıkarılması yaraları kaşımak, külleri karıştırmak anlamında değildir. Tersine, bunların üzerine gidilmesi sorunun bir parçasıdır. Bunları ileri sürmek sorunun çözümünü zora sokmak değildir.

Toplu mezarların yerleri devlet kayıtlarında bellidir. Bunların ortaya çıkarılması, toplu mezarlarda bulunanların kendi mezarlarına kavuşabilmeleri sağlanmalıdır.
Amaç silahların susması, cenazelerin gelmemesi amasız bir barış istemektir.
Sıcak çatışma alanları dışına sıçrayarak insani ve toplumsal tahribata yol açan silahlı çatışma  toplumun geniş kesimlerini etkiledi.

Çatışmanın gerçek öznelerinin taleplerinin görmezlikten gelindiği, katılımın sağlanmadığı çözümler yeni sorunları, acıları, toplumsal çatışmaları içinde taşırlar, yeni çatışmalara zemin oluştururlar.

Çatışmanın çözümünü ateşkes/silah bırakma veya şiddetin bitirilmesi ile sınırlamak soruna güvenlik merkezli bakmak anlamına gelir. Bu şekilde oluşacak barış kalıcı bir barış olamaz. Gerçek kalıcı barış için sorunun gerçek anlamda çözümü ile mümkün olacaktır. Önce güvenlik sağlansın barış güvenlikle birlikte gelecek anlayışı bir anlamda güçlü tarafın kendi iradesini karşı tarafa kabul ettirmesidir. Bir anlamda boyun eğdirerek barışın sağlanması anlamına gelir ki bu negatif bir barış yaklaşımına neden olur. 

Türkiye toplumunun ihtiyacı beraber yaşamayı kalıcı hale getirmektir. Çatışmalı ortam nedeniyle oluşan tahribatın onarımının amaçlanması önemlidir.  Bunun için de pozitif barış anlayışının gereği olarak barış sürecinin ahlaki, hukuki, siyasi, psikolojik boyutuyla ele alınmasını gerektirmektedir. Bu barış süreci için gerekli olan toplumsal dönüşümün sağlanması anlamına geliyor. 

Bu da barışın içselleştirilmesi, herkesin tatmin edilerek yeni çatışma tohumlarının olmaması anlamına geliyor. Özelikle çatışmalardan doğrudan etkilenen kesimlerin ihtiyaçlarının öğrenilmesi, taleplerinin dinlenmesi, etkilemeden dolayı oluşan yaralarının sarılmasını gerektirir. Onlardan uzaklaşmak değil, onların yaraların sarılması amacı samimi bir şekilde ortaya konuldukça güçlü barışın oluşacağının bilinmesi gereklidir.


***


KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR

 KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
20.04.2013 

H. FIRAT’ IN YAZISINA ELEŞTİRİ..,

21 Mart 2013 Newroz’undaki Abdullah Öcalan’ın demokratik siyaset çağrısı üzerine lehte veya aleyhte bir takım değerlendirmeler yapılmaktadır. Bunlardan bir kısmı kendisini sosyalist olarak değerlendiren kesimler tarafından yapılmaktadır. 

Bu değerlendirmelerden biri de H.Fırat tarafından yapılmıştır.

Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, Sovyet devrimiyle birlikte anlam bulmuştur. Temelini de Marksizm’den almaktadır. Çarlık Rusya, halklar hapishanesi olarak adlandırılıyordu. Devrimle birlikte buradaki halkların özgürlüğüne kavuştukları görülüyor. Bu dönemde Rusya dışında gelişen ulusal hareketler de desteklenmiştir. Türkiye ulusal kurtuluş hareketinin niteliğinin burjuva/bürokratik olduğu bilindiği halde desteklenmiştir. 1920’li yıllarda ilişkiler o kadar ileri gitmiş ki, Rusya’nın Komünist lider Mustafa Suphi yerine mevcut sistemi desteklediği söylenebilir. Mustafa Suphi’nin Karadeniz’e gömülmesi olayı tam anlaşılamadı. Sovyetlerde taşlar yerine oturduktan sonra Sovyet adı altında Çarlık sınırlarının yeniden oluştuğu görülüyor. Kısa bir süre bağımsız kalan ülkeler Sovyetlere dahil ediliyor. Çarlık Rusya’sında başlayan Ruslaştırma/Asimilasyon devam ediyor. Günümüzde dahi bunun etkileri devam ediyor. Müslüman/Türki cumhuriyetlerin nüfus yapısına bakıldığında bu ülkelerin belirli sayıda Rus nüfusu olduğu, Rusçanın da yoğun olarak kullanıldığı görülüyor. Sovyet devrimi ulusal sorunu hal etmiş diye bir şey yoktur. Tersine içinden çıkılmaz hale getirmiştir. 21.Yüzyılın başında Yugoslavya’da Sırpların Boşnak katliamı bunun sonuçlarından biridir.
Yazar yazısında diyor ki: “Marksizm bayrağı altında devrimci partilerin zafere yürüdüğü her yerde ulusal sorun çözüme kavuşturulmuştur.” Bu kesinlikle doğru değildir. Cumhuriyetin ilanından sonra Kürtlerin varlığı inkar edilip, asimilasyona başlanmasına karşı Kürt ayaklama ve isyanları( Şeyh Sait, Ağrı, Dersim vs.) Sovyetler tarafından desteklenmesi bir yana kanlı bir şekilde bastırılması devrimci olarak nitelenmiştir. Bu dönemde TKP de aynı tavra girmiştir. Sovyetlerin ve TKP’nin tavrını eleştiren tek Marksist Hikmet Kıvılcımlı olmuştur. 1946’da Mahabat Kürt Cumhuriyetinin bastırılmasında İngiliz/Sovyet anlaşması etkili olmuştur. Onlarca Kürt önder idam edilmiştir. Sovyet etkisindeki Bulgaristan’da yaşayan Türklerin asimilasyonu, Çin’deki Tibet ve Sincan’daki Türklerin sorunları olduğu gibi duruyor.

Yazının ana konusu “PKK devrime dayalı çözümü terk etti mi?” sorusudur. Yazar Marksist tahliller ışığında PKK’nin başlangıçta Marksizm’i esas aldığını, yapısını ve gelişimini Marksizme borçlu olduğunu tespitini yaptıktan sonra bu çizgiyi terk ettiğini ileri sürmektedir.

Bilindiği gibi Marksizm Türkiye’ye çok geç gelmiştir. Avrupa’da Marksizm her tarafı kasıp kavururken Türkiye’de Durkhaim, Comte, Max Weber tartışılıyordu. Sonradan komünist öncü haline gelecek Mustafa Suphi dahi İttihat Terakki içinde yer alıyordu. O dönemde onun dahi Marksizm’den haberi yoktu. Sovyetlerin kuruluşu ile birlikte Türkiye Marksizmle tanışmaya başlamıştır. Bu da Leninizm ve Stalinizm şeklindedir.(Demir Küçükaydın’a bakılabilir, bu konu üzerinde durmuştur.) Türkiye solunun Marksizm’den anladığı bunlardır. Bunun dışında Marksist literatür dahi oluşmuş değildir. Nasıl ki, sol/sosyalist program Sovyet çizgisinde olmuşsa ideolojik çıkış da Lenin ve Stalin üzerinden olmuştur. Lenin ve Stalin, sosyolojik ve felsefi yaklaşımdan çok politik sorunlara odaklandılar. Devrimle iç içe geçtiler. Devrimi korumak ve kollamak güdüsüyle pragmatik adımlar atarak Marksizm’den ilk sapanlar onlar oldular. Marks ve Engels’in bazı metinlerine uzun süre sansür konulduğu biliniyor. 1989’da Berlin duvarı ile yıkılan Marksizm değildi. Yıkılan Leninizm ve Stalinizm’di. Kürt hareketi bu yıkımdan önce Sovyet Sosyalizmini Reel Sosyalist pratik adı altında köklü eleştiriye tabi tutarak bu yıkımdan zarar görmeden çıkmayı başarırken, bunu göremeyen Türkiye solu ve sosyalistleri Sovyet yıkımının domino etkisi altında kolayca yıkılıverdiler. Kürt hareketinin bu yönünü görüp de destek veren Türkiye solcu ve sosyalistlerini yazar onları “PKK’nin kuyruğuna takılmakla” suçlarken, kendisi ve kendisi gibi düşünenlerin Kemalistlerin ve Ulusalcıların kuyruğuna takıldığını da görmezlikten geliyor. Yazara sormalı, bunlardan hangisi devrimci?

Sol ve sosyalistler “devrim dönemi bitti” deyip liberal köşeye çekilenleri esaslı bir eleştiriye de tabi tutmadılar. Kürt siyasal hareketi ideolojik dönüşümünü yaparak kendi içinde politikasını tutarlı bir şekilde yürütmektedir. Asıl öz eleştiri vermesi gereken Türkiye soludur. Kendisini sorgulamadan, toplumdan kopukluğu konusunda bir laf edemeyenlerin bir başkasına laf yetiştirmeye çalışması samimi değildir. Kürt hareketinin kendi politik araçlarını yaratması, taktikler geliştirmesi, dünya gelişmelerini okuması Kürt hareketi için olumludur ve bunun Kürt toplumu karşısında karşılığı bulunmaktadır. Diyarbakır Newroz’unda toplanan kitle bu bilinçle toplanmıştı. Barış ve birliktelik çağrısını coşkuyla alkışlamaları bunun toplumsal temelli olduğunu gösteriyor. Yazarın dediği gibi Kürt hareketi öyle sandığı gibi bir kadro hareketi değildir. Kadınıyla, erkeği, işçisi, köylüsü, orta sınıfıyla iç içedir. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın Kürt toplumu üzerindeki ağır sorunlarının farkındadır. ABD dahil dünyanın en önemli güçleriyle mücadele halindedir. Bu o kadar kolay da değildir. Mekan da Ortadoğu’dur. Petrolün bulunduğu bir yerdir. Bunların tamamı önemli sorunlardır bunlar için çözüm üretmek hayata geçirmek o kadar kolay da değildir. Hareketin lideri Öcalan’ın uluslar arası bir komplo ile Türkiye’ye teslimi konusunda yazardan bir eleştiri yoktur. Tersine Öcalan’ın İmralı’ya gelişi Öcalan’ın teslimiyeti olarak işleniyor. 

Bu tezin bir propaganda olduğu ortaya çıktı. Eğer yazarın dediği teslimiyet olmuş olsaydı milyonlarca Kürdün onun peşinden gitmesini nasıl açıklayabilir?

