30 Mayıs 2017 Salı

Saldırıya Uğrayan Politikacılar



Saldırıya Uğrayan Politikacılar


Kılıçdaroğlu'na Grup toplantısına girmek üzereyken yapılan yumruklu saldırı geçmişte saldırıya uğrayan diğer siyasileri akla getirdi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun bugün mecliste saldırıya uğraması akıllara Türk siyasi hayatında saldırıya uğramış politikacıları getirdi. 

Kimi zaman sade vatandaş kimi zaman da kendi meslektaşları tarafından saldırıya uğrayan politikacılara kısaca bir göz atalım istedik.


1. İsmet İnönü


İsmet İnönü
CHP'liler 1959 bahar aylarında Batı Anadolu illerini kapsayan ve Büyük Taarruz adı verilen bir seçim kampanyası başlatmıştı. İşte bu seçim gezileri 
sırasında İnönü, Uşak’ta taşlı saldırıya uğramıştı.

2. İsmet İnönü


İsmet İnönü
İsmet İnönü 4 Mayıs 1959'da da İstanbul Topkapı'da saldırıya uğramış; İnönü'yü etrafını saran kalabalıktan bir polis komiseri kurtarmıştı.

3. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit ise birden fazla kez saldırıya ve suikast girişimine maruz kalmıştı. 1975'in Haziran ayında CHP'nin Gerede mitinginde Ecevit'in otobüsüne taşlı 
saldırı düzenlenmiş sonra da bir cami minaresinden kalabalığa ateş açılmıştı. CHP milletvekilleri, Ecevit'i ablukaya alarak meydandan uzaklaştırmışlardı.

4. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit seçim kampanyası için gittiği İzmir hava meydanında 29 Mayıs 1977 Cumartesi ünü Kontrgerilla tarafından düzenlendiği iddia edilen suikasttan 
sağ kurtulmuştu.

5. Turgut Özal


Turgut Özal

Başbakan Turgut Özal'a 1988 yılında ANAP kongresi sırasında Kartal Demirağ tarafından suikast girişiminde bulunulmuştu. Özal, bu saldırıda parmağından 
yaralanmış, sonra kürsüye çıkarak konuşmasını tamamlamıştı.


6. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel

Üzerine sahte yüzbaşı üniforması giyen Vural Önsel adlı bir kişi, 13 Mayıs 1975 günü Başbakanlık binası önündeki merdivenlerde Demirel'e yumruk attı. 
Önsel'in annesi, oğlunun ruh sağlığının bozuk olduğunu söyledi. Önsel 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

7. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel
18 Mayıs 1996’da İzmit’te bir alışveriş merkezinin temel atma törenine katılan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, suikast girişimine hedef oldu. 
Demirel kürsüde konuşurken İbrahim Gümrükçüoğlu adlı suikastçi silahını Cumhurbaşkanına yöneltti. Demirel’in koruma müdürü, saldırganın üzerine atlayarak suikasti önledi.

8. Mesut Yılmaz


Mesut Yılmaz
Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz da yumruklu saldırıya uğramıştı. 1988 yılının Kasım ayında Budapeşte'de kaldığı otelin lobisinde yumruklu 
saldırıya uğrayan Yılmaz'ın burnu kırılmıştı.

9. Akın Birdal


Akın Birdal
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, partisince Bursa'da düzenlenen ''Rereferandum için Boykot'' mitinginde konuşurken, 
bir kişinin saldırısına uğradı.

Tuncel'in de katıldığı mitingdeki konuşması sırasında, kürsünün bulunduğu platformda bulunan bir kişi Birdal'ın yanına giderek, kafa attı.

Akın Birdal, saldırıdan yaralı olarak kurtulurken, saldırıyı gerçekleştiren üniversite öğrencisi de linç girişimi sonucu yoğun bakıma alındı.


10. Ahmet Türk



Ahmet Türk
Kapatılan DTP'nin gelen başkanı Ahmet Türk, Samsun'daki Bulanık olayları davası sonrası yumruklu saldırıya uğramıştı. Saldırı sonrası Ahmet Türk'ün burnu 
kırılmış, alnında yarık oluşmuştu.


11. Fevzi Şıhanlıoğlu



Fevzi Şıhanlıoğlu
Türk siyasi hayatındaki en acı yumruk olayı ise TBMM'de yaşandı. 31 Ocak 2001 günü, iç tüzük görüşmeleri sırasında çıkan kavgada DYP Şanlıurfa milletvekili 
Fevzi Şıhanlıoğlu yüzüne aldığı bir yumruktan sonra, kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti. Olayla ilgili MHP İçel milletvekili Cahit Tekelioğlu yargılandı. 
3 yıl hapse mahkum oldu ve 13 ay cezaevinde yattı.

12. Taner Yıldız


Taner Yıldız
Şırnak'ta jandarmaya ait sivil minibüse yapılan silahlı saldırıda ağır yaralanan, Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisinde (GATA) şehit olan Jandarma Kıdemli 
Yüzbaşı Levent Çetinkaya'nın Kayseri'deki cenaze törenine katılan Bakan Yıldız, bir kişinin yumruklu saldırısına uğradı.

Saldırganın beden eğitimi öğretmeni ve adının Şahin Şimşek olduğunu söyledi. Emniyet güçleri olayla ilgili olarak saldırganı ve 3 kişiyi gözaltına aldı.


13. Bekir Bozdağ



Bekir Bozdağ
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen “50. Ulusal 24. Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri”ne katılan Başbakan 
Yardımcısı Bekir Bozdağ, konuşması sırasında protesto edildi. Bozdağ kürsüden indikten sonra da bir anda ortalık karıştı. Bir şahıs Bozdağ’a saldırmak istedi. 
Korumalar araya girdi.


14. Kemal Kılıçdaroğlu



Kemal Kılıçdaroğlu
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğu'na bundan bir süre önce de Gaziantep'teki mitingi sırasında ayakkabı atılmıştı. Kılıçdaroğlu'nun bacağına temas eden 
ayakkabılar, koruma polisleri tarafından platformdan alınmıştı.

https://onedio.com/haber/turk-siyasi-tarihinde-saldiriya-ugramis-politikacilar-283344

***

PKK İle Mücadelede Üçlemeye Dayalı Anlayış

PKK İle Mücadelede Üçlemeye Dayalı Anlayış



Yazar: Ergüder Toptaş 
26 EYLÜL 2014 CUMA

Sistem Sorunu  

Mücadele örgütlenme ve düşünce üstünlüğüne dayalı olarak yürütülür. Hangisinin birbirine üstün olduğu bu çalışmanın konusu dışında olsa da, düşüncenin üstünlük derecesi daha yüksektir ve de örgütlenmeye etki eder. Stratejinin kalitesi ve gücü bu üstünlükten neşet eder. Mücadelenin politikanın yönlendirdiği hedeflere kabul edilebilir maliyetle ulaşılmasında güçlü ve etkili stratejinin gerekliliği vazgeçilmezdir. Hem örgütlenmede hem düşüncede hem de strateji kurmada insanın varlığına, asli ve açık etkisine özel bir anlam yüklenmelidir. Neticede, sistemleri kuranlar da kuralları koyanlar da çalıştıranlar da insanlardır.

