Bekir Bozdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bekir Bozdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
03.04.2013 
 
Kürt sorunu, çözülmedikçe yeni sorunlar çıkar. Daha doğrusu “çözümsüzlük çözümdür.” Diyenlerin sesi daha fazla çıkar. Bu da giderek çözüm isteyenleri sarıp sarmalar, çözüm isteyenler dahi çözüm önünde engel olmaya başlar. 2009 Yılında Habur süreci olarak adlandırılan sürece karşı geliştirilen kampanya sonunda sürecin mimarlarından olan başbakan tarafından bitirildi. Başbakan o gün kararlı olup, Habur sürecini devam ettirmiş olsaydı, peşinden Avrupa’dan barış grupları da gelecekti. 2009’dan 2012 yılına kadar yaşanan süreç yaşanmazdı. DTP, kapatılmaz, KCK adı altında operasyonlar bu düzeye çıkmazdı. En önemlisi de yüzlerce genç yaşamış olacak, dağa çıkan da olmayacaktı. Sürecin devam etmeyişinin yanlış olduğu ortaya çıktıkça, çözüm arayışları yeniden kendisini göstermektedir.
CHP ve MHP’nin yaklaşan yerel seçimlerin de etkisiyle bu sürecin ilerlememesi için ellerinden gelen her şeyi yapacakları ortada. Bu durumda süreci sürdürecek AKP ve BDP’den başka kimse de yoktur. Bu nedenle bu iki partinin soruna ciddi yaklaşım göstermeleri önemlidir. Aksi durumda Habur’un başına gelenler İmralı sürecinin de başına gelebilir. 2010 yılında Anayasa değişikliği konusunda kendisinden emin olan AKP o dönemde BDP’nin bazı yasal adımların atılması karşısında Anayasa değişikliğine destek verebileceğini teklif etmesine rağmen AKP buna yanaşmamıştı. Şimdiki durum daha da farklıdır. AKP’nin milletvekili sayısı Anayasa değişikliği için yeterli değildir. BDP’nin desteğine ihtiyacı vardır. BDP’nin de yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır. Her iki parti aynı ihtiyacı hissettiğine göre bu partiler birbirini daha fazla yıpratmadan çözümü görüşmelidirler. 

Aslında, AKP ve tabanı çözüm karşıtı da değildir. Tereddütler ve kaygılar daha çok başbakandan kaynaklanmaktadır. İkna olmamış bir başbakan sanki birileri ona bunu zorla yaptırıyorlarmış gibi davranıyor. Minderden kaçıyor. 

Sorunu birilerinin kucağına atıp kaçan bir başbakan, sürecin adını sürekli değiştiren bir başbakan onu bu kadar zorlayan güç kimdir? Daha önce de protokol aşamasına gelmişti. Neden meclise getirmek istemiyor. Meclise getirmekle PKK’yi taraf haline geleceği anlamında mı yorumluyor. Her şey başbakanın emri ile yürütülüyor. MİT’in Öcalan’la görüşmesi emirle oluyor. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin yasaklanması yine onun emriyle. İmralı’dan gelen mektup önce onun eline geliyor, daha sonra BDP’ye veriliyor. Özellikle parti içinde tek adam haline gelişi nedeniyle herkes onun ağzına bakmaktadır. Danışmanlar ona yol göstermek yerine onu anlamaya çalışarak onun suyuna gitmektedir. Örneğin Beşir Atalay ve Sadullah Ergin, geri çekilme sürecinde yasal düzenlemeye gerek olduğunu söylemesine rağmen, başbakan yasal gereksinime gerek yok gerekli güvenceyi ben veriyorum dedikten sonra başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ ve başdanışman Yalçın Akdoğan başbakan gibi görüş beyan ederek yasal düzenlemeye gerek olmadığını söylediler. Burada tehlikeli bir hususu vurgulamak gerekiyor: Başbakan, etkinliğini sadece kendi çevresi üzerinde değil, değişik çevreler üzerinde de gösteriyor, ona karşı çıkılmış gibi görünse bile en sonunda onun dediklerinin gerçekleşmesi adeta doğal bir hale geldi. Barışı getirecek tek kişi olduğu vurguları yapıldıkça etkinliğini en muhalif olanlar üzerinde de gösterdi. Ona karşı çıkmış gibi görünenler zamanla onun dediklerini kabul eder noktaya geldiler. 

Örneğin bir hukuk devletinde tutuklu veya hükümlü olan birinin avukatlarıyla görüşmeleri yasaklanamaz. Başbakan hiçbir yasa hükmünü tanımadan yasaklama getirmiş durumdadır. Buna karşı çıkış da yoktur. İmralı Adasına gidecek heyeti dahi kendisi belirlediği durumda BDP buna karşı koymuyor. Bunu benimsemiş durumda, barışın da savaşın da kaderi başbakana bırakılmış durumda. Bunun dünyada pek benzeri yok gibi. Aslında bu tedrici olarak toplumun değişik kesimlerine kabul ettirilmektedir. Bunun sonucu bir tarafın kendi çözümünü dayatmasıdır. Bunu o kadar ince yöntemlerle yapar ki, diğer taraf kendi çözümünü önemsemez duruma gelir. Bu da karşı tarafın çözümünü kabule doğru götürür. 2011 seçimlerinden sonra tutuklu milletvekillerinin durumuna dikkat çekmek için CHP ve BDP tarafından meclis boykotu yapıldı. Devam etmesi durumunda etkili olacağı biliniyordu. Başbakan bunu çok basit bir eylem şeklinde değerlendirdi. Sonradan onun dediği çıktı. Eylemlerden bir kazanım elde edilmeden eylem sona erdi. Üstüne üstlük İstanbul BDP’sine yemin töreninden bir gün sonra büyük bir gözaltı operasyonu yapıldı.

Yasal düzenlemeye gerek olduğu başbakanın CNN’deki röportajından da belli oluyor. Başbakan bir yandan yasal düzenleme yapılmasına gerek yok silahlarını bir yere gömüp silahsız bir şekilde sınır dışına çıksınlar demekte ve eklemektedir. Silahlı olmaları haline güvenlik güçleri onlara müdahale etmezse güvenlik güçlerinin örgüte yardım yataklık suçunu işleyeceklerini söylemektedir. 

Diyelim ki, gerillalar silahını bir yere gömüp sınır dışına çıkmaya karar verdi. Güvenlik güçleri de silahsız olsa da onun gerilla olduğunu bildiği halde onu yakalamak için bir girişimde bulunmadığı takdirde yine örgüte yardım suçunu işlemiş olmayacak mı? Örgüt üyesi olabilmek için örgüt üyesinin o anda silahlı olması gerekli değildir. Önemli olan örgütün silahlı bir örgüt olmasıdır. 