Kürt siyasi hareketinin kendi sorunlarına çözüm getirme çabası, Dünya’nın ve Ortadoğu’nun girdiği çıkmazdan Kürtleri ve diğer halkları kurtarma çabasıdır. Günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere ideolojik argümanlara yer kalmamıştır. Her şey etnik, dinsel ve mezhepsel ilişkiler temelinde yürümektedir. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta daha önce sosyalist veya sosyal demokrat olan biri bu gün ya Şiiliğine, ya Sünniliğine ya da Kürtlüğüne veya Araplığına vurgu yapar duruma gelmiştir. Bunun sonucunun da halkların boğazlaşması olduğu da biliniyor. Sünniler ve Şiiler birbirinden ayrılıyor, birbirinin üzerine kamyonlar dolusu bombalarla yürüyor. Bunu da görmek gerekiyor. Tüm bu gerçekler varken, adım adım size yaklaşırken siz kalkmış PKK devrimden vazgeçti, reformcu oldu diyerek konuyu basitleştiremez siniz. Diyelim ki PKK, düzen içi reformu kabul etti, peki sizin devriminiz nerede? Devrimi yapacak halkınız nerede? O da AKP’ye destek veriyor. Neden o halkı o topluluğu AKP’ye teslim ettiniz? Onları da mı Kürt hareketi AKP’ye teslim etti? Kürtler sömürgeci Türk devleti ile mücadele ettiler, etmeye de devam ediyorlar, bunun adı ne olursa olsun bu bir devrimdir. Adlandırma oyunu ile onun devrim niteliği ortadan kalkmaz. Devletin başında ister ulusalcı Kemalistler ister İslamcılar olsun değişen bir şey yoktur. Kürtler çözümü dün devletin başında bulunan Ulusalcı Kemalistlerden istiyorlardı bu gün İslamcılardan istiyorlar. Bunda anormal bir durum yoktur. İşin doğası gereğidir.
Yazara göre PKK bırakın devrimci bir hareket demokrat bir hareket bile değildir. Bu kadarı da pes doğrusu. Devrimci olmak için ilahi Leninst/Stlainist-Marksist mi olmak gerekiyor? Bir İslamcı devrimci olamaz mı? Peki Marksist değil diye İran devrimini devrim saymayacak mıyız? Hindistan’ın kurtuluşunu devrim saymayacak mıyız? Kaldı ki, ulusal kurtuluş hareketlerini devrimci sayanlar Marksistler karşı olamazlar.
Yazar, 1999’da teslimiyet diyor, 2004 yılına kadar yaşananları gerileme, gerilemelerden kurtaranlar da eski kadrolar olduğunu ileri sürüyor. Anlaşılan odur ki, yazarın bu dönemden hiçbir haberi yok. Bu dönemde yaşanan ABD’nin PKK’yi bölme hareketidir. Nitekim eski kadroların da içinde bulunduğu önemli bir grup PKK’den ayrılıp yeni bir oluşuma gitmiştir. Ancak bu oluşum başarılı olamadı. Aslında bu ayrılanların amacı PKK hareketini tasfiye etmekti. Eğer 1999’da yaşanan teslimiyet olsaydı o zaman PKK’de yazarın deyişiyle “gerilemeyi kurtaran eski kadrolardır” iddiası doğru olsaydı bu eski kadroların Öcalan’a bayrak açmaları gerekmez miydi? Neden acaba bunlar yazarın deyişiyle “teslim olanın” peşinden gittiler, onu liderleri olarak devam etmeyi göze aldılar? Toplumsal dinamikleri olan bir hareketin kadrolara dayalı bir hareket olmadığını bilmeleri gerekiyor. Zaten bir devrim süreci “Kadroya indirgendi mi” o devrim devrim olmaktan çıkacaktır. Türkiye solunda olan buydu. 12 Eylül Faşizmine kitlesel bir başkaldırı yapamadı. Türkiye’de olanlar zindana atılırken, yurtdışına gidenler mülteci olmayı seçtiklerinde Kürt hareketi çoktan Kürdistan dağlarında yerini almıştı. 12 Eylül faşizmine en erken direnişi onlar gösterdiler.
Bilindiği gibi Öcalan, İmralı cezaevine getirildikten sonra ağır tecrit koşullarında tutuldu. Bunu aşmak için savunması üzerinde özellikle yoğunlaştı, kendisini yeniden eğitti. Tek başına tutulduğu adayı bir okula çevirdi. Binlerce kitap okudu, onlarca kitap yazdı. Teorinin sonu denilen bir aşamada yeniden teori üzerinde yoğunlaştı. Savunması aracılığıyla bunu dünya ile paylaştı.
Abdullah Öcalan sadece kadın sorunu üzerinde durmadı, demokrasi, kapitalizm, emperyalizm, dinler üzerinde de durdu. Bu konularda tahliller yaptı. Marksizm’e özellikle Lenin’in devlet üzerine tezlerini sert bir şekilde eleştirdi. Devlete dayalı olmayan çözümü geliştirmeye çalıştı. Elbette kendisi de bunların kesin doğrular olduğuna da inanmıyordu. Bunların eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Öyle yazarın dediği gibi  Öcalan sorunların kaynağının “zihniyet sorunu” olduğu görüşüne indirgememiştir. Sorunların tarihi, dini, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal boyutları üzerinde durmuş, yöntem olarak da diyalektiği esas almıştır. Elbette kadın soruna önemli bir yer vermiştir. Bunda da haklıdır. Kadın sorununu sınıfsal sorun gerisinde gizleyip onu çözümsüzlüğe mahkum edilmesini istememiştir. Onun kadın vurgusu, toplumda ve kadınlarda etkisini göstermiştir. Kadın, Kürdistan devriminin bir parçası haline gelmiştir. Kürt devrimi adeta bir kadın devrimi haline gelmiştir. Kadın devrimim yükünü eline almıştır. Başarıya ulaştığında kadın bunu en önemli mimarı olacaktır.

Öcalan’ın İmralı adasına girdikten sonra onun “Kapitalist Modernite” eleştirileri görmezlikten gelinmiştir. Köklü kapitalizm eleştirisi vardır. Ekoloji kavramı üzerinde durması, düşüncesini evrensel boyutta taşır. Tüm insanlığın kurtuluşu idealini hep canlı tutar. Ancak demokratik yapıya da önem verir. Aslında Marksizm de demokrasine en üst düzeyde önem verir ve der ki: “demokrasi işçi sınıfının eğitim alanıdır.”

Yazar, yazısında hep işçi sınıfı diyor, ancak nedense örgütlü bir işçi sınıfı oluşturmak için bırakalım çaba göstermesini yoksul Türk emekçisini ırkçı söylemin etkisine girmekten dahi koruyabilecek bir adım atamıyor. Silivri’de Kürt işçilere saldıran ırkçıları görmezlikten geliyor. Kürt hareketi herkesten çok eleştiriye ihtiyaçları vardır. Çünkü hareket halinde, toplumla iç içedirler. Hata yapma olasılıkları da yüksektir. Çünkü toplumsal olaylar önceden ön görülemezler. O yüzden yapılan eleştiriler gereklidir.
Sözümü İncil’den bir pasajla bitirmek istiyorum.“Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin. 

Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl ‘izin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin. 

Seni iki yüzlü!
Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.” Veya “Onların gözü var görmezler, kulakları var duymazlar, kalpleri ise mühürlü”
 
***


YÖNETMEN BAŞBAKAN ERDOĞAN

YÖNETMEN BAŞBAKAN ERDOĞAN



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 

Devlete göre, PKK ile sürdürülen müzakereler PKK’ye silah bıraktırmayı amaçlamaktadır. Öcalan’ın Newroz’daki çağrısının temeli silahın gündemden çıkarılması onun yerine demokratik siyasetin gelmesidir. Birinci noktada taraflar arasında görüş birliği yani PKK’nin silah bırakması konusunda anlaşmazlık yoktur. Demokratik siyasetten devlet ve Kürt tarafı aynı şeyi dile getirmemektedir. Örneğin Kürt tarafına göre demokratik siyasetin anlamı dağda savaşanların siyaset yapma imkanına kavuşmuş olmalardır. Bu aynı zamanda Öcalan’ın da serbest bırakılmasıyla birlikte anlam kazanacaktır. Kürt tarafı bunu açıkça söylüyor, devlet tarafı ise genel affı da çağrıştıran bu öneriden uzak kaldığını ileri sürmek gereği duymaktadır. Aslında bu iki süreç birbiriyle ilişki halindedir. Biri olmadan diğerinin olması da mümkün değildir. Nasıl ki kuşun uçması için iki kanadının birden açılması gerekiyorsa burada da böyledir. Nasıl ki, tek kanadı açılarak kuş uçmuyorsa bunlardan biri üzerindeki uzlaşma müzakerenin yürümesi için zordur. O nedenle barış süreci o kadar da kolay olmayacaktır. Burada önemli olan Erdoğan ve Öcalan’ın birbirine güven duymalarıdır. 

Çünkü taraflar açısından yetki sahibi olanlar onlardır.

Henüz, çalışmalar ve çözümler aynılaşmadığından dolayı bu her iki tarafta da diğerinden adım atma beklentisini içine girmesine neden olacaktır. O adımı atsın sonra ben adım atacağım noktasına geldiğinde ise güvensizlik artacaktır. 

Bu durumda hakem olarak görev yapacak uluslar arası güçlerin olması durumunda belki bu güvensizlik bir nebze olsa da giderilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla bu sürecin hakemsiz devam edeceği görülüyor. Hakem olacağı söylenen akil insanların seçimindeki hükümet etkisi, resmi bir heyet durumuna düşüşü, magazinel duruma gelişi de dikkate alındığında bunun hakem rolü oynaması zora girmiş durumda. Bu durumda yasallığın sağlanması en büyük güvence olacaktır. Seçilen akil insanlar, bu barış sürecini kontrolden çok kamuoyunu hazırlama işlevi göreceği görülüyor. Ağırlıklı olarak AKP’ye yakın İslami kesimlerin yoğunluğu AKP’nin bu insanlar aracılığıyla kamuoyunu psikolojik olarak rahatlatmayı amaçlamaktadır. Yılmaz Erdoğan gibi Kürt sorunu ile yakın görünmemek için elinden gelen birinin bu heyet içinde yer alışının neye yarayacağını da belirtmek gerekir. 

Kürt siyasetine operasyonların yapılması sürecinde, Sri Lanka modeli tartışıldığında kendisinden beklenmeyecek derecede Kürt karşıtı yazılar yazan Etyen Mahçupyan ne kadar güven verebilir.  

Bir gerçeği de kabul etmek gerekiyor. Erdoğan bu sorunun çözümünde baş aktör durumundadır. İmralı, Kandil, Kürt sokağı, Akil insanlar tartışması Erdoğan’a göre ikincil durumdadır. Erdoğan, bunların tamamı üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bunlar dahi Erdoğan’a göre adım atabilmektedirler. Çözüme de çözümsüzlüğe de bu kadar yakın olan Erdoğan’ın ayakta kalışı her iki kesim için de önemlidir. Kürt tarafı Erdoğan sonrasını düşünecek durumda değildir. Yaklaşık iki yıldır Erdoğan açıklamalarıyla herkese yön vermektedir. Erdoğan, zaman zaman sertlik dilini kullanırken zaman zaman da daha esnek ve yumuşak bir dil kullanması durumunda bu taraflar üzerinde sürecin sorgulanması gerektiği noktasına taşınmamaktadır. Serleşse dahi hoşgörü ile karşılanabilmektedir. Bir tür üstü örtülü açık çek verilme durumu vardır. Erdoğan da bunun farkındadır. Ancak olumlu ve yapıcı anlamda kullanması konusunda tereddütlerinden vazgeçmemektedir. 