Nasıl ki nitelik yönünden zayıf insanlarla mükemmel sistemlerin yürümeyeceği ve etkinleşemeyeceği yalın bir gerçekse, nitelikli insanların da güçsüz sistemlerde eriyip yok olup gittikleri de bir o kadar gerçektir.Sistemler mücadelede kurulan stratejilerin araçlarıdır. Stratejide farkı yaratan da insanların niteliği ve onların sistemler içindeki etkinliğidir. Mücadelede problemlerin sürüncemede bırakılarak müzmin bir illete dönüşmesi aynı zamanda bir sistem sorundur. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okumaPKK melanetinden gelmiştir, bu tehdit tüm boyutlarıyla varlığını bugün de devam ettirmektedir. Yarınlarda daha da ölümcül etkilerle birlik ve beraberliğimize kastetmeye devam edeceği kuvvetle muhtemeldir. 

Mücadelede, Clausewitz’ı anlamadan oluşturulan stratejilerin günü kurtarmaya bile yetmediği, her devirde ve her askerî ekoldefazlasıyla tecrübe edilmiştir. 
Clausewitz’in öğretileri derin ve kâbuslu bir uykuya dalanları uyandırmakta etkileyici yöntemler sunmaktadır.

Mücadelede Clausewitz’i Anlamak

Clausewitz’de genelde Alman kültürünün, özelde ise askerî kültürünün ve sisteminin emsalsiz bir sonucudur.Ondan sonra gelenlerin fikri kaynaklarını besleyen devasa bir kaynaktır. Başyapıtı “ Harp Üzerine “ bir klasiktir. Bir yapıtın klasik hâlini alması, hem yaşadığı dönemin sorunlarına çözüm sunabilmesine hem de geliştirdiği soyutlamalarla gelecek nesillere ışık tutabilmesine bağlıdır. Klasik yapıtları diğerlerinden ayıran bir diğer özellik de birden çok teoriye kaynaklık edebilmesidir. Bu anlamda Harp Üzerine’ninaskerî, siyasi ve strateji terminolojisine kazandırdığı kavramlar bir hazine değerindedir. 
Clausewitz’in “ Üç eğilim “[1]olarak takdim ettiği “ Ulus-Ordu-Hükûmet “ arasındaki ilişki bunlardan sadece birisidir ve de harbin/mücadelenin dayanağıdır. 

Harp ve gayrinizami harp konusunda üçleme ve üçleme karşıtı savaş anlayışının bu bağlamda ele alınarak incelenmesinin yaşamsal değeri vardır.

Üçleme ve Üçleme Karşıtı Savaş/Mücadele

            Geniş manada harbin teorisi gerçekte mücadelenin teorisidir. Bilinmesi gereken onun harbi de barışı da kapsadığıdır. 

Clausewitz’in “ Teorinin temelleri harbin doğasındadır. “ yaklaşımı son derece mühimdir ve hâlen evrensel anlamda geçerliliğini korumaktadır. 
Teorinin, gerçekliğe tekabül etmesi, mücadelenin doğasıyla çelişkiye düşmemesi ve onun ruhuna uygun kurallar koyması stratejik liderler ve kurumların 
sorumluluğundadır.[2] “ O hâlde görev, teoriyi sanki üç çekim merkezi arasında bulunuyormuş gibi, bu üç eğilim arasında dengede tutmaktır.[3] Clausewitz’in “ 
üç eğilim “ olarak takdim ettiği ulus-ordu-hükûmet arasındaki denge ve insicam mücadelenin başarıyla ve belirlenen hedefler istikametinde yürütülmesinde 
vazgeçilmez öneme sahiptir. Konu bugün için de canlılığını, güncelliğini ve değerini korumaktadır. Özellikle harbin değişim süreçleri söz konusu olduğunda 
konunun günümüz açısından yaşamsal değeri daha da belirginleşmektedir. Bu üç eğilim arasında gelişigüzel bir ilişki, herhangi birisini dikkate almayan 
ve/veyahak ettiğideğerden yoksun bırakan bir girişimin başarıya ulaşma şansı ne yazık ki çok zayıftır.

            Üçleme karşıtı savaş/mücadele Martin von Creveld’in “ Savaşın Dönüşümü “ adlı eserinde tartışmaya açtığı bir kavramdır. Creveld, mücadelenin 
bu üçlemeye dayanmadığını ve düşük yoğunluklu savaşın ortaya çıkması nedeniyle geleceğin savaşlarının bu üçleme ile başa çıkamayacağı görüşündedir. 
“ Bugünü göz önünde bulundurarak ve geleceği düşünerek sanırım, Clausewitz’in evreni hızla güncelliğini yitirmekte ve artık savaşın ne olduğunu anlamamıza 
yardımcı olacak malzemeyi bize sunmamaktadır. “[4]

            Creveld’in üçleme dışı savaş ve savaşın dönüşümü ile ilgili argümanları incelendiğinde bugünkü savaşları anlama ve geleceği öngörmede hatalı 
olduğu geçen zaman içinde anlaşılmıştır. Onun Clausewitz’le boy ölçüşmesi ne yazık ki mümkün değildir. Eserini yazdığı 1990’dan beri meydana gelen 
çatışmalar ve mücadeleler Creveld’i değil Clausewitz’i haklı çıkarmıştır. Clausewitz’in paradoksal üçlemesinin gayrinizami harbin doğasını anlamada önemli ipuçlarını bünyesinde barındırdığı, yeni yorum ve değerlendirmelere müsait olduğunu bilmek gerekir. Yeni boyutlar ( ekonomik, mali güç, teknoloji vb.) aramanın ancak tamamlayıcı mahiyette olabileceği değerlendirilmektedir.

Bu makaleyi buraya kadar okuma zahmetine katlananlar, PKK ile mücadeleden bahsedilirken, Clausewitz’de nereden çıktı, ne ilgisi var bunun veya bunca yıl 
sonra Harp ve Mücadele yöntemleri bu kadar değişmişken Clausewitz’e mi kaldık gibi soruları art arda sıralayabilirler.Tabi ki haklı gerekçeleri olabilir. 
Ancak Colin S. Gray’in uyarısını dikkate almak gerekir: 

“ Harp Üzerine eserinin getirdiği entelektüel erişimden ve bunun kapsamından kaçmak mümkün değildir. “[5]  “ Başvurmazsak veya nazarıdikkate almazsak ne olur? “lara verilecek cevap çok basittir: “ Kaybedersiniz. “

PKK İle Mücadelede Türkiye Örneği

Yaklaşık otuz yıldır, PKK ile mücadelede pek önemsenmeyen, göz ardı edilen ve yeterli alaka gösterilmeyen temel sorunlardan birisi belki de en önemlisi, 
bu üç eğilim arasındaki dengenin politika vasıtasıyla stratejiye aksetmemesidir. Bu gerçeklik, vazgeçilmez bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ni stratejinin her 
seviyesinde ve yöntemlerinde etkilemiştir, sarsıcı ve hasar düzeyi yüksek etkileri hâlâ da devam etmektedir.

Mücadele eden tarafların üçlüleri sürekli etkileşim halindedir. Mücadelenin doğası ve karakteri anlaşılarak ve çözümlenerek, çelişkilerle dolu bu üç unsur 
arasında denge ve uyum sağlanamazsa, stratejilerin başarıya ulaşması mümkün değildir.[6] Uzun soluklu bu stratejide hedefe ulaşılıncaya kadar karar 
noktaları vardır. Uygulanan strateji ile mevcut durum ve gerçek arasında her zaman bir farklılık, bir çelişki vardır. Çelişkilerin en aza indirildiği noktalarda 
uyum ve başarı ile karşı karşıya kalınır ve işlerin planlandığı şekilde yürüdüğü görülür. Bu üç unsur arasındaki farklılıkların ve çelişkilerin büyüdüğü noktalarda 
karar verme sürecinden kaynaklanan ve büyük ölçüde de güya yeni bilgiymiş gibi sunulan veriler, mücadelenin doğası ile çelişir ve bu uyumsuzluğun şiddetini 
körükler. Böylece “ karar noktaları “ kriz noktaları “na dönüşür. Yeni kararlar, doğru ve yeni bilgiler ışığında dönüşüm stratejilerine yansıtılmaz ise bugünkü 
çözümler bir sonraki karar noktalarının kanlı krizlerine yol açar.

