30 Ocak 2021 Cumartesi

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Ahmet Necdet Sezer, Anayasa,


Belge!

Mütalaanın 568. Sayfasında evimde ve gazetedeki bilgisayarlarımda çıktığı iddia edilen belgelere ilişkin suçlamalara yer verilmiştir.
Evimden çıktığı öne sürülen belgeler gazetem Cumhuriyet’te çıkan haberlere dayanak oluşturan belgelerdir.
Bunları açıklıyorum.
Bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen belgelerin durumu da tıpkı notlar gibidir.
Bir gazeteciye, “sende niçin belge var ?” diye sormak, bir şoföre, “sende niçin ehliyet var ?” diye sormak gibidir.
Savcı Nihat Taşkın burada, 1 Temmuz 2008 gözaltısı sonrasında ifademi alırken bilgisayarınızda bazı belgeler çıktı dediğinde, ben de gazeteci olduğumu 
söyledim, kitaplarımı, haberlerimi anımsattım.
Ancak gelinen noktada, bana bu belgeler gösterilmedi, bilgisayarımın imajı verilmedi.
Bu durumda görmediğim belgeler ile ilgili ne söyleyebilirim? “
30 kitabımdan 8’i sadece belgelere dayalı. Bunlar iddia makamının benim için çizmeye çalıştığı portre gibi salt askeri belgeler de değildir.
Bu kitaplara sadece konuları itibariyle yer vermek istiyorum

*** 

Kişisel!

Suçlama:

Mütalaanın 635. Sayfasında diyor ki:
“Mütalaaya Balbay’ın Ankara ili Çankaya Ahmet Rasim Sokak No:14 sayılı adresinde bulunan Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda yapılan aramada 
elde edilen doküman ve ajandaların incelenmesinde; Mustafa Balbay yazılı 2005 tarihli Siyah ajanda içerisinde; 4 Ağustos sayfasında; 4 kişinin dini 
görüşlerine göre kişisel verilerin kaydedildiği...”

Yanıt:

İddia makamı çok ender yaptığı bir şeyi gerçekleştirmiş ve hangi delile dayanarak hangi suçu işlediğimi açıkça yazmış.
O ajandamın 5 Ağustos tarihli sayfası işte burada.
Sayfanın tepesinde Hasan yazıyor.
Altında “Her şey için tamam” diye bir cümle.
“Cumhuriyet eğt. kurumlar”
Onun altında 4 isim yazılı devamında karışık bir şekilde “biri...” diyor. “t” ile başlayan bu sözcüğü öyle anlaşılıyor ki, iddia makamı “tarikatçı” diye okuyor.
Sonraki ismin karşısında “Konya selam” yazıyor.
Sayfamın en altında da “CHP’li belediyeler” diyor.

Bütün sayfa bu.

Hemen karşısındaki 5 Ağustos tarihli sayfada da, “radyo özgür”, “Gökçeada”, “Özelleştirme yanlış”, “Enerji eki 15” gibi birbiriyle ilgisiz, bir gazetecinin 
günlük işlerinin bir parçası olarak yazdığı aşikar, anlam bütünlüğü olmayan notlar var.
İddia makamı 4 Ağustos tarihli bu sayfada şu suçu işlediğimi öne sürüyor:
“Örgüt faaliyeti çerçevesinde birden fazla kişinin siyasi, felsefi veya dini görüşlerine, ırki kökenlerine, hukuka aykırı olarak ahlaki eğitimlerine, cinsel 
yaşamlarına, sağlık durumlarına veya sendikal bağlarına ilişkin bilgileri birden fazla kez kişisel veri olarak kaydetmek ve kişisel verileri vermek (?) ele 
geçirmek suçlarından ayrı ayrı TCK 135 – (2) (1), 137 – 1, TCK 43 (1), (2), TCK 136 – (1), 137 – (1), (43) – (1) (2) maddeleri uyarınca cezalandırılması 
mütalaa edilmiştir.”

Eğer bir gazetecinin ajandasından bu tür suçlar üretirseniz, dışarıda gazeteci kalmaz.

Üstelik bana yönelik böyle bir suçlama iddianamede yok.

*** 
Gizli!

Bu dava ile birlikte Türkiye yeni ve çok tehlikeli bir terör yöntemiyle tanıştı; gizli tanık terörü.
Hiç tanımadığımız kişiler, bilmediğimizi bir odaya kondu, salondaki yansıya buzlu cam görüntüsü yerleştirildi, sesleri bir kurşun vınlamasını andıracak şekilde metalikleştirilerek salona verildi Bizler o söz kurşunlarının hangimize isabet edeceğini endişe içinde bekleyerek, kımıldamadan onları dinledik.

Yanlış bir şey söylediğinde müdahale etmemiz yasaktı.
Böyle bir durumda yanlış söyleyen gizli tanık değil, doğruyu söylemek için çırpınan sanıklar uyarılıyordu.

Gizli tanıklar herkesi bir şeylere benzettiler. Ben kısmen ucuz atlatanlardanım. Gizli tanık Akdeniz 14 Mayıs 2012’deki 181. celsede beni meyveye benzetti.
Bir başka gizli tanık Kıskaç’ın gerçek adı bu salonda açıkça dile getirildi . Böylece anlaşıldı ki, bu tanık hem gerçek adıyla hem “Kıskaç” koduyla gizli 
tanık olarak ifade vermiş. Aleyhinde ifade verdiği, Ergenekon davasında sanık kişinin eski eşiyle evlenmiş. Aralarında husumet var. Böyle bir durumda 
tanıklığın kabul edilmemesi gerekirken bu kişi hem gizli hem açık tanık.
Ben bu durumu Zulümhane kitabımda işlediğim için hakkımda dava açıldı.
Bunlar bir yana esas hakkında mütalaanın 1167. sayfasında yer alan, Danıştay cinayetinin Ergenekon davasıyla ilişkilendirilmesinin tek kanıtı olan, gizli 
tanıkla açık tanığın aynı kişi olması, savcıların, “her iki tanığın ifadelerinin birbirini doğruladığını” yazması gelinen noktaların fotoğrafıdır.

Gizli tanıklık sadece terör değil, adalet mekanizmasının kanseri olmuştur. Sonunda 8. Cumhurbaşkanının eşi Semra Özal’ı da vurmuştur.
Ergenekon davasının Selçuk kod adlı gizli tanığı şu ifadeyi vermiştir:
“Turgut Özal, Semra Özal’a zorla zehirlettirildi.”
Semra Özal uzun zamandır eşinin ölmediğini, öldürüldüğünü, görev şehidi sayılması gerektiğini söylüyordu.
Semra Hanım bu ifadeyi okuyunca avukatı Ali Kemal Sinsoysal aracılığıyla şu açıklamayı yaptı :
“Görgüye müstenit bilgisi olmayan, sadece kulak dolgunluğu ile gerçekte olmayan vakaları sanki vuku bulmuşcasına hayalinde genişleten, uydurma 
senaryoları mekan ve zaman ile kuvvetlendirme çabasındaki, kendini gizleyen bu sözde tanık, insanların şeref, onur, haysiyet ve namus kavramlarını bir 
çırpıda yerle bir etmekten kaçınmayan, diline gelmiş gibi konuşan garip bir varlıktır.
Gizli tanık olarak ağzına gelen her şeyi, mesnedi ve delili bulunmayan vakıları insanları karalamak ve yermek için, hiç çekinmeden ortaya atan bu insanın 
tedaviye ihtiyacı bulunduğu izahtan varestedir. Özal’ın eşi tarafından zehirlendiği iddiası tarafından hayal mahsülü bir savdır.
Dilekçe sahibi gizli tanığın burada saymaktan imtina ettiğim diğer çirkin isnat ve iftiraları da tamamen gerçek dışıdır. Bu çirkin ve hayali iddianın gerçekle 
uzaktan yakından ilişkisi kesinlikle yoktur. Özal ailesini ve Özal ismini karalamak için, özellikle uydurulmuş akıllara ziyan bir isnat ve özel kasıtlı iftiralardır. 
Bu kabil hayali ve mesnetsiz iftiralar, Özal ailesini değil, iftira sahibini bağlar. 

Bu örnek olay gizli tanıklık müessesesinin kötüye kullanılmasının özel bir 
örneği olarak hafızalarda kalacaktır inancındayım.”

Semra Özal’ın avukatının değerlendirmelerinin, gizli tanık üzerine yaptığı yorumların tümüne katılıyorum.

Eşinin ölmediğini öldürüldüğünü, şehit sayılması gerektiğin kanıtlamak için adaletten yardım isteyen Semra Özal, gizli tanık gazisidir.
Buradan hükümete seslenmek isterim; gizli tanık arşivleri iktidar ve çevresini de içine alacak davaların açılmasını sağlayacak ifadelerle doludur.
Semra Özal'ın’ yukarıda özetlediğim dilekçesinin 13.Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulmuş olduğunu ayrıca hatırlatmak isterim.
Bir de dinlenmesi gereken dinlenmeyen açık tanıklar var.
Şenkal Atasagun ve Şamil Tayyar dava konusunda gerçekleri bildikleri aşikar olduğu halde dinlenmemiştir.

*** 
Öteki!

Sayın heyet,

Mütalaada bana yönelik bölümlere doğrudan bire bir yanıt verdim.
2271 sayfalık mütalaada bir de benimle ilgili olmayan bölümlerde hiçbir temeli olmayan suçlamalar yer alıyor. Aslında bunlar suç da değil ama , öyle bir hava oluşturulmak isteniş ki, davada yargılanmakta olan herkes birbiriyle ilgili, bir kişinin işlediği suçu herkes işlemiş.

Zamanım elverdiği ölçüde bunlara da değinmeyi zorunlu görüyorum 101. sayfada gazeteci Can Dündar’a tanık olarak huzurunuzda ifade verirken yönelttiğim soru iddia makamında yorumlanarak aktarılmış. 
Benim Ergenekon’u dava ile birlikte duyduğum vurgulanırken Can Dündar’ın “benim araştırdığım bu değildi” sözlerine itibar edilmediği sözlerime ise 
itibar edilmediği belirtiliyor?

Hukukta bir ifadeye itibar etmenin ya da etmemenin kuşku götürmeyecek gerekçelerinin olması gerekir.
Bu davada kimliği tartışmalı gizli tanıkların değil bilgi duyumlarına bile itibar edilirken Can Dündar’a itibar edilmemesini halkın sağduyusuna bırakıyorum
Mütalaanın 783. ve 784. sayfalarında benim 3 Mart 2003 ATO’da yapılan Hilafetin ilgasına ilişkin toplantı sonrasında yazdığım yazıya yer veriliyor, yazı notlarla birleştiriliyor ve bir sonuca varılmak isteniyor.
Bu konuya yeniden değinmek istiyorum.
Notta “Amasya tamimi” o sözcüğün yer almasına ayrı bir anlam verilmiş. Amasya tamiminin ne olduğu vikipedi’den yapılan alıntı ile anlatılmış.

Alıntı şöyle:

“Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan ilk kurtuluş belgesi olarak Türk tarihinde ayrı bir yeri ve 
önemi olan belgedir. İlk kez ulusal egemenlikten bahsedilen bir ihtilal bildirisi niteliğindedir. Çünkü İstanbul hükümetini hiçe saymakta, hükümetin 
düşman devletlerin esiri olduğunu söylemekte, milleti yine milletin azim ve kararlılığının kurtaracağını söylemektedir.
Mütalaaya göre Amasya tamimi bir suç faaliyeti mi?
Kuvayı Milliyenin de yine mütalaanın her yerinde suç rumuzu olarak geçtiği dikkate alınırsa, bunu nasıl yorumlayacağız?
Bu kadarına pes diyorum. Ancak hangi ülkenin mahkemesinde yargılanıyorum diye düşünüyorum.
 
Mütalaanın 816. sayfasında benim miting düzenleyicisi olduğum yazılmış.
Miting düzenlemek iddia makamına göre suç olabilir ama, demokrasimizin aldığı her türlü yasaya karşın ülkemizde suç olduğunu düşünmüyorum.
Anlaşılan bir de miting ekleyelim diye düşünmüşler.
1037. sayfada ve 1526. sayfada benimle ilgili bölümlerde yer almadığı halde Genelkurmay Başkanı ile İlker Başbuğ’la örgütsel temasta olduğum gerekçeli olarak yazılmış.

Gerekçe şu:

Başbuğ, Kıbrıs’la ilgili bir yazım nedeniyle bana haber kaynağımı soruyor, ben de söylemiyorum. Başbuğ, beni iyi bir gazeteci olarak tanımlıyor, bundan da suç üretiliyor.

