30 Kasım 2018 Cuma

HDP " Çözüm süreci artık hükmünü yitirmiştir " dedi ve dış aktörlerin devreye girmelerini istedi!

  HDP " Çözüm süreci artık hükmünü yitirmiştir " dedi ve dış aktörlerin devreye girmelerini istedi! 

Cahit Armağan DİLEK 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
01 Mayıs 2015 Cuma  
FİKİR TANKI

HDP "çözüm süreci artık hükmünü yitirmiştir" dedi ve dış aktörlerin devreye girmelerini istedi!

İmralı'da teröristbaşıyla görüşen HDP heyeti iktidarın ve özellikle 
Cumhurbaşkanının son açıklamalarından sonra çözüm süreciyle ilgili olarak kendi değerlendirmelerini ve taleplerini açıkladı. HDP'li Önder “Gerek ciddiyet 
anlamında gerekse de Sayın Cumhurbaşkanı'nın yürüttüğü itibarsızlaştırma 
anlamında hükümetin de buna sahip çıkmamasıyla SÜREÇ AN İTİBARİYLE HÜKMÜNÜ YİTİRMİŞTİR" dedi. “Masa var, o masada hükümet ile biz birçok mutabakat gerçekleştirdik ve ülke çökmedi, çökmez de. Şimdi siz bu masayı 
itibarsızlaştırırsanız ya da Cumhurbaşkanının yaptığı gibi tekmelerseniz, 
devirirseniz, başka bir masa devreye girer" diyen HDP'li Önder "Öcalan ile 
yeniden görüşecekseniz ve biz de gideceksek, Öcalan’ın statüsünün, 
fonksiyonunun, sizin belirlediğiniz anlamda bir yasal çerçeveye ya da hükümet 
tarafından kamuoyuna deklare edilmesine ihtiyaç var..... 

BİZİM AÇIMIZDAN YOLUN SONUNA GELDİK artık bunu toparlama görevi hükümetindir. 

O da ne şarta olur, hükümet ne yapabilir, bize verdiği sözlere ve mutabakatlara sahip çıkacağını deklare etmesiyle olur. Hükümetin “Evet, böyle bir masa var, bunun tarafları var” demesi gerektiğini kaydetti. Önder "HDP'nin müzakere heyeti olarak 

ULUSLARARASI GÖZLEMCİLERİ, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, AVRUPA PARLAMENTOSU, ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ, İŞKENCEYİ İZLEME ÖNLEME KOMİTESİ BAŞTA OLMAK ÜZERE ARTIK BU MESELEDE DEVREYE GİRMELERİ ÇAĞRISINI YAPIYORUZ" dedi. 

(Kaynak: http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/hdpden-flas-surec-aciklamasi-819270/


Görünen o ki gerçekte olmayan ama sanal olarak yürütülen çözüm süreci aslında başladığı gün bitmişti ama şimdi sürecin tarafları bunun bittiğini resmen kim açıklayacak kavgası yaparak topu birbirlerine atıyor. Aslında bu gerilim ve 
kavga siyaseti seçime gidilen bu dönemde çözüm sürecinin her iki tarafının da 
işine geliyor. İktidar partisi AKP kendisine oy kaybettirdiğini gördüğü çözüm 
sürecini dışlayan açıklamalarıyla milliyetçi oyları hedefine alırken, HDP de 
çözüm süreciyle zaten fedakarlık yaptıklarını ama şimdi hükümetin süreci sona 
erdirdiğini, üstüne düşen görevleri yapmadığını ileri sürüp kendi seçmen 
kitlesine mağduriyet hissiyle seslenip barajı geçecek oy toplamanın hesabını 
yapıyor. PKK terör örgütü de 30 yıldır elde edemediklerini 2 yıllık çözüm süreci 
döneminde kazanmış, doğu ve güneydoğuda kendi hakimiyetini ve kamu düzenini kurmuş, asker ve polisin kışla/karargahının dışına çıkmamasını sağlamış, istediği anda büyük çaplı bir ayaklanma başlatabilecek şekilde şehir merkezleri dahil bölge genelinde eleman ve silahlarla gerekli konuşlanmasını yapmıştır. 
Kısa dönemde anayasal açıdan istediklerini alamayacak olsa da mevcut de facto 
durumun bir süre daha devam etmesi bölgede kendi düzeninin iyice 
sağlamlaştırılması bağlamında terör örgütünün işine gelmektedir. Dolayısıyla 
süreç biter, bittecek, bitiyor, bitti gibi, yolun sonunda gibi açıklamalar seçim 
arifesinde sürecin taraflarının (AKP-HDP-PKK) işine yaramaktadır ve danışıklı 
dövüş olarak yapılmaktadır. PKK'nın şehir merkezlerinde silahlarıyla dolaştığı 
hatta kamplarının olduğunu bilen hükümetin buna hiçbir karşılık vermemesi süreç kapsamındaki gelişmelerin bir senaryodan ibaret olduğunun en önemli 
kanıtlarından biridir. 

Bu arada HDP'li ÖNDER'İN AÇIKLAMASINDA SÜREÇ KAPSAMINDA YENİ BİR SAFHAYA GEÇİLMEKTE OLDUĞUNUN DA İŞARETLERİ VAR. O da HDP/PKK'nın 
sürdürmek (!) istediği sürecin hükümet tarafından bozulmak istendiği gerkçesiyle uluslararası aktörlerin duruma müdahil olmasıdır ki bölgede PKK'nın fiili kontrolü yani PKK devletçiğinin oluştuğu gerçeğiyle birlikte ele alındığında 
Türkiye'de adı üzerinde bile mutabık olunmamış bu soruna 
(Kürt sorunu? terör sorunu? güneydoğu sorunu? demokrasi sorunu? Özgürlükler sorunu? Etnik sorun?) 
Dış müdahalenin yaklaşmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Cahit Armağan DİLEK 
30 Nisan 2015 Perşembe 21:44'


***

Yerel Yönetimlere Kültürel Özerklik Mi?

Yerel Yönetimlere Kültürel Özerklik Mi?



Cahit Armağan Dilek  
30 Kasım 2018



  2008’lerde başlayan açılım politikaları 2013 başında çözüm sürecine dönüştü ve PKK terör örgütüyle müzakereler başladı. O dönemde terör örgütünün ne kadar barışçı olduğu masalı anlatıldı, terörist başına methiyeler düzülerek Türkiye’ye ve hatta bölgeye barışı huzuru getirecek kişi olarak pazarlandı. Sonuç Temmuz 2015’te başlayan terör sarmalında binlerce şehit ve yaralı.

Anlaşılan terörün vahşi yüzü, şehit ve gazilerimiz unutulmuş olacak ki yerel seçim sathi mahalline girildiği son dönemde akıllarından çıkarmadıkları çözüm-müzakere süreci yeniden hortlatılıyor.

Hortlatılıyor diyorum çünkü çözüm süreci denilen yıkım süreci kan ve gözyaşından başka bir şey üretmemiş, Türkiye’nin bekasının temellerine dinamit döşemişti. Buna rağmen halen keşke çözüm süreci bozulmayıp devam edilseydi diyenler şimdi yeniden aynı ipe sarılmış durumda.

AKP heyetinin Almanya ziyaretinde federal yapıya ilişkin görüş alışverişinde bulunduğu açıklandı. Bizde federal yapı olmadığına göre sadece verilen değil alınan bir görüş olduğu aşikar.

Peşinden çözüm sürecinin "Akil İnsanlar" heyetinde yer alan isimlerin  de katıldığı PKK ile müzakerelerle özdeşleşmiş Norveç'in başkenti Oslo'da Demokratik Gelişim Enstitüsünün (DPI) toplantısından görüntüler medyaya verildi. DPI'nın direktörü Kerim Yıldız, aynı zamanda Kürt İnsan Hakları Girişimi(KHRP)'nin Başkanı. KHRP, K.Yıldız'la birlikte teröristbaşının Avukatı Mark MullerStuart tarafından kurulmuş. KHRP'nin onursal başkanı ise İngiltere Lordlar Kamarası Üyesi LordEricAvebury. KHRP, AİHM'de Kürtlerle ilgili Türkiye aleyhine açılan davaları takip ediyor. Sitesinde Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta toprakları olan bir Kürdistan haritası yer alıyor.

Medyaya yansıyan fotoğrafların birinde toplantı odasındaki panoda yazan “Türkiye’de zor günlerin yaşandığı bir dönemde kapsamlı diyaloğu desteklemek” ifadesi toplantının müzakere sürecini canlandırma hedefini açıkça ortaya koyuyor.

Aynı enstitüyü geçen aylarda aralarında eski üç bakanın da olduğu AKP heyeti ziyaret etmişti. 

İşin ilginç yanı medya sızdırılan bu tür ziyaret ve toplantılar buzdağının görünen kısmı. Muhtemelen iç politika hedefleri bağlamında birilerine merak etmeyin çözüm sürecini unutmadık biz de istiyoruz mesajı vermek için medyaya yansıtıyorlar.

Şunu söyleyelim müzakere süreci dış patentlidir, milli ve yerli değildir. Avrupa, ABD, Irak ve Suriye'de ve hatta Türkiye'de benzer çok sayıda toplantı görüşme yapılıyor. AKP ve HDP’li heyetlerinin peşpeşe Barzani yönetimiyle görüşmek için Irak’ın kuzeyine gidip geldiğini görüyoruz.

Müzakere sürecinin doruk noktası Dolmabahçe’deki fotoğraf ve orada yapılan açıklamalaroldu.Açıklama metninin ana fikri terörist başıyla ortak anayasa yapılması, burada Kürtlere özerklik verilmesini, Kürtlerin ve Türklerin devletin ortakları olarak tanımlanması, dolayısıyla federasyon hatta konfederasyonun önünü açılmasıydı. Tek vatan tek millet değil çok ortaklı çok parçalı vatan!

Türkiye’de bunlar olurken IŞİD bahanesiyle PKK, ABD planları ve desteğiyle, Suriye kuzeyinde fırsatı değerlendirip Irak ve Türkiye’deki pozisyonun önünde bir pozisyon elde etti. Suriye’nin dörtte birini, enerji ve su kaynaklarının yüzde 70’ini kontrol ediyor. Siyasi sürece katılmak üzere hazırlık yapıyor.

ABD desteğinde ama Rusya’nın hazırladığı ilk taslak yeni Suriye anayasasında kültürel özerklik PKK/YPG için cepte ve müzakere masasına bu seviyeden başlayacaklar. Arazideki avantajlı konumlarına bakılırsa daha fazlası da anayasada yer alabilecek.

Türkiye’nin  Suriye’de terör örgütleriyle işbirliği yapma çıkışlarına ABD adı konulmamış bir çözüm süreciyle karşılık veriyor. PKK-YPG’yi sözde ayırıp, PKK’nın görselliğini azaltıp, YPG’nin PKK ile bağının olmadığını göstermeye çalışıyor. Menbic’te başlayan ve Fırat doğusuna genişleyen devriye mekanizmasıyla Türkiye ile YPG’yi  müzakereye yönlendiriyor.

İşte tam da bunlara paralel olarak Türkiye’de yukarıda anlattıklarımız yaşanıyor. Ama bir şey daha var. 28 Ekim’de yayınlanan 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında Erdoğan yönetiminin 2019 yılı makroekonomik ve sektörel politikalar ile bunların hayata geçirilmesine yönelik uygulamalar açıklandı.

Bu programdaki 104 numaralı tedbir dikkat çekici. 
Şöyle diyor: Kültürel tesis ve faaliyetler kademeli olarak yerel yönetim kuruluşlarına devredilecektir.



Kültürel tesis ve faaliyetlerin yerel yönetimlere devri ne demek? Bu yerel yönetimlere kültürel özerklik vaadi değil mi? Yerel seçim yılı olan 2019’da böyle bir yetki devri yapacağı demek bazı şehirlerdeki seçmene mesaj mı?  Benzer yetki devri ekonomide, eğitimde, güvenlikte de olur mu? Kaygılanmayalım mı? Olanlar olacakların habercisi değil mi?