Bu bakımdan başbakanın söylemi kendi içinde çelişkili ve yasal düzenlemenin yapılışının sadece PKK’liler için değil güvenlik güçleri için de gerekli olduğu görülüyor. Güvenlik güçleri, yasalardan aldıkları yetki ve görevleri gereği bir suçun işlendiğini, bir suçlunun bir yerden bir yere gittiğini öğrendikleri anda harekete geçmeleri onların görevidir. Mevcut yasalar bu görevi açıkça tanımlıyor. Başbakan da bunu söylüyor, sınırı geçen kim olursa olsun, ister kaçakçı ister PKK’li olsun güvenlik güçleri ona müdahale etmek durumundadır. Anayasa’ya göre bu durumda olan birine müdahale edilmemesine dair devletin tepesinde yer alan başbakan emir verse bile bu kanunsuz emirdir. Bu nedenle yasal düzenleme şarttır.
MHP, başlattığı miting hamlesiyle şiddete yönelebilecek söylemlerde bulunuyor. CHP de ulusalcı damar giderek şahlanmakta, Anayasal vatandaşlığı temel alan Anayasa’daki vatandaşlık tanımından Türk ibaresinin çıkarılmasına karşı kampanya başlatmış durumdadır. Yıllar önce “laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor” yerini “Anayasadan Türk Milleti atılıyor” sloganını almış durumdadır. Bunun üzerinden sonuç almaya çalışacaktır. Bu söylem eski söylemden farksızdır. Bununla çözüm süreci karşısında geniş bir cephe oluşturulmak istenmektedir. AKP, BDP ile yan yana görünmemek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Silopi’deki sürecin sekteye uğramasında AKP’nin “süreç bitmiştir, sil baştan olacak” şeklindeki sözleri diyalogun kopması ve statükoya teslim olunması anlamına gelmiyor mu?
AKP aslında iktidardan nasiplenmek isteyenlerin bir ittifakıdır. “Kazan kazan” formülünü esas alan bu ittifak Kürt sorununun çözümünü de kazanç gözüyle bakmaya devam etmektedir. Geçmişte, polisi ve yargıyı Kürtlerin üzerine gönderenler eskisinden daha fazla etkili durumdalar. O dönemde Kürtlere dalga dalga operasyonlar uygulayanlar polisiyle, yargısıyla halen görevinin başındalar. Bu kesimler aynı zamanda “Kürt sorununu çözmek bizim neyimize” anlayışını sürdüren kesimdir. 2009 Habur/Silopi’deki karşılamalarda görüldüğü gibi bu kesimin engelleyici etkisi CHP ve MHP’den daha fazla olmuştur. AKP veya hükümet çözüm önünde engel olarak BDP, CHP ve MHP’yi görmek yerine bunları görmek zorundadır. Başbakan, halen kendi içindeki bu kesimlerin yalanlarına doğruymuş gibi bakmaya devam ediyor. Örneğin halen “Öcalan’ın avukatlarının Öcalan’ın görüşmelerini, avukatlar değiştirip veriyorlar” şeklinde söylemler kullanıyor. Oysa avukatlara dair iddianamenin 87. sayfasında “avukatların hazırladığı görüşme notlarıyla devletin kayıt altına tuttuğu notlar arasında farklılık bulunmadığı tespit edilmiştir.” Yine ÇHD’li avukatlarla ilgili olarak sürekli 11 kapalı hücreden bahsetmesi hususunun da bundan farkı yoktur.  

Başbakan ve hükümet Kürtleri veya PKK’yi bir taraf şeklinde görmemek adına yasal düzenleme yapmak istemiyor. Yasal düzenleme yapmak istediği zaman sanki PKK ve Kürtler taraf olacak gibi düşüyor. Doğrusu da Kürtleri taraf statüsünde olmalarıdır. Yoksa tek taraflı bir sürece doğru gidiliyor bu da çözüm değil çözümsüzlük istemektir. Dünya, Öcalan’ın mektubunu Türk-Kürt barışı diye duyurdu. Gerçekten olan da buydu. Kürtlerin onurlu ve eşit bir halk olarak barışın sağlanmasında taraf olması kadar normal bir durum olmaz. Anadilde savunmayı ve 4.yargı paketindeki tavrı AKP’yi anlamak için yeterlidir. Anadilde savunmanın alanını darlaştıran ve paralı hale getiren bir partiden daha ileri bir düzenleme beklenemez. Oturup bu partinin pratiğine ve çıkardığı yasalara bakmak yeterlidir. AKP, değişimci ve reformcu bir parti değildir. İçine girdiği devleti değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve demokratikleştirmeyi düşünmemektedir. 

AKP’nin değişimci ve reformcu yönü ilk iktidara geldiğinde olmuştu. AB’ne uyum rüzgarı estiriyor, Ahmet Necdet Sezer ve Anayasa Mahkemesi onun önünü kesiyordu. Bu şekilde statükolarını sürdürebileceklerine inanıyorlardı. Anayasa’nın kendilerine sonsuza kadar güvence verdiği inancıyla AKP’nin özellikle yerel yönetimler reformunu kuşa çevirdiler. Böyle 2007 yılında iktidarı tamamen AKP’ye devrettikleri zaman mevcut yasaları koruyarak teslim ettiler. Oysa o yıllar Türkiye için demokratikleşmenin fırsatı yıllarıydı. Çünkü demokrasiye en çok ihtiyacı olan AKP’ydi. Kapatılma ile karşı karşıya kalmışlardı. O dönem AKP’nin en azından kendisi için ancak tüm toplumun faydalanabileceği düzenlemeler karşısında sert duruş olmamış olsaydı bu gün başka bir Türkiye’de olmuş olacaktık. O dönemde tam iktidar olmamasına rağmen laiklik elden gidiyor söylemi en revaç söylemdi. Bu gün kimse bundan söz etmiyor. Başkaları için yaptıkları yasaların engellerine kendileri dolanıyorlar. Şimdi durum değişti. Devleti devir aldılar. Kendi içlerinde dahi demokrasiyi rafa kaldırdılar. İslami duyarlılık iktidar karşısında sus pus oldu. AKP değişim ve reformdan çok pragmatik davranarak mevcut durumunu sürdürmeye çalışıyor. Demokratikleşme düşündüğü yoktur.

Yine de Türkiye çözümsüzlüğü daha fazla taşıyamaz. AKP’nin bunu fark etmesi lazımdır. 2002-2005 dönemine benzer hamlelerde bulunmak zorundadır. Çözümsüzlük kaosu, AKP ve BDP’yi birlikte hareket etmeye zorlamaktadır.
Başbakanın 29 Mart CNN Türk’teki açıklaması çok tehlikeli bir açıklamadır. Başbakan, güvenlik güçlerinin silahlı örgüt üyesini gördüğü anda ona yönelik yakalama veya vurma yoluna gitmemesi durumunda onların örgüte yardım ve yataklık suçunu işleyeceklerini söylemiştir. Güvenlik güçlerinin bunu bir talimat olarak algılayıp eskisinden daha fazla çatışmaya yönelebileceklerini tahmin etmek gerekiyor. Daha önceki ateşkes veya çatışmasızlık durumunda güvenlik güçleri kendi inisiyatiflerini kullanarak çatışmadan uzak durabiliyorlardı. 

Başbakan bu açıklamasıyla güvenlik güçlerinin inisiyatif kullanmaları halinde örgüte yardım suçu işleyeceklerini söylemekle güvenlik güçlerini adeta çatıştırmak için çaba harcamaktadır. Bu husus dahi geri çekilme için yasal güvencenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Bu güvenceye sadece PKK’nin değil, güvenlik güçlerinin de ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. Başbakan, PKK’ye “silahını bırakıp, evine dönebilirsin diyebilir ancak silahını bırakıp sınır dışına çık diyemez.” Bunu demek PKK’ye silahını bırakma anlamına gelir. Nitekim, KCK, “Erdoğan’ın iddia ettiği tarzda bir geri çekilme durumu Hareketimizin gündeminde değildir. Devlet tarafından gerekli adımların atılması, bu temelde yasal ve olumlu bir zeminin yaratılması sonucunda güçlerimizin geri çekilme durumunun gündeme gelmesi mümkün olacaktır.” Açıklamasında bulunarak yasal güvencenin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Cengiz Çandar da 31 Mart 2013 tarihli yazısında başbakanın açıklamasındaki yetersizlik ve çelişkiye dikkat çekmiştir.
Belli bir tabanı olan bir partinin kendi tabanının istemlerini ileri sürmesi kadar normal bir siyaset anlayışı olamaz. Newroz’da milyonlarca kişinin haykırışını hiçbir güç görmezlikten gelemez. Bu hususlar gösteriyor ki, çatışmak isteyen Kürt tarafı değildir. Kürtleri eşit bir taraf gibi görmek istemeyen AKP’dir. Kürtlerin eşit bir taraf olarak görülmesi bir yana binlerce tutuklunun hukuksuz bir şekilde tutukluluklarının devam etmiş olması, gerçek temsil önünde en önemli engellerden biri olan %10 seçim barajının indirilmesi konusunda hiçbir adım atılmayışı geçmişteki Kürtlere yönelik devletin refleksinin AKP şahsında devam ettiği söylenebilir. Kürt siyasetinin bu konudaki taleplerine bakarak BDP veya Kürt siyasetinin sürece zarar verdiğini söylemek BDP’nin siyasal varlığını inkar etmek anlamına gelir. Hatta bu konularda yaşanacak kutuplaşmanın arka planında Kürtlerle devlet arasındaki bir kutuplaşmanın görünen bir şeklidir.