Bu arada vurgulamalıyım ki, Kıbrıs konusunda biz haklı çıktık.
Bugün Başbakan Kıbrıs’ta iki ayrı devletin çözüm olacağını söylüyor. Ben bunu 2003-2004’te yazdığımda hükümeti yıpratmaya çalıştığım iddia edilmişti.
1467. sayfada, bende çıktığı iddia edilen bir belgenin Perinçek, Özoğlu, avukat Buzoğlu da çıkması nedeniyle örgütsel bağ olduğu öne sürülüyor.
Görmediğimiz belgelerle suçlandığımız yetmiyormuş gibi, üzerimizden bağlantılar da kuruluyor.

*** 
Neden?
Bizlerin neden Silivri’nin beton ve demirden zindanlarında çürütülmek, kanıtlanmamış iddialarla sürdürülen yargılama işkenceleriyle itibarsızlaştırılmak 
istendiğimizi bir başka açıdan anlatmak istiyorum.
Türkiye geçmişte pek çok aydın kıyımı yaşadı. Bu kıyımlar, sadece aydınların bedenlerini ortadan kaldırmak için değildi. Asıl amaç onların toplum 
üzerindeki etkisini kırmak, ruhlarını, temsil ettikleri düşünceleri ortadan kaldırmaktı.
Bir kesit olarak paylaşmak gerekirse 1990’lı yıllarda art arda kamuoyunda Eşi Güldal Mumcu da mücadeleye pek çok boyutuyla katılarak Uğur Mumcu’yu 
çoğaltmaya devam ediyor. Ali Sirmen, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın kuruluş aşamasında Güldal Mumcu’nun çabalarına bakıp , “teröristler, 
yoksa yanlış hedef mi seçtik diye kahroluyorlardır” demişti.
Bugün çok daha farklı bir aydın kıyımı ile karşı karşıyayız.
Bunun adı şu:
Aydınların, yurtseverlerin ruhunu kendi bedenlerinde boğmaya tam teşebbüs.
Bunun için kullanılan yöntem de hukuk.
Bedenleri tutsak edilen bu kişiler düşüncelerinden, temsil ettikleri değerlerden vazgeçecekler, yani yaşarken ruhlarını teslim edecekler. 

Böylece öldürülünce yapılamayan tutsak edilince gerçekleştirilmiş olacak.
Bu davanın hedeflerinden biri de buydu.
Ben bu plana hayır diyorum.
Bedenlerimiz hapiste, ama düşüncemiz, ruhumuz özgürdür.
Bizi ömür boyu hapiste tutsanız da devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı koysanız da düşüncelerimiz, temsil ettiğimiz değerler bu ülkenin 
atmosferinde özgürce dolaşmaya devam edecek.
Tıpkı yurtseverlerin katledilmesi gibi hapsedilmesi de onları bitirmeye yetmeyecek.

***
Vekil!
Sayın Heyet,

Mütalaada hiç değinilmeyen önemli bir gerçek var.
Ben 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerde İzmir Milletvekili seçildim. Seçim bölgesindeki oyların yüzde 50’sini oluşturan 600 bin oyla seçildim. 
Şu anda CHP İzmir Milletvekiliyim.
Bu sizin için bir şey ifade etmiyor. Ama Türk halkı için çok şey ifade ediyor.
Demokrasi tarihimizde hapisteyken milletvekili seçilen kişilerin tümü demir parmaklıkların ardından çıkmışlar ve Meclis sıralarına gitmişlerdir.

1990’da Mümtaz Faik Fenik, 1957’de Osman Bölükbaşı, 2007’de Sabahat Tuncel hapiste aday oldular, seçildikten keza bir süre sonra tahliye edildiler.
Dünyada “hapiste milletvekili” diye bir kavram yok. Zaten anlatmakta da güçlük çekiyoruz.

Biz son savunmamızı yapıyoruz ama siz özel statü ile son yargılamamızı yapıyorsunuz.
Sadece bizimle ilgili değil, asıl kendiniz ile ilgili bir hüküm inşa etmektesiniz.
Bu hükmünüzün ileride boynunuzda gururla taşıyacağınız bir hüküm olmasını dilerim.

*** 
Son!
Sayın heyet,

Mütalaanın doğrudan benimle ilgili bütün bölümlerine, genelinde hukuksuzluklara kısıtlı zaman diliminde değindim.
Vicdanımda en ufak bir gölge, mücadele çizgimde en küçük bir kırık yok.
İster Meclisinde ister cezaevinde neresinde olursam olayım bu ülke için yaşamaya, bütün gücümü Türkiye’nin daha ileri gitmesi için kullanmaya devam edeceğim.
Bir milletvekili olarak kendimi sadece bu ülkenin herhangi bir yerinde bir insanın incinmesinde sorumlu hissetmiyorum, Dünyanın en uzak köşesinde Türkiye ile ilgili konuşulanlardan sorumlu hissediyorum.
Vücudunuzda herhangi bir yara olsa, elimiz oraya gider. Ben de bu ülkede olan her şeyi vücudumda hissediyorum.
Bedenim demir parmaklıkların arkasına konmadan önce de böyle yaşadım bugün de.
Bugün tek bayrak, tek vatan, tek millet inancıyla icraat yaptığını ilan eden iktidarın uygulamacılarına bakınca aman hiç bayrak, hiç vatan hiç millet 
olmasın diye hayıflanıyorum.
İktidara, topluma bu tehlikeleri söylemezsek sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz diye düşünüyorum. Mütalaaya göre söylemek suç ama, inanıyorum ki söylememek daha büyük suçtur.
Bu davalar başladığında, burada bir şey var geçmiş aydınlatılacak diyenlerin oranı yüzde 70, bu davalar bir kurgu, Türkiye’yi başkalaştırma aracı diyenlerin oranı yüzde 30’du.
Son araştırmalar gösteriyor ki, tablo tam tersine döndü.
Ben bu millete inanıyorum. Kalan yüzde 30’un içindeki tüm sağduyulu kesimler de zamanla gerçeği görecek.
Halkımız olaylar sıcakken dokunmayı sevmez. Menderes’in idam edildiği gün Türkiye’de kimsenin sesi çıkmadı.

Öyle ki, o gün Türkiye’de hakaret suçu bile işlenmedi. Ama halkın çok büyük bir bölümü idamları onaylamadığını gösterdi.

İçerden dışardan ne kadar Türk toplumunu başkalaştırma, dönüştürme girişimi olursa olsun halkın yönü hep uygarlığa, çağdaş değerlere dönüktür.
Mayıs ayı başında uluslararası bir araştırma yayımlandı. Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan 39 ülkede 38 bin kişi arasında yapılan araştırmaya göre Afganistan’ın yüzde 99’u, Irak’ın yüzde 91’i, Filistin’in yüzde 89’u, Pakistan’ın yüzde 84’ü,Mısır’ın yüzde 74’ü şeriat kurallarına göre yönetim istiyor. Bu oran Türkiye’de yüzde 12.
Araştırmaya göre yüzde 12 içinde de önemli bir dilim şeriat kurallarının katı uygulanmasını istemiyor.
Araştırmayı yapanlar Türkiye’de öteki ülkelerden farklı çıkan bu sonucu yorumlarken şunun altını çiziyorlar :

“1920’lerde yaşadığı büyük değişim.”

Atatürk’ün, Atatürk devrimlerinin yeri 21. yüzyılda yapılan uluslararası araştırmalarda bile gücünü koruyor.
Ben bu gerçeği dünya gezilerimde de gördüm.
Kendimi hep Atatürk’ün, Atatürk devrimleriyle oluşan kuşakların hizmetçisi saydım.

Bundan sonra da öyle sayacağım.

Sivas Kongresi’ni birinci kurultayı olarak kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi’nin soylarında üreterek, yazarak, konuşarak hizmet etmeye devam edeceğim.

Beni ömür boyu demir parmaklıkların ardında tutacak kararlar çıksa da hatta devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı konsa da ruhumun özgürlüğünü 
kimseye teslim etmeyeceğim.

Bizden sonraki kuşaklara da bu ruhu özgür devretmenin ölümsüzlük olduğuna, bunun en büyük hizmet olduğuna inanıyorum.

Varlığım, kendimi bir öğrencisi hissettiğim Türk varlığına armağan olsun diyorum.

Mustafa BALBAY

***

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 3

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 3


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Ahmet Necdet Sezer, Anayasa,

 
Er er!

Suçlama:

“...Danıştay Cinayeti sonrasında ‘Er er Ergenekon, Gel Her Yere Kon’ türü yazılar kaleme alınarak kamuoyunda böyle bir örgütün olmadığı algısı yaratmaya çalıştığı, 2008 yılında örgüte yönelik başlatılan soruşturma sürecinde aynı söylemi yayarak soruşturmayı sulandırmaya çalıştığı...”

Yanıt:

Bu davanın bir özelliği var; sanık çürür ama delil hiçbir zaman çürümez. Eğer bir delil işlendiği iddia edilen suçla ilişkilendirilmemişse hukuken olması gereken delil olma özelliğini yitirmelidir. Ama bu davada öyle değil.
Bunun somut örneği benim 2 Haziran 2006 tarihli, “Er er Ergenekon, Gel Her Yere Kon” başlıklı yazım.
Savcılar, gazeteci Aslı Aydıntaşbaş’ın tanık olarak ifadesini alırken benim bu yazıma ilişkin sorular da yönelttiler.
Savcıların iddiasına göre Ergenekon’a ilişkin ilk yazıları ben yazmıştım. Aydıntaşbaş’a, “Siz Ergenekon haberlerini yaparken Balbay’dan mı esinlendiniz” 
diye sordular.
Oysa bu mümkün değildi. Aydıntaşbaş’ın Sabah’ın Ankara temsilcisi olduğu dönemde yazdığı Ergenekon’a ilişkin manşet haberler 25-27 Mayıs 2006 
tarihliydi. Benim yazı 4-5 gün sonraydı.
Ben bunu o günlerin gazete küpürleriyle mahkemeye iletince mütalaada aynı yazı bir başka şekilde “suç unsuru” yapılmış.
Savcılara göre daha önce Ergenekon’la ilgili yazıları yazmakla yani Ergenekon’un varlığını duyurmakla suçlanan ben, mütalaada aynı savcılara göre bu 
kez Ergenekon’un olmadığına ilişkin yazılar yazmakla ve böylece bu soruşturmayı sulandırmakla suçlanıyorum.

Üstelik aynı yazıyla.
Durumun özeti şu:
Delil sabit, suç müteharrik.
Bir başka deyimle delil sabit, suç değişken.

*** 
Slogan!
Suçlama:
“...Örgüt mensuplarına slogan ürettiği...”
Yanıt:

Hangi örgüt mensubuna hangi sloganı üretmişim?
Eğer bu bir suç ise bunun delilinin gösterilmesi gerekir.
Ben Türkçe’yi çok seven, iyi kullanmaya çalışan bir yazarım. Benim yazı başlıklarım da mütalaanın kimi yerlerinde sanki suç unsuruymuş gibi yer alıyor.
Türkçe’nin içinde barındırdığı zenginlikleri kullanmayı sevmem araştırmacıların da dikkatini çekmişti. Tutuklanmadan birkaç yıl önce Adana Çukurova 
Üniversitesi’nden iki öğretim üyesi “Balbay’ın Dili” başlıklı bir araştırma yapmıştı. Burada benim kullandığım dilin pek çok özelliğinden söz edilirken, 
akılda kalan uyaklı sözcükler bulmama da değiniliyordu.
Bu çalışma bana ait “gizli belgeler” arasında yer alıyor.
O dönem beni sevindiren, Türkçe üzerine daha çok eğilme sorumluluğu veren bu araştırmanın ve bu gücümün bir suç unsuru olarak karşıma çıkacağını 
hiç düşünmemiştim.

*** 
Panel!
Suçlama:
“...Ergenekon terör örgütünün kontrolü altında bulunan sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine katıldığı, konferans, panel vs.de kamuoyunu yönlendirme 
faaliyetleri içinde bulunduğu...”
Yanıt:
Buna sadece pes diyorum. Demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru siyasi partilerse öteki unsuru da sivil toplum kuruluşlarıdır.
Terör örgütü kontrolü altında olduğu saptanıp hakkında dava açılmış bir örgüt var mı ki, ben bu suçu işlemiş olayım.
Ben halkı bilgilendirmeyi hep görev saydım.

*** 
Kara!
Suçlama:
“...3 Kasım 2002 seçimleri hemen sonrasında dönemin Karar Kuvvetleri Komutanı ile yaptığı görüşmede komutandan hükümete yönelik, “en azından 
bir mesaj” verilmesini talep ettiği...”
Yanıt:
Bu konu medya mahkemesinde 5 yıldır sürdürülen linç kampanyasında da sıklıkla kullanılmaktadır.
Benim bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen notlarla ilgili gerçekleri açıkladım. O dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’la yukarıda 
geçen şekilde bir diyaloğum olmamıştır.
Eğer suç unsuru oluşturacak içerikte bir mesaj almışsam bunun dosyada yer alması gerekir.
Sayın Yalman’ın bu davalar kapsamındaki tartışmalar içinde, “darbeyi önleyen kişi” olduğu iddia ediliyor.
Dosyadan bildiğimiz kadarıyla 13.Ağır Ceza Mahkemesi de sayın Yalman’la ilgili herhangi bir işlem yapmadı.

