29 Kasım 2019 Cuma

MHP HAKKINDA BÂZI DÜŞÜNCELER

MHP HAKKINDA BÂZI DÜŞÜNCELER


Buğra Atsız Beğ : 
06 Temmuz 2011, 11:22:45


      Türkiye 2011 seçimlerini geride bıraktı. Muhâlefetin basîretsizliği ve beceriksizliğinin de büyük rol oynadığı bu seçimlerin iki gâlibi var. Biri AKP, diğeri ise hiç şüphesiz 35 vekille meclise girmeyi başarabilen Kürtçü ve Kürt ırkçısı olan BDP. Garipliğin de ötesinde bir ucûbeye dönmüş olan CHPden söz etmek bile insanın içinden gelmiyor. İflâhı artık imkân dâhilinde olmayan bu müessese nedir, ne değildir, ne olmak ve ne yapmak istiyor, bilen varsa beri gelsin. Başına ite kaka me’mûr emeklisi bir Kürdün getirildiği, onun da gidip Türkiyenin doğu bölgelerinde belki oy alırım diye kandaşlarına bol keseden tutamayacağı vaadlerde bulunması, batıda başka sözler vermesi, kendilerine Atatürkçü ve Kemâlist (bu kavramların târifi ve aralarındaki fark nedir?) yaftası yapıştırmış olan insanların da gidip bu partiye cumhûriyeti kurtaracak diye oy vermeleri de ayrı bir garâbet örneği. Yıllardır Kürtlerle savaşan Türkler cumhûriyeti kurtarsın diye bir Kürtten medet umuyorlar. Doğrusu gâyet mantıklı (!). Seçimlerin hemen akabinde karışan CHPde anlaşılan dalgalanmalar devâm edecek. Arttırılan 23 vekil sayısı işe yarayacak mı göreceğiz. Vekil sayısı 18 eksilen MHP ise kaybeden tek parti. Kimse lâfı evirip çevirmeye kalkmasın, sayılar ortada.

      Hatâyı, kabahati, yanlışı başkasında aramak yerine MHPnin aynaya bakıp “Yâhû, nerede yanlış yaptık?” sorusunu kendisine sorma zamânı geldi de geçiyor bile.

MHP ve Milliyetçilik

Milliyetçi olduğunu iddiâ eden MHP acaba ne kadar milliyetçi? Buradaki milliyetçilikten kasıt elbet Türk milliyetçiliği. Türk milliyetçiliğinin adı da Türkçülüktür. 

Türkçülük 4 kaynaktan gelir. 

1- Kökü çok eskilere dayanan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik; 

2- Tanzîmattan sonra Avrupadaki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbîk olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi; 

3- Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihâneti dolayısıyla doğan tepki; 

4- Türklerin 200 küsûr yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felâketlerin verdiği uyanıklık. Ayrıca Türkçülük amansız bir vazîfe ahlâkı isteyen bir ülküdür. Kimin Türkçü olduğunu da babam Nihâl Atsız 1950 yılında “ Kim Türkçüdür?” isimli makâlesinde açık ve seçik olarak belirtmiştir.

Kısaca Türkçü, Türk ırkının üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü hiç şüphesiz Türkten olur. Her Türkçüyüm diyen Türk Türkçü olamaz. Türkçülük, ayrıca herkesin kendi meşrebine göre biçebileceği bir don da değildir. Irkçı olmadan Türkçü olunmaz. Yalnız Atsızı anlayarak okumuş olanlar bu ırkçılığın faşizmle veyâ Hitler ırkçılığıyla eşanlamlı olmadığını bilirler.

      Yukarıda kısaca verdiğim târifleri isteyenler Atsızın makâlelerini açarak daha teferruatlı olarak okuyabilirler. Son zamanlarda Atsızı sâdece bir iki romandan ibâret sanan odun kafalı “ülkücü”lerden bu ne kadar beklenebilir, o da ayrı bir konu tabiî. Üstelik bunlar köşe yazarı. Peki MHP ne kadar milliyetçidir? Yukarıda, Türkçülüğü şüphe götürmez olan babam Atsızın yaptığı târiflerin hangisine uymaktadır MHP? Hiçbirine. Dolayısı ile MHP ne Türkçü, ne milliyetçi bir partidir. Olsa olsa MHP vatanperver insanların çatısı altında bir araya gelmeye çalıştığı bir parti olabilir. İçinde Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü vs. gibi her türlü Türk ırkından olmayan unsuru barındıran bir partinin kendisine milliyetçi veyâ Türkçü demeye hakkı yoktur. Derse de kimin ve neyin milliyetçisisin diye sorarlar. Efendim, Türkiyede bunlar da yaşıyorlar, onları dışlamak olmaz, MHP birleştirici ve bütünleştirici olma gâyesini gütmektedir, biz 1000 yıldan beri kız alıp, kız veriyoruz, bizi kimse birbirimizden ayıramaz, zâten siz de aslında Türksünüz de haberiniz yok gibi mâzeretler de inandırıcı olmaktan ötedir, gülünçtür. Öyle olsaydı Kürtlerle 30 yıldan beri savaşmazdık. Ama biz PKK ile savaşıyoruz, Kürtlerle değil gibi ahmakça mâzeretlerin arkasına sığınmanın da hiç bir kıymet-i harbiyyesi yoktur, zîrâ PKK bir Kürt teşkilâtıdır ve hangi Kürdün PKKlı olduğu alnında yazılı değildir. Kardeşlikmiş. Daha şu son seçimlerden önce MHPde bulunan bâzı Kürtlerin asıllarına rücû ederek BDPye girdiklerini gazeteler yazdı. Hani birleştirici idi MHP? Kaldı ki, “Ne mozaiği ulan!” diyen ben miydim, yoksa yere göğe sığdıramadığınız başbuğunuz mu? Eski ülkücüler, yeni ülkücüler gibi ayrılmalar neyin nesi? Bunlar üst kademelerin partiyi idâre etmek, siyâseten millî meselelere çâre bulmak yerine kendi menfaatleri ile uğraşmalarından mı ileri geliyor acaba? Zanparalığı bile doğru dürüst beceremeyen, üstünde kadın oynaşırken elinde televizyon kumandasıyla kanal değiştirirken filmi çekilen hödüklerden mi milliyetçilik veyâ vazîfe aşkı bekleyecek bu millet? Bu adamların filmlerinin gizlice çekilip kamuoyuna teşhîr edilmesi ahlâksızlığı kabûl edilebilir bir nesne değildir elbette, ama bu, adamların ne mal olduğu gerçeğini de değiştirmemektedir.

MHP nin Milliyetçiliği 1969 Adana Kongresinden sonra bitmiştir. Çocukluğumdan beri tanıdığım, âilesi ile bizim evi ziyâret eden, hattâ bizde kalan, kendisine amca diye hitâb ettiğim Türkeş, babam Atsız, Amcam Necdet Sançar ve diğer Türkçülerin desteğiyle CKMPyi devr alarak partiyi kurmuş, ama o zamana kadar değil namaz kılmayı, duâ ettiğini bile görmediğim insan daha fazla oy toplamak gâyesi ile olsa gerek arkadaşlarının karşı gelmesine rağmen İslâmiyeti de işin içine sokmuş, yâni siyâsîleştirmiştir. Bir kurmay subaya yakışmayan bu hatânın ceremesini MHP uzun zamandan beri çekmektedir. Daha o zaman doğmamış bir takım zibidilerin bana Türkeşi anlatmaya kalkmamaları da tavsiye olunur.

     Türk-İslâm Ülküsü

Türkiye Gazetesinin yazarlarından Rahim Er 2 Ağustos 2010da Washington DC’den yazdığı bir makâlenin başlığını “Kimse Ahmet Arvasi Bey’den Daha Milliyetçi değildir” koymuş (İmlâ Rahmi Er denen zâta âittir). Dikkatimi çekmişti. Demek ki Rahmi Er kimin başkasından daha milliyetçi olup olmadığının çetelesini tutuyormuş diye düşündüm ve geçtim. Ahmet Arvâsî peygamber soyundan gelen bir kişiymiş, yâni seyyid ve tabiî ırken Arap. Bu seyyidliğin ne gibi vesîkalara dayandığını, dayanıp dayanmadığını bilmiyorum. Umurumda da değil. Ama bu gibi isbâtı mümkün olmayan iddiâlara hep ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini bilirim. Ayrıca şecere uydurmanın da o kadar zor olmadığını bilirim. Su katılmamış Türk olan Çakırcalı Efenin de kendisinin Hazret-i Alinin soyundan geldiğini iddiâ ettiği bilinen bir gerçektir. Bunlar bir bakıma kendine pâye biçmek, kendini olduğundan daha ehemmiyetli göstermek çabalarından başka bir şey değildir.

MHPliler Arvâsînin Türk milliyetçiliği üzerinde önemli bir rolü olduğunu iddiâ etmekteler. Benim de aklıma ilk gelen soru “Türk milliyetçiliği olan Türkçülük üzerinde ahkâm kesmek bir Araba mı kaldı?” oluyor. Öyle ya, Estonya milliyetçiliği hakkında Ugandalı bir zencî, Rus milliyetçiliği hakkında Nikaragualı bir öğretmen ahkâm kesebilir mi? Her ikisi de adı geçen milliyetçilikleri inceleyebilirler, haklarında elbette yazı yazabilirler, ama o milliyetçilikleri systematize etmeğe kalkmak haddini aşmaktır. Ne diyor Atsız? Türkçü Türk ırkından olur. Akçuralar, Gaspıralılar, Gökalpler, Atsızlar, Toganlar ve daha başkaları dururken en büyük Türk milliyetçisinin bir Arap olduğunu iddiâ etmek en kibar tâbiriyle gülünç, saçmalıktır. Ben burada Arvâsînin şahsını değil, fikriyâtını tenkîd etmeye çalışacağım. Zîrâ adım gibi biliyorum ki okuduğunu anlamaktan âciz bozkurt postuna sarılmış bâzı çift toynaklılar her zaman olduğu gibi bana sövüp saymaya başlayacaklardır.

Arvâsînin iddiâsına göre “Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, 'sentez', tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız 'Türk-İslam sentezi' yerine, 'Türk-İslam Ülküsü' sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını, 'TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ' olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.”

Din ve milliyet birbirlerine zıt değerler olmadıkları gibi birbirleriyle tamâmen alâkasız kavramlardır. Bu ikisinin sentezi olmaz. Doğru. Pekiyi, Türk-İslâm Ülküsü nasıl olacak? Sentez olmadı, ülkü verelim pazarcılığı mı? Milliyetçilerin ülküsünün millî olması gerekir. İslâmın neresi millî? Hiçbir yanı. Türk-İslâm Ülküsü tâbiri bir kalemde müslüman olmayan Türkleri silip atmıyor mu? Atıyor. Bu lâfı Türk diline hediye eden bir adam nasıl milliyetçi oluyor ve dünyâ Türklüğünün ümîdi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmek istiyor? Yetiştireceği gençlik de Türkün sâdece müslüman olanına îtîbâr edecek, diğerlerini dışlayacak mıdır?