Herkes onun tereddütlerinden vazgeçebileceği umudu içine girmiş bulunmaktadır. Bu umudunu koruyarak soruna çözüm getireceğine inanılmaktadır. Kısacası, Erdoğan, oyunun çerçevesini kendisi çizmiştir. Bu oyun içinde yer alanlar bu çerçevenin dışına çıkmayı da düşünmemektedirler. Kürt siyasetinin “Öcalan irademdir” söylemi olduğu sürece çerçevenin bu yönde devam edeceği doğaldır. Çünkü, Öcalan’la kimin, ne zaman görüşeceğine de karar veren başbakandır. Son iki üç yıldır Kürt hareketi Öcalan’dan haber gelmeden hiçbir adım atmamaktadır. Erdoğan da bunu bildiği için daha rahat hareket etmektedir. İmralı üzerindeki kontrolü ile Kürt hareketinin dinamiklerinin ne yapabileceğini, ne yapamayacağını önceden bilmektedir. Durumun bu şekilde devam etmesi Erdoğan’ın da işine gelmekte, Erdoğan’ın daha ileri adım atmasına gerek olmadığını dahi düşünebilmektedir. Zaman zaman Erdoğan’ın şaşırtıcı açıklamalarını bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Kürt tarafının da her şeyi Öcalan’ın sırtına yüklemesi de bunun Kürt tarafına verdiği rahatlamadan dolayıdır. Önemli olan bu sürecin başarıya ulaşabilmesidir. Erdoğan da bir anlamda kendi kaderini İmralı’ya bağlamış durumda, bu da sürecin sigortası sayılabilir. Hani bazı kovboy filmlerinde şerif bir suçluyu yakalayıp hapishaneye götürürken kelepçenin bir tarafını kendisine diğer tarafını da yakaladığı kişiye takıp o şekilde götürmesine benzer. Bir yangın veya kaza anında birbirine muhtaç kalmaları gibi. 

Başarısızlık durumunda Erdoğan’ın başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere 2023 hedefi tehlikeye girmiş olacaktır. 
Onun kaderi de Öcalan’a bağlı olacak.


***

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
03.04.2013 
 
Kürt sorunu, çözülmedikçe yeni sorunlar çıkar. Daha doğrusu “çözümsüzlük çözümdür.” Diyenlerin sesi daha fazla çıkar. Bu da giderek çözüm isteyenleri sarıp sarmalar, çözüm isteyenler dahi çözüm önünde engel olmaya başlar. 2009 Yılında Habur süreci olarak adlandırılan sürece karşı geliştirilen kampanya sonunda sürecin mimarlarından olan başbakan tarafından bitirildi. Başbakan o gün kararlı olup, Habur sürecini devam ettirmiş olsaydı, peşinden Avrupa’dan barış grupları da gelecekti. 2009’dan 2012 yılına kadar yaşanan süreç yaşanmazdı. DTP, kapatılmaz, KCK adı altında operasyonlar bu düzeye çıkmazdı. En önemlisi de yüzlerce genç yaşamış olacak, dağa çıkan da olmayacaktı. Sürecin devam etmeyişinin yanlış olduğu ortaya çıktıkça, çözüm arayışları yeniden kendisini göstermektedir.
CHP ve MHP’nin yaklaşan yerel seçimlerin de etkisiyle bu sürecin ilerlememesi için ellerinden gelen her şeyi yapacakları ortada. Bu durumda süreci sürdürecek AKP ve BDP’den başka kimse de yoktur. Bu nedenle bu iki partinin soruna ciddi yaklaşım göstermeleri önemlidir. Aksi durumda Habur’un başına gelenler İmralı sürecinin de başına gelebilir. 2010 yılında Anayasa değişikliği konusunda kendisinden emin olan AKP o dönemde BDP’nin bazı yasal adımların atılması karşısında Anayasa değişikliğine destek verebileceğini teklif etmesine rağmen AKP buna yanaşmamıştı. Şimdiki durum daha da farklıdır. AKP’nin milletvekili sayısı Anayasa değişikliği için yeterli değildir. BDP’nin desteğine ihtiyacı vardır. BDP’nin de yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır. Her iki parti aynı ihtiyacı hissettiğine göre bu partiler birbirini daha fazla yıpratmadan çözümü görüşmelidirler. 

Aslında, AKP ve tabanı çözüm karşıtı da değildir. Tereddütler ve kaygılar daha çok başbakandan kaynaklanmaktadır. İkna olmamış bir başbakan sanki birileri ona bunu zorla yaptırıyorlarmış gibi davranıyor. Minderden kaçıyor. 

Sorunu birilerinin kucağına atıp kaçan bir başbakan, sürecin adını sürekli değiştiren bir başbakan onu bu kadar zorlayan güç kimdir? Daha önce de protokol aşamasına gelmişti. Neden meclise getirmek istemiyor. Meclise getirmekle PKK’yi taraf haline geleceği anlamında mı yorumluyor. Her şey başbakanın emri ile yürütülüyor. MİT’in Öcalan’la görüşmesi emirle oluyor. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin yasaklanması yine onun emriyle. İmralı’dan gelen mektup önce onun eline geliyor, daha sonra BDP’ye veriliyor. Özellikle parti içinde tek adam haline gelişi nedeniyle herkes onun ağzına bakmaktadır. Danışmanlar ona yol göstermek yerine onu anlamaya çalışarak onun suyuna gitmektedir. Örneğin Beşir Atalay ve Sadullah Ergin, geri çekilme sürecinde yasal düzenlemeye gerek olduğunu söylemesine rağmen, başbakan yasal gereksinime gerek yok gerekli güvenceyi ben veriyorum dedikten sonra başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ ve başdanışman Yalçın Akdoğan başbakan gibi görüş beyan ederek yasal düzenlemeye gerek olmadığını söylediler. Burada tehlikeli bir hususu vurgulamak gerekiyor: Başbakan, etkinliğini sadece kendi çevresi üzerinde değil, değişik çevreler üzerinde de gösteriyor, ona karşı çıkılmış gibi görünse bile en sonunda onun dediklerinin gerçekleşmesi adeta doğal bir hale geldi. Barışı getirecek tek kişi olduğu vurguları yapıldıkça etkinliğini en muhalif olanlar üzerinde de gösterdi. Ona karşı çıkmış gibi görünenler zamanla onun dediklerini kabul eder noktaya geldiler. 

Örneğin bir hukuk devletinde tutuklu veya hükümlü olan birinin avukatlarıyla görüşmeleri yasaklanamaz. Başbakan hiçbir yasa hükmünü tanımadan yasaklama getirmiş durumdadır. Buna karşı çıkış da yoktur. İmralı Adasına gidecek heyeti dahi kendisi belirlediği durumda BDP buna karşı koymuyor. Bunu benimsemiş durumda, barışın da savaşın da kaderi başbakana bırakılmış durumda. Bunun dünyada pek benzeri yok gibi. Aslında bu tedrici olarak toplumun değişik kesimlerine kabul ettirilmektedir. Bunun sonucu bir tarafın kendi çözümünü dayatmasıdır. Bunu o kadar ince yöntemlerle yapar ki, diğer taraf kendi çözümünü önemsemez duruma gelir. Bu da karşı tarafın çözümünü kabule doğru götürür. 2011 seçimlerinden sonra tutuklu milletvekillerinin durumuna dikkat çekmek için CHP ve BDP tarafından meclis boykotu yapıldı. Devam etmesi durumunda etkili olacağı biliniyordu. Başbakan bunu çok basit bir eylem şeklinde değerlendirdi. Sonradan onun dediği çıktı. Eylemlerden bir kazanım elde edilmeden eylem sona erdi. Üstüne üstlük İstanbul BDP’sine yemin töreninden bir gün sonra büyük bir gözaltı operasyonu yapıldı.

Yasal düzenlemeye gerek olduğu başbakanın CNN’deki röportajından da belli oluyor. Başbakan bir yandan yasal düzenleme yapılmasına gerek yok silahlarını bir yere gömüp silahsız bir şekilde sınır dışına çıksınlar demekte ve eklemektedir. Silahlı olmaları haline güvenlik güçleri onlara müdahale etmezse güvenlik güçlerinin örgüte yardım yataklık suçunu işleyeceklerini söylemektedir. 

Diyelim ki, gerillalar silahını bir yere gömüp sınır dışına çıkmaya karar verdi. Güvenlik güçleri de silahsız olsa da onun gerilla olduğunu bildiği halde onu yakalamak için bir girişimde bulunmadığı takdirde yine örgüte yardım suçunu işlemiş olmayacak mı? Örgüt üyesi olabilmek için örgüt üyesinin o anda silahlı olması gerekli değildir. Önemli olan örgütün silahlı bir örgüt olmasıdır. 

Bu bakımdan başbakanın söylemi kendi içinde çelişkili ve yasal düzenlemenin yapılışının sadece PKK’liler için değil güvenlik güçleri için de gerekli olduğu görülüyor. Güvenlik güçleri, yasalardan aldıkları yetki ve görevleri gereği bir suçun işlendiğini, bir suçlunun bir yerden bir yere gittiğini öğrendikleri anda harekete geçmeleri onların görevidir. Mevcut yasalar bu görevi açıkça tanımlıyor. Başbakan da bunu söylüyor, sınırı geçen kim olursa olsun, ister kaçakçı ister PKK’li olsun güvenlik güçleri ona müdahale etmek durumundadır. Anayasa’ya göre bu durumda olan birine müdahale edilmemesine dair devletin tepesinde yer alan başbakan emir verse bile bu kanunsuz emirdir. Bu nedenle yasal düzenleme şarttır.
MHP, başlattığı miting hamlesiyle şiddete yönelebilecek söylemlerde bulunuyor. CHP de ulusalcı damar giderek şahlanmakta, Anayasal vatandaşlığı temel alan Anayasa’daki vatandaşlık tanımından Türk ibaresinin çıkarılmasına karşı kampanya başlatmış durumdadır. Yıllar önce “laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor” yerini “Anayasadan Türk Milleti atılıyor” sloganını almış durumdadır. Bunun üzerinden sonuç almaya çalışacaktır. Bu söylem eski söylemden farksızdır. Bununla çözüm süreci karşısında geniş bir cephe oluşturulmak istenmektedir. AKP, BDP ile yan yana görünmemek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Silopi’deki sürecin sekteye uğramasında AKP’nin “süreç bitmiştir, sil baştan olacak” şeklindeki sözleri diyalogun kopması ve statükoya teslim olunması anlamına gelmiyor mu?
AKP aslında iktidardan nasiplenmek isteyenlerin bir ittifakıdır. “Kazan kazan” formülünü esas alan bu ittifak Kürt sorununun çözümünü de kazanç gözüyle bakmaya devam etmektedir. Geçmişte, polisi ve yargıyı Kürtlerin üzerine gönderenler eskisinden daha fazla etkili durumdalar. O dönemde Kürtlere dalga dalga operasyonlar uygulayanlar polisiyle, yargısıyla halen görevinin başındalar. Bu kesimler aynı zamanda “Kürt sorununu çözmek bizim neyimize” anlayışını sürdüren kesimdir. 2009 Habur/Silopi’deki karşılamalarda görüldüğü gibi bu kesimin engelleyici etkisi CHP ve MHP’den daha fazla olmuştur. AKP veya hükümet çözüm önünde engel olarak BDP, CHP ve MHP’yi görmek yerine bunları görmek zorundadır. Başbakan, halen kendi içindeki bu kesimlerin yalanlarına doğruymuş gibi bakmaya devam ediyor. Örneğin halen “Öcalan’ın avukatlarının Öcalan’ın görüşmelerini, avukatlar değiştirip veriyorlar” şeklinde söylemler kullanıyor. Oysa avukatlara dair iddianamenin 87. sayfasında “avukatların hazırladığı görüşme notlarıyla devletin kayıt altına tuttuğu notlar arasında farklılık bulunmadığı tespit edilmiştir.” Yine ÇHD’li avukatlarla ilgili olarak sürekli 11 kapalı hücreden bahsetmesi hususunun da bundan farkı yoktur.  