*** 
Gazetecilik!
Suçlama:
“...eylemlerinin gazetecilik faaliyetiyle telifinin mümkün olmadığı, böylece sanığın üzerine atılı cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini 
ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek suçunu işlediği yapılan yargılama ve toplanan delillerden 
anlaşıldığından, ...
Sanığın sübuta eren eylemine uyan TCK’nın 312/1 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun 5. Maddesi gereğince cezalandırılmasına...”

Yanıt:

Benim neden ömür boyu hapis cezası almam gerektiğini sıralayan 1095. sayfadaki bölüm bu cümle ile noktalanıyor.
İddia makamı benim gazeteciliğimin sicil makamı değildir.
İddia makamı, benim yaptıklarımın ne olmadığını değil, ne olduğunu açıkça yazmak ve kanıtlamak durumundadır.
Cebir ve şiddet benim hangi faaliyetimin karşılığıdır.
Bu yasanın Meclis’te görüşüldüğü 2005 yılında ben de Ankara’daki gelişmeleri yakından izleyen gazetecilerden biriydim.
Cebir ve şiddet sözcüklerinin bir araya yasaya giriş öyküsünü kısaca paylaşmak istiyorum.

*** 
 
Tiraj ( 2088 )

Suçlama:
“...Cumhuriyet gazetesinin tirajının arttırılmasına ilişkin bir takım projelerden bahsettikleri , sanık Mustafa’nın Cumhuriyet gazetesinin yönetiminin 
kimin elinde olduğu ve gazeteyi kontrol eden güç ile ilgili olarak, ‘...Bizim de hatalarımız oldu. 1950 yılında Demokrat döneminde 2 yıl etkileniyor, 
hatta Nazım Hikmet’e hain diyorum ben, sonradan toplanıp özeleştirisini yapıyorum, bizim bazı yöneticilerimizin 1989-1993 dönemi arası Güneydoğu 
şeylerine yönelik PKK’lıların açıklamalarını korumaya kalktılar, çok ağır oldu, o dönemde gazetemiz ama şu anda gazete yönetimi kuvayi milliye çizgisinde...’ 
dediği görülmekte; örgüt belgelerinde, Ergenekon Terör örgütü tarafından korunacak derneklere Milli mücadele yıllarında kullanıla isimlerin verilmesi 
öngörüldüğü ve sanıklar kendi arkadaşlarından bahsederken ‘Milli kuvvetler’, örgütün kontrolünde olan bir şeyden bahsederken ‘kuvayi milliye çizgisinde” 
şeklinde remizli ifadeler kullandıları dikkate alındığında; sanık Mustafa Balbay’ın Cumhuriyet gazetesinin Ergenekon Terör Örgütü’nün yönetiminde olduğunu 
ve örgüt tarafından kontrol edildiğini itiraf ettiği, dolayısıyla kendi konumuna da işaret etmiş olduğu...”

Yanıtım:
Buradaki suçlamaların tümü benim en çok önem verdiğim, uğruna ölümü göze aldığım değerlerle ilgilidir.
Evet ben, Cumhuriyet gazetesinin tirajını arttırılması için çok çaba harcadım. Eğer bu suçsa, ben bu suçu işlemeye devam ediyorum.
Cumhuriyet’in tirajının artması için özgürlükte yaptıklarımı kısaca anlatmak istiyorum.
 
Ben o dönem Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi, yazarı, yayın kurulu üyesi ve Cumhuriyet Vakfı yönetim kurulu üyesiydim. Son 3 sorumluluğum bugün de devam etmektedir.

Cumhuriyet gazetesi değil bir terör örgütü, iktidarlar dahil hiçbir gücün kontrolüne girmeyecek kadar köklü ve güçlü bir kurumdur.
İddia makamına göre “kuvayi milliye” çizgisinde demek, terör örgütünün kontrolünde demekmiş. En hafif anlatımla ayıplıyorum.
Buradaki “remizli” sözcüğünü de terör örgütü tanımını da kuvayi milliyenin yanına koyan anlayışı kınıyorum.
Bugün bir mensubu olarak Meclis sıralarında temsil etmeyi beklediğim Cumhuriyet Halk Partisi’nin temellerinde de kuvayi milliye vardır.
Bu bölüm içinde bu davadaki bir çelişkiye dikkat çekmek istiyorum.
Cumhuriyet gazetesinin hem terör örgütünün güdümünde bir yayın organı olduğu iddia ediliyor hem de bu terör örgütü Cumhuriyet’i bombalamış!

*** 
Darbe!
Suçlama :
“...konuşmanın devamında birisinde emekli vatandaş arıyor, tabi ben diyor 1960’ı gördüm, 1980’i gördüm. Şu ülkemizde şu birkaç ayına bakıyorum, fakat en geçerli darbe bu dönemdeki darbe diyor, insan olabilir bu sistem içinde nasıl olabilir, bütün tartıştığımız konu burada...” demek suretiyle 3. bir kişinin darbe tecrübelerinden yararlanarak onun ağzından en geçerli darbe koşullarının şimdi olduğunu söyleyip mevcut sistem içinde nasıl olabileceğine çözüm aradığı, darbe hazırlıkları içerisinde olan sanıkları motive ettiği, CÇG faaliyeti kapsamında adı geçen sanıklar tarafından planlanan “Yakamoz”, “Ayışığı”, “Eldiven” adı verilen darbe yoluyla yürütme organını devirmeye teşebbüs faaliyetleri içinde Ergenekon Terör Örgütü’nün üst düzey sivil yöneticileri ile üst düzey askeri yöneticileri arasında irtibatı ve koordinasyon sağlamak ve mesajları iletmek suretiyle aktif olarak yer aldığı,”
Yanıt :

Öyle anlaşılıyor ki, ben “bu salonda seyircilere ayrılan bölüm dar be” desem iddia makamı Balbay seyircileri darbeye teşvik etti diyecek.
Ben hiçbir zaman darbe yanlısı olmadım.
Burada 2002-2004 arasında tartışılan konulara girsem. Ancak kısaca özetlemeyi gerekli görüyorum.
Herhalde siz de benim Türkçe’yi en azından kötü kullanmadığımı düşünüyorsunuz dur. Buradaki anlatım tümüyle bozuk. Zaten bu gizli çekimin gerekçesi iddianame eklerinde 3 ayrı şekilde var.
Ankara’da topun oyun sahasında oynanması demek, her şeyin Meclis çatısı altında olması demektir. O dönem, bütün gerilimlerin her ne olursa olsun Meclis çatısı altında çözümlenmesi düşüncesi baskındı.
İddia makamının sıkılıkla yenilediği ama , tek delil dahi göstermediği bir suçlama var; mesaj getirip götürmek.

Kimin mesajını kime götürmüşüm?

4 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Emin Gürses,


Sezer!
Suçlama:
“… Cumhuriyet Çalışma Grubu ekibiyle Cumhurbaşkanı arasında köprü görevi gördüğü, örgüt yöneticisi sanık İlhan Selçuk ile dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile dönemsel görüşmelere katıldığı, hükümetin atama ve yasama faaliyetlerinin engellenmesi için yapılan görüşmelerde bulunduğu, öğrendiklerini sanıklar Levent Ersöz ve Hasan Atilla Uğur ile paylaştığı…”
Yanıt:
Türkiye’nin 10.Cumhurbaşkanı hükümeti devirme suçunun önemli bir unsuru olarak mütalaadaki yerini almış.
Bir Cumhurbaşkanı ile görüşmek her gazeteci için çok önemli bir mesleki ayrıcalıktır.
Ben Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı dönemime karşılık gelen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le de, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le de karşılıklı saygı, nezaket ve insani ilişki çerçevesinde diyalog kurdum.
İddianamede Sezer’le yaptığım görüşmelerin “terör örgütü ilişkisi” olarak yer alması üzerine Kasım 2009’daki mahkeme huzurunda yaptığım ilk savunmada bunu eleştirdim. Eğer iddia edildiği gibi, ben Cumhurbaşkanı’nın mesajlarını şüphelilere iletmişsem, bu işlerim nedeniyle terör örgütünün köprü elemanı isem Cumhurbaşkanı örgütün neresinde?
Cumhurbaşkanı, başta Başbakan ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere devletin belli katlarıyla belli periyotlar halinde görüşür. Bunun dışında istediği kurumdan istediği kişi ya da herhangi bir kesime mesaj verecekse en son seçeceği kişi herhalde gazeteciler olacaktır.
Sorgum sırasında bu konulara dikkat çektiğimde savcı Nihat Taşkın 24 Kasım 2009 Salı günü aynen şunu söyledi:
 
“Cumhurbaşkanı bunların dışında.”
Bu cümle 20. Celse tutanaklarının 18. Sayfasında yer almaktadır. Hal böyleyken mütalaada, ilk iddianamedeki dayanıksız savları tekrarlamanın anlamı nedir?
Bu durumda akla, acaba bu mütalaa mahkeme savcılarınca yazılmadı mı geliyor.
Ne mutlu iddia makamına ki, mütalaanın onlar tarafından yazılmadığı düşüncesi hakim.

Suçlama:

“...3 Mart 2004 tarihinde kurulan Ulusal Birlik Hareketi toplantılarına katıldığı, görev aldığı...”

Yanıt
İddianamenin ve mütalaanın birçok yerinde konu edilen bu toplantıyı her şey bir yana bütün büyük gazetelerin Ankara temsilcileri izledi. Ben de izledim ve gazetede gözlemlerimi yazdım.
Görev aldığım iddiası gerçek değil. Bu iddiayı ortaya atanın görevimin ne olduğunu da açıklaması gerekir.
Bu toplantı, mütalaada sanki gizli yapılmış, bu davaya ilişkin soruşturma başlayıncaya dek kimsenin haberi olmamış, benim olduğu iddia edilen 
notlarla birlikte açığa çıkmış gibi konu ediliyor. O günlerin gazetelerine bakıldığında görülecektir ki, pek çok gazete birinci sayfasında yer vermiş.
Mademki bu toplantı iddia makamına göre darbe ortamı hazırlamak için çok önemli bir aşamaydı, onca katılımcısından konuşmacısına kadar hiç 
kimseyi tanık olarak dahi neden dinlemediniz?
Burada amaç bana yönelik suç ve delil üretmek.

*** 
Vatan!
Suçlama:
“...ilgisinin olmadığını söylediği Vatansever Kuvvetler Güçbirliği’nin onursal üyesi olduğu...”
Yanıt:
Bu derneğin başkanı huzurunuzda savunmasını da yaptı. Dernek hakkında çeşitli nedenlerle üç kez yapılan soruşturmada ise takipsizlik kararı verilmiş. 
Yasadışı bir kurum değil.
Yani onursal üye olsam da bunun suç unsuru oluşturacak bir yanı yok. Ancak benim bu dernek yöneticileriyle herhangi bir diyaloğum olmadı.  
Kendi aralarında yaptıkları bir değerlendirmede aralarında benim de olduğum kamuoyunca tanınmış, bu dava kapsamında adı geçmeyen pek çok kişiyi onursal üye yapmaya karar vermişler. Ancak bu gerçekleşmemiş. Ben de bunu sizinle birlikte dernek başkanı Taner Ünal’ın mahkemede verdiği ilk ifadede öğrendim.

*** 
Hükümet!

Suçlama:

“Türkiyem Topluluğu’nda görev aldığı, sanık Mustafa Özbek’in kontrolünde bulunan Art’de mevcut hükümeti yıpratıcı, menfi propaganda faaliyetlerine 
katıldığı...”
Yanıt:
Bu anlatılan çerçevesinde bir suç ceza yasasının hangi maddesinde var?
Evet ben Emin Çölaşan’la birlikte 1999’dan itibaren 5 yıl NTV’de 5 yıl da ART’de olmak üzere televizyon programı yaptım.
Ecevit hükümetinin de olumsuz yönlerini eleştirdik, daha sonraki Erdoğan hükümetinin de.
Ben bugün de bir milletvekili olarak hükümetin yanlışlarını eleştiriyorum. Önümüzdeki seçimlerde insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne inanmış, 
toplumu germeyen, karşıtlık değil ortak duygular üreten, sorunları kullanan bir iktidarın, gelmesi için çaba harcıyorum.
İlle de bir darbe arıyorsanız, mütalaadaki bu cümle demokrasiye yönelik bir darbe girişimidir.