Dediğimiz gibi yeni müzakere-çözüm sürecine giden yolun taşları içeride dışarıda her yerde döşeniyor. Bize de uyarmak, şehitlerimizi ve gazilerimizi unutmayın demek düşüyor.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/yerel-yonetimlere-kulturel-ozerklik-mi


****

29 Kasım 2018 Perşembe

Türban bir Rahibe kıyafetidir İslamiyet ve Giyim-Kuşam

Türban bir Rahibe kıyafetidir  İslamiyet ve Giyim-Kuşam



YAŞAR NURİ ÖZTÜRK



Yaşar Nuri Öztürk
25/09/2007

Türban rahibe kıyafeti

Türkiye’nin dinsizliğe doğru gittiğini ileri süren Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, türbanın Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi.
‘Türban rahibe kıyafetidir’
Gündeme ilişkin soruları cevaplayan Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Kuran’ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor” dedi. HYP Genel Başkanı ve eski İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, siyasi gelişmelerle ilgili soruları cevapladı.
“Kuran’ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor” diyen Öztürk, “Türkiye’yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Şimdi Türkiye doğrudan doğruya müşrik zihniyete, şirk zihniyetine doğru gidiyor. Yelken açmış gidiyor hem de. Zaten Kuran’dan ve Hz Muhammed’den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar” şeklinde konuştu.
İncil’e St Paul soktu
Prof. Dr. Öztürk, son yıllarda “türban” adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi. Öztürk, bunun St Paul’ün İncil’e soktuğu rahibe kıyafeti olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye’de iki büyük operasyon yapılıyor. Kuran dininin birinci vasfı anti emperyalizmdir. Atatürk de tarih önünde bu konuda en başarılı adamdır. Ama onun anti emperyalist yanını kınıyorlar. Türkiye kullanılarak İslam’ın, anti emperyalist ruhunu yok etmek istiyorlar. Her 50 metreye kurulan camilerde bu ruhu katlediyorlar. Bize, ’İslam’ın diğer taraflarını bırakın, size bol cami yapmak, hanımların başını örtmek kafidir’ diyorlar. Hanımların başındaki örtü, rahibe kıyafetidir. Saint Paul’un İncil’e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. ’Cami ve bu örtü size din olarak yeter’ deniyor. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar.” *1*
30 Temmuz 1999, Cuma
Yaşar Nuri Öztürk:

‘İslam ve giyim-kuşam’ (4)

Sosyolog-ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın İslam’da örtünme ile ilgili olay kitabının son sayfaları, örtünme ile ilgili Kuran ayetlerinin yorumlarındaki saptırmaların eleştirisine ayrılmıştır. Özellikle Nur Suresi 31. Ayet üzerinde durulmaktadır
Nur Suresi 31. Ayetteki emirde zinet yerinden söz edilmiyor. Doğrudan doğruya ve açık bir biçimde ‘‘zinetlerini’’ yani süslerini apaçık yapmasınlar (la yübdine zinetehunne) deniyor.
Nur Suresi 31. Ayetteki emir, başın örtülmesi değil, göğse takılan süs eşyalarının ulu – orta teşhirinin engellenmesidir. Bunun başa takılan bir örtüyle veya başka bir örtüyle yapılması kişinin tercihine bağlıdır. Gerçek olan şu ki, ayette başlarınızı örtüp kapatın diye bir emir yoktur.
Nur 31’in dediği, ‘‘Başörtülerini göğüslerinin üzerine salsınlar’’ değil, ‘‘örtülerini veya başörtülerini gerdanlık zinetlerinin üzerine örtsünler’’ şeklindedir. Yani amaç, gerdanlıkların teşhirine engel olmaktır. Ayette örtülmesi emredilen yer de göğüs değil, yaka yırtmacıdır ki o yırtmaç bölgesi gerdanlığın takılma alanıdır.
‘‘Ayette başörtüsü kelimesinin geçmesi başın örtülmesinin farz olduğunu söylemek için yetmez. Çünkü farzıyetten bahsetmek için delinin sübutunun (varlığının) kesin, manaya delaletinin de zandan uzak olması gerekir… Nur 31 başların örtülmesi için böyle bir kesinlik taşımıyor. (s.278-279). *2*
Sefer Çetinkaya
sefercetinkaya@hotmail.com
13 Ekim 2010

Türban bir Rahibe Kıyafetidir

Önce Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak, sonra da iç çatışma çıkararak bölüp parçalamak isteyen emperyalizm, işbirlikçileri aracılığıyla Türkiye’nin başına türbanı dolamıştır. Türkiye, yıllardır bu bela ile uğraşarak yıpratılmakta, enerjisi tüketilmekte, dikkati buraya odaklanarak gerçek sorunları ile uğraşması ve sorunlarına çözüm üretmesi engellenmektedir.
Türban, Atatürk karşıtlarının, laik rejimi yıkmak isteyenlerin kullandıkları bir simgedir ve ilk basamaktır. Şimdilik üniversitelerde serbest bırakılacak, sonra tüm kamu alanlarını kapsayacak şekilde genişletilecek, daha sonra türban örtünme zorunluluğu getirilecek, hatta türban örtünmeyenler üniversitelere giremeyecek, devletten hizmet alamayacak.
AKP Konya Milletvekili Müslüm Tuna, 24 Ocak 2008 günü yaptığı açıklamada, “Bizim hedefimiz, kamu hizmeti veren personel üstündeki türban yasağını da kaldırmaktır” derken, Diyarbakır’da toplanan PKK destekli Toplum-Der’e üye kadınlar da, türbanın sadece üniversitelerde değil bütün kamu alanlarında serbest bırakılmasını talep etmekte ve grup adına konuşan Şahbanu Hocaoğlu, “Bu anlamsız ve ahlaksız yasak sadece üniversitelerde değil, bütün kamu alanlarında kaldırılmalıdır. Bilinmelidir ki, başörtüsünün eğitim kurumlarında ve diğer kamu alanlarında serbest bırakılması bir lütuf değil, çiğnenmiş, gasp edilmiş ve çok geciktirilmiş bir insani hakkın iade edilmesinden başka bir şey değildir” demektedir.
AKP ve MHP gibi inaçları siyasi amaçlarına alet eden partiler dinsel ve mezhepsel, PKK de etnik farklılıklar üzerinden Türkiye’yi bir iç çatışmanın içine çekmek istemektedirler. İşte bu amaçla üniversitelerdeki türban sorununu çözeceklerini söyleyen AKP ve MHP, Anayasa’nın laikliğin güvencesi olan bazı maddelerini değiştirmeye kalkışmışlardı. Bu ihaneti mazur görelim ve haydi diyelim ki anayasada yapılacak 1-2 değişiklikle üniversiteye giden kızların türban takmasının önünü açtınız. Kanunların en temel önceliği ‘eşitlik’tir.
Üniversite öğrencilerine türban takma serbestliği getirdiğinizde yarın birisi çıkacak, “kanunlar herkese eşit uygulanır. Türbanı sadece üniversitelerde serbest bırakmak kanunların eşitlik ilkesine aykırıdır” diyerek tıpkı Rahşan Affı’nda olduğu gibi bir dava açacak, mahkemeler de bu savın doğru olduğunu kabul edecek –ki en doğalı budur-, türban tamamen serbest bırakılacak, duruşma salonlarında türbanlı yargıçlarla da karşılaşacağız. Sonra sıraya çarşaf, daha sonra burka girecek, en sonunda kadının sokağa çıkması yasaklanacaktır. Şimdi hiç kimse “acaba?” demesin. Türkiye’yi bekleyen sonuç budur. Çünkü radikalizm hiçbir zaman elde ettiği ile yetinmez ve hep daha fazlasını ister.
Türbanın İslamla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’ın “Tekfin Seferi” bölümünde, “Rebeka gözlerini kaldırıp İshak’ı görünce deveden indi ve köleye, ‘bizi karşılamak için tarlada yürüyen adam kimdir?’ diye sordu ve köle de, ‘efendimizdir! dedi ve Rebeka peçesini alıp örtündü” denilmektedir.
Tevrat’ın şeriatı Talmut’un “Sayılar Seferi” bölümünde, “Ben kadını Adem’in bedeninden, sürekli örtülü ve gizli olan bir parçasından yarattım ki, her zaman iffetli ve örtülü kalsın” denilmektedir.
Türban ve onun altındaki bone, Hıristiyanlıkta rahibe kıyafetidir. Hıristiyanlığa da Manastır Cilbabı olarak St. Paul İncili ile girmiştir. Örnek mi istiyorsunuz? İşte size kanıtı:
St. Paul İncili’nde örtünme ile ilgili bölüme hep birlikte bakalım:
“Başı örtüsüz olarak dua eden her kadın başını küçük düşürür. Kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin. Kadına saç kesmek veyahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.” (Korintoslulara 1. Mektup)
Türban, günümüzden 4 bin 500 yıl önce mabet fahişelerinin özel simgesi olarak kullanılmış olup üç semavi dinden ikisi olan Museviliğe ve Hıristiyanlığa yukarıda belirttiğim hükümlerle girmişti.
İslamda ve onun kutsal kitabı Kuran’da da örtünme ile ilgili bölümler bulunmaktadır. Araf suresinin 26. Ayeti İslamda örtünme ile ilgili en belirleyici hükümdür. Bu ayette, “Ey Ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek ve süs olarak giyeceğiniz elbiseler indirdik. Fakat takva (günahtan sakınma) elbisesi hepsinden hayırlıdır. İşte bu Allah’ın ayetlerindendir. Gerek ki düşünüp ibret alasınız” denilmektedir.
Görüldüğü gibi Musevilikte ve Hıristiyanlıkta var olan kadınların başlarını örtmeleri ile ilgili ifadeler Kuran’da bulunmamakta, çirkin yerlerin örtülmesinden ve giyinip süslenmek gerektiğinden söz edilmektedir.
20’nci yüzyılda bu tür giysileri ve simgeleri faşist rejimler kullanmıştır. Hitler Almanyası’nda pazubant olarak kullanılan gamalı haç ve siyah renkli gömlekler, Mussolini İtalyası’nda giyilen dik yakalı ve kahverengi gömlekler ne idiyse Erdoğan döneminde Türkiye’deki türban da odur. Faşist rejimlerin bir alışkanlığı olan bu tür giysi ve simgelere benzeyen türbanı çözme aşkı ile yola çıkan Kılıçdaroğlu Mussolini’ye, Hitler’e veya Tayyip Erdoğan’a mı özeniyor yoksa?
***



27 Kasım 2018 Salı

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 3

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 3


G) Tarih Bilinci 

Bir topluma tarih bilinci kadar yararlı bir haslet az bulunur. Bu sebeple başta aydınlarımız olmak üzere herkeste oluşturulup canlı tutulmasına büyük özen gösterilmelidir. 

1) Tarih bilinci önemlidir, çünkü kanıtlanmıştır ki tarihini unutan, tarihten ders almayan milletler dağılmış, parçalanmış, hattâ yok olmuştur. Çünkü tarihin kalıpları vardır ve bunlar zamanı gelince tekrarlanmaktadır. Bu dönüşleri fark etmeyen uluslar büyük kayıplara uğrar. Tıpkı bizler gibi, Türk ulusu gibi. Gerçekten apaçık tarihî gerçeklere, bütün uyarılara rağmen Batı'nın tuzaklarına yeniden düşüyoruz. Geçmişte Osmanlı düşürülmüştü, Avrupa'nın tuzaklarına, 
Ne acıdır ki aynı tuzaklarda şimdi de biz debeleniyoruz. 

Batı'nın iki yüzü vardır: Biri Melek, öbürü Şeytan! Batı'nın bizim iyiliğimizi istediğine ancak saflar, bir de hainler inanır. Avrupalıların, dilleriyle söyledikleri 
gerçek niyetleri de.ildir. Söylediklerini deşmek, derinlere, tarihî köklerine inmek gerekir. Kirli plânları ve gerçek niyetleri ancak o zaman fark edilebilir. 

Dedim ki tarihin kalıpları tekrarlanıyor, yeter ki şartları oluşsun. Çünkü aynı etkenler bir araya gelince, elbette sonuç hep aynı olacaktır. Bu bilimsel 
yasa yalnız mekân değil, zaman boyutunda da geçerlidir. 
Bunun daha özel bir sebebi de güçlü ulusların büyük plân ve emelleri olması, bunların gerçekleştirilmesinin de bazen yüz yılları almasıdır. Toplumsal zaman bireysel zamandan farklıdır. Bu nedenledir ki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi sömürgeci-emperyalist devletler kapatamadıkları hesaplarını, zamanı gelince, şartların oluştuğunu görüp yeniden açabiliyor. Bu gerçekleri bilmeyen, gerekli önlemleri zamanında almayıp sürekli aynı hataları işleyen uluslar bundan büyük zararlar görüyor, hattâ korkunç felâketlere uğrayabiliyor. Tıpkı bizim gibi, Türk ulusu gibi. 

2) Öyleyse bir ulus olarak Tarih bilincine sahip olmaya büyük önem vermeliyiz. Özellikle genç kuşaklarda tarih bilinci oluşturulmasını ve güçlendirilmesini 
bir millî hedef haline getirmeliyiz. Somut bir öneri olarak ekonomik yönlere ağırlık veren “karşılaştırmalı tarih etütleri” yapılmasını zikredebilirim, 
özellikle 1800 sonrası Osmanlı-Avrupa ekonomik ilişkileri üzerine… 

Tarihimizin akışındaki değişmez kalıplar ortaya çıkarılarak hem halkımız aydınlatılmalı, hem politikacılarımızın, bizi yönetenlerin gözleri açılarak 
bu kör gidiş önlenmelidir. 

H) Bilim 

Batı bilimde çok ileridir, onun bu birikiminden yararlanmak gerekir. Ancak bir de Çirkin Batı var, bilimi istismar eden, çıkarları için kullanan… 
Dolayısıyla Batı'nın bilimsel ve teknik ürünleri karşısında kuşkulu olmalı, eleştirel bir tutum benimsemeliyiz. 