Arvâsî diyor ki “……..cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların
karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır. Bunun için, Türk-İslam kültürüne, Türk-İslam medeniyetine, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur.” (İmlâ bana âit değil).

Yukarıdaki Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen lâfı Gagauzlara, Yakutlara, Altaylılara hakâret değil midir? Türklük sâdece beden, yâni kılıf mıdır? Türklük rûhu denen bir kavram vardır. Bu kavram İslâmiyetten önce de var olduğu için Türklüğün sâdece bir beden olduğu iddiâsı kabûl edilemez. Ama bir Araptan Türklük rûhunun ne olduğunu bilmesini ben şahsen bekleyemem. İslâm îmân, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sâhip… ne demektir, AKPnin İslâm îmân, aşk ve aksiyonunu tâkib edenler bilirler, İslâm dünyâsının içinde bulunduğu sefîlliği dünyâ politikasını tâkib edenler de bilmektedirler. Mazlûm milletlerin umûdu olan gençlik bugün yanlız Filistinli Araplara ağlamakta, ama katledilen Uygurlar için kılını kıpırdatmamaktadır.

“ Türk-İslam Ülkücüsü 'Cahid-ü fillah' (Allah için savaşan) dır. “(İmlâ bana âit değil). Demek ki askere gidip Kürtler ile savaşırken şehîd olan ülkücüler Allah değil vatan için öldüklerinden ülkücü sayılmayacaklar. Kimse onlar da Allah için savaştılar palavrasının arkasına saklanmasın. Yukarıda sahîh bir şekilde câhid-i fillah denmektedir.

Resûl-ü Ekrem'e Hasret adı altında yazılmış olan ve aşağıda dünyâya sâdece İslâmiyet gözlüğünden bakmayanların midesi kaldırmaz endîşesiyle baş kısmını naklettiğim vıcık vıcık yağ kokan, bir Arabın diğer bir Araba yazdığı medhiyeye bakınız:

“Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz.
İnsan kainatın hülâsası, sen ise bu hülasânın ruhusun. Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle manalandı.

Bu ‘dünya’ seninle şereflendi. Şimdi, o senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için, fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, ‘Sûr üfürüldüğü zaman’ tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakla ‘mükerrem’ ve ‘münevver’ oldular.” (İmlâ bana âit değil).

Türk gençliğinin beynini bu gibi ortaokul birinci sınıf seviyesinde edebiyât paralamalarıyla doldurmaya çalışan birisinin büyük bir mütefekkir olduğunu sanmıyorum. Başkaları sanabilirler, onların da edebiyâttan haberleri olduklarını sanmıyorum.

Bir diğer şâheser de şu paragrafta saklı: “Böylece, vahyin aydınlığına ulaşan Türk'ün akıl ve idraki, İmam-ı Buhari'leri, İmam-ı Gazali'leri, Mevlana Celaleddin'leri, Yunus Emre'leri, büyük mantıkçı ve şeyhülislam Mollafenari'leri, Yunan felsefesini İmam-ı Gazali çapında tenkid edebilen ve yüce hünkar Fatih Sultan Mehmed Han'ın takdirlerine mazhar olan Hocazade Efendileri, İmam-ı Brigivi'leri, İbn-ı Kemal'leri...” (İmlâ bana âit değil).

Vahyin aydınlığına ulaşan Birgili için Atsız Mehmed Efendi Bibliyografyasında Birgili hakkında bütün kaynakları elden ve gözden geçirmiş biri olarak bakın ne demiş: “Şeriattan kıl kadar sapmak istemeyerek her bid'atin şiddetle aleyhinde bulunması, diyânet ve takvâda pek ileri bir taassupla fikirlerini söylemekten çekinmemesi, Kur'an okumak gibi dinî işlerden para almanın harâm olduğunu ileri sürmesi, çağının din bilginleriyle sözlü ve yazılı tartışmalara yol açmış ve fikirleri kabul olunduğu takdirde evkaf idâresi çöküp devlet sarsılacağı için zamanın akıllı ve tedbirli şeyh islâmı Ebussu’ûd Efendi paranın vakf olunabileceğini kabûl ederek Birgili aleyhine fetvâ vermek zorunda kalmıştır.”

Türk gençliğine tavsiye edilen ‘akıl ve idrâk’ şeriattan kıl kadar sapmak istemeyen bir adamın akıl ve idrâki. Bunlardan birinin de Yunus olması bana doğrusu pes dedirtti. Neden mi?

Oruç, Namâz, Zekât, Hac cürm ü cinâyetdürür,
Fakîr bundan âzâddır hâs-ı heves içinde.

Çünki yukarıdaki mısrâ tevil ve tefsîre mahâl bırakmayacak şekilde müslümanlar için küfürdür. Yunusun bir de Allaha resmen hakâret ettiği mısrâ vardır ki onu burada yazmam yakışık almaz. Ama meselâ

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakîkatta âsîdir.,

demesi de küfürdür. Millet kelimesini Arapça aslı olan din anlamında kullandıysa İslâmın diğer dinleri kendisiyle eşit tutmadığı için kâfirdir, Türkçedeki anlamında kullandıysa da milliyetsiz ve vatansız bir adamdır. Bu mudur büyük mütefekkirin Türk gençliğine vahyin aydınlığına ulaşmış Türkün akıl ve idrâki diye empoze etmeye çalıştığı. Ne mütefekkirmiş ama.

Mevlânânın, Şemsi Tebrîzî ile îzâhı hâlâ mümkin olmayan halvet âlemlerinin “vahyin aydınlığına” ulaşmaktaki rolünün ne olduğunu Arvâsî Türk gençliğine anlatmamış. Hele hele Mevlânânın Tebrîzîye Türkçe yazdığı bir şiirde

Kiçkinen oğlan hey bize gelgil!
Dağdanan dağnan hey geze gelgil!
Ay bigi sensing, gün bigi sensin!
Bî-meze gelme, bâ-meze gelgil.

demesinin yüksek tasavvufî mânâsı “vahyin aydınlığı” ile nasıl îzâh edilir, doğrusu çok merak ediyorum.

Diğer adı geçenler hakkında yazmak lâfı uzatmak olur.

Arvâsînin aşağıdaki satırları kısmen doğru olabilecek unsurlar içermekle birlikte ırk kavramını birinci planda tutan Türkçülük için anlamsızdır. İçtimâî ırk gibi sun’î kavramlar üzerine kurulmuş bir teori Türklere, aranızda bir yığın Türk olmayan var, bunlar yüzyıllardır sizinle birlikte aynı coğrafyada yaşıyorlar, gelin bunları da kendinizden sayın demekten başka bir şey değildir. Bunda Arap olmanın tesiri var mıdır, yok mudur, ona psikologlar karar versin.

"Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmâl etmemelidir. İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zâten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücâdeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır."

"Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildir. Ama içtimaî ırk tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip olan insanlar arasında kan ve soy birliği şuurunun güçlenmesine yol açar."

       Pekiyi, o zaman Türklerin aynı Coğrafyayı paylaşıp, ortak hayat tarzı sürdüğü, ortak mücâdeleler verdiği ortalama 500 yıl hükmettiği Bosna-Hersek, Sırbistan, 400 yıl hükmettiği Arnavutluk, 480 yıl hükmettiği Yunanistan vesâire ile de mi kan ve soy birliği şuuru var? Aynı kültürü, coğrafyayı, ortak hayat tarzı vesâireyi daha uzun zaman paylaştığımız kardeş (!) Kürtler neden bizimle yıllardır savaşıp dururlar ve ayrılmak isterler? Daha geçenlerde Leylâ Zana denen kevâşe “Devlete ortak olmaya geliyoruz!” kabîlinden bir lâf etti. Behey dangalak! O zaman ortağı olmaya çalıştığın devletin 30 yıla yakın bir zamandan beri silâhla köküne kibrit suyu dökmeye çalışman neyin nesi oluyordu diye sormazlar mı adama. Bu da Kürt mantığı herhâlde. Devletten tık yok. Devlet hâricinde tek sorması gereken organ olan MHP den ses sedâ yok. CHP nin başı zâten Kürt. Başka ne soran var, ne eden. Ne de olsa 1000 yıllık kardeşiz (!).

Temelsiz palavralar üzerine kurulmuş 1000 yıllık kardeşlik siyâsetinin neden iflâs ettiği anlaşılıyor mu? Bir Arabın Türk Milliyetçiliğini, yâni Türkçülüğü, İslâm ile sulandırarak Türkü Araplaştırmaya çalışmasını hâlâ kabullenen MHPliler varsa diyeceğim yok, uğurlu olsun. Yâ Allah, bismillah diye bağırmaya devâm edin. Yere göğe sığdıramadığınız başbuğunuz bu adamı MHP nin idâre heyetine getirmesiyle güdülen ve güdülmekte ısrâr edilen siyâsetin MHP yi bırak ileri götürmeyi, barajı ancak geçecek seviyeye düşürmesi de mi sizlere birşeyler söylemiyor? Arvâsî nin fikir babası olduğu bu politikaları devâm ettirmek Türkeşin Türk milliyetçiliğine vurduğu ikinci darbedir.

Türklükten ziyâde İslâmiyet üzerinden yürütülen politikalar Türkiyede yaşayıp, Türk olmayan azınlıkları da MHP tarafına celbetme gâyesini gütmeyi hedefliyorlardı. Dolayısıyla partiye kabûl edilen her türlü etnik döküntünün yanısıra cemaatlerle de ilişkiler kuran MHP bunların da desteğini almaya çalışmıştır. Türkeşin Türk milliyetçiliğine vurduğu üçüncü darbe Gülen denen adamla kucaklaşmasıdır. Sâid-i Nûrsî denen Kürt hakkında "Nûrculuk Denen Mâneviyât Çöplüğü" adlı makâlemde uzun uzadıya yazmıştım. Bu meczûb Kürde hâlâ değer veren ülkücüler (!) olduğunu biliyorum. Bakın bu herif-i nâ-şerîf Emirdağ lâhikasında ne demiş: "Müslümanlık-Hristiyanlık ittifâkını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nûrcular, Hristiyan rûhâniler ve misyonerler uyanık olmalıdır". Aynı alçak Kastamonu lâhikasında da diyor ki: "Birinci Dünyâ Savaşında bizimle savaşmış olsa da bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, âhirette mükâfatı vardır".

