26 Eylül 2015 Cumartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 35






TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI   
BÖLÜM 35



1970 SONRASI SENDİKALAR VE GİRİŞİMLERİ ..,  15 - 16  HAZIRAN 1970  OLAYLARI GREVLER VE TÜRK EKONOMİSİNE ZARARLARI



ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Aziz ÇELİK*


ABD yönetimi ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi çalışma ilişkileri yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır. Özellikle Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda sendikacıların ABD destekli eğitim programlarına yoğun katılımı çokça tartışılan konulardır. Ancak bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil kaynaklara dayalı olduğu bilinmektedir.
Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul, Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Konsoloslukları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976 dönemini kapsayan Türkiye’deki sendikal gelişmelere ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA) tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir.

İncelenen diplomatik yazışmalar işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset
ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir.

Anahtar Kelimeler: Sendikacılık, ABD Sendikacılığı, 12 Mart, Sendikacılık ve Siyaset, İşçi Eylemleri, Türk-İş, DİSK


 Kocaeli Üniversitesi İİBF ÇEEİ Bölümü

Çalışma ve Toplum, 2012/2 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Giriş

ABD yönetimi ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi emek tarihi yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır.
Özellikle Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda Türk-İş’li sendikacıların ABD hükümeti destekli eğitim programlarına yoğun katılımı çalışma ilişkileri yazınında sıkça ele alınmıştır. Ancak çalışma ilişkileri yazınında bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil kaynaklara dayalı olduğu
bilinmektedir. Bu nedenle yapılan değerlendirmeler önemli eksikler ve zaaflar içermektedir. Dönemin sendikal belgelerinin korunmamış olması ve özellikle
diplomatik yazışmaların belirli bir dönem sonra erişime açılması konunun bütün boyutlarıyla ele alınmasını zorlaştırmıştır. Özellikle diplomatik yazışmalara ilişkin
süre kısıtlarının sona ermesiyle birlikte yeni bilgilere ulaşmak mümkün olmaktadır.

Ancak diplomatik yazışmalar son derece önemli olmalarına karşın, yoğun politik içerikleri ve yanlılıkları nedeniyle, başka kaynaklarla birlikte ele alınmalarına dikkat edilmelidir. Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Başkonsolosluk ları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976 yılları boyunca yapılan ve Türkiye’deki sendikal gelişmeler ile çalışma hayatına ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA) tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir. 12 Mart sonrası ile 1976 arasında geçen dört yıl Türkiye işçi hareketi açısından yeni bir yükselişin başladığı; 12 Mart’ın yarattığı baskı ve suskunluğun ardından işçi hareketinin yeniden canlanma yıllarıdır. Dönem sadece işçi hareketinin değil CHP’nin ve solun da yükseliş yıllarıdır. Bu yıllar sendika-siyaset  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976) ilişkisi açısından da oldukça önemlidir. DİSK-CHP ilişkilerinin yoğunlaşması ile Türk-İş’in CHP ve AP arasında bir denge arayışı dönemin belirgin özellikleridir.
Ele alınan ABD diplomatik yazışmaları işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir. Yazışmalarda öne çıkan konular, kullanılan söylem, dikkat edilen ayrıntılar ve Türkiye sendikal hareketine ilişkin gözlemler emek tarihi yazını açısından yeni değerlendirmelere imkân sağlayabilecek yönler taşımaktadır. Çalışmada ABD diplomatik yazışmaları dönemin sendikal ve toplumsal gelişmeleri ile birlikte, dönemin ulusal ve uluslararası toplumsal-siyasal bağlamı dikkate alınarak irdelenmeye çalışılacaktır.

12 Mart Sonrasında Sendikal Hareket

12 Mart 1971 askeri muhtırası ile başlayan ve 14 Ekim 1973 seçimlerine kadar süren dönem “12 Mart dönemi” olarak bilinmektedir. 12 Mart dönemi klasik bir askeri darbe dönemi olmasa da teknokrat hükümetlerin işbaşında olduğu sıkıyönetim altında bir dönemdir. Baskıcı-otoriter bir rejim karakteri taşıyan 12 Mart dönemi işçi hareketi açısından da bir suskunluk dönemidir. 12 Mart öncesinde Türk-İş içinde sosyal demokrat muhalefetin öne çıktığı bilinmektedir. Ancak sosyal demokrat muhalefet 1973 yılında yapılan Türk-İş Genel Kurulunda etkili olamayacaktır. 12 Mart’tan çıkarken Türk-İş Genel Başkanı Seyfi Demirsoy vefat etmiştir. Demirsoy’un ölümü 1961 yılından bu yana Türk-İş’te egemen olan Demirsoy-Tunç mihverinin/ekseninin değişmesi ihtimalini gündeme getirmiştir. Ancak Halil Tunç’un Genel Başkan seçilmesiyle sosyal demokrat muhalefet hedefine ulaşamamıştır. 

Tunç bir yandan Ecevit ve sosyal demokrasiye yakın kişiliği öte yandan Türk-İş içindeki sosyal demokratlara uzaklığı ve Türk-İş’in sağ kanat sendikacılarının da desteğini almasıyla Türk-İş’te büyük bir sarsıntı yaşanmasını önlemiştir.
DİSK, 12 Mart öncesinde ilk ciddi sınavını 15-16 Haziran 1970 olayları sırasında yaşamıştır. Fiilen DİSK’i yok etmeyi amaçlayan 1317 sayılı yasanın çıkmasını önlemek amacıyla DİSK, 15-16 Haziran’da kitlesel işçi eylemleri düzenlemiştir. Olaylar üzerine sıkıyönetim ilan edilmiş, DİSK yöneticileri tutuklanmış ve çok sayıda DİSK kadrosu işten atılmıştır (Koç, 2010; Arınır ve Öztürk, 1976). Ancak yasanın DİSK’i yok etmeye yönelik hükümleri Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. DİSK’i etkileyen bir diğer gelişme ise TİP’in 1971 yılında kapatılması olmuştur.
Böylece DİSK CHP’ye yakınlaşmış ve 1973 seçimlerinde CHP’yi desteklemiştir.

1973 sonrası yıllar CHP’nin DİSK üzerinde etkinliğinin arttığı ve sosyalist solla CHP arasında DİSK üzerinden önemli gerilimlerin yaşandığı yıllardır. Öte yandan
DİSK’in etkili bir güç olması da 12 Mart sonrasında, özellikle 1975 sonrasında mümkün olmuştur.  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

ABD’nin Türkiye Sendikal Hareketine İlgisi ve Etkisi

ABD’nin Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi emek tarihi yazınının ilgi çekici konularından biridir. Bu ilgi ve etkinin düzeyi konusunda oldukça farklı
değerlendirmelere rastlanmaktadır. Zaman zaman bu etkinin özellikle DP dönemi açısından abartıldığı ve öne plana çıkarıldığı görülmektedir Türkiye sendikacılığı
üzerinde ABD etkisinin yerli yerine konması emek tarihimizin önemli sorun alanlarından biridir. Türkiye emek tarihinde, tıpkı “işçi hakları verildi mi-alındı mı” tartışmasında olduğu gibi, “Türkiye sendikacılığı içeriden mi-dışarıdan mı belirlendi” gibi uçlaşmış tartışmalar ve saptamalar gözlenmektedir (Çelik, 2010).
Oysa bu uçların tek başlarına asıl belirleyici olmaları mümkün değildir. Çoğu kez iç içe geçmişlik söz konusudur. Bir ülkenin iç dinamiklerine rağmen bir sosyal veya siyasal olgunun tek başına dışarıdan belirlenmesi mümkün olmadığı gibi, toplumsal nesnellik, talep ve beklenti olmaksızın hakların yukarıdan tanınması da mümkün değildir.

ABD sendikacılığının Türk-İş’li sendikacılar ve Türk-İş politikaları üzerindeki asıl etkisi 1950’li değil 1960’lı yıllara özgüdür. Bu etki özel olarak Marshall Planı kapsamında yürütülen eğitim projeleri ile aktarılan ayni ve nakdi kaynaklarla gerçekleşmiştir. ABD’nin Marshall Planı kapsamında çeşitli alanlardan
ve kurumlardan katılımcıları ABD’ye götürmesi ve eğitilmesine ilişkin programlar 1949 yılında başlamış ve 1970 sonuna kadar devam etmiştir. 1970’lerin ortasında doğrudan ABD hükümetinin AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) gibi doğrudan finanse ettiği programlar yerini AAFLI (Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) gibi dolaylı destek programlarına bırakmıştır.

Marshall Planı çerçevesinde ECA, MSA ve ICA ve AID gibi kurumlar aracılığıyla yürütülen bu programlar daha çok AID programları olarak
bilinmektedir.1

 Çalışma hayatı konusundaki programlar 1963-1970 döneminde özel bir ağırlık taşımıştır. Çalışma hayatı ile ilgili programlara 776 kişi katılmıştır (USAID, 1971). Bunların büyük çoğunluğu sendikacıdır. DP döneminde Türkiye’de işçi-sendikacı eğitimi Marshall Planının yürütümüyle görevli ABD Türkiye heyeti tarafından yürütüldü. 1954 yılında başlayan bu program bir ülkede yürütülen en geniş program idi. Daha sonra AID tarafından hazırlanan bir raporda Menderes döneminde yabancı sendikacıların ülkeye girmesine Türk sendikacıların ülkeden ayrılmasına da izin verilmezken, sadece ABD heyetinin çalışma hayatı uzmanları nın dokunulmazlığa/ayrıcalığa sahip olduğu belirtilmektedir (GMMA, 1963; RG18-001 Box 6 Folder 16). 

1954 yılında başlayan ve İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalıyla uygulanan Marshall Planını kapsamındaki faaliyetleri yürüten kuruluşlar (AID ve öncülü kuruluşlar) ile ilişkiler (ayni ve nakdi yardım ile eğitim çalışmaları) 1 Ocak 1962 tarihinde hükümet tarafından Türk-İş’e devredildi. Bu tarihten itibaren AID yardımları doğrudan Türk-İş’e yapılmaya başlandı. Eğitim programları ve ABD gezileri Türk-İş ve AID tarafından ortaklaşa gerçekleştirildi (USAID, 1964).