<  Tarihin kalıpları vardır ve bunlar zamanı gelince tekrarlanmaktadır. Bu dönşleri fark etmeyen uluslar büyük kayıplara uğrar. 
Prof. Dr. Cihan Dura  >

1) Atatürk “hayatta en haki kî yol gösterici bilimdir” der. Çok doğrudur, ancak bir taraftan da pek çok şekillerde Batı'ya karşı uyarır bizi; örneğin 
“bizi aşağılanmaya mahkûm bir toplum olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, çöküntü müzü kolaylaştırmak için elinden geleni yapmıştır” 
der; çünkü bir “Çirkin Batı” vardır ki çıkarları için bilimi bir silah olarak kullanabilmektedir. Atatürk ayrıca “Bilim çeviriyle değil, incelemeyle 
olur”, “Dikkatle ve özenle seçeceğimiz belgelere dayanmalıyız. Bu belgeler üzerinde yapacağımız incelemede kendi inisiyatifimizi ve süzgeç imizi kullanmalıyız” der.

Batı'nın bilim istismarının bir şekli bilimsel kılıklı gayri millî ekonomi politikaları geliştirerek bunları Türkiye gibi ülkelerde, hem de kendi “aydın”larına uygulatmaktır. Söz konusu bilimsel kılıklı teori ve politikaların nasıl belirlenip yaygınlaştırıldığını ekonomist Adam Schaff (1913-2006), bir yapıtında şöyle anlatıyor : “Perde arkasında ulus ötesi şirketler vardır. Önce, bu şirketler kendi çıkarlarına uygun düşen ekonomi politikalarını tespit ederler. Sonra o doğrultuda konu.an, yazıp çizen, tezler ileri süren, teoriler üreten, politikalar oluşturan ekonomist ler bulurlar. İçlerinden bir ikisine de Nobel ödülü verdirirler. Ardından, ellerinde olduğu için, medyayı devreye sokarlar; o kişileri bütün dünyaya tanıtır, meşhur ederler. 
Bir örnek vermek gerekirse, Von Hayek'le birlikte Neoliberalizm'in kurucusu sayılan Milton Friedman'y küresel güçler meşhur etmiştir. Serbest piyasa bir hayal olmasına rağmen, ulus ötesi şirketler için yalan söylemiş, karşılığında da Nobel ödülünü almıştır.” 

a) Demek ki Derin Merkez; bilimi, örneğin iktisat bilimini emperyalist amaçları için kullanabiliyor. Sömürgeciliği, Neoliberalizm'i, küreselleşmeyi, serbest ticareti, özelleştirmeyi, yabancı sermayeyi, toprak satışını, hattâ askerî işgali haklı gösteren sözde bilimsel teoriler üretiyor, modeller oluşturuyorlar. 

Bu amaçla “bilim” dernekleri, enstitüler, merkezler kurabiliyorlar. Gerçek emel ve hedeflerini, kendi adamlarına uydurttuğu kulağa hoş gelen, makul görünen “bilimsel” görünümlü bir takım kavramlar arkasyna gizlemekte, bunlary di.er ülkelerde birer “Truva Atı” olarak kullanmaktadır. 

Başka bir deyişle sömürmeyi düşündüğü ülkenin -yalın haliyle- hoşuna gitmeyip karşı çıkacağı ekonomik niyetlerini, daima ekonomik, hukukî ya da siyasî 
görüş ve talepler arkasına saklayarak gerçekleştirmektedir. Bu, Çirkin Batı'nın geliştirdiği bir strateji kuralıdır, günümüzde de uygulamaktadır. 
Yalnız ABD'nin değil, AB'nin yaptığı da budur. Az gelişmiş ülke aydınının kendi kendini gönüllü olarak mahkûm ettiği bu sistemler, teoriler, görüşler, 
kavramlar; aslında Batı'nın Derin Merkez'inin dünya görüşüdür; onun işine gelir, hep onun lehine işler ve ürün verir. Batı'nın bunları benimseyip savunmasının 
da, bilim diye yutturmasının da, Türkiye gibi ülkelere dayatmasının da sebebi budur. 

b) Batı bilimleri kendi çıkarları için kullanırken, türlü araçları, araştırma kurumlarını, dernekleri, enstitüleri, düşünce kuruluşlarını kullanır. Burada 
üzerinde durulması gereken bir vasıta da en az bilindiğini sandığım “ekonomik tetikçiler”dir. Ekonomik tetikçi Dünya Bankası, IMF, USAID ve diğer “yardım” kuruluşlarından, küresel şirketlerin kasalarına ve dünyanın doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktaran, dünya üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran, ulus ötesi şirketlerin emrinde çalışan, yüksek ücretli profesyonellerdir. 
J. Perkins'e göre ekonomik tetikçilerin i.ini önemli ölçüde kolaylaştıran bir araç, Batı'nın, kendi çıkarlarına göre oluşturduğu “ekonomi bilimi”, bu bilimin de özellikle, “neredeyse Tanrı kelamı haline getirilmiş” olan bir kavramıdır: 

Ekonomik büyüme!... Daha doğrusu, “ekonomik büyüme”nin herkes için, bütün milletler için yararlı olduğu dogmasıdır; büyüme ne kadar fazla ise, büyüme hızı ne kadar yüksekse, sağlayacağı faydaların da o kadar fazla olacağına inanılır. Az gelişmiş ülke iktisatçısı, bu mavala teslim olur ve ne yazık ki kendi ülkesinin soyulmasına -bilerek ya da bilmeyerek- aracılık eder. 

Ekonomik tetikçi işte burada devreye girer; ekonomik kalkynma masaly çerçevesinde, kurban ülkenin gözünü, bilimsel kılıklı ekonomik modellerle 
boyar. O ülkeyi milyarlarca dolar yatırım yapmaya sürükler; tabii Derin Merkez'in ulus ötesi şirketlerine borçlandırarak ve bu şirketleri kazandırarak… 

c) Bilimsel ve teknolojik ilerlemeye kim karşı çıkabilir? Ancak unutmayalım ki “gülün dikeni vardır” sözü de bir gerçektir. Yukarıda bilimin istismarı üzerinde 
durduk. Ondan türetilen teknoloji de mutlak olarak sakıncasız değildir. 
Örneğin Teknik ilerleme emperyalisti azdırıyor, sömürgeciliği kolaylaştırıyor. 
Teknoloji, şirketleri büyütüp canavarlaştırıyor. Tarihe bakın, sömürgeci lik ve Emperyalizm teknik ilerlemeyle at başı gitmiş, onunla hız kazanmıştır. 

2) Batı işte bilimi araç yaparak böyle tezgâhlar kurabiliyor. Peki, bu oyunlar karşısında biz Türkler ne yapıyoruz? Şimdi buna bakalım. 

<  Bugün Türkiye Cumhuriyeti' nin bütün üniversitelerinde Baty'nın çıkarlarına dayanan görüşler, ekonomi bilimi olarak okutulabilmektedir. Hemen bütün üniversitelerimizde, hemen bütün iktisat öğretim üyeleri, kapitalizmi, onun pazar ekonomisini, vahşî rekabet ilkesini bilim diye okutmakta ve savunmasını yapmaktadırlar. Prof. Dr. Cihan Dura >

Bu, geçmişte de böyle oldu. Batı'nın Osmanlı ülkesine sızma çabalarının bir aracı da, kendine hayran ve muti, kendisi sayesinde beslenip gelişen bir 
aydın sınıfıydı. Bu amaçla Osmanlı aydınlarının yetiştiği kurumlarda, Avrupa dünya görüşünün, ekonomi felsefesinin, yani kapitalizmin, piyasa ekonomisinin 
-bilim kılıfı altında- propagandasını yaptırmak gerekiyordu. Bunda da başarılı olmuştur. Tabiî aynı koşulları günümüzde de sağladılar. 
Batı hangi kavramı, hangi teoriyi veya görüşü ileri sürerse Türkiye'de-başta üniversite hocalarımız gözü kapalı savunucuları ortaya çıkmakta gecikmemiştir; 
bu görüşleri bilim sanarak, itirazsız kabul etmişlerdir, örneğin küreselleşme görüşü… Türkiye'de politikacılar, İş adamları, bilim adamları arasında “küreselleşen dünyada…”diyerek söze başlamak artık gelenek haline gelmiştir. Bu “uyumlu” aydınlar küreselleşme olgusunu kaçınılmaz, doğal, iyi bir şeymiş gibi halka sunuyorlar. 

Oysa çoğu ne dediğini bilmiyor, çünkü olguların özüne inmiyorlar. Zihin tembeli ve taklitçi aydınlardır bunlar. Bir örnek de Neoliberalizm'in tarım politikasıdır. Türkiye gibi bir ülkede “düşük fiyattan tarım ürünü ithalatı” yapılması kesinlikle “ekonomi” biliminin gereği değildir. 

Böyle bir davranış Batı'nın kendi çıkarlarına göre oluşturduğu, gerektiğinde de yine kendi çıkarlarına göre değiştirdiği -bizim saf ve tembel “aydın”larımızın 
da kolayca kabullendiği asla evrensel olmayan, bizim koşullarımıza asla uymayan “kapitalist ekonomi doktrini”nin bir gereğidir. 

Oysa Türkiye başkadır, Türkiye farklıdır, kültürüyle, tarihiyle, coğrafyasyyla… Türkiye'nin koşullarında farklı sistemler devreye girer. Bakın Atatürk, 
bu konuda ne demiş: Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğeri için felâket olabilir. Aynı sebep ve koşullar birini mutlu ettiği halde, diğerini bedbaht edebilir. Bugün Latin Amerika'da Hugo Chavez de bu esasa dayandırıyor ülkesinin kalkınma politikasını; elinin tersiyle itiyor Batı'nın dayattığı çerçeveleri, yerle bir ediyor teslimiyet duvarlarını!... 

3) Emperyalizm'in bu bilimi istismar politikası karşısında bilim adamı ve 
iktisatçı olarak bizler ne yapabiliriz? Bazı önlemleri aşağıda sıralıyorum. 

<   Batı'nın Osmanlı ülkesine sızma çabalarının bir aracı da, kendine hayran ve muti, kendisi sayesinde beslenip gelişen bir aydın sınıfıydı. >

- Batı'nın bir de çirkin yüzü olduğunu akıldan çıkarmayarak, onun bilimsel ve teknik ürünleri karşısında mutlaka kuşkucu bir tutum takınmalıyız. 
- Eğitim ocaklarımızı, gericiliğin, emperyalizmin, bezirgân politikacıların tasallutundan kurtarmalı; bu kurumlarda Atatürkçü eğitimi, çağdaş, laik 
ve bilimsel eğitimi egemen kılmalıyız. Eğitim yatırımlarını en öncelikli yatırımlar düzeyine yükseltmeliyiz. 

- Ekonomik gerçekler, ekonomi politikası ve kalkınma sorunlarımızı Batı'nın etkisinden kendimizi sıyırarak da düşünebilmeli, bu konularda bağımsız araştırmalar yapabilmeliyiz. 

-Genelleme hatasından kaçınmalıyız. Bu hatadan kaynaklanan analizler, halkı, politikacıları, idarecileri yanlış düşünce ve davranışlara, zararlı politikalara 
sürüklemektedir(Genelleme hatası: Bir ülke için doğru olanın, başka bir ülke için de tartışmadan doğru olarak alınması). 

 < - Mutluluğun yalnızca Batı (Avrupa ya da Amerikan) tarzı bir hayatla sağlanacağı dogması tartışılmalıdır.  >  

Bu dogma sadece Merkez ülkelerin ve onun beynindeki Derin Merkez'in i.ine yaramaktadır. Oysa önemli olan, “bütünsel olarak” mutlu olmaktır. Bu yönde bir çaba çevre ülke aydınlarını, tabii Türk aydınlarını da beklemektedir. 

-Unutmayalım, Harvard gibi en ünlü üniversitelerde bile bir “ekonomik tetikçi” Makro Ekonomi dersleri verebilmektedir! Saf iyi niyetli genç iktisatçılarımızın yanı sıra, aktarmacı profesörlerimiz dikkat! Batı iktisat literatürünü Türkiye'ye taşırken, istemeden tetikçilerin uydurma teori ve analizlerini “ekonomi biliminde son gelişmeler” diye taşımış olabilirsiniz. Farkında olmadan manipüle edilebilir, kendi ülkeniz aleyhine bir araç olarak kullanılabilir siniz. 

İ ) Devletçilik 

1) Dünyanın zengin ve sanayileşmiş ülkeleri, bulundukları yere, bugünün yoksul ve az gelişmiş ülkelerine dayattıkları politikalarla gelmemiştir. 
   Çoğu etkin bir biçimde “yavru sanayi koruması” ve ihracat teşvikleri gibi politikalar, kısacası devletçi ekonomi politikaları uygulamışlardır. Oysa bugünün sanayileşmeye muhtaç yoksul ülkelerinin aynı politikaları uygulamaları; IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü, yani bunların hizmet ettiği  İngiltere, Fransa, Almanya ABD, gibi emperyalist devletler tarafından engellenmekte dir. 