*** 
Genç!
Suçlama:
“...Türkiye’de darbeler tarihinde önemli yere sahip olan ve Başbakanın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesinin sembolü olan “Genç Subaylar Tedirgin” 
şeklinde manşetlere imza attığı...”
Yanıt:
Bu davanın bir özelliği de her şeyin, önceden üretilmiş olan suça, sözüm ona delil olarak kullanılmasıdır.
“Genç Subaylar Tedirgin” manşeti Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın 20 Mayıs 2003 günü yaptıkları görüşmenin içeriğine ilişkin bir haberden başka 
bir şey değildir.
Bugünkü iktidarın ilk aylarında, zaman yetersizliği nedeniyle ayrıntılarını sıralaya mayacağım pek çok konuda tartışma vardı.
Bunları görüşmek üzere Başbakan’la Genelkurmay Başkanı bir araya geliyor. Bir gazeteci de bu görüşmenin ana hatlarına ulaşıyor ve haber yapıyor.
Örneğin o görüşmenin konularından biri 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın kutlanış biçimine dönemin Mili Eğitim Bakanı’nın getirdiği eleştiri idi.
Aradan 10 yıl geçti bugün de ulusal bayramlarımız hala tartışma konusu. Hatta tartışma bugün daha da derinleşmiş durumda.
Bir siyasetçi olarak vurgulamam gerekirse ben ulusal bayramlarımızın hak ettiği biçimde kutlanmasından ve birleştirici özünün korunmasında yanayım.
Bugün ne yazık ki bu özü yaralanmış durumdadır.
Bu manşetin yayınlandığı 20 Mayıs 2003’ten 2 gün sonra 25 Mayıs’ta bir basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay Başkanı Org.Hilmi Özkök bir tedirginlik 
olduğunu, bunun sadece gençlerde değil, tüm kesimlerde bulunduğunu söylemiştir.
Özkök mahkeme huzurunda tanık olarak verdiği ifadede bu düşüncelerini yinelemiş ve benim iyi bir gazeteci olduğumun altını çizmiştir.
Heyetiniz Özkök’ün ifadelerine doğal olarak ayrı bir önem verdi, mütalaada da savcıların o ifadeleri kullandıkları görülüyor.
Bir bütün olarak bakıldığında bu ifadeler benim lehimedir.
Özkök’ün kimi endişeleri, benim kullanılmış olduğum yönündeki değerlendirmeleri kendi düşünceleridir.
Bir gazeteci öncelikle gerçeğin peşindedir. Gerçeği bulur ve yazar. Onun her kesimce farklı yorumlanması gazeteciyi bağlayan bir durum değildir.
Ben kendimi kimseye kullandırtmadım. Haber kaynaklarım oldu ve ben o kaynakları kullanarak gerçeklere ulaşmaya çalıştım. Örneğin, bu mahkeme 
de benim haber kaynağım, ilham kaynağım oldu. Hapiste yazdığım kitaplardan bazılarını buradan ilham alarak kaleme aldım.
Burada benim özellikle dikkatimi çeken ve zaman sınırları çerçevesinde etraflıca yanıt vermek istediğim cümle şu:
“Başbakan’ın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesi...”
Evet bu ülkede bir Başbakan idam edildi. Nasıl edildi? Mahkeme kararıyla.
Keşke 27 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke 26 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke Menderes, Zorlu, Polatkan idam edilmeseydi.
Mademki geçmişimizle yüzleşmekten yanayız, gelin bunu ucundan kıyısından değil, bir bütün olarak yapalım.
Menderes’i idama götüren mahkeme Türkiye tarihinin en kötü, bir o kadar da en çok ders alınması gereken sayfalarından biridir.
O mahkemenin başkanı hukuksuzlukları eleştiren sanıklara şunu söylemiştir:
“Sizi buraya tıkan (koyan) irade böyle istiyor.”
Keşke o mahkeme baskılara direnseydi, egemenlerin hukukunu değil, hukukun egemenliğini savunsaydı.
Menderes, iktidar yerleştikten bir süre sonra yargıda büyük bir değişiklik yaptı.
Emeklilik yasası getirdi, belli bir yaşın üstündeki tüm hakimleri devre dışı bıraktı. Bunların önemli bir bölümü yüksek mahkeme hakimleriydi. 
Onların yerine kendisine daha bağlı olacağını düşündüğü kişileri yüksek mahkemeye atadı.
Ve Menderes’i kendi yükselttiği yargıçlar arasından kurulan bir heyet idama mahkum etti.
Orada kalmadı...
1960’taki üç idam, 1971’de karşılığını getirdi. O dönemin egemenleri de bu kez “3’e 3” dediler.
Menderes, Zorlu, Polatkan’a karşılık Deniz, Yusuf, Hüseyin...
Denizleri de bir mahkeme heyeti idama mahkum etti.
O döneme ilişkin çok önemli bir ayrıntıyı heyetinizle ayrıca paylaşmak istiyorum.
Sıkıyönetim mahkemelerinin kurulmasından sonra dönemin gençlik hareket partilerine katılan herkesin “Anayasayı ortadan kaldırmak” amacıyla suç 
işlediği kararı dayatıldı. Böylece İstanbul’da gösteriye katılandan Ankara’da araç yakana kadar herkesin aynı davada yargılanmasının önü açıldı.
İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi hukuksuz olduğu düşüncesiyle buna karşı çıktı.
Bunun üzerine 12 Mart yönetimi 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’ni lağvetti Ankara’daki mahkeme bu hukuksuzluğa “Elverdi”.
Ali Elverdi’nin başkanlığında kurulan ve “Mevcut yasalar bunun için elverişli” düşüncesinden hareket eden mahkeme Denizlere idam kararı verdi.
Menderes’in idamını mütalaaya taşıdığı için iddia makamına teşekkür ederken heyetinizi o mahkemelere bugün hangi gözle bakıldığını mütalaa etmeye 
çağırıyorum.

3 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 1

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 1




Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası,

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni!

Mustafa Balbay'ın Ergenekon davasıyla ilgili yaptığı savunmanın tam metni...
Sayın Başkan, Sayın üyeler,

Salondaki herkesi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime savunmaya yönelik sınırlandırmayı kabul etmediğimi, bunun telafi edilemez bir adil yargılama hatası olduğunu vurgulayarak başlamak istiyorum.
Bir maç düşün ki ilk yarısı 250 dakika ikinci yarısı 10 dakika.

Bu kabul edilebilir mi?

Biz ilk savunmalarımızı yaparken, sizin de hissettirdiğiniz genel beklenti şuydu:
Bütün deliller toplandıktan, tüm sanıklar dinlendikten sonra son savunmalarımızı yapacağız. O zamanki konuşma süremiz en az ilk savunmamızdaki kadar olacak. Kimi tanıkların beyanlarına itiraz ettiğimizde bize söz vermediniz, şunu söylediniz: “Savunmanızı yaparken cevap verirsiniz.”

Özellikle bu değerlendirmeniz nedeniyle biz son savunmamızın bu denli kısıtlanmayacağını düşündük.

22 iddianameyi birleştirdiniz, her iddianameyi ötekiyle bağlantılı gösterdiniz, daha önce davası görülmüş 200’ü aşkın dosyayı buraya getirttiniz, bütün bunlardan tüm sanıkların üyesi olduğunu iddia ettiğiniz terör örgütünü sorumlu tuttunuz, savunma için de 2 saat süre veriyoruz, buyurun diyorsunuz.

Dava karmaşık hale geldiyse ve zaman sorunu doğduysa bunun sorumlusu biz miyiz?

Karara giderken mahkemenizin uygulaması şöyle özetlenebilir:
Suçlama sınırsız, savunma sınırlı.
İkinci vurgulamak istediğim konu bu mütalaanın bir bütün olarak içeriğidir.
Bu mütalaa bir hukuki metin değildir.
Bir kişiye iftira atarken bile bundan daha özenli davranılır.
Basit bir trafik kuralını ihlal suçunda bile, aracınızın fotoğrafı önünüze konuyor, şu gün şu saatte şu suçu işlediniz, cezası şudur deniyor.
Bu davada ise size trafik suçu yüklenmesi için aracınızın olmasına bile gerek yok. Telefonda birine, “artık durma, bas gaza” demeniz yeterli.
5 yıl önce iddianame açıklandığında bizim yaşam biçimimizin, sosyal hayatımızın, mesleki faaliyetlerimizin, dünya görüşümüzün suç delili olarak gösterildiğini okuyunca, bu kadarı olmaz diye düşündük. Yargılama sürecinde bunları anlatırız, eğer birazcık vicdanları varsa bunları yazanlar utanır diye düşündük.
Mütalaada gördük ki iddianamedeki her şey kötü bir şekilde kopya edilerek aynen korunmuş.
Savunmalar dikkate alınmamış, kimi yerlerde birkaç satır konup sonuna da, “itibar edilmemiştir” yorumu eklenmiş.
Mütalaada sanıkların kendilerine ilişkin suçlamaların pek çoğu onlar için ayrılan bölümlerde değil. Ya genel olarak davanın tarif edildiği bölümlerde ya da öteki sanıklarla ilgili sayfalarda.
Gerçek anlamda bir savunma yapabilmek için 2271 sayfalık mütalaanın tümünü dikkate almak, çelişkileri, hukuksuzlukları tek tek ortaya koymak gerekiyor. Bu, her şey bir yana zaman sorunu.
Bu karmaşıklığı ortaya dökerken daha karışık bir görüntü verme tehlikesi de var.
Zamanı iyi kullanmak, olabildiğince sade anlatmak ve heyetinizin üzerinde hassasiyetle durduğu hukuki çerçevede kalmak, savunma sınırlarının dışına 
çıkmamak için şöyle bir yöntem seçtim:
Mütalaada hakkımda istenen cezaların nedenlerinin ve iddia makamınca delillerin sıralandığı bölümleri aynen alıp onlara yanıt vereceğim.
Mütalaanın 268. sayfasında gizli belge bulundurmak temin etmek, kullanmak suçu işlediğim,635. sayfasında kişisel verileri kaydetmek suçu işlediğim, 1095. sayfasında hükümeti devirmeye teşebbüs ettiğim iddia ediliyor.2086.sayfada ise dosyanın tamamı kapsamında hakkımdaki delillerin ve hukuki durumun değerlendirmesi var.
Sadece bu bölümleri okuyan biraz sağduyulu bir kişi soracaktır; suç bunun neresinde.
Bu bölümleri cümle cümle okuyup yanıtını vermek istiyorum.
Tutuklandığımda gazeteciydim. Bununla hep övündüm, övünmeye devam ediyorum. Zaten bu mütalaa düzgün okunduğunda benim iyi bir gazeteci 
olduğumun kanıtıdır.
Tutukluluk süreci sorumluluğumu büyüttü. Siyasal mücadelenin parçası olarak açılan davanın zamanla daha da siyasallaşması ve Türkiye’ye yönelik planların bir parçası haline gelmesi üzerine ben de siyaset gömleğimi giydim.
Bu gömleği sırf beni özgürlüğe taşır diye giymedim. Mücadelemi daha yükseğe taşır diye giydim.

Gazetecilikte kendimi mesleğe ve okurlara karşı sorumlu hissediyordum, siyasette ise tüm Türkiye’ye karşı sorumluluk duyuyorum.
O nedenle bu mütalaaya vereceğim yanıtları Türkiye’ye, Türk milletine gerçekleri anlatmak, olarak değerlendiriyorum.
Benimle ilgili ilk tespitin, Cumhuriyet gazetesinin imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk’la yaptığım telefon görüşmeleri olduğu belirtiliyor.
Mütalaanın 25. sayfasında İlhan Selçuk’a telefonda, halkın kıpırdamaya ve eylem yapmaya başladığından bahsettiğim, böyle bir eylemin en son 1991 
yılında denendiğini söylediğim belirtiliyor.
14.03.2008 tarihli bu görüşmenin yapıldığı dönemde dünyada bir ekonomik kriz başlamıştı ve Türkiye’yi de etkiliyordu. Çalışanlar da bunun faturasını ödemek istemiyordu. Sözünü ettiğim 1991 yılı Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesinin ortadan kaldırıldığı pek çok hakkın geri alındığı yıllardan birisiydi.  

Sözünü ettiğim, anımsattığım durum bu demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesidir.
Aynı sayfada yer alan 15.03.2008 tarihli görüşmede de İlhan Selçuk AKP’nin kapatılması için açılan davaya ilişkin görüşlerini söylüyor. 
Bir gazetenin başyazarı ile yazarı ve Ankara temsilcisinin bu önemli olay hakkında konuşmasından doğal ne olabilir? Kaldı ki bana ait bir söz yok. 
İlhan Selçuk’u onayladığım ve “öyle abi” dediğim yazılı.
Bu mantıkla bakılırsa 2008 yılında AKP’nin kapatılmasına ilişkin davayı görüşen Anayasa Mahkemesi üyelerinin “hükümeti devirmeye teşebbüs” ile suçlanması gerekir.