Gelinen noktada Kürt sorunun kiminle çözüleceği konusunda tartışmalar bitmiştir. Kürt halkı, 21 Mart 2013 Newrozu’nda bunu ortaya koymuştur. Sorunun nasıl çözüleceği de bellidir. Ancak çözümün nasıl olacağı konusunda bakış açıları birbirinden uzaktır. Ortak noktaların bulunup çözümün hızlı bir şekilde olması zorunludur. Bunun yolu da AKP ile BDP’nin bir araya gelip gerçek bir diyalogu oluşturmaktan geçer. Öcalan’ın kolaylaştırıcı tavrı da dikkate alındığında hükümetin sorumluluğunun daha ağır olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. BDP’ye nasıl hareket etmesi gereken kesimlerin AKP’ye de bunu hatırlatmaları gerekmektedir. AKP’nin uyarılması gereken bir konu da Akil İnsanların belirlenmesi konusunda AKP’nin ortaya koyduğu devletçi tutumdur. 

Başbakanın tek taraflı belirlenmesiyle oluşacak akil adamların kim olduklarından çok nasıl atandıkları ve nasıl görev yapacakları tartışılacağından dolayı bunun sorunun çözümünde bir etkisinin olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Her şeyden önce oluşacak bu heyet sivil olmalı, devletin bürokratik bir organı haline gelen heyetin sorunun çözümü önünde engel haline geleceği de bilinmelidir. 

Bu da başbakanın her şeyi ben belirlerim anlayışından vazgeçmesini gerektiriyor. 

Görünen o dur ki, başbakan hiçbir şeyden elini çekmediği gibi bundan da elini çekmeyecektir. 
Bu da Çözümsüzlüğün kaynağının nerede olduğu konusunda bize ip ucu vermek için yeterlidir.

***

19 Kasım 2018 Pazartesi

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ, Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve  Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ



Bülent Arınç: Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir
Rengin Arslan
BBC Türkçe, Ankara
17 Haziran 2016


Türkiye Siyasetinin en deneyimli isimlerinden birisi olan, TBMM Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve hükümet sözcülüğü yapan ve artık aktif siyasete ara veren Bülent Arınç, başkanlık tartışmalarından, çözüm sürecine; Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevlerinden istifasından, kendi siyaset hayatına ve basın özgürlüğüne kadar pek çok soruyu BBC Türkçe için yanıtladı.

Bülent Arınç, “Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir. Bu parti milletin bize bir emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez” diyor.

Davutoğlu’nun İstifasını ise 'gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, giderken herhalde çok da şık olmadı' diye yorumluyor ve soru işaretleri yarattığını söylüyor.

Medyada TRT dahil pek çok mecranın kendisine kapatıldığını düşündüğünü söyleyen Arınç’ın BBC Türkçe’nin sorularına yanıtları şöyle:

    _ Bugün Dolmabahçe Mutabakatı’ndaki fotoğrafta yer alan örneğin bir Yalçın Akdoğan’ın olmadığı bir dönemdeyiz, böyle bir hükümet ile iş başında AKP. Siz bu geçmiş bir yıldaki bu farkı nasıl görüyorsunuz? Barış süreci, çözüm süreci, farklı şekillerde isimlendirilen, bu ortaklaşma süreci nasıl bitti ve hükümetin eksiklikleri oldu mu? Yapılabilecekler var mıydı?

Çözüm süreci benim bildiğim 2009’dan beri, içinde bulunduğum için söyleyebilirim, onun öncesinde ise Oslo görüşmeleriyle ilgili bir tartışma söz konusu olmuştu. Devletin istihbarat elemanlarının, PKK’nın önde gelen birkaç lideriyle konuşma yaptıkları söylendi. Bunlar da inkar edilmedi. Bir şekilde dışarıya verilmiş, deşifre edilmiş ve bu şekilde insanlar; hükümetin, siyasi makamların değil belki ama esasen terörle mücadeleyi kendine görev bilen bir istihbarat örgütünün ne yapılabilir diye bir nabız yokladığını biz de bilmiş olduk.

VİDEOSU;

https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg

Sizin Haberiniz yok muydu?

Oslo’daki görüşmelerden yoktu. Ben hükümette değildim o tarihte. Dışarıdan da öyle bir duyum almamıştım.

Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var."
Terör bir sonuç, onu meydana getiren sebepler var. O sebepleri ortadan kaldırdığınız zaman terör de kendiliğinden bitecektir. Buradaki hedefimiz şuydu: silahlı terör örgütünü, silahlarından arındırmak; eylem yapmaktan vazgeçirmek, sivil hayatın içine dahil etmek ve terör örgütlerinin en büyük sermayesi olan dağa çıkan gençleri dağa çıkmaktan vazgeçirmek ve dağdakileri de indirmek. Bütün bunlarla biz iyi niyetle bir çözüm sürecine başlamıştık. Bu kademe kademe devam edecek, güven arttırıcı önlemler diyebileceğimiz bazı tedbirlerle de sonuca ulaşabilecektik. Gerçekten de süreç geliştikçe mesela terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan, yani şu an hükümlü olarak İmralı’da bulunan kişinin giden gelenler marifetiyle olumlu mesajlar verdiğini, bu mesajların belki birincisinin de 2013 Nevruz’unda okunan mesajdı. 'Silahları bırakacaksınız, ülkeyi terk edeceksiniz, bundan sonra fikir ve siyaset konuşsun' dedi. Bizim de istediğimiz buydu. Sembolik bazı çıkışlar başladı ama örgüt hayır dedi ve kalmaya devam etti.

'Çözüm süreci bitmedi, Buzdolabında'

Eğer ortada daha önce gelişmiş bir diyalog ve müzakere varsa bir masa tek taraf tarafından zor devrilir. Bu anlamda soruyorum aslında, sizce hükümetin hiç mi kabahati yok çözüm sürecinin bitişinde, bu çatışmalı sürecin tekrar başlamasında?
Yani kabahatimiz yok diye söylüyorum, bunu bilerek de söylüyorum. Taktiksel bazı yanlışlıklar belki yapılmış olabilir. Ama biz burada çok iyi niyetliydik. HDP ve Kandil çok kötü niyetliydi. Bu çok açık. Her fırsatı kollayarak, bu büyük toplu terör olayları olmasa bile, bireysel olarak çok kötü işler yapıyorlardı. Bunların bir kısmına belki çözüm süreci zarar görmesin diye göz yumuluyordu. Ama büyük bir kısmı da adli olay olması sebebiyle müsaade edilmiyordu.

Ama bu süreçte bir kırılma noktası olarak; siz de söylediniz en son 28 Şubat'ta HDP’li milletvekilleriyle Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ve Efkan Ala’nın da birlikte olduğu; sanırım Kamu Güvenliği Müsteşarının da olduğu bir toplantı yapıldı. Bu bir mutabakat değildi. Burada anlaşılan şuydu: HDP, tarafı kendi düşüncelerini ortaya koyacak, hükümet de ne yapılması gerektiği konusunda kendi düşüncesini ortaya koyacaktı. Yoksa ortak bir metin üzerinde konuşulmuş ve anlaşılmış değildi.



Niyetimiz iyiydi ama devam etmedi. Bitti mi derseniz, bitmedi. Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle buzdolabında kaldı. Ne zaman biter, bu çatışmalar tek taraflı olarak silahlarını bırakırlar, patlayıcılarını bırakırlar, Türkiye’den dışarı çıkarlar ve ta o başta geldiğimiz noktaya bugün samimi olarak geldiklerini fiilen gösterirlerse o zaman şüphesiz yeni bir süreç, yeni bir isimle yeni argümanlarla yeniden başlayabilir. Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var.