<  Mutluluğun yalnızca Batı (Avrupa ya da Amerikan) tarzı bir hayatla sağlanacağı dogması tartışılmalıdır. Prof. Dr. Cihan Dura >

Nitekim bu ülkelerden İngiltere XIII-XIV. yüzyılların feodalizm-sonrası dönemine geri kalmış bir ekonomi olarak girmişti. Öyle ki kıta Avrupasından teknoloji ithal etmek zorundaydı. Bu gerilik 1600 öncesine kadar devam etti. İhracatı büyük oranda ham yünden ibaretti; bir miktar da, o sırada daha gelişmiş bir ülke olan Hollanda'ya düşük katma değerli yünlü giysi ihracatı yapabiliyordu. Kısacası, İngiltere'nin durumu çok geri ve ilkeldi. Ancak duruma bizzat devlet el koydu. İngiltere böylece devlet eliyle sanayileşme sürecine sokuldu. Bu süreçte kral ve kraliçeler, hükumetler, başka bir deyişle devlet öncü bir rol üstlendi. Ulusal sanayii koruyucu politikalar, imalâtı teşvik edici önlemler, ticareti kontrol, gümrük vergileri, ithalat vergilerinin artırılması, yüksek ve uzun süren tarife engelleri, ithal ikamesi, mamul ithalatının yasaklanması, kamu yatırım programları İngiltere'nin sanayileşirken başvurduğu politikalar oldu. Bu politikaların günümüzde İngiltere'nin ve ABD'nin savunduğu ve dünyaya dayattığı liberalizmle zerre kadar bir ilgisi var mıdır? Bunlar devletçi politikaların, kamu müdahalecili.inin ta kendisi de.il midir? Eğer o zamanlar dünyada bir süper güç olsaydı ve bugün Türkiye'ye yapıldığı gibi- İngiltere'ye liberalizmi, serbest piyasayı, küreselleşmeyi, özelleştirmeyi dayatsaydı, İngiltere sanayileşebilir miydi? 

< Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş olan ülkelere dayatılan politikalar -bilindiği gibi- “piyasa temelli görüşler”in, kısaca Neoliberalizm'in ürünüdür. >

Bugün Derin Merkez tarafından Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş olan ülkelere dayatılan politikalar -bilindiği gibi- “piyasa temelli görüşler”in, kısaca 
Neoliberalizm'in ürünüdür. Piyasa temelli görüşler 1980'ler den başlayarak IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi tarafından savunulan “kalkınma stratejisi”n de kendini gösterir ve “Washington Konsensüsü” olarak da adlandırılır. Hedefi, devletin rolünü en aza indirmektir. Araçları devlete ait girişimleri özelleştirmek, ekonomideki gözetim, denetim ve müdahale işlevlerini ortadan kaldırmaktır. 


2) Evet, yadsınmaz bir gerçek var ortada: ABD ve AB Türkiye'ye liberalizmi dayatıyor; birçok yoksul ülkeye yaptıkları gibi… “Merdiven”i itiyor ve Türkiye kullanmasın diye saklıyorlar; ancak bu eylemlerinde yalnız de.iller: Aramızdaki “bedhahlar”la işbirliği yapıyorlar. Türkiye işte bu sebeple sanayileşemiyor, bu sebeple kalkınamıyor. Bu teslimiyetçilik sürdükçe de, hiçbir zaman sanayileşemeyecek, hiçbir zaman kalkınamayacak. Oysa dünya değişiyor: Devletçilik canlanıyor, devletçilik dünyanın her tarafında sanki bir fırtınaya dönüşüyor. Tarihin kaçınılmaz seyri bastırıyor kendini: Gezegenimiz yeniden Müdahaleci iktisat politikasının, Devletçi ekonominin etkisi altına giriyor. Bu büyük de.i.im kuşkusuz Türkiye 'yi de etkisi altına almakta gecikmeyecektir. 

-Büyük de.i.imin en çarpıcı örneği Güney Amerika'dan… 
Bu kıta da başlamış bulunan büyük dönüşümler ortak bir hedef içeriyor: Emperyalizme başkaldırarak ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek… Bu çerçevede örneğin Venezuela Devlet Başkanı Chavez küreselleşmenin ve onun araçlarından özelleştirmenin kendi ülkesine zarar verdiğini görerek, IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerine son vermiştir. Petrol sektöründeki şirketleri yabancılardan satın alarak devletleştirmiştir. Böylece yabancı petrol şirketlerinin elde ettiği devâsâ kârlar devlete [halka] geçmiştir. Demek ki IMF ve Dünya Bankası olmadan da bir dünya kurulabilmektedir. 

- Çin ise Mao'dan sonra önemli reformlar yaptı ama devletçiliği terk etmedi, sadece devletçiliği zamanın koşullarına uyarladı. Sosyalist ve kapitalist 
ekonomilerin sakıncalarını törpüleyerek yeni bir sistem kurdu, bir senteze gitti: Sosyalist pazar ekonomisi! Bu, Atatürk'ün karma ekonomisi benzeri bir sistem olmalıdır. Biz bunu uyguluyorduk. Ne yazık ki değerini bilemedik. 1980 askerî darbesinden sonra terk ederek, Rusya'nın düştüğü hataya biz de düşmüş olduk. 

3) Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz'in 1990'ların yükseliş ve düşüşünden çıkardığı temel ders şu oldu: Ekonomilerde devletin rolü ile piyasaların rolü arasında bir denge gereklidir. Ancak bu dengeyi doğru kurabilen ülkeler sağlam şekilde büyümeyi başardı. Dengeyi sağlamakta başarısızlığa düşen ülkeler ise felâketler le karşılaştı: 1997'de Doğu Asya'da yaşanan ekonomik krizlerin sebebi, devlet müdahalelerinin çok yetersiz olmasıydı. ABD'de 1989 tasarruf ve kredi felâketine yol açan da, aynı yetersiz devlet müdahalesiydi. 

Güney Amerika'da Venezuela Devlet Başkanı Chavez'in de ekonomik ilkelerinden biri “piyasa ile toplum” arasında denge kurmak, “pazarın eli” ile “devletin eli”ni bir araya getirmektir. Atatürk ise bu çözümü -arkadaşlarıyla- bundan 75 yıl önce bulmuş ve uygulatmıştı: Karma ekonomi sistemi!... 
Hal böyle olunca bugün Çevre ülkelerinde küresel kapitalizme yönelik tepkilerin giderek yaygınlaşmasına, piyasa modeline karşı devletçi-korumacı politikalara umut bağlama eğilimlerinin artmasına şaşmamak gerekir. 

  <  Ekonomilerde devletin rolü ile piyasaların rolü arasında bir denge gereklidir. Ancak bu dengeyi doğru kurabilen ülkeler sağlam şekilde büyümeyi başardı. Prof. Dr. Cihan Dura >


a) Öyleyse yapılacak olan, ABD'nin, IMF'nin dayattığı neo liberal politikaları elinin tersiyle iterek, onun yerine halkçı-ulusalcı ekonomi politikalarını ikame etmektir. İnsanlarımızın beynine çeyrek yüzyıldır kazınan neo liberal dogmalar reddedilmeli, Sosyal Demokrasi masallarından kurtulmalıdır. 
Türkiye Avrupa Birliği'nin, ABD'nin bugün ne dediğine değil, geçmişte ne yaptığına bakmalıdır. 
Türkiye bütün ekonomi politikalarını, misyonu emperyalist ülkelerin çıkarlarını korumak olan Korkunç Üçüzler'in (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün) talimatlarına göre değil, kendi yapısına kendi çıkarlarına göre belirlemelidir. 

Bugün Latin Amerika'da, Rusya'da, Çin'de neler olup bitiyor, dikkatle izlemelidir. Böyle bir politika değişikliğini ise, ancak Atatürkçü ve Ulusalcı hükumetler 
gerçekleştirebilir. 
Şu gerçeği unutmayalım: Küreselleşmeci Neoliberalizm dayatması sürdükçe Türkiye sanayileşemeyecek, kalkınamayacaktır. Hükumetlerimiz ABD'nin, Avrupa Birliği'nin(IMF, DB ve DTÖ'nün) neoliberal politikalarynı uyguladıkça, milletçe emperyalizm tarafından sömürülmeye devam edeceğiz. 
Peki, kurtuluş nerede? Kurtuluş çaresi çok yakındır bize; o Türkiye'nin kendisindedir, kendi birikiminde dir: Atatürk'e dönmek, onun halkçı-ulusalcı politikalarına geri dönmek, tabii günümüzün koşullarını da asla gözden kaçırmayarak. Bu noktada Türkiye bir kısım Çevre ülkelerindeki, örneğin Latin Amerika'daki Büyük Dönüşüm'le hiç yabancılık çekmeden- kolayca buluşacak ve kaynaşacaktır. Küresel bir i.birli.ine gitmesi zor olmayacaktır. 

b) Ve Atatürk'ün uyarısı! Dinleyin: 

Ey Milletim, 

Eğer yurdunu yabancıya, hele hele Avrupalı'ya açıyorsan, ekonomini savunabilecek, pazarlarını ve kaynaklarını başkalarına kaptırmayacak 
güç ve yetenekte olmalısın. İki nokta çok önemli: Örgütlenme ve bireysel değer! Bu ikisi bakımından onlarla eşit durumda olmalysın. 

Değilsen, kesinlikle sokma yabancıyı içeri! 
Senden çok daha avantajlı konumda olan Avrupalı'nın, ulusal ekonominde ayrıcalıklı duruma geçmesine, ekonomik sektörlere egemen olmasına izin verme. Sen daha yeni yeni uluslaşma yolundasın. 
Batı'nın (ABD ve AB'nin lokomotif ülkelerinin) adaleleri demir gibi, seninki ise henüz yumuşak… Hiç bir tüy sıklet, bir ağır siklet ile dövüşebilir mi? 
Bu şartlarda serbest rekabet bir yalandır, bir tuzaktır. Öyleyse bu “kahredici” rekabete girmemelisin. Sokmamalısın yabancıyı ölçüsüzce ülkene. Yoksa ezilir, “nakavt” olur, sömürgeleşir, her şeyini yitirir, tutsak olursun. 

Ey Milletim, sen korkunç bir hata işliyorsun: Gerekli koşulların hiçbirini yerine getirmeden, aç kurtlar gibi saldıran, dolu silahlarla gelen, paraya doymaz kapitalistlere ülkeni açıyorsun. 
Oysa kural çok basit: Önce güçlen, sonra rekabete gir! Tarihe bak, dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Japonya, … böyle yaptı. 

3) Genel strateji bir kez kabul edilince, ilk başvurulacak somut politika tedbirleri şunlar olabilir: 

< -Özelleştirmelere derhal son verilmeli, Özelleştirme İdaresi hiç vakit geçirmeden, bir an önce kapatılmalı ve dağıtılmalıdır.
Prof. Dr. Cihan Dura >

-Devlet ulusal kaynaklarımıza sahip çıkmalıdır. 

Bunları işleten yabancı şirketlerle yeniden pazarlık masasına oturulmalıdır. 

- Telekomünikasyon ve diğer bazı temel hizmet alanlarında yabancı şirketlerin etki alanları sınırlandırılmalıdır. Kamulaştırmalara gidilmelidir. 
- Yabancı sermayeli şirketlerde yabancı payı sınırlandırılmalıdır. Denetim hisselerinin yerli ortakta olması sağlanmalıdır. 
- Uluslararası sermaye hareketlerinin serbestliğine sınırlama getirilmelidir. 
- Merkez Bankası' nın özerkliği kaldırılmalıdır. 
- Dış ticarette devletin denetimi artırılmalıdır. 
- Kalkınma için kamu yatırımları artırılmalıdır. 

4) Eğer Türkiye Atatürkçü ideolojinin karma ekonomi sistemini yeniden canlandırabilirse, ekonomik sektörlerde aşağıdaki başarıları sağlayabilir:
- Doğal kaynaklarla ilgili politikalar emperyalizmin müdahalesinden bağımsızlaşacak tır. Krom, bor, petrol gibi kaynaklarımızın işletilmesi ve kullanılmasından sağlanacak gelirler ülke içinde kalacak, bunlarla yeni üretim ve iş alanları açılabilecektir. 
- Tarımdaki çöküş eğilimi durdurulacak, tarımsal kalkınma için örgütlenmeye gidilecek, kooperatifler kurulacaktır. Toprak reformu yapılacaktır. 
  Yabancılar değil, kendi insanımız, kendi köylümüz toprak sahibi olacaktır. 
- Vergiden kaçış alışkanlığı Türkiye'de çok yaygındır. Bu engelin giderilmesi için, Venezuela'nın “müfettişlik” uygulaması Türkiye'ye uyarlanabilir ve iyi sonuçlar alınabilir.. 

