28 Eylül 2016 Çarşamba

Türk askeri çuvalcı komutanın emrine mi girecek




ÇADIR TİYATROSUNDA SON SAHNE!


Türk askeri çuvalcı komutanın emrine mi girecek



Ankara’nın “Çekince” koyduğu rehine sorununun çözülmesiyle ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Türkiye de IŞİD’e karşı koalisyona katıldı ve cephe hattında yer alacak” dedi. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da “Türkiye, lojistik ve istihbarat dahil, her türlü iş birliğine hazırdır” diye konuştu.

Türkiye'nin IŞİD’le savaşta aktif rol alması durumunda, subaylarımızın Mehmetçiğin başına çuval takan ABD’li Mayville’in emrine gireceği öğrenildi.

2003’te ABD askerleri, Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosu’nu basıp, 11 Türk askerini esir almıştı. Mayville askerlerin başına çuval geçirerek Kerkük’teki karargâha götürmüştü. Mayville, bir süre önce de Türkiye'ye ait bir yardım kamyonunu Kerkük’te durdurup askerleri gözaltına almıştı.


Türkiye'nin IŞİD’le savaşta aktif rol alması durumunda, subaylarımızın Mehmetçiğin başına çuval takan ABD’li Mayville’in emrine gireceği öğrenildi.
2003’te ABD askerleri, Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosu’nu basıp, 11 Türk askerini esir almıştı. Mayville askerlerin başına çuval geçirerek Kerkük’teki karargâha götürmüştü. Mayville, bir süre önce de Türkiye'ye ait bir yardım kamyonunu Kerkük’te durdurup askerleri gözaltına almıştı.
“İŞBİRLİĞİNE HAZIRIZ” 
Ankara’nın “Çekince” koyduğu rehine sorununun çözülmesiyle ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Türkiye de IŞİD’e karşı koalisyona katıldı ve cephe hattında yer alacak” dedi. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da “Türkiye, lojistik ve istihbarat dahil, her türlü iş birliğine hazırdır” diye konuştu.
Yeniçağ gazetesinin manşetten verdiği habere göre Türkiye, IŞİD’e karşı uluslararası koalisyonun askeri ayağına da katılırsa, Türk subaylarına bir zamanlar Türk askerinin başına çuval geçirmiş olan ABD Genelkurmay Başkanlığı Operasyonlar Direktörü Korgeneral William C. Mayville komutanlık edecek.
2003 yılında, Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinde rol oynayan Mayville, şimdi IŞİD’le mücadele koalisyonunda en ön safta görev yapıyor.  4 Temmuz 2003 cuma günü ABD Kara Kuvvetleri’ne bağlı 173’üncü Hava İndirme Tugayı askerleri, Kuzey Irak Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosu’na yaptıkları baskın sonucu 3’ü subay, 8’i astsubay 11 Türk askerini esir almıştı. O dönemde albay olan William C. Mayville, askerlerimizin başına çuval geçirerek Irak’ın işgalinden sonra ABD güçlerinin bölgede karargâh olarak kullandığı Kerkük Havalimanı’na götüren komutan olduğu belirtiliyor. O dönemde Kerkük Vali Konağı’nda Kürt Vali, Süleymaniye’deki Celal Talabani ve oğlu ile çok yakın ilişkiler kuran C. Mayville, Kürtleri gerçek müttefiki kabul etmiş ve onların sık sık davet ve ziyafetlerine katılmıştı. Mayville o dönem Türkiye’den Türkmenlere yardım götüren TIR’ları didik didik etmiş; Türkmenlere adeta nefes aldırmamıştı. Mayville, Mart ayında bir Türk yardım kamyonunu Kerkük’e girerken durdurmuş ve refakat eden askerleri gözaltına almıştı. Askerlerimize çuval geçirilmesi Emrini veren kişinin dönemin komutanı Orgeneral David Petraeus ve Korgeneral Ray Odierno olduğu ortaya çıkmıştı.