Türk siyasi ve askerî entelektüel çevrelerinin yeterince ilgi göstermedikleri “ üçlemeye dayalı mücadele “ anlayışının öncelikle politikada egemen olması bir 
zorunluluktur. Bu görev ve sorumluluk siyasilerdedir. Ancak “ Sandıktan çıkan her şeyi yapar. “ anlamında kadir-i mutlak hükûmet değildir. Politik amaçların 
belirlenmesi ve bunlara erişimi sağlayacak araçların yerinde, zamanında ve dengeli olarak tesisini talep eder. PKK ile mücadelede zaman zaman politik 
amaçlar belirlenmeden kaynaklarcömertçe TSK’ne tahsis edilmiştir, hatta sorun büyük ölçüde askerî güce havale edilerek " uzun soluklu bir mücadele " 
yanılgısıyla zaman ve kaynaklar da hebaedilmiştir. Bu sorunun sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, sosyo-politik ve psikolojik boyutları geri plana bırakılmıştır. 
Terörizmin yaratıcı diğer nedenleri, bu yüzden ortadan kaldırılamadığı gibi, en azından minimize etmek için eşgüdüm içinde ve eş zamanlı olarak da gerekli 
tedbirler alınamamıştır. Sonuçta askerî güç öncülüğünde elde edilen kazanımların da kaybedildiği bir sürece girilmiştir.[7]Bütün bunların nedeni bahse konu üçlüdeki dengesizliğin devam etmesindendir.

30 Ağustos Zafer Bayramıve Türk Silahlı Kuvvetleri Günü dolayısıyla Çankaya Köşkü'nde düzenlenen resepsiyonda Sayın Genelkurmay Başkanı’nın,“ Hükümetin çözüm süreci konusunda bir politikası var, O Politika yürüyor. Biz sürece ilişkin yol haritasını bilmiyoruz, O Çalışmanın içinde yokuz… Kırmızı çizgiler aşılırsa gereğini yapacağımızı söyledik… Kırmızı çizgi Ülke bütünlüğüdür… Bu mücadeleyi 30 senedir biz yürütüyoruz. “[8] ifadeleri bile söz konusu üçlüdeki problemli sahayı anlatması bakımından önemli bir tespittir. Bazı kesimlerce bu durum, sivil – asker ilişkileri bakımından olumlu bir gelişme gibi görünse de, bir ülke için kaybetmenin köşe taşlarının döşendiğinin habercisidir. Sivil–asker ilişkilerinin niteliği ve gücü,bu işbirliğine ve kurulan dengeye bağlıdır. Huntıngton’un bilgece tanımlamasıyla, “ Bu dengeden yoksun bir sivil – asker ilişkisi sürdüren uluslar, kaynaklarını israf eder ve hesap edilmemiş risklerle karşılaşırlar. “[9] 

Sivil - Asker ilişkileri Türkiye için son derece problemli bir alan olmaya devam etmektedir. Bu yaşamsal birlikteliği,“ askerî vesayet “ gibi sığ ve günlük 
siyasi mülahazalar ışığında ele alarak “ askeri itibarsızlaştırmaya yönelik faaliyetler “ bundan sonraki muhtemel daha büyük kayıpların da zeminini hazırlayacaktır.

 Şimdiye kadar ki ilişkiler nasıl sağlıksız ve bir dengeden yoksun idiyse, bu dönemdeki anlayış ve tutum da bir o kadar problemli ve önyargılıdır.

Mücadelenin doğasına ve onun taleplerine uygun gücün geliştirilmesi de politikanın sorumluluğundadır. Güç geliştirme süreci çok boyutlu ve karmaşıktır. 
Savaşın karakterine uygun harp silah ve araçlarının teknolojik gelişmeleri de dikkate alarak tahsisi bu sürecin bir evresidir. Politik gücün en son teknoloji 
harikası silah sistemlerini temin ederek ordunun emrine tahsis etmekle sorumluluğu bitmiştiranlayışı, eksiktir ve de yanlıştır. Unutulmamalıdır ki askerî güç tüm millî güç unsurlarının dinamik bileşkesidir. Askerî güç üzerinde her birinin farklı derecelerde etkisi bulunmaktadır. Bunların birbirinden bağımsız olduğunu ve birbirini etkilemediğini düşünmek,yanlış sonuçlara gitmenin ilk basamağını oluşturur. Ülkenin kültürel, sosyal, psikolojik, ekonomik ve teknolojik gücünün alt stratejileri bu amaç doğrultusunda yönlendirilmesi gerekirki maalesef bu konuda yeterli sinerji oluşturulamamıştır.

            Birinci Körfez Harekâtı(1991) sonunda ordularda görülen teknolojiye dayalı küçülme eksenli dönüşüm ve değişim anlayışı İkinci Körfez Harekâtı(2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerinin geliştirilmesine kaymıştır. O günden bu güne, özellikle bölgemizde cereyan eden gelişmeler ve uzunca bir süre daha devam edeceği kuvvetle muhtemel görülenkaotik ortam, gayrinizami harp yeteneklerinin özenle geliştirilmesini dikte ettirmektedir. Mutasavver mücadelenin başarıyla yürütülmesi açısından Türkiye’nin gayrinizami harp ve konvansiyonel güçlerinin yeniden dengelenmesi, adaptasyonunun sağlanması ve kapasitelerinin geliştirilmesi hayati öneme haizdir. Bu kapsamda; askerî gücün yanı sıra yarı askerî ve emniyet güçlerinin de uyumluluğunun sağlanması, güvenlik stratejileri boyutunda ele alınması gereken bir konudur.

            Türk milleti, ordusuna ve onun komuta kademesine her zaman engin bir sevgi ve sarsılmaz bir güven beslemiştir. 1984 yılından beri dış odaklar ve 
herkesçe malum bazı çevreler tarafından içten desteklenen bölücü terörizme karşı yürütülen mücadelede milletimizin ordusuna desteği destanlaşacak cesamete ulaşmıştır. Oğlunu bayraklaşan yurt topraklarına feda eden Ana – Baba , “ Vatan sağ olsun; Allah Devlete, millete zeval vermesin; ben de göreve hazırım. “ gibi, herkes tarafından defalarca duyulan asil ifadelerle Ordu – Millet anlayışını belki de başka hiçbir ulusa nasip olmayan bir kadirşinaslıkla dile getirmiştir. 

Bu kutsal anlayış, Devletimizin ve milletimizin ebed – müddet yaşamasının ve yurt edindiğimiz bu coğrafya da her tehdidi birlik içinde yok etmesinin temel 
dayanağıdır. Hiçbir moda akıma uymadan bu kaynağın korunması ve daha da güçlendirilmesi yaşamsal bir öneme haizdir.