-Türkiye “Avrupa merkezcilik”ten vazgeçecektir. Bu kopuş elbette Avrupa uygarlığının iyi ve insanî değerlerini göz ardı etme anlamına gelmemektedir. 
Bu kopuş sadece Çirkin Avrupa' yı Güzel Avrupa'dan ayırt etmek demektir. Kendi öz de.erlerinden, kendi ulusal kültüründen yararlanmak 
demektir. Bu yöndeki kültürel faaliyetler desteklenecek, Avrupa Merkezci olmayan kuruluşlar teşvik edilecektir. 
-Ülkenin kalkyımasında kooperatifçilik önemli bir araç olarak kullanılacaktır. 

“KARA LİSTE” 
(TCMB-3 NİSAN 2008) 


J) Demokrasi 

Derin Merkez'in bir dayatması da “demokrasi” rejimidir. Çevre ülkelerine 
“Liberal Demokrasi” adı altında, bir tür sahte demokrasi düzenini zorla 
kabul ettirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Bu, ilk bakışta bir iyilik gibi 
görülür. Oysa gerçek göründüğü gibi de.ildir. Söz konusu rejim aslında bir 
Truva Atı işlevi görmekte, Türkiye'nin yapılarını, ihtiyaçlarını ve çıkarlarını 
hesaba katmamaktadır. Ülkede çoklukla bilgisiz, hamiyetsiz ve işbirlikçi 
kadrolara iktidar yolunu açarak, başta ABD olmak üzere, Emperyalizm'in 
ve onun yerli ortaklarının çıkarlarını güden bir düzen oluşturmuştur. 

1) Oysa hakikî demokratik rejim, ithal yoluyla de.il, ancak eğitim ve sanayileşme ile birlikte, onlarla yan yana gerçekleşir. Ne var ki Türkiye'de bu 
birliktelik görülemedi; demokrasinin yerleşmesi için elverişli ortam, gerekli nesnel koşullar oluşturulamadı. Halk yığınlarının çağdaş eğitimden yoksun 
bırakılması, halka bilgi ve gönencin götürülmemesi; demokrasi uygulamasının biçimsel, içi boş olması sonucunu doğurdu. Bilgisizliğin kol gezdiği bir 
ortamda, gerek halk egemenliği, gerekse halk lehine politikalar kolayca engellendi. Özetle “liberal demokrasi” denilen rejim, her yerde ve Türkiye'de 
de Derin-Merkez'in çıkarlarını korumaktan başka bir işe yaramıyor. Devletimiz, ulusal varlığımız yok olup gidiyor. O zaman bu rejime demokrasi denebilir mi? Elbette hayır! Böyle bir rejimde halk iradesi rahatlıkla saptırılabiliyor. 
Halkın temsilcileri halk aleyhine kararlar alabiliyor. 

Oysa gerçek demokrasi halkın lehine işler. Bir şahsiyetin haklı olarak dediği gibi, halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bizim demokrasimiz, gerçek bir demokrasi değil, demokrasi örtüsü altında bir tür oligarşi rejimidir. Birtakım menfaat gruplarının kendi çıkarlarını sürdürme ve azamîleştirme aracından ibarettir. Halk sandık başında vardır, ancak sofra başında yoktur. Gerçek demokrasi, Atatürk'ün Halkçılık ilkesine dayanan demokrasi rejimidir. 

Türkiye'de öyle yasalar yapılıyor ki halkın çıkarları ile hiçbir ilgisi yok. Oysa bunları yasalaştıranlar halkın temsilcileri... Bu yasalar halkın zararına 
olan, yabancıları ve onların işbirlikçilerini ihya eden yasalar... Nasıl oluyor da Türkiye'de halkın çıkarlarına böylesine aykırı yasalar çıkartılabiliyor? Çünkü 
yasaları yapanlar gerçekte halkın de.il, liderlerinin emrinde, liderse güçlü ve zengin bir azınlığın emrinde... 

 <  Halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bizim demokrasimiz, gerçek bir demokrasi değil, demokrasi örtüsü altında bir tür oligarşi rejimidir. Prof. Dr. Cihan Dura >

Türkiye'de halk; vekillerini kendisi, yalnızca kendisi seçmedikçe, demokrasiye lider müdahalesine son verilmedikçe, milletvekillerine fonksiyonlarını 
serbestçe yerine getirecekleri bir statü kazandırılmadıkça Türkiye'de demokrasiden söz edilemez. Demokrasiye askerin müdahalesi tartışma 
konusu oluyor da, “lider müdahalesi” neden olmuyor? “Demokrasiye lider müdahalesi”ni en az “demokrasiye asker müdahalesi” kadar eleştirilmeye, 
karşı çıkılmaya değer buluyorum. Do.al olarak Türkiye'de yapılan seçimler de demokratik de.ildir, çünkü oligarşik bir yönetim oluşturulmasına yarıyor. Seçimden maksat, bu oligar.iye, üç dört şahsın keyfî yönetimine meşruiyet kazandırmaktan ibaret. 

2) Türkiye'ye İnönü döneminde apar topar getirilen, sözde demokrasi rejimi; ülkemizi, Atatürkçülükten uzaklaştırarak en sonunda bir uçurumun kenaryna kadar sürüklemiş bulunuyor. 
Onunla birlikte Türkiye'ye gelen; sömürgeleşmekten, aşağılanmaktan başka bir şey olmamıştır, bu gidişle de olmayacaktır. 
Bugün Atatürk Türkiye sinin kimlerin eline kaldığına bir bakın: 
Devlet yönetimiyle ilgisi olmamış, bu alanda başarısı görülmemiş, denenmemiş, gelişigüzel kimselerin elinde Türkiye...Bir göstermelik “demokrasi” 
uğruna Devletimizin ve Milletimizin aziz varlığı böyle insanların eline mi bırakılmalıydı? 

Bu Türkiye'ye reva görülen şey, “Demokrasicilik oynayacağız” diye Türkiye Cumhuriyeti' ni bozuk para gibi harcamak değil midir? 
Kime yarıyor bu ölçüsüz “Demokrasi” putperestliği? Yalnızca Amerika'ya ve onun yerli ortaklarına yarıyor, kendilerini AB kisvesi altına gizleyen emperyalist devletlere yarıyor. Bu rejimin oluşturduğu heyetler, Türk ulusunun çıkarlarını koruyamıyor. Tekrarlıyorum: Türkiye'de gerçek demokrasi yok! Çünkü bir ülkede belirli çıkar grupları halk yığınlarının iradesini saptırıyorsa, o rejim demokrasi değildir. Hep işbirlikçiler, hep “dâhilî bedhahlar” iktidarda… İşbirlikçiler dediğim bir kısım Büyük Sermayedir, Siyasal İslamcılar ve Bölücülerdir. 
Bakın, Latin Amerika'daki büyük uyanışa, Halk'a dönüşe! Demokrasi işte budur. 

  Hakikî demokrasi Atatürk'ün halkçılık ilkesine dayanan rejimdir. 

<  Türkiye'de halk; vekillerini kendisi, yalnızca kendisi seçmedikçe, demokrasiye lider müdahalesine son verilmedikçe, milletvekillerine fonksiyonlarını serbestçe yerine getirecekleri bir statü kazandırılmadıkça Türkiye'de demokrasiden söz edilemez. >

Venezuela'da Hugo Chavez'in yapmakta olduğu gibi! 

Atatürk Devrimi' nin halkçılık ilkesi; aydınları halkla kaynaşmaya, halk için çalışmaya çağırır. Sosyal devlet anlayışını içerir. Ne var ki durum, bu açıdan 
çok umutsuzluk vericidir. Çoğu aydınımız ve yöneticimiz; demokrasi, liberalizm, küreselleşme gibi kavramları yanlış anlayıp yanlış uyguladılar. Sonuç 
-Neoliberalizm uğruna Atatürkçülüğün bir ilkesinden daha, halkçılık ilkesinden de uzaklaşmak oldu. Bu kopuş Türkiye'ye vaat edildiği gibi ekonomik gönenç getirmedi; tam tersine büyük bir düş kırıklığı, ıstırap ve yoksulluk getirdi. Dolayısıyla gerçek demokrasi rejimi kurulamadı yurdumuzda. 

3) Peki, ne yapmalı Türkiye'de gerçek demokrasi için? 

Temel ilke milletin, Vatan'ın ve Devlet'in korunması olmalıdır. Önce Vatan, sonra demokrasi! Atatürk'ün dediği gibi “Söz konusu olan Vatansa, Gerisi teferruattır.” 

Demokrasi olacak Türkiye'de, ancak sanayileşme ile birlikte, şehirleşme ile, üniversiteleşme ile, uluslaşma ile birlikte… Fakat nasıl bir demokrasi rejimi? 
Elbette sadece Emperyalizm'in ve onun içimizdeki uzantılarının işine yarayan burjuva demokrasisi değil! Tam tersine halkın yararına işleyen gerçek demokrasi rejimi!   Kısacası “Halkçı demokratik rejim”!... 
Demokratik rejimi, çağdaş eğitim ve sanayileşmeyi gerçekleştirerek, bunların ilerleme hızına paralel olarak yeniden kurup geliştirmeliyiz. 
Nasıl canlı bir organizma, bütün hücreleriyle, hep birlikte gelişirse, bir toplum da bütün sınıfları ve katmanlarıyla hep birlikte gelişip gönenç bulabilir. 
Bir devlet halk için değilse, sürdüremez varlığını. Küreselleşme ve onun dayattığı siyasal rejim bugünkü haliyle yalnızca Batı emperyalizmine ve onların yerli 
işbirlikçilerine yaramaktadır. 

Yeniden ve derhal, Atatürk'ün halkçılık ilkesine dönmeliyiz. Devlet de, aydınlar da önce halk için çalışmalıdır. Ulusal benlik bilinci, toplumun dokularına 
işlemelidir. Bu amaçla Halka ulaşmalı, halk kazanılmalıdır. Atatürk'ün dediği gibi en büyük güç kaynağı halktır. Başarı, ancak halkla kol kola sağlanabilir. 
Nitekim, Atatürk İstiklal Savaşı' mızda, orduyu ve sivil yönetimi birleşmeye çağırmış; Ancak asıl kuvvet kaynağını halkın kendisinde, halkla bütünleşmekte aramıştır. 

<  Halkımızın büyük kısmı, Eğitimsizlikten ve aşırı yoksulluktan- bireysel boyutta yaşıyor, toplumsal boyuttan çok uzak. Dünyaya “Basit zorunlu ihtiyaçları” nın tatmini açısından bakıyor, Hayata. Kısa vadeli rahatı, o rahatın bozulmaması ona yetiyor. Oysa biz hem bir ferdiz, hem bir toplumun üyesiyiz. Prof. Dr. Cihan Dura >

Kararlarımızda bu iki boyutu da hesaba katmak zorundayız. Milyonlarca 
yurttaşımız böyle yapmıyor. Çünkü aç; çünkü okumuyor, öğrenmiyor, kafa 
yormuyor. Buna rağmen ona toplusal gerçekleri anlatmak, o gerçekler 
hakkında bilinçlendirmek zorundayız. O, büyüyen tehlikelerden haberdar 
etmek, bugünkü gelişmelerin gelecekte hangi tehlikelere yol açaca.yny anlatmak yoluyla, davamıza ortak edilmelidir. Ne kadar zor olursa olsun, bunun, 
yol ve tekniklerini onu daha iyi tanıyarak bulmak zorundayız. 

K) Yönetim 


Neden yönetimde de yapmamız gereken şeyler var? Çünkü Atatürk'ün dediği gibi “toplumsal gelişmenin de, çürümenin de temelinde yöneticilerin 
tavırları yatar.''

A) Batı'nın zenginlik kaynağı yalnızca bilim ve teknoloji değildir. Batı ahlâkî olmayan yollardan da zenginleşti, zenginleşiyor. Bu sonuncu faktörün 
payı en az ilki kadar büyük: Çevre ülkelerin yöneticilerini elde edip onları kullanıyorlar, o ülkeleri bile bile borç batağına sokuyor, iflasa sürüklüyorlar. 
Bilimi, uydurma ekonomik modelleri araç olarak kullanıyorlar. 

Unutmayalım ki “Balık baştan avlanır.” Çünkü baş nereye giderse, ayaklar da oraya gider. Derin Merkez bu gerçekten hareketle öncelikle Çevre ülkelerin liderlerini, yöneticilerini elde etmeye çalışıyor. Onları ABD'nin ekonomik çıkarlarını gözeten küresel bir ağın parçası haline getiriyorlar. Ağa düşürülmüş olanlar, Amerika'ya sadakatlerini ispat edecek şekilde ülkelerini borç batağına sürüklüyorlar. Ulusal ekonomi böylece borca batırıldıktan sonradır ki o ülkenin liderleri Derin-Merkez tarafından, Amerika'nın politik, ekonomik ya da askerî amaçları için rahatça kullanılabiliyor, hem de sürekli olarak. Ancak bu oyun açıkça değil, perde arkasında oynanmakta. Her şey ayarlanıyor. Çünkü “kullanılma” karşılığında, o liderler de koltuklarını güvenceye almış oluyorlar; kendi halklarına da “parlak bir gelecek”, “nurlu ufuklar” vaat ediyorlar; sanayi kuruluşları, elektrik santralleri, hava alanları, limanlar, duble yollar, tüneller vaat ediyor, bunları gerçekleştiriyorlar da. 

