Dersim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dersim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR

 KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
20.04.2013 

H. FIRAT’ IN YAZISINA ELEŞTİRİ..,

21 Mart 2013 Newroz’undaki Abdullah Öcalan’ın demokratik siyaset çağrısı üzerine lehte veya aleyhte bir takım değerlendirmeler yapılmaktadır. Bunlardan bir kısmı kendisini sosyalist olarak değerlendiren kesimler tarafından yapılmaktadır. 

Bu değerlendirmelerden biri de H.Fırat tarafından yapılmıştır.

Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, Sovyet devrimiyle birlikte anlam bulmuştur. Temelini de Marksizm’den almaktadır. Çarlık Rusya, halklar hapishanesi olarak adlandırılıyordu. Devrimle birlikte buradaki halkların özgürlüğüne kavuştukları görülüyor. Bu dönemde Rusya dışında gelişen ulusal hareketler de desteklenmiştir. Türkiye ulusal kurtuluş hareketinin niteliğinin burjuva/bürokratik olduğu bilindiği halde desteklenmiştir. 1920’li yıllarda ilişkiler o kadar ileri gitmiş ki, Rusya’nın Komünist lider Mustafa Suphi yerine mevcut sistemi desteklediği söylenebilir. Mustafa Suphi’nin Karadeniz’e gömülmesi olayı tam anlaşılamadı. Sovyetlerde taşlar yerine oturduktan sonra Sovyet adı altında Çarlık sınırlarının yeniden oluştuğu görülüyor. Kısa bir süre bağımsız kalan ülkeler Sovyetlere dahil ediliyor. Çarlık Rusya’sında başlayan Ruslaştırma/Asimilasyon devam ediyor. Günümüzde dahi bunun etkileri devam ediyor. Müslüman/Türki cumhuriyetlerin nüfus yapısına bakıldığında bu ülkelerin belirli sayıda Rus nüfusu olduğu, Rusçanın da yoğun olarak kullanıldığı görülüyor. Sovyet devrimi ulusal sorunu hal etmiş diye bir şey yoktur. Tersine içinden çıkılmaz hale getirmiştir. 21.Yüzyılın başında Yugoslavya’da Sırpların Boşnak katliamı bunun sonuçlarından biridir.
Yazar yazısında diyor ki: “Marksizm bayrağı altında devrimci partilerin zafere yürüdüğü her yerde ulusal sorun çözüme kavuşturulmuştur.” Bu kesinlikle doğru değildir. Cumhuriyetin ilanından sonra Kürtlerin varlığı inkar edilip, asimilasyona başlanmasına karşı Kürt ayaklama ve isyanları( Şeyh Sait, Ağrı, Dersim vs.) Sovyetler tarafından desteklenmesi bir yana kanlı bir şekilde bastırılması devrimci olarak nitelenmiştir. Bu dönemde TKP de aynı tavra girmiştir. Sovyetlerin ve TKP’nin tavrını eleştiren tek Marksist Hikmet Kıvılcımlı olmuştur. 1946’da Mahabat Kürt Cumhuriyetinin bastırılmasında İngiliz/Sovyet anlaşması etkili olmuştur. Onlarca Kürt önder idam edilmiştir. Sovyet etkisindeki Bulgaristan’da yaşayan Türklerin asimilasyonu, Çin’deki Tibet ve Sincan’daki Türklerin sorunları olduğu gibi duruyor.

Yazının ana konusu “PKK devrime dayalı çözümü terk etti mi?” sorusudur. Yazar Marksist tahliller ışığında PKK’nin başlangıçta Marksizm’i esas aldığını, yapısını ve gelişimini Marksizme borçlu olduğunu tespitini yaptıktan sonra bu çizgiyi terk ettiğini ileri sürmektedir.

Bilindiği gibi Marksizm Türkiye’ye çok geç gelmiştir. Avrupa’da Marksizm her tarafı kasıp kavururken Türkiye’de Durkhaim, Comte, Max Weber tartışılıyordu. Sonradan komünist öncü haline gelecek Mustafa Suphi dahi İttihat Terakki içinde yer alıyordu. O dönemde onun dahi Marksizm’den haberi yoktu. Sovyetlerin kuruluşu ile birlikte Türkiye Marksizmle tanışmaya başlamıştır. Bu da Leninizm ve Stalinizm şeklindedir.(Demir Küçükaydın’a bakılabilir, bu konu üzerinde durmuştur.) Türkiye solunun Marksizm’den anladığı bunlardır. Bunun dışında Marksist literatür dahi oluşmuş değildir. Nasıl ki, sol/sosyalist program Sovyet çizgisinde olmuşsa ideolojik çıkış da Lenin ve Stalin üzerinden olmuştur. Lenin ve Stalin, sosyolojik ve felsefi yaklaşımdan çok politik sorunlara odaklandılar. Devrimle iç içe geçtiler. Devrimi korumak ve kollamak güdüsüyle pragmatik adımlar atarak Marksizm’den ilk sapanlar onlar oldular. Marks ve Engels’in bazı metinlerine uzun süre sansür konulduğu biliniyor. 1989’da Berlin duvarı ile yıkılan Marksizm değildi. Yıkılan Leninizm ve Stalinizm’di. Kürt hareketi bu yıkımdan önce Sovyet Sosyalizmini Reel Sosyalist pratik adı altında köklü eleştiriye tabi tutarak bu yıkımdan zarar görmeden çıkmayı başarırken, bunu göremeyen Türkiye solu ve sosyalistleri Sovyet yıkımının domino etkisi altında kolayca yıkılıverdiler. Kürt hareketinin bu yönünü görüp de destek veren Türkiye solcu ve sosyalistlerini yazar onları “PKK’nin kuyruğuna takılmakla” suçlarken, kendisi ve kendisi gibi düşünenlerin Kemalistlerin ve Ulusalcıların kuyruğuna takıldığını da görmezlikten geliyor. Yazara sormalı, bunlardan hangisi devrimci?