25.sayfada şu paragraf yer alıyor:

“Güler Kömürcü ile Ahmet Hurşit Tolon arasında 11.11.2007 tarihinde gerçekleşen telefon görüşmesinde Tolon’un bir bildiri yayınladıklarını, bu bildiriyle alakalı, ama özellikle iki arkadaşım var benim onlara gönderirsiniz dedim, biri Sayın Mustafa Balbay dediği tespit edilmiştir.”
Benim dışımda iki kişi telefonla konuşuyor ve hazırladıkları bir metnin gazetecilere ulaşmasını tartışıyor. Bana özgürlükte Cumhuriyet’in Ankara temsilci yazarı olmam nedeniyle her gün haber olması, gazetede yayımlanması istemiyle açıklama gönderiliyordu.

25. Sayfada benimle ilgili son olarak şu paragraf yer alıyor:
“Emin Gürses ile X şahıs arasındaki Veli Küçük’ün gözaltına alındığı 22.01.2008 tarihinde özetle; X şahsın elindeki bir belgeyle alakalı, ‘Ben bunu şeye 
yollayayım mı Çölaşan’a?’ Emin Gürses, ‘Çölaşan’a gönder Mustafa Balbay’a gönder’ şeklinde bir görüşme geçtiği tespit edilmiştir. Mustafa Ali Balbay’ın 
soruşturma kapsamında hakkında işlem yapılan ve teknik takipteki kişiler ile irtibatlarının bulunması üzerine alınan mahkeme kararına istinaden 14.04.2008 tarihinden itibaren iletişiminin dinlenilmesine başlanılmıştır.”

Mütalaada delilden sanığa gidildiği söyleniyor. Ancak böyle olmamıştır. Dava seyrine bakıldığında tutuklanması, yargılanması planlanan kişiler hiçbir delil değeri taşımadığı açık olan telefon görüşmeleri, sosyal ve mesleki faaliyetleri suçmuş gibi gösterilerek işlem yapılmıştır. Bunun en somut örneği benim durumumdur.
Hakkımda teknik takip kararı alınmasına neden olan 3 telefon görüşmesi mütalaada aynen yukarıdaki gibi yer almıştır.

İlhan Selçuk gazetenin başyazarı ve imtiyaz sahibi, ben de Ankara temsilcisi ve köşe yazarıyım. O bana telefon edince düşüncelerini dinlediğim, onun sözlerine sohbetin gelişi çerçevesinde karşılık verdiğim için suç işlemiş oluyorum.
Böylece savcılar bir suç daha üretmiş oluyor:

Düşünceleri dinleme suçu!

Yukarıda aktardığım son telefon görüşmesinde iki kişi kendi aralarında gazetelere ulaştırmak istedikleri bir bilgiyi kime göndereceklerini tartışıyorlar.

Burada üretilen suçun türü şu:
Tanınmış ve ulaşılabilir gazeteci olma suçu!
Mütalaanın 1095. sayfasında yer alan hükümeti devirme girişiminde bulunma iddiasını cümle cümle yanıtlıyorum:

Suçlama:

“Sanık Mustafa Ali Balbay’ın örgüt yöneticisi İlhan Selçuk ile birlikte, örgüt yöneticisi Sanık Mehmet Şener Eruygur ile örgütsel toplantılara katıldığı, 
görüşme konularını not alarak günlük şeklinde yazdığı halde hiçbir yerde yayınlamadan sildiği, halbuki bu eylemlerinin gazetecilik faaliyeti olduğunu 
savunduğu, bir gazeteci için çok değerli olan bu notların kamuoyunu bilgilendirme görevi kapsamında olmadığı…”

Yanıt:

Benim bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen notlarla ilgili yıllardır spekülasyon yapılıyor.

Mesleği şehirlerarası otobüs işletmesinde şoförlük olan bir kişiye, “ Sen son 10 yılda binlerce yol kat etmişsin, doğru mu “ diye sorulduğunda yanıtı, “ 
evet binlerce kilometre yol kat ettim, onlarca şehre gittim” olacaktır. Aynı kişiye, “Bu zaman diliminde şu kadar kaza yapmışsın, şu kadar kişinin de ölümüne neden olmuşsun” derseniz, itiraz edecektir.
Israr edilirse, ispat edin diyecektir.

Ben bugüne dek 5 bini aşkın köşe yazısı yazmış, 30 kitap kaleme almış, yüzlerce habere imza atmış bir gazeteci olarak elbette pek çok not tuttum. 
Bunların da büyük çoğunluğunu işlevini tamamladığını düşündükten sonra iptal ettim.
Yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, “Sen not tutmuşsun” dendiğinde ilk refleksim, “Gazeteci tabi ki not tutar” şeklinde oldu. “Bazı kişilerle yüzlerce 
kez telefonla görüşmüşsün” dendiğinde de, rakamı biraz abartılı bulmakla birlikte, “Gazeteci olarak görüşmüş olabilirim” yanıtını verdim.
İddianame ve eklerini görünceye dek gerçeği bilmediğim için tahminlerde bulundum. Örneğin, “Bunlar silmiş olduğum notlardır” dedim ya da “Evet, benim bu tür notlarım olabilir” dedim.
Ancak suçlandığım konular için gösterilen delilleri inceleyince bir hukuk devletinde olamayacak, akla dahi getirilemeyecek bir durumla karşılaştım.
O da şuydu:
Notlar yeniden üretilmişti, Cumhuriyet gazetesinin santral telefonu benim kişisel telefonummuş gibi işlem görmüştü.
Her ikisinin de hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde ispatlayacak durumdayım.

Ben ana hatlarını paylaşacağım, ayrıntılarını avukatlarım anlatacaklar.

2 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

" Eyy AB..." Dönemi kapandı... Erdoğan: AB'ye Üyelik stratejik hedefimiz

" Eyy AB..." Dönemi kapandı... Erdoğan: AB'ye Üyelik stratejik hedefimiz





MUSTAFA BALBAY 

26 Mart 2018 Pazartesi, 

Türkiye-AB Zirvesi'ne katılmak üzere İstanbul Atatürk Havalimanın dan Bulgaristan'ın Varna şehrine hareketi öncesi açıklamalarda bulunan AKP'li 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Bugün de AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor" dedi.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye-AB Zirvesi'ne katılmak için Bulgaristan'ın Varna kentine gitti.

Bulgaristan seyahati öncesinden Atatürk Havalimanı'nda açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “AB ile köklü ilişkilerimiz var. 

Hükümetimiz döneminde bu ilişkiler hiç olmadığı kadar ilerlemiştir. Türkiye'nin AB yolculuğunda en iyi mesafeler bizim dönemimizde almıştır. 

Zaman zaman gerilimin arttığı, tıkanıkların yaşandığı dönemleri de hep birlikte gördük. Tamamen teknik bir boyut olarak ele alınması gereken teknik fasıllar konusuna belli siyasi çevreler tarafından nasıl bir siyasi boyut kazandırıldığına da şahit olduk. Türkiye olarak yolumuza döşenen mayınlara aldırmadan tam üyelik hedefiyle yolculuğumuzu sürdürdük. 
Bugün de AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor. 

Niyetini, gayesini ve ciğerini çok iyi bildiğimiz çevrelerin Türkiye'nin AB'de saygın, eşit, tam üye olarak hak ettiği yeri almasına engel olmasına asla izin 
vermeyeceğiz. Ülkemizin konumuna, gücüne ,dünyada, bölgede oynadığı role uygun şekilde AB ile görüşmelerimizi sürdüreceğiz. 
Bugünkü zirvede daha önceden mutabakata vardığımız gelişmeleri de ele alacağız. Bölgesel ve güvenlik konularına ilaveten ülkemizin müzakere sürecinde karşılaştığı suni engellerin kaldırılması, katılım sürecimizin tekrar canlandırılması AB liderleri ne tekrar ileteceğiz. 

Muhataplarımıza Türkiye'nin çifte standartlara tahammülü olmadığını bir kez daha hatırlatacağız" dedi.

“BİZİM SERGİLEDİĞİMİZ SAMİMİYETİ GÖSTERMEDİ, GÖSTERMİYOR"

Erdoğan, “AB ile ekonomiden enerjiye, ulaşımdan terörle mücadeleye uzanan birçok konuda yüksek düzeyli diyalog mekanizmalarımız var. 
AB ile birlikte çalıştığımızda ne denli verimli sonuçlar çıktığını 2016'daki göç mutabakatı gözler önüne sermiştir. Ülkemiz mutabakatın tüm 
unsurlarını yerine getirmiş, Ege'deki insani kriz böylece dinmiştir. Ülkemizin anlaşmaya bağlılığını tüm AB'li liderler ikrar ediyor. AB kendi 
yükümlülüklerini yerine getirme konusunda bizim sergilediğimiz samimiyeti göstermedi, göstermiyor. Suriyeli mültecilere yönelik mali katkılarının 
halen çok cüzi bir kısmı ülkemize ulaştı. Bugün bu konuları ayrıntıları ile masaya yatıracağız" diye konuştu.

“ÜSTÜNE GİDİLMEZSE BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜ YANDAŞLARI DAHA ÇOK PERVASIZ HALE GELECEKTİR"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ayrıca Türkiye'nin terörle mücadelede AB'den amasız, fakatsız ve net bir işbirliği beklediğini tekrar vurgulayacağız. 

Ne yazık ki bu konuda AB'den bizzat kendi ilkeleri ile çelişen açıklamaları duyuyoruz. İki taraf arasındaki güvenin tekrar inşası için terörle mücadelede 
Avrupalı dostlarımızın desteğini almamız şarttır. Avrupa'da PKK'ya yönelik atılan bazı adımlar önemlidir ancak beklentilerimizi karşılamaktan çok uzaktır. 

Bölücü örgüt yandaşlarının Afrin operasyonu dolayısıyla Avrupa şehirlerinde sergiledikleri şiddet ve barbarlık inanıyorum ki, Avrupalı dostlarımızın da 
gözünü açmıştır. Camilerimizi ateşe veren sokaktaki vatandaşlarımıza saldıran Avrupalı şirketleri hedef alan teröristler, Avrupa'nın emniyeti için de çok büyük bir tehdittir. Şayet şimdiden önlem alınmazsa, üstüne gidilmezse bölücü terör örgütü yandaşları daha çok pervasız hale gelecektir. 

Türkiye olarak ikazlarımızı yapacak, vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğiyle ibadet hürriyetinin tesisi noktasında meselenin takipçisi olacağız" dedi.

 “GEREĞİNİ DE SİNCAR'DA BİZ YAPARIZ"

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir gazetecinin, PKK'nın Sincar'a çekildiğine dair bilgilerin bulunduğunun sorması üzerine, “Dün akşam itibariyle Irak merkezi yönetiminin Sincar'a yönelik bazı operasyon girişimlerin bende istihbarat örgütümüzden aldım. Bunun netice itibariyle tamamiyle  bitip bitmediği konusunda şu anda takipteyiz. Kısmı olarak bir mudahaleleri olmuş olabilir. Bugünde Irak'tan bu konularla ilgili olarak bir yetkili zaten Türkiye'ye gelecek. Onlarla da MİT Müsteşarımızın 
Bu görüşmelerden sonra çok daha sağlıklı bir neticeyi alırız.  

Temennimiz odur ki; 

Irak Merkezi Yönetimi gerçekten Sincar'da bu operasyonun hakkıyla versin. Eğer bunu başarmakta bir sıkıntı varsa, burada da ikili görüşmelerimiz yapalım. Orada gereğini de Sincar'da biz yaparız. Çünkü Sincara da bizim öyle çok tahammülümüz yok. 60-70 kilometrelik bir mesafede, bu kadar yakın bir mesafede olan ve terör örgütünün girip çıkmasının yoğun olduğu böyle bir yerde isminin şu olması, bu olması… Artık bunlara biz yabancı değiliz, alıştık.  Ve PKK, YPG, PYD yeni yeni isimlerle bazı uydurma isimlerin de çıkmasıydı, bunları artık biliyoruz. Bundan sonra zaten çıkacak isimlere de pek yabancı olmayız. Bütün mesele o bölgeden bize yapılabilecek her hangi bir tacize karşı şunu bilecekler ki;  Türkiye gereğini her an yapacaktır" yanıtını verdi.