“Başbakan Davutoğlu ile çözüm sürecini konuştuk”

Sizce o yöne doğru bir yönelim var mı? Binali Yıldırım’ın başbakanlığı ile de birlikte yeni bir dönem açılacak mı, yoksa eskiden de Davutoğlu ile bir halihazırda bir çalışma vardı ve devam eder mi?

Yeni başbakanımız tabii Cumhurbaşkanımızın talimatlarının dışına çıkmaz veya kendi görüşünü söylemeden önce, sayın Cumhurbaşkanımızın ne düşündüğünü öğrenmek ister. Siz benimle bir konuşma yapıyorsunuz, ben de spontane olarak bildiklerimi size söylüyorum. Ama benim yerimde sayın Binali Yıldırım otursaydı herhalde bu soruları alır, önce sayın Cumhurbaşkanımızla konuşur, sonra size cevap vermeye gayret ederdi. Benim böyle bir becerim olmadığı için ben sizinle doğrudan doğruya konuşabiliyorum.


Onların ne düşündüğünü sayın Cumhurbaşkanımız hemen hemen her toplantıda söylüyor. Bir imhadan bahsediyor. Terörle mücadelenin, teröristle mücadelenin bugünkü şekliyle devam edeceğini söylüyor. Bir taraftan da bu silahları alırlar, gömerler, betonla kaplarlarsa, ki bunu çok eskiden de söylerdi- o zaman tekrar belki bir şeyler olabilir diyor. Benim farkım şurada ben 29 Ocak akşamı, Taha Akyol bey ile CNN Türk’te uzun bir mülakat yaptım. O mülakatın bir yerinde de yarın sabahtan tezi yok bir süreç başlamalıdır dedim. Çözüm süreci demeyelim artık. Çünkü çok tavsadı. Çok gücünden kaybetti. Çok eleştirildi. Fakat bir siyasi ve toplumsal sonuca ulaşmak için bir yola ihtiyacımız var, bir sürece ihtiyacımız var. Bu sürecin adı gerektiği zaman konulur. Hiç önemli değil. Ben bunun ta o zaman ihtiyaç olduğunu düşünmüştüm, bugün daha büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.


Yani ben terörle mücadelede sonuca gitmek için mutlaka siyasi bir sürecin hemen başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bunu paylaşan insanlar hükümette var mı, cumhurbaşkanlığında var mı onu bilmem doğrusu. Kendileriyle bunu tartışma imkanımız olmadı. Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bu konuları görüşmüştük. O da pek çok konuda hak verdiğini ifade etmişti. Hatta bir sözü vardır, "2013 şartlarına dönülürse niye olmasın" diye. Ama sayın cumhurbaşkanımız herhalde bu sözü pek beğenmedi.

O şimdilik bu işin devam edeceğini ve silahlar gider ve üzerine beton dökülürse.. Bunu tek başına karşı taraftan bir vaat olarak almamız mümkün değil. Peki ben Türkiye’den gideceğim? Silahları da bırakacağım, üstünü de gömeceğim. Sonra ne olacak, ben ne olacağım, bu militanlar ne olacak? Türkiye’de ne olacak. Bunu da bilmeyi istiyorum. Bunun da bir karşılık kontr garantisinin olması lazım derse buna siyaset kurumu karar verecek.

Başkanlık: 'Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu'
Türkiye’nin bir başka ana gündem maddesi başkanlık sistemi. Bu konuda siz çok uzun zamandır açıklamalar yapıyorsunuz. Gündemde bu kadar hararetli olmadığı zamanlarda da açıkyürekli açıklamalarınızı duymuştuk. Bugün Türkiye’nin gündemindeki bu kadar merkezi bir tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor."

Başkanlık konusundaki tartışmalar yeni Anayasa’nın da önüne geçti. Maalesef Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu haline geldi. Ekonomi konuşamıyorsunuz başkanlığı konuşmaktan; Suriye’yi konuşamıyorsunuz, dış politikayı konuşamıyorsunuz, iç politikadaki terörle mücadeleyi ve yeni süreci konuşamıyorsunuz. Ağzını açan herkes başkanlıktan veya yarı başkanlıktan bahsetmeye başlıyor. Geldiğimiz noktada aslında bu konunun hem parlamento içerisinde hem de referanduma götürülerek halkın bu konuda ne düşündüğünü bilmemiz lazım. Çünkü her meselenin önünü tıkayan çok hayati meseleleri arka plana atan bu tartışmalardan Türkiye’ye fayda yok, hayır yok. Bizim bu meseleyi gündemden çıkarmamız lazım. Yalnız çıkarabilmemiz için, sayın Cumhurbaşkanımızın nasıl bir sistem istediğini de bilmemiz lazım.

Mesela CHP nasıl bir başkanlık istiyorsunuz, getirin görüşelim dedi. E bu çok iyi bir meydan okuma. Bunun karşılığının AK Parti tarafından işte böyle bir başkanlık sistemi diyerek somutlaştırılması lazım. Şu anda somutlaşmış başkanlık yönetim modeli olarak bir model elimizde yok. Anayasa profesörleri bile konuşuyor, 20 defa dinleyin, ne dediğini anlamıyorsunuz. Ben anlamıyorum şahsen.

'Başkanlık Made in RTE Olsun'

Sizce Erdoğan ne istiyor peki? Çünkü başkanlık mevzusu sayın Cumhur başkanının Türkiye’nin gündeminde öncelikli sıralara yerleştirdiği bir konu oldu. Sizce Erdoğan neden ve nasıl bir başkanlık sistemi istiyor?

 Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor.

Benim şahsen şu anki düşüncem şu: Bir, iyi bir model üzerinde AK Parti elinde varsa hemen elinde yoksa üç-beş gün içerisinde bir taslağı ama Cumhur başkanımızın okeyini aldıktan sonra, arada başka şeyler çıkmasın diye bunu söylüyorum; ben öyle dememiştim, siz böyle çıkardınız demesin diye söylüyorum; yani “Made in RTE” taşıyan ama AK Parti’nin ismiyle Meclis’e gelecek olan bir örnek çıksın. Bu örneği parlamentodaki partilerin önce genel başkanlarıyla sonra kendileriyle ne diyorsunuz diye konuşulsun. Bir ay sonra da arkadaş biz bunda varız veya yokuz derselerse bence 316 milletvekilinin imzasıyla o modeli versinler. Parlamentodan çıkacak duruma bakalım. 331 ile kabul edildi diyelim, hemen millete gideriz. 330’un altında kaldık diyelim üstünü örteriz. Bu iş Türkiye’nin gündeminden bir şekilde çıkması lazım.

Sayın Davutoğlu’nun istifası beklenen bir istifa değildi. Kendisi de açıklamasında, burada kendi isteğimle istifa ediyor değilim, diye konuşmasında da zaten ifade etti. Siz kurucusu olduğunuz partinin geçtiği bu süreci nasıl değerlendiriyor sunuz? Bu süreçler nasıl yaşanır AKP’de. Bu sefer ne olmuştur sizce?

Sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık."

Biz 2001 14 Ağustos’ta Partiyi kurarken doğrusu bu tür geçişlerin olacağını düşünmemiştik. Ama ben mesela ben o tarihte, ileride meclis başkanı olacağımı hiç düşünmemiştim. Yani süreç içerisinde karşılaştığımız olaylardır. Bunlardan üzüldüklerimiz vardır, iftihar ettiklerimiz, sevindiklerimiz vardır.

'' Sayın Başbakan bir akşam köşke gitti ve Dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz Şaşırdık."