Sol ve sosyalistler “devrim dönemi bitti” deyip liberal köşeye çekilenleri esaslı bir eleştiriye de tabi tutmadılar. Kürt siyasal hareketi ideolojik dönüşümünü yaparak kendi içinde politikasını tutarlı bir şekilde yürütmektedir. Asıl öz eleştiri vermesi gereken Türkiye soludur. Kendisini sorgulamadan, toplumdan kopukluğu konusunda bir laf edemeyenlerin bir başkasına laf yetiştirmeye çalışması samimi değildir. Kürt hareketinin kendi politik araçlarını yaratması, taktikler geliştirmesi, dünya gelişmelerini okuması Kürt hareketi için olumludur ve bunun Kürt toplumu karşısında karşılığı bulunmaktadır. Diyarbakır Newroz’unda toplanan kitle bu bilinçle toplanmıştı. Barış ve birliktelik çağrısını coşkuyla alkışlamaları bunun toplumsal temelli olduğunu gösteriyor. Yazarın dediği gibi Kürt hareketi öyle sandığı gibi bir kadro hareketi değildir. Kadınıyla, erkeği, işçisi, köylüsü, orta sınıfıyla iç içedir. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın Kürt toplumu üzerindeki ağır sorunlarının farkındadır. ABD dahil dünyanın en önemli güçleriyle mücadele halindedir. Bu o kadar kolay da değildir. Mekan da Ortadoğu’dur. Petrolün bulunduğu bir yerdir. Bunların tamamı önemli sorunlardır bunlar için çözüm üretmek hayata geçirmek o kadar kolay da değildir. Hareketin lideri Öcalan’ın uluslar arası bir komplo ile Türkiye’ye teslimi konusunda yazardan bir eleştiri yoktur. Tersine Öcalan’ın İmralı’ya gelişi Öcalan’ın teslimiyeti olarak işleniyor. 

Bu tezin bir propaganda olduğu ortaya çıktı. Eğer yazarın dediği teslimiyet olmuş olsaydı milyonlarca Kürdün onun peşinden gitmesini nasıl açıklayabilir?

Kürt siyasi hareketinin kendi sorunlarına çözüm getirme çabası, Dünya’nın ve Ortadoğu’nun girdiği çıkmazdan Kürtleri ve diğer halkları kurtarma çabasıdır. Günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere ideolojik argümanlara yer kalmamıştır. Her şey etnik, dinsel ve mezhepsel ilişkiler temelinde yürümektedir. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta daha önce sosyalist veya sosyal demokrat olan biri bu gün ya Şiiliğine, ya Sünniliğine ya da Kürtlüğüne veya Araplığına vurgu yapar duruma gelmiştir. Bunun sonucunun da halkların boğazlaşması olduğu da biliniyor. Sünniler ve Şiiler birbirinden ayrılıyor, birbirinin üzerine kamyonlar dolusu bombalarla yürüyor. Bunu da görmek gerekiyor. Tüm bu gerçekler varken, adım adım size yaklaşırken siz kalkmış PKK devrimden vazgeçti, reformcu oldu diyerek konuyu basitleştiremez siniz. Diyelim ki PKK, düzen içi reformu kabul etti, peki sizin devriminiz nerede? Devrimi yapacak halkınız nerede? O da AKP’ye destek veriyor. Neden o halkı o topluluğu AKP’ye teslim ettiniz? Onları da mı Kürt hareketi AKP’ye teslim etti? Kürtler sömürgeci Türk devleti ile mücadele ettiler, etmeye de devam ediyorlar, bunun adı ne olursa olsun bu bir devrimdir. Adlandırma oyunu ile onun devrim niteliği ortadan kalkmaz. Devletin başında ister ulusalcı Kemalistler ister İslamcılar olsun değişen bir şey yoktur. Kürtler çözümü dün devletin başında bulunan Ulusalcı Kemalistlerden istiyorlardı bu gün İslamcılardan istiyorlar. Bunda anormal bir durum yoktur. İşin doğası gereğidir.
Yazara göre PKK bırakın devrimci bir hareket demokrat bir hareket bile değildir. Bu kadarı da pes doğrusu. Devrimci olmak için ilahi Leninst/Stlainist-Marksist mi olmak gerekiyor? Bir İslamcı devrimci olamaz mı? Peki Marksist değil diye İran devrimini devrim saymayacak mıyız? Hindistan’ın kurtuluşunu devrim saymayacak mıyız? Kaldı ki, ulusal kurtuluş hareketlerini devrimci sayanlar Marksistler karşı olamazlar.
Yazar, 1999’da teslimiyet diyor, 2004 yılına kadar yaşananları gerileme, gerilemelerden kurtaranlar da eski kadrolar olduğunu ileri sürüyor. Anlaşılan odur ki, yazarın bu dönemden hiçbir haberi yok. Bu dönemde yaşanan ABD’nin PKK’yi bölme hareketidir. Nitekim eski kadroların da içinde bulunduğu önemli bir grup PKK’den ayrılıp yeni bir oluşuma gitmiştir. Ancak bu oluşum başarılı olamadı. Aslında bu ayrılanların amacı PKK hareketini tasfiye etmekti. Eğer 1999’da yaşanan teslimiyet olsaydı o zaman PKK’de yazarın deyişiyle “gerilemeyi kurtaran eski kadrolardır” iddiası doğru olsaydı bu eski kadroların Öcalan’a bayrak açmaları gerekmez miydi? Neden acaba bunlar yazarın deyişiyle “teslim olanın” peşinden gittiler, onu liderleri olarak devam etmeyi göze aldılar? Toplumsal dinamikleri olan bir hareketin kadrolara dayalı bir hareket olmadığını bilmeleri gerekiyor. Zaten bir devrim süreci “Kadroya indirgendi mi” o devrim devrim olmaktan çıkacaktır. Türkiye solunda olan buydu. 12 Eylül Faşizmine kitlesel bir başkaldırı yapamadı. Türkiye’de olanlar zindana atılırken, yurtdışına gidenler mülteci olmayı seçtiklerinde Kürt hareketi çoktan Kürdistan dağlarında yerini almıştı. 12 Eylül faşizmine en erken direnişi onlar gösterdiler.
Bilindiği gibi Öcalan, İmralı cezaevine getirildikten sonra ağır tecrit koşullarında tutuldu. Bunu aşmak için savunması üzerinde özellikle yoğunlaştı, kendisini yeniden eğitti. Tek başına tutulduğu adayı bir okula çevirdi. Binlerce kitap okudu, onlarca kitap yazdı. Teorinin sonu denilen bir aşamada yeniden teori üzerinde yoğunlaştı. Savunması aracılığıyla bunu dünya ile paylaştı.
Abdullah Öcalan sadece kadın sorunu üzerinde durmadı, demokrasi, kapitalizm, emperyalizm, dinler üzerinde de durdu. Bu konularda tahliller yaptı. Marksizm’e özellikle Lenin’in devlet üzerine tezlerini sert bir şekilde eleştirdi. Devlete dayalı olmayan çözümü geliştirmeye çalıştı. Elbette kendisi de bunların kesin doğrular olduğuna da inanmıyordu. Bunların eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Öyle yazarın dediği gibi  Öcalan sorunların kaynağının “zihniyet sorunu” olduğu görüşüne indirgememiştir. Sorunların tarihi, dini, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal boyutları üzerinde durmuş, yöntem olarak da diyalektiği esas almıştır. Elbette kadın soruna önemli bir yer vermiştir. Bunda da haklıdır. Kadın sorununu sınıfsal sorun gerisinde gizleyip onu çözümsüzlüğe mahkum edilmesini istememiştir. Onun kadın vurgusu, toplumda ve kadınlarda etkisini göstermiştir. Kadın, Kürdistan devriminin bir parçası haline gelmiştir. Kürt devrimi adeta bir kadın devrimi haline gelmiştir. Kadın devrimim yükünü eline almıştır. Başarıya ulaştığında kadın bunu en önemli mimarı olacaktır.