Geleceği Düşünmek

Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerlemücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında “ Ulus-Ordu-Hükûmet “ ekseninde yapılacak çok şey vardır. Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak iç-dış sorunlar çok önemlidir ve de fazlasıyla hassastır. 
Muhtemel bir başarısızlığın devlet ve millet noktai nazarından maliyeti çok ağır olur. Geleceği olmayan bölge Orta Doğu’da[10], Gelecek aramanın külfeti 
katlanılmayacak boyutlara hiç tahayyül etmediğiniz bir zamanda ve ortamda ulaşabilir. Stratejiyi sıradanlara kurduranlar problemlerin çözümünde mucizevi 
sonuçlar bekleyebilirler(!), Yenilginin destanını yazabilirler, ancak Stratejik düzeyli kayıpları geri getiremezler.


DİPNOTLAR;


[1]Clausewitz,Carl von, Harp Üzerine, Cilt I, çev. H. Fahri Çeliker, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1984, s. 37.

[2]Toptaş Ergüder, 21. Yüz Yılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 221.

[3]Clausewitz,Carl von, Harp Üzerine, Cilt I, s. 37.

[4]Creveld, Martin von, The Transformation of War: The Most Radical Reinterpretation of Armed Conflict Since Clausewitz,  Free Press, New York, 1991, s. 58.

[5]Gray, Colin S., The Strategy Bridge-Theory For Practise, Oxford University Press, 2010, s. 1.

[6]Toptaş Ergüder, s. 266.

[7]Çitlioğlu Ercan, Başbuğ-Org. İlker Başbuğ ile Tarih ve Gelecek, Destek Yayınları, İstanbul, 2010, s. 69-70.

[8]http://www.mynet.com/haber/politika/orgeneral-necdet-ozel-kirmizi-cizgiler-asilirsa-1430120-1. ( Erişim Tarihi: 01 Eylül 2014 )

[9]Huntıngton Samuel P. , Asker ve Devlet –  Sivil – Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, çev. K. Uğur Kızılaslan, Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2006, s. 4.

[10]Modern Orta Doğu konusunda en önemli yapıtlardan, ” Tüm Barışa Son Veren Bir Barış“ başlıklı kitabın yazarı David Fromkin 2007 yılında bir söyleşide, 
“ Orta Doğu’nun geleceği üzerine bir öngörüde bulunur musunuz? “ sorusuna, “ Orta Doğu’nun geleceği yok “ cevabını vermiştir. “ Geleceği yok “un anlamını, 
gelecekte olmamak yerine değişmeden bugünkü durumu tekrar edecek olan bir geleceğe mahkûm olmak şeklinde okuyabiliriz. (Dursun Yıldız, Ediz Ekinci, 
Geleceği Olmayan Bölge Orta Doğu’da Askerî ve Jeopolitik Gelişmeler, Turquie Diplomatique, Sayı: 67, s.10.) 



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/09/26/7771/pkk-ile-mucadelede-uclemeye-dayali-anlayis

**

İSTANBUL’UN FETHİ’NİN HIRISTİYANLIK ve DÜNYA TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



İSTANBUL’UN FETHİ’NİN HIRISTİYANLIK ve DÜNYA TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



6 Aralık 2010 Pazartesi

29 Mayıs 1453, İstanbul’un Fethi. Sultan 2. Mehmet (1432-1482) bu tarihte İstanbul’u fethederek adının Osmanlı Tarihi sürecinde, belki de en önemli Padişah olarak ve adının önünde “Fatih” lakabı ile anılmasını sağladı. İstanbul’un Fethi; son yıllarda belki de anlamsız bir şekilde, başta İstanbul Belediyesi olmak üzere sadece dini ağırlığı olan çevrelerce kutlanmakta, anılmaktadır.

Fetih olayının dini çevrelerce (de) anılmasının elbette bir zararı yoktur ve olamaz. Ancak bu kutlamanın, bu çok önemli tarihin adeta yok sayılmasına; son 
yıllarda artan “Bizans” hayranlığı ve “Grek Severlik”  sebep olmaktadır. 1991’den bu yana daha da yoğunlaşan bir şekilde, ülkemizin aydınları, akademisyenleri, 
(bir kısım) medya mensuplarının “Grekofil” söylemlerini arttırdıkları ve hatta baskıcı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, baskıcı, ezici, azınlık haklarını yok eden bir ülke konumunda olduğu şeklindeki söylemler ve yayınlar gözler önündedir.

Fetih olayının, bu güne değin daha çok Milli Görüş ağırlıklı kişi ya da oluşumlarla kutlanması, bu zikredilen çevrelerden kişilerin haksız tepkisine maruz kalmakta 
ve aslında çok önemli bir tarihsel sürecin esas ruhunun, öneminin yok sayılmasına neden teşkil etmektedir.

İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve Yeni Çağ’ın başlangıcıdır. Bu çok önemli bir hadisedir ve sadece “ Tarihsel Çağlar ” sürecinde bir tespit noktası olmaktan 
da ötedir. Aslında “ Tarih Bilimi ”nin sadece bir takım olayları ve tarihleri ezberlemekten ibaret olmadığını altını çizmek gerekir. 

Bu Fetih olayı bugün entelektüel (ya da öyle geçinen) kesimin gözünde (kötü) Osmanlı’nın, zavallı Hıristiyanların toprağını, malını ve de canını aldığı, 
o çok anlı şanlı Bizans’ın da sonunu getirdiği bir gün olduğu için; anılmaması, kutlanmaması gereken bir gün, bir tarih midir?

Bu çalışmamızın ana noktası; işte bu girizgâhla başlayarak, aslında İstanbul’un Fethi’nin, gözler önünde tüm bilgileri, verileri olan ama nedense bundan yola 
çıkılarak bir analizi yapılmamış bir yönünün ele almak ve bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elinde doğurtulması istenen “Ekümenizm” bebeğini ve bunun doğurabileceği tehlikeler üzerindedir.

Çok fazla ayrıntıya girmeden İstanbul’un Fethi’nden evvel Bizans’taki durumunu da ortaya koymak gerekir. İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı 
tarafından ablukaya alınmış, inşa edilen Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi zaten kuşatılmıştı. Bizans adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, 
fethedilmesi için zemin zaten hazırdı.

Doğu Kilisesi’nin temsil edildiği ve siyasi bir şekilde ekümenik sanının verildiği Ortodoks Patrikliği ise aslında Fetihten evvel askıya alınmıştı. 
İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.

Bu tabi ki Fanatik Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Aslında bundan evvel de uzun bir kesinti dönemi vardır. Bu söylemin ardında;  sadece “ Ekümenizm ” için önemli bir argüman yaratma isteği de vardır. Kesintisizlik durumu 1204 yılında da bozulmuştur. 

1204 yılında, Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş bırakmadan 
çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman tekrar geri geldi.

Şimdi burada bir tezat ve din adına nelerin yapılabileceği de gözler önündedir. 429 yıl önce aynı dinin insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve 
İstanbul’un Fethi ile hiçbir surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese 
de dini teslim ederek artık tek çatı altında birleşmeyi, bu kez o kıyım yapan ordudan, Osmanlı’ya karşı alacağı destek adına istemekte ve Doğu Kilisesi’ni 
askıya almaktadır. Aynı makam (Papalık)  bu kez askerlerini değil de din adamlarını göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiştir. İmparator Ortodoks ve Katolikliği tek çatı altında toplama yetkisini askeri destek sözüne karşı Papalığa vermişti. 

Bu teslimiyet başta Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde derin bir üzüntü yarattı. Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks 
papazlar da ikiye ayrıldılar. Bunlar kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular olarak tanımlanabilir. 