27 Eylül 2016 Salı

General'den Osman Pamukoğlu'na tepki



General'den Osman Pamukoğlu'na tepki

General'den Osman Pamukoğlu'na tepki
 


Bir İngiliz atasözü çok manidar: “Tehlike anında önce Allah akla gelir, sonra asker çağrılır. Tehlike geçtikten sonra Allah unutulur, asker lanetlenir.”
Liberal-bölücü-gerici ittifakı, geride kalan yıllarda, kurumlarımızda, giderilmesi neredeyse imkânsız yaralar açtılar.

Allah’ın adını bolca anan ama eylemleriyle O’nu yaralayan tavırlar sergileyen bu ittifak Ordu’yu kötürüm etmek için elinden geleni yapmaktan geri durmadı. 

Sınırlarımızda artık tehlike yoktu... Güya Ordu’ya ihtiyaç kalmamıştı... PKK ile barış yapılmalıydı... Atasözünü doğrulatırcasına binyılların yüz akı Ordu’yu lanetlediler. Hayat da onları lanetliyor. Milletin de onları lanetlemesine az kaldı.



Namuslu ve onurlu subayları itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yaptılar. İftiralarla yarattıkları algıyı milletin kafasına nakşettiler. Amaçları Cumhuriyeti kendi hayallerine göre şekillendirmekti. Bunu sağlamak amacıyla büyük kötülükler yaptılar. Bu şer cephesinden başkası beklenmezdi. Aldatarak arkalarına aldıkları çoğunluk çok uzun zamandır ihmal edildiği için onları suçlama hakkımız yok.

DOST CEPHENİN TAVRI

Küçük bir kısmı çok erken tespit etti saldırıyı. Akıllarıyla, cesur yürekleriyle dik durdular. Hep mağdurların yanında oldular. Kaderi paylaştılar. Hakikat cephesinin öncüsü oldular. Onlara minnet borçluyuz.

Önemli bir kısmı “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diyerek, yalan girdabında boğulma tehlikesi yaşadılar. Bir süre sustular, sessiz kaldılar. Uyandılar ama geç kaldılar. 

Uyanıp da sessiz kalanlar oldu. Bir kısmı korkmuştu. Cesaretten yoksun davrandılar. Onları geçelim.

Bir kısmının ahlaki problemi vardı. Namuslu insanların yanında olma erdemini gösteremediler. 

Yaşanan acılı süreçte bizlere varlığını unutturan General Pamukoğlu gibi “aklımıza şaşanlar” da çıktı bazı tercihlerimizden dolayı. Bizim aklımız sınırlı olabilir. Yanılabiliriz. Şaşırabiliriz. Kendisi kadar akıllı olmayabiliriz. Bu suçlamayı sineye de çekebiliriz. Ama namuslu tutum sahiplerine saldırıyı asla kabul etmeyiz. 

Doğu Perinçek ve arkadaşları, Cumhuriyet düşmanlarının alçakça saldırılarına göğüslerini siper ederken onlara dost mevzilerden ateş edilmesine rıza göstermek kendi değerlerimizi inkâr etmekle eş değerdedir. Amiral Soner Polat’ın bu konuda yazdıklarına içten bir şekilde katılıyorum. Duygu ve düşüncelerime tercüman olduğu için kendisine teşekkür ediyorum. Bugünlerin dalaşma günleri olmadığının bilincinde olarak bu konuya noktayı koyuyorum.

TEHLİKE GİDEREK BÜYÜYOR

Sınırlarımızdaki tehlike artarak büyüyor. ABD ve PKK açık işbirliği içindedir. Suriye’de koridor açma iradesi apaçık ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı, nihayet bütün olup biteni kavramasına yol açacak “üst aklın” farkına varmışa benziyor. Bu iyi bir gelişmedir. Herhalde “orduya kumpas kurulması” olgusuyla bu “üst akıl” olgusu arasındaki bağlantının da idraki içindedir.

Kürt kökenli yurttaşlarımızın sıkı sıkıya kardeşçe kucaklanması ihtiyacı vardır. Ama bunun ne olduğu bir türlü millete açıklanmayan “açılım” politikalarıyla olamayacağı açıktır. Bunun ülkenin bir kısmında ikinci bir “paralel yapı” ortaya çıkardığı ortadadır. “Paralel otorite” demek daha doğru olur.
O halde iki temel strateji değişikliğine acil olarak ihtiyaç vardır: Esad rejimiyle acil işbirliği ve “açılım” tahribatının durdurulması.