Başbakan ve hükümet Kürtleri veya PKK’yi bir taraf şeklinde görmemek adına yasal düzenleme yapmak istemiyor. Yasal düzenleme yapmak istediği zaman sanki PKK ve Kürtler taraf olacak gibi düşüyor. Doğrusu da Kürtleri taraf statüsünde olmalarıdır. Yoksa tek taraflı bir sürece doğru gidiliyor bu da çözüm değil çözümsüzlük istemektir. Dünya, Öcalan’ın mektubunu Türk-Kürt barışı diye duyurdu. Gerçekten olan da buydu. Kürtlerin onurlu ve eşit bir halk olarak barışın sağlanmasında taraf olması kadar normal bir durum olmaz. Anadilde savunmayı ve 4.yargı paketindeki tavrı AKP’yi anlamak için yeterlidir. Anadilde savunmanın alanını darlaştıran ve paralı hale getiren bir partiden daha ileri bir düzenleme beklenemez. Oturup bu partinin pratiğine ve çıkardığı yasalara bakmak yeterlidir. AKP, değişimci ve reformcu bir parti değildir. İçine girdiği devleti değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve demokratikleştirmeyi düşünmemektedir. 

AKP’nin değişimci ve reformcu yönü ilk iktidara geldiğinde olmuştu. AB’ne uyum rüzgarı estiriyor, Ahmet Necdet Sezer ve Anayasa Mahkemesi onun önünü kesiyordu. Bu şekilde statükolarını sürdürebileceklerine inanıyorlardı. Anayasa’nın kendilerine sonsuza kadar güvence verdiği inancıyla AKP’nin özellikle yerel yönetimler reformunu kuşa çevirdiler. Böyle 2007 yılında iktidarı tamamen AKP’ye devrettikleri zaman mevcut yasaları koruyarak teslim ettiler. Oysa o yıllar Türkiye için demokratikleşmenin fırsatı yıllarıydı. Çünkü demokrasiye en çok ihtiyacı olan AKP’ydi. Kapatılma ile karşı karşıya kalmışlardı. O dönem AKP’nin en azından kendisi için ancak tüm toplumun faydalanabileceği düzenlemeler karşısında sert duruş olmamış olsaydı bu gün başka bir Türkiye’de olmuş olacaktık. O dönemde tam iktidar olmamasına rağmen laiklik elden gidiyor söylemi en revaç söylemdi. Bu gün kimse bundan söz etmiyor. Başkaları için yaptıkları yasaların engellerine kendileri dolanıyorlar. Şimdi durum değişti. Devleti devir aldılar. Kendi içlerinde dahi demokrasiyi rafa kaldırdılar. İslami duyarlılık iktidar karşısında sus pus oldu. AKP değişim ve reformdan çok pragmatik davranarak mevcut durumunu sürdürmeye çalışıyor. Demokratikleşme düşündüğü yoktur.

Yine de Türkiye çözümsüzlüğü daha fazla taşıyamaz. AKP’nin bunu fark etmesi lazımdır. 2002-2005 dönemine benzer hamlelerde bulunmak zorundadır. Çözümsüzlük kaosu, AKP ve BDP’yi birlikte hareket etmeye zorlamaktadır.
Başbakanın 29 Mart CNN Türk’teki açıklaması çok tehlikeli bir açıklamadır. Başbakan, güvenlik güçlerinin silahlı örgüt üyesini gördüğü anda ona yönelik yakalama veya vurma yoluna gitmemesi durumunda onların örgüte yardım ve yataklık suçunu işleyeceklerini söylemiştir. Güvenlik güçlerinin bunu bir talimat olarak algılayıp eskisinden daha fazla çatışmaya yönelebileceklerini tahmin etmek gerekiyor. Daha önceki ateşkes veya çatışmasızlık durumunda güvenlik güçleri kendi inisiyatiflerini kullanarak çatışmadan uzak durabiliyorlardı. 

Başbakan bu açıklamasıyla güvenlik güçlerinin inisiyatif kullanmaları halinde örgüte yardım suçu işleyeceklerini söylemekle güvenlik güçlerini adeta çatıştırmak için çaba harcamaktadır. Bu husus dahi geri çekilme için yasal güvencenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Bu güvenceye sadece PKK’nin değil, güvenlik güçlerinin de ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. Başbakan, PKK’ye “silahını bırakıp, evine dönebilirsin diyebilir ancak silahını bırakıp sınır dışına çık diyemez.” Bunu demek PKK’ye silahını bırakma anlamına gelir. Nitekim, KCK, “Erdoğan’ın iddia ettiği tarzda bir geri çekilme durumu Hareketimizin gündeminde değildir. Devlet tarafından gerekli adımların atılması, bu temelde yasal ve olumlu bir zeminin yaratılması sonucunda güçlerimizin geri çekilme durumunun gündeme gelmesi mümkün olacaktır.” Açıklamasında bulunarak yasal güvencenin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Cengiz Çandar da 31 Mart 2013 tarihli yazısında başbakanın açıklamasındaki yetersizlik ve çelişkiye dikkat çekmiştir.
Belli bir tabanı olan bir partinin kendi tabanının istemlerini ileri sürmesi kadar normal bir siyaset anlayışı olamaz. Newroz’da milyonlarca kişinin haykırışını hiçbir güç görmezlikten gelemez. Bu hususlar gösteriyor ki, çatışmak isteyen Kürt tarafı değildir. Kürtleri eşit bir taraf gibi görmek istemeyen AKP’dir. Kürtlerin eşit bir taraf olarak görülmesi bir yana binlerce tutuklunun hukuksuz bir şekilde tutukluluklarının devam etmiş olması, gerçek temsil önünde en önemli engellerden biri olan %10 seçim barajının indirilmesi konusunda hiçbir adım atılmayışı geçmişteki Kürtlere yönelik devletin refleksinin AKP şahsında devam ettiği söylenebilir. Kürt siyasetinin bu konudaki taleplerine bakarak BDP veya Kürt siyasetinin sürece zarar verdiğini söylemek BDP’nin siyasal varlığını inkar etmek anlamına gelir. Hatta bu konularda yaşanacak kutuplaşmanın arka planında Kürtlerle devlet arasındaki bir kutuplaşmanın görünen bir şeklidir.

Gelinen noktada Kürt sorunun kiminle çözüleceği konusunda tartışmalar bitmiştir. Kürt halkı, 21 Mart 2013 Newrozu’nda bunu ortaya koymuştur. Sorunun nasıl çözüleceği de bellidir. Ancak çözümün nasıl olacağı konusunda bakış açıları birbirinden uzaktır. Ortak noktaların bulunup çözümün hızlı bir şekilde olması zorunludur. Bunun yolu da AKP ile BDP’nin bir araya gelip gerçek bir diyalogu oluşturmaktan geçer. Öcalan’ın kolaylaştırıcı tavrı da dikkate alındığında hükümetin sorumluluğunun daha ağır olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. BDP’ye nasıl hareket etmesi gereken kesimlerin AKP’ye de bunu hatırlatmaları gerekmektedir. AKP’nin uyarılması gereken bir konu da Akil İnsanların belirlenmesi konusunda AKP’nin ortaya koyduğu devletçi tutumdur. 

Başbakanın tek taraflı belirlenmesiyle oluşacak akil adamların kim olduklarından çok nasıl atandıkları ve nasıl görev yapacakları tartışılacağından dolayı bunun sorunun çözümünde bir etkisinin olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Her şeyden önce oluşacak bu heyet sivil olmalı, devletin bürokratik bir organı haline gelen heyetin sorunun çözümü önünde engel haline geleceği de bilinmelidir. 

Bu da başbakanın her şeyi ben belirlerim anlayışından vazgeçmesini gerektiriyor. 

Görünen o dur ki, başbakan hiçbir şeyden elini çekmediği gibi bundan da elini çekmeyecektir. 
Bu da Çözümsüzlüğün kaynağının nerede olduğu konusunda bize ip ucu vermek için yeterlidir.

***

YENİ DÖNEMDE KÜRT SİYASETİNE DÜŞEN GÖREVLER

YENİ DÖNEMDE KÜRT SİYASETİNE DÜŞEN GÖREVLER     


Feyzi Çelik 
01.04.2013 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ

Yerel seçimlere bir yıldan az bir süre kaldı. Demokratik siyasetin en önemli alanları yerel yönetimlerdir. Yerel yönetimlerdeki başarı demokratik siyasetin başarısı olacaktır. Geleceğin Kürt siyasetinin olgunlaşması burada olacaktır. Kürtler yerel yönetimlerde gösterecekleri başarı ile genel Kürt siyaseti üzerinde de etkili olacaktır. Yerel yönetimlerin ne kadar önemli olduğu Diyarbakır Newroz’u ile ortaya çıkmıştır. Yerel yönetim Kürt siyasetinin elinde olmamış olsaydı Newroz bu kadar başarılı olmazdı. Yerel yönetimdeki örgütlü yapı sayesinde kusursuz bir program yapılmış, çağrının amacına ulaşmasında etkili olmuştur. 