Şimdi sayın cumhurbaşkanımız 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı oldu. Partiye bir genel başkan gerekti ve o genel başkan ve aynı zamanda başbakan olacak. İstişareler yapıldı, yapıldığı söylendi. Benimle de konuşuldu. Sonunda sayın Davutoğlu’nu bizzat sayın Erdoğan genel başkan adayımız olarak açıkladı.


'Bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır'

Son güne kadar yanında başbakan yardımcısı olarak, hükümet sözcüsü olarak yanında çalışmış bir insanım. Fakat günün birinde işte bu troller, troliçeler ortaya bir şeyler atmaya başladılar. Ahlak sınırlarını aşan, terbiyesizce, sayın Davutoğlu’nu itham eden pelikan, penguen her neyse dosyaları açıklanmaya başlandı. Biz bunların hiçbirine ihtimal vermedik. Ama sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık. Yani böyle bir şey Türk siyasi tarihinde hiç rastlanmamıştır, bizim çizgimizde de hiç olmadı bu. Yani bir sebep olması lazım. Bir insan bu kadar başarılı olduktan sonra 'Ben gidiyorum, Allahaısmarladık' demez.

Nedir Sebebi sizce?

Burada iki büyük engelimiz var. Sayın başbakan sebepleri kendisi söylememiştir, hatta üzerini örtmüştür. Sayın Cumhurbaşkanımıza bağlılık yeminleri yapmıştır, onun namusunu, ailesinin namusunu kendi namusu bilmiştir, onun hukukunu koruyacağını söylemiştir

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur."
Bizim de söyleyebileceğimiz sayın Davutoğlu’nun gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, hepimizin gönlünden geçen olduysa; giderken herhalde çok da şık olmadı. Hiç alışık olmadığımız bir vefasızlık örneği oldu. Bir de bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır. Git denince veya gitmelisin deyince; kongreyi yap, şuna devret denince bu hoş bir şey değil. Çevresine nasıl anlatacak bunu, ailesine nasıl anlatacak, kendisine dönüp nasıl anlatacak, biz dava arkadaşlarına nasıl anlatacak; herhalde onun altında ezildiğini düşünüyorum. Keşke bir açık kapı bıraksaydı, bir işaret gösterseydi ve bunun üzerine Türkiye’de ve parti içerisinde de olumlu bir sorgulama olabilirdi. Yine Tayyip Erdoğan sevgisi devam ederdi, yine AK Parti’nin bütünlüğü devam ederdi, ama şimdi insanlar kendilerine soruyorlar bu iş neden böyle oldu diye. Onlar da izah etmekte zorlanıyorlar.

VİDEO  2 
https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg&t=4s

'Biz muhalif bir hareket değiliz'


Az önce başka bir konuda konuşurken sayın Davutoğlu ile o sırada haberleştiğinizi söylediniz. Yeni başbakan ile böyle bir diyaloğunuz oldu mu, olacak mı sizce?
Hayır sadece kendisine başarılar diledim. Ama bu konularda bir görüşmemiz olmadı ama arzu ederlerse görüşebiliriz tabii.

AKP içinde davaya halel gelmesin, zarar gelmesin duygusunun çok güçlü olduğunu sadece gazeteciler değil kamuoyu da yakından görüyor. Siz bu süreçlerde, Gezi eylemleri oldu, 17-25 Aralık süreçleri oldu, dışarıya yansımasa bile, parti içerisinde eleştirileriniz dile getirdiniz mi?

Çok fazlasıyla. Bunu herkes bilir aslında. Biz her gün mikrofonların önünde onu bunu eleştirecek, ona buna muhalefet edecek insanlar değiliz. Öncelikle ben bir milletvekiliyim. Milletvekillerinin bir grubu var. İkincisi bakanım, bakanlar kurulu var. Üçüncüsü başbakan ile cumhurbaşkanı ile görüşme imkanım var. Bunların hepsini değerlendirmem lazım. Biz dışarıdaki bir insan değiliz. Şu anda dışarıdaki bir insanım. Onun şartları farklı. Ama geçmişte bakanlar kurulunda da, cumhurbaşkanı olduktan sonra da diğer bütün zeminlerde de benim bildiğim ve doğruluğuna tanık olduğum olaylar konusunda onların görüşlerinin tamamen dışında, onların görüşlerinin tamamen dışında, onları eleştiren konuşmalar yaptığımı herkes bilir.

Mesela benim orada bir sözüm, "Eskiden Bizdik şimdi Ben olduk" sözü aslında çok şey konuşur. Ben çünkü partiyi kuranlardan birisiyim.


Bülent Arınç, Erdoğan'ın Başbakanlık yaptığı dönemde hükümet sözcülüğü ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini yürtmüştü.

Biz o zaman 10 tane başbakan adayı çıkarın deseler çıkarırdık ama içimizde eşitler arasında birinciyi de ön plana koyardık. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur. Yoksa Allah’ın özel olarak gönderdiği, tek başına her şeyi ifade eden, herkesten daha üçlü, herkesten daha akıllı, herkesten daha bilgili, herkesten daha sorgulanmayan bir insan olarak kendisini görmedik.

 ^^ ''  Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var." ^^

   Şimdi tek adam deniliyorsa, bizde tek adam modeli yok. Bir insan nihayetinde insandır, beşerdir, bizim kendimize örnek aldıklarımız her zaman yanındaki arkadaşlarıyla, ekibiyle kadrosuyla istişare eden görüşlerini onlarla paylaşan, hatta onların verdiği kararları uygulayan bir anlayıştır. Bundan bir vazgeçme veya uzaklaşma olduysa biz bunları zaman zaman dile getirmişizdir.

 ^^ Turgut Özal Üniversitesi’nde yapacağınız çalıştayın engellenmesine ilişkin bir açıklama “Aktif siyasete ara verdiğim bu dönemde” diye başladınız açıklamanıza. Geri mi dönüyorsunuz, aktif siyasette sizi görecek miyiz tekrar? ^^

Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var. Mutlak doğruyu Allah bilir. Ben kendi doğrumu söylüyorum. 
Siz de bana kendi doğrunuzu söylersiniz. Ben sana söylüyorum aslında. Eskiden İslam sosyologları öyle demişler. Benim söylediğim doğrudur. Ama yanlış olma ihtimali vardır. Sen konuş, bana göre söylediğin yanlış ama doğru da olabilir. O zaman ben konuşayım sen dinle. Sen konuş ben dinleyeyim.

  ^^  Ergenekon, KCK, Odatv gibi başlıklarda Türkiye’nin büyük davalarında gazetecilerin de yargılandığı ve hapiste olduğu dönemler oldu. O zaman “Türkiye’de basın özgürlüğü vardır”, onların yargılanmalarının sebepleri başka kanunlardır gibi açıklamalarınızı yakinen hatırlıyoruz. Buradan geriye baktığınızda fikrinizde bir değişiklik olmuş mudur?  ^^

Geldiğimiz nokta çok olumlu değil. Bunu göğsümü gere gere anlatacak, savunacak bir noktada değilim. Ben beş buçuk yıl basından, medyadan sorumlu olarak çalıştım.

Kendime göre iyi işler yaptım, doğru işler yaptım.

Fakat bu sizin sözünü ettiğiniz, söylediğiniz ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü konusunda iki sıkıntımız vardı. Bir, terörle mücadele kanunundan kaynaklanan. 
Örneğin Freedom House geliyor, CPJ (Gazetecileri Koruma Komitesi) geliyor, efenim bizim kayıtlarımıza göre sizde diyelim ki 39 veya 49 kişi tutuklu veya hükümlü. 
Biz de dönüp bakıyoruz, basın mesleğinde çalışır da çalışma hayatını gazetecilik üzerine yapan insan görünmüyor. Nerden kaynaklanıyor bu? İsimleri verirlerdi bize, bakardık, adam gazeteci olarak yazdırmış ama banka soymaktan hükümlü. Sıfatı gazeteci suçu terör örgütünün propagandasını yapmak. 
O zaman propaganda suçtu. 
Adam gazeteci yazdırmış kendisini ama terör örgütüne mali finansman sağlamış veya da patlayıcı getirmiş.