DİPNOT;
1 _ AID Marshall Planı’nın yürütümüyle ilgili ABD Dışişleri Bakanlığı kuruluşudur. Marshall Planı (1948-1951) yılları arasında Economic Cooperation Administration (ECA), 1951-1953 yılları arasında Mutual Security Agency (MSA), 1953-1955 yılları arasında Foreing Operations Administration (FOA) ve 1955-1961 yılları arasında International Cooperation Administration (ICA) tarafından yürütüldü. (Boel, 2003) 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

AID programları Marshall Planına uygun olarak siyasal bir amaç taşımaktaydı. Yön, AID programı yetkililerinden Podol’un şu çarpıcı değerlendirmesini aktarmaktadır: “On yıldan fazla zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan ABD yardım programı, bir zamandan beri meyvalarını vermeye başlamıştır. Önemli
mevkilerinde, Amerikan eğitimi görmüş bir Türkün bulunmadığı bir bakanlık, ya da iktisadi devlet teşebbüsü hemen hemen kalmamıştır.” Bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük veya müsteşarlık mevkilerine geçmelerinin beklendiğini belirten Podol, AID’nin bütün gayretlerini bu yola tevcih etmesini istemektedir (Avcıoğlu, 1966). AID’nin Türkiye’de işçi/emek kimliğinin oluşmasında önemli bir etkisinin olduğu bizzat AID uzmanları tarafından da açık biçimde dile getirilmektedir. AID Türkiye İşçi Şubesi Müdürü McGonagle, “Emek Türkiye’de dinamik bir yapı kazanırken –şimdi hızlı biçimde kendi başına bir kimlik olarak gelişiyor- USAID’nin bu gelişmede oynadığı ve oynamaya devam ettiği rolün önemini giderek daha açık biçimde görmek mümkündür” görüşünü ileri sürmektedir. McGonagle bu görüşünü kanıtlamak için AID programına katılan bir sendikacının ABD’yi öven izlenimlerini aktarmakta ve “komünizme karşı mücadelenin her Türkün görevi olduğunu”  yönünde bir bildiri yayınlayan Türk-İş Yönetim Kurulunun beş üyesinin ve Genel Sekreter Halil Tunç’un AID işçi eğitimi programları çerçevesinde ABD’yi ziyaret ettiklerini vurgulamaktadır. McGonagle, Türkiye’deki önemli sendikaların liderlerinin Türkiye’deki ve ABD’deki AID eğitimlerine katıldığını, ayrıca Türkiye’de yüzlerce seminere binlerce işçi ve yerel sendika liderine eğitim verildiğinin altını çizmektedir.

McGonagle, bu seminerlerde hür demokratik ve sorumlu sendikacılığı tartışan AID İşçi Programı katılımcılarının bunu uygulamaya koymak konusunda hevesli
olduklarını ve 300 bin üyeli bir örgütü tamamen pragmatik bir çizgide örgütleyip geliştirdiklerini yazmaktadır (Gonagle, 1964). ABD sendikacılarıyla sıkı ilişkilerin ve AID tarafından gerçekleştirilen ve Türk-İş’li sendikacıları kapsayan ABD ziyaret ve eğitim programlarının da ABD kültürü ve sendikacılık anlayışına yönelik bir sempati ve ABD’li sendikacılara hayranlık yarattığı görülmektedir. 1950’li yıllarda da var olan hayranlık ve etki 1960’lı yıllarda da sürdürmüştür.

AID’den alınan yardımlar ve AID’nin etkisi konusunda yapılan eleştiriler karşısında Demirsoy: “Hiç bir tesirleri yoktur. Anlaşmamız bu şekildedir. Biz isteyeceğiz onlar yapacaklar” demektedir (Türk-İş, 5. Dönem). Ancak AID yardımlarının hiç bir etkisi olmadığı iddiası gerçekçi ve inandırıcı değildir. Nitekim bizzat ABD’li yetkililer bunun tersini yazmaktadır. Ankara’da 1960’lı yıllarda ABD Çalışma Ataşesi olarak çalışmış olan ABD Çalışma Bakanlığı Uzmanı Millen, Türk 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
sendikacılığının gelişmesinde oldukça yüklü olan ABD etkisi ve parasının hesaba katılması gerektiğini yazmaktadır (TNA LAB 13/2169, 1969).2

AID yardımlarıyla Türk-İş bütçesine doğrudan yardım yapıldığını, bölge temsilciliklerinin eğitimcilerin maaş ve yolluklarının, Türk-İş merkezindeki kadrolarının maaş ve yolluklarının karşılandığını belirten Millen, AID’nin Türk-İş’in eğitim programına öğretmenler gönderdiğini ve yüzlerce sendikacıyı ABD’ye götürdüğünü; bu sendikacıların çoğunun Amerikan sendikacılığı konusunda hayli bilgi edindiğini ve bunu kısa zamanda kendi şartlarına uyguladıklarını vurgulayarak, ABD’nin, taktik, teknik ve hatta felsefe katkılarının sadece Türk-İş’in değil, DİSK’in politikaları üzerinde de etkisini sürdüreceği beklentisini dile getirmektedir (Millen, 1969). AID ile Türk-İş ilişkilerinin yoğunlaşmasıyla birlikte Türk-İş’in 1960’ların ilk yıllarında sendika-siyaset-siyasi parti ilişkileri konusunda yaşadığı bocalama eğiliminden uzaklaştığı ve “tarafsızlık” siyasetine yöneldiği görülmektedir. AFL-CIO, Türk-İş’e “tarafsızlık” konusunda açık telkinlerde bulunmuştur (GMMA, 1963 RG18-001 Box 6 Folder 16)

Türk-İş ile yoğun ilişkileri olan ABD sendikacılarının CIA ile ilişkisi olduğu Yön dergisi tarafından 1966 yılında yoğun bir biçimde dile getirildi. Yön, Nation
dergisi ile Washington Post’ta bu yönde çıkan haberleri “Sendikacılarımıza sunulur” başlığı ile yayınladı. Bu haberler AFL-CIO ve Jay Lovestone’un CIA ile yakın ilişkilerini anlatmaktaydı. Bu yazılarda Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) Başkanı Victor Reuther, AFL-CIO’nun CIA ile birlikte yabancı ülkelerin politika işlerine ve özellikle de sendikal hareketlerine müdahale ettiğini dile getiriyordu (Yön, 1966, Sayı 170).3

 ABD sendikaları ile Türk-İş ilişkilerinin yoğunlaşması nedeniyle bu ilişkilere getirilen eleştiriler dikkate alınmıyor ve hafifseniyordu. Ancak 1960’lı yıllarda ABD sendikalarının ve AID programlarının CIA ile ilişkisi üzerine ortaya atılan iddialar, dönemin Türk-İş yönetimi tarafından kabul edilmek istenmese de ABD hükümetinin CIA aracılığı ile çeşitli ülkelerdeki sendikalar üzerinde “kirli oyunlar” oynadığı ve büyük miktarda fonlar aktardığı bizzat bir dönem CIA Başkanlığı yapan Stansfield Turner tarafından açıklanmıştır (Turner, 1965; 76-77):

 “1967 itibariyle okyanus aşırı yararlı ve dost gruplar için CIA desteğinin maliyeti yılda 10 milyon dolara ulaştı. Bu paranın çoğu yurtdışındaki benzer kuruluşlara aktarmaları için ABD sendikalarına, öğrenci kuruluşlarına ve özel vakıflara veriliyordu. Bu sendika, öğrenci örgütü ve vakıflar CIA ile yabancı


Dipnot;
2 _Millen daha sonra ABD Çalışma Bakanlığı Politika Planlama ve Araştırma Bürosu üyesi olarak çalışmıştır.
3 _Yön, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın (UAW) kongresine katılan Maden-İş Başkanı Kemal Türkler’i kongrede ele alınan bu önemli konu hakkında basına hiç bir bilgi vermediğini için eleştirmektedir. Yön dergisinin 12 Ağustos 1966 tarihli 176. Sayısının kapağı “Türk sendikacılığında Amerikan entrikaları” başlığını taşıyordu. Dergi AFLCIO’nun CIA ile ilişkili olarak yürüttüğü uluslararası faaliyetleri The New Republic dergisine dayanarak anlatıyordu. 


ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
kuruluşlar [sendika, vakıf] arasında perdeleyici ve arabulucu olarak rol oynuyordu. Bu [yöntem] yardım alan yabancı sendika, örgüt ve vakıfları CIA
ile işbirliği ve ABD kuklası olma suçlamalarından koruyordu. Bu teknik zaman zaman, yardıma ihtiyaç duyan gruplara yardımın kaynağının CIA olduğunu bilmeksizin CIA tarafından kaynak aktarılmasına olanak verdi. Amerikan örgütleri [sendika, vakıf ve öğrenci örgütleri] aynı zamanda öğrenci ve sendikacı değiş tokuş programları gerçekleştirdiler. (...) Öğrenci, sendika ve kültürel organizasyonlara yardım sağlamanın yanında CIA [bazı] ülkeleri batı politik yönelimine çekmek için başka araçlar da kullandı.”

ABD yönetimin AFL-CIO’yu uluslararası politikasının aracı olarak kullandığı bir dönemde, ABD devletinden AID aracığı ile alınan mali yardımların
ve sendikacıların yoğun ABD ziyaretlerinin, Türkiye sendikacılığında ABD’nin kültürel-ideolojik hegemonyasını artırması, Avrupa sendikacığından ve sınıf
ekseninden uzaklaşılması şaşırtıcı değildir. DİSK’in kuruluşu, Türkiye sendikalarıyla yoğun ilişkileri olan ABD sendikaları arasında da önemli yankı ve tartışmalar yaratmıştır. DİSK’in kuruluşunun ardından ABD’nin ve ABD’li sendikacıların tutum saptamakta bir tereddüt yaşadığı gözlenmektedir. Lovestone ve Kirsch DİSK’e karşı kesin tutum alınmasını savunurken Millen’in DİSK ile ilişkileri sürdürmekten yana olduğu gözlenmektedir (Çelik, 2010).