Burada bu çalışmamızla direk bağlantılı olmamakla birlikte Rusya’nın düşüncesine de kısa bir yer vermek gerekir. Çarlık Rusyası bu yapılanın dine karşı bir “ İhanet ” olduğuna inandı. Bu inanma; daha sonra Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına, Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok dertler açan Grek Projesi’ni de (Project Grek) devreye sokmasına neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hala devam eden bir kanaattir. Bizans dine ihanet etmiştir.

Son Paskalya Ayini’ni yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde söylenen, çok yerde sözü edilen bir söylem de vardır: “ Kardinal şapkası görmektense 
Osmanlı kavuğu görmek evladır.” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin başında bir iyi bir teolojist olan Georgios Sholarios 
gelmekteydi.

İşte bu ahval altında iken Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu 
anlaşıldı. Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti. Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak istediklerini anladı. Havarion ismindeki kilisede yapılan bir dini mera­simle Georgios Sholarios Patrik oldu ve 2.Gennadios dini adını aldı. 
Burada bir başka ve önemli nokta ise; dini kurallarla patrik olan 2.Gennadios, dini usul gereği Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman Padişah 
tarafından tayinle seçilmiştir/makama getirilmiştir.

2.Gennadios ile ilgili yazılacak çok husus tabi ki var. O kadar kritik dönemlerde dahi patriklerin çok kısa aralıklarla makamı işgal ettikleri, bugün olduğu gibi 
ömür boyu patrik olmadıkları, yine bugün olduğu gibi kiliseye bu kadar egemen olmadıkları bilinmektedir. 2. Gennadios da aynı şekilde; kısa aralıklarla üç kez 
patrik olmuştur.

Burada Fetihle ilgili bilgilere son vererek çok kısa şu tanımlamayı yapmak gerekiyor: İstanbul’un Fethi olmasaydı bugün -muhtemelen- Katolik ve Ortodoksluk adı altında iki mezhep olmayacaktı. 

O halde İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan da öte olarak Hıristiyanlık Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. 

Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu sağlayan çok önemli bir hadisedir. Bizim şahsi kanaatimiz ve tespitimize göre de; Entelektüel çevrelerin çok sahip 
çıktığı -ki bu da gereken bir tepkidir- tarihte Rönesans ve Reform diye tanımlanan süreçlerden çok daha önemli bir olgudur.

Şimdi yine bir 29 Mayıs İstanbul’un Fethi geldi ve bunla ilgili kutlamalar var. Bu kutlamalar yine ( Sadece AKP’li ) belediyenin organizasyonu olarak idrak 
edilecek ve yine büyük bir “ Yunansever ” kesim bu “ onlarca ” çok kötü günü yok sayacaklar ve yadsıyacaklar.

Bu ne de kötü sayılan, İstanbul’un Fethi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ilinti kurulacak, Ekümenizm şak şakçıları Fethin ne kadar büyük bir kötülük 
olacağını sergilemeye çalışacaklardır. İstanbul’un Fethi sadece AKP’li belediyece değil, tüm entelektüel, akademik ve medya çevrelerince sahiplenilmesi 
gereken, Dünya Tarihi’ne, Hıristiyanlık Tarihi’ne ve elbette ki de İnsanlık Tarihi’ne damgasını vurmuş bir büyük tarihsel olaydır.

Bu yazıdan hiçbir şekilde kutlamaların neden sadece AKP’li belediyece yapıldığı üzerinde bir tespit yapılmak istendiği çıkarılmamalıdır. 29 Mayıs’ın; 
AKP’li ve diğer tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Milli Görüş ya da neye ne kadar inanıyorlarsa, tüm inançlı ya da inançsız her bireyin mutlaka sahip 
çıkması ve öğrenmesi, irdelemesi gereken çok önemli, çok büyük bir tarihi gün olarak idrak edilmelidir.

http://bulgareksarhligi.blogspot.com.tr/2010/12/istanbulun-fethinin-hiristiyanlik-ve.html

***

GÖRÜNMEYEN ORDULAR 2


GÖRÜNMEYEN ORDULAR  2



GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II
Yazar: Ergüder Toptaş 
27 EKİM 2014 PAZARTESİ


MUTASAVVER MÜCADELE

Bir önceki Makalede, “ Görünmeyen Ordular ” kavramını savaşın nesil değişimi ekseninde gündeme getirerek, yapılan değerlendirmede; soğuk savaş sonrası 
egemen güçlerin çıkarlarını korumada ve belirlenen hedeflere ulaşmada dördüncü nesil savaş ve onun yöntemlerini etkinlikle kullanmaya devam ettiklerini, gelecekte de çok farklı usul ve esaslarla hiçbir sınır ve ahlaki değer tanımadan devrede olacağına kuvvetli bir vurgu yapılmayaçalışılmıştır. 
İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir stratejik etkili olmalarına rağmen taktik ölçekte tutulmaya devam edilen “ Özel Kuvvetler ”in stratejik seviyede yeniden yapılandırılmasının hâlen devam eden mücadelenin hem bugünkü hem de gelecekteki başarısı için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu ifade edilmiştir.

Askerî literatürde sıklıkla kullanılan “ Mutasavver ” sıfatı, tasarlanan ve/veya tahayyül edilen muharebe ve harpleri tanımlamada kullanılan önemli bir kavramdır. 

Büyük devletler ve ordular açısından bir anlam ve değeri olan bu mefhum bugün de önemini korumaktadır. Cari harekât/muharebe/harp mücadelenin bir evresidir. 

Bir safha devam ederken, bir sonraki aşamamutasavverdir. Muhtemelen birbiri ardınca belirecek, gelişecek ve değişecek durumların üstesinden gelmede 
kullanılacak enstrümanlar; kuvvet, zaman ve mekândır. Ancak stratejisi olanlar için bu kavramlarişlevseldir ve de her biri değişik oranlarda sürekli olarak 
denkleme dâhildirler. Bu makalede söz konusu olan, güç geliştirme sürecinde mutasavver harp/mücadelenin karakterini de hesaba katarak, Özel Kuvvetlerin 
ikamesi zor ve maliyetli değerine dikkat çekmektir.21’inci yüzyılda kaos ortamı özellikleTürkiye’nin etki ve ilgi alanındaki coğrafyada daha da genişleyerek 
derinleşecektir. Muhtemel ve potansiyel tehditlerle başa çıkmada, tahayyül gücünün doğru bilgi ve ortak akılla desteklenerek, uygun tercih yapılmış güç 
bileşenlerinin zamanında geliştirilmesi son derece önemlidir.

GERİLLA HARBİNİN GENİŞLEYEN EVRENİ

            Gerilla harbi hem Doğu hem de Batı kültürünün ortak bir ürünüdür. Genelleme yaparak Doğu kültürünün bir sonucu olarak görmek yanlıştır. 
Max Boot’un, “ Hangi kültürden olursa olsun, daha güçlü bir düşmanla çarpışmak zorunda kalanların başvurduğu son çaredir ”[1] yaklaşımı da, bugünkü 
mücadelenin genişleyen evrenini anlatmada eksik kalmaktadır. Gerilla harbi aynı zamanda kontrgerilla operasyonlarını da kapsayan iki zıt iradenin diyalektiğidir. 

Gayrinizami harbin bir fonksiyonu olarak görevini yerine getirdikten sonra nizami harbe tabi olmayacaktır. Yeni nesil harplerde gayrinizami harp ve onun bir 
enstrümanı olan gerilla harbi güçsüzler tarafından değil, bu sefer egemen güçlerce merkeze alınarak bilinen paradigmaların değişmesine öncülük edilmiştir. 