6 Mayıs'taki duruşmada gazeteci Can Dündar'a 5 yıl 10 ay hapis cezası verilmişti.

O zaman dönerdik dostlarımıza bunların suçları, terörle mücadele kanunundan kaynaklanıyor, dolayısıyla bu basın mesleği veya çalışma hayatıyla veya gazetecilik faaliyetleri üzerine inşa edilebilecek suçlar değil. Bizde bir terörle mücadele kanunu var. Teşekkür ederiz, anladık derlerdi. Bunu bozan iki şey oldu. Ahmet Şık ve Nedim Şener. İddianame öyleydi. Kitap yazmışlar, basılmadan el konmuş. O kitaplarıyla terör örgütüne yardım ve yataklık gibi bir suçlama.

Fakat sonradan günümüzde daha çok Can Dündar ve Erdem Gül ile başladı. Daha sonra başka gazeteciler Hidayet Karaca ve Ekrem Dumanlı vs ama iddianamelerine bakarsanız, gizli sırları ifşadan, devlete zarar veren faaliyetler den ve casusluktan bahseden garip, inanılması mümkün olmayan birtakım iddianameler yazılmaya başlandı. 

Bunu zannediyorum paralel devlet yapılanmasıyla mücadele kapsamında bir gizli silahlı terör örgütü kapsamına sokabilecek faaliyetler olarak görüyor savcılar. 
Böyle dava açıyor. İddianamede suçlamalar korkunç. Bir de tutukluyorlar. Ondan sonra içeriden çıkmak da çok uzun yıllar alıyor.

'TRT'den Uzaklaştırılmam Talimatla yapıldı'

Yine son açıklamanızdan, “Hoşa gitmeyen gerçekleri duymama ve duyurmama adına izlenen bu anti demokratik yol baskı rejimlerinin yoludur ve tarih kitapları 
bu yolcuların hazin sonlarıyla doludur” demiştiniz. Türkiye sizce bu kadar dramatik bir baskı rejimi yolunda mı, onun içine girdi mi, o yol çoktan bitti mi çoktan?
Bunlar eleştiriler. Dramatik bir baskı rejimi sözünü ben söyleyemem. Bununla kendimizi inkar etmiş oluruz. Ya da AK Parti iktidarını doğrudan suçlamış olurum. 
Bunu yapacaksa başkaları yapsın. Her şey ortada. Bütün veriler ortada. Bir kısmı buna doğru diyebilir. Bir kısmı o kadar da değil diyebilir. Bir kısmı Türkiye demokratik bir ülke ve bütün şartlarıyla devam ediyor diyebilir. Ben diyeceklerimi belki farklı bir kapsamda konuşmak isterim. Bir defa benim bazı özel televizyonlardan, başta TRT’den hemen hemen iki seneden beri uzaklaştırılmış olmamamın birilerinin talimatıyla yapıldığını çok iyi biliyorum. Üniversiteler özgür alanlar. Ben gerçekten üniversite gençliğini çok seviyorum. Kendi gençliğimi orada görüyorum. Bütün üniversitelerden bize öğrenci topluluklarından davet geldi.

Tayyip Erdoğan Milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim."

Yine benim kötü bir huyum var. Sorulara bildiğim kadarıyla ve dürüst cevaplar veriyorum. Falan yere filan yere bakıp, sorup edip, efendim ne buyurursunuz, ne söylemem gerek filan demiyorum. Bu söylediklerim yine birilerini rahatsız etti. Birileri adına durumdan vazife çıkaranları rahatsız etti. Bu kez neredeyse gününü koyduğumuz üniversite toplantıları iptal edildi.

Kimdir Birileri?

Yani çok malum şeyler bunlar. Çok malum. Sokağa çıksanız sahibini sorsanız o bile söyler ama beni mazur görün. Mani oluyor halimi takrire hicabım.

Peki sizce AKP’nin bir muhalefete ihtiyacı var mı? Kurucu kadrolarından çok fazla kişi üçüncü dönem, başka sebeplerle, çok da önemli bir birikim bir yandan, 
bugün parti içerisinde değil, kademelerde değil, hükümette değil. Sizce böyle bir muhalefete ihtiyaç var mı?

Buna halk karar verir. Kendi konumumu söyleyeyim. Biz toplumda bilinen insanlarız. Bana AK Parti’nin vicdanı dediler, eyvallah dedim. Dürüst adamdır dediler, eyvallah dedim. Korkmaz, bildiğini doğrudan söyler dediler. Bunlar bana göre güzel meziyetler. Bunu vatandaş bana vermişse, ben de alır şerefle taşırım. 
Bu bir tarafa. Ama ben bu partinin kurucusuyum. Bu parti benim kucaklarımda yetişti. Parlamentodan grup başkanıydım. Yani Tayyip Erdoğan milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim.

"AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa..."
'' Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar."

14 sene millete çok büyük hizmetler yaptık. Bunun en azından 2011 seçimlerine kadar olan bölümü sayın Erdoğan’ın mükemmel bir başbakanlığıdır. Türkiye içeride ve dışarıda çok mesafe kat etmiştir. Sonra yaşadığımız başka olaylar var. Ben bu partim varken, beni dışlayanlar olsa bile, seni kuruculuktan çıkardık diyenler olsa bile, kongreye davet ederken sıfatlarımı ihmal etmiş olsalar bile, hâlâ birtakım trol ve troliçelerin arkasında durarak, ceplerine para koyarak üzerimize saldırtsalar bile ben yine AK Parti’deyim.

Bir deyiş vardır. Ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin. Bizim gidecek başka bir diyarımız yok. Biz gidemeyenlerdeniz. AK Parti’nin iyi olmasını isteriz. 
Cumhurbaşkanı’nın iyi olmasını, başarılı olmasını isteriz. 40 yıllık arkadaşımız. Ama eğer kötü giden bir şey varsa, biz onlara yapmayın etmeyin, şu daha doğrudur deme hakkımızın da olmasını isteriz. Bunu şu an çok fazla bulamıyoruz.

Ama ben şu an partimin zararına olabilecek hiçbir şeyin içerisinde olamam. Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar. 

Onlar bizim başka tarafa bakmayacağımızı çok iyi bilirler. Ama bundan istifade ederek de sürekli bizi yok etmeye, küçültmeye, basit ve aciz görmeye hatta, pelikan lı penguen li şeylerle aşağılıkça iftiralarla suçlamaya kalkarlarsa tepemizi attırmasınlar. Söyleyeceğimiz o. Fakat siyaset boşluk kabul etmez. Bugün AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa, artık bu partiden Türkiye’ye hayır gelmez, ben buna oy vermem diyenler varsa, çareyi çözümü onlar bulurlar. Su akacağı yolu mutlaka bulur.

Biz 2001'de kurulduğumuzda biçim için çok uygun bir zemin vardı. Siyaset dip yapmıştı. Mevcut partilerin hiçbirisini millet istemiyordu. Zaten hepsini parlamento dışında bıraktı. Biz güzel bir tablo koyduk önlerine. Güzel bir fotoğraf tablosu. Tayyip bey var, Abdullah Gül bey var, ben varım, o var, bu var. Millet bizim fotoğrafımızı beğendi. Süleyman Demirel’in aile fotoğrafında kim varsa, millet onları reddetti. Ama AK Parti’nin aile fotoğraf tablosunda kim varsa millet onları kabul etti.

Bu AK Parti’nin başarıları tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın başarıları değildir. Sayın Bekir Bozdağ’ın da kulağını çınlatalım. Bu parti Tayyip’in partisi değildir. 

Bu parti Milletin bize bir Emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez.

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160616_arinc_arslan_mulakat


***

30 Mayıs 2017 Salı

Saldırıya Uğrayan Politikacılar



Saldırıya Uğrayan Politikacılar


Kılıçdaroğlu'na Grup toplantısına girmek üzereyken yapılan yumruklu saldırı geçmişte saldırıya uğrayan diğer siyasileri akla getirdi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun bugün mecliste saldırıya uğraması akıllara Türk siyasi hayatında saldırıya uğramış politikacıları getirdi. 