Öcalan’ın İmralı adasına girdikten sonra onun “Kapitalist Modernite” eleştirileri görmezlikten gelinmiştir. Köklü kapitalizm eleştirisi vardır. Ekoloji kavramı üzerinde durması, düşüncesini evrensel boyutta taşır. Tüm insanlığın kurtuluşu idealini hep canlı tutar. Ancak demokratik yapıya da önem verir. Aslında Marksizm de demokrasine en üst düzeyde önem verir ve der ki: “demokrasi işçi sınıfının eğitim alanıdır.”

Yazar, yazısında hep işçi sınıfı diyor, ancak nedense örgütlü bir işçi sınıfı oluşturmak için bırakalım çaba göstermesini yoksul Türk emekçisini ırkçı söylemin etkisine girmekten dahi koruyabilecek bir adım atamıyor. Silivri’de Kürt işçilere saldıran ırkçıları görmezlikten geliyor. Kürt hareketi herkesten çok eleştiriye ihtiyaçları vardır. Çünkü hareket halinde, toplumla iç içedirler. Hata yapma olasılıkları da yüksektir. Çünkü toplumsal olaylar önceden ön görülemezler. O yüzden yapılan eleştiriler gereklidir.
Sözümü İncil’den bir pasajla bitirmek istiyorum.“Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin. 

Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl ‘izin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin. 

Seni iki yüzlü!
Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.” Veya “Onların gözü var görmezler, kulakları var duymazlar, kalpleri ise mühürlü”
 
***


28 Ocak 2016 Perşembe

Ama, Bahçeli Çukur Kahve'ye Gidememişti!



Ama, Bahçeli Çukur Kahve'ye Gidememişti!

Kim nereye gitti, Nereye gidemedi?

28 Kasım 2014 Cuma
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Dersim olayları ile ilgili yaptığı açıklamalara, “ Yüreğin yetiyorsa bunları Tunceli’de söyle ” demesi ve Bahçeli’nin buna ‘ Cuma günü Tunceli’deyiz ” diye cevap vermesiyle bir anda bu kent siyaset gündeminin en tepesine oturdu…

Evet, Bahçeli dediğini yaptı. Tunceli’ye gitmekle kalmadı. Valilik binasının önünde Ankara’da söylediği, “ 1937-1938'de Tunceli'de baş gösteren hadiseler bir isyandır ve bu isyana karışanlar da devrin bölücü teröristleridir. Hiçbir teröristin dini, milleti, etnik kökeni önemli sayılamayacaktır” yüksek ifadelerini tekrarladı… Aslında Bahçeli bunu hep yapıyor. Daha öncede dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği “ Fırat’ın doğusuna geçemiyorlar ” eleştirilerine, 6 Haziran 2011’deki Diyarbakır mitingiyle cevap vermiş ve Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi konuşmasını ‘ Ne Mutlu Türküm Diyene ’ ifadeleriyle bitirmişti…Bunlar neredeyse herkesin malumu ancak ben size Dünya Lideri (!) Recep Tayyip Erdoğan’ın yapamayıp ta Bahçeli’nin yaptığı bir ziyaret anlatayım…