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi 1973-1976 dönemin de ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasındaki yazışmalarda çalışma hayatı ve sendikacılıkla ilgili yazışmalar oldukça farklı konuları kapsamaktadır. İşçi eylemleri, grev, yürüyüş ve direnişlerle ilgili yazışmalar, sendikalar ve sendika-siyaset ilişkisine dair yazışmalar, sendikaların uluslararası ilişkileri ve sendikacılara ilişkin kişisel değerlendirmeler ve yazışmalar diplomatik yazışmalarda yer alan belli başlı konulardır.

Grevler ve İşçi Eylemlerine İlişkin Yazışmalar

12 Mart döneminden çıkışla birlikte işçi hareketinde de yeniden bir kıpırdanma yaşanmaya başlamıştır. ABD diplomatik yazışmalarında tek tek işçi eylemleri ve
grevlerle ilgili ayrıntılara ve yorumlara rastlamak mümkündür. Bu yazışmalardan ABD diplomatik misyonunun işçi hareketinin nabzını tuttuğu ve işçi hareketi
açısından kritik öneme sahip konulara hâkim olduğu görülmektedir. Diplomatik misyonun doğrudan ABD çıkarlarıyla ilgili işyeri ve sorunlarla özel olarak ilgilendiği de anlaşılmaktadır. ABD üslerine lojistik destek sağlayan ABD şirketlerinde örgütlü sendikaların faaliyetleri ve buralarda meydana gelen işçi eylemleri dikkatle ve ayrıntılı biçimde takip edilmiştir. 

Türk-İş’in Genel Grevi, İzmir (16 Haziran 1975)

Türk-İş’in İzmir genel grevi diplomatik yazışmalara birkaç kez konu oldu. Bazılarında ayrıntılı bilgilere yer verildi. Türk-İş, Ege bölgesinde özelikle tekstil,
toprak, taş, seramik sektörlerindeki işverenlerin sendikalara yönelik sert tutumlarını ve işten çıkarmaları protesto etmek amacıyla 16 Haziran 1975 günü saat 06.00 ile 14.00 arasında genel grev çağrısı yaptı. Konsolosluk Türk-İş açıklamasına atfen, 4300 işçinin işten çıkartıldığını belirtmektedir. Konsolosluk, genel grev kararının konuşulduğu Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında, kararın sadece söz konusu sorunlarla sınırlanmasının genel grevin başarısını gölgeleyeceği eleştirilerinin dile getirildiği vurgulamaktadır. Bazı sendikacıların genel grevin hedefleri arasında kıdem tazminatı, emekli aylıkları ve memurların grev hakları gibi hedeflerin de yer alması gerektiğini söyledikleri aktarılmaktadır. Örneğin Harb-İş Başkanının konsolosluk yetkililerine böylesi sınırlı hedefleri olan bir genel greve Amerikan işyerlerinden katılımın sınırlı olacağını anlattığı bildirilmektedir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, Belge No: 04541). Konsolosluk mesajında yer alan yorumda Başbakan Demirel’in Adalet Partisine yakın bazı muhafazakâr sendikacılar ile bazı sosyal demokrat sendika liderlerinin bölgesel genel greve katılım konusunda gönülsüz olduğunu ve greve zayıf katılımın Türk-İş Başkanı Tunç’u mahcup edebileceği belirtilmektedir. Yazıda genel grevin amacı konusunda ilginç bir saptamaya da yer verilmektedir. Tunç’un, Türk-İş’in işverenler ve hükümetle yakın ilişki içinde algılanıyor olmaktan rahatsız olduğunu göstermek ihtiyacı hissettiği belirtilmekte dir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, Belge No: 04541). Bu ayrıntılar ABD diplomatik misyonunun Türkiye işçi hareketinin iç sorunlarına detaylarıyla vakıf olduğu göstermektedir.

İzmir ABD Konsolosluğu genel grev sonrası mesajında Türk-İş’in 8 saatlik genel grev çağrısının küçük bir kaç olay dışında tamamlandığı grevin saat 06:00 ile
14:00 arasında gerçekleştiği, sadece Türk-İş üyesi sendikaların katıldığı ve DİSK üyesi sendikaların katılmadığı belirtilmektedir. Grevin daha çok belediye hizmetleri üzerinde etkili olduğu vurgulanmaktadır (ABD İzmir Konsolosluğundan Ankara Büyükelçiliğine, 16 Temmuz 1975, Belge No: 00126). Türk-İş’in bir başka genel grev girişimi ise Senato Başkanı seçilememesi nedeniyle 24 Kasım 1975 tarihinde yapmayı planladığı genel grevdir. Ancak siyasi liderlerin senato başkanı seçileceği yolunda güvence vermeleri üzerine genel grev Türk-İş Başkanı Halil Tunç tarafından ertelenmiştir. Konuyla ilgili Ankara Büyükelçiliğin den ABD Dışişleri Bakanlığına gönderilen ve Türk-İş kaynaklarına dayandırılan değerlendirmelerde Tunç’un bu kararının Türk-İş içindeki daha aktif sosyal demokratlardan bazılarını hayal kırıklığına uğrattığı vurgulanmaktadır (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Aralık 1975, Belge
Numarası 0986). 

YAZIYA ARA VERMEK ZORUNDA KALDIM SABIRINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER EDERİM.. 
36 BÖLÜM AŞAGIDA TIKLAYIN VE OKUMAYA DEVAM EDİN..)



...

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 34



TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI  
BÖLÜM 34


KIZILDERE DİRENİŞİ

YER: Tokat, Niksar Kızıldere Köyü
TARİH: 30 Mart 1972


26 Mart 1972 sabaha karşı, kalabalık bir komando birliği, özel görevliler ve polis birlikleri Fatsa'yı kuşattılar. Kuşatmanın amacı THKP-C ve THKO savaşçılarını ele geçirmek ve onların elinde rehin bulunan İngiliz görevlilerini kurtarmaktı...
Deniz’lerin idamı gündemdeydi. Maltepe Cezaevi’nden firar eden Mahir ve yoldaşları, koşullar ne denli ağır olursa olsun, buna tavırsız kalamazlardı.
12 Mart cuntasının terörü hüküm sürüyordu. THKP-C Mahir'in içeri düşmesinden sonra bir de içten sağ sapmanın ihanetiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama savaş durdurulamazdı. Türkiye halklarına karşı sorumlulukları için, Türkiye devriminin yolunun aydınlatılmaya devam edilmesi için, devrimci dostluk ve dayanışma için... savaşı sürdürmeliydiler.
26 Mart'ta Ünye'de NATO üssünde görevli 3 İngiliz teknisyeni THKP-C ve THKO savaşçıları tarafından rehin alındı. İngiliz teknisyenlerinin kaçırıldığı binaya bırakılan bildiride "48 saat içinde infazların durdurulduğunun radyodan açıklanması, aksi taktirde İngiliz ajanlarının cezalandırılacağı" belirtildi.
İngilizlerin bulunduğu binada 12 kişi enterne edilmiş, ancak bunlardan sadece üçü rehin alınmıştı. Geride kalanlar, bağlanarak hareketsiz hale getirildi ve Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz, Kızıldere köyüne doğru İngilizlerin aracıyla yola çıktılar.
Soğuk ve rüzgarlı bir havada gün ağarırken köye ulaştılar.
Takvimler 27 Mart 1972'yi gösteriyordu. Yanlarındaki rehinelerle birlikte, Kızıldere köyü muhtarının evine ulaştılar.
27 Mart 1972 sabahı İngiliz görevlilerin evine bir başka görevlinin gelmesiyle, eylem polis tarafından öğrenilmiş oldu. Bütün askeri birlikler seferber edildi. Bölgede uçaklar ve helikopterlerle keşif uçuşlarına başlandı.
Fatsa'dan Niksar'a uzanan hat üzerinde yoğun bir gözaltı operasyonu başlatıldı. Bütün belirtilerin Kızıldere köyü civarını işaret etmesi üzerine 30 Mart 1972 sabah 05.00’de bilgi edinmek için köy muhtarının evine gelen jandarmalara muhtar önceden hazırladığı ihbar mektubunu vererek arananların evinde kaldığını bildirdi.
Kuşatma bir ihbarla tamamlanmıştı.
Evin ve köyün etrafı tümüyle sarıldı.
Evde, THKP-C üyeleri Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy ve Ertuğrul Kürkçü ile THKO üyeleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna vardı.
Kısa bir durum değerlendirmesi yaptılar. Kararları açık, kısa ve kesindi:
Teslim olmayacaklardı. Taleplerine olumlu karşılık verilmez ve üzerlerine ateş açılırsa İngiliz rehineleri, bıraktıkları ültimatomda belirttikleri gibi cezalandıracaklardı: ve sonuna kadar çarpışacaklardı.
Sonunda ölüm de olsa kararları buydu.
Evin giriş ve çıkışlarını un çuvallarıyla, dolaplarla tahkim ederek, evin çatısında delikler açarak çevreyi gözetlemeye başladılar.

Düşman “Teslim ol” çağrıları yapıyordu. Cevapları aynıydı.

Öğleden sonra saat 14.00 sıralarında İngilizlerin kendilerine çatıdan gösterilmesi ve kendileriyle konuşturulmasını isteyen çevreyi kuşatmış binlerce asker ve polisten oluşan birliklere İngilizleri gösterip konuşturdular.
Kısa bir süre sonra görüşmek için çatıya çıkan Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve Saffet Alp görüşmek üzere beklerken, ansızın üzerlerine önce tek tek, daha sonra çevredeki makineli tüfek yuvalarından yaylım ateşi açıldı.
Vakit ikindi üzeridir.
Düşman ele geçirdiği önderliği imha etmek istemektedir.