“SAYIN TRUMP'IN KENDİ İRADESİ DEĞİLDİR DİYE DÜŞÜNÜYORUM"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ABD'den Mümbiç açıklamasına karşı Trump ile görüşme olur mu?" şeklindeki soruya ise şöyle yanıt verdi:

“Mümbiç bizim için yeni bir şey değil. Sayın Obama döneminde beri üzerinde durduğumuz bir konuydu. Mümbiç ile ilgili devletlerin eğer devamlılığı esastır ilkesinden harketle olaya bakacaksak; o zaman Sayın Obama'nın bize söylediği, 'kesinlikle buralarda YPG, PYD bunlar duramaz, Fırat'ın doğusuna çekilecektir'. Bu Obama'nın bize verdiği sözdü. Obama'dan sonra bu yeni yönetim bize yine benzer sözler verdiler. Çünkü biz kendilerine 'buralar ne YPG'nin ne de PYD'nin, bunlarla buranın yakından uzaktan alakası yok. Buraların yaklaşık yüzde 90'ı tamamen oradaki Arap nüfusa aittir. Böyle olduğuna göre, size de, bize de düşen buraları sahiplerine teslim etmektir. Daha sonra Sayın Tillerson'un Türkiye ziyaretinde 
kendisiyle konuştuğumuzda da bize 'Mümbiç'in güvenliği beraber sağlayalım' teklifiyle geldi. 'Güvenliğini beraber sağlayalım' dediği zaman bundan ne anlaşılır? 'Buralara bizim girmek gibi bir niyetimiz yok, buradan bu terör örgütlerini çıkaralım ve buranın güvenliğini Amerika-Türkiye birlikte sağlayalım'. Bizi şu anda bulunduğumuz nokta bu. Ya güvenliği sağlamada müşterek hareket edebiliriz ama 'biz çıkmayız, biz buradayız' gibi yaklaşımlar bana göre Sayın Trump'ın kendi iradesi değildir diye düşünüyorum. Ama biz zaten bu tür gelişmeler de anında Sayın Trump'la da, Sayın Putin'le de bu tür görüşmeleri yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz" şeklinde konuştu. 

“BİZ BURALARDA BİR İŞGAL KUVVETİ OLARAK BULUNAMAYIZ"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir gazetecinin Trump telefon görüşmesinin ardından gelinen noktanın ne olduğunu sorması üzerin, şunları kaydetti: 

“Ben Tillerson ile yaptığımız görüşmeyi şu anda dile getiriyorum. Onu da tabi Amerika'nın bir teklifi olarak düşünüyorum. Ama bizim bu konudaki düşüncemiz belli. Biz Mümbiç ile ilgili ne diyoruz; Türkiye olarak kesinlikle biz buralarda bir işgal kuvveti olarak bulunamayız. Buraların sahipleri kimlerse, biz buraları sahiplerine teslim edelim, bu konuda yardımcı olalım. Amerika'nın üzerine düşen görev budur, bizim üzerimize düşen görev budur, İran ve Rusya'nın üzerine düşen görev budur. Hep birlikte biz bunu yapmalıyız"


AB Zirvesinin Tarafı Değil, Konusuyuz!

AB Zirvesinin Tarafı Değil, Konusuyuz!


GÜNDEM
 
Mustafa BALBAY
ankcum@ttnet.net.tr
29 Ağustos 2005 Pazartesi


3 Ekim provaları başladı. Tartışmalara bakılırsa yeni ezberler, yeni nakaratlar gündemde. Oyunun özünde ise değişen bir şey yok: Türkiye'nin masada tutulması!
Türkiye masada tutulmalı ama, masanın bir tarafı olarak değil, masanın konusu olarak ''ortada'' tutulmalı.

Bu hafta AB Dışişleri Bakanları zirvesi var. Zirve öncesi Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve Almanya'nın olası seçim birincisi Merkel , AB'nin taraflarına mektuplar gönderdiler. Hedefler ayrı, öz aynı. 
Chirac, Rumlar üzerinden Türkiye'ye yükleniyor. Merkel ise Türkiye'ye özel statü 
verilmesinde ısrarlı.
Fransa'nın tutumunda şöyle bir yaklaşım da sezilmiyor değil:
Mademki dönem başkanı İngiltere... Mademki İngiltere kara Avrupası'nı zor durumda bırakan adımlar atıyor... Mademki yeni AB üyelerine ABD politikalarını dayatıyor... Mademki benim olimpiyat hayallerimi söndürdü... O zaman ben de İngiltere ile uğraşırım, onun dönem başkanlığının başarılı geçmemesi için her şeyi yaparım.
Burada bizim açımızdan altı çizilmesi gereken durum şu:
Chirac bu politikayı izlerken, Türkiye'yi karşısına alıp almama kaygısı gütmüyor.
Deyim yerindeyse, İngiltere ve Fransa ''büyük filler'' olarak tepişecek biz de se-filler olarak ezileceğiz!

****
Gelişmelerin bir tarafı da doğal olarak Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan. 
İki ülkenin lideri, önceki hafta Atina'da bir araya geldi. 

3 Ekim için şu stratejiyi izleme kararı aldı:

1- Biz Türkiye'nin karşısında olan taraf olarak yer almayalım.
2- Biz Türkiye'den bazı şeyler elde etmek isteyen tarafız. Bunu koruyalım.
3- Türkiye'den istediklerimizi almanın yolu, Türkiye'nin AB masasında tutulması dır. 
Askeri ve benzer güç yöntemleriyle isteklerimizi elde  edemeyeceğimize göre, Türkiye'nin AB masasında tutulması lehimizedir.
4- AB ülkeleri içinde zaten Türkiye ile sorunu olanlar var. Bırakalım, ''kötü kişi'' biz olmayalım, onlar olsun.

Bu stratejinin devamında şöyle bir senaryo da dikkati çekiyor:
Rumlar, çerçeve belgesine Türkiye'yi daha da köşeye sıkıştıracak bazı tümceler eklenmesini isteyecek. 

AB buna izin vermeyecek. 

Türkiye başarı elde etmiş gibi görünecek. Zira, Türkiye'ye haziranda dayatılan 
çerçeve metinde zaten yeterli zorlama ve horlama var.

***

Biz de bir Senaryo yazalım:

Türkiye'deki iktidar çıksa dese ki; Eyy AB, sen 3 Ekim'e kadar işi sürüncemede götürme, son dakikada her şey değişebilir korkusunu içimizde tutma, 
her an yeni şeylerin istenebileceği havasını sürekli estirme eğilimin desin... 

Ben bunda yokum. 

Zaten vereceğimi verdim, 3 Ekim'de müzakereler başlarsa masadayız, başlamazsa biz kendimizi daha fazla tartıştırmayız. AB'nin kendi içindeki çekişmelerinin temel konusu olmak istemiyoruz...

Böyle bir durumda AB, Türkiye'ye bir heyet gönderecektir, ''Sevgili Türkiye, sen yanlış anladın. Yok böyle bir şey. 

Müzakerelere başlayacağız. 
Senin sandalyen bile hazır'' diyecektir.

Türkiye'de böyle bir hükümet yok!

28 Ocak 2021 Perşembe

Sosyal Medya, Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?:

Sosyal Medya, Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?:



Yazar: 
Evren Altınkaş 


Sosyal Medya, Devrimler Ve Siyasette Devlet Dışı Aktörler 


Modern siyaset bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder: Yürütme, Yasama, Yargı ve Medya. Her ne kadar 1960 sonrasında eklenmiş olsa da, günümüzde pek çok ders kitabında medya dördüncü güç olarak anılmaktadır. İletişim teknolojilerindeki yeni gelişmeler, bu modele farklı açılardan bakmamızı 
gerektirmektedir. Günümüzde medya, farklı toplumlar arasında doğrudan iletişimi sağlamaktadır. Bu yeni model vatandaşlara küresel etki alanında “ilk müdahale”yi yapabilme gücü tanıyan ve “beşinci bir güç” olarak bahsedebileceğimiz bir durumun ortaya çıkmasına neden olan bir şablon çizmektedir. Geleneksel 
medyanın gücü haber şirketlerinden gelirken; yeni medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri Internet ve benzeri araçlar aracılığıyla ulus-devletlerin kontrolü dışında alanlarda hareket ediyor olmalarından gelmektedir. 

Mısır’daki Tahrir Olaylarını ve Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı olaylarını incelerken; siyasetçilerin ve karar alıcıların fiziksel sınırların hiçbir anlam ifade etmediği ve hızla küreselleşen bambaşka bir toplulukla başa çıkmakta ne kadar zorlandığı görülmektedir. 

Bu yazının temel amaçlarından birisi, “sosyal medyanın siyaset biliminde beşinci bir güç” olarak nasıl geliştiğini incelemek ve bunu yaparken sosyal medyayı “halkın buluşup organize olduğu bir alan” olarak ele almaktır. Geleneksel ve tarihsel olarak bakıldığında “medya”nın bir dördüncü güç olarak hükümetle 
vatandaşlar arasında bir “aracı/arabulucu” (İngilizcesi mediator) işlevini yerine getirdiğini görürüz. 

Televizyon, radyo veya gazeteler halkla hükümet arasında mesajları birbirine aktarmaktadır. İnsanlar medya aracılığıyla hükümete kendi taleplerini, isteklerini ve hükümet politikaları hakkındaki görüşlerini aktarmaktadırlar. Benzer bir şekilde hükümet de medyayı halka yeni politikaları, düzenlemeleri ve politikaları anlatmak için kullanır. Ancak sosyal medyanın ve Internet’in yoğun kullanımı ile beraber, 
ülkenin faklı yerlerinden bağlanan insanlar arasında birebir etkileşimin kurulduğunu ve ortak bir tavır geliştirildiğini görüyoruz. Bu durum “kamusal alan” ya da “kamuoyu” kavramlarından doğası gereği çok farklı olan bir durumdur. Sosyal medya kapsamındaki Twitter ve Facebook gibi siteler milyonlarca 
insanın sosyal değişim ve benzeri konularda, kimi zaman kendi ülke sınırları dışına taşacak şekilde bile bir araya gelip tartışabildikleri bir alan yaratmaktadırlar. Gutenberg’in İncil’inin kitlelere okuma yazma alışkanlığı kazandırmış olması gibi, sosyal medya bireylere ulus ötesi hedefleri olan bir kendi kendine örgütlenme yeteneği kazandırmıştır. Occupy hareketi bunun en güncel örneğidir. New York şehrinde başlayan hareket, önce tüm Amerika’ya daha sonra dünyaya yayılmıştır. Tüm bu tepki hareketlerinin “Occupy” sloganı ve çatısı altında faaliyet göstermek istemeleri sosyal medya ve Internet’in gücünü de net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu hareketin içindeki pek çok figür, Mısır’daki olaylardan ilham 
aldıklarını dile getirmişlerdir. Bu da oldukça önemli bir veridir. Kahire ve New York’taki protestocularıngelir düzeyleri ve refahları arasında ciddi farklılıklar olsa da, her iki grup da kendi ülkelerindeki elitlere ve ayrıcalıklı sınıflara karşı protesto gösterilerinde yer almışlardır. Birbirinden çok uzak olan ülkelerde bu protesto hareketlerinin benzer şekillerde ve aynı sloganlarla yapılıyor olması da ikinci bir gösterge olarak karşımızdadır. Dünya tarihinde, bir ülkedeki protesto ve gösterileri duyup başka bir ülkede sokaklara dökülen örnekler çoktur ancak iletişim bu kadar hızlı ve anında olduğu başka bir örnek görülmemiştir. 

Günümüzde, dünyadaki büyükelçilikler Twitter’ı düzenli olarak takip etmekte ve herhangi bir yerde herhangi bir protesto olduğunda hemen birbirlerini haberdar etmektedirler. Bu durum, bilgiye ilk elden erişim gücünün vatandaşlara geçtiğini açık bir şekilde göstermektedir. Sosyal medyanın en önemli farklılığı toplumun tüm kesimlerinin, hükümet üyeleri dahil, bu oluşumun parçası olmalarıdır. 
Türkiye’deki Gezi Parkı eylemlerinde sosyal medyanın hükümetler için ne kadar fazla sorun çıkartabileceği görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sosyal medyayı “bela” olarak tanımlarken; 

İstanbul Valisi başta olmak üzere pek çok hükümet yetkilisi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı hatta Başbakan kendisi bile, Gezi Parkı protestolarının etkilerini azaltmak için sosyal medyayı bir araç olarak kullanmışlardır. 

Habermas’ın İletişimsel Eylem Teorisi’ne göre bireyler hükümetin ya da kamunun kontrolünden bağımsız olan kendi özel alanlarında iletişime geçmek isterler. Bu iletişim türünün temelleri geleneksel ve modern toplumların her ikisinde de görülen aile toplantılarında ya da buluşmalarında atılır. 17. Yüzyılda “kamu”, 
tüm sosyal kesimlerden insanların bir araya geldikleri ve siyaset, ekonomi, felsefe, sosyal problemler ve edebiyat gibi konuları tartıştıkları bir alandı. Bu “kamusal alan”, farklı görüşlerin birleştiği bir mekândı. Özellikle İngiltere’de özgür basının güçlü olması ve çok sayıda gazete ve derginin basılması; eleştirel bir kamusal alanın hükümetin müdahalesi olmaksızın gelişmesine neden olmuştu. Tatler ve Spectator gibi dergiler ya da Briton gibi gazeteler, sahiplerinin ekonomik güçlerine bağlı olarak etkiliydiler. İngiliz Hükümeti ve Parlamentosu bu yayınları “dördüncü güç” olarak tanımlamakta ve Medyanın halkın kararları üzerindeki etkisi nedeniyle bu vurguyu yaptıklarını söylemekteydiler. 