Bu adam öldüğünde henüz 18 yaşında bir tıfıl olan Gülen bilinen sebeblerle Nûrcuların lideri olmuş, Türkiyenin başına belâ kesildikten sonra bütün dindârlar gibi müslüman bir ülkeye tüymek dururken efendisinin yanına, Amerikaya kaçmış ve oradan hizmetlerine devâm etmiştir ve hâlen etmektedir. 10.4.1998 târihli Zaman Gazetesinde yayınlanan Papaya yazılmış mektubunda Fetullah bakınız ne diyor: En âciz bir şekilde, hattâ biraz cür’etle, bu pek kıymetli diyalog hizmetinizi icrâ etme yolunda en mütevâzî yardımlarımızı sunmak için size geldik. Buna tevâzû değil yanaşma ağzı denir. Aynı zât Nevval Sevindi ile Amerikada yaptığı bir mülâkatta ABD’nin egemenliğinin zayıflamasından kaygı duyulmalıdır diyebilecek kadar alçalmış ve efendisine ne kadar sâdık olduğunu açıkça göstermiştir.

Ve Türkeş, Türk milletine hıyânet içerisinde olan bu adamla kucaklaşmıştır. Bunun adı da MHP milliyetçiliği oluyor. Buna ben kısaca Türk milliyetçiliğine vurulan üçüncü darbe diyorum. Ülkücüler isterlerse zafer desinler ve kargaları güldürsünler.

Arvâsî gibi bir Arap, Saîd gibi bir Kürt, Gülen gibi Ermeni şîvesiyle Türkçe konuşan, ama ne olduğunu tam kestiremediğim, tekke mezarlıklarında büyümüş Türkümtırakların bu milletin geleceği üzerinde tâyin haklarının olmaması gerekir. Ama maalesef Etrâk-i bî-idrâk tâ’ifesi sâyesinde bu da mümkin olmaktadır.

Bir de kısaca MHP lilerin Necip Fâzıl Kısakürek gibi bir kepâzeye neden büyük bir aşkla yanaştıklarını araştırmak lâzım. Nedense hep yanlış atlara oynayan MHP nin bu husûsu da gözden geçirmesinde bence sayısız menfaat var, ama elbette bu kendi bilecekleri iş.

Bakınız bu adamın bir mârifeti de şu: İstiklâl Marşının değiştirilmesi kampanyasına katılır... Dereceye giremeyince de yazdığını Büyük Doğu Marşı yapar. Bu Büyük Doğu Maşrık-ı Â’zam'ın Türkçesi değil mi? Maşrık-ı Â’zam'ın ne olduğunu bilmeyen ülkücüler Masonluk Târihini biraz araştırsınlar, âyet ezberlemekten vakit bulurlarsa tabiî.

Bir risâlesinde “Engels, Hegel, Marks... Bu Üç ayaklı sehpa” diyen NFK'ye birisi (gâliba Serdengeçti) sormuş: " Dünyânın en büyük şâirisin, tamam. 
Dünyânın en büyük yazarısın, kabûl. 
Dünyânın en büyük bilmem nesisin, eyvallah. 
Dünyânın senden büyük bilmem nesi yok. 
Bütün bunların yanında KISA Kürek nasıl oluyor?"
Necip Fâzıl bir kahkaha savurup cevap vermiş: “ Ben o Soyadını Sülâleme Şeref olsun diye aldım...”. Ne müthiş zekâ!

Necip Fâzıl’ın müritlerinin sâde Türkiyede değil, dış ülkelerde de Türkçülük aleyhinde sistemli çalışmalarda bulundukları bilinen bir gerçektir. 
Komünistler, Kürtçüler, Nûrcular, Masonlar ve benzerleri gibi Türk düşmanı kadroların Türkçülük düşmanlığı yolundaki ittifakına, bu suretle, Necip Fazıl’ın
müritlerinin de karışmış olduğu anlaşılıyor. Kendisine “Büyük Üstâd!!!!” dedikleri Necip Fâzıl’ın Almanya’daki müritlerinin parolası da şu ahmakça ve alçakça yalan imiş: “Türkçüler Allahsızdır, onlara yaklaşmayın.

Almanya daki bu kısa kürekli takım, ümmetçilik ve şeri’atçılık maskesi altında Türkçülük düşmanlığı yürütürken, İslâm’ın ırkçılığı reddettiği safsatasını ileri sürdükleri halde, bu yolla buz gibi Arapçılık, yani Arap ırkçılığı da yapmışlardır.

Bu Türkçülük düşmanı beyinsizlere demek lâzım ki, üstâdları Necip Fâzıl, bundan yıllarca önce İstanbulda bir kumarhânede basılmış ve bu basılma aylarca gazetelere sermaye olmuştu.

Ama NFK nın Cemâl Gürsele yazdığı bir mektup var ki, kendisine Üstâd diye tapanlara zamâne tâbiri ile kapak olsun.

   “Pek Sayın Cemal Gürsel,

    Şu anda Balmumcu da nezâret altında bulunuyorum. 
Hiçbir suçumun olmadığı kanaatindeyim. 

Ama beni suçlu görüyorsanız, ben sizden ve şanlı Türk Ordusu mensuplarından özür dilerim.
     
    Politikanın ne olduğunu artık anlamış bulunuyorum. 
Sizler en iyi müdâhaleyi yaparak güzel yurdumuzu kötü politikacılardan kurtardınız. Demokrat Parti kötü idâresiyle zaten bunu hak etmişti. 
Ben çok hastayım. Beni zindandan kurtarabilirsiniz. Esâsen nâmusum, şerefim üzerine yemin ederim ki, serbest kaldıktan sonra hayâtımın sonuna kadar 
politika ile ilgili hiçbir yazı yazmayacağım. Siz büyüklük gösterip de beni af edin, beni kurtarın, dâima sizlerin emrinde olacağım.”

Yukarıdaki mektup 15 Eylül 1968 tarihli EKSPRES gazetesinden alınmıştır. Kısakürek’in diğer mârifetlerini öğrenmek isteyenlere adı geçen gazetenin o günlerdeki nüshalarını karıştırmaları hassaten tavsiye olunur.

Bahsettiği nâmus ve şeref de herhâlde bir kumarbazın nâmus ve şerefi olsa gerek.

İşte size Ülkücülerin önderlerinden biri daha.

Kültür Milliyetçiliği

Kültür kelimesi Lâtince “colere”den gelir. Colere ihtimam göstermek demektir. Kültür milliyetçiliği denen ucûbe tâbiri kimin ilk defa kullandığını bilmiyorum. 
Ama MHP bu terimi çok kullandığına gore gene MHPnin ortaya attığı o içi boş lâflardan biri olsa gerek. Burada kültür hakkında uzun uzadıya yazmak gereksiz. 
Kültürün ne olduğunu, kaç çeşit kültür olduğunu vs. öğrenip araştırmak isteyenler Internete müracaat ederek işe başlayabilirler. 
Ama hiçbir yerde “kültür milliyetçiliği” gibi ne idüğü belirsiz bir lâf kalabalığına rastlayamazlar. 

Çünki kültürün milliyeti olmaz. Hele hele artık zamânımızdaki teknoloji ile küçücük bir köy hâline gelmiş olan dünyâmızda başka kültürlerin tesiri altında kalmamak, bir kültürü ne kadar ilkel dahî olsa hiç olmazsa kısmen benimsememek gibi bir şey bahis konusu olamaz. Misâlleri günlük hayatta mevcûd olduğundan uzatmıyorum.

Dîni Arap, Yazısı Lâtin, takvimi Hristiyan, sokak tabelâları İngiliz, kılık kıyâfeti Avrupa özentisi vs. olan, yâni bir sürü kültürü içinde barındıran, kimini adapte edebilmiş, kimi üstünde sakil duran bir toplumda kültür milliyetçiliğinden bahsetmek kadar abes bir şey olamaz.

Bahsedene de sanırım MHPli diyorlar.

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın özeti MHP nin fikrî yapısının Türkçülükten ayrıldığı veyâ Türkçülüğü aslî yapısından uzaklaştırdığı için sağlam değil, sun’î bir takım temeller üzerine oturtulmuş olmasından kaynaklandığı idi. Bir partinin fikrî yapısının liderine bağlı olduğu herhâlde inkâr edilemez. MHP, eğer birinci sınıf parti olmak istiyorsa, yapısını fikren de değiştirmek mecbûriyetindedir. Seçmeni aksiyonlar değil fikir birleştirir. Yoksa adı bir takım seks rezâletlerine karışmış üst düzey yöneticilerin yerine yeni adamlar koymakla yapının değiştiğini sanmakla, câmi kapısına asma kilit yerine elektronik kilit takmakla İslâmiyetin modernleştiğini sanmak ahmaklığı arasında bir fark yoktur. MHPde bugün bir liderlik problem olduğu muhakkaktır. Her türlü karizmadan uzak, doğru dürüst Türkçe konuşmaktan âciz, silik, seçim propagandaları yapılırken iktidâr partisinin zaaflarını millete anlatmak yerine telâffuz problemleriyle uğraşan, sürekli tâviz veren ve hâlâ teslimiyetle bir yere varılamayacağını anlamamış birinden liderlik beklenemez. Ama seçim öncesi her yerde hâzır ve nâzır olan, karizmatik, konuştuğu zaman kendini dinleten bir profesörü üçüncü sıradan aday göstermek ve seçilmesini, herhâlde ileride bana rakib olur endişesi ile önlemek, şarklılık ve köylülüğün tipik örneğidir. Köylülük de bir zihniyettir ve önlenmesi elzemdir.

AKP Türk olmayanları Türk gösterme gibi bir çaba içine girmemiştir. Fakat azınlık ırkçılığına müsaade etmektedir. Dolayısıyla bugün Türkiyede ırkçı ve milliyetçi bir tek parti vardır, o da Kürtlerin partisi olan BDPdir. Halbuki MHP Türk olmayanları da Türk gibi göstererek ırkçılığa yol vermemektedir. Dolayısıyla Türkçü olamayacakları gibi hâlâ anlamamakta ısrâr ettikleri husûs Kürt ırkçılığının tek ilâcının Türk ırkçılığı olduğudur. Zirâ ırkçılık târihî bir şuur meselesi olduğu kadar aynı zamanda bir millî savunma vâsıtasıdır. İçindeki devşirme döküntülerini temizleyip yeniden bir fikrî yapılanmaya gitmeyen bir MHP sıradan bir parti olmaktan öte geçemez. Irkçılığa karşı olanlara da söylemek gerekir ki karışmamış ırk yoktur, ama bir karışıklığı tabiat temizler. Fakat sürekli olarak karışmaya devâm eden bir ırk bir müddet sonra düzelmemek üzere bozulur ve kaybolur. Irkçılığa şiddetle karşı çıkanlara da beğlik soruyu sormak lâzım. “Bir Çingene ile evlenir misin?” yâhut “Kızını bir Çingeneye verir misin?”. Evet derlerse mesele yok. Hayır derlerse ırk ayırımı yapıyorlar demektir ki onların Çingeneye karşı yaptıklarını Türkçüler başka ırklara karşı da yapıyorlar.

Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ve Tûrancılığıdır ve bunun netîcesinde Türk millet ve vatanı üzerindeki düşüncelerdir. Ekonomik, sosyal ve hukûkî görüşler zamanla değişebilir. Bunlar hal edilmesi kolay olan teferruattır.

Yeniden fikrî yapılanmada din unsurunun siyâsetten çıkarılıp herkesin vicdânî meselesi olarak genel kabûl görmesi lâzımdır. 
Din tenkîd edilemez diye bir kâide yoktur. 
Ama İslâmiyet gibi kul, yâni köle olmayı baştan kabûl eden bir din siyâsîleştiği zaman daha da tenkîd edilebilir hâle gelir. 
Bu kültürlü insanlar için bir problem olmayabilir. Ama dünyâyı din gözlüğü ile görmeye alışmışlar için, ki MHP bünyesinde bunlardan yeterince mevcûd, 
sağa sola saldırma vesîlesidir. 
Örneklerini son zamanlarda Türkiyede görmekteyiz. 
Bunların öğrenmeye niyetli olmadıkları husûs da gerçek demokrasilerde inanma hürriyeti olduğu kadar inanmama hürriyetinin de olduğudur, tabiî demokrat olmak gibi bir endişeniz var ise.

İnsanlar fikirleri değiştiremezler, olsa olsa bir fikri kabûl etmezler. Ama fikirler insanları değiştirebilirler. Bu aynı fikirde olanları da birbirine bağlar.

MHP nin hâl-i pür-melâlini nereye kadar değiştirebileceğini bakıp birlikte göreceğiz.


http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu-ogreti/bugra-atsiz-beg-mhp-hakkinda-bazi-dusunceler/


***

Ahlaksızlık, Bir Milli Güvenlik Sorunudur!

Ahlaksızlık, Bir Milli Güvenlik Sorunudur!




Alınları secdeye değen ama hırsız ve sahtekâr olan bu örgüt sonunda gerçekten bir Millî güvenlik sorunu olmuş ve alçakça bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Ancak 250 şehide mal olduktan sonra örgüt mensupları cezalandırılmaya başlanmıştır.


 Ahmet Bican Ercilasun bu haftaki pazar yazısında uyarıyor: “Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, rüşvet almak bütün toplumlarda ahlaksızlık sayılır. Ahlakı sadece cinsî konulara indirgeyen; hırsızlık, yalancılık gibi ahlak dışı hareketleri hafife alan toplumlar çürümeye yüz tutmuş toplumlardır. “
23 Kasım 2019,. 
Ahmet Bican Ercilasun

    Ahlaksızlık, az sayıda kişilerle sınırlı olursa bir millî güvenlik sorunu hâline gelmeyebilir. Ancak ahlaksızlık bütün toplum katmanlarına yayılırsa ciddi bir güvenlik sorunu hâline gelir.
Ahlak toplumların en önemli değerlerinden biridir. Toplumdan topluma değişen ahlak anlayışları vardır ama bütün toplumlarda ortak olan, ortak olması gereken, evrensel ahlak değerleri de vardır.
Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, rüşvet almak bütün toplumlarda ahlaksızlık sayılır. Ahlakı sadece cinsî konulara indirgeyen; hırsızlık, yalancılık gibi ahlak dışı hareketleri hafife alan toplumlar çürümeye yüz tutmuş toplumlardır.
Batının cinsî konulardaki serbestliğini vahim ahlaksızlıklar olarak gören toplumumuz ne yazık ki aynı hassasiyeti diğer konularda göstermiyor. Son yıllarda yaygın olarak işitilen “Çalıyor ama çalışıyor.” söylemi bu duyarsızlığın en tipik göstergesidir.
    Müslümanlığı en iyi temsil etme iddiasında olan bir örgüt yıllarca soru çalmış, soru çalarak kendi adamlarını üniversitelere ve harp okullarına yerleştirmiş, böylece on binlerce insanın da hakkını yemiştir. Örgütün yöneticileri ve bağlıları bütün bunları normal saymışlar, hatta sevap işlediklerine inanmışlardır.
Yıllarca süren bu hırsızlıkları görmek, önlemek ve suçluları cezalandırmak mevkiinde bulunan yöneticiler de “Alınları secdeye değiyor.” diye düşünerek bunları görmemişler, gördülerse de göz yummuşlardır.
Alınları secdeye değen ama hırsız ve sahtekâr olan bu örgüt sonunda gerçekten bir millî güvenlik sorunu olmuş ve alçakça bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Ancak 250 şehide mal olduktan sonra örgüt mensupları cezalandırılmaya başlanmıştır.
Benzer örgütler bugün de vardır. Yalan dolanla insanları kandırmanın, üstelik bunu din kisvesi altında yapmanın dinle de ahlakla da ilgisi yoktur. Tarihimizde olumlu rolleri de bulunan tasavvuf cereyanlarıyla da ilgisi yoktur. Filan tarikatın veya cemaatin mensubu olduğu için, başka insanların haklarının yenmesi pahasına işe alınan, belli mevkilere getirilen kişiler belki ahlaksızlık yaptıklarını düşünmüyorlar. Belki “ideal”leri uğruna sevap işlediklerini de sanıyorlar. Ama yaptıkları düpedüz ahlaksızlıktır. Buna yol verenler, buna müsaade edenler de aynı ahlaksızlık girdabının içindedirler. Çünkü ortada hakları yenen insanlar vardır. Liyakatsiz oldukları hâlde kayırılan insanların, başında bulundukları işleri bozmaları, devleti zarara sokmaları vardır. Neresinden bakarsanız bakın, hak yemek, liyakatsiz insanları iş başına getirmek ve bütün bunlara müsaade etmek ahlaksızlıktır.
Ahlaksızlığın en vahimi din görüntüsü altında yapılanıdır. Dinler, özellikle bizim dinimiz ahlak kavramı üzerine kurulmuştur. Ahlak, Müslümanlığın en önemli kavramlarından biridir. Neredeyse bütün emirler ve yasaklar ahlak kavramı için vardır. Namaz kılmak da oruç tutmak da öyledir. İbadet, kötülüklerden, ahlaksızlıklardan arınmak için yapılır. Sadece Allah’ın kulu olduğunuzu bilirsiniz. Başkalarına kulluk etmezsiniz. Kul hakkı yemekten korkar, Allah’a sığınırsınız. Böyle bir dinin mensubu olan, bununla gurur duyan insanlar başkalarının hakkını yer mi, yalan söyler mi, insanların malına, hele hele devletin malına el uzatır mı?
Eğer bir ülkede bu tür ahlaksızlıklar toplumda mazur görülür, hele hele insan kayırmalar, devlet malına el uzatmalar, yönetim kademelerinde aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya doğru yayılırsa o zaman ahlaksızlık gerçekten bir millî güvenlik sorunu hâline gelir. Düşününüz ki bir ülkenin millî varlıkları ona buna peşkeş çekiliyor, stratejik değeri olan tesisler yabancılara satılıyor, devlet bankalarından hakkı olmayan iş adamlarına krediler veriliyor, “Sen benim için şunları yap, ben de sana şunları sağlayayım.” deniliyor… Böyle bir durum millî güvenlik sorunu sayılmaz mı?
Yazarların hüküm cümlesi yerine soru cümleleri kurmak zorunda kalmaları bile ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldığımızın belirtisidir.
Telefonumuza, televizyonumuza güvenemiyoruz. Topumuza, tankımıza, tüfeğimize güvenemiyoruz. Hangi ihalede hangi iş adamına ne verildi acaba, diye şüpheler içinde kalıyoruz. Şüphe insanı kemirir. Toplumun büyük çoğunluğunda böyle şüpheler varsa toplumdaki birlik ve güven duygusu da kemiriliyor demektir. Ahlaksızlığın yol açtığı bu durum da başlı başına bir millî güvenlik sorunudur.

28 Kasım 2019 Perşembe

Sedat Peker'e Tertip mi Yapıldı?

Sedat Peker'e Tertip mi Yapıldı?



29/10/2002 - 03:42 
      




















Sedat Peker. O kendini iş adamı olarak tanımlıyor, artık karanlık dünyadan uzaklaştığını ve kanunsuz bir işi olmadığını söylüyor. Neden bir iş adamı oradan oraya, arkasında 15-20 kişilik bir grupla gider belli değil ama Polis’in onun yakasını bir türlü bırakmadığı açık.

Son günlerde ismi yine gazete sayfalarında;

-İstanbul'da önceki gün vefat eden Sedat Peker'in babası Ahmet Peker, kılınan cenaze namazının ardından uzun bir konvoy eşliğinde Adapazarı'na getirildi. Sedat Peker'in babası Ahmet Peker, Adapazarı Emirdağ Mezarlığı'nda toprağa verildi. Adapazarı Emirdağ Mezarlığı'nın önü tarihi kalabalıklarından biri daha yaşadı. Sedat Peker babasını kendi elleriyle defnetti.

-Tatlıses-Peker buluşması Akmerkez’i karıştırdı. İbrahim Tatlıses ile Sedat Peker'in Akmerkez'de buluşması üzerine polis harekete geçerek alışveriş merkezini bastı. Siyah takım elbiseli 15 kadar adamıyla dün saat 18.30'da Akmerkez'e gelen Sedat Peker'in İbrahim Tatlıses ile buluşması, her iki isme karşı da hassas olan polisi harekete geçirdi. Cinayet Büro Amirliği ve Organize Suçlar Şube Müdürlüğü ekipleri, Akmerkez'e doldu. İbrahim Tatlıses ve Sedat Peker, Beymen mağazasına girdiklerinde polis tarafından alı konuldular. Tatlıses ve Peker, mağazanın depo bölümüne götürüldüler. Beymen'de 2.5 saat mahkemeden çıkacak üst arama izni için alıkonulan Tatlıses serbest bırakılırken, Peker gözaltına alındı.

-Peker’in adamı komiser çıktı. Peker'le birlikte gözaltına alınan eski komiser Aziz Saka'nın ise Peker için çalıştığı ve 15 trilyon liralık bir servete sahip olduğu iddiaları ortaya atıldı. Dün Peker'i, şoförü Yener Keskin ile korumaları Boğaç Kağan Murathan ve Gaffar Karademir ile birlikte gözaltına alan Organize Suçlar Şube Müdürlüğü ekipleri, Aziz Saka ve Hepdeğer Urhan'ı da şubeye götürdü. Bu kişilerden Aziz Saka'nın eski bir komiser, Hepdeğer Urhan'ın ise polis memuru olduğu ortaya çıktı. Aziz Saka'nın, adına kayıtlı biri Rusya'da diğeri Romanya'da iki şirket bulunduğu ve yaklaşık 15 trilyon liralık bir servete sahip olduğu ileri sürüldü. Polis memuru Hepdeğer Urhan'ın ise, Ağustos ayında otomobilinin bagajında ölü olarak bulunan Şişecam'ın Eski Müdürü Ali Osman Karar'ın öldürülmesiyle ilgili olarak gözaltına alındığı belirtildi

-İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürlüğü'ndeki sorgu ve işlemleri tamamlanan Peker, gözlem altına alınan diğer kişilerle birlikte bu sabah şubeden çıkartılarak İstanbul DGM'ye götürüldü. Mahkeme Peker’i tutuksuz yargılanmak üzere serbest bıraktı.