Erdoğan başbakanlığı döneminde Yunanistan ziyaretinin bir gününü Batı Trakya’ya ayırarak bölgeye gitti. Türk toplumun temsilcileriyle görüşen Erdoğan, Gümülcine sokaklarında gezerken kahve molasını Batı Trakya Türklerinin buluşluma noktası Gümülcine Türk Gençler Birliği’nde değil de 20 metre ilerisindeki Çukur Kahve’de vermişti. Soydaşları hayal kırıklığına uğratan bu kararın arkasında ise Yunan polisinin, Türk heyetine söylediği, ‘Eğer buraya girerseniz sizin güvenliğinizi sağlayamayız’ ifadelerinin yattığı belirtiliyor.
Erdoğan’dan yıllar sonra bölgeye giden MHP Lideri Bahçeli ise Gümülcine Türk Gençler Birliği’ne gitmekle yetinmedi. Burada binlerce Türk’le kucaklaşarak, tarihi bir konuşma yaptı. Gümülcine Türk Gençler Birliği’nin adındaki ‘Türk’ kelimesinin kaldırılmak istemesine, “ Korkmayın, çekinmeyin tabelanızı da indirseler, adınızı da silseler siz bu asırlık çınarların altında yüz yıl sonra da Türkçe konuşacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milliyetçileri bunun teminatıdır” diye cevap verdi… Bunları yaparken bir koruma ordusu değil sadece emektar koruması ve soydaşları vardı… Bahçeli’nin gideceğim deyip gidemediği tek yer Türkmeneli oldu. Oradaki dostlarımızdan öğrendiğimize göre; bunun arakasında da Ankara’nın Bağdat Hükümeti’ne bu ziyarete izin vermemesi ile ilgili yaptığı baskılar etkili olmuş… Yani Bahçeli, usta ve çırağının gidemezsin dediği yerlere gitmekle yetinmeyerek, onların gidemediği giremediği yerlerde de Ankara’da söylediklerini tekrarlamaktan çekinmedi… He bu arada az kalsın unutuyordum. 

Bir Gazze ve Şam hikâyesi vardı. Sahi ne oldu onlar; ‘ Uzun adam ’la ‘ koşan adam ’ Gazze’ de Müslüman kardeşleriyle buluşup Emeviye Camii’nde Cuma namazı kılacaklardı… Oldu da ben mi kaçırdım yoksa bunlar 2053, 2071 3023 projesi miydi…

Son olarak;
İsterimsiniz; yarın 'koşan adam' çıkıp ‘Bahçeli uzaya gidemez’ desin….

ÖZEL NOT; 

YAZIYI OKUDUKTAN SONRA GÜNÜMÜZE UYARLAYIN? UYUTMAYA DEVAM....





17 Ocak 2016 Pazar

Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 3 - Sinan Meydan,




Dersim Yalanları ve Gerçekleri - 3 - 


Sinan Meydan,


1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bazı Dersim aşiretleri o bölgedeki Türk kışlalarına, Türklere ve bazı illere saldırmıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Dersim'deki Kırgan aşireti, Hozat'ı basarak halkı gasp etmiştir. 1892'de Dersim'deki Koç ve Şam uşakları birleşerek büyük gruplar halinde azgınca etrafa saldırmıştır. 1893-1905 arasında Dersim'de zaman zaman büyük karışıklıklar çıkmış, Arapkir ve Kemah halkı can ve mallarını korumak için Saray ve Babıali'ye şikayet dilekçeleri göndermiştir. Bütün bu belge ve bilgiler, Cumhuriyet döneminde 1937-1938'deki Dersim İsyanı'nın "Son Dersim İsyanı" olduğunu kanıtlamaktadır! Anlaşıldığı kadarıyla "Dersim'in asayişsizlik tarihçesi" bir hayli gerilere gitmektedir. 1896'da Osmanlı yönetimi, Dersim aşiretlerinin "başı bozuklukları", halka yönelik saldırıları, "yağma" ve "katliamları" üzerine Dersim'le yakından ilgilenmeye başlamıştır. Saray, Babıali, Anadolu Genel Müfettişi Müşir Şakir ve 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa arasındaki yazışmalardan sonra Dersim hakkında bazı kararlar alınmıştır. Bu kararlardan beşincisi, "Dersimlilerin cidden ıslahı için alınması gereken önlemler"dir. 

1896 tarihli 5.karardaki önlemelerden bazıları şunlardır:

 •Muhtemel bir direniş hesaplanarak, bunu etkisiz hale getirecek kadar 4. Ordu'dan bir kuvvet ayrılacaktır. 
•Bu kuvvet güçlü bir komutanın kontrolüne bırakılacaktır. 
•Ayrılacak kuvvet sessizce Erzincan, Çemişgezek ve Mamuretülaziz civarından Dersim bölgesine sevk edilecektir. 
•Dersim halkını, yirmi para yevmiye ve yarım okka ekmek vererek Hozat yolunun yapımında çalışmaya davet ederek "Dersimlilerin vahşetleri" önlenecektir. 
•Aşiretler arasında birleşme önlenecektir. 
•Amacın ziraat ve ticaret kapısı açmak olduğu telkin edilerek, halkın ıslahına çalışılacaktır. 
•Bu telkinler sırasında muhalefet gösterilmediği takdirde şiddet gösterilmeyecek, aksi halde şiddet gösterilecektir. 
•Ne şekilde olursa olsun hiç kimsenin malına el koymamak konusunda askerler uyarılacaktır. 
•Bu uygulamaya karşı muhalefet edenlerin Trablus ve Yemen taraflarına sürgün edilecekleri bildirilecektir. 
•Askeri harekatın uygulanması sırasında Dersim'de bir süre "örfi idare" uygulanacaktır. 
•Dersim sancağı kaldırılacaktır. 
•Ovacık, Hozat ve Kızılkilise'de gerektiği zaman Kuzuçan'da örfi idare ilan edilecek ve yer yer "örfi idare mahkemeleri" kurulacaktır. 
•O bölgelerdeki kaymakamlık ve müdürlük görevleri o bölge komutanına devredilecektir. 
•Kazalarda birer ikişer maliye memuru bulundurulacaktır. 
•Uygun birkaç yerde "iptidayi mektepleri" açılacaktır. Eğitim görecek çocuklara yüz dirhem ekmek, senelik bir entari, kuşak ve festen ibaret kapama tarzında bir elbise verilerek çocuklar eğitime teşvik edilecektir. 
•Dersim'de bulundurulacak askerin ihtiyaçları zamanında karşılanacaktır. 1896 tarihli bu kararlardan çok açık bir şekilde görüldüğü gibi Dersim, sadece Cumhuriyet döneminde " Sorun " olmaya başlamamış, Osmanlı döneminde de çok ciddi bir sorun olmuştur. 