Bunun en temel tamamlayıcı ise TSK’nin sahiplenilmesi, yetkilendirilmesi, elinin güçlendirilmesi, moralinin yükseltilmesidir. Kısa sürede kendini parlatabilecek cevher kendi içinde mevcuttur. Ordu milletin var olmasının vasıtasıdır. Devletin omurgasıdır. O omurga çökerse kimse ayakta kalamaz.
Bedeli ağırdır. 

Uyanalım! Ordu’yu” lanetleme zamanı” çoktan geçti. Dost, düşman herkese hatırlatılır. Özellikle sorumlulara. 

Bir hatırlatma da AYM’nin saygın yargıçlarına yapalım; artık yeter, casusluk yalanı mağdurlarının ıstırabına son veriniz!

Ahmet Yavuz

Aydınlık



http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/generalden-osman-pamukogluna-tepki-h41334.html

BU HABERE YORUMUM DUR..

 <   ORDUYU YIPRATANLAR LA İLĞİLİ HABERİN İÇERİĞİNE  OSMAN PAMUKOĞLU NU NEDEN KATTINIZ  YIPRATANLARIN DA İSİMLERİNİ VERSEYDİNİZ DAHA İYİ OLURDU.?TERÖRLE MÜCADELEDE DOĞU VE GÜNEY DOĞUYA DÖNEMİN GENEL KURMAY BAŞKANI DOĞAN GÜREŞ ATAMASI GELENLER MAZERET BEYAN EDERKEN O GÖNÜLLÜ GİTMİŞTİR.. HER KONUDA SEZARIN HAKKI SEZARA ANLAYIŞIYLA HABER YAPTIGINIZA  GÖRE BU HABER SEZARADA  PAŞAMIZADA SAYGISIZLIK OLMUŞ 8 SANKİ ASKERİ YIPRATAN  LAR SINIFININ İÇİNE ADI DA VERİLEREK KONDUGU İÇİN ÜZÜLDÜM AHMET BEY DÜZELTME YAPARSANIZ SEVİNİRİM.. >

26 Eylül 2016 Pazartesi

Erdoğan BM liderler zirvesinde: Tutarsızlığınızın hesabını veremezsiniz


Erdoğan BM liderler zirvesinde: Tutarsızlığınızın hesabını veremezsiniz



21 Eyl 2016 tarihinde yayınlandı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, New York'ta BM Genel Merkezi'nde düzenlenen "mülteciler" konulu Liderler Zirvesi'ne katıldı.
Burada bir konuşma gerçekleştiren Erdoğan, liderlere Aylan ve Ümran bebeği hatırlattı

Erdoğan, Suriyeli misafirler konusunda, "Biz bu meselenin üstesinden öyle veya böyle geliriz ama AB ve uluslararası toplum bu insani krizde ortaya koyduğu tutarsızlığın hesabını veremez" dedi.

Yeryüzündeki mülteci sayısının maalesef her yıl yeni rekorlar kırdığını belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle devam etti:

"Suriye'de 6 yıla yakın zamandır devam eden iç savaşta bugüne kadar 600 bin kişi öldürülmüş durumda. Yaşadığı yerleri terk edenlerin sayısı 12 milyon. Ülkeyi terk etmek zorunda kalanların sayısı 5 milyonu bulmuş durumda. Ülkesinden ayrılan Suriyelilerin yaklaşık 3 milyonunu ülkemizde misafir ediyoruz. Burada ifade ettiğim rakamların insan olduğunu unutmayalım. Şayet kendi ailemizden kendi çevremizden empati yaparak bunca insanın yaşadığı dramı anlamaya çalışmazsak sorunun çözümünü hızlandıramayız."