SEDAT PEKER









-İstanbul DGM'de önceki gün akşam geç saatlere kadar sorgulanıp 7 arkadaşıyla birlikte tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Sedat Peker'in sevinci kısa sürdü. Emniyette 4 gün gözetim altında kalan Peker ile arkadaşı Ersin Kuştemir'in serbest bırakılmalarına, sanıkların ilk sorgularını yapan DGM Cumhuriyet Savcısı Ali Cengiz Hacıosmanoğlu itiraz etti. Savcı Hacıosmanoğlu, İstanbul 5 No'lu DGM Yedek Hakimliği'nin serbest bırakma kararına, aynı mahkemenin asıl hakimliği düzeyinde itirazda bulunarak sanıklardan Peker ve Kuştemir'in tutuklanmalarını istedi. Mahkeme dosya üzerinden yaptığı inceleme sonunda savcının istemini kabul ederek Peker ile Kuştemir hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkardı. Hemen harekete geçen Organize Suçlar Şubesi ekipleri, Peker'i Beykoz'daki evinde yeniden gözaltına alarak Emniyet Müdürlüğü'ne getirdiler. Peker, DGM çıkışında gazetecilerin, "Neden tutuklandınız?" şeklindeki sorusunu, "Kırmızı ışık ihlalinden tutuklandım" diye yanıtladı.

-Sedat Peker meydan okudu. Çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmak suçundan DGM'ye çıkarılan ve geçtiğimiz günlerde tutuklanarak Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne konulan Sedat Peker, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada meydan okudu. Hayatının hiçbir döneminde ölümden korkmadığına dikkat çeken Sedat Peker, "Bu film daha önce Türkiye'de oynandı. Ben böyle bir filmde rol almam. Bana bu komployu kuranlar, zekamı unutmasınlar" dedi. Peker, "Bana karşı söylenen mafya nitelemesi; şahsımı rahatsız ettiği için bana karşı komployu düzenleyen insanları benim bu şekilde nitelemem haksızlık olur. Polis tahkikatında Nuri Ergin'in kardeşini vurdurttuğum ve bir adamını öldürttüğüm, daha sonra da öldüreni Makedonya'ya yolladığım soruldu. Bu insanları bana düşman etmek isteyen kişilerin, tutuklanmama sebep olan komployu kuranlar olduğunu zannediyorum" ifadelerini kullandı.

Sedat Peker konusunda yazmamızın sebebi, aldığımız bir mektup. ‘Ben devlette görevli bir şahısım’ diye kendini tanıtan mektup sahibi şunları yazmış:

”İnsanlar üzerine senaryolar hazırlayıp oynanması hiç hoş değil. Yazıyı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Peker dosyasında çok ilginç olaylar oluyor. Devletin içinde bazı birimler şöyle bir tezgah hazırladı;

Alakasız bir dosyadan Peker hakkında zorla ifade alındı. Yaklaşık 1 aydır da aranıyor gözüküyordu.

Bir aydır aranan adam oldukça kalabalık bir Cenaze töreni yaptı ve devletin bütün kolluk güçleri oradaydı.

Aranan adam da oradaydı. Nitekim bundan iki gün sonra gözaltına alındı. Sahte bir dosyadan mahkemeye çıkarıldı. Mahkemeye Ersin Kuşdemir adında bir şahıs getirildi. Şahıs aleyhte ifade verecekti ancak mahkemeye çıkarken görüldü ki haplanmıştı ve bayıldı. Bunu anlayan Savcı ve Peker’in avukatları kan tahlili istedi. Şahıs Şişli Etfal’e gitti. Ne hikmettir ki orada kan tahlili yapamadılar. Orası sağlık ocağı olduğu için kan tahlili yapılamıyordu.

Oradan Adli Tıb’a gidildi. Orada da doktor yok olmuştu. Şahsı, oradan arabaya tekmeleyerek bindirdiler. Hem de öz abisinin gözleri önünde. Ve ortadan 2 saat kaybolmasını müteakip 8 saat sonra DGM’ye şahıs kan tahlili yapılmadan geri getirildi ve ifade verdi.

Hakim, gözünün önündeki adamın davranışlarına itibar etmediği için Peker’i serbest bıraktı.

Ama düğmeye basılmıştı bir kere.

Bir gün sonra Peker tutuklandı ve Tekirdağ’ı Cezaevine gönderildi ve neticede kanlı tezgah başladı.

Aynı cezaevinde Vedat Ergin’de yatıyor. İçerde bir şey olmasa bile , dışardan ziyarete gelindiğinde iki tarafın tanıdıkları arasında bir çatışma kesin çıkacak. Bunun sonunda çok büyük bir kan pazarı oluşacak. Çünkü Peker’in grup yapılanması çok başkadır. En ufak bir çatışmadan sonra göreceksiniz ki bunun önüne kimse geçemeyecek.

Bu tezgahın devamı var. Aleyhte ifade veren Ersin Kuşdemir, Edirne cevaevine gönderildi. Orada da Nuriş lakaplı şahıs yatıyor. Orada söz sahibi devlet, Ersin Kuşdemir’i Peker’in adamı diye yolladı. Göreceksiniz ki Ersin Kuşdemir orada ölecek! Mafya, aleyhinde ifade veren adamı öldürmüş olacak.

Bu komplo teorisi değil. Bu yaşanacak bir süreç...”

Evet, böyle bir tertip var mı? Varsa amacı nedir, bu kime, ne fayda sağlıyor?

Bütün bu suallerin cevabını bilmiyoruz, herhalde zamanla onlarda ortaya çıkar.

Baş edemediği kişileri birbirine kırdırmak devletin işi olamaz ve asla olmamalı.


Suçlu dahi olsalar, kişilerin hayatını korumak devletin en önemli görevi...


***

Suriye Çıkmazında Türkiye Tek Başına.,

Suriye Çıkmazında Türkiye Tek Başına.,




İç savaşın dünya savaşına dönüştüğü Suriye’de her gün,her saat, hatta her dakika yeni yeni senaryolar üretilip sahnelendiği kanlı bir sinema setine dönüşmüştür. Kanlı senaryonun baş aktörü Beşşar Esed ve rejimi olsa da senaryoyu yazan, yönetenler ise yüzyıllardır haçlı ruhu ile beslenen, insan ve İslam düşmanı olan, Büyük İsrail Devleti’ni kurma hayali ile Ortadoğu coğrafyasını kan gölüne dönüştüren vampir siyonist devletlerdir.

Bu devletler zamanın ve dönemin şartlarına göre kostüm değiştirerek bazen rejim yanlısı, bazen muhalif gruplar yanlısı çoğunlukla da Suriye’de isimleri 100’leri geçen sayıları 100.000’leri geçen terör örgütleri ile ittifak halindeler. Bu örgütler Suriye’yi yok etmek için birlik oluşturan her devlet için ayrı bir anlam ve mana ifade etmektedir. Kimi devlete göre ‘X’ Örgütü terörist iken diğer bir devlet için ‘X’ Örgütü barış elçisi veya müttefik olarak kabul edilmektedir. Hal böyle iken ‘’At İzinin, İt İzine Karışmış’’ olduğu Suriye’ye huzurun ve barışın gelmesi yakın bir tarihte ufukta gözükmüyor. Çünkü hem Esed Rejimi hem de söz sahibi devletlerin bugün aldıkları barış yanlısı bir karar, mutabakat veya sözleşme bireysel menfaatleri çakıştığı andan itibaren susan silahlar bir anda savaş haline dönüşerek, kanlı dram durduğu yerden yeniden devam edilebiliyor.

Silah tüccarı devletlerin poligon alanına dönüşen Suriye’de maddi tahribat boyutu 2011 yılı öncesi mevcut durumuna bakıldığında en az 50 yıl geriye gitmiş, insani tahribat boyutu ise tarihin en kanlı sayfalarında 1000 yıllarca konuşulacak,yazılacak bir yıkım, dram ve acı merkezi olmuştur. Bu tahribat ve acıya neredeyse bütün dünya spor müsabakası izler gibi seyirci kalmış iken, Türkiye acının başladığı günden itibaren 4 milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapmış,kanayan yaralarına derman olmuş,toprak bütünlüğü için uluslararası aktörleri bir araya getirmiş, DEAŞ/PKK/YPG/PYD gibi terörist grupları etkisiz hale getirmek için büyük askeri harekatlar yapmış,yapmayada devam etmektedir.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

İmbat MUĞLU
Dr., Güvenlik ve Terör Uzmanı

http://stratejistdergisi.com/entries/g%C3%BCvenlik/suriye-%C3%A7%C4%B1kmaz%C4%B1nda-t%C3%BCrkiye-tek-ba%C5%9F%C4%B1na