18. yüzyıldan itibaren medya, gazeteler, dergiler, broşürler v.b. aracılığıyla bir çığ gibi büyümüş; 
insanları doğru ve yanlış konusunda ikna edebilmek, hükümeti kararlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik etmek, toplumda siyasal/ekonomik/sosyal/kültürel bir güç alanı yaratmak gibi işlevleri sayesinde yönetişim güçlerinin “hükümet dışı” olan dördüncü gücü olmuştur. Ana haber spikerleri ya da tartışma programı sunucuları toplumun kararlarını, hatta oy verme alışkanlıklarını etkileyebilmekte dir. İnsanlarda, medyanın “seçimlerde en çok oyu alacak lider” diyerek haber yaptığı lider ve siyasi partilere oy verme eğilimlerinin, sırf kazanan tarafta yer alabilmek adına, çok baskın olduğu yapılan pek çok çalışmayla da ortaya konmuştur. İnsanlar değerlerini ve davranışlarını televizyondaki kişilere atıf yaparak belirler hale bile gelmişlerdir. Yapılan araştırmalar, genel seçimlerde parti liderlerinin ülke çapında birbirleriyle tartıştıkları Televizyon programlarının vatandaşların oy verme oranlarında yüzde 30’luk bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 
Internet ve iletişim teknolojilerindeki gelişim arttıkça, dünyanın farklı bölgelerinden ve farklı sosyal çevrelerinden gelen bireyler arasındaki etkileşim de hızla artmaya başlamıştır. Bu da beraberinde, bireyler tarafından düzenlenen bireyler arası iletişimi getirmiştir. Dünya, hayat, siyaset, ekonomi ve diğer 
her şey hakkındaki görüşlerini sosyal medya aracılığıyla birbirlerine aktaran bireyler; kendi bilgi veri tabanlarını oluşturdular. Olayları forumlarda ya da sosyal medya tartışma gruplarında tartışmaya başladılar. Günümüzde hükümetlerin karşılaştığı en büyük sorun, Internet’in iki taraflı iletişim kanallarıaracılığıyla aktarılan bilgilerin ve görüşlerin ne şekilde kontrol altına alınabileceği, ya da diğer bir deyişle, alınamaması sorunudur. 

Sosyal medyanın demokrasinin gelişmesine katkıları da tartışılmazdır. Aristo’nun bundan binlerce yıl önce söylediği gibi “demokrasi”, kötü bir yönetim biçimidir. Aristo’ya göre, kendi kendini yönetemeyen insanlar “demokrasi”yi tek geçerli yönetim şekli olarak görmekte; bu da yozlaşmış bir liderlik ve hükümet 
anlayışını beraberinde getirebilmektedir. Modern dünyada doğrudan demokrasi neredeyse imkânsız olmakla beraber; sosyal medya sayesinde bireylerin kendi görüşlerini doğrudan ifade etmeleri bu zamana dek ortada olmayan bambaşka bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bireyler, görüşlerini doğrudan ifade ettikleri sosyal medyada, çoğu zaman farkında olmadan, resmi görevlilerin de bu görüşleri öğrenmesine neden olmaktadırlar. Bu imkân, ileride insanların sosyal medya aracılığıyla kendilerini doğrudan yönetmelerini de beraberinde getirme ihtimali yüksek olan bir durumdur. 

Dünya, hiç alışık olmadığı bir “doğrudan demokrasi” dönemine doğru hızla ilerlemektedir. Geleneksel güç paradigmalarının hızla yer değiştirdiği böyle bir dönemde sosyal medyanın bireyler arasındaki etkisi ve gücü, ulus-devletleri hiç alışık olmadıkları bir problemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bireyler, kendilerine 
sosyal medyada bir kimlik yaratarak ya da sınır ötesi sosyal kimliklerin bir parçası haline gelerek hem klasik devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çıkmaktalar hem de yeni bir ilişki türü aramaya başlamaktadırlar. 

Bu dönem içinde uluslararası siyaset de büyük dönüşümlere sahne olmaktadır. 2010 yılında ortaya çıkan Wikileaks belgeleri, yine geçtiğimiz dönemlerde Edward Snowden gibi kişilerin ABD istihbaratına ve dış politikaya etki eden bilgileri sızdırmaları; dünya genelinde büyük dönüşümlere sahne olmuştur. 

2005 yılında Sarkozy’nin Göçmenlik Yasası ile beraber; özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden Fransa’ya ve göreceli olarak AB içine göç eden kalifiye ve yetişmiş eleman sayısında ciddi bir azalma olmuştur. Kendi ülkelerinde iş bulmakta güçlük çeken ve düşük yaşam standartlarında yaşamak zorunda kalan bu gruplar; 
sosyal eşitsizlik, liderlerin ve yönetici sınıfların lüks yaşamları ile ilgili tepkilerini sosyal medya üzerinde örgütlenerek 2007 yılından itibaren göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerinin neticesinde çeşitli sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlar, çeşitli mitingler düzenlemişlerdir. 2010 yılında özellikle sosyal medya tarafından herkesin erişimine açık bir hale getirilen Wikileaks belgeleri sayesinde iddia ettikleri yolsuzluklar açığa çıkmış ve Mısır başta olmak üzere meydanlarda toplanarak hükümetlerin devrilmesi için protesto gösterileri başlamıştır. Arap Baharı’na sosyal medyanın gücü ve etkisi açısından bakıldığında, geleneksel paradigmaların ne kadar temelden sarsılabileceğini görebilmekteyiz. 

Dünya üzerinde değişime en kapalı ve geleneksel toplumlardan birisi olarak algılanan Mısır toplumunun sosyal medya sayesinde “sosyal bir devrim”i organize edip başarmış olmaları, beşinci bir güç olarak sosyal medyanın literatüre ve bilime girmesi gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

06.12.2013 18:03 tarihinde indirilmiştir

..


21 Ocak 2021 Perşembe

KÜRT ŞEHİRLERİNDEKİ ABLUKA BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) HUKUKUNU İHLAL EDİYOR

KÜRT ŞEHİRLERİNDEKİ ABLUKA BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) HUKUKUNU İHLAL EDİYOR



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
03.01.2016 

İsrail'in gerek Gazze'ye gerekse Batı Şeria'ya saldırı ve ablukası sonunda bu saldırı ve ablukanın uluslararası hukuka aykırılığı ileri sürülerek, bazen Türkiye'nin de içinde bulunduğu BM'nin herhangi bir üyesi tarafından BM Güvenlik Konseyine bu konuda müracaatta bulunurlar. Şu anda, Türkiye Kürdistan'ının bir çok şehrinde İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'ye saldırı ve ablukanın ötesinde fiili bir durum vardır. Ayları bulan sokağa çıkma yasakları, Ordunun ağır silahlarla kent merkezlerine inmesi sıradanlaşmış duruma gelmiştir. Bunun karşısında ortaya çıkan sonuç, Kürt insanının kişiliğinin, değerlerinin ve onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Kürt halkı buna karşı kendisini savunuyor ancak Devletin orantısız güç ve imkanları onları daha fazla zorluyor. Günlük ihtiyaçlar karşılanamıyor, ekonomik ve sosyal yaşam yok oluyor, sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetleri görülmüyor. 

Her ne kadar 1945 yılında kabul edilen ve Türkiye'nin de onayladığı BM Şartında "üye devletlerden" söz ediliyorsa da üye olmayan devlet ve topluluklara da hak ve yükümlülükler getiriyor. BM Şartının amaç ve ilkelerinde: "Biz birleşmiş milletler" ibaresi kullanılmış, halkları savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya, insan kişiliğinin onur ve değerlerini korumayı amaçlamıştır. Küçük veya büyük ulus ayrımı yapılmamıştır. Silah kullanımının meşru dayanağı silahlı kullanımının ortak yarar şeklinde olmasıdır. Türkiye'nin Kürt şehirlerine saldırı ve ablukasına bakıldığında bu abluka ve saldırılarda ne Türkün ne Kürdün ne de diğer halkların ortak bir yararı vardır. Kaldı ki, saldırı ve abluka Türkiye sınırları içindeki şehirlerle sınırlı değildir. 

Irak Kürdistan'ındaki bölgeler hava saldırısı ile sürekli bombalanmakta, Musul çevresinde olduğu gibi askeri sevkiyatlar yapılmaktadır. Yine yapılan açıklamalara göre TSK'nın Türkiye'deki gücünün üçte biri Rojava sınırına kaydırılmıştır. Rojava'ya doğru saldırı ihtimali oldukça yüksektir. Cizre'de SAS Komandoları operasyon yapmıştır. Bütün bu hazırlıklar Ortadoğu'da sonu ön görülmeyecek boyutta büyük bir savaşın işaretleridir. Başta Rusya olmak üzere, Türkiye'nin bu tehlikeli yöneliminin BM Güvenlik Konseyinin önüne getirilmesinde hukuki bir zorunluluk vardır. Nasıl ki, Musul/Başika'daki güçlere karşı BM Güvenlik Konseyinin kararlaşması olduysa, bu uygulamalar için de aynı durumun olması gerekmektedir. Kürtler, mücadeleleriyle birlikte diplomatik kanalları etkin bir şekilde kullanmalıdırlar. Devlet ilanı için gün sayan Irak Kürdistan'ının bu diplomaside başı çekmesi Kürdistan devletinin kurulmasını da hızlandıracaktır. Tarih bunu gerektiriyor.

   Kürtleri, konu IŞİD'le savaş olunca yere göğe sığdırmayanların bu çağrıya verecekleri cevap Türkiye'yi de savaştan kurtaracaktır.


***

1 KASIM SEÇİM DARBESİ

1 KASIM SEÇİM DARBESİ



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.11.2015 

1 Kasım seçimlerinde AKP yüzde 49, 37, CHP 25, 40, MHP 11, 94 ve HDP 10, 77 oranında oy aldı. Kesin olmayan sonuçlara göre AKP 317, CHP 134, HDP 59, MHP 40 milletvekilliği kazandı. Bu sonuçlara göre AKP hem oyunu hem de milletvekili sayısını artırarak yeniden tek başına hükümeti kurabilecek bir sonuç elde etti. Başta şunu söylemekte fayda vardır. Ne AKP dahil olmak üzere hiç kimse AKP'nin yüzde 49 üzerinde oy alabileceğini tahmin etmemişti.  Bu açıdan AKP'nin yüzde 49, 30 oy elde etmesi sürpriz olarak kabul edilmelidir.

Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: 7 Haziran'a saygı göstermeyenlerin 1 Kasıma saygı göstermelerini beklemeleri doğru değildir. Bu aynı zamanda AKP'nin çelişkisidir. Kendisi aleyhine sonuç çıktığında saygı duymayacaksın, kendi lehine sonuç çıktığında saygıyı bekleyeceksin. Bu nedenle şimdiden bazı partilerin saygı duruşu sırasına girmelerini anlamak mümkün değildir. 1 Kasım'da seçim kararı başlı başına meclise yapılan bir darbe ise 1 Kasım'da AKP lehine çıkan sonuç 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren'in kendisini Cumhurbaşkanı seçtirmesinden farksızdır. Post-modern seçim darbesi denilse yanlış olmaz. Çünkü baskı, zor ve terör uygulayarak korkutularak ve aldatılarak iradesi yönlendirilen bir toplum gerçekliği var.

AKP'nin bu sonucu elde etmesinde AKP'nin devletin ideolojik, zor ve ekonomik aygıtlarını harekete geçirmesinin etkisi belirgin olsa da bu sonucu sadece buna bağlamak yanlıştır. Çünkü bu aygıtlara 7 Haziran öncesinde de sahipti. Bu aygıtların kullanılması böyle bir sonucun elde etmesinde temel etkinliği olsaydı benzer sonucu 7 Haziranda da alması gerekirdi. AKP, bu sonucu almak için temel politik değişiklikler yoluna gitmiştir. Bu politik değişikliğin dönüm noktası Suruç Katliamıdır. AKP, Suruç Katliamından sonra ABD'ye yeniden İncirlik Üssünü açarak, ABD ile Suriye ve IŞİD konusunda yaşadığı farklılıkları gidermeye çalışmıştır. Suruç Katliamından sonra Ceylanpınar ve Diyarbakır'da polislerin öldürülmesi ve bu olayların PKK merkezi tarafından üstlenmesi AKP'nin politika değişikliğine zemin hazırlamıştır.

Kürt hareketi ve Türkiye kamuoyu Suruç katliamının ardındaki planlar üzerinde analiz yapmak yerine bu olayı, gerçekleştirenin kimliği ve örgütsel bağı üzerinden tartışmak  tuzağına düştü. Bu tuzak, 'bunları, yani IŞİD'çileri Türkiye destekledi, dolayısıyla sorumluluğu vardır' söylemiyle de perdelendi. Olay, güvenlik önlemi alındı mı alınmadı mı çerçevesinde değerlendirildi. Benzer bir durum Ankara Katliamında da "Katil devlet" denilmesi haklı olsa da bu olayla AKP'nin IŞİD ve Suriye üzerinden oluşturmak istediği uluslar arası desteği pekiştirmek istediğinin görülmesi gerekirdi. Uluslar arası alanda Türk/Kürt çekişmesi yaşanırken, Kürtler adına siyaset yapanların birliktelik yerine hangi partinin hangi bölgeye sahip olacağı tartışmalarıyla zaman harcamaları, Kürtleri diplomasi alanında zayıf bıraktı.