19.yüzyılda bazı Dersim aşiretlerinin yağma, saldırı ve isyanları Osmanlı yöneticilerini Dersim ve civarında acil önlemler almaya yöneltmiştir. 1896 tarihli kararlara göre Dersim'e yönelik alınması düşünülen önlemler; bölgeye ordu sevk etmek, aşiretlerin birleşmesini önlemek, halka iş imkanları sağlamak, devlete yönelik muhalefete müsaade etmemek, asileri sürgünle cezalandırmak, bölge yönetimini sivillerden askerlere vermek, yer yer sıkıyönetim ilan edip, sıkıyönetim mahkemeleri kurmak, eğitim düzeyini arttırmak biçiminde sıralanmıştır ki, Dersim'e yönelik benzer önlemler, Cumhuriyet döneminde de gündeme gelmiştir. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, Dersim/Doğu Raporları Dersim'deki karışıklıkların artması üzerine Osmanlı Devleti, Der-sim'deki asayişsizliklere karşı alınması gereken önlemler konusunda, bölgeye araştrrma-inceleme heyetleri göndererek raporlar hazırlatmıştır. 

Osmanlı döneminde "Doğu ve Dersim" konusunda hazırlanan raporlar şunlardır:

1) Anadolu Genel Müfettişi Şakir Paşa'nın Raporu. (1899) 
2) Mutasarrıf Mardini Arif Bey Raporu (1903) 
3) Mutasarrıf Celal Bey Raporu (1906) 

Osmanlı Devleti, bu raporlardaki önlemleri uygulamasına karşın Dersim'deki "eşkıyalık" ve "isyan" bir türlü bitmek bilmemiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1907'de, 1908'de, 1909'da ve 1916'da Dersim'deki isyancı aşiretler ve eşkıyalar üzerine askeri harekat düzenlemiştir. Demek ki neymiş! Dersim'e askeri harekat düzenleyen sadece Genç Cumhuriyet değilmiş, Osmanlı da tam dört kez, Dersim'e askeri harekat düzenlemek zorunda kalmış!... Ama nedendir bilinmez! Cumhuriyet'in Dersim harekatını " Katliamcılık " olarak adlandıranlar, Osmanlı'nın Dersim harekatlarını bilmezlikten gelmektedirler!... Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1926 yılında daha Ağrı İsyanları devam ederken Dersim'in her an patlamaya hazır bir bomba olduğunu görerek Dersim'le ilgilenmeye başlamıştır. Bu doğrultuda, Dersim'i daha iyi tanımak, Dersim'deki sorunları ve çözüm yollarını araştırmak üzere Dersim'e inceleme heyetleri ve raportörler gönderilmiştir. 

Cumhuriyet döneminde Doğu ve Dersim konusunda hazırlanan raporlar şunlardır: 

1.Ziya Gökalp'in "Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler"adlı Kitabı (1924). 2.Kütahya Milletvekili Neşit Hakkı Uluğ'un "Doğu'dan Bir Mektup" Başlıklı Çalışması. (1925). 
3.Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in Raporu (1926) 
4.Elaziz Valisi Cemal (Bardakçı)'nın Raporu (1926) 
5.Milli Emniyet Hizmetleri (MEH) Teşkilatı'nrn Van Vilayeti Raporu (1928) 6.MEH'in Urfa Vilayeti Raporu (1928) 
7.MEH'in Hakkari Vilayeti Raporu (1928) 
8.MEH'in Elaziz Vilayeti Raporu (1928) 
9.MEH'in Mardin Vilayeti Raporu (1928) 
10.MEH'in Siirt Vilayeti Raporu (1928) 
11.MEH'in Diyarbakır Vilayeti Raporu (1928) 
12.Elaziz Valisi Nizamettin Ataker'in Raporu 
13.Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) Bey'in Birinci Raporu (1930) 14.Büyük Erkanı Harbiye Reisliği'ne Rapor (Fevzi Çakmak Raporu). (1930) 15.Halis Paşa (Korg.Ömer Halis Bıyıktay) Raporu (1930) 
16.Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Raporu (1931) 
17.Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey'in İkinci Raporu (1931) 
18.Jandarma Umum Kumandanlığı Raporu (1932) 
19.Erzincan Valisi Ali Kemali Bey'in Erzincan Kitabı (1932) 
20.İsmail Hüsrev Tökin'in "Türkiye Köy İktisadiyatı" adlı Kitabı(1934) 21.Başvekil İsmet İnönü Raporu (1935) 
22.İktisat Vekili Celal Bayar'ın Şark Raporu (1936) 
23.Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'nın Umumi Müfettişler Konferansı'nı Açış Konuşması (1936) 
24.Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936) 
25.Üçüncü Umumi Müfettişi Tahsin Uzer'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936) 
26.Dödüncü Umum Müfettişi Korg. Abdullah Alpdoğan'ın Umumi Müfettişlikler Konferansı'ndaki Konuşması ve Raporu (1936) 
27.Dördüncü Umum Müfettişliğin İkinci Raporu (1937 veya 1938) 

Görüldüğü gibi genç Türkiye Cumhuriyeti, 1924-1938 arasında, genelde Kürt sorunu, özelde Dersim konusunda tam 27 adet rapor, kitap ve konuşma hazırlatmıştır. Atatürk, bütün bu raporlardan (çalışmalardan) çıkan "ortak analizlere" ve " Ortak sonuçlara " göre "Dersim politikasını" biçimlendirmeye çalışmıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri gibi genç Cumhuriyetin Dersim politikası, "Atatürk'ün veya İsmet İnönü'nün durup dururken ortaya attığı bir politika" değil; uzun araştırmalar, incelemeler, gözlemler ve sosyolojik tahlillerden sonra, yaşanan olaylar da dikkate alınarak geliştirilmiş son derece "gerçekçi","sistemli" ve "bütüncül" bir politikadır. Genç Cumhuriyetin "Kürtçü isyanları önlemeye" yönelik "Doğu raporları", özellikle Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra 1925-1928 yıllarında yoğunlaşmıştır. 1930'daki Ağrı İsyanı'ndan sonra Dersim İsyanı'nın ilk işaretlerinin görülmesi üzerine, 1930'ların ortalarında, yerinde incelemeler yapılmıştır.