Ancak ne pahasına! Çünkü o ülke soyulurken, Derin Merkez de kendi hedefine ulaşıyor: Amerikan şirketleri inanılmaz ölçülerde zenginleşmiş oluyor. Ve bu oyun devamlı tekrarlanıyor. 

B) Türkiye'nin yönetimi Tanzimat kafalıların eline geçmiştir. Bu zihniyet Batı'nın arayıp da bulamadığı şeydir. İşler artık öyle bir noktaya gelmiştir ki şu söz yetiyor, istediklerini alabilmek için: Önce reform, sonra para! Görülüyor ki hükumetlerimizi “para” ile terbiye ediyorlar. 
Demek ki Derin-Merkez'in Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirme araçlarının başında para geliyor, borçlandırma geliyor. Göz kestirilen insanlar, kuruluşlar para ile satın alınıyor. 

Onlar da batının istediğini yapıyorlar: Küreselleşme ideolojisinin sahte dünya cenneti vaadi karşısında kendilerinden geçmiş, boyunlarında “Korkunç 
Üçüzler”in geçirdiği zincirler, aldatıcı bir “yapısal uyum süreci” maskesi altında ekonomik sınırlarımızı birer birer yıkıyor, mal ve sermaye hareketlerini 
başıboş bırakıyor, Türkiye'yi bir açık pazar haline getiriyorlar. 

C) Baty'nın karşısına “Atatürk duruşu”yla dikilen kadrolar iktidara gelmedikçe 
bu istiskal (aşağılanma) böyle sürüp gidecek, Türkiye Batı'nın tam bir sömürgesi olup çıkacaktır. 

Peki yapılacak olan nedir, bu alanda? Uygulanacak ilkeleri Atatürk'ün öğütlerinde bulabiliriz. En önemlilerini aşağıya alıyorum: 
-Önce sosyal ahlâk… Eğitim sistemimiz gençliğimize bu ahlâkı aşılanmalıdır. Ulusa efendilik yoktur; ona hizmet etmek vardır. En iyi insan kendinden çok üyesi olduğu toplumu düşünen, kendini halkının varlığına ve saadetine adayan kişidir. Kendimiz için değil, ulusumuz için çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur. 

<  Türkiye'nin yönetimi Tanzimat kafalıların eline geçmiştir. Bu zihniyet Batı'nın arayıp da bulamadığı şeydir.  >

-Tüm hayatımızı gerçek amaçlara yönlendirmeliyiz. Halkımıza bir gün eliyle tutabileceği reel ve somut eserler sunmalıyız. 
-İnceleme ve araştırmalarımıza konu olarak kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünya yı, bütün öteki ulusları tanır, ama kendimizi bilmez. Dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım; ama asıl temeli kendi içimizden çıkarmalıyız. 
- Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. 
- Ülke işlerinde, ulus işlerinde duyguya, hatıra, dostluğa bakılmaz. Sıradan politikacılıkla ulusu parçalamak hıyanettir. 
- Sorumluluk yükü her şeyden, ölümden de ağırdır. Ayrıca şu esaslar belirleyici olmalıdır: 
- Devlet yönetimi liyakate dayandırılmalı ve uygulanan politikalarda süreklilik olmalıdır. 
- Tanzimat kafalılara karşı mücadele edilmelidir. Tanzimatçı zihniyetin mahiyet ve zararlarını milletimize anlatmanın yolları araştırılmalıdır. 
-Her ne şekilde olursa olsun, yabancılardan para alınması yasaklanmalı ya da en azından çok sıkı denetim altına alınmalıdır. 
-Dış borçlanma olabildiğince azaltılmalıdır. 


L) Birlik 

Bugün Türkiye Cumhuriyeti içten Batı güdümlü Siyasal İslam'ın, dıştan Batı emperyalizminin pençesindedir. Bunlar Atatürk Cumhuriyetini çökertme 
hedefinde işbirliği içindedir. Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu en büyük iki tehlike, Batı emperyalizmi ve onun güdümündeki Siyasal İslam'dır. 
Bu iki tehlikeye karşı bütün varlığımızla direnmeli, hattâ saldırıya geçerek onlarla var gücümüzle mücadele etmeliyiz. 
Ancak önce şu gerçeği kabul etmeliyiz: Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk'le Türkiye olmuştur. Yine onunla var olmaya devam edebilir. 
O dengedir, o ölçüdür, biricik sentezimiz dir. O toplayıcıdır, “bir araya getirici” olandır. Bütünlüğümüzü ve gelişmemizi sağlayacak tek değer odur. 
Ona sarılmadık ça ve ona dönmedikçe eziliriz, parçalanırız, yok oluruz. Ona sarılmak ve dönmek demek; tam bağımsızlık, bilimsel zihniyet ve sosyal ahlâk 
demektir. Bu temellerden kopup gelen ilkeler demektir. Varlığımızı ve gelişmemizi bu ilkelere dayandırmak zorundayız. 

<  En iyi insan kendinden çok üyesi olduğu toplumu düşünen, kendini halkının varlığına ve saadetine adayan kişidir. Kendimiz için değil, ulusumuz için çalışalım. >


1) “ Parola Vatan, İşareti Namustur. ''

Cumhuriyet'in bekçileri fikir ayrılıklarını bir yana bırakarak birleşmelidir. Kan, ateş ve akılla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz devşirme, sahte bir burjuva demokrasisi uğruna feda edilemez. 
Tek çıkar yol Millet'in kendisindedir, Millet kendini savunmak üzere örgütlenmelidir. Mutlaka bir hükumet yolu aranmalıdır. İkinci bir Müdafaa-i Hukuk zamanıdır. 
Artık tek güç Millî Kuvvetlerdir, kurulacak bir millî meclisidir. 
Bu amaçla Türk Milleti'nin ulusalcı güçleri tek bir merkezde toplanıp örgütlenmelidir. Bir “ulusal kurul” (milli heyet) oluşturulmadıkça, bu 
kurul en etkili şekilde çalışmadıkça bütün çabalar boşa gider. 

2) Çevre ülkeleri, tabiî Türkiye de, Derin Merkez'in istedi.i biçimde bir küreselle.meye ve yeni ekonomi sürecine karşı direnmeli, âdil bir küreselleşme 
ve yeni ekonomi için mücadele etmelidir. Bu da içerideki işbirlikçilerin sindirilmesi ve etkisizleştirilmesi yoluyla sağlanabilir. Ancak bu direniş ve 
mücadele, münferit de.il ortak bir hareket şeklinde olmalıdır. Bu da ancak ulus-üstüleşme, bölgeselleşme ve yerelleşme baskıları karşısında, teslimiyetçilikten 
uzak, bağımsız-ulusalcı politikalar uygulamakla mümkün olabilir. 

H. Chavez Çevre ülkelerinin özgürlüğüne, bağımsızlığına ve refahına giden yolun ilk koşulunu şöyle ifade ediyor: 

“Bütün dünya emperyalizme karşı bir dayanışma zemini inşa etmelidir.” 

<  Cumhuriyet'in bekçileri fikir ayrılıklarını bir yana bırakarak birleşmelidir. Kan, ateş ve akılla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz devşirme, sahte bir burjuva demokrasisi uğruna feda edilemez. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Böyle ortak ve küresel bir zemin kurulmadıkça başarıya ulaşılamaz, âdil bir dünya düzeni kurulamaz. Bu birlik hem ülke içinde hem de dünya ülkeleri 
arasında aşama aşama sağlanmalıdır. Ülkeler Büyük Zorba'ya karşı tek başlarına hiçbir sonuç alamazlar. Türkiye bakımından söyleyecek olursak, 
ilkin Atatürkçüler bir araya gelmelidir. Bölgede, Ortadoğu ülkeleri arasında bir dayanışmanın temelleri atılmalıdır. Daha ileri bir aşamada dünyanın diğer 
bölgelerindeki, örneğin Latin Amerika'daki dayanışma zeminlerine ulaşmaya, onlarla bütünleşmeye çalışılmalıdır. 

Ne var ki Amerikan emperyalizmi bunu bildiği için bugün BOP çerçevesinde ülkeleri parçalayıp ufalamaya, bunların birleşmesi olasılığını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. 

Bolivarcı Devrim yalnızca Latin Amerika'da bir ülkenin kurtuluşunu değil, bütün Latin Amerika'nın emperyalizmden kurtuluşunu hedef almaktadır. 
Bu noktada Atatürkçüler ABD'nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne (BOP) karşı ABD emperyalizmini zayıflatacak Atatürkçü bir Ortadoğu projesi geliştirebilir ve bunun için bu ülkelerle yakınlaşma ve işbirliği, onları bölge çapında bir araya getirme yolu arayabilirler. 

SONUÇ 

Türkiye Derin Merkez kaynaklı “küresel, derin bir komplo” ile karşı karşıyadır. 

Yine bir çöküşe ve dağılış a doğru gidiyor Türkiye. 

Ne yapacağız? Çare nedir? 

Çare Atatürk'ün kurtuluş parolasıdır: Ya istiklâl ya ölüm! 
Esir yaşamaktansa, ölmek yeğdir. 

Asla yılgınlığa meydan vermeden, tam bir cesaretle ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Derin Merkez'e karşı Batı Emperyalizmi'ne karşı onun aramızdaki 
uşaklarına karşı güçlü bir cephe oluşturmak, direnmek, mücadele etmek ve gerektiğinde savaşmak gerekir. 
İdeolojimiz çağın koşullarına uyarlanmış. Atatürkçülüktür. 

Hedefimiz Ulus devletimizi bütün varlığımızla, kanımızla, canımızla, aklımızla, bilgimizle korumaktır. 

Çözüm yolu “Yeni Atatürkçülük”tür. O dokuz ilkeye dayanır: 

-Bağımsızlık, Bilimsel Zihniyet, Sosyal Ahlâk, 

-Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devrimcilik, Devletçilik. 

Ekonomik açıdan bakarsak, bunlar arasında şu sırada en önemli olanı, 
devletçiliktir. Türkiye kalkınamamıştır, Merkez ülkelerin dayattığı liberalizmle de asla kalkınamayacaktır. Tarih açıkça göstermektedir ki Türkiye ulus 
devlet olarak kalmak zorundadır. Bu sayede toplumsal yapısıyla, ekonomisiyle güçlenecek, rakipleriyle eşit koşullarda rekabet edebilir bir konuma 
gelecektir. Bunun tersi bir strateji ancak çöküş getirir. Çünkü sanayileşmesi ve kalkınması ABD tarafından ekonomik ve siyasal silahlar kullanılarak sürekli engellenecektir. 

Kısacası Türkiye Ulus Devlet yapısı içinde, “Üçüncü Yol”a dönmelidir ki bu Atatürk'ün çizdiği kalkınma yoludur: Karma ekonomi sistemidir. 
Yol Haritamız “Büyük Nutuk”tur. Önerdiğim Yol Haritası'nın altın anahtarı “Büyük Nutuk”tadır. Bence başka bir yol yoktur. 

Türkiye'nin Yeniden İşğâline ancak bu yoldan son verilebilir. 

Prof. Dr. Cihan Dura 


***

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 2

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 2



B) Avrupa Birliği 

Avrupa Birliği (AB) emperyalist bir oluşumdur. Ne var ki âdeta tapılıyor ona. Bu ölçüsüzlüğü bırakıp kendimize gelelim. Devletimizin ulusallık niteliğini aşındırmanın etkili bir aracı haline gelen AB'yi, artısıyla eksisiyle adam gibi değerlendirelim. Hükumetleri mız bu kuruluşa çok tehlikeli ödünler 
vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Avrupa Birliği (AB) uyduluğu na karşı kesin tavır alınmalıdır. Zaten halkımızın büyük çoğunluğu AB'- ye karşıdır. Hem bilimsel gerçeklere hem de halkımızın eğilimine paralel olarak, AB karşıtı bir politika oluşturulmalıdır. 

Batı'ya, AB'ye haklarımızın bilincinde olduğumuz ve onları çiğnetmemeye kararlı olduğumuz açıkça gösterilmelidir. Ulusalcı cephe bu bilinci canlandırmalı ve güçlendirmelidir, Milleti de o şekilde davranmaya yönlendirmelidir. Halkın AB dayatmaları ve ABD tehditleri karşısında, yeteri kadar tepki göstermesi sağlanmalıdır. Uğradığımız kayıplar, katlandığımız haksızlıklar, AB putperestliği nin sakıncaları Türk halkına anlatılmalıdır. 
Bu ülkeden olup da AB himayesi isteyen, yabancıların propagandasını yapan, onların dâvâsı için çalışan kişi ve kurumlar deşifre edilmeli; ne oldukları, hangi 
hâince tertipler içinde bulundukları halka açıklanmalıdır. 