Siyasette örgütlülüğün ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin Güney Kürdistan ve Suriye üzerinde etkili olmak istediği bilinmektedir. Ta Turgut Özal’dan bu yana buraların yeni Osmanlılık adı altında hinterland kabul edilerek Türkiye’ye dahil edilmesi çabası gizli de değildir. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’daki durumu da dikkate alındığında buna destek verebilecekleri de ön görülebilir. Suriye ve İran’ın yeni sürece uyumu için ABD’nin bu konuda Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Küresel ekonominin önemli güçlerinden biri olan küresel ekonomiye uyumu da dikkate alındığında bunun finans kapitalle bir çelişki oluşturmadığı da dikkate alındığında böyle bir planının hayatiyet bulacağı ihtimal dahilindedir. Özal’ın bundan yirmi yıl önce dile getirdiği federasyon tartışmaları gündeme gelebilir, Kürtlerin federasyonu tartışmaları gerekmektedir. Oldu bittiye getirilmiş bir federasyon tartışmasına hazırlıksız yakalanmamalıdır. Federasyonun kapsamı ne olacak, Kürdistan bir bütün olarak mı federasyona dahil olacak yoksa Rojava ile birlikte Güney Kürdistan şeklinde mi olacak? Bunların mutlaka tartışılması gerekiyor.

Demokratik siyasetin en önemli gereği demokratik tartışma kültürünün yaratılmasıdır. Öcalan’ın çağrısının içeriği ancak tartışma ve eleştirilerle doldurulabilir. Çağrının olduğu gibi kabul görmesi ne kadar yanlışsa tamamen yok sayılması da o kadar yanlıştır. Bazen bir şeyi boşa çıkarmanın yolu onu tartışmadan muaf tutarak kabul ediyor gibi görünmektir. Şunun da bilinmesi gerekir ki, çağrıyı kabul etmek demek onu pratiğe geçirecek adımlar atabilmektir. Bu anlamda Öcalan’ın çağrısını en iyi anlayanların başında KCK gelmektedir. KCK, derhal ateşkes ilan etmiş, yasal zemin/akil insanlar oluşması halinde sınır dışına çıkma sürecine hazır olduğunu deklare etmiştir. Karayılan’ın, Hasan Cemal ile yaptığı röportajda söylediği gibi yasal düzenleme yapılmaması halinde Hakan Fidan ve diğer MİT yetkililerinin ifadeye çağrılmasına benzer olayların olabileceğinin tahmin edilmesi gerekir. Aynı durum, bu süreç sırasında “akil insanların” hukuki statüleri için de önemlidir. Çekilme döneminde görev alan akil insanlar gerektiğinde güvenlik güçleriyle HGP gerillalarının çatışmasını önleyecek çalışmaları dahi örgüte yardım ve yataklık olarak suçlanabileceğinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu açıdan bakıldığında süreçte yer alacak akil insanların dahi hukuki güvenceye ihtiyacı olacaktır.

KCK’nin kısa sürede bu uyumuna ne yazık ki BDP gerekli mesajı alamamıştır. Çağrı ile silahlı bırakmanın Kürtler için %99 sağlandığını söylemekle hatalı davranmıştır. %1’i de devlete bırakmıştır. Peki BDP’nin yüzdesi nerededir. Diye sormamak elde değildir. Basit bir örnek verelim: 

BDP tarafından yaklaşık iki yıldır tertip edilen alternatif Cuma namazları na bakalım. Öcalan, 21 Mart Perşembe günü İslami birlikteliğe vurgu yapan açıklamaları vardı. 

BDP ertesi günü bu çağrının gereği olarak alternatif Cuma namazını tertip etmeyip, camilerde hep birlikte Cuma namazını teşvik etmiş olsaydı çağrının ruhuna uygun davranmış olacaktı. O zaman bayrak asılıp asılmaması tartışmasına da girmeyecek İslam üzerinden etkili bir çalışma olacaktı. BDP, çağrıyı anlamaktan uzaktır. Gerilla çağrıyı hemen anlamlandırıp derhal ateşkes ilan edecek, sınır dışı için ciddi hazırlıklara girecek, BDP olarak sen alternatif cumalara devam edeceksin. Bu bir çelişki ve sürecin anlaşılmayışıdır. Tıpkı müzakerelerin kopması sürecinde demokratik özerkliğin ilanı gibidir. Nasıl demokratik özerklik ilan edildiği gün, demokratik özerklik tartışmasıyla birlikte bittiyse BDP bu tavrı ile demokratik siyasete yer almasının tehlikeye girmesi anlamına gelecektir.

Silahların devreden çıktığı anda alan demokratik siyasetin alanı haline gelecektir. Bu sadece BDP ile ilgili değildir. Değişik Kürt topluluklarının örgütlenmesinin önünün açılmasıdır. Kürt toplumu içinde liberal, İslamcı, Sosyalist, Komünist, Milliyetçi Kürt partilerinin siyaset sahnesine çıkışı da sağlanacaktır. Bu beraberinde AKP’nin Kürdistan’da gerilemesi sonucunu da doğurabilir. AKP’nin Kürdistan’da gerileyişi daha önce BDP’nin genişlemesi sonucunu doğuruyordu. Bu nedenle BDP’nin şimdiye kadar Türk partileri üzerinden yürüttüğü muhalefetin biçimini de gözden geçirmesi gerekiyor. Bu da daha fazla parti içi demokrasinin gelişimi ile mümkün olabilir. Barış havasının sadece devletle yaşanması yetmiyor, Kürtlerin kendi içinde de barış havasını sağlaması gerekiyor. Bu da şu veya bu nedenle siyasetin dışında kalmış, küsmüş, küstürülmüş Kürtlerin yeniden demokratik siyasette yer alması için iç barışı gerektiriyor.

Bu günkü siyasal hareket yani BDP mecliste grubunu kurmuş, yüzlerce belediyeyi kazanıp başarılı bir şekilde yönetmektedir. Bu başarı siyasal mücadelenin bir ürünüdür. Silahlı mücadele ve direniş de siyasal mücadelenin yöntemlerinden biridir. Kazanımlarda silahlı direnişin etkisinin olmadığını söylemek mümkün değildir.

Kürtlerin silahı bir yöntem olmaktan çıkarmaları Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkından vazgeçtikleri anlamına gelmez. Silahlı mücadele olmadan da bağımsızlık mücadelesi verebilirler. İspanya’da Katalonya’nın bağımsızlık mücadelesinin silahsız yürütüldüğü biliniyor bunun sayısız örnekleri vardır. Bağımsızlık dahil olmak üzere kendi kaderini tayin etme hakkı bu günle sınırlı bir hak değildir. Hiç kimse hiçbir parti bir toplumun geleceği konusunda şimdiden karar veremez. Gelecekteki nesillerin hangi şartlarda yaşayacağını şimdiden bilmek mümkün değildir.

Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez.

*************

ÖCALAN’IN ÇAĞRISI VE YENİ DÖNEME DAİR BİR DEĞERLENDİRME.,

ÖCALAN’IN ÇAĞRISI VE YENİ DÖNEME DAİR BİR DEĞERLENDİRME.,


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
01.04.2013 
 
Günler önceden yapılacağı söylenen çağrı 21 Mart 2013 günü Diyarbakır’da milyonların katıldığı Newroz’da yapıldı. 
Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. 
Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “ Demokratik siyaset ”
Abdullah Öcalan 2013 Newroz’unda yaptığı çağrısında “Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve Dicle nehir vadilerine; Kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy ve şehir uygarlıklarına ANAlık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere selam olsun...” diyerek,  Kürtlerin tarihsel gelişimi ve uygarlığa katkısı vurgulamıştır. Coğrafi olarak da Kürdistan’ı tanımlamıştır. Kürdistan’ın bütünlüğü başta Anadolu ile yakın ilişkisini ortaya koymuştur.
Kürt-Türk kardeşliği Dicle ve Fırat’ın Sakarya ve Meriç, Ağrı ve Cudi’nin Kaçkar ve Erciyes benzetmesi üzerinden verilmiştir. Kültürel kardeşlik de Halay ve Delilo’nun Horon ve Zeybek’le yakınlığıyla vurgulanmıştır.
Siyasi baskı ve dış müdahalelerle birlikte yaşayan toplulukların birbirine düşürüldüğü tespiti yapılmıştır.
Arabi, Türki ve Farisi toplulukların ulus devletlerini oluşturmaları doğru bir tespittir. Kürtlerin ulus devletinin dahi olmadığının da vurgulanması gerekmekte dir. Kürdistan’ı dört parçaya ayıran Türk, Arap ve İran’ın bu yönünün vurgulanmayışı tarihsel bir eksikliktir. Ulus devletçik ibaresi bu topluluklar için hafif kalmaktadır. Ulus devletçik denilmesi Güney Kürdistan’dan söz edilmek isteniyorsa Güney Kürdistan’ın bağımsız/ulus devlet olmadığı, Irak’ın bir parçası olup federe bir devlet olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Federe bir bölge olsa bile farklı etnik köken ve inançlara saygının esas alındığı bölgesel yönetimin bu özelliğinin unutulmaması gerekir. Ayrıca Güney Kürdistan mücadelesinin köklü geçmişi, diğer parçalara verdiği ilham da göz önünde bulundurulmalıdır. İşgal altında olup da özgürlük ruhunun her zaman canlı tutulduğu, kültürel kazanımların korunduğu en önemli parça olduğunun da unutulmaması gerekmektedir.

Kürdistan’ın bölünüşünün arkasında, emperyalist müdahalelerin olduğu tarihsel bir olgudur. Ancak baskıcı ve inkarcı anlayışların kaynağının bu şekilde gösterilmiş olması hatalı olmuştur. Emperyalistlerin bölgeyi terk etmesinden sonra da Türk, Arap ve İran devletleri arasında anti-Kürt anlaşmalarının (Cento, Sadabat Paktı vs) yapılmış olması bölüşümün emperyalist müdahalelerden öte bir anlam taşıdığı görülmelidir.

Sömürünün yeni biçimleri, küresel gücün etkinliği halkların ve yoksulların aleyhine artarken halklar arasındaki birlik ve bütünlük tersine bozulmuştur. Sömürücü, baskıcı ve inkarcı anlayışlar biçim değiştirmiştir. Başkaca araçlarla kendisini dayatmaya devam etmektedir. Ortadoğu ve Orta Asya halklarının uyanışından çok yerel boğazlaşmaların, etnik, dinsel ve mezhepsel boğazlaşmaların geldiği nokta dikkate alındığında bu halkların uyanışından ve birbirleriyle savaşmayı bitirdiğini söylemek çok büyük bir iyimserliktir. Irak ve Suriye’nin durumu ortadadır. Afganistan ve Pakistan’ın durumu, Mısır’daki çatışmalı durum tehlikenin varlığını göstermektedir. Bu durumda Kürtlerin kendi içlerindeki bütünlüğünün korunması ve yaşamasının önemi ortaya çıkıyor. Kürdistan’ın kan banyosu haline gelmemesi tüm Kürtlerin çabası olmalıdır.