Yaylım ateşi sürdürülür.

O ilk anda, bir yiğit vurulur başından. O yiğit Mahir Çayan'dır.
Türkiye Devriminin Yolunun netleştirilmesinde, THKP-C'nin kuruluşunda, Cephe'nin askeri eylemlerinde olduğu gibi, ölüme de en önde gitmişti işte.
Kızıldere'nin ilk şehidiydi o. Yoldaşları direnişi sürdürdüler. Önderleri vurulmuştu. Asla teslim olmayı düşünmediler. Mahir'in vurulmasının ardından daha önce alınan karar uyarınca İngilizleri cezalandırdılar. Düşman havan toplarıyla dövüyordu kuşatıldıkları üssü. Kerpiç’ten yapılma evde makinalı tüfek mermileri duvarları delik deşik etmişti. Ömer Ayna gözünden vuruldu. Cihan Alptekin karnından yaralandı. Düşman yeni bir manevrayla bir süre sonra ateş keserek yeniden "teslim olun" çağrısı yaptı.
Şehitleri ve yaralılarıyla savaşın ortasındaydılar onlar. Görüşme yapmayı reddettiler. Evin sahanlığında toplanarak eve yapılacak yeni saldırıyı topluca karşılamak üzere el bombalarını hazırlayarak beklemeye başladılar.
Uzaktan tüfek bombaları ve roketatarlarla yapılan yeni saldırıda, topluca bulunulan sahanlığın bir bölümü isabet aldı. Bu patlamada THKP-C ve THKO savaşçılarından bazıları daha şehit düştü.
Evden gelen silah atışlarının kesilmesi üzerine tarama atışları yaparak eve giren düşman güçleri can çekişmekte olan Saffet Alp’i kurşuna dizdiler.
Kızıldere'de güneş, on devrimcinin cesetleri üzerinde batıyordu bu kez. Samanlığa geçip saklanan Ertuğrul Kürkçü dışında savaşçıların hepsi, şehit düşmüştü.Kızıldere kan akıyordu şimdi. Kızıldere devrime akıyordu. Gürül gürül bir akıştı bu.
Akışı durdurduğunu sananlar çok değil, yalnızca birkaç yıl sonra "Kızıldere Manifestosu Yolunda İleri" diye, "Yolumuz Çayanların Yoludur" diye yürüyen öfkeli, coşkulu gençliğin karşısında yanıldıklarını anlayacaklardı. Kızıldere son değildi...Savaş sürüyordu ve sürecekti!

(Yukarıdaki anlatım, Halk İçin Kurtuluş dergisinin 22.03.1997 tarihli 22. sayısında yayınlandı)

***

12 Mart Süreci ve Kızıldere

“BÜYÜK FİRAR”... 1 Aralık 1971 tarihli gazeteler böyle yazıyordu. Başlığın hemen altında ise “Çayan, Alptekin, Bardakçı, Ayna ve Yılmaz kaçtılar” satırları okunuyordu.
Maltepe firarı, devrimci mücadelede yeni bir adımdı, özgür tutsaklığın ilk önemli halkalarından biriydi. Gerek THKP-C’liler, gerekse de THKO’lular tutsak düştükleri andan itibaren firarı düşünmeye başladılar. Silahlı devrim cephesinin, revizyonist, reformist gelenekten kopuşunun hapishaneler cephesindeki yansımalarından birini de firarın bir görev ve meşru bir hak olarak görülmesi oluşturuyordu. 
Maltepe firarının bir diğer önemli özelliği, THKO ve THKP-C’lilerin eylem birliğiyle gerçekleştirilmiş olmasıydı. Bu birlikteliğin herhangi bir protokolu falan yoktu, ama örneğin THKO’lular daha baştan, firar denemesi için Mahir’in de Maltepe hapishanesine getirilmesi gerektiğini söyleyebilecek bir birlik anlayışına sahiptiler.
Firar tünel aracılığıyla gerçekleştirilecekti. Tutsaklar tüneli ortaklaşa kazdılar. Ve nihayet 29 Kasım akşamı son hazırlıklar tamamlandı. Tünele ilk önce Cihan alptekin girerek çıkış deliğini patlattı. Ardından Mahir Çayan, Ömer Ayna, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz çıktılar.
Oligarşinin duvarları onları içeride tutmaya yetmemişti.

SAĞ SAPMA VE İHANET

Savaş kaldığı yerden sürdürülecekti. Ancak Mahir’lerin dışarı çıktığı bu süreçte savaşın sürdürülmesinin önündeki en büyük engel, THKP içinde ortaya çıkan sağ sapmaydı.
Mahir firardan sonra, sağ sapmayla ideolojik hesaplaşmanın sürdüğü bu süreçte Kesintisiz’lerin yazımını da sürdürür. Kesintisiz Devrim broşürü esas olarak oldukça önceden üç bölüm olarak tasarlanmış, ilk bölümü de daha önce yazılarak Kurtuluş Dergisi’nde yayınlanmıştır. Kesintisiz Devrim-I olarak adlandırılan bu ilk bölümün girişinde hem Kesintisiz’lerin bütününün içeriği, hem de THKP-C’nin teoriye, ideolojiye yaklaşımının ana hatları vardır
Oligarşinin ağır baskı ve takip koşulları devam ediyordu. Parti önder ve kadrolarının katıldığı toplantılarda durum değerlendirilerek, 12 Mart cuntasına karşı silahlı savaşın sürdürülmesi kararı alınır. Birleşik devrimci savaş anlayışı çerçevesinde çeşitli planlar yapıldı.
72’nin Ocak-Şubat aylarında gerek Ankara’da gerekse de İstanbul’da son derece yoğun bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan tasfiyeciliğin yolaçtığı ideolojik tahribat gideriliyor, bozulan, dağılan örgütsel yapılar, bu defa pek çok kadro tutsak düştüğünden daha azıyla yeniden oluşturulmaya çalışılıyor, ve diğer yandan da silahlı savaşı sürdürebilmenin koşullarının yaratılması hedefleniyordu.
İşte bu süreçte THKP-C önemli bir kayba daha uğradı. Sürmekte olan operasyonlar sonucu, Ulaş ve Yılmaz’ın Levent semtinde kaldıkları yer tesbit edilerek kuşatıldı. Ulaş ve Yılmaz, düşmanın kuşatmasına ve ateşine, ateşle karşılık verirler ve çatışarak kuşatmayı yararlar.
13 Şubat’taki bu kuşatmadan kurtulmayı başarmışlardır ama çatışmadan sonra takip koşulları bozulamaz. Operasyonlar pek çok yeri uzanmış, çeşitli olanaklar kullanılamaz hale gelmiş, daha da önemlisi, ilişkilerin bütünü açısından bir belirsizlik doğmuştur. Bu koşullarda buldukları yerler uzun vadeli olmaz ve 19 Şubat’ta Ziya Yılmaz Fındıkzade’de, Ulaş Bardakçı ise Arnavutköy’de kaldıkları evde kuşatılırlar. Ziya Yılmaz yaralı olarak ele geçirilir. Ulaş, kuşatılan evde kaldığının tesbit edildiği anda ateş açar. Çatışma yarım saate yakın sürer ve Ulaş Parti-Cephe savaşçılarının kuşatıldıklarında “teslim olmama”, “çatışma” geleneğini pekiştiren bir direniş sonucu şehit düşer. 12 Mart tüm terörüyle halkın ve devrimci örgütlerin üzerine yönelmişti. Kurulan Erim Hükümeti "Balyoz Harekatı" adını verdiği operasyonlarla halkı teslim almaya, Atatürkçü maskesiyle de küçük-burjuva kesimleri kendine yedeklemeye çalışıyordu. Devrimci örgütler açısından iki tercih vardı, ya teslim olunacak, ya da savaşılacaktı. THKP-C'nin tercihi tereddütsüz ikincisiydi.

DENİZLERİN İDAMININ ENGELLENMESİ

Gerek hapishanedeyken, gerekse de firardan sonra, Mahir’lerin düşüncelerinin bir yanını da hep Deniz’lerin idamının engellenmesi oluşturur. THKO önder kadroları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’a verilen idam cezalarının Meclis’te aonaylanması an meselesidir ve THKP-C, THKO önderlerinin idamına karşı mücadeleyi “Türkiye devriminin prestiji” meselesi olarak görür.
Maltepe’den THKP-C’lilerle birlikte firar eden THKO önder kadroları Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da Deniz’ler için bir eylem düşünüyor, çeşitli planlar yapıyorlardı. Ancak operasyonlar sonucu THKO’luların olanakları son derece sınırlıydı.
Bu süreçte bir elçinin kaçırılması, parlamento içinde bir milletvekilinin kaçırılması gibi çok çeşitli alternatifler üzerinde duruldu. Tüm bu tartışmaların, çabanın odağında devrimci dayanışmanın, devrimci dostluğun, fedakarlığın görkemi vardı:
“Mahir en son anda şu şekilde bir plan teklif etti. Buna göre, herhangi bir elçiliğe Mahir, Cihan ve Ömer Ayna bir intihar dalışı yapacak, elçinin hayatı karşılığında kendilerinin de teslim olması kaydıyla Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamlarının engellenmesini isteyeceklerdi...” 
 Ancak bu planlardan hiç biri gerçekleştirilemez. Bu hazırlıklar sürdürülürken, İstanbul’da Ulaş, Ankara’da Koray Doğan katledilir, tutuklamalar birbirini izler. Bu koşullarda yapılacak bir eylemin örgütlenmenin darbelerden en az etkilenen kesimi olan Karadeniz’e kaydırılmasına karar verilir. Bu arada Karadeniz’deki THKP-C’lilerden Ünye’de bulunan Nato üssüne yönelik bir eylem yapılabileceği önerisinin de gelmesiyle hemen doğrudan Karadeniz’e geçilmesi gündeme gelir. 17 Mart’ta Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ve bazı THKP-C’liler makarna yüklü bir kamyonda Karadeniz’e doğru yola çıkarlar.