<  Eğer Osmanlı'nın uğradığı âkibete uğramak istemiyorsak, ^^ Avrupa Birliği ile kurulu, bu; Yalnız Milli haysiyetle değil, Aynı zamanda akıl ve bilimle de bağdaşmayan asimetrik İlişkilere Derhal son vermelidir. AB ile üyelik görüşmeleri derhal kesilmelidir.^^ >

C) Borçlanma 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniden Batı'nın borçlandırma tuzağına düşürülmüştür. Bu yüzden yalnız malî değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal ve sosyal kayıplara uğramaktadır. Bir devlet borçlanma batağına bir kere batırıldı mı, artık ondan kurtulması çok zordur. Kurtuluş büyük çabalar, olağanüstü değişiklikler gerektirir. 

1) Yapılabilecek olanları aşağıda sıralıyorum: 

Türkiye'de bir borç ertelemesi artık kaçınılmazdır. Ancak bu erteleme bir vergi reformu ve sermaye kontrolü önlemleriyle birlikte yapılmalıdır. 
Eğer Osmanlı'nın uğradığı âkibete uğramak istemiyorsak, Avrupa Birliği ile kurulu, bu; yalnız milli haysiyetle değil, aynı zamanda akıl ve bilimle de bağdaşmayan asimetrik ilişkilere derhal son vermelidir. AB ile üyelik görüşmeleri derhal kesilmelidir. 

-Türkiye'de vergi yükünün dağılımı son derecede adaletsizdir. Vergi reformu şarttır. Harcamalar yönünden ise şeffaf bir bütçe harcama sistemi 
kurulmalıdır. Yapılacak reformun amaçları .unlar olmalıdır: 
Daha âdil bir gelir bölüşümü, yeniden üreten bir Türkiye, borçların ödenmesi. 

Reform başlıca şu araçları kapsayabilir: 

Gelir ve servetin yığılmış bulunduğu yüksek gelir gruplarına dönemsel bir vergi getirilir. “ Devlet iç borçlanma senetleri”nin (DYBOS) faiz gelirleri etkin şekilde vergilendirilir. DYBOS'lar üzerinden bir defalık bir “servet vergisi” alınır. Hâsılat iç borç itfasında kullanılır. Hazinenin iç ve dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere bankalardaki mevduat hesaplarının belli bir minimum miktarı üzerindeki bölümünden bir defalık maktu bir vergi alınarak, bir “âcil durum fonu” yaratılabilir. Vergiden kaçan, vergi kaçıran kesimlerin üstüne kararlılıkla gidilir. 

-İkinci bir önlem olarak, sermaye mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Ülkenin ve ekonominin yazgısı üç be. spekülatöre terk edilmemeli, bunların 
ülkeyi soymaları engellenmelidir. Bu nedenle 1989 tarihli 32 sayyly Kararname gözden geçirilmeli, süregelen “finansal israf ” önlenmelidir. Türkiye, 
sermaye hareketleri serbest oldukça kalkınamaz. Bu nedenle sıcak paranın ülkeye girişine, kalışına ve ülkeden çıkışına kurallar getirilmelidir. Sermaye 
hareketleri mutlaka denetim altına alınmalıdır. 

Emperyalist merkezlerin spekülatif para operasyonlarına hizmet eden, mevcut kambiyo politikası değiştirilmelidir. 
İç borç stokunun mali sisteme ve reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için, Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi şu iki amaçla bir düzenleme 
yapmalıdır: -Borcun vadesi uzun döneme yayılmalıdır. -Borcun reel faiz yükü düşürülmelidir. 


(Hazine Müste.arly.y 31 Mart 2008) 
TÜRKİYE'NİN BORÇLARI (MİLYAR DOLAR) 

“Yastık altı dövizleri” ekonomiye kazandırılmalıdır. Türkiye'nin, kamu borçlarını ödemesi olanaksızdır. Tutulacak en iyi yol, diğer önlemler eşliğinde büyük çaplı bir ertelemeye gitmektir. Türkiye de yabancı bankalarla, kreditörlerle bir araya gelip birebir anapara ödemelerini belli bir takvimde askıya alabilmenin koşulları için pazarlık yapabilir. Hatta faiz ödemeleri de askıya alınabilir. 

2) Politika değişikliğine gidilirken Atatürk'ün dış borçlanma ilkeleri göz önünde tutulmalıdır: Mali bağımsızlık, tam bağımsızlığın en önemli ögesidir. 
Malî bağımsızlığın korunması için ilk koşul, bütçenin denk, ekonomik yapı ile uyumlu olmasıdır. Dolayısıyla devleti yaşatmak için, ülke; yabancılara başvurma  dan, kendi öz gelir kaynaklarıyla yönetilmelidir. Hükumetler her uygar devlet gibi dış borçlanma yapabilir. Ancak şu iki koşula uymak kaydıyla: Borç yükü malî bağımsızlığı tehlikeye düşürmemelidir. Borçlanma, “verimli” olmalıdır. Hem ülkenin sermaye birikimini artırmalı, hem de kendi kendini amorti edebilmelidir. 


(Hazine Müste.arly.y 31 Mart 2008) 
SICAK PARA 80,9 MYLYAR DOLAR 

D) Yabancı Sermaye 

1) Yabancı sermaye, Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu koşullarda bir tehlikedir. Çünkü çok daha canlı, güçlü ve sürekli bir ulusal yatırım eğilimi 
olmadıkça, yabancı sermaye bir “ekonomik işgal” etkisi yaratır. Zaten yabancı sermayenin zararları sağlayabileceği faydalardan çok daha fazladır. İşgal 
yoğunlaştıkça, zararlar öldürücü bir nitelik kazanacaktır. 

Türkiye'de yabancı sermayenin “ Şirket sayısı”, “yabancı sermaye payı” ve “yabancı ortak payı” olarak gittikçe güçlenmesi şu sonuçları doğurmaktadır: 
Daha fazla kârın daha fazla yurt dışına transferi, Şirketlerin önemli bir kısmının yabancı hâkimiyeti ve yönetimine geçmesi, ekonomik kararlarda yabancıların etkisinin artması ve baskı grubu olarak güçlenmeleri. 


Geçici Veriler, Kaynak: T.C. Merkez Bankası 
ÜLKELERE GÖRE YABANCI SERMAYE 

Türkiye neden yabancı sermaye muhtaç bir ülke görüntüsü veriyor? Bunun başlıca sebebi tüketimdeki yabancılaşmadır. Dışa bağımlılık, sömürgeleşme 
Tüketimde yabancılaşmayı getiriyor. Şu şekildeki neoliberal politikalar yüzünden Avrupa malları birçok yerli malından daha düşük fiyatlarla Türkiye pazarlarına girebiliyor. Bunlardan çoğu tüketicinin tercihlerini kendi lehine çeviren “yeni mal” niteli.indedir. Tüketimdeki yabancılaşmayı da ondan daha tehlikeli bir olgu takip ediyor: “Kültürde ve sanatta yabancılaşma.” Oysa ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar, ulusal tasarruflarla sürdürülür. İç tasarrufa dayalı mekanizmanın işlemesi Türkiye gibi ülkelerde Yeni Emperyalizm'in tahrik ettiği aşırı ve gittikçe çeşitlenen tüketim yoluyla engellenmektedir. 

Çünkü bu yoldan yurt içi tasarrufun artması kasıtlı olarak engellenmiş oluyor. Sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır. Böylece yapay bir dış tasarruf ihtiyacı yaratılıyor. Ülke yabancı sermayeye sınırsızca açılınca, ulusal ekonomi son derecede tahrip edici etkilere de açık bir hale gelmiş oluyor. Türkiye'nin 1980' ler den bu yana, başına gelen budur. 

Bu neden böyledir? 

Çünkü kapitalist sistemi sürdürmek ve daha da güçlendirmek için, burjuva sınıfının yaşam biçimleri ve donanımları; hepimizi tüketmeye, giderek daha 
fazla tüketmeye özendiren modeller olarak sunulmaktadır. İnsanların kafaları şu dogmalarla dolduruluyor: Satın al, durmadan satın al! Tüket! 
Satın almak, tüketmek toplumsal bir görevdir. Dünya kaynaklarını tüketmek ekonomi için iyidir. Liberalizmden başka yol yoktur. Neticede Türkiye'nin sömürgeleştirilmesi koşulları kolaylaştırılmış oluyor. Burada şu denenmiş gerçeğin, bir kanıtını daha elde etmiş bulunuyoruz: Aynı şartlar bir araya gelirse, sonuç da aynı olur. Bu kural mekân da olduğu kadar, zaman boyutunda da, yani Tarih'in akışı içinde de geçerlidir. Geçmişte de yaşadık bu olayı. Osmanlı örneğinde mevcut yapı ve koşullarda, Batı üreten toplum oldukça, biz tüketen toplum olmaya başlamışız. 

Atatürk bu ilişkinin farkındaydı, şu söz ona aittir: “ Biz yalnızca tüketen değil, aynı zamanda üreten bir toplum olmak istiyoruz.” Türkiye Cumhuriyeti de, ne yazık ki bugün Atatürk'ün gösterdiği hedefin tam tersine giden bir yol üzerinde yürümektedir. Yöneticilerimiz ya tarih okumamakta, ya da tarihten ders almayı bilmemektedir. Bir olasılık da milletimize açıkça ihanet edilmesidir. 

<  İç tasarrufa dayalı mekanizmanın işlemesi Türkiye gibi ülkelerde Yeni Emperyalizm'in tahrik ettiği aşırı ve gittikçe çeşitlenen tüketim yoluyla 
engellenmektedir. >

2) Çözüm ise öncelikle siyasi bir uyanış ve eylem gerektiriyor. 

Ekonomi politikası alanında yapılacak olan şudur: Tüketim düzeyi kontrol altına alınarak, diğer olanaklar da zorlanarak iç tasarruf oranı yükseltilmeli; 
yabancı sermayeye olan sahte “aşırı-gereksinme” ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul bir düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin yıkıcı boyutlara ulaşması da engellenmiş olacaktır. 

Unutmayalım, bir ekonomide yabancıların yaptığının kat kat üzerinde ulusal yatırımlar yapılmazsa; bugün bu işletme, yarın öbür işletme, o ekonomi 
yavaş yavaş yabancıların eline geçer. 

Bundan başka stratejik tesisler belirlenmeli, bunların yabancıların eline geçmesi engellenmelidir, geçenler geri alınmalıdır. Bankacılık sektörü çok önemlidir. 
Bir insan vücudunda kan dolaşımı ne ise, bir ekonomide de bankacılık odur. Bu sektörün makro ekonomik politikaları etkileyecek derecede yabancıların eline 
geçmesine göz yumulması, Türkiye Cumhuriyeti'ne yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Vatan sınırlarını korumak neyse, ulusal bankacılığımızın 
sınırlarını korumak da odur. 

Bankacılık sektörünün yabancılaşmasının ekonomi üzerinde pek çok olumsuz etkisi vardır. Bunlardan bazıları asla mazur görülmeyecek derecede önemli ve hayatî dir. Dolayısıyla banka satışlarına derhal son verilmesi gerekir. 

Zararın neresinden dönülse kârdır. Bankacılıkta sınırsız-kontrolsüz-denetimsiz bir yabancılaşma sürecine kesinlikle hayır! Yabancı payına mutlaka bir sınır çizilmeli dir. Kanımca Türkiye bir ölçüt olarak AB ortalamasını alabilir ki bu oran yüzde 20'dir. Bunun üzerinde yabancı sermayeye izin vermemelidir. Rusya'da sınır yüzde 25'dir. Yabancı bankaların ülkemize girişi kesinlikle kontrol altına alınmalıdır. Kredilerin büyük kısmının yurt dışına kaydırılması kesinlikle önlenmelidir. 

Halk tutumlu olmaya çağrılmalı, yabancı sermayenin olumsuz etkileri hakkında aydınlatılmalıdır. 

Yabancı bankaların ülkemize girişi kesinlikle kontrol altına alınmalıdır. Kredilerin büyük kısmının yurt dışına kaydırılması kesinlikle önlenmelidir. Prof. Dr. Cihan Dura >



E) Yabancıya Toprak Satışı ve Misyonerlik 

1) Yabancılara gayrimenkul satışı sınırsız ve koşulsuz olamaz. Dileyen her yabancı, Türkiye'nin her yerinde gözüne kestirdiği her arsayı, her tarlayı, 
her binayı parasını bastırıp alamamalı dır. İlke olarak, bu satışlar son derecede istisnaî durumlarda yapılabilmelidir. 