PKK ve onun lideri Abdullah Öcalan’ın direnişi ve isyanı sadece sömürgeci, baskıcı, inkarcı anlayışa karşı olmakla sınırlı değildir. Başta Türk devleti olmak üzere Kürdistan’ı paylaşan diğer devletlerin Kürtleri siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kodlarını değiştiren, yeni bir form vermek anlayışına karşı bir isyan olarak çıksa da bunun tarihsel köklerinin olduğunun unutulmaması gerekir. Bir yüz yılda yok sayılan Kürt halkının Koçgiri’de başlayan ayaklanması, Şeyh Sait’le kısa bir moladan sonra Ağrı İsyanlarıyla isyan ruhunu devam ettirmiştir. PKK isyanının bu üç isyanın bir devamı olduğu, en büyük ve kapsamlı isyan olduğunun bilinmesi gerekiyor. Kişisel kahramanlar her isyanda olmuştur ve bunlar isyanının simgeleri haline gelmiştir. Gelinen aşamada silahlı isyanın amacına ulaştığını söylemek her şeyden o siyasal hareketine ve liderlerine aittir. Buna herkes saygı göstermek durumundadır. Onun yerine geçip silahlı mücadeleyi bırakıp siyasal mücadeleyi tercih etmesini eleştirmek ahlaki de değildir. Köklü bir partiden söz ediyoruz. Örgütlülüğü ve mücadele gücüyle Kürt hareketine kazandırdığı çok şey vardır. Gelinen aşamada silahlı mücadelenin bırakılmasına karar verilmesi bu mücadeleyi veren hareketin doğal bir tercihidir. Unutulmamalı ki Kürdistan’ın dağları hiç kimsenin tapulu malı değildir. Kürt halkı yeniden silaha sarılma ihtiyacı duyarsa Kürdistan dağları onlara kucağını açacaktır. Bunu en iyi bilmesi gereken de Türk devletidir.

“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” çağrısı önemli ve tarihsel bir çağrıdır. Kürt siyaseti, demokratik siyasetle içe içedir. Önlerinde büyük bir tecrübeleri vardır. Kürt demokratik siyasetini yasaklayan mevcut uygulamalar olduğunun vurgulanması gerekiyor. Hiçbir halk, topluluk veya sınıf durup dururken demokratik siyaset hakkından uzak duramaz. Hepsi de demokratik siyaset olarak tarih sahnesine çıktılar. Kürtler, herkese demokratik siyasetin gücünü TBMM’de grup kurarak, yüzlerce belediyeyi kazanarak gösterdiler. Demokratik alanları onlara dar eden, onları takibata maruz bırakan, tutuklayan hep mevcut sistem oldu. Kürtlerin demokratik kolektif haklarını kullanımını engelleyen uygulamaların mutlaka kaldırılması gerekiyor.
Kürt Sorunu öncelikle siyasal bir sorundur. Siyasal alandaki çözümle birlikte sosyal ve ekonomik sorunların da çözüm yoluna gireceğinin bilinmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Öcalan’ın çağrısında geçen “demokratik haklar, özgürlükler, eşitliği” esas alan çağrısının muhatabının devlet olduğunun bilinmesi gerekiyor ve onlara diyor ki, demokratik hak ve özgürlükler herkesin eşitliğinin kabulü ile mümkün olacağının üzerinde duruluyor. Eşitlik vurgusu bu anlamda önemlidir nihayetinde demokratik temsilin sağlanması bunun yoludur. Bu haklar demokratik temsilin sağlanışı ile mümkün olacaktır.

Öcalan 2013 Newroz’undaki çağrısında verilen mücadelenin boşuna olmadığını, bunun sonucunda Kürtlerin öz-benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandığı vurgulamalarıyla silahlı mücadele yönteminin kazandırıcı ve devleti zorlayıcı etkisinin üzerinde durmuş, bu uğurda mücadele edip şehit edilenlerin asla unutulmadığı üzerinde özellikle durmuştur.

"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" diyerek silahlı mücadelenin amacına ulaştığını belirtmiştir. Öcalan bu çağrısını Newroz meydanında Kürdistan’ın, Türkiye’nin ve Dünya’nın her yerinden gelmiş büyük bir topluluk önünde yapmış, televizyonlardaki canlı yayını izleyenlerin sayısı da dikkate alındığında on milyonlarca kişinin huzurunda bu sözü vermiş, milyonların şahitliğinde bunu yapmıştır. Öcalan’ın çağrısı Kürt hareketi için stratejik bir değişimin eşiğini ifade ediyor. Silahsızlanmakla sonuçlanacak bu sürecin silahlı gücün derhal Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmasını içeriyor. Silahlı güçlerin sınır dışına çıkarılması, orada sürekli bulundurulması söz konusu değildir. Müzakerelerin geldiği aşama ile eş zamanlı olarak bu silahlı gücün silahları tamamen bırakacağı ön görülüyor. Bu silahsızlanmanın kayıtsız şartsız olacağı anlamına gelmemektedir. Unutmamalıdır ki, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi bir anlamda gelişecek süreçte bir garanti rolü oynayacaktır. Yönetimin demokratik seçimlerle belirlendiği, ileriki süreçlerde kimin siyasal iktidara geleceği belli olmadığından dolayı Kürt hak ve statüsünün anayasal güvenceye alınması müzakerelerin en can alıcı bölümünü oluşturacaktır. Bu aynı zamanda sürecin bu aşamasında rol oynayan gerilla ve gerilla komutanlarının konumuyla da doğrudan ilgilidir. Onların konumu da mutlaka ele alınacaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.
Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Öcalan’ın çağrısı çok kapsamlıdır. Siyasi çerçevesi de Demokratik Modernite Sistemidir. Tüm ezilen halklara, sınıflara, kültürlere, kadınlara, ezilen mezheplere, tarikatlara, işçi sınıfına, kısaca dışlanan herkesi bu sisteme katılmasını istemiştir. Reel sosyalizmin çöküşü, alternatif olmaktan çıktığı bir süreçte Kürt hareketinin getirdiği çerçeve küçümsenecek bir çerçeve değildir. Öcalan’ın çağrısı bu çevrelerin birlikteliğinin sağlanması çağrısı olup, çağrının en önemli ayaklarından biridir. Eski oligarşi/yeni oligarşi kapışmasında ezilenlere üçüncü bir yolun olduğunun gösterilmesidir. Bu nedenle Öcalan’ın çağrısının sadece PKK veya Devlete yönelik bir çağrı olmadığının görülmesi gerekiyor. Bu çağrıdan herkesin kendisine pay çıkarıp katkı vermesi gerekiyor. Bu katkının örgütlülükle oluşabileceğinin de farkındadır.

Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. 
  Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir.

Öcalan, “baskı, imha ve asimilasyonu, dar bir seçkinci iktidar anlayışı, inkarı” kapitalist modernitenin sonucu olarak görmektedir. Bunun çözümünün de demokratik modernite olduğunu söylemektedir. Ona göre zulüm cenderesinden kurtulmak için ortak hareket etmek gerekiyor. Ortadoğu’nun iki  stratejik gücü olan Türkleri ve Kürtleri birlikte hareket etmeye çağırıyor. Bu aynı zamanda Türkiye’deki savaşı bitirdiğinin ilanıdır. Ancak bu birliktelik eşitliğe dayalı bir birliktelik olmalıdır. Öcalan, “kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde” ibaresini kullanarak farklılığın korunması gerektiğini, kucaklaşma ve helalleşmeden söz ederek barışın yolu açılsın demiştir.
Çanakkale, Kurtuluş Savaşı, 1920 meclisinin açılışındaki birliktelik, Misak-ı Milli vurguları ortak geçmişin mirası olduğu, bunun üzerinden birlikteliğin tarihsel ve toplumsal temelinin sağlamlığına dikkat çekilmiştir.

“Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” Çağrısı Öcalan, Misak-Milli üzerinde özellikle durmuştur. Yıllardır yaşanan ve halen devam eden sorun ve çatışmaların nedeni olarak parçalanmayı görüyor. Bunu aşmak için Suriye ve Irak’ta ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir "Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşma çağrısı yapmaktadır. Bu aynı zamanda Öcalan’ın Demokratik Konfederal sisteminin bir gereğidir.

Öcalan’ın çağrısında “Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz.” Cümlesi ile Diş işleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 15 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı  "Burada 2 yol var. Ya Türküyle, Kürt'üyle, Arnavutluyla, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar” konuşma ile benzerliği dikkat çekicidir. Yeni dönemin ruhunun anlaşılması bakımından bu benzerlik üzerinde durmak gerekiyor. 

“Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler” tespitini de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Bu dönemde Obama’nın İsrail ve Filistin ziyareti, İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi hususlarını da dikkate alındığında Öcalan’ın çağrısının Ortadoğu’daki değişim ve yeni dengeleri okumakta ustalığını da göz önüne seriyor. Bu aynı zamanda CHP’ye, MHP’ye ve ulusalcı kesimlere de bir uyarıdır. CHP ve onu hakimiyeti altına almış bulunan nasyonal sol anlayışı “anti emperyalizm” adı altında Kürt düşmanlığı yürütmektedir. Sorunu bir Türk sorunu şekline sokup tıpkı 2009 yılında Habur sürecinde olduğu gibi engeller çıkarmaya çalışıyorlar. Gelinen aşamada bunun başarılı olmadığı ortaya çıkıyor. Bu nedenle “suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenir” söylemi burada yaşam buluyor. Oysa Kürtlerin demokratik haklarına kavuşması, Türklerin bir kaybı değildir. Tersine Kürt haklarının tanınması Türk’ü de özgürleştirecektir.

Öcalan, Batı’ya atfen kapitalist moderniteyi sorunların kaynağı olarak göstermekle birlikte Batı’nın çağdaş uygarlık değerlerini kabul ettiklerini, aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri benimsediklerini, bunları kendi değerleriyle sentezlemek yanlısı olduğunu belirtmiştir. Öcalan’ın Batı ile ilişkilerle ilgili bu istemi Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileriyle paralellik göstermektedir. Bilindiği gibi “Batı’nın tekniğinin alınması, kültürünün alınmaması” tartışmalarına varan tartışmalar iki yüz yılı aşkın süredir tartışılmaktadır. Aslında Öcalan bu tartışmaya girerek küreselleşmeye karşı olmayacaklarını, evrensellik formatı adı altında gereklerini yerine getireceğini söyleyerek bundan sonraki pratiklerinde Batılı değerlere açık olacaklarını söylemeye çalışıyor. Nitekim bu çağrıdan sonra Batılı önemli devletler ve Avrupa Birliği Öcalan’ın çağrısını destekleyecek açıklamalar yapmışlardır. Bu aynı zamanda Batı demokrasisini esas alınması olup, Kürtlere bu çağrıyı yaparken Avrupa değerlerini dikkate aldığını göstermiş oluyor. Ve bunu “büyük demokratik hamle” olarak adlandırıyor.

***

Gezi'yi Geziciler bile unuttu. O hala unutmadı.

Gezi'yi Geziciler bile unuttu. O hala unutmadı.

Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ

ÖNSÖZ

PKK’nin kuruluşu olan 1978’den 2018’e kadar kırk yıllık bir süre geçti. 1984’de başlayan çatışmalı ortamın yerine barış ortamının gelmesi için bir çok girişimde bulunuldu. Bu girişimlerin en önemlileri AKP hükümeti döneminde oldu. 2009’da Oslo Süreci olarak başlayan süreç 2011-2012 yıllarındaki çatışmalardan sonra 2013 yılının başında Çözüm Süreci adı altında gündeme geldi. En önemli barış süreci de bu dönemde oldu. Kürt Siyasal Hareketinin çok önem verdiği bu süreç 2015 yılında yerini çatışmalı bir sürece bıraktı. 

Bir tıkanma vardı karşılıklı güvensizlik ve beklentilerdeki farklılıklar ilkin kendisini Kürt hareketinin gençlik örgütlenmesinde gösterdi. Lice ve Cizre örnekleri. Bunlar sıkıntı vermeye devam ediyor. Bazen heykel tartışması, bazen de yüzü maskeli gençlerin kimlik kontrolü haberleri eşliğinde. 

Bu gibi olayların, siyasi karar vericilerin kendi kitlelerini beklenti içine sokmalarından ileri geliyor. Beklentinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi olayları geri dönülmez bir noktaya götürebiliyor. 

Aslında sorunu örgüt/hükümet çerçevesinden kurtarmak gerekirdi Erdoğan ve süreci yönetenlerin(?)  hatası akil adamları kısa sürede devre dışı bırakmasıydı. Üçüncü bir denetim gücü olmalıydı. Denetim veya izleme ne denilirse denilsin, bunun hukuksal çerçeveden yoksunluğu da ayrı bir garabet olarak duruyordu. 

İki liderin "Sözüne" güven ve bağlılığın temel alınması en büyük zorluktu. CB seçimlerinden önce çıkarılan çözüm süreci çerçeve yasası da bir türlü somutlaşmayın ca, beklentiler, kitleler tarafından oyalanma şeklinde algılanmaya başlandı. Birbiriyle ilgili konular arası bağlantılar yok sayılırken, birbiriyle ilgili olmayan konular bağlantılı gibi gösterildi. Bu da ikili(?) arasındaki sorunlara bakış açısını derinleştiriyor. Bakış açısındaki derinleşmenin daha da büyümesi veya yakınlaşmaması açısından bundan sonrasını AKP için iyi görmüyorum.Dolayısıyla Kürt hareketi için de.
Hükümet Öcalan'a imkansızı yap! diyor; Ondan, yüksek hızla koşan atı durdurmadan binmesi isteniliyor. O atı durdurmak o kadar kolay değilken, bir de ona binmenin zorlukları ortadadır. At durmayınca, ata da binilmeyince de suçlu da o ata binmesini isteyenler değil de, ata binemeyen şimdi de suçlu ilan edilince, gerçek niyetin ne olduğunu siz düşünün tıpkı iyi bir yüzücüyü içinde yeterli su bulunmayan havuzda yüzmeye zorlamak gibi. Bir zamanlar aynısının yapılması Filistin Halkının lideri Arafat'tan da istenilmişti. Arafat koşan atı yakalayamadığı gibi düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü. 
Bunun en önemli sonuçlarından biri de tüm enerjinin buraya kanalize edilip, siyasi karar vericilerin devre dışında kalmasının oluşturduğu tehlike ve en önemlisi inisiyatifsizliğin hareketi hareketsizleştirmesi. Başka bir deyişle, Kürtlerin siyasi mekanizmaları işlemiyor günübirlik hareket ediliyor AKP'de de benzer durum var. Kişiye bağlılık (Öcalan/Erdoğan)

"Sorunu Erdoğan çözer" görüşü çökmüş durumda. Siyasal ve hukuksal mekanizmalara ihtiyaç var.  Sorunu halletmek için hiçbir şey yapılmadığı zaman her iki taraf sorunu haletmemek için her şeyi yaparlar. Kürt hareketine katılımlar öncekini katlayarak artarken, hükümet tarafı da "Dağa çıkmış çocuk anneleri" gündeme getirilir. Bir anda yeni gündemler oluşur. Liderler bu gündemi sönümlendirmek/harlandırmakla meşgul olurlar. Bir tür bumerang gibi, çözüm olmadıkça atılan bumerangın atana geri dönmesi durumu. IŞİD ve Kobani'de de böyle. 
AKP konuya algı yönüyle bakıyor, geçmişte denenmiş psikolojik taktikleri uyguluyor. Süreci rahmete doğru götüren de bu. Algı oluşturalım denilirken, sürece ihtiyacı olanların buna inancının tükenmesiyle sonuçlanması. Kürtlere yönelik ırkçılığın zirve yapmaya başlaması. 
Sorun, Erdoğan'ın kendisi. "Gezi hayaleti" onun üzerinden gitmiyor. Gezi'yi Geziciler bile unuttu o hala unutmadı. Bu da onu zora sokuyor. Büyük güçler karşısında bocalıyor, onlara taviz vermekte cömert, güçsüzler karşısında ise cimrileşiyor.  Batı ona, her istediğini yaptırabilecek bir durumda. İçerdeki korkular, onu buna zorluyor, mecbur bırakıyor. 
Kürt siyasetinin bunu iyi görmesi, değişen güç dengeleri arasında iyi karar vermeleri lazım. 

Sürecin geleceği ne olacak? 

Yine başa dönülecek gibi görünüyor: Her iki taraftan biri diğerine yerine getirmesi imkansızı yapmasını istemeye devam ediyor. Bu da işi zora sokuyor. Hükümet tarafı, PKK'den silahı bırakmasını, Kürt tarafı ise Kürtlerin siyasi statü elde etmesini esas alan kolektif hak talebindeki meşru talebini dile getiriyor. Her iki taraf arasındaki bakış açıları arasındaki farklılık makası giderek açıldı. Çözüm süreci çıkmaza girmesine rağmen  çatışmasızlık bir süre daha devam etse de bunun uzun sürmeyeceği kısa bir süre sonra anlaşıldı. Taraflar bir süre “Masayı hiç kimse Devirmeyecek” konumundayken, Mart 2015’te Dolmabahçe’de kurulan masayı Erdoğan son noktayı koydu. O günden itibaren İmralı ile görüşmeler kesildi, HDP’ye savaş açıldı. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları oldu. Barış elçisi Tahir Elçi öldürüldü. Yurtseverliği yoğun Kürt şehirleri yıkıma uğratıldı. 15 Temmuz Darbesi, Belediyelere Kayyum atanması, milletvekili, belediye başkanı ve HDP yöneticilerinin cezaevine kapatılması süreci başladı. Sorunun çözümü iyice zorlaştı. Sorunun çözümü, ancak pratik rolleri oynayabilecek aktörlerin oyuna dahil olmasıyla mümkündür. Bu da toplumun daha fazla rol alması gerektiğidir. 

Feyzi Çelik İstanbul.
2017


***

20 Aralık 2020 Pazar

ABD-AB Türkiye İlişkileri

 ABD- AB Türkiye İlişkileri



   12 Mart müdahalesinin ABD destekli olup olmadığı müdahalesonrasında sıkça tartışılan bir konu olmuştur. Müdahalenin altında imzası bulunan Org. Muhsin Batur’un 12 Mart’tan hemen önce Amerika’ya gidipgelmiş olması tartışma konusu olmuştur.43
Demirel zamanında hükümeti zamanında ABD Dışişleri Bakanı EliotRichardson, ABD’ye giren uyuşturucunun yüzde 80’nin Türkiye’den geldiği iddiasında bulunmuş, üretimin bir an önce durdurulmasını aksi takdirdeTürkiye’ye uygulanan yardımın kesilebileceğini belirtmiştir. Demirel öncelikle üretimin devam etmesi konusunda taviz vermemiş daha sonra, hükümetineuygulanan yoğun baskılar neticesinde 1970 Ekim ayında sorun Bakanlar Kurulu’nda görüşülmüş ve ekim alanları sınırlandırılmıştır. Ancak bu kararABD hükümetini memnun etmemiş, yardımın kesilmesi ana konulardan biri haline gelmiştir.44
12 Mart müdahalesinden sonra kurulan hükümetin Başbakanı olanErim, Haşhaş konusunda Demirel’den daha ılımlı bir tavır takınmıştır. Ilımlı tavrının sebebi seçimlere gitmek, halktan oy istemek gibi bir kaygısınınolmamasıdır. Ayrıca Erim Türkiye’de kurulan bir ara rejim hükümetinin ABD desteği olmadan ayakta kalmasının mümkün olamayacağını düşünmüş, bunedenlerden dolayı da göreve başladıktan kısa bir süre sonra haşhaş krizinin sonlanması için ABD ile müzakerelere başlamıştır.45
İlk olarak ABD’nin Ankara Büyükelçisi William Handley Erim hükümetine Başkan Nixon’un konuyla ilgili ricasını bildirmiş ardından konuBakanlar Kurulu 
ve Milli Güvenlik Kurulu Konsey’inde görüşülmüş, Nisan 1971’de ABD Dışişleri Bakanı William Rogers Ankara’yı ziyaret etmiş ve kararın ABD’nin istekleri 
doğrultusunda alınması için dolaylı da olsa bir çeşit baskı oluşturmuştur.46
ABD Türkiye’nin haşhaş üretiminin yasaklanmasından dolayıüreticilerin uğrayacağı zararın karşılanması için Türkiye’ye 30.000.000 dolar vermeyi önermiş, Erim hükümeti de bu öneriyi kabul etmiş Haziran 1971 tarihinden itibaren haşhaş ve afyon üretim ve ekimi yasaklanmıştır. ABD istediğini yaptırmış, ancak yardım sözünü tutmamıştır. Söz verdiği yardımın sadece üçte birini yollamış, afyon üretimiyle geçimini sağlayan yaklaşık 100.000 köylü ailesi büyük zarara uğramıştır.47
ABD muhtıradan önce kabul ettiremediği isteğini Muhtıra sonrasıkurulan rejime kabul ettirmiş amacına ulaşmıştır. Erim hükümetinden sonra kurulan Melen hükümeti sırasında Türk kamuoyundan yasağın kaldırılmasınayönelik baskılar giderek artmıştır.48

Ahmet Akif Mücek ’e göre ;”12 Mart Darbesi 1947 sonrası ABD ilegirilen ilişkiler sonucunda kurumsallaştırılan ilişkiler üzerinden gerçekleşmiştir. Genel Kurmay Başkanı Tağmaç “ekonomik gelişme ilesosyal gelişme arasındaki dengesizliğin yarattığı karşıtlıkların düzeni demokratik araçlarla sürdürmeye elverecek anayasa değişikliği ile önlenmesi”gerektiğini açıkladığında darbenin rengi belli olmuştur.”
Genel olarak bu dönemde Türkiye’nin hem iç politikada hem deülkede yaşanan anarşi, terör olayları ve iç çalkantılarla nedeniyle Türk – Amerikan ilişkilerin de Türkiye’nin lehine hiçbir gelişme olmamıştır. ABD’ninisteği üzerine haşhaş ve afyon ekiminin yasaklanması, Türk üreticisini olumsuz yönde etkilemiştir.Sivil hükümet döneminde kabul edilmeyen ABD istekleri, ordu tarafından kurulan hükümet tarafından kolayca kabul  edilmişidış politikada büyük taviz verilmiştir. 49