Gayrinizami harbin bağımsız değişken, nizami veya konvansiyonel harbin tali ve tabi bir unsur olduğu savaşlar 21. yüzyılda devam etmektedir. 

Bu değişimi görmezden gelen güç ve milletlerin ölümcül etkilerden kaçınması mümkün gözükmemektedir.

            Bu bağlamda, ABD’nin İkinci Körfez Harekâtı(2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerini geliştirmeye yönelik gayretlerini yakinen takip etmek gerekir. Son on yıldaki özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve güçlendirilmesine yönelik faaliyetler dikkat çekici boyutlardadır.

ABD ÖZEL OPERASYON GÜÇLERİNİN GELİŞİMİ[2]

            Özel operasyon güçleri, birçok ulusal güvenlik tehdidiyle başa çıkmada tercih edilen bir araç haline geldiği için, yeteneklerinin kapsamlı ve kalıcı bir 
şekilde uygulanmasını sağlamak üzere,ihtiyaç duyulan eksikliklerin üstesinden gelinmesine istisnai bir önem verilmiştir. Son on yılda özel operasyon güçlerinin 
yaygınlaşması ve teçhizatlandırılmasına yönelik yapılan devasa yatırımlar bugün de devam etmektedir. Özel operasyonlar bütçesi, bahse konu dönem dikkate alınarak değerlendirildiğinde, dört kat artırılmıştır. Dört yıldızlı Amerikan Özel Operasyonlar Komutanlığının boyutları iki katına çıkarılarak,2013 yılı için toplam 
personel sayısı yaklaşık olarak 67 bin, general/amiral ise 70 kadardır.

            Yaklaşık yetmiş ülkeye dağılmış olan özel operasyon güçleri hem strateji ve doktrin oluşturma hem örgütlenme hem de kurumsal gelişme bağlamında 
büyük bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Kurumsal noksanlıkların giderilmesi ve niteliğin geliştirilmesi kapsamında entelektüel sermayenin güçlendirilmesi ve 
stratejik yaklaşımlı liderlerin yetiştirilmesine özel önem verilmektedir.

            ABD tartışmasız küresel bir güçtür, bu emsalsiz üstünlüğünü en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyecektir. 
Bu amaçla güç geliştirmesi son derece doğaldır, bu stratejik tutumdan imtina ettiği anda cazibesini ve caydırıcılığını kaybeder. Türkiye Cumhuriyeti de 
bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi varlığını güvenle devam ettirme yolunda “ Türk Özel Kuvvetlerine ” istisnai ilgi göstermek mecburiyetindedir.

PKK İLE MÜCADELEDE GÜMÜŞ KURŞUN

            Türk ordusunun yaklaşık otuz yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede Özel Kuvvetlerin, komanda birliklerinin ve Jandarma Özel Harekât unsurlarının 
müstesna bir yeri,zor dönemlerde riski yüksek hedeflere kolayca ve etkili bir şekilde ulaşangümüş kurşun değeri olduğu inkâr edilemez. 

Tabi ki başta kahraman Türk ordusunun her ferdi ve birliğinin, emniyet güçlerinin ve köy korucularının büyük fedakârlığı ve destansı mücadelesi asla ve 
asla unutulamaz. Bu mücadelenin yürütülmesinde ve askerî açıdan başarıya ulaşmasında Yüce Türk milletinin kararlılığı, ordusuna karşı beslediği engin 
sevgi ve heyecan duyguları ile ödünsüz desteğine değer biçilemez.

            Türk ordusu 1984’den bu yana, sürdürdüğü mücadelede başarılı olmuştur, bunu da ispatına gerek duyulmayacak şekilde özellikle 1992/99 yılları 
arasındaki süreç de göstermiştir. Bu mücadele, alelade bir düşük yoğunluklu çatışma olarak görülemez ve değerlendirilemez. 1775’den beri yaşanan tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu araştıran Max Boot, oluşturduğu veri tabanına göre direnişlerin ortalama ömrünün 10 yıl olduğunu belirtir. 1945’den sonraki direnişler içinse bu rakam 14 yıldır.[3] Bahse konu çalışmada Türkiye'nin mücadelesi devam ediyor gözükse de, şiddeti bakımından en yoğunlarından birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir. “ Türk güvenlik güçlerinin 1998’deki zaferi ile en azından askerî olarak büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Bu kanlı mücadele çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında politik-askerî bir karşılıklı meydan okuma değil, Türkiye, İran, Suriye ve bir ölçüde Irak’ın da müdahil olduğu…bir düşük yoğunluklu çatışmadır. “[4] Ayrıca, terör örgütünün arkasında uluslararası daha büyük bir sistemin olduğu; ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan İsrail’e kadar birçok istihbarat örgütlerinin kontrolünde bir pazarlık aracı olarak kullanıldığı gün gibi ortadadır. PKK, bütün bu karmaşık ve kirli ilişkiler yumağının bir sonucu olarak Türkiye’ye karşı asimetrik bir tehdit olarak ortaya çıkarılmıştır.

Bu tehdit, '' Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okumadır.'' İnsani, kültürel ve demokratik haklar talep ederek başlayan bir intifada gibi görmek veya öyle göstermek akıl ve izan ölçüleriyle açıklanamaz. Bu sadece İşin Birinci aşamasıdır. 

“ İkinci aşamada, 
Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısını, yani tekliğini tarafların gönül rızasıyla sona erdirip Türk ve Kürt federe devletlerinden oluşan bir federal 
devlet kurmak…'' 

'' Üçüncü aşamada, kendi kaderini tayin hakkından yararlanıp, self-determinasyon yoluyla Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak… 
Dördüncü aşamada, bu devleti Irak’taki, İran’daki, Suriye’deki Parçalarıyla birleştirip ‘ Büyük Kürdistan ‘ hülyasını gerçek kılmak…”[5] PKK’nın kuruluş amacı, bu kadar acık ve nettir.''

Bu amacın tahakkuku için “ PKK, 1984’den 1988’e kadar SSCB’nin Bulgaristan üzerinden arka planda desteklemesi ile İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı 
savaşmıştır…'' 1987’de Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvuru yapması üzerine başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri ‘ Kürt-PKK kartına ‘ oynamaya başlamışlar ve İran-Suriye ittifakına katılmışlardır. 1991’den sonra, PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı, ‘ AB-Suriye-İran ‘adına sürdürülen vekâleten savaşa dönüşmüştür. 

1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’da bir Türk-Rus rekabeti algılayan Moskova’da PKK’yı kullanmıştır. 2003 sonrasında da PKK Irak’a yerleşen ABD’nin 
dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir.[6] 11 Eylül 2001’den sonra, ABD’nin Fas’tan Orta Asya’ya kadar 24 ülkenin sınırlarında ve rejimlerinde değişiklik yapmak maksadıyla devreye soktuğu,  “ Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında artık PKK, bölgede güçlü bir aktör olma rolünde önemli bir mesafe kat etmiştir.

“Özetle, meseleyi sadece Türk güvenlik güçleri ile PKK Çetesi arasında bir terör savaşı olarak görmek yanlıştır.”[7]  Mesele çok boyutlu, çok denklemlive dış 
dinamiklere dayanan varlığı ile oldukça karmaşıktır. Bu mücadele, Türk milletine ve onun kahraman ordusuna maliyeti her yönden çok ağır bir bilanço çıkarmıştır. 