Erdoğan, Obama'nın ve BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun'un ifade ettiği konuları hatırlatarak şunları dile getirdi:

"Cansız bedeni kıyılarımıza vuran Aylan bebeğin o acı görüntüleri hafızalarımızdan silinmemiş olmalı. Aynı şekilde Halep'teki bombalanan evinin yıkıntılarından çıkartılan ve bindiği ambulansta tüm masumiyetiyle oturtulan, her tarafı kan toz içinde Ümran bebeğin görüntüsünü de herhalde unutmadık. Avrupa ülkelerine gitmek için ölümüne yolculuğu göze alan bir mültecinin kucağında çocuğuyla birlikte umuda koşarken ayağına atılan çelmeyi de hatırlıyor olmalıyız.

Bunlar biraz önce ifade ettiğim yüzbinli, milyonlu rakamların sadece birer örneğidir. Uluslararası toplum bu süreçte sadece insani ve vicdani değerlere sahip çıkamayarak maalesef çok kötü bir sınav verdi. Bebeklerin, kadınların sivillerin öldüğü, öldürüldüğü bir dünyada kimse masum kalamaz. Geçen her gün ve her saat bu insani ve ahlaki yıkımın daha da arttığını biliyoruz. Zaten çok geç kaldığımız bu krizleri durdurmak için hemen derhal ve kararlı bir tavırla harekete geçmeliyiz. Aksi takdirde imkanımız olduğu halde zulümleri önlemek için neden geç kaldığımızı gelecek nesillere ve tarihe anlatamayız ve izah edemeyiz."




..


Başbakan Erdoğan’ın üç büyük halifesi kimdi?




Başbakan Erdoğan’ın üç büyük halifesi kimdi? Cemaat bu işe çok şaşıracak…


22 Ocak 2014, 16:37
Başbakan Erdoğan’ın en büyük halifesi Mevlana Halid-i Bağdadi’dir.
Çünkü kendileri “Mevlana” mahlasını kullanan Halid-i Bağdadi’ye bağlı Türkiye’de dört büyük Nakşibendi tekkesinden biri olan Gümüşhanevi Tekkesi’ne bağlıdır.
Gümüşhanevi Tekkesi: Kurucusu Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’dir. Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Ömer Dinçer, Bülent Arınç, Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi onlarca siyasi isim bu tekkedendir.
Said-i Kürdi (Nursi) Van’da Nakşibendi Arvasi tekkesinde eğitim almıştır[1].
 Başbakan Erdoğan’ın diğer iki büyük halifesi ise Şeyh 1’nci Abdusselam Barzani ile Seyit Taha’dır…
Önce Nakşibendiliğe bir bakalım…
Nakşibendilik Türk. Kurucusu da Türk’tür:
“Nakşibendi, 1300’lü yıllarda Buhara kenti yakınlarındaki Kasrı Arifan’ın Nakşibent köyünden Mehmet Bahattin-ül-Üveys-ül Nakşibendi adlı bir Türk’ün öncülüğünde kurulan bir İslam tarikatıdır” [2].
 Konumuz açısından bizi de yakından ilgilendiren Nakşibendiliğin Halidiye koludur. 
Halidiye Cemaati Nakşibendi miydi?
 Bu soruya, Halidiye Risalesi bakınız nasıl bir cevap veriyor;
“Halid, Nakşibendi yolunun esaslarına sadık kalmış, icazet almış olduğu diğer Kadiriyye, Çiştiyye, Seühverdiyye ve Kübreviyye yolunun bir takım esasları ile Nakşibendi esaslarını birleştirerek Halidiye kolunun esaslarını belirlemiştir.”[3]
Bu çerçevede, Halidiye kolunun, başta kurulmuş ve Türkler arasında önemli bir yer almış olan Nakşibendi Tarikatı olduğunu söylemek çok zor, bu Nakşibendiliğin dışında ayrı bir dini yapılanma olarak görülebiliyor.
 Bu bilgileri bir yana koyalım, devam edelim…
Mevlana Halid Hindistan’a gider ve  Abdullah Dıhlevi’den icazet alır. Nakşibendiliğin Son Halifesi Abdullah Dıhlevi hazretleri der ki;
“Hz. Mevlana