KIZILDERE

Mahir ve beraberindekiler Ünye taraflarında bir köye yerleşirler. Hemen Ünye Nato üssünde görevli İngilizlerin oturduğu evin çevresinde istihbarat yapılarak önceden varolan bilgiler kesinleştirilir ve eylem aşamasına geçilir. 26 Mart’ta İngilizlerin kaldıkları evdeki 12 kişi etkisizleştirilerek 3 İngiliz ajanı rehin alınır.
Mahir’in de aralarında bulunduğu gerillalar 3 rehineyle birlikte evden ayrılıp Tokat’ın Niksar ilçesine doğru yönelirler. İngilizlerin kaldığı evden ayrılmadan önce eve eylemle ilgili 25 Mart 1972 tarihini taşıyan bir bildiri bırakılır:
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine!
(...) 1972’nin Türkiye’sinde tek bir yurtseverin, öncü savaşçısının oligarşinin ipiyle hayatına son verilmek istenirse, bu İngiliz ajanları da halkın devrimci öncülerinin, yani bizlerin kurşunlarıyla yok olacaklardır.
Dünya halklarının baş düşmanı Anglo-Amerikan Emperyalizminin askeri örgütü olan NATO’da görevli bu İngiliz ajanlarının hayatlarına karşılık şartlarımız açıktır:

1. İnfazlar derhal durdurulacak,
2. Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.
3. En çok 48 (kırksekiz) saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde, kesin olarak bu İngiliz ajanları kurşuna dizilecektir. Bu oligarşinin zulmüne, hainliğine, gaddarlığına, kan emiciliğine karşı bizlerin bir ihtarıdır.
İnfazlar yerine getirilirse şu iyi bilinsin ki, ihtilalci misilleme sadece bu NATO ajanlarının yok edilmesiyle bitmeyecektir. Bu sadece başlangıç ve ilk ihtardır. (...)” (Mahir, Turan Feyizoğlu, s.528)
Kaçırma eylemi üzerine hemen tüm ülke çapında yoğun operasyonlar başlatılır. Karadeniz’e askeri yığınak yapılır. MİT ve polis en seçme uzmanlarını bölgeye gönderir.
Bu arada İngiliz Hükümeti de, üç İngiliz teknisyenin hayatlarını kurtarmak için Türk hükümetinin eylemcilere taviz vermemesini ister. Ankara Sıkıyönetim ve İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Semih Sancar tarafından yayınlanan bir bildiride de, can ve mal güvenlikleri Türk milletine emanet edilmiş bulunan İngilizlerin yakalanmasına yardımcı olacak yurttaşlara yüz bin liraya kadar mükafat verileceği belirtilir.
Gerillalar, yolda rehinelerle birlikte 10 kişiydiler. 27 Mart’ın ilk saatlerinde Kızıldere köyüne ulaşarak köy muhtarının evine gittiler. Rehineleri burada tutacaklardı.
30 Mart’ta sabah saatlerinde nöbetçi gerillalar muhtarın evine doğru jandarmaların yaklaştığını gördüler. Gerillalar Muhtar ve ailesi evden çıkararak kuşatılma ve çatışma ihtimaline karşı hazırlık yaptılar. Bir süre sonra da komando birlikleri köyün çevresini sardılar. Sabah saat altı sıralarında kuşatılmışlardı; “teslim ol” çağrıları yapılmaya başlandı.

“BİZ BURAYA DÖNMEYE DEĞİL, ÖLMEYE GELDİK!”

THKP-C ve THKO gerillaları, “Teslim ol” çağrılarına Mahir’in işte bu tarihsel sözüyle cevap verdiler.
Düşman ateş etmeye başladığında da asla düşünmediler teslim olmayı. Ateşe ateşle karşılık verdiler. Düşman ateşi altında ilk Mahir şehit düştü. Gerillalar önderlerinin şehit düşmesi karşısında en ufak bir kararsızlığa kapılmadan çatışmayı sürdürdüler. Düşman koşulları yerine getirmemişti; bu nedenle İngiliz ajanlar da cezalandırıldı.
Çatışma sona erdiğinde 8 THKP-C ve iki THKO gerillası şehit düşmüştü. Şehit düşmüşler ama Kızıldere’de bir destan yazmışlardı. Bu destan işte o günden sonra Türkiye Devriminin Manifestosu oldu. 74’ten sonra THKP-C’nin mirasına sahip çıkanlar, savaşı “Kızıldere Manifestosu Yolunda İleri” sloganıyla sürdüreceklerdi.

(Yukarıdaki Kızıldere anlatımı, 28 Mart 1998 tarihli Kurtuluş dergisinin 74. Sayısında yayınlanan “THKP-C’den DHKP-C’ye” adlı dizinin 2. Bölümünden alınmıştır.) 

***

MAHİR ÇAYAN HÜSEYİN CEVAHİR  ULAŞ BARDAKÇI

Türkiye devriminin yolunu netleştiren,

Onlarca yıllık revizyonist, reformist gelenekleri yıkıp,
Bu yolda cesaretle öne atılmakta tereddüt etmeyen önderlerimiz!
Önce bildirelim ki, açtığınız yolda binlerce savaşçıyız. Bu yolda yüzbinlerce Cepheliyiz.
Savaşımız düşmanın kurşun yağmurları altında, ama asla ilerleyişini durdurmadan sürüyor.
Düşmanın kurşunları, sizin yolunuzdan yürüyenlere yağarken, zehirli okları siz şehit düştükten sonra da üzerinize yağmaya devam etti. 
Ama yalnız o kadar değildi. Siz sağken yanıbaşınızda olanlar, öyle görünenler, onlar da katledilmenizden sonra korkunun iğrenç bataklığına 
gömülüp oradan sizi zehirli oklarıyla vurmaya çalıştılar. Daha siz şehit düşeli bir iki yıl olmuştu.
Biz gençtik o zaman. Tecrübesizdik. Ama nereden, ne adına olursa olsun, size yollanan tüm okların önüne geçtik. Zorlanmadık  değil, zorlandık. 
Ama size inanıyorduk. Halka inanıyorduk. Kendimize güveniyorduk. Ve daha önemlisi, vasiyetinizi doğru anladığımızdan emindik.
Partili savaşmak, Cepheyle iktidara yürümekti bizden istediğiniz. Görevimiz Parti-Cephe'yi yeniden yaratmaktı.
Yıllarca bunun için uğraştık. Yendik yenildik. Ama size layık olduk. 
Partili, Cepheli iktidar savaşınız sürüyor.
Ve and olsun, iktidarı fethedene kadar da sürecek.
Gençlerimizin dilindesiniz. Yaşlılarımızın dilindesiniz. Bilesiniz ki, her mitingte, her eylemde, adı en çok anılansınız. "Mahir Hüseyin Ulaş, Kurtuluşa 
Kadar Savaş" şiarı dillerimizden düşmüyor. Açtığınız yolda ilerliyoruz.
Andolsun, kurucusu, önderi olduğunuz Parti-Cephe'yle zaferi kazanacağız.

**

Kızıldere'de ÖLEN  THKO'luların Özçgeçmişleri:

CİHAN ALPTEKİN

1947-Rize-Ardeşen doğumludur. THKO yöneticilerindendir. Siper yoldaşlığına yeni bir halka ekleyerek Kızıldere'de düşenlerdendir.
CİHAN ALPTEKİN; THKO yönetici kadrolarındandır. THKO önderleri Deniz, Yusuf ve İnan’ın idamlarını engellemek için Maltepe Hapishanesi’nden 
firardan itibaren THKP-C’yle birlikte oldu. Kızıldere’de siper yoldaşlığının tarihi bu birliktelikle yazıldı.
1947 Rize-Ardeşen doğumludur. İstanbul’da mücadele içinde öne çıktı. 1968 Kasımındaki bağımsızlık yürüyüşünde, Hüseyin Cevahir’le, 
Deniz Gezmiş’le omuz omuzadır. Bir dönem TDGF istanbul Bölge Yürütme Kurulu üyeliği yaptı. 1969 Temmuzunda, THKO’yu oluşturacak gençlik 
önderleriyle birlikte Filistin kamplarına gider. Ayrışmalarda tercihini silahlı kurtuluş savaşından yana koyarak THKO içinde yer almıştır.

ÖMER AYNA

1952 yılı Diyarbakır-Dicle ilçesi, Bağlarbaşı mahallesi doğumludur. THKO'ludur.
Ömer AYNA; Kızıldere’deki siper yoldaşlığına THKO cephesinden katılan ikinci savaşçıdır. 1952, Diyarbakır-Dicle ilçesi doğumludur. 1960’ların 
gelişen mücadelesi içinde tercihini silahlı savaştan yana yapmıştır. Ne tutsaklık, ne 12 Mart faşizmi onu bundan alıkoyamamıştır.
Maltepe firarından sonra, İstanbul ve Ankara duvarlarını dolduran Sıkıyönetim Komutanlığı’nın “Aranıyor” afişleri üzerinde Mahir Çayan, 
Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin’le birlikte onun da resimleri vardır. Ama o böylesi koşullarda da silahlı eylem örgütleme çalışmaları 
içindedir.
Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, İstanbul Maltepe hapishanesinden firar ettikten sonra Ankara’ya geçişlerini, Kızıldere’de de birlikte olacakları 
Ertan Saruhan’la birlikte yaptılar. Kapağı çakılarak kapatılmış iki ayrı sandığın içinde yaptılar bu yolculuğu. 14 Ocak’ta Cihan ve Ömer’in 
Ankara’ya gidişinin ardından, Mahir Çayan da aynı yöntemle Ankara’ya geldi ve oradan birlikte Kızıldere’ye yolculukları başladı.

http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/direnisler-html/Kizildere%20Direnisi%2030%20Mart%201972.htm




35 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK..


***

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 33



TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL ÖNCESİ  VE SONRASI  
BÖLÜM 33



Ali Necati Dogan 

12 Eylül Darbesi, Öncesi Olaylar, Gerekçeleri ve Sonuç 

  12 Eylül Darbe si veya İhtilal i, Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale olarak teknik bir tanımla aktarılmaktadır. 27 Mayıs 1960 müdahalesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi olarakta betimlenebilir. 