Kazanımlar askerî gücün gelişimi ve dönüşümü kapsamında değerlendirilebilir. Ancak, ekonomik kaynakların heba edilmesi, sosyal dokunun tahribi ve kültürel 
değerler bağlamındaki kayıplar devasa boyutludur. Maddi kayıplar belirli bir zaman diliminde karşılanabilir ve yerine daha da büyük ve güçlü olanlar konulabilir, fakat kaybedilen bir değeri geri getiremez, yok olan ruhları tekrar canlandıramazsınız. Bu mücadelede tabi ki Türk güvenlik güçlerinin hataları vardır. Ancak, politik veçhedeki belirsizlik ve tutarsızlığa rağmen, geç de olsa güç de olsa, gerekli tedbirleri alarak, millî ve üniter devletin tasfiye edilmesi önlenmiştir.

ÖNGÖRÜLEBİLİR GELECEK

            Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerle mücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik 
ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında, Özel Kuvvetler ve diğer özel 
operasyon güçlerinin; değişen bölge şartları, küresel ve büyük güçlerin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, mutasavver mücadelenin değişen karakteri ve PKK 
ile şimdiye kadar yürütülen mücadelenin millî bünyede yaptığı tahribat nazarıdikkata alınarak yeniden yapılandırılması vazgeçilmez bir gerekliliktir. 
Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak iç-dış sorunların üstesinden gelinmesindeGörünmeyenOrduların varlığına daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. 
Gayya kuyusuna dönen Orta Doğu’da,bölgesel ve küresel güç merkezlerinin güdümündeki görünmeyen orduların dolaylı ve/veya direkt saldırıları;
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, birliği ve refahına yönelik olarakpervasızca devam etmektedir. Ülkemizi tahrip gücü yüksek ve uzun süreli ateşten koruyacak ve güvenle mevcudiyetimizi devam ettirecek askerî gücün; aklın ve bilimin ışığında geliştirme ve koruma sorumluluğunda hepimizin yapacağı çok şey vardır.


DİPNOTLAR;

[1]Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. 30.

[2]Turquıe Diplomatique, sayı: 68. ( ABD’nin Özel Operasyon Güçlerinin Geleceği, Dış İlişkiler Konseyi Özel Raporu No. 66, Nisan 2013, Linda Robinson )
http://www.socom.mil/default.aspx. ( Erişim Tarihi: 21 Ekim 2014 )

[3]Boot Max, s. 498.

[4]Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 18.

[5]Cemal Hasan, Kürtler, Doğan Kitap, İstanbul, 2003, s. 536.

[6]Özdağ Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Yayınları, Ankara, 2008, s. 40-1.

[7]Age. , s. 41.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/10/27/7838/gorunmeyen-ordular-ii


***



GÖRÜNMEYEN ORDULAR 1


GÖRÜNMEYEN ORDULAR 1 


Görünmeyen Ordular
Yazar: Ergüder Toptaş 
13 EKİM 2014 PAZARTESİ

Mücadele Süreci

Mücadele hem savaşı hem de barışı kapsayan, sürekliliği bulunan ve her millî güç unsurunun etkileşiminin mütemadiyen devam ettiği, dinamik bir süreçtir. 
Bu anlayışta savaş ve barış sürmekte olan aynı yarışma, çekişme, didişme, çatışma ve de boğuşmanın bir parçasıdır. Savaşın doğası insanın yaradılıştan 
sahip olduğu özelliklerin bir bileşkesi ve aynasıdır. İnsan varlığını tehdit altında hissettiği ya da bekasını ötekinin imhasında gördüğü vakit, kavgaya giden 
yolun önünü açar. Bugüne kadar, açılan kapı ne yazık ki hiç mi hiç kapanmamıştır; muhtevası farklılaşsa da mahiyeti aynı kalmıştır. 

Ne var ki değişen muhteva çoğunlukla göz ardı edilerek, bir önceki harbin karakterine uygun tedbirlerle bir sonrakine hazırlanılmıştır. 

Bu büyük yanılgı dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir ve bütün orduların ortak açmazıdır. “ Görünmeyen Ordular ” konusunu da savaşın nesil değişimi 
bağlamında ele alarak bir değerlendirme yapmanın uygun olacağı düşünülmektedir ki tamamen mücadelenin karakteriyle ilgilidir.

Nesillere Göre Savaş

Stratejler ve savaş tarihçilerinin gelişen teknolojileri de hesaba katarak dört başlık altında tasnif ettikleri nesillere göre savaş kavramı tartışmalı olsa da genel kabul oranı yüksektir. Buna göre, birinci nesil savaşın başlıca özelliği; Birinci Dünya Savaşı öncesi harpleri esas alan piyade ağırlıklı, tek namlulu yivsiz 
silahların ve süngünün temel teknolojiyi belirlediği bir savaş türü olmasıdır. İkinci nesil savaşın ayırt edici niteliği ise, ateşin ve ateş destek sistemlerinin 
yoğun olarak kullanılmasıdır. Bu nesil savaşın tarihsel temsil odağı Birinci Dünya Savaşı’dır. Üçüncü nesil savaş ise hızın ateş gücünün önüne geçtiği, düşmana yaklaşarak onu yok etmek yerine onu aldatma ve mücadele güçlerini çökertme taktiklerinin öne çıktığı savaştır. İkinci Dünya Savaşı bu bağlamda üçüncü nesil savaşa örnek olarak gösterilebilir.

 Dördüncü nesil savaşa gelince, bu nesil savaşın temel özelliği soğuk savaş sonrası klasik ve konvansiyonel mücadele anlayışının rafa kaldırılmasıdır. 

Bu yönüyle ne siyaset ve savaş, ne sivil ve asker, ne savaş alanı ve güvenlik alanı, ne de savaş ve barış arasındaki sınır çizgisi net bir çizgidir. 

Söz konusu durumlar arasında net sınırlar değil, geçişken alanlar vardır. Artık neyin savaş neyin siyaset, kimin sivil kimin asker, nerenin savaş nerenin 
güvenlik alanı, hangi durumun savaş hangi durumun barış olduğu hakkında katı görüşler vazedilemez.[1] Dördüncü nesil savaşın temel amacının kaos 
ortamı inşa ederek hedef ülkelerdeki iktidarları devirmek olduğu çok açıktır ve bunu ispata yeltenmenin de bir manası yoktur. Bu savaş, karmaşık, medyatik 
manipülasyonu araçsallaştıran, psikolojik savaş unsurlarını devreye sokan ve toplumun bütün alanlarında mücadele veren bir savaşa atfen kullanılmakta, 
ne var ki sadece terörizmin yedeğinde bir mücadele tarzı olarak öne çıkarılmaktadır.

Dördüncü nesil savaşın merkezinde siyasi, ekonomik, toplumsal ve askerî ağların birlikte kullanımı vardır. Bu savaşta hedeflenen düşmanın siyasal karar 
mercilerine mevcut stratejik emellerin başarılmaz ya da aşırı maliyetli olduğunu göstermektir.[2] Dördüncü nesil savaş, caydırıcılıktan harekât ortamının 
şekillendirilmesine, savaş dışı harekâttan sınırlı güç kullanımına, terörizmle mücadeleden gerilla savaşına kadar her seviyede ve her alanda güçlüler 
tarafından etkinlikle yürütülmektedir. Bu barışı olmayan savaş devam ediyor, gelecekte de yöntemlerini farklılaştırarak daha da acımasız, doymak bilmez 
bir iştahla ve açgözlülükle devam edeceği muhakkaktır.