Kimi zaman sade vatandaş kimi zaman da kendi meslektaşları tarafından saldırıya uğrayan politikacılara kısaca bir göz atalım istedik.


1. İsmet İnönü


İsmet İnönü
CHP'liler 1959 bahar aylarında Batı Anadolu illerini kapsayan ve Büyük Taarruz adı verilen bir seçim kampanyası başlatmıştı. İşte bu seçim gezileri 
sırasında İnönü, Uşak’ta taşlı saldırıya uğramıştı.

2. İsmet İnönü


İsmet İnönü
İsmet İnönü 4 Mayıs 1959'da da İstanbul Topkapı'da saldırıya uğramış; İnönü'yü etrafını saran kalabalıktan bir polis komiseri kurtarmıştı.

3. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit ise birden fazla kez saldırıya ve suikast girişimine maruz kalmıştı. 1975'in Haziran ayında CHP'nin Gerede mitinginde Ecevit'in otobüsüne taşlı 
saldırı düzenlenmiş sonra da bir cami minaresinden kalabalığa ateş açılmıştı. CHP milletvekilleri, Ecevit'i ablukaya alarak meydandan uzaklaştırmışlardı.

4. Bülent Ecevit


Bülent Ecevit
Bülent Ecevit seçim kampanyası için gittiği İzmir hava meydanında 29 Mayıs 1977 Cumartesi ünü Kontrgerilla tarafından düzenlendiği iddia edilen suikasttan 
sağ kurtulmuştu.

5. Turgut Özal


Turgut Özal

Başbakan Turgut Özal'a 1988 yılında ANAP kongresi sırasında Kartal Demirağ tarafından suikast girişiminde bulunulmuştu. Özal, bu saldırıda parmağından 
yaralanmış, sonra kürsüye çıkarak konuşmasını tamamlamıştı.


6. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel

Üzerine sahte yüzbaşı üniforması giyen Vural Önsel adlı bir kişi, 13 Mayıs 1975 günü Başbakanlık binası önündeki merdivenlerde Demirel'e yumruk attı. 
Önsel'in annesi, oğlunun ruh sağlığının bozuk olduğunu söyledi. Önsel 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

7. Süleyman Demirel


Süleyman Demirel
18 Mayıs 1996’da İzmit’te bir alışveriş merkezinin temel atma törenine katılan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, suikast girişimine hedef oldu. 
Demirel kürsüde konuşurken İbrahim Gümrükçüoğlu adlı suikastçi silahını Cumhurbaşkanına yöneltti. Demirel’in koruma müdürü, saldırganın üzerine atlayarak suikasti önledi.

8. Mesut Yılmaz


Mesut Yılmaz
Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz da yumruklu saldırıya uğramıştı. 1988 yılının Kasım ayında Budapeşte'de kaldığı otelin lobisinde yumruklu 
saldırıya uğrayan Yılmaz'ın burnu kırılmıştı.

9. Akın Birdal


Akın Birdal
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, partisince Bursa'da düzenlenen ''Rereferandum için Boykot'' mitinginde konuşurken, 
bir kişinin saldırısına uğradı.

Tuncel'in de katıldığı mitingdeki konuşması sırasında, kürsünün bulunduğu platformda bulunan bir kişi Birdal'ın yanına giderek, kafa attı.

Akın Birdal, saldırıdan yaralı olarak kurtulurken, saldırıyı gerçekleştiren üniversite öğrencisi de linç girişimi sonucu yoğun bakıma alındı.


10. Ahmet Türk



Ahmet Türk
Kapatılan DTP'nin gelen başkanı Ahmet Türk, Samsun'daki Bulanık olayları davası sonrası yumruklu saldırıya uğramıştı. Saldırı sonrası Ahmet Türk'ün burnu 
kırılmış, alnında yarık oluşmuştu.


11. Fevzi Şıhanlıoğlu



Fevzi Şıhanlıoğlu
Türk siyasi hayatındaki en acı yumruk olayı ise TBMM'de yaşandı. 31 Ocak 2001 günü, iç tüzük görüşmeleri sırasında çıkan kavgada DYP Şanlıurfa milletvekili 
Fevzi Şıhanlıoğlu yüzüne aldığı bir yumruktan sonra, kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti. Olayla ilgili MHP İçel milletvekili Cahit Tekelioğlu yargılandı. 
3 yıl hapse mahkum oldu ve 13 ay cezaevinde yattı.

12. Taner Yıldız


Taner Yıldız
Şırnak'ta jandarmaya ait sivil minibüse yapılan silahlı saldırıda ağır yaralanan, Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisinde (GATA) şehit olan Jandarma Kıdemli 
Yüzbaşı Levent Çetinkaya'nın Kayseri'deki cenaze törenine katılan Bakan Yıldız, bir kişinin yumruklu saldırısına uğradı.

Saldırganın beden eğitimi öğretmeni ve adının Şahin Şimşek olduğunu söyledi. Emniyet güçleri olayla ilgili olarak saldırganı ve 3 kişiyi gözaltına aldı.


13. Bekir Bozdağ



Bekir Bozdağ
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde düzenlenen “50. Ulusal 24. Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri”ne katılan Başbakan 
Yardımcısı Bekir Bozdağ, konuşması sırasında protesto edildi. Bozdağ kürsüden indikten sonra da bir anda ortalık karıştı. Bir şahıs Bozdağ’a saldırmak istedi. 
Korumalar araya girdi.


14. Kemal Kılıçdaroğlu



Kemal Kılıçdaroğlu
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğu'na bundan bir süre önce de Gaziantep'teki mitingi sırasında ayakkabı atılmıştı. Kılıçdaroğlu'nun bacağına temas eden 
ayakkabılar, koruma polisleri tarafından platformdan alınmıştı.

https://onedio.com/haber/turk-siyasi-tarihinde-saldiriya-ugramis-politikacilar-283344