Fakat *12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe, Türk demokrasisinin hedef olduğu en ağır bunalımlardan biri olarak tarihe geçmiş, tarihe geçmekle kalmayıp Türkiye’nin bugünü ve geleceğinede bir sis bulutu gibi çökmüştür.* *Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı darbe döneminin izleri yıllar boyunca silinmemiş, askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilememiş; düşünmeyen, bilmeyen, araştırmayan ve itaatkar bir insan yapısının oluşumu için her türlü baskı ve sindirme politikası uygulanarak Türkiye’nin geleceğide ipotek altına alınmıştır. * Bu müdahale ile ilk etapta beklendiği gibi 6. Demirel hükümeti ve TBMM feshedilmiş, sendika ve derneklerin faaliyetleri durdurulmuş ve genel sıkıyönetim ilan edilmiştir. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırılmış ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başlamışdır. Asıl sorun ise bu tasarlanan ülke konjektüründe ve tasarlamanın gerçekleştirilmesinde uygulanan şiddetli sindirme politikalarında 
yaşanmaktadır. Ayrıca 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedilmiş, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutulup, ardından yargılanmıştır. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturmuştur. 

*Ülkeyi tüm bu sürece sürükleyen olaylar ve darbeye dair öne sürülen gerekçelerin bazıları aşağıda ele alınmaktadır;
* *-Darbenin öncesi olaylar ve gerekçeleri - * 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında *ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler*, 

TBMM'nin birçok tur ardından *Cumhurbaşkanı'nı Seçememesi* ve 6 Eylül günü Konya'da Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi**gibi 12 Eylül tarihine ait somut olaylar gösterilmiştir. 

  _ Daha uzun vadede ise 1980 öncesi gerçekleşen bazı siyasi cinayetler şunlardır; 

1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi Teşvikiye'de, 
10 Eylül'de TKP Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, 
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 
19 Eylül'de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet'te, 
28 Eylül'de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, 
19 Kasım'da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İhsan Darendelioğlu İstanbul Beyazıt'ta, 
20 Kasım'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi'nde, 
3 Aralık 1979'da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Çoşkuner İzmir Agora semtinde, 
7 Aralık'ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim  üyelerinden Cavit Orhan Tütüngil İstanbul Levent'te, 
11 Nisan 1980'de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 
27 Mayıs'ta Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara'da, 
24 Haziran'da Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok*evinde eşi ve kızıyla birlikte*, 
15 Temmuz’da Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli'deki işyerinde, 
19 Temmuz'da Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul'da Dragos Deniz Kulübü'nden çıkarken, 
22 Temmuz'da Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler**İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür. İstanbul 
Ayrıca 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen *dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı ile işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları* ise ekonomik bazı gerekçeleri oluşturmaktadır. Tüm bu sorunların üzerine; *ekonomik olarak yaşayan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacalığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin 
düşürülmesi, serbest döviz kuru* gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel Turgut Özal'ı başbakanlık *
müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma tarihe 24 Ocak kararları olarak geçmiştir. Ülke her türlü bölünmüş, hiçbir yapılanma birlik oluşturamamaktadır. Bu bölünmüş yapıların birbirleri ile çatışmasının önüne geçilememiştir. Ülkede huzuru ve güvenliği sağlamakla görevli Emniyet Teşkilatı bile mensupları arasında kurulmuş olan Pol-Bir**ve Pol-Der dernekleri diye ikiye bölünmüştür. 
Ayrıca Emniyetle ilgili olarak huzuru ve güvenliği sağlamakla görevli bu teşkilatın yaşanılan birçok olayla ilgili olduğu gayet açık bir şekilde bilinmektedir. Tüm bu kargaşa ve bölünmüş yapı içerisinde Sağ ve sol siyasi hareketin önde gelen temsilcileri ve tanınmış birçok kişi sağ ve sol gruplara mensup militanlar tarafından öldürülmüş, darbe öncesinde *siyasi cinayetlerin sayısı ise her gün ortalama 30'a ulaşmıştır*. 
Böyle bir durumda gelen *askeri darbe önce her kesim tarafından kargaşaya son vereceği, ölümleri sonlandırcağı için olumlu karşılanmış fakat süreç hiçte beklenildiği gibi gerçekleşmemiş şiddet ve kargaşanın devamı tek yönlü olarak askeri yönetim tarafından devam ettirilmiştir. 

* Ayrıca *NATO* güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından endişe ile gözleniyor ve 1979 yılında meydana gelen *İran İslam Devrimi*, ardından aynı yıl içinde *Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi* üzerine Türkiye'nin önemi ABD politikaları için vazgeçilmez bir hal alıyordu. Bu durumda *ABD’nin Türk politikasına ve yönetimine yön verme çabaları yeni bir başlangıcı zorunlu kılıyordu*. ABD yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a 
"Bizim Çocuklar işi bitirdi" anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da tartışmalara açtı. İlk kez Mehmet Ali Birand'ın 12 Eylül 04.00 adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın your boys have done it senin çocuklar işi bitirdi - anlamındaki konuşması*, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü* konusunda tartışmalara neden olmuştur. 

Paul Henze 2003 yılında Zaman Gazetesi'ne verdiği demeçte sözlerinin Mehmet Ali Birand'ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 2007'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır. Sürecin bir diğer önemli olayı ise Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ve Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu fakat seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü *yeni Cumhurbaşkanı seçilemedi*. 

CHP'nin adayı eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Muhsin Batur, MC Partilerinin(AP, MHP, MHP)adayı ise eski 1.Ordu Komutanı emekli Orgeneral Faik Türün'dü. Seçimlerde CHP adayı Muhsin Batur en fazla oyu almasına rağmen salt çoğunluk sağlanamadığı için cumhurbaşkanı seçilememiştir. Bu durumsa ülkeyi daha kötü günlere sürüklemiştir. Sürece etki eden olaylardan seçilen bazı örneklerden bir diğeri ise Fatsa olayı olarak aktarılabilir. 14 Ekim 1979'de yapılan ara seçimler sonrası Dev-Genç'e yakınlığı ile bilinen bağımsız aday Fikri Sönmez Fatsa Belediye Başkanı olmuştur. Belediye direniş ve halk komiteleri şeklinde örgütlenmişti ve bu durum mevcut iktidar ve ordu tarfından hiç tasvip edilmemişti. Neticede 8 Temmuz 1980'de askeri birlikler Fatsa ilçesine gönderilmiş ve 9 Temmuz 1980 tarihinde Kenan Evren ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa'ya gitmiştir. Bakanlar Kurulu tarafından, «Küçük Terör Odaklarında» baskınlar yapılmasına ilişkin kararla 11 Temmuz sabah erken saatlerinde asker ve *Polis " Nokta operasyonu" *Düzenlenmiş ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alınmıştır ve bunlardan 250 kişi 15 Temmuz'da serbest bırakılmıştır. 12 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçede kaymakamda görevinden alınmışdır. DİSK genel başkanı ise Demirel'i Çorum'u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla suçlamış ve neticede Sönmez 18 Temmuz'da tutuklanmış, 12 Eylül'den sonraki süreçte ise cezaevinde ölmüştür. Kenan Evren bu ve benzeri olaylar için takındığı tavırlarla aslında 12 Eylül sonrası sürece dair önemli ipuçları vermiş, adeta yarınların ayak seslerini o günki kararları ile belli etmiştir. Kenan Evren 25 Ekim 1982'de Trabzon gezisi sırasında yaptığı bir konuşmada bu olayla ilgili şu sözleri dile getirmiştir: “Ve yine biliyorduk ki, Fatsa kurtarılmış bir kasaba idi. Oralarda Devletin kanunları işlemiyordu. 

Buralarda vatandaşlar sorunlarını, Devletin ilgili makamlarına değil, mahalle komitelerine bildirmekte ve şikayetleri kendilerinin taktıkları isimle buralardaki (Halk Mahkemelerinde) neticelendirilmekte ve hatta bu halk mahkemelerinde ölüm cezaları dahi verilmekte ve bu cezalar sokak ortasında herkesin gözü önünde kurşunlanarak icra edilmekteydi. Böyle sokak ortasında, bu mahkeme kararlarının yerine getirildiği zamanları da biliyoruz.” Süreç içerisinde yaşanan ve bu yazıda bir paragrafla geçilmesi haksızlık olacak olan *Maraş Olayları*, *Çorum Olayları, 1 Mayıs 1977* olayları ve benzeri birçok olay darbenin oluşumuna dair bir altyapı hazırlamış; sosyal, siyasal ve ekonomik olarak yaşanılan istikrarsızlık ve kargaşa ortamı neticesinde 12 Eylül Askeri darbesi gerçekleşmiştir. Süreçin kendisi darbenin gerekliliğine dair bir soru işareti 
oluşturmasına rağmen darbe sonrasında *Askeri yönetimin uyguladığı baskı ve sindirme rejimi hiçbir soruya gerek kalmaksızın kabul edilemez *olarak yorumlanmaktadır. *Sürgünler, idamlar, işkenceler, sindirme ve yıldırma politikaları ile geçen yıllar, eğitim ve yönetime dair yapılan değişikliklerle oluşturulan sistem ve askeri yönetimin kurguladığı siyasal, sosyal ve ekonomik yapı memleket üzerinde gerçekleşen her türlü çağdaşlaşma ve ilerleme adımını silerek, toplumsal bir çöküşün altyapısını oluşturmuştur. Darbenin gerekliliği tartışılabilir ama askeri yönetimin yaptıklarının ülkeye uğrattığı zaralar tartışılamaz bir gerçektir. * 

*Ali Necati Doğan* 

http://blog.milliyet.com.tr/alinecatidogan 


***


27 Aralık Muhtırası"nın Hikayesi..
    
Abdullah Muradoğlu

Muhtıra mektubu Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından Başbakan Demirel ve anamuhalefet partisi lideri Ecevit''e elden teslim edilmişti. Korutürk, muhtıra mektubunu diğer muhalefet liderlerinin yanısıra TBMM Başkanı ve Cumhuriyet Senatosu Başkanı''na da göndermişti. ''12 Eylül'' darbesini yargılayan mahkeme, 27 Aralık 1979''da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk''e verilen ''muhtıra mektubu''nun orijinaline henüz ulaşamadı. 27 Aralık Muhtırası 12 Eylül''e giden yolu açmıştı.
14 Ekim 1979''da Senato Üçte Bir Yenileme Seçimleriyle birlikte Meclis''te boşalan milletvekillikleri için 5 ilde ''Ara Seçim'' yapılmıştı. Beş milletvekilliğinin tümünü Adalet Partisi kazanmıştı, Senato seçimlerinde de açık arayla öndeydi.