Dersim İsyanı 1926- 1936 ersim İsyanı'nın ilk işaretleri, 1926-1930 arasında, Ağrı İsyanı devam ederken görülmüştür: Birçok Dersim aşireti ve aşiret reisi bu isyana destek olmuştur. Bu ilk işaretleri gören genç Cumhuriyet, 1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'i Dersim'e göndermiştir. Daha önce belirtildiği gibi, Dersim' de incelemeler yapan Hamdi Bey Cumhuriyetin ilk Dersim raporunu hazırlamıştır. Genç Cumhuriyet daha sonra da Cemal (Bardakçı)'yı Dersim'in bağlı olduğu Elazığ'a vali atamıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a giderek Koçuşağı aşireti dışındaki bütün aşiret reislerini Dersim'e davet etmiştir. Ayrıca Diyarbakır Valisi Rıza Bey'le Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin Paşa'yı da Hozat'a çağırmıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a gelen aşiret reislerini askeri törenle karşılamıştır. Toplantıya, Seyit Rıza ve Baytar Nuri, yöresel kıyafetlerle katılmışlardır. Atatürk'ün isteğiyle, Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ve Bölge Müfettişi İzzettin Paşa, bölgeye giderek aşiret reisleriyle yaptıkları toplantıda; Dersim'de "sükunet" sağlandığı takdirde isteyen Dersimliye Elazığ'da ve Malatya'da toprak verileceğini ve daha önce sürgün edilen Dersimlilere af çıkarılacağını vaat etmişlerdir. Dahası, Vali Cemal Bey, Dersimlilerden bir heyet oluşturup Dersimli Baytar Nuri ile birlikte Ankara'ya götürmüştür. Cermal Bardakçı, Dersim konusundaki görüş ve önerilerini bir raporda toplayarak hükümete sunmuştur. 

Daha sonra Cemal Bardakçı, "Atatürk'ün ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Alevi-Kürtlerle dost olduğu, yeni devletin çok yakın zamanda Dersim ve civarını her bakımdan kalkındıracağı" gibi sözleri Dersimli aşiretlere iletmek için Baytar Nuri' den yardım istemiştir. Baytar Nuri, Cemal Bardakçı'nın bu sözlerini aşiretlere ileteceğini belirterek, Seyit ve Rıza ve diğer isyancı aşiret reisleri Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ile görüşmüştür. Ancak bir "Kürtçü" olan ve gizlice isyancılara destek veren Baytar Nuri, aşiret reisleriyle çok başka şeyler konuşmuştur. 

D Baytar Nuri bu gerçeği anılarında şöyle itiraf etmiştir:

 "Hükümetin müsadesi olmaksızın Dersim'e gitmek benim için mümkün olmadığından bu fırsattan faydalanarak Seyit Rıza ile milli davamızla ilgili bütün meseleleri görüştük ve Ağdat'tan ayrıldım...". Daha sonra Cemal Bardakçı, Aslanan, Beytan, Pezgeran ve Maksudan aşiret reisleriyle bir toplantı yapmıştır. 

Bardakçı, bu toplantıda şunları söylemiştir:

 "Ağalarım! Gazi Paşa'nın sizlere özel olarak selamı var. Beni size o gönderdi. İçtiğim su ile yemin ediyorum ki o Alevidir. Dünyadaki bütün Alevileri sevindirecektir. Ben de Aleviyim. Bir Alevi olarak size söz veriyorum. Yollarınız yapılacak, okullarınız açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan'da Elazığ'da toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum. Yakında hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim'in adını lekeleyen Koçuşağı aşiretini ıslah edecek. Sizin de bu kuvvetlere yardımcı olmanızı diliyorum. Kocan aşireti ıslah edildikten sonra Dersim'de her şey yoluna girecek. Hükümet, Dersim'e güven duyup Dersimlilerin her çeşit isteklerini yerine getirecek." Cemal Bardakçı'nın bu görüşmesinden sonra Dersimli aşiretlerden bazıları Hükümeti destekleme kararı almışlardır. İsyancılara destek sağlayan Baytar Nuri Haydar Paşa komutasındaki Türk ordusu, 6 Ekim 1926 tarihinde isyancı Koçuşağı aşiretinin üzerine yürümüştür. Ancak Kocan, Semikan, Resikan aşiretleri Amutka taraflarında Türk ordusuna karşı verdikleri mücadelede başarılı olmuşlar ve Türk ordusu 20 Ekim 1926'da Tağar derisinin gerisine çekilmiştir. Haydar Paşa, yenilginin nedenini Türk ordusunu destekleyen Dersim aşiretlerin yeterince özveriyle mücadele etmemelerine bağlamıştır. 1926 yılında Türk ordusunun Dersim operasyonu sırasında yaşadığı aşiret yardımlaşmasına dayanan büyük direniş, genç Cumhuriyeti Dersim konusunda daha radikal önlemler almaya yöneltmiştir. İsyancılara destek sağlayan Baytar Nuri 1927 yılında olağanüstü yetkilerle donatılmış merkezi Diyarbakır'da olan 