***

Suriye'de hedef doğru, 'Ortak' yanlış

Suriye'de hedef doğru, 'Ortak' yanlış 



Erol MANİSALI

Sal Eki 15, 2019 11:40

Suriye'de hedef doğru, 'ortak' yanlış Ankara’nın Suriye’de ABD tarafından YPG üzerinden kurdurmak istediği Kürdistan ayağını “engelleme hedefi” doğrudur: müdahale esas olarak bunun için yapılıyor: hem ABD’nin bu girişimini engellemek hem de Suriye’nin bütünlüğünü korumak.
Ama bu doğru hedefe varmak için “Kürdistan stratejik amacını 1980’li yıllardan beri, fiili politikaları ile yürüten ABD ile uygulamak yanlıştır”. Aynen 1990’ların başında Ankara’nın ABD “talebi” üzerine Çekiç Güç’ü kabul ederek Irak’ın parçalanmasına yol açması gibi. ABD bugün, 1990’lı yıllarda olduğu gibi, “Ankara’yı razı ederek, BOP ve Kürdistan politikasını yürütüyor.”
Bu gerçek aklı başında herkes tarafından, iki artı ikinin dört ettiği kadar biline biline “Ankara doğru hedefine yanlış ortakla gidiyor”, neden? Türkiye’nin stratejik ulusal çıkarları, Ankara’nın Şam ile stratejik bir ortak gibi işbirliği yapmasını gerektirdiği halde bu siyasi irade neden gösterilemiyor?
- İşler, ABD’nin uzun vadeli stratejisi doğrultusunda yürüyor.
- “Mutabakata göre” Ankara, sadece sınırlı bir koridorun dışına çıkmayacak, YPG’yi onun ötesinde kovalamayacak.
- Peki, YPG o zaman dar koridor dışında, Güney’de Suriye’nin parçalanmasına ABD güvencesi altında kavuşacak ve Irak’taki durum tekrarlanacak. Ve Türkiye’nin esas hedefi gerçekleşemeyecek.
- “Uluslararası hukuk sonucu”, Ankara’nın Suriyelileri zorla gönderip idari kararla yerleştirmek istemesi, “konuyu zaten istismar etmeye başlayan Batı çevreleri ve Arap çevreleri tarafından engellenecek”.
- Elimizde de “bonus” olarak, dünyanın en azılı dinci radikal katiller gurubu IŞİD kalacak.
Bütün bu yazdıklarım, Türkiye’de aklı başında büyük bir çoğunluk tarafından benimsenen gerçekler olmasına karşın, Ankara tarafından neden değerlendirilemiyor? Arap Baharı felaketi ile ABD’nin başlattığı operasyona Ankara “dahil ettirilerek” Türkiye işin içine, çıkmamacasına sokuldu. Yemen’den Mısır’a, Suriye’den Libya’ya, Ortadoğu (ve Araplar) birbirine düşürüldü.
Siyasal İslam odaklı politikalarla Ankara’nın Şam’la arası açılarak Suriye’nin parçalanmasına yol açıldı. Şimdi biz, YPG’ye 50-60 bin TIR silah vererek onu eğiten ABD ile birlikte, YPG’ye karşı “haklı müdahalemizi yürütüyoruz”: hedef doğru, ortak yanlış.
“Ortağımız” Trump bize her türlü tehdidi ve şantajı yapıyor. ABD’nin bize karşı inşa ettiği PKK ve YPG’ye , “ABD ile mutabık kalarak” engel olmaya çalışıyoruz.
Yalnız Batı’yı değil, olmayan Arap dünyasını da karşımıza aldık, Körfez’den Mısır’a kadar. Prof. Brian Arthur’un “karmaşa kuramı” her şeyle hiçbir şey, varlar ve yoklar arasındaki silkelenmeleri, geliş gidişleri inceler. Tesadüfler, “pozitif dışsallıklar ve negatif (!) dışsallıklar” bizim bugünkü durumumuza çok uyuyor.
Hep anlatmaya çalıştığım gibi, siyasal İslam ve “Batıcılık” birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Emperyalizm son 150 yıldır bu sayede yaşadığımız coğrafyayı sömürerek bir bataklığa çevirmiştir. Körfez, Hazar, Karadeniz, Doğu Akdeniz dörtgeni kan gölü haline sokuldu ve bitmedi.
Atatürk Türkiyesi bu bataklığa karşı çıkıp Lozan’a ve Atatürk devrimlerine ulaşabildiği için “içerideki Batıcılar tarafından karşı çıkıldı”. Batı açısından, “bölgede kötü örnek oldu”.
Ankara Suriye’nin bütünlüğü ve YPG (PKK)’nin hakkından gelmek için, ABD ile değil, Şam ile “mutabık kalmak” zorundadır. Aksi halde sonuç, Çekiç Güç ve Irak’tan farklı olmaz. Ankara, bu siyasi iradeyi ortaya koymak zorundadır.
Yoksa Suriye bataklığından hiçbir şekilde çıkamadığımız gibi, emperyalizmin Kürdistan projesinin önünü kesmemiz imkânsız hale gelir.
Ankara’nın Esad’la kavgası en çok ABD’yi, İsrail’i, FETÖ’yü ve Kürtçüleri mutlu eder. Bu çok açık duruma karşın Ankara’nın Şam’la yoğun işbirliğine girememesinin arkasında başka nedenler mi var? Bunu bilmek, 82 milyonun en doğal hakkı: çünkü canıyla, kanıyla, ekonomisiyle bedeli ödeyen halkımız oluyor.

Erol MANİSALI, 
15 Ekim 2019
erolmanisa@yahoo.com
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."
***

ADALETE SESLENİŞ, BÖLÜM 4

ADALETE SESLENİŞ, BÖLÜM 4




Sen misin Bizim Casusu Yakalayan...

Savaşman’ın yakalanmasından bir süre sonra, henüz dava aşamasında karşı hücum başladı. Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi “Kontrgerilla” diye planlı bir dizi yayınlamaya başladı. Birkaç uyduruk haberden sonra ana hedeflere yöneldiler. İlk hedef Hiram Abas’tı



08 Ağustos 1978 – AYDINLIK

“ClA'nın okullarında 4 yıl eğitilen Kontrgerilla şefi, İstanbul'daki bütün provokasyon ve tertiplerin ardındaki beyin: M. HİRAM ABAS. M. Hiram Abas, İstanbul'daki bütün tertip ve operasyonları planlayan Kontrgerilla şefiydi. CIA ve MİT adına Faik Türün'e danışmanlık yapıyor, İstanbul Kontrgerilla Karargâhı ile CIA ve MİT'in irtibatını sağlıyordu. Gemi batırma olayları, Elrom olayı, Fırtına Tatbikatları gibi tertip ve saldırılar Hiram Abas'ın başı altından çıktı. Hiram Abas, işkence ve operasyon hastası. Görevli olmadığı halde 12 Mart'taki bütün baskınlara en önde katıldı. Yeni işkence yöntemleri geliştirdi ve bu yöntemleri bizzat uyguladı. Hiram Abas, Türkiye'deki masonların ileri gelenlerinden Hilmi Abas'ın oğlu. YARIN: Hiram Abas şimdi nerede görevli?”
Fabrikasyon haberler tam yol devreye girmişti. Bu haberin yazıldığı tarihte Hiram Abas 4 yıl CIA okullarında eğitim görmek değil, ABD'yi bile görmemişti. Elrom olayını bile Hiram Abas'a bağlayan Aydınlık, ertesi günü Hiram Bey’in adresi, evinin, otomobilinin ve kendisinin resmi de verilmişti.


09 Ağustos 1978 - AYDINLIK

“Hiram Abas dört gün önce yine İstanbul'a geldi, Çiftehavuzlar'daki eve indi. Muhabirlerimiz, Abas'ın bu resmini evden çıkıp, BMW marka koyu yeşil arabasına binerken çektiler.
•Halen devlet görevlisi olarak işbaşında. M. Hiram Abas. MİT Merkezindeki MAH Başkanlığında görevli. 
•MİT içinde itibarı sarsılan CIA ajanları Hiram Abas'a Sabahattin Savaşman'ı yakalatarak durumlarını korumaya çalıştılar. 
• Hiram Abas sık, sık İstanbul'a geliyor. Yayınımızın ilan spotları çıktığında MİT, Hiram Abas'ı uyardı. 
•12 Mart'ta İstanbul'daki bütün provokasyonları planlayan Hiram Abas, Ankara'da MİT Merkezinde, Milli Asayiş Hizmetleri (MAH) Başkanlığı'nda görevli.
...Hiram Abas'ın İstanbul'a gelince kaldığı, Çiftehavuzlar Cemil Topuzlu Caddesi, No: 32'deki apartmanın 2 nolu dairesinde kalıyor. ...Hiram Abas, Sabahattin Savaşman olayında önemli rol oynadı.

Bilindiği gibi bu yılın başlarında MİT İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman, Kıbrıs konusundaki bazı gizli karar ve haritaları, CIA ve İngiliz Entelijans ajanlarına verirken yakalandı ve tutuklandı. Yakalanma olayı. MİT'in Gaziosmanpaşa semtindeki "Misafir evi - Guesthouse"nda meydana geldi. Savaşman burada, belgeleri CIA ajanı William Philips'e verirken üç MİT ajanı tarafından yakalandı.
Aslında Savaşman, MİT ajanlarının sürekli yaptıkları işlerden birini yapıyordu. MİT ajanları gerektiği zamanlar, gelişmelerden CIA'yı haberdar eder, CIA'nın yardım ve tavsiyelerini alırlar. Ama bu seferki olayın bilinmeyen ilginç bir yönü de vardı. Savaşman'ı ihbar eden, CIA'nın okullarından yetişen ve 12 Mart sırasında bütün gelişmelerden CIA'yı haberdar eden Hiram Abas'tı. CIA'nın adamı Hiram Abas, neden Savaşman'ı CIA ajanı diye ihbar ederek birdenbire "vatansever" pozuna girmişti?
İşin aslı şuydu: 12 Mart' tan sonra Hiram Abas'ın ve MİT içindeki bir kesimin itibarı sarsılmış ve bunlar tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Bir olay yaratarak tekrar itibar kazanmaları gerekiyordu. Bunun için  Sabahattin Savaşman "feda" edildi. Bu görevi de, provokasyon ve baskın ustası Hiram Abas yerine getirdi. Hiram Abas, Savaşman'ı yakalayarak MİT içindeki bugünkü itibarlı ve etkili yerine ulaştı ve yerini iyice sağlamlaştırdı...”
Hiram Bey’den sonraki hedef bendim:

24 Ağustos 1978 - AYDINLIK

“ERENKÖY İŞKENCE MERKEZİ’NDEKİ BİNBAŞI - İstanbul Kontrgerillasında işkence provokasyon ve İstihbaratı yöneten «BEŞLİ ÇETE»den. MEHMET EYMÜR (CENGİZ ABAOGLU):



Erenköy'deki işkence merkezinde "Binbaşı" olarak çağrılırdı. Buradaki bütün işkenceleri M. Eymür yönetti ve uyguladı. Babası eski MİT'çilerden Mazhar Eymür babasının himmetiyle MİT içinde hızla yükseldi. Halen MİT’te önemli bir mevkide bulunuyor. Eymür, 35 yaşlarında, uzun boylu, kumral, soluk benizli ve dazlak. Beşiktaş'ta Resim ve Heykel Müzesinin yanındaki MİT Merkezinde çalışıyor. Küçükbebek'te oturuyor. Muhabirlerimiz, Eymür'ün yukarıdaki fotoğrafını evinden çıkarak turuncu renkli Renault arabasına binerken çektiler.