Taktik Ölçekli Ancak Stratejik Etkili Ordular

Savaşın dört neslinde de ortak olan bir özellik vardır ki o da gayrinizami harp ve onun yöntemlerini uygulayan kuvvetlerin varlığı ve öneminin nesilden nesille 
güçlenerek aktarılmasıdır. Her nesil savaşta güçlülerin kullandığı gayrinizami kuvvetler konvansiyonel büyük güce tabi kılınarak sevk ve idare edilmiştir. 
Genellikle de nicelik yönüyle klasik güçlerin hep gerisinde kalmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’nda Özel Kuvvetlerin doğuşu ve önceki harplerde farklı adlarla 
ve değişik amaçlarla kullanılan komando birlikleri bu dönemden itibaren etkinlikle kullanılmaya çalışılsa da yine de gölgede kalmışlardır. Nizami kuvvetlerin gerilla ve teröristlerle mücadelede vazgeçilmez gördükleri bu kontrgerillalar, sıkıntılı günler ve dönemler geride kaldığında, çoğunlukla görmezden gelinmiştir.

Gerilla kuvvetlerinin kullanımı insanlığın tarihi kadar eskidir ve de çağlar boyunca güçsüzlerin temel enstrümanı olarak her seferinde daha güçlü bir şekilde mücadele sahnesinde yerlerini almışlardır. Ancak nitelikli ve icra ettikleri harekât itibarıyla etkileri yüksek bu güçler “ küçük savaşlar ” olarak adlandırılmanın haksızlığına uğramışlardır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nda gerilla harbi Churchill’in savaş politikasının önemli bir parçasıdır.[3] Virgin Ney’in bu savaşla ilgili olarak yaptığı şu yorum, daha çarpıcıdır: “ İkinci Dünya Savaşı esnasında Batı Cephesi’nde gerilla savaşının nizami harple birlikte tam gücünden istifade edilmesini engelleyen bir anlayışsızlık ve takdir etmeme durumu mevcuttu, Rusların aksine Batılı kuvvetler gerilla savaşını stratejilerine dâhil etmenin değerini kavrayamadılar. ”[4] İkinci Dünya Savaşı’ndan beri baskın çatışma hüviyetini koruyan gerilla harbi ne yazık ki hak ettiği ilgi ve takdiri bugün de görememiştir.  

Taktik ölçekli ancak stratejik etkili bu güçlerle ilgili yanlış adlandırılan diğer bir konunun da “ Görünmeyen Ordular ” kavramının yalnızca düzenli orduların 
örgütsel yapısından yoksun olan gerillalar bağlamında kullanılmasıdır. Max Boot son çalışmasında, terörizmin geçirdiği evreleri dikkate alarak, teröristleri de 
bu kapsama dâhil eder.[5] Askerî jargonda görünmeyen ordular hem gerillaları, hem kontrgerillaları, hem de teröristleri kapsamına alarak kavramsal genişleme 
sağlamıştır.

Dördüncü nesil savaşların karakterindeki değişim önümüzdeki dönemlerde de devam edecektir. Belki de bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren beşinci nesil 
savaşlarla yüz yüze kalınacak ve farklı mücadele yöntemlerine ihtiyaç duyulacaktır. Savaşın karakterindeki dönüşüm, özellikle Türkiye gibi zor ve kaos ortamının gittikçe derinleştiği ve en iyimser tahminlerle bu yüzyılın sonuna kadar devam etmesi kuvvetle muhtemel olaylara gebe coğrafyalardaki ülkeleri, 
Özel Kuvvetler ve farklı adlarla anılan operasyon güçlerini stratejik seviyeye çıkarmaya davet etmektedir.

Stratejik Seviyede Özel Kuvvetler

Ordu seviyesinde ve değişen stratejik bağlamda yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Konvansiyonel veya konvansiyonel olmayan teşkilatlanmanın dışında, millî güvenliğe yönelik bugünkü ve gelecekteki tehditlerle başa çıkmada yeterli imkân ve kabiliyete sahip özel bir yapılanmanın bilimsel esaslardan istifade edilerek hayata geçirilmesi ülke güvenliği açısından yaşamsal değerdedir.

Bu süreçte, Özel Kuvvetlerin yeni bir vizyon doğrultusunda operasyon, sivil işler, psikolojik harekât, istihbarat ve teknolojik yeteneklerinin sürdürülebilir bir 
gelişme kapsamında titizlikle güçlendirilmesi gerekir. Ayrıca Özel Kuvvetler bünyesinde askerler kadar sivillerin de bulunması bir zorunluluktur. Bu cümleyi 
duyar duymaz kronik asker ve güvenlik kuvveti alerjisi olanların semptomları nüksetse de, mücadelenin doğasının siyaset ve stratejiden beklentisi bu yöndedir. 

Mücadelenin her seviyesi ve yöntemi askerleri olduğu kadar sivilleri de ilgilendirmektedir. Bu bir güvenlik sorunudur, kayıtsız kalmayı tercih eden ulusların bağımsızlıklarını ve bütünlüklerini koruyamadıkları gün gibi ortadadır. Yeni örnekler beklemenin bir manası ve kabul edilebilir tarafı da yoktur.

Konvansiyonel kuvvetlerle, emniyet güçleriyle, sivil savunma unsurlarıyla ve sahadaki diğer güçlerle koordineli ve uyumlu çalışabilecek çok yönlü bir Özel 
Kuvvetler mücadelenin omurgasını teşkil edecektir. Bunun yanında, yeteneklerin geliştirilmesi ve korunması kapsamında millî gücün diğer unsurlarının 
desteği ve yakın işbirliği esastır. Özel Kuvvetlerin güç geliştirme stratejisine uygun olarak hazırlanması, her şeyden evvel siyasetin sorumluluğundadır. 
Bu yönde askerî veçhenin mücadelenin doğasıyla uyumlu ve mutasavver harbin karakterini dikkate alarak teori geliştirmesi başarı için temeldir. 

Kurumsallaşmanın ve tehditlerle başa çıkabilecek yetenek geliştirmenin başlangıç noktası burasıdır.

Sonuç Olarak

Bugünün ve yarının millî güvenlik sorunlarını çözmede Özel Kuvvetlerin merkezî önemi gün geçtikçe daha da güçlenecektir. Bundan kaçınarak güvenliği 
emniyet altına almak veya başka bir şeyle ikame etmek mümkün gözükmemektedir. Şimdiye kadar konvansiyonel güçlere tabi olarak harekât icra eden bu kuvvetler, savaşın dönüşümü kapsamında diğer güç unsurlarını kendisinin öncülüğünde yürütülecek kapsamlı operasyonlar için bir enstrüman olarak kullanacaktır.       

DİPNOTLAR;
                                                                                        

[1]Toptaş Ergüder, 21. Yüz Yılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 96-107.

[2]Hammes Thomas X., The Sling and the Stone: On War in the 21st Century, Osceola, Zenith Press, 2004, s. 207-23.

[3] Hart Liddel B. H., Strateji: Dolaylı Tutum, çev. Cemal Enginsoy, ASAM Yayınları, Ankara, 2002, s. 281-2.

[4] Ney Virgin, Notes on Guerilla War: Principles and Practices, Washington D.C, Command Publications,, 1961, s. 66.

[5] Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. XVII.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/10/13/7821/gorunmeyen-ordular



***