Bölge Genel Müfettişliği (Bölge Valiliği) kurulmuştur. Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis, Muş, Mardin, Urfa, Siirt, Hakkari, Bingöl, Dersim ve Malatya illeri Bölge Genel Müfettişliği'ne bağlanmıştır. Bölge Genel Müfettişliği'nin başına Dr.İbrahim Tali (Öngören) getirilmiştir. Veli Saltık'a göre, İbrahim Tali Öngören, kızını Harput Müftüsü'nün oğluyla evlendirmiş ve kısa zaman içinde damadının çevresindeki "Sünni" esnaf ve beylerin etkisi altına girerek Dersim'in Alevi aşiretlerine karşı "ön yargılı" davranmaya başlamıştır. 1930 yılında Ağrı İsyanı bastırılmıştır. İsyanın liderlerinden İhsan Nuri, İran'a sığınmıştır. Ağrı İsyanı'nın ardından Doğu'da incelemelerde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa, 18 Eylül 1930 tarihinde Başbakanlığa bir rapor sunmuş ve raporunda, bir an önce Dersim'e "askeri harekat" düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Fevzi Paşa'nın bu önerisi doğrultusunda, Ağrı İsyanı'nı bastırmaktan dönen. 7.Alay, 3.Tümen Komutanı Halis Paşa'nın komutasında Dersim'e gönderilmiştir. Halis Paşa, aşiret liderlerine haber göndererek bu askeri harekatın sadece asi Abasan aşiretine yönelik olduğu belirtilerek, diğer aşiretlerin tarafsız kalmalarını istemiştir. 

Ancak bu uyarıya rağmen Balıkan, Arelian, Haydaran, Demenan ve Kalan aşiretleri Abasan aşiretini desteklemişler ve 7.Alay'a karşı çok sert bir direniş göstermişlerdir.



Dersim Yalanları ve Gerçekler,




Dersim Yalanları ve Gerçekler,

Özgür Erdem.

Yalan 1: İsyan bastırılırken 100 bin kişi öldürüldü.

İsyanın elebaşları mahkemede. Atatürk rejimi, bu elebaşlarından sadece 7’sini idam etti. Diğerlerini ise batıya sürmekle yetindi. Elebaşlarını bile öldürmeyen, mahkemelerde yargılayanlar çocukları niye katletsin?

Nasıl ki, sözde Ermeni soykırımı iddialarında “1.5 milyon Ermeni öldürüldü” palavraları yıllardır söylene söylene bir gerçekmiş gibi beyinlere kazınmışsa, aynısı sözde Dersim katlimaylı ilgili yapılmak istenmektedir. Bu iki yalan da gerçekten eşit derece uzaktır.

Dersim katliamıyla ilgili verilen rakamlar her şeyden önce nüfus istatistikleriyle örtüşmemektedir. 100 bin kişinin katledildiği iddia edilmektedir, ancak Tunceli’nin 1935 ve 1940 yılındaki nüfus rakamları ortadadır: 1935’te 101 bin. 1940’ta ise 95 bin!

Aradaki 6 bin sayılık farkın tümü de öldürülen insan değildir elbet. Zorunlu göçe tabi tutulanların sayısı da isimleri de bellidir.

Bu kuyruklu yalan bir de resmi kaynaklara dayandırılmaktadır! Halbuki, hiçbir resmi kaynakta 100 bin kişi öldürüldüğünden bahsedilmemektedir. Kimileri Genelkurmay belgelerinde “13 bin” kişinin öldürüldüğünün yazılı olduğunu söylemektedir ama böyle bir belge de yoktur. Ölü rakamlarıyla ilgili verilen tek resmi rakam şudur: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.”

Bu, “1938 Yılı Tedip Harekâtı”nın sonuç raporunda verilen rakamdır. Bu harekâtın amacı, Tunceli bölgesinin bütün eşkıya ve isyancılardan arındırılmasıdır. Şehir tamamen bir çembere alınmış ve köyler, ahırlar, mağaralar, ağaç kovukları da dahil olmak üzere bütün bölge karış karış taranarak kanun kaçakları yakalanmıştır. Bunlardan silahla karşılık verenlerle doğal olarak çatışmaya girilmiştir, ancak büyük çoğunluğu canlı olarak yakalanmıştır.

Bütün bu harekatta ölü ya da diri yakalanan insan sayısı da görüldüğü gibi 7.954’tür. Dönemin Tunceli nüfusunun %10’undan az bir rakamdır. Dolayısıyla “çoluk çocuk demeden, yaşlı genç ayırt etmeden katliam” gibi palavraların hiçbir dayanağı yoktur.

Yalan 2: Çocuklar kurşuna dizildi, hamile kadınlar öldürüldü...

Sözde Dersim katliamıyla ilgili anlatılan efsanelerden en yaygın olanı çoluk çocuk demeden bütün Dersimlilerin kurşuna dizildiğidir. Hatta sözde görgü tanıkları bu yalanların kanıtı olarak gösterilir.
Halbuki isyanın üç önemli liderinden Alişir isimli olanı öldürülmüş, Nuri Dersimi Suriye’ye kaçmış, Seyit Rıza ise sağ yakalanıp yargılandıktan sonra idam edilmiştir. İsyana destek olan aşiretlerin liderlerinden de sadece 7’si idam edilmiştir. Diğerleri zorunlu göçe tabi tutulup batıya sürülmüştür.
Atatürk iktidarının katliam yapmak gibi bir niyeti olsa, neden isyan liderlerini batıya sürerken çocukları katletmeyi tercih etsin? Gerçekten bir katliam olsa, isyan liderleri sağ bırakılır mıydı?

Yalan 3: Resmi raporlara göre 13 bin kişi öldürülmüş.

İşte sözde katliamın sözde belgesi (sağda).

Üzerinde hiçbir resmi mühür, imza yok! Daktiloyla hazırlanmış herhangi bir çizelge. Bu belgeyi evinde daktilo olan herhangi birisi hazırlayabilir!

Yalan 4: İsyandan sonra 100 bin insan zorla göçertildi.

Bir başka büyük yalan... Resmi raporlarda zorunlu göçe tabi tutulan herkes isim isim bellidir. Toplam sayı ise 3.470’tir. Üstelik aşiretlerin tümü birden göçertilmemiştir. Her aileden 10 kişi seçilmiş, isyana destek veren 347 aile batıya sürülmüştür. Bu da zorunlu göçün bölgeyi Dersimlilerden arındırmak değil, isyancıların gücünü azaltmak olduğunun en güzel göstergesidir.