***

29 Mart 2017 Çarşamba

Bir Mahallede İki Muhtar!…


Bir Mahallede İki Muhtar!… 


Rifat Serdaroğlu
Cuma, Ağustos 05, 2011


Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Yüksek Askeri Şura toplantısındaki oturma düzeniyle ilgili haberlere ilişkin, “Bugüne kadar şu veya bu sebeple belki yanlış bir görüntü vardı, bugün bu görüntü olması gereken bir yerde kendini gösteriyor. Bizim Anadolu’da bir tabir var, ‘Bir köyde iki muhtar olmaz’ derler. Sayın Başbakanımızın böyle bir toplantı düzeninde bulunması çok olağan, çok normal, çok doğru, çok haklı karşılamanız lazım” dedi…
Bülent Bey, çok hisli, çok hassas, çok içli, çok yumuşak biridir. En küçük bir duygu dalgalanmasına yakalandığında hemen ağlamaya başlar ve ağzına geleni söyler, ağzının da freni yoktur. AKP Grubunda Başbakan ne zaman şiir okusa, Gazze’den, Filistin’den bahsetse, Bülent Bey dayanamaz ve sular seller gibi gözyaşı akıtır. Cindoruk, bu yüzden Bülent Bey’e “Ağlayan Kaşar” lakabını takmıştır…
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise Bülent Bey’den çok daha nazik, çok daha ince, çok daha zarif, çok daha yumuşak bir Bakandır. Onun değerlendirmesi ise;
“Başbakanın masanın başında tek başına oturması geçici değil, kalıcı bir görüntüdür. Başbakan ile Genelkurmay Başkanının yan yana oturması kanun ve teamül değil, fiili durumdur.(Demek ki, Paşalar Başbakan’ın yanına zorla oturmuşlar)  Yaş’ta, Başbakan’ın Eşbaşkanı yani ortağı yoktur” (Nerede var?)
Bir köyde iki muhtar olmaz diyen, Bülent Bey’den şu soruların cevaplarını isteyelim, ama lütfen ağlamadan cevap versin, benim de yüreğim yufka, dayanamıyorum kardeşim;
Bir Köyde İki Muhtar” olmaz, demek, “Bir Kümeste İki Horoz Olmaz” veya “Bir yerde otorite tek kişide olur” demekle eşdeğerdir.
Peki,  Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanının yanında oturmasına tahammül edemeyen, bunu demokrasiye aykırı bulan ve tek başına oturmayı “İleri Demokrasi’nin” gereği olarak  gören Başbakan Erdoğan, nasıl oluyor da  Büyük Ortadoğu Projesinde, “EŞBAŞKAN” olarak, Obama ile zaman zamanda Amerikan Genelkurmay Başkanı ile yan yana oturabiliyor?…
Türk olunca “Antidemokratik”, Amerikalı olunca “Demokratik” mi oluyor?
Yabancıya var da, Türk’e yok mu? Hani aynı sudan içmiştik?…
Eşbaşkan-Başbakan Erdoğan  “Dinler Arası Diyalog”  hareketinin de Eşbaşkanıdır. İspanya Başbakanı Zapatero ile yan yana otururlar!..
Sormak hakkımız değil mi?
Hıristiyan olunca yan yana oturuluyor da, Müslüman olunca mı yan yana oturmak günah oluyor?
Jose Luıs Rodrigez Zapatero olunca uyuyor da, Necdet Özel olunca mı uymuyor?.. 
Bülent Bey’in, “Bir mahallede iki muhtar olmaz” cümlesindeki kastının, Başbakanın TSK üzerinde “Tek Otorite” olduğunu vurgulamak istemesiydi, bunu hepimiz biliyoruz.
T.C Başbakanı, Anayasa ve yasalarda belirlenmiş yetkilere sahip seçilmiş bir “Otoritedir.”
Sorumlu olduğu ve asla “Görev İhmali” yapamayacağı konular vardır. Bunlardan en önemlisi “Türkiye’nin Bölünmez Bütünlüğüdür.” Bugün için ülkemizin bir bölümünde “Demokratik Özerklik” ilan edilmiş ve Türkiye dışında bu özerkliğin tanınması çalışmaları başlamıştır. Türkiye’nin bir bölgesinde Türk Bayrağı dalgalanamaz durumdadır.  Cumhuriyet Hükümetinin Bakanının gözü önünde Atatürk’ün resimleri kapatılabilmektedir. Sınır kapılarımızın işgal edilip, Türk Bayrağının indirildiği, yerine terör örgütü paçavrası asıldığı eylem hala cevapsız bırakılmıştır…
Eğer Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç’ın mahallesinde “Tek Muhtar” olmak istiyorsa önce görevini tam olarak yerine getirmesi gerekir.
Bülent Bey’in ağzının freni yok demiştim. Halbuki devlet işlerinde fazla aceleci olmamak lazımdır.
Bugün “Tu Kaka” ilan ettiğiniz adam yarın çıkar ve “Türk Ordusuna yapılan uygulamalar ne ulusal hukuka, ne de uluslararası hukuka uymamaktadır. Bunu protesto etmek için bu oturma düzenini biz tertip ettik” derse ne yapacak, Cindoruk’un  ağlayan kaşarı?…
Ne olacak Bülent Bey’in mahallesindeki muhtarlık?…
Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu

https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/08/bir-mahallede-iki-muhtar-rifat.html



***

2 Aralık 2015 Çarşamba

ÖYLE BIRAKMAM ONU




ÖYLE BIRAKMAM ONU


Rıfat Serdaroğlu
28 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu
Ahmet Hakan’ın 4 profesyonel tetikçi tarafından dövülmesi iç ve dış kamuoyunda çok tepki çekince, Can Dündar’ın hesabının görülmesi yargıdaki elemanlarına bırakıldı.
Ne zaman ki “ Özel Yetkili Sulh Ceza Hâkimlikleri nin ” yaratıcısı eski İmam
Bekir Bozdağ tekrar Adalet Bakanı oldu, düğmeye basıldı.
Türk Devletinin Bağımsız Yargısının Yönetimi, AKP ve Erdoğan’ın izni ile Cemaate devredildiği zamanlarda sistem şöyle işlerdi;
Reis, birinin içeri atılması istediğinde derhal bir toplantı yapılırdı. İçeri atılacak kişinin kamuoyundaki konumuna göre suç delili yaratacak ekibe görev verilirdi. Delil yaratacak ekibin Polis ayağını Cemaatin Polis İmamı organize eder ve delil yaratıldıktan sonra, Cemaatin Savcısının emriyle kişinin evine yapılan baskında, ya buzdolabının arkasına ya da yatağın altına itinayla yerleştirilir ve hemen bulunurdu! Hedef kişi gözaltına alınır, Cemaatçi Savcı tutuklama talebiyle kişiyi Cemaatçi Hâkime gönderir ve kişi tutuklanırdı. Kişinin suçsuzluğu anlaşılıp tahliye edilmesi en erken 1-1,5-2 yılı bulurdu.
İntikam alınmış, Reis’e biat etmeyen kişinin burnu sürtülmüş, hayatı karartılmış olurdu…
Bu anlatılanlar, bir mafya filminden nakledilen bir senaryo değildir.
Yazılanların gerçek olduğu, sürekli olarak aldatıldığını-kandırıldığını söyleyen Cumhur’un Başı tarafından defalarca anlatıldı. Cumhur’un Başı, bunu yapanları “Feto Terör Örgütü” olarak ilan etti ve Fethullah Gülen’in bulunduğu yerden çıkartılarak Türkiye’ye getirilmesi için yurtdışında anlaştığı bir hukuk firmasına görev verdiğini açıkladı…
Değerli Okurlar;
Yukarıda anlatılan olayların sürekli yaşandığı, devlet görevlilerinin ve siyasetçilerin mafya liderleri ile iş tuttuğu, yasaların bir zümre lehine çarpıtıldığı, devlet gücünün masum insanları ezmek için kullanıldığı yönetim şekli, DİKTATÖRLÜKTÜR.
Eğer bir ülkede Başbakan, bir suç örgütü ile işbirliği yapıp, örgüt elemanlarının devletin en hassas birimlerine yerleşmelerine izin veriyorsa o Başbakan suç ortağıdır ve dikta eğilimli biridir.
Eğer bir ülkede Cumhurbaşkanı, yazısını beğenmediği bir gazeteciyi şikâyet için yargıya başvurmak yerine, “Böyle bırakmam onu” gibi mafya ağzıyla tehdit ediyor ve yargıyı etkiliyorsa, orada demokrasinin kırıntısı dahi yoktur.
Eğer bir ülkede Yargı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 20 yıl önce suç olmaktan çıkardığı bir konuda gazetecileri yetkisiz olarak zindana atabiliyorsa,
o ülkede hukukun kırıntısı kalmamıştır.
Gidiş, dikta yönetimine doğrudur.
Cumhuriyetimizi dikta yönetimine çevirmek isteyen, demokrasimize kast eden, hayat tarzımızı değiştirip bizleri Ortadoğu karanlığına atmak isteyenlerle mücadelemiz anlayacakları dilde devam edecektir.
Bu vatanı sokakta bulmadık. Bu vatanı kimse bize bağışlamadı. Dedelerimiz kan akıtarak, can vererek bu toprakları VATAN yapıp bizlere bıraktılar. Binlerce yıllık devlet tecrübemiz, 65 yıllık demokrasi tecrübemiz var. Ne Cumhuriyetimizden ne de demokrasimizi yaşatıp geliştirme mücadelemizden asla vaz geçmeyiz…
Türk Milleti de O’nun gerçek niyetini anlamaya başladı. Böyle bırakmaz onu…
Sağlık ve başarı dileklerimle 
28 Kasım 2015
Rifat Serdaroğlu

.