-Karşılıklılık ilkesi Liberalizmin hukuk alanına uygulanmasından başka bir şey değildir. İdeolojiktir, kuvvetlinin ve zengin olanın lehine çalışır. 
Karşılıklılık (Mütekabiliyet) ilkesi ancak eşit güçte olan ülkeler arasında bir anlam ifade eder. Oysa Türkiye bu bakımdan ABD ve Avrupa ülkeleri karşısında 
dezavantajlı bir durumdadır. Dolayısıyla diğer ülkelerdeki satışları örnek olarak göstermek yanıltıcıdır. Bu husus Türkiye'nin jeopolitiği ve potansiyeli bakımdan da doğrudur. 
- Çağımızda ülke savunması öylesine karmaşıklaşmıştır ki, sadece silahlı savunmaya indirgenemez. Ordu yurt savunmasını her alanda takip eder: 
Ekonomide, yabancı sermayede, özelleştirmede, dış borçlanmada, azınlık konularında, tabiî yabancıya toprak satışında da… Ülke savunması 
bütün bu noktalardan başlar. Eğer bunlar ihmal edilirse, koşullar zamanla öyle bir duruma gelir ki silahlı savunmadan hiçbir sonuç alınamaz. 
- Yabancıya toprak satışının uluslararası boyutları ile gelecekte doğuracağı sorunlar titizlikle araştırılmalı ve ortaya konmalıdır. AKP hükumetinin böyle bir 
çalışmayı yapmadığı görülüyor. 
-Yabancılara toprak satışında yüzdelik sınırın il boyutunda belirlenmesi yanlıştır. Bu oran en küçük “idarî birim” boyutunda belirlenmelidir. ilçelerde, daha küçük birimlerde yüzdelik sınırı bu birimlerin kendi alanlarına uygulanmalıdır. 

Yabancıların arazi ve emlâk edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez.

-Yabancılara toprak satışını durduran Anayasa Mahkemesi'nin gerekçesi şudur: “Yabancıların arazi ve emlâk edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez. Toprak, Devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, Egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Yabancılara satılan toprakların geri alınması zordur ve yabancılar kendi devletlerinin koruması altındadır. >

” Bu gerekçe üzerinde, başta vatan topraklarından birinci derecede sorumlu olan TSK mensupları olmak üzere her vatandaş uzun uzun düşünmeli ve her türlü çareye başvurarak toprak satışına karşı çıkmalı; ne yapıp yapıp bu satışların - son derece istisnaî durumlar dışında - ebediyen durdurulmasını sağlamalıdır.''

- Yabancıya Toprak satışları konusunda halk Bilinçsizdir; Aydınlatılmalı, Uyarılmalıdır. 

2) Yabancıya toprak satışları, misyonerlik faaliyetleri ile birlikte düşünülmeli, satışlar bu açıdan ayrıca değerlendirilmelidir. AB baskısıyla serbest bırakılan misyonerlik Türkiye için büyük bir tehlikedir. Misyonerliğin serbest bırakılmasının özgürlükle, insan haklarıyla, demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur. 
O Batı Emperyalizmi' nin en başta gelen araçlarından bir diğeridir. Kesinlikle engellenmelidir. Yurtsever aydınlarımız özellikle Rum Ortodoks Kilisesi Papazı Bartholemeus' un faaliyetlerini sıkı bir şekilde takip ederek ne yapmak istediğini, hangi planın aracı olduğunu belirlemeli, milletimizi ve ilgili makamları yaptıklarından haberdar etmelidir. 

F) Tarım ve Sanayileşme 

1) Türkiye daha 25 yıl öncesine kadar tarımda kendine yeterli 7 ülkeden biriydi. Bugünse bunun tam tersi bir durum söz konusu: 
Türkiye kendi kendini doyuramıyor. Pazarlarına ithal ürünler hâkim. Birçok tarım ürününü dışarıdan satın alıyor. 

<  Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Yabancılara satılan toprakların geri alınması zordur ve yabancılar kendi devletlerinin koruması altındadır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

a) Tarım politikamız bütünüyle -dünyada sadece Amerikan çykarlarının, Derin Merkez'in çıkarlarının bekçili.ini yapan IMF ile Avrupa Birli.i'nin kontrolü altyna girmiştir. 
Emperyal güçler Türk tarımını yok etme planlarını, “borç para dilencisi” yöneticilerimize kabul ettirmeyi bilmişlerdir. Atatürk Türkiye'sinin, kendi koşullarımızın, kendi ihtiyaçlarımızın eseri olan 80 yıllık tarım politikamızı çöpe attırdılar. Kendi yapımıza uygun tarımsal teşkilatlanmayı dağıttırdılar. 
Koruma önlemlerinden eser bırakmadılar. Dünya fiyatları yalanıyla Türkiye tarımını ithalata, yabancı ekonomilere bağımlı hale getirdiler. 
Çünkü Türkiye'nin tarımda “kendine yeterli ülke” olmasını istemiyorlardı. Oysa ABD de, AB de kendi tarımını yıllarca korumuş, tarımda kendi kendine yeterli hale gelmişlerdir. İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde tarıma inanılmaz destekler veriliyor. 

b) Evet, vurgulamakta, ayrıntılarına dikkat çekmekte yarar var, Türk tarımında son çeyrek yüzyılda korkunç şeyler oldu: Asırlık tarım politikalarımız, destekleme mekanizmalarımız, kurumlarımız tasfiye edildi. 
Tarım kooperatiflerimiz dağıtıldı, işlevsizleştirildi. “Dünya fiyatları referans sistemi” dayatmasına boyun eğildi. Oysa bu sistem, Çirkin Batı'nın çıkarlarına göre oluşturuluyordu. 

Tarım politikamız bütünüyle -dünyada sadece Amerikan çıkarlarının, Derin Merkez'in çıkarlarının bekçiliğini yapan IMF ile Avrupa Birliği'nin kontrolü altına girmiştir. >

6 Mart 1995 Gümrük Birliği Anlaşması ile, ithalatın önündeki kısıtlamalar iyice azaltıldı. Türk çiftçisi bir geçiş aşaması bile öngörülmeden serbest piyasa ekonomisinin acımasızlığına terk edildi. Böyle olunca da, bir yandan tarımsal üretimimiz ağır darbeler yerken, bir yandan da Türkiye tarımda da Merkez ülkelere bağımlı hale gelmeye başladı; birçok tarım ürününde net ithalatçı ülke konumuna düştü. 
Her alanda özelleştirme, tasfiye ve işlevsizleştirme mekanizmaları bütün şiddetiyle çalıştırıldı. Kendimize özgü bütün destekleme ve koruma mekanizmaları toptan tasfiye edilirken, sisteme tek bir destek, Çirkin Batı'nın yapılarına göre geliştirilmiş., üretimden soyutlanmış “doğrudan gelir desteği” (DOGED) dâhil edildi. Türk çiftçisi bu desteğe mahkûm duruma getirildi. Böylece tarım sektörüne “üretim kültürü” yerine “muhtaçlık kültürü” aşılanıp yerleştirildi. 

Sonuçta Türkiye, bütün potansiyeline rağmen, tarımsal ürünlerde “kendine yeterli” olmak avantajından yoksun bırakıldı. 

2) Bu şartlar altında Türkiye, üretimini her alanda artırmak zorundadır. 

Özellikle et ve süt, makarnalık buğday, yağlık tohumlar, endüstriye uygun meyve ve sebze, pirinç gibi ürünlerde yetersizlik söz konusudur. Avrupa 
Birliği'nde olduğu gibi, birçok tarımsal ürün bakımından “kendimize yeterli” duruma gelmek zorundayız. Bundan dolayı da, bizim tarımı destekleme 
politikamızın, AB ile ABD'nin destekleme politikalarından farklı olması gerekir. 

Öte yandan Tarım politikasını Avrupa Birliği'nden kayıtsız şartsız aynen almamız son derecede yanlıştır. Çünkü ülkelerin yapıları farklıdır. Bizim cahil 
yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, 
gere.ini yapmıyor; bu da ancak “kötü niyetliliğe” bağlanabilir. Türkiye'nin, bugün oldu.undan çok daha fazla tarıma destek vermesi şarttır. 

3) Tarım politikasının çok önemli bir boyutu daha vardır ki o da şudur: Türkiye'de kimi aydınlar “Tarımda çalışanların toplam istihdam payı çok yüksek, düşürülmeli” diyor. 
Hükumetlerin tercihi de bu yönde. 
Bu görüş bir dayatmayla uygulamaya da konuldu. Görüşün kaynağı AB'ye ve IMF'ye uyum amacıyla yapılan düzenlemelerdir. 

Oysa bu görüş sığ bilgi ürünüdür ve gelişme ekonomisi açısından son derecede yanlıştır. Kanıtlarla göstereyim: Birincisi, ekonomik gelişme teorisinin 
bir yasası gereği tarımsal aktif nüfus zaman içinde azalacaktır; ancak ülkenin ekonomik bakımdan gelişmesi, sanayileşmesi koşuluyla! IMF'- nin, AB'nin keyfi olacak diye de.il. İkincisi Türkiye ile Batı ülkeleri arasında aktif nüfus dağılımı karşılaştırması yapanlar, bu ülkeler arasındaki yapısal farklılıkları hesaba katmıyorlar. Bundan başka, söz konusu ülkeler kendi çiftçisini muazzam boyutlarda destekliyor. Üçüncüsü gelişme düzeyi farklılığı ve bunu görmezden gelen çıkarcı anlayıştır. Başta İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD olmak üzere Batı ülkeleri; Türkiye'nin bugünkü gelişme düzeyinde iken, tarım sektörlerini yabancı rekabete kesinlikle açmamışlardır. 

Öyleyse “AB'ye gireceğiz, IMF sayesinde üç-beş dolar alacağız” diye böylesine akıl dışı politikalar uygulamak en hafif deyişiyle cehalet ürünü olabilir. Dördüncüsü, iktisat tarihinin verileridir. Tarihsel istatistikler Türkiye'de geçerli uygulamanın tam tersini göstermekte, hükumetlerimizin tarım stratejisinin do.al bir yol olmadığını ortaya koymaktadır. Bir genelleme yaparsak, üç sanayileşmiş ülkede(Fransa, Almanya ve ABD'de) tarımın aktif nüfus oranının 30 puan düşmesi için, ortalama 75 yıl gerekmiştir. 
Bizim sözde iktisatçılarımız ise, bu büyük değişimi Türkiye'de 5-10 yıl içinde  gerçekleştirmeyi düşünebiliyorlar. Sonra, o ülkeler tarımın aktif nüfus payı azalırken, aynı zamanda sanayileşmekte idi. Türkiye bu zayıf sanayi sektörü 
ile, kentleri dolduracak 10 milyon köylüye nasıl iş bulacaktır? 

<  Tarım politikasını Avrupa Birliği'nden kayıtsız Şartsız aynen almamız son derecede yanlıştır. Çünkü ülkelerin yapıları farklıdır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Demek ki bugünün ileri ekonomilerinde tarımın istihdam oranının az olması, doğal bir sürecin, sanayileşme sürecinin ürünüdür. Öyle bizim sivri akıllıların yapmaya kalkıştığı gibi tarımı ve köylüyü batırarak değil, sanayileşmeyi sağlayarak, bunun bir yan etkisi olarak gerçekleştirildi. 
Türkiye'nin de yapması gereken budur: sanayileşmek, mutlaka sanayileşmek!... 

4) Teknikte ileri bir toplum, teknikte geri olan toplum karşısında büyük bir avantaj yakalar. 

Sömürgecilik, yaşam gücünü bu avantajda bulmuştur. Bir tarım toplumu, bir sanayi toplumu karşısında teknik bakımdan geridir, dolayısıyla çok ciddî dezavantajlar karşısında dır. Öyleyse alınacak ders ve yapılması gereken şudur: Varlığını sürdürmek, kaynaklarını kaptırmamak, onuruyla yaşamak isteyen bir millet mutlaka sanayileşme lidir. Bu Türkiye için de geçerlidir. 

< Bugünün ileri ekonomilerinde tarımın istihdam oranının az olması, doğal bir sürecin, sanayileşme sürecinin ürünüdür. >

Ancak bu hedef elbette tarımın ihmal ya da terk edilmesi anlamına gelmez. Ne yazık ki Türkiye çapsız politikacıların eliyle bu hatayı işlemiştir. 

Dünyada -Türkiye gibi sanayileşme bakımından geride olan bir ülke, kendinden daha gelişimi. ülkelerle liberal ekonomik ili.kiler kurarsa, sonuç; 
o ülkenin, ilerleme kaydetmesi bir tarafa, mevcut sanayilerini de yitirmesi olacaktır. Türkiye gibi ülkelerin sanayileşmesi ancak sosyal değişim hızını 
- Derin Merkez'den bağımsız olarak- bu ülkelerin bizzat kendilerinin ayarlamasıyla mümkün olabilir. Bu da derin Derin Merkez'in “merit” tuzağına düşmemeyi gerektirir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***