Seçim yenilgisini CHP Hükümeti için bir ''güvensizlik'' sayan Başbakan Bülent Ecevit istifa kararı almıştı. CHP Hükümeti''nin yerine 13 Kasım''da, MHP ve MSP''nin dışardan desteğiyle Adalet Partisi ''azınlık hükümeti'' kuruldu.

Başbakanlık koltuğuna Süleyman Demirel oturmuştu. Ecevit hükümeti döneminde yaygınlaşan siyasi şiddet olayları tam gaz devam ediyordu.

Cumhurbaşkanı Esseyit Hasan Fahri Korutürk''ün görev süresi Nisan ayında sona eriyordu. Ufukta Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Daha o zamanlarda bile Cumhurbaşkanlığı için Genelkurmay Başkanı Kenan Evren''in adı geçiyordu.

Çiçeği burnunda Hükümet ekonomik krizin yanı sıra terör ve şiddet olaylarını da devralmıştı. Bu yüzden Demirel ''enkaz devraldık'' demişti.

SELİMİYE KIŞLASI''NDA MUHTIRA KARARI

Bir NATO toplantısı için Brüksel''de bulunan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren 13 Aralık''da Ankara yerine İstanbul''a döndü. İstikamet 1. Ordu karargahının bulunduğu ''Selimiye Kışlası''ydı.

Kuvvet komutanları, ordu komutanları ve kolordu komutanları'' Kenan Evren''i bekliyorlardı.Toplantıda hükümete ve muhalefet partilerine muhtıra verilmesi kararı çıktı.

2 Ocak 1980''de gazetelerde Ordunun Cumhurbaşkanı''na ''uyarı mektubu ''verdiği haberi yer almıştı. Aslında altında kuvvet komutanlarının imzası bulunan ''muhtıra mektubu'' 27 Aralık 1979 günü, bizzat Kenan Evren tarafından Çankaya Köşkü''nde Cumhurbaşkanı Korutürk''e verilmişti.

1 sayfalık Muhtıra mektubuna ''Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü '' başlıklı 2 sayfalık bir bildiri eklenmişti. 6 sayfalık ''terörü durdurma hedeflerine varış'' başlıklı metin de cabasıydı.

''İSTERSENİZ İSTİFA EDEYİM''

Cumhurbaşkanı Korutürk''e,TSK''nın görüşleri hayata geçirilmediği takdirde ordunun yönetime müdahele etmek durumunda kalacağı söylenmişti. Oysa TSK, görüşlerini ''Milli Güvenlik Kurulu''nda zaten dile getiriyordu. Cumhurbaşkanı da MGK''nın başkanıydı.

Askerler açısından zarlar atılmıştı, gerisi bahaneydi. Askerler, hükümete hiçbir sivil hükümetin gerçekleştiremeyeceği ağır şartlar öne sürmüşlerdi.

Genelkurmay Başkanı muhtıra mektubunun önce radyoda okutulması yönünde bir eğilim geliştiğini, ancak bundan vazgeçildiğini söylemişti Korutürk''e. Mehmet Ali Birand''ın ''12 Eylül'' başlıklı kitabında yer alan bilgilere göre Cumhurbaşkanı, Evren''e ''Peki ne yapmayı planlıyorsunuz'' diye sormuştu.

Evren, ''Eğer bunlar doğru yolu bulmazsa, Meclis''i feshetmek ve başka bir yöntem denemek gerekebilir. Bizim, bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok'' cevabını vermişti.

Cumhurbaşkanlığı eski Basın Sözcüsü Ali Baransel''in anılarında yer alan bilgilere göre komutanlar Korutürk''e şunları söylemiştiler:

''Bu işler böyle gitmiyor. Siz yaşça ve kıdemce bizden büyüksünüz. Hepimizin komutanısınız. Geniş tecrübe sahibisiniz. Gelin başımıza geçin, Türkiye''yi içine düştüğü badireden kurtaralım.''

Korutürk ise komutanlara bakın nasıl cevap vermiş:

''Askeri rejimle bunların halledilmesi mümkün olmayabilir. Dış kamuoyunun tepkileri Türkiye''yi güç durumda bırakabilir. Yalnızlığa sürüklenebilirsiniz. Ama sizler ihtilal yapmaya kararlıysanız, ben bu işte yokum. İsterseniz şimdi istifa etmeye de hazırım''.

Cumhurbaşkanı Korutürk, Anayasal rejime sahip çıkmak yerine istifa etmeyi düşünmüştü.

ÇANKAYA, MUHTIRA POSTASI

CHP''li İsmail Hakkı Birler''e göre ise Cumhurbaşkanı Korutürk, komutanlardan, görev süresinin dolacağı Nisan 1980''e kadar yönetime müdahale etmemelerini istemişti. Oysa Korutürk, 1973''te Adalet Partisi ve CHP''nin desteğiyle Cumhurbaşkanı seçilmişti.

27 Aralık muhtırası 12 Eylül darbesinin ilk adımıydı. Askerler Cumhurbaşkanı Korutürk''e adeta bir postacı görevi yüklemişlerdi. Korutürk, Başbakan Demirel ve ana muhalefet partisi lideri Ecevit''i Köşk''e çağırarak muhtırayı kucaklarına bırakmıştı.

Demirel de, Ecevit de ''muhtıra mektubu''ndan 2 Ocak günü haberdar olmuşlardı.

Korutürk''ün danışmanı ve basın sözcüsü Ali Baransel''in anılarında yazdığına göre uyarı mektubu çoğaltılarak, Meclis Başkanı Cahit Karakaş''a, Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil''e, Cumhuriyet Senatosu ''Milli Birlik Grup Başkanı Fahri Özdilek''e, Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Grubu Başkanı Zeyyat Baykara''ya gönderilmişti.

Muhtıra''nın birer nüshaları Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş''e, Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan''a, Cumhuriyetçi Güven Partisi lideri Turhan Feyzioğlu ve Demokratik Parti Genel Başkan Vekili Faruk Sükan''a da postalanmıştı.

Maalesef, hükümeti darbe ile tehdit eden uyarı mektubu karşısında Cumhurbaşkanı, iktidar ve muhalefet partileri ortak bir tavır sergileyemediler.

CHP DARBEYİ ÖNLEYEBİLİRDİ

CHP''nin önemli simalarından merhum İsmail Hakkı Birler ''CHP''li yıllar'' başlıklı kitabının ''CHP, CHP olsaydı, darbeyi durdurabilirdi'' bölümünde şöyle diyordu:

''Bana göre 12 Eylül Cuma günü değil, 10 Eylül Çarşamba günü olmuştur. Zira o gün yapılan CHP grup toplantısında sergilenen manzara, CHP''nin artık istemediği şeyleri engelleme gücünün kalmadığını bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Darbecilere adeta yeşil ışık yakılmıştır.''

Birler''i bu kanaate sevkeden gelişmeler, Adalet Partisi ve CHP arasında gerçekleşecek bir ''büyük koa-lisyon'' önerisinin Demirel tarafından kabul görmemesinin yanısıra Adalet Partisi''nin erken seçime gitme öne-risinin de CHP''lilerin çoğunlukta olduğu Anayasa Komisyonu''nda reddedilmesiydi.

CHP''liler bu öneriyi, Cumhurbaşkanı seçilmeden erken seçim kararı almanın Anayasa''ya aykırı olacağı gerekçesiyle kabul etmemişlerdi. Yani, darbe göz göre göre gelmişti.

2 Ocak günü, Cumhurbaşkanı Korutürk ve Demirel ''Muhtıra''yı sineye çekmek yerine, darbe yapmayı kafaya koymuş olanları hesaba çekseydiler Türkiye ''12 Eylül'' felaketini yaşamayacaktı.

Celal Bayar az kalsın kendini öldürecekti!

''12 Mart'' darbesi gerçekleştiğinde Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Cevdet Sunay oturuyordu. Süleyman Demirel Hükümeti''ne verilen askeri muhtıra karşısında Cevdet Sunay, askerlerin tarafında yer almıştı. Oysa Sunay''ın seçilmesinde Demirel''in dahli vardı. ''28 Şubat'' darbesinde'' 12 Mart'' ve ''12 Eylül''ün mağduru olmuş olan Süleyman Demirel oturuyordu. 28 Şubat, 12 Mart''ın kopyası gibiydi. 12 Mart muhtırasının verildiği gün Başbakan Demirel istifa etmiş, yerine ''ara rejim'' hükümeti kurulmuştu. 28 Şubat ise 12 Mart''ın 1 günde yaptığını birkaç aya yaymıştı, fark buydu. 12 Mart''ın balyozu ''sol''un tepesine inmişti. 28 Şubat''ın balyozu ise ''mütedeyyinler''i hedef almıştı. Demirel, 28 Şubat darbesinin Refah-Yol Hükümeti''ni düşürmesine ve mütedeyyin kesimleri ezmesine göz yummuştu. Hatta Demirel''in rolü göz yummadan daha fazlasıydı. 27 Mayıs''a gelince.. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Çankaya Köşkü''nde kendisini tutuklamak isteyen darbecilere direnme cesareti göstermişti. Küçük tabancasına el atarak teslim olmaktansa cuntacılara ateş etmeyi, sonra da intihar etmeyi bile düşünmüştü. Tümgeneral Burhanettin Uluç, Köşk''te karşısında teslim olmak istemeyen bir Bayar görünce ''Millet ve ordu sizi istemiyor. Buna bizi siz mecbur bıraktınız'' diye bağırmış, Bayar da ''Bu işi siz yapamazsınız. Buraya seçilerek geldim'' diyerek karşılık vermişti. Bayar darbeyi önleyememişti ama hiç olmazsa direnmeyi göze almıştı.