 KIZILDERE OPERASYONUNA KATILDI 

- Eymür, İstanbul Kontrgerillasında işkenceci olarak çalışırken Kızıldere operasyonuna da katıldı. Mahir Cayan ve 10 arkadaşı, Niksar'ın Kızıldere köyünde sarılmıştı. Hemen buraya ordu ve MİT içinden seçme elemanlar gönderildi. Bu elemanlar arasında Mehmet Eymür da vardı. Açılan yoğun ateş sonucunda Mahir Cayan ve 9 arkadaşı öldürüldü. MC CUNTASINDAN - Mehmet Eymür, 12 Mart'tan sonra da görevini sürdürdü. Halen MİT içinde önemli bir mevkide bulunuyor. İstanbul Beşiktaş'ta Resim ve Heykel Müzesinin yanındaki MİT Merkezinde çalışıyor. Haftalık "7 Gün" dergisinde yayınlanan işkencelerle ilgili bir dizide adı geçince, MİT, dergiye iki kişi göndererek, yayının durdurulması için baskı yaptı. Eymür, MİT içinde "MC Cuntası" olarak anılan gruba mensup. Faşist görüşleriyle tanınıyor. BABASI DA MİT'Çİ - Mehmet Eymür'ün babası Mazhar Eymür da eski MİT'çilerden ve Mason. Mehmet Eymür, MİT'e babasının tavsiyesi üzerine girdi ve babasının isminden yararlanarak hızla yükseldi. İnce tel çerçeveli gözlük takıyor. Turuncu Renault marka bir arabası var. Eymür, Küçükbebek'te soldan yukarıya doğru çıkan ve Bebek- Beşiktaş-Taksim dolmuşlarının kalktığı Küçükbebek caddesinde sağ koldaki dördüncü apartmanın zemin katında oturuyor...”
Benden sonraki hedef Ankara Bölge Başkanı Em. Alb. Süleyman Yenilmez’di. Hiram Bey ve benimle ilgili iftira kampanyası günümüze kadar devam etti.



Yüzyıl: “Gidici Olduğunu Bildirmiştik”

Hiram ABAS, 26 Ağustos 1990 günü AYDINLIK'ta yayınlanan adresteki evinden çıkıp, işine giderken ev civarında sinsice bir şekilde şehit edildi. Dört gün sonra AYDINLIK yerine yayınlanan Yüzyıl Dergisi, Hiram Abas’ın kanlı bir resmini kapak yapmış, son derecede çirkin iftiralarda bulunmuştu: Resmin üstünde şu yazıyordu:
“Özal sözünü tutmadı.

HİRAM ABAS’IN SON DURAĞI MAFYA.

•1.5 yıldır tedirgindi. 
•20 gün önce özel yapım bir magnum aldı. 
•Fevzi Öz ve Heybetli kumar arkadaşlarıydı”.
İç sayfalarda çirkinlik artarak devam ediyordu:
“• Çınardibi Oteli’nde Heybetli ve Fevzi Öz’le, Dragos’ta Dündar Kılıç’la poker oynardı. 
•MİT Müşaviri: Hiram, MİT’te iken de karanlıkta dolaşan biriydi. Ayrılınca karanlığa bütün boyuyla daldı.

BEYAZ PİYASASINA ÇOK HIZLI GİRMİŞ.

•Hiram Abas “uluslararası silah kaçakçısı” Gandur’un Türkiye’ye giriş yasağını kaldırttı. Emekli olunca Gandurlara danışman oldu. •Mafya içi hesaplaşma olabilir. Beyaz işinde bir atak yapmaya kalkışmış, rakipleri tarafından ortadan kaldırılmış olabilir”.
İstedikleri gibi yazdılar, nefret dolu, adeta devlete, güvenlik güçlerine, hukuka, adalete meydan okurcasına... “Biz zaten gidici olduğunu çok önceden bildirmiştik” diye başlık attılar fütursuzca...
Devlet, eski MİT Müsteşar Yardımcısını ne yaşarken, ne de öldükten sonra korumamıştı. Savaşman’dan ilk şüphelenip üstlerine bildiren ve suçüstü yakalanmasına neden olan Hiram Abas hedef gösterilmiş, öldürülmüştü.
AYDINLIKÇILAR, öldükten sonra bile onu aşağılamaya çalıştılar. Doğu Perinçek ve AYDINLIKÇILAR'a kimse hesap sormadı, sormadı...
MİT sus-pus olmuştu, aydınlar, milliyetçiler, basının ağır topları, savcılar, hakimler, güvenliği sağlayan yöneticiler hep sustular ve işte bu günlere, doğru ile yanlışı birlikte yaşadığımız bu karışık günlere, geldik. Kimse, bir gün sıranın kendisine gelebileceğini düşünemedi...
NATO’nun Babası Yakalanıyor
Savaşman olayından sonra, CIA ve SIS’in başkanlarının Müsteşar Hamza Gürgüç'e bu tip olayların tekerrür etmeyeceğine dair verdiği teminatın geçerli olmadığını ve bunun istihbarat faaliyetlerinin karakterine uymadığını belirtmiştik.



Nitekim Doğu Perinçek ve AYDINLIK Grubuna el altından bilgi veren ve yazılar hazırlayan Emekli Hava Kurmay Albay Turan Çağlar 16 Mart 1983 tarihinde İstanbul'da CIA mensubu ile gizli bir buluşma sırasında suçüstü yakalandı.
MİT İstanbul Bölgesince yürütülen faaliyet neticesinde tenha bir yerde gerçekleşen gizli buluşma görüntülenmişti. Amerikalı John, 34 CA 200 plakalı aracı kullanıyordu.

Turan Çağlar, NATO’nun Kuzey Avrupa Hava Kuvvetleri Karargâhında görevli iken Mart 1954’te Napoli’deki NATO Hastanesinde doğan kızına "Lale NATO" ismini koyan Hava Muhabere Yüzbaşıydı. Çağlar, 30 Ağustos 1957’de Binbaşı, 30 Ağustos 1960’da Yarbay oldu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Basın Yayın İstanbul İl Temsilciliği ve İstanbul Radyo Evi Müdürlüğü yaptı.
İhtilal faaliyeti ile ilgili "Balon Operasyonu'nda" da ismi geçen, orduda ve MİT’te üst düzeyde ilişkileri bulunan Turan Çağlar, sorgusunda bu güne kadar kamuoyuna yansımayan ilginç şeyler anlatmıştı. Turan Çağlar casusluk faaliyetini on yılı aşkın bir süredir devam ettiriyordu.



İngiliz Haber alma Servisi SIS'den John, Amerikan Merkezi Haber alma Servisinden Nick, Billy, John ve ismini hatırlayamadığı, “sarhoş” adını taktığı kişiler ile ilişki kurmuştu. ”Devletin emniyeti ve dahili veya beynelmilel siyasi menfaatleri icabından olarak gizli kalması gereken bilgileri” bu kişilere yazılı olarak veriyordu. Suç sabitti. Ayrıca evinde yapılan aramada da yeni birçok delil elde edilmişti. Görüleceği üzere bu olayda da CIA ve İngiliz Gizli Servisi SIS yan yanaydı.
Turan Çağlar tevkif edildi, mahkemesi kamu güvenliği sebebiyle kapalı olarak yapıldı ve yayın yasağı konuldu! Belki bir gün bu yasak kalkar ve Turan Çağlar'ın anlattığı ilginç olaylar kamuoyuna yansır.
Turan Çağlar tutuklu bulunduğu cezaevinden İstanbul Bölge Başkanlığına bir mektup yazdı ve sorgusu sırasında kendisine gösterilen yumuşak ve nazik muameleye teşekkür etti. Bir müddet sonra gazeteler Turan Çağlar'ın cezaevinde kalp krizinden öldüğünü yazdılar. 1Em. Hava Kur. Alb. Turan Çağlar gazetelerde çıkan birkaç ufak haberle kaldı ve unutulup hafızalardan silindi. İlginç olan basın kuruluşlarının hiç birinin ulaşamadığı bilgilere her nasılsa ulaşabilen Doğu Perinçek’in, bu sefer bu konuda suskun kalmasıydı. Hem de Turan Çağlar eski bir kaynakları ve yazarları olduğu halde...



Savaşman’ın Kitabı!

Sorgusunda Sabahattin Savaşman’ın pişmanlık duyduğunu, bu utançla yaşamayacağını, yaşarsa kitap yazacağını söylediğini belirtmiştim.
Savaşman sözünü tuttu ve yazdıklarını Doğu Perinçek’e verdi. Perinçek’in desteği ile AYDINLIKÇILARIN “Kaynak Yayınları”nda basılıp “3. Adam Anlatıyor MİT CIA İlişkisi” ismiyle kitap yayınlandı. Tuhaflığı kitabın “İçindekiler” sayfasına bakınca göreceksiniz. Kitapta Savaşman’ın anılarından ziyade Doğu Perinçek’in savunması yer almış...

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ – 7,
I- MİT'İN ÜÇÜNCÜ ADAMI SAVAŞMAN'IN ANILARI

Jimmy'le Tanışmamız – 11
ClA'yla Temas - 16
Teşkilât-İsrail-İran Üçgeni - 21
Teşkilât'ın Ordudan istihbarat Elde Etmesini Sağladım - 25
Cunta'yla Karşı Karşıya - 29
İşkence - 33
Yakalanışım - 36
II-SAVAŞMAN OLAYI (Mehmet Eymür'ün Anıları) - 40
Fabrikatör - 54
III-DOĞU PERİNÇEK'İN "EYMÜR'ÜN ANILARI”NA YANITI
Altı Karşılaşma - 71
Savaşman, ClA-MİT işbirliğini sergiledi - 72
CIA'nın "Our Boys"unun Hedefiydik - 73
ABD Tutmazsa İngiltere - 74
O da olmadı, Almanya - 75
Olmadı. "FKÖ Casusu" - 76
Hep ABD ile Özal'la Birlikte - 77
Eymür'ün Doğruları - 78
Hiram Bey'in Körfez Politikası - 78
Eymür Niçin Piyasaya Sürülüyor? - 79
Amerika'da Yahudi-Hıristiyan-Müslüman Düğünü



Şimdi sizi bir düğüne götürmek istiyorum. 2008 yılında Amerika’da yapılan bir düğüne. Yahudi-Hıristiyan aileden gelen Sharon Watkins ile Müslüman Tuğrul Keskin’in düğünü. (Daha fazla bilgi almak için Weddingfire, Travelersjoy, Revendelisheva bağlantılarına bakabilirsiniz.)



Kim bu Tuğrul Keskin diyeceksiniz?

Damat Tuğrul’un esas soyadı Keskingören. İstanbullu, Üsküdar Doğancılar’dan. Üsküdar Halide Edip Adıvar Lisesi mezunu. Lise dönemini bilmiyorum ama ABD’deki Üniversite hayatı ve yaşamı bir hayli karışık. PKK’nın Washington’daki üst düzey temsilcisi Kani Gulam ve Amerikan Kürt Enformasyon Örgütü – AKIN’dan tutun, Türk istihbarat birimlerine, Ebulfeys Elçibey’den, Iraklı, İranlı Türkmen Liderlere, bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu’na kadar uzanan karmaşık ilişkiler. Hem istihbarat elemanı, hem Akademisyen, hem Gazeteci hem de AYDINLIK’ın ABD Temsilcisi. Ayrıca “Açık İstihbarat” isimli sitenin yazarlarından.




Bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu, “Cumhuriyete Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri” adlı yazısında Tuğrul Keskingören ve bazı diğer kişiler için şöyle diyordu: “En önemlisi de, Türkiye'de espiyonaj, ajitasyon faaliyetleri dahil her türlü etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık içinde yer alan yabancı vakıf temsilciliklerinin karşılıkları mutlaka bu ülkelerde açılmalıdır. Örneğin, Almanya'da, Türk Devleti'nin himayesinde bir "Türkiye Araştırmaları Merkezi", Türkiye'de de bir "Almanya Araştırmaları Merkezi" süratle açılmalıdır.
Adı her ne olursa olsun, "merkez", "enstitü", "vakıf temsilciliği" gibi akademik oluşumlar, Fransa, İngiltere ve özellikle de ABD'nde harekete geçirilmelidir.
Bu görevler için Türkiye'ye bağlılığını fazlasıyla kanıtlamış Atilla Ongun, Tamer Bacinoğlu, Dr. Yağmur ve Dr. Buğra Atsız, Tuğrul Keskingören gibi konularının uzmanı Cumhuriyet aydınları mevcuttur.
ABD'ndeki "Türk Araştırma Merkezi", CIA ve Fethullahçıların yönlendirdikleri akademisyenlerin yanı sıra, yanlış seçim ve hatalı yönetim nedeniyle sadece para yutan, hantal, işlevsiz bir kuruma dönüşmüştür.” Tuğrul Keskingören ve diğerleri biliniyor da, Atatürkçü Düşünce Derneği yayınlarında "Arlington'da faaliyet gösteren ‘Turkish Cultural and Political Center’ın yöneticisi" olarak bilinen, 1.nci Ergenekon İddianamesinde de ismi geçen “ismi var, cismi yok Atilla Ongun” kim?
İddianamenin 1422 ve 1423 sayfalarında, Ümit SAYIN'a ait bilgisayarda "silinmiş Chat kayıtları" bölümünde yer alan Ümit SAYIN ve ADNAN AKFIRAT arasında 24.02.2001 tarihinde gerçekleştirilen MSN görüşmesinde şu hususlar yer alıyor: “KTB'nin etkisinin beklenenden daha fazla olduğu, Ümit SAYIN'ın Amerika'dan Türkiye'ye gelmesini Masonlar ve diğer unsurların engelleyebileceğini, bu durumu Ümit SAYIN'ın Doğu PERİNÇEK'e bildirdiğini, Ümit SAYIN'ın belli bir dönem masonların içinde bulunduğunu, Masonların bütün pisliklerini ve üç kağıtlarını bildiğini, Adnan AKFIRAT ve Ümit SAYIN'ın ULUSAL Kanal'a görüntü ve bağlantı bulmak için çaba gösterdikleri, Ümit SAYIN'ın son 2 yıldır KTB ile uğraştığını.
Ümit SAYIN'ın Adnan AKFIRAT'a Atilla ONGUN'un Mart ayında Türkiye'ye geleceğini bildirerek kendisi ile temasa geçip geçmediğini sorduğu, Adnan AKFIRAT'ın şahsın henüz kendisi ile temasa geçmediğini, Ümit SAYIN'ın Atilla ONGUN'un MHP'ye çalıştığını ve dikkatli olunması gerektiği şeklinde Adanan AKFIRAT'ı uyardığı, Atilla ONGUN'un HABLEMİTOĞLU ile iyi arkadaş olduklarını, HABLEMİTOĞLU'nun kime çalıştığının belli olmadığını, her taraf ile bağlantısının olduğunu, Doğu PERİNÇEK ile yaptığı görüşmede iyi gelişmeler olduğunu öğrendiğini, DARBE olasılığının arttığını”...
Atilla Ongun, Tuğrul Keskingören’in takma adı olmasın? Ne dersiniz?
Sayın Hakimler, Sayın Savcılar,
Adaletin saygıdeğer temsilcileri.

Bunları neden yazıyorum; Teraziniz daha doğru çalışsın diye... Her şeyin göründüğü gibi olmadığını bilesiniz diye... Kuvvetlinin hukuku, hukukun kuvvetini alt etmesin diye... Derinlemesine incelemeye vakit bulamadığınız veya unuttuğunuz olayları hatırlayın diye... Benimle ilgili kara propagandalara itibar etmeyin diye... Ülkeme hizmet etmek ve tek dayanağım adalet, yani sizler olduğunuz için... Onlara gelince, onlar saldırılarına 24 Ağustos 1978’de başladılar ve bugüne kadar aralıksız devam ettiler. Beni çeşitli kılıklara soktular, inanılmaz yalanlar uydurdular.


Devlet memuru idim, cevap hakkım yoktu, gelirim ancak aylık geçimimize yetiyordu, avukat tutacak halde değildim. Devamlı beni hedef gösterdiler. Hiram Bey gibi "gidici olup" gitmem onları çok mutlu edecekti. Şansım yaver gitti ve bazı suikast planlarını kazasız atlattım. Görev yaparken de, emekli olduktan sonra da birçok kereler evimin adresini, telefonlarımı, hatta elektronik posta adresimi yayınladılar. Buna İstanbul’da beş yıldır oturduğum evin adresi de dahildir. (Adresimi, biliyor ve yayınlıyorlar ama yine de Amerika’da yaşadığım yalanını yayıyorlar. Sayın Yargıtay üyeleri bile bir kararda benim ABD’de yaşadığımı söylemişler.) Ne TCK'nın 301.nci maddesinin ilgili hükümleri, ne 2937 sayılı MİT Kanunu'nun 27.nci maddesi, ne de 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 6'ncı maddesi dikkate alınmadı.
Ulusal Kanal’da her türlü kara propagandayı, hakareti yaptılar, ilgili savcılar da, RÜTÜK de hiç birini duymadı.
Bana yolsuzlukları, hırsızlıkları, kanunsuzlukları yazdığım için davalar açan, cezalandırmaya çalışan Teşkilatım, savcılar, hakimler bunlara bir şey yapmadı, yapamadı.
Doğu Perinçek ve çevresiyle bağlantılı birçok karşılıklı şikayet ve davalarım mevcut. Tek tek saymak istemiyorum ama genelde bu karşılıklı davalarda aleyhimde işleyen hukuki, adli bir dengesizlik olduğunu düşünüyorum. Yargıtay’ın Doğu Perinçek’in lehine verdiği “ajanlık ve batılı istihbarat örgütlerince kullanılması” ile ilgili kararlar, sanki bu kararlar sadece Doğu Perinçek için verilmiş gibi, benim açtığım davalarda geçerli olmuyor. Bana: “Tekzip yolunun kullanılması ile kamuoyuna duyurulması mümkündür. Diğer bir deyişle gerçeğe aykırı olarak yapılan yayın her zaman hakaret suçuna vücut vermez. ...Davaya konu olan yazılar ve iddianameye esas alınan ifadeler bir bütün olarak ele alınıp incelendiğinde, basın hürriyeti kapsamında gazetecinin haber verme hakları içerisinde kamuyu aydınlatma kamuyu oluşturma ve eleştiri yer aldığı bunlar basının hakkı olduğu kadar görevi içerisinde bulunduğu” gibi cevaplar verildi…
Yukarıda da görüldüğü gibi kararlarınızı “Yargıtay’dan CIA maşası Mehmet Eymür’e tokat gibi karar: İftiracı Eymür, Perinçek’e tazminat ödeyecek” gibi hakaretlerle kutluyorlar, avukatları, muhabir ve kameramanlarla oturduğumuz evin kapısına dayanıp icra işlemi yapmaya çalışıyorlar. Sonra bunu Ulusal Kanal’da ve diğer yayınlarda gösteriyorlar...
Abdullah Öcalan’a “Sayın” diyenlere soruşturma ve davalar açıyorsunuz. Gayet normal değil mi? Ona “Bebek Katili” ve benzeri lafları söyleyenleri hakaret etti diye yargılamıyorsunuz...
Şimdi yukarıdaki anlattıklarıma aşağıdaki resimleri de katın ve lütfen rsimlere dikkatle bakın:



Sayın Hakimler, Sayın Savcılar,
Adalet terazisinin in saygıdeğer sahipleri.


Belirtildiğine göre Balkan Savaşı’nda 4307 şehit, İstiklal Savaşı’nda 10,885 şehit, Kore Savaşı’nda 731 şehit, Kıbrıs Savaşı’nda 654 şehit vermişiz.
Ya PKK ile mücadelemiz? Kesin rakamlar belli değil, ancak yuvarlak rakamlar var. 27 Kasım 1978’de kurulan terör örgütü PKK ile 1984-2007 yılları arasında mücadelede 6,000 asker, polis ve geçici köy korucusu şehit olmuş, 5,000 vatandaşımız da teröristler tarafından katledilmiş. Toplam zayiatımız 11,000 kişidir. Halen de kayıp vermeye devam ediyoruz. Buna kolu, bacağı kopanları, her derecede yaralananları ve ekonomik zararımızı da düşünün... Yani bu mücadelede kaybımız İstiklal Savaşına eşit veya biraz fazla. Öldürülen terörist sayısının ise 22,000 bin civarında olduğu belirtiliyor.
Şimdi soruyorum sizlere. PKK kamplarında merasimle karşılanan, PKK bayrağı altında pozlar veren, şehitlerimizin katillerinin ellerini tek-tek hararetle sıkan, Abdullah Öcalan’la sarmaş-dolaş olan kişilere, hitap ederken saygılı mı olmamız gerekir?
Ya onlar, onlara gelince artık o kadar fütursuz davranılıyor ki... AYDINLIKÇI avukatları mahkemelere verdiği dava dilekçelerinde; ‘Derin Devlet’ edebiyatı yapıyor:
“Mehmet Eymür, Aydınlık Hareketi'nin sırrını çözemez. Çünkü Aydınlık Hareketi'nin kökleri ülke topraklarının en derinindedir. Halktır, emekçilerdir, aydınlardır, köylüdür besin kaynağı. Dayanağı ise Türk Milletidir” diyor.
Aydınlık Hareketi’nin “Derin Devlet”in bir parçası olduğu doğru olabilir ama yalnız başına değil... Hilary Sumner-Boyd’lar, Troçkistler, Savaşmanlar, Çağlarlar, yabancı istihbarat ve terör örgütleri ile beraber...

Sayın Yargıçlar, Sayın Savcılar,
Adaletin saygıdeğer dağıtıcıları...


Umarım sizlere bilgilerimi, duygularımı, dert ve endişelerimi ifade edebildim. Benim ne siyasetle, ne de herhangi bir organizasyonla ilişkim yok.
Ben ailesini, ülkesini, ülkesinin insanlarını seven emekli bir memurum, eski bir istihbaratçıyım. Yaşadıklarımı, bildiklerimi, araştırdıklarımı sizlerle paylaştım...
Sancılı bir dönemden geçerken, karışan kavramlar içindeki doğruları bulmalıyız düşüncesi ile saygılarımı sunuyorum. 

21 Mayıs 2010
Mehmet Eymür



***