Atatürk iktidarının verdiği rakamlara inanmayanlar için nüfus istatistiklerini tekrar hatırlatmak gerekecektir: 1935’te 101 bin olan Tunceli nüfusu 1940’ta 95 bine inmiştir. Yani, Dersim’den 100 bin kişinin göç etmiş olması mümkün değildir. Toplam nüfus zaten o kadardır.

Yalan 5: Munzur suyu kan akmıştı.

Necip Fazıl

“O kadar çok insan öldürülmüştü ki, Munzur suyu kan akmıştı.” Bu da herhalde sözde Dersim katliamıyla ilgili en sık kullanılan söylencelerden birisi. İşte bu yalanın kaynağını ortaya koyuyoruz: Necip Fazıl!

Evet, Şeriatçı ve Atatürk düşmanı şair Necip Fazıl bir yazısında şöyle diyor: “Mazgirt Persemek nahiyesinin halkı doğranmakta. Merhamet sahiplerinden biri, bir ile 10 yaş arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur etmiyor. En katı yürekliler bile böyle müdafaasız masum yavrulara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor. Ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işini bitiriyor. Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

İşin çok daha vahimi, Necip Fazıl’dan bu yazıyı aktaran da Başbakan Tayyip Erdoğan!

Buyurun... İsteyen Tayyip’e inansın, isteyen Atatürk’e...

Yalan 6: Dersimliler Alevi oldukları için öldürüldü.

Bu da PKK’lıların Aleviler arasında örgütlenebilmek ve Aleviliği Türk kimliğinin dışında ayrı bir kimliğe dönüştürmek için uydurduğu yalanlardan biridir.

Dersim’de isyan eden aşiretler Alevi aşiretleridir, ancak isyanın Alevilikle hiçbir ilgisi yoktur. Zaten, Sivas, Çorum, Tokat, Malatya gibi illerimizden hiçbir Alevi topluluğu isyana destek olmamıştır. İsyan da bir Kürt isyanıdır. Dönemin Atatürk iktidarı tarafından da böyle değerlendirmiştir, isyancıların söylemi de böyledir.

Yalan 7: Dersim ismine tahammül edemeyen Atatürk, 

İsyanı bastıran “ Tunç Eli ” harekâtına istinaden şehre “ Tunceli ” ismini verdi.
Dersim isyanını bastırma harekâtına katılanlara verilen madalyon (üstte). Manevranın isminin “Tunceli” olması PKK’lıların iddia ettiği gibi isyancıların üstüne “Tunç Eli” gibi inmekten değil şehrin isminin 1935’ten beri Tunceli olmasından kaynaklanıyor.

Dersim isyanıyla ilgili en bariz yalanlardan birisi de budur. Dersim isminin Tunceli olarak değiştirilmesi 1935 yılında çıkan “Tunceli Kanunu”yla gerçekleştirilmiştir.

Tunceli’deki aşiret yapısını ve feodal düzeni yıkmak için yaptığı düzenlemelerden birisi şehrin ismini de değiştirmek olmuştur. “Tunceli” ismini kabul etmemek bugün herhangi bir Atatürk devrimini kabullenmemekten farksızdır. Ortada tahammül edemeyen biri aranıyorsa o da “Tunceli” ismine tahammül edemeyen PKK’lılardır.

Yalan 8: Atatürk affetmesin diye Seyit Rıza alelacele asıldı.

Bir başka yalan da Seyit Rıza’nın Atatürk’le görüşmek istediği, af talep edeceği, Atatürk’ün 1937’deki Tunceli ziyaretinden hemen önce, bu görüşmeyi engellemek isteyenler tarafından alelacele idam edildiğidir.

Ne büyük bir tesadüftür ki, bu yalanın tanığı da bir başka sağcı siyasetçi, İhsan Sabri Çağlayangil’dir!

Bu propagandanın esas amacı Seyit Rıza’yla Atatürk’ün masaya oturacağı yalanını ortaya atıp bugün de Apo’nun ve PKK’nın masaya oturmasına Türk insanını razı etmektir.

Atatürk’ün Seyit Rıza’yı muhattap bile almayacağı açıktır. Bu görüşmenin engellendiğini iddia edenler lütfen Seyit Rıza’nın yukarıdaki fotoğrafına bir baksın.

Sizce Atatürk şu kılıktaki bir tarikat şeyhiyle görüşmeyi kabul eder miydi?

Seyit Rıza’nın Atatürk’ün Tunceli gezisinin hemen öncesinde idam edildiği doğrudur. Ancak bunun nedeni, Atatürk’ün olası bir affını engellemek olamaz.

Olsa olsa Atatürk’ün “Hâlâ asamadınız mu şu Elebaşını?” diye kızmasını engellemektir!

Trabzon Atatürk 

Müzesi’ndeki harita ve altındaki levha: “Tunceli’de zuhur eden isyanda askeri durumu gösteren taktik işaretler bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir.”

Yalan 9: İsyan bastırılırken yaşanan katliamlardan Atatürk’ün haberi yoktu.

Kimileri de akılları sıra Atatürk’ü aklamak için katliamdan Atatürk’ün haberi olmadığını iddia ediyor. Bu, her şeyden önce sözde katliamın gerçek olduğunun kabul edilmesi demektir ki, bu sinsi propagandaya kanmamak gerekir.

Gerçek ise tam tersidir. Atatürk döneminde Atatürk’ün onaylamadığı bir harekâtın yapılması mümkün değildir.

Harekâtın planlanmasını da bizzat Atatürk yapmıştır.
İnanmayan Trabzon’daki Atatürk Köşkü’ne gidip bakabilir. 
Burada, Atatürk’ün üzerinde harekât planlarını çalıştığı harita görülebilir.


http://www.turksolu.com.tr/263/erdem263.htm