Kobani, 6-8 Ekim olayları ve sonrasında Ardahan'dan Şanlıurfa'ya kadar HDP'nin Türkiye Kürdistan'ında AKP ve diğer Türk partilerinin varlığını sıfırlaması, Türkiye Kürdistan'ının statü sorununu Kürtlerin ve dünyanın gündemine getirdi. Rojava'da Kürtlerin statü elde etmesinin yolu da açılmıştı. Batı ve ABD'nin  buna karşı çıkışı da görülmüyordu. Güney Kürdistan'dan Sonra Batı Kürdistan'ın statü kazanması, Kuzey Kürdistan'ın statü kazanmasının yolunu açıyordu. Kürtler için, bunun yolunun Batılı güçlerle geliştirebilecek ilişkiler şeklinde olacağı nasıl bir gerçeklikse, Türkiye için de bunu önlemenin yolu da Batı ve ABD ile ilişkiler gerçekleştirmek şeklinde olacağı kuşkusuzdur. Bu plan Türkiye'nin kendi başına oluşturduğu bir plan değildir. Batı da Türkiye'yi kendi planları doğrultusunda kullanmak istiyordu.

AKP ve Erdoğan'un kontrollü kaos planı, Erdoğan'ın "masa yoktur" şeklindeki beyanı ile devreye sokulmuştu. Çıkarılan iç güvenlik yasası da bunun hukuki boyutuydu. Kaos planı çeşitli şekillerde devreye sokulduysa da 7 Haziran'da istenilen sonuçları doğurmadı. Bu nedenle 7 Haziran seçiminin sonuçları geçersiz sayılarak yeniden seçime gidildi.

Kontrollü kaos oluşturup, toplumu AKP iktidarına razı etme stratejisi uygulandı. Suriyeliler üzerinden "mültecileşmenin sonuçlara" açıktan gösterildi. Olası otorite boşluğunda "Suriyelileşmenin" kaçınılmaz olduğu algısı insanların beynine yerleştirildi.

Bazı kesimler, HDP'nin aldığı sonucu PKK'nin bazı ilçelerde kazılan "hendeklere" bağlıyorlar. Hendeklerin kazılmasının direnişin bir boyutu olarak gösterenler de "hendek kazılan" ilçelerde "HDP'nin yüksek oy aldığı" gerekçe gösterilerek bu düşüncenin yanlış olduğu ispat edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu görüşü savunanlar, sanki gerileme yaşanan yerlerde de hendekler kazılmış olsaydı orada da oylarda gerileme yaşanmayacaktı anlamına gelen yorumlar yapıyorlar. Hendeklerin kazılması, barikatlar kurulması kısa dönemde devletin operasyonlarını sekteye uğratsa da bu hendek ve barikatlar orada yaşayan insanların gündelik yaşamlarını sürdürmelerini de ortadan kaldırıyor. Onların can ve mal güvenlikleri tehlikeye giriyor. Kimi aileler oradan ayrılmak zorunda kalıyor. Gündelik yaşamı zora girme pahasına Cizre, Nusaybin ve Sur gibi ilçelerde yaşayan halkın göç etmeyip, HDP'ye kitlesel şekilde oy vermeye devam etmeleri onların yaptığı fedakarlığın boyutunu ortaya koyar. KSH, tüm organlarıyla bu hususu dikkate alarak oradaki halkın gündelik yaşamını sürdürmesi için gerekli adımları atmalıdır. "Hendek-sokağa çıkama yasağı" olan yerlerde nasıl olsa "oyumuzu koruyoruz" anlayışına girerek, diğer yerlerde de "hendekler" olursa "oyumuz yükselir" beklentisine girmemelidirler.

Kürt Siyasal Hareketi(KSH) bakımından 1 Kasım seçimlerinde çıkan bir sonuç da Kürdistan Bölgesel Hükümetinin(KBH) sınırlarının olduğu Şırnak ve Hakkari'de yüksek oy alınmaya devam edilmesi, Rojava ile sınırı bulunan Urfa ve  Mardin'de önceki seçime göre gerileme yaşanmasıdır. Bu gerilemenin, Kobani ile Cizire arasındaki Tel Abyad koridorunun YPG/PYD'nin denetimine geçmesinden sonra yaşanmasının üzerinde mutlaka durulmalıdır. Demek ki, Rojava'da dengeler kurulmuş değildir. Türkiye'nin Rojava'ya baskısı devam ettiği müddetçe bu dengesizlik devam edecektir. İleriki aşamada Cerablus'un Kobani ile birleşmesi için YPG'nin harekete geçmesi dengeleri Rojava'nın aleyhine döndürebilir. Kürdistan'ın her parçasında istikrarın olabilmesi için Güney Kürdistan'ın kendisini Rojava'ya, Rojava'nın da kendisini Güney Kürdistan'a açması zorunludur. Farklı parçalarda farklı parti etkinliğinin devam etmesi dengesizliğin devamı anlamına gelecektir.
"Dindar Kürtlerin AKP'ye geri döndüğü" şeklindeki yorumların genel geçer doğru kabul etmek mümkün değildir. 7 Haziran gibi olmasa da dindar Kürtler HDP'ye oy vermeye devam etmişler. AKP, 7 Haziran'dan farklı olarak bölgeye gönderdikleri eski bakanlar aracılığıyla aşiretlere dayalı dinamikleri harekete geçirmiştir. Örneğin Urfa'da, listenin başına getirilen Faruk Çelik Urfa bölgesindeki aşiretlerin AKP'yi desteklemesi için bire bir temasa geçmiştir. Siverek'te hem Kırvar aşireti hem de Bucak aşireti AKP seçim bürosu açmıştır. Farklı partilere giren ya da bağımsız olarak seçime giren adaylar çeşitli vaatler karşılığında adaylıktan vazgeçirilmişler. Şunun da unutulmaması gerekir ki, Kürdistan'da, yüz yıla yakın süre boyunca oluşturulan hukuksuz/statüsüz duruma karşı direniş hep canlı kaldıysa da fiili durum devletle işbirliği yapan toplumsal grupları da oluşturuldu. Bunun yanında, temelde devletin varlığını sorun görmeyip, devletin uygulamalarına göre hareket eden geniş bir orta sınıf benzeri toplumsal grupların olduğu da sosyolojik bir gerçekliktir. Bu kesimler, Devletin Kürt siyasetine yaklaşımına göre pozisyon alırlar. 7 Haziran öncesinde KSH ile Devlet arasındaki "çözüm sürecinin" gündemde olduğu müddetçe, KSH'nin "yasal/meşru" bir muhatap olarak görülmesi, bu kesimlerde büyük bir rahatlama oluşturdu. Bu rahatlamanın etkisiyle, 7 Haziran'da bu kesimlerden HDP'ye büyük bir oy kayması oldu. Bu kesim, HDP'ye destek vererek bir anlamda AKP'ye bir ders vermek istedi. Bu uyarıyı yaparken, AKP'nin iktidardan düşmesini de istemiyordu. 7 Haziran'da AKP'nin çoğunluğunu kaybetmesi ve yeni bir hükümetin kurulmaması bu kesimleri derin bir korkuya sevk etti. Bu nedenle, 1 Kasım'da bu kesimlerin bir bölümü, HDP'yi terk ederek AKP'ye yönelmiştir. Bu kesimleri "Muhafazakar Kürtler" olarak tanımlamak yanlıştır. O nedenle, gelecek seçimlerde bu kesimlerin hangi partiye destek verip vermeyeceğinin garantisi yoktur.  Türkiye'nin batısında AKP'ye yaklaşım bakımından aynı saiklere göre hareket eden milliyetçi kesimlerin 1 Kasım'a yaklaşımı da buna benzemektedir. Onlarda 7 Haziran'da AKP'siz hükümet formül çıkacağını hesaplayamadılar. Bu nedenle 1 Kasım'da yeniden AKP'ye dönüş yaptılar.

Seçim sonuçlarına "basit seçim hilesi, oyların çalınması" gözüyle bakmak onları iptal etmek mümkün değildir. Suruç ve Ankara katliamına da buna benzer bir gözle bakıldı. Asıl önemli olan oluşturulan kaos ortamı ile AKP'nin bu başarıyı elde etmesidir.

Suriye hattında Mardin'den Antalya'ya kadar HDP'nin kaybı, AKP'nin kazancı çok büyük. MHP'nin tasfiyesi giderek AKP'ye eklemlenmesi söz konusu. Asker ve polis ölümleri üzerinden gelişen tepkinin organize edilip, Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelmesi AKP'den çok MHP'ye mal edilmiştir. Bu da kaos ve kargaşa ortamı istemeyen milliyetçi kesimlerin oyunun AKP'ye akmasını sağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'a oy veren bu kesim, 7 Haziran'da MHP'ye oy vermiş ise de onların içinden geçen AKP/MHP koalisyon hükümetinin kurulmamasının faturasını Bahçeli'ye çıkarmıştır.

AKP'nin başarısı ideolojik/politik bir başarı değildir. Oynanan oyunun bir sonucudur. İdeolojik olsaydı hem geçmişte HDP'ye oy veren Kürtlerden ve MHP'ye oy veren Türklerden bu kadar oy alması mümkün değildir.

AKP'nin "seçim hükümeti" manevrası hem HDP'yi hem de MHP'yi olumsuz etkilemiştir. MHP'nin kurumsal olarak bakan vermeme hamlesi, Tuğrul Türkeş'in başbakan yardımcılığını kabul etmesiyle boşa çıkmıştır. HDP her ne kadar anayasal bir gereklilik çerçevesinde seçim hükümetine bakan vermeyi kabul etmiş ise de "kimin bakan olacağının" başbakanın takdirine bırakması, HDP içindeki ittifak dengelerini sarsmıştır. Levent Tüzel'in bakanlığı kabul etmemesi, milletvekili olarak gösterilmemesini beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde, Alevi Kimlikleriyle bilinen iki milletvekilinin bakan olarak atanması Alevilerin HDP'ye yönelişinde tereddüde düşmelerine neden olmuştur. CHP'nin oylarında bir miktar artışın oluşu da bundan ileri gelmektedir. Turgut Öker, Ali Kenanoğlu ve Ali Haydar seçilmemesi, Alevi temsilinin meclisteki karşılığını olumsuz etkilemiştir. 

Bu da önümüzdeki dönemde gerek sol ve sosyalist kesimler gerekse Aleviler bakımından HDP'de bir tartışmanın yaşanacağını gösteriyor. Bunun sonuçlarından biri de "Türkiyelileşmenin" geleceğinin ne olacağıdır.

Bu seçimle birlikte CHP'nin "siyasi etkisizliği" yeniden tescil edilmiştir. Bundan sonraki rolü dar alana sıkıştırılmış ana muhalefet rolünden öteye gitmeyecektir. AKP'ye muhalefetin fiili odağı ise HDP olacaktır. HDP, AKP'nin bu sonuçları nasıl aldığını iyi analiz etmeli, kendi içinde de merkeziyetçi siyaseti bir tarafa bırakıp parti içi demokrasiyi harekete geçirmelidir. AKP'lileşen devlet bundan sonra KSH'ne daha fazla yönelecektir. Sertlikten fayda gören AKP bir daha çözüm sürecine yanaşmaz. AKP, 1 Kasım'da elde ettiği bu üstünlükle Kürt siyasetini baskı altına alıp, PKK'nin silahsızlandırma konusunda adım atmaya razı ettiği müddetçe muhatap alacaktır. Buna Öcalan'ın HDP'lilerin görüşebilmesi de dahildir.
Yaklaşık olarak bir buçuk yıl içinde yapılan 4 seçimin(30 Mart 2014, 10 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı, 7 Haziran ve 1 Kasım genel seçimleri) ortak noktası, Fetullah Gülen Hareketinin politik bir başarı elde etmemiş olmasıdır. Bundan sonra Gülen Hareketinin tasfiye süreci hızlanacaktır. Seçim öncesi Koza Grubuna kayyum atanması, seçimden hemen sonra polis operasyonun oluşu bu eğilimi gösteriyor.

Sonuç olarak, 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarıyla Tayyip Erdoğan'ın fiili başkanlığı pekişti. Hukukileştirmek için MHP'den 5.Parti çıkarılabilir. CHP, formalite ana muhalefet olmaya devam edecek, tüm zorluklara rağmen yüzde on barajını yıkarak 59 milletvekilini kazanmayı başaran HDP muhalefetin fiili odağı olacaktır. HDP, demokratik siyaseti kendi içinde büyüttüğü müddetçe 7 Haziran'da elde ettiği başarının üstüne çıkacaktır.  

***