Darbecileri mağdur eden darbeciler..

''27 Mayıs'' darbesini yapan ''Milli Birlik Komitesi'' üyeleri 1961 Anayasası''na konulan bir maddeyle dokunulmazlık zırhına büründürülmüşlerdi. Buna göre MBK üyeleri ''Tabii senatörler'' olarak yaşam boyu görev yapabileceklerdi.

Görev süreleri dolan Cumhurbaşkanları da ''Tabii Senatörlük'' niteliği kazanmışlardı. ''12 Mart''ın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve 27 Aralık 1979''da muhtıra mektubunun verildiği dönemde Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk de 1980''e kadar Tabii Senatör olarak görev yapmışlardı.

Cumhurbaşkanlarından sadece Celal Bayar, 1974''de kendisine teklif edilen Tabii Senatörlüğü, ''Ben ömrüm boyunca demokrasi için mücadele ettim. Demokrasilerde tabii senatörlük yoktur'' diyerek reddetmişti.

12 Eylül darbesiyle Meclis''in yanı sıra Senato''nun kapısına kilit vurmuştu. 1982 Anayasası Senato''yu tümden ortadan kaldırmıştı.

Tabii Senatörlük fikrini ortaya atan da CHP olmuştu. Bu fikri Temmuz 1960''da ilk defa kamuoyuna açıklayan Bülent Ecevit idi. Ecevit''e göre darbeciler, Tabii Senatörler olarak ''27 Mayıs rejimi''ni koruyabilirlerdi.

İlkin ''bu bir siyasi rüşvettir'' diyerek karşı çıkan darbeciler bir süre sonra sistemi denetlemek vve kollamak gerekçesiyle öneriyi kabul etmişlerdi. Milli Birlik Komitesi''nden tabii senatör olanlar ''Milli Birlik Grubu'' adıyla görev yaptılar.

1970''lerin sonlarına doğru ''Milli Birlik Grubu'' ile ''CHP'' arasındaki bağlantıyı CHP Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla İsmail Hakkı Birler sağlıyordu. Birler, Milli Birlik Grubu''yla yaptığı toplantıları bir rapor halinde Ecevit''e bildiriyordu.

''12 Mart'' darbesini destekleyen Tabii senatörler, Baas tipi bir rejim kurmak için darbe hazırlığı yapan ''9 Mart cuntası''nın sivil liderlerinden Doğan Avcıoğlu''nun ''Devrim'' gazetesinin yazarları arasındaydılar.

'' Milli Devrim ordusu'' adında bir gizli teşekküle mensup oldukları gerekçesiyle suçlanan bazı Tabii Senatörlerin 12 Mart darbesinden önce dokunulmazlıkları kaldırılmıştı. ''Anayasa Mahkemesi'' kararıyla senatörler dokunulmazlıklarını tekrar kazanmışlardı. 12 Mart''tan sonra dokunulmazlığı kaldırılan Ekrem Acuner''in dokunulmazlığı da aynı şekilde iade edilmişti.

1980 Eylül''ünde ''Senato Milli Birlik Grubu''nda 8 ''tabii senatör'' bulunuyordu. 19 yıldır görevdeydiler. 12 Eylül darbecileri, 27 Mayıs darbecilerinin ''ömür boyu senatörlük'' ödüllerini rafa kaldırmıştı. Mağdur edenler, bu kez kendileri mağdur olmuşlardı.

Kenan Evren''e kutlama telgrafı göndermiş!

Genelkurmay Başkanı Kenan Evren 27 Aralık 1979''da muhtıra mektubunu Cumhurbaşkanı Korutürk''e elden teslim ettiğinde iş başında 35 günlük ''Süleyman Demirel hükümeti'' vardı. Oysa siyaset koridorlarında ''askerler darbe hazırlığı içerisindeler'' söylentisi ''Ecevit hükümeti'' döneminde ayyuka çıkmıştı.

CHP Hükümeti''nde Başbakan Yardımcısı olan Faruk Sükan ordu içerisindeki gelişmelerden bilgi sahibiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1979''da sürpriz bir şekilde görevinden istifa etmişti. Başbakan Ecevit''in Sükan''ı istifa etmemesi yönündeki ısrarlı girişimleri sonuç vermemişti. Sükan, Ecevit''e şöyle demişti:

''Arkadaşlarımla, Demokratik Parti''nin ileri gelenleriyle konuştum. Onlar bir askeri darbenin hazırlandığını bildiklerini açık bir şekilde anlattılar ve partili olarak benim de bu dönemde sorumluluk mevkiinde bulunmamı istemediklerini belirttiler.''

Sükan''ın bu sözleri karşısında irkilen Ecevit ise şu şekilde karşılık vermişti:

''Söyledikleriniz çok vahim. Ben derhal Cumhurbaşkanı''na gider ve bu söylediklerinizi naklederim. Böyle bir şey varsa, onun bilmesi gerekir.

Sükan, ''Nasıl isterseniz'' diyerek karşılık vermişti.

Ecevit dediğini yapmış, hemen özel bir uçakla İstanbul''a hareket etmişti. İstanbul''da Florya''da bulunan Cumhurbaşkanı Korutürk''ü ziyaret ederek Sükan''dan duyduklarını nakletmişti. Cumhurbaşkanı, ''kesinlikle böyle bir şey bilmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki, eğer bir darbe olursa ben buna karşı vaziyet alırım'' demişti. Ecevit, rahatlamıştı.

27 Mayıs''ı ve 12 Mart''ı görmüş, deneyimli bir siyasetçi olan Ecevit''in rahatlaması için ciddi bir sebep yoktu. Askerlerle iyi ilişkileri olan Sükan''ın istifası aslında herşeyi anlatıyordu.

''Darbe olursa buna karşı vaziyet alırım'' diyen Korutürk 13 Eylül 1980 günü Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren Paşa''ya bir telgraf göndererek kutlamıştı.

CHP şimdi 12 Eylül davasına müdahil olarak katılma kararı aldı. İlginç bir tesadüf, Korutürk''ün oğlu Osman Korutürk şimdi CHP milletvekili.

http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/27-aralik-muhtirasinin-hikayesi-31963?mobil=true

Abdullah Muradoğlu KİMDİR;
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi "Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi" bölümü mezunu. 15 yıldan uzun zamandır basın 
camiasının içinde yer aldı. 1997 yılından bu yana Yeni Şafak Gazetesi Haber Merkezi'nde özel haberler, dizi yazıları, araştırma yazıları, 
röportajlar, tarih sayfaları ve köşe yazıları yazdı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti  2004 Türkiye Gazetecilik Başarı Ödülleri Röportaj Dalı'nda ödüle 
layık görüldü. Biyografi alanında dört kitap yayınladı. Sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevler üstlendi. 

http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/yazar-hakkinda


...

  _ ÖZEL NOTUM;

1952 DOĞUMLUYUM.. 1959 DAN İTİBAREN ÇOCUKLUĞUM.., GENÇLİĞİM VE BUGÜNLERİM.., YUKARIDAKİ OLAYLARI  HER TÜRK VATANDAŞI GİBİ BENDE YAŞADIM.., 

OLAYLARIN AKIŞI SONUCU HER  DÖNEM TÜRK HALKI VE  GENÇLİĞİ ZARARLI ÇIKTI..

DÜNYANIN GELİŞMİŞ ÜLKLELERİNDE SİYASİLER  BİR DÖNEM GÖREVİNİ  TAM MANASIYLA 4X4 İFA EDER VE  GÖREVİ BİR SONRAKİNE
DEVİR EDER.. VE KÖŞESİNE ÇEKİLİR DANIŞILIRSA FİKİR BEYAN EDER..
BİZDE SİYASET  SANKİ SANAT 50 YILDIR AYNI SİYASİLER İŞ BAŞINDA ( PARTİ ADI DEĞİŞİR  SİYASETÇİNİN ADI DEĞİŞMEZ )
ÖMÜR BOYUDA..EMEKLİLİĞİN KEYFİNİ ÇIKARIR YİNEDE KONUŞMADAN DURAMAZ .., 
ÖLÜNCE SİYASETİ BIRAKMIŞ  OLUR.. İŞTE YUKARIDAKİ OLAYLAR VE TABLONUN NETİCESİ ( POLİTİK ACILARA EN GÜZEL ÖRNEKTİR..)

BÖYLE BİR SİYASİ YAPI..,  TOPLUM ARASINDAKİ KOPUKLUK.. TOPLUMU AYAKTA TUTACAK OLAN SOSYLA DERNEKLERİN İÇERİSİNE SİYASİ YATIRIM KİŞİLERİN ELE GEÇİRMESİ..,

TÜRKİYEYİ 12 EYLÜLE GETİRMİŞTİR.. YİNE ANAYASANIN VE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN İÇ HİZMET YÖNETMELİĞİ 35 MADDESİ GEREGİ ÜLKENİN SELAMETİ İÇİN ASKERİ MÜDAHALE   KAÇINILMAZ OLMUŞTUR.. 27 MAYIS 1960 DAN FARKİ HİÇBİR SİYASETÇİ İDAM EDİLMEMİŞTİR..  LAKİN  SUÇ İŞLEYENLERDE CEZASIZ KALMAMIŞTIR..SİYASİ HAYATLARI SONA ERMİŞTİR.. SON 50 YILIN SİYASİ TARİHİ GELİŞMELERİNİ OKUDUGUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER EDERİM..
TAKDİRLERİNİZE.
SAYGIYLA

34 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK.


..