            Avrupa Ekonomik Topluluğu - Türkiye İlişkileri

12 Mart müdahalesi sonrasında kurulan Erim hükümeti, Demirel hükümeti döneminde AET ile başlatılan ilişkilerin devam ettirilmesinden yana
olmuş, AET ile olan ilişkilerde bir ilerleme kaydedememiştir.50
Avrupa ile olan ilişkilere bakıldığında; Erim hükümeti açıkladığı hükümet programında 12 Eylül 1963’te üye olunan AET ile olan ilişkileri şu şekilde değerlendirmiştir. :
“ Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklığımız yeni bir dönemin eşiğine varmış bulunmaktadır. Ekonomik, sosyal ve politik önemi gün geçtikçe kıymet kazanan bu
ortaklığın, menfaatlerimize en uygun şekilde geliştirilmesinin gayreti içindeyiz. Bu anlayışla yürütmekte olduğumuz Geçiş Dönemine giriş müzakerelerini müspet
sonuçlara bağlamayı ümit ediyoruz ve ulaşacağımız bu ileri merhalenin olumlu şartlar içinde ekonomimizin kazanacağı yeni dinamizmin kalkınma gayretlerimize önemli katkılarda bulunacağına inanıyoruz. Ülkemizin geleceğini büyük ölçüde ilgilendiren ortaklığımızı tam bir başarıya ulaştırmak üzere İktidar olarak göstere geldiğimiz her türlü gayrete devamla, Kalkınma Planımız çerçevesinde, sanayimizin ve tarımımızın geçiş döneminin şartlarına süratle ve kolaylıkla intibakını sağlamak için, ekonomik, mali ve idari alanlarda gerekli olan tedbirleri almaya kararlıyız.”

12 Mart’ın ardından Türk – Avrupa İlişkileri sekteye uğramıştır.51

Türkiye ile AET arasında Bruxelles’de geçici bir anlaşma imzalanmış, Katma Protokolü 52 yürürlüğe girişine kadar uygulanacak olan ticari hükümler
belirlenmiştir. Geçici anlaşmaların yürürlüğe gireceği 1 Eylül 1971 ‘ de Türkiye gümrük oranlarını yüzde 120 arttırmıştır. 
Bu yolla Türkiye anlaşma yürürlüğe girdiğinde ki Türk gümrük hadleri son derece yüksek gösterilmiş, Türkiye’de taahhüt ettiği indirimleri bu yüksek hadler üzerinden yapma hakkını elde etmiştir. Ankara’nın bu girişimi AET komisyonu tarafından “kötü niyet göstergesi “ olarak yorumlanmıştır.Yapılan müzakereler sonucunda Katma Protokol 1 Ocak 1973’de yürürlüğe girmiştir.

     Türkiye- Orta Doğu Devletleri İlişkileri

Türkiye 12 Mart 197 müdahalesi öncesinde Arap ülkeleri ile yakın ilişkiler içinde olmuştur. “1965 -1971 yılları arasında iç ve dış etkenler yüzünden Türk dış politikası, Cumhuriyet tarihinde eşine az rastlanan bir dinamizm içine girmiştir.
Bu dönem ,uluslar arası koşullar bugünkü durumunu koruduğu sürece(1977) ,Türkiye’nin batıdan ne denli uzaklaşabileceğini, doğuya ise nedenli yakınlaşabileceğini ortaya çıkarmıştır.” 53

1965-1971 yılları arasında Arap Devletleri ile yakınlaşma başlamıştır. 1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen AP, DP’nin 1950’lerde Batı’nın sözcüsü olarak Arap Devletleri ile kurulan ilişkiler sonucunda Türkiye’nin uluslar arası platformda yalnız kaldığını görmüş, kendi iktidarı döneminde Arap Ülkeleri ile kurulacak ilişkileri daha sağlam temellere dayandırmayı hedeflemiştir. AP içindeki muhafaza kar tabanda da desteği alan Demirel 1965 hükümet programında, başta Ortadoğu ve Magrip’te bulunan Müslüman ve Arap “kardeş” ülkeler olmak üzere, Asya ve Afrika ülkeleriyle çok yönlü dış politika izleneceğini belirtmiştir. Bu durum 27 Mayıs sonrası ABD’ye dayalı yürütülen tek yönlü dış politikayı değiştirmiştir. 
 
AP hükümetinin önceki hükümetlerden temel farkı, Ortadoğu politikasını sadece
Batı politikasının bir uzantısı olarak görmemek ve bölgedeki “ilerici” hükümetlerle de ilişki kurmak olmuştur. Üçüncü dünyanın bağlantısız ülkelerinin Türkiye hakkında düşündükleri tutumun ortadan kaldırılması için, tarihsel ve kültürel ortaklıklar bulunan Arap ülkeleri ile siyasal, ekonomik ve kültürel yakınlaşmanın ilk adımları atılmıştır.54

ABD Türkiye’nin bu davranışları karşısında endişe duymuş Demirel iktidarını güven vermeyen, belirsiz hatta tehlikeli bir iktidar olarak nitelendirmiştir.55

12 Mart 1971 ara rejimi 1965’ten beri Demirel hükümeti tarafından
sürdürülen çok yönlü dış politika anlayışından uzaklaşmış ABD’nin Haşhaş
ekimindeki isteklerini kabul ederek yüzünü tekrar ABD’ye çevirmiştir. Bu
durum Türkiye’nin Arap ülkeleri ile arasına tekrar mesafe koymasına neden
olmuştur. Türkiye’den uzaklaşmaya bağlayan başta Irak ve Suriye olmak
üzere Ortadoğu ülkeleri SSCB’ye yakınlaşmaya başlamıştır.1972’de SSCB
ve Irak arasında Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması imzalanmış, bu durum
ABD’nin müttefiki İran ve İsrail ile birlikte Türkiye’yi rahatsız etmiştir.56

SONUÇ

Genel olarak bakıldığında 12 Mart Muhtırası 27 Mayıs Darbesi’nden
sonra Türkiye demokrasisine vurulan ikinci darbedir. 12 Mart darbesiyle
oluşan olağanüstü yönetim biçimi, parlamenter sistemi kökünden ortadan
kaldırmayan yarı-askeri diktatörlüktür rejimi olmuştur. Ordu kurduğu partiler
üstü hükümetle muhtıra öncesi meydana gelen anarşi halini çözmek,
toplumsal, siyasal ve ekonomik alanda reformlar gerçekleştireceğini belirtse
de, reformların yerini anayasanın bir çok maddesinin değişip ortamın daha
gerilmiştir.
Hem iç hem de dış politika da istikrarsızlığının, gerilimin ve karmaşanın
olduğu 12 Mart rejimi,1961 anayasasının getirmiş olduğu özgürlüklere
yapılan kısıtlayıcı bir müdahale olarak kabul edilmiş,12 Mart Muhtırası
sonrasında yapılan anayasa değişikleri ile, yürütme yetkisi meclis karşısında
gücünü artıran 'kanun hükmünde kararname' çıkarma yetkisinin hükümete
verilmesi ve 'Devlet Güvenlik mahkemelerinin' kurulması gibi değişikliler
nedeniyle, siyasi tarihçiler 12 Mart’la gelen rejimin 1961 Anayasası’nın
demokratik niteliğini azalttığını vurgulamıştır.57

12 Mart yönetiminin iktidarda olduğu sürece boyunca, kalkınma
girişimleri duraksamış, ekonomide sıkıntılar başlamış, SSCB ile
ekonomik iş birliğinde iki ülke arasındaki ilişkileri ileri bir noktaya taşıyacak
her hangi bir adım atılmamıştır. Dış politika da ABD’nin etkisi müdahale
öncesi döneme göre daha hissedilir hale gelmiş, haşhaş ekiminin
yasaklanması başta olmak üzere ABD’nin istekleri yerine getirilmiş, 12 Mart
yönetiminin tüm uygulamaları ABD’nin isteklerini uyum içinde olmuştur.58

BU BÖLÜM DİPNOTLARI:

43 Yetkin.a.g.e.134
44 Oran.a.g.e.s.703
45 Oran.a.g.e.s.703
46 Sönmezoğlu.a.g.e.,s.233-235
47 Oran.a.g.e.s.703
48 Sönmezoğlu.a.g.e.,s.233-235
49 Armaoğlu.a.g.e.,s.824
50 Oran.a.g.e.s.843
51Türkiye Avrupa Vakfı.1971.(b.t).
    http://www.turkiyeavrupavakfi.org/index.php/avrupabirligi/tarihce/1587-1971.html.  11 Şubat 2010
52 “Tam üyelik başvurumuza o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu  tarafından verilen cevapta, Türkiye'nin kalkınma düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirilmiş ve tam üyelik koşulları 
gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanması önerilmişti. Söz konusu anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara'da
imzalanmıştır. Ankara Anlaşmasının önsözünde Türk halkının yaşam standardının yükseltilmesi amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğunun sağlayacağı desteğin ilerdeki bir tarihte Türkiye'nin Topluluğa katılmasına yardımcı olacağı belirtilmektedir. 28. maddede ise, "Anlaşmanın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye'nin Topluluğa katılması olanağını incelerler" denmektedir. Bundan da görüleceği üzere Ankara Anlaşması uyarınca kurulan Türkiye-AB ortaklık ilişkisinin nihai hedefi Türkiye'nin Topluluğa tam üyeliğidir.    Anlaşma, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak üç devre öngörmüştür. Geçiş döneminin sonunda ise gümrük birliğinin tamamlanması planlanmıştır. Anlaşmada öngörülen Hazırlık döneminin sona ermesiyle birlikte, 
13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokolde geçiş döneminin hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükler belirlenmiştir. Ancak gerek Ankara Anlaşması gerek Katma Protokol öngörüldüğü şekilde uygulanamamıştır. Bunun sorumluluğu nu Türkiye ile Topluluk arasında paylaştırmak gerekir. Ülkemiz 1970'li yıllarda içinde bulunduğu ekonomik krizler ve bazı siyasi tercihlerle Katma Protokol'den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmıştır.” Türkiye’nin Avrupa Birliği İlişkilerinin Tarihçesi, http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=111&l=1.   11 Şubat 2010
53 Yetkin.a.g.e.s.120
54 Oran.a.g.e.s.788
55 Yetkin.a.g.e.s.124
56 Oran.a.g.e.s.794
57 Mustafa Eroğlu.”Nihat Erim’in Ağzından 12 Mart”.22 Haziran 2007,
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6501. 14 Şubat 2010
58 Yetkin.a.g.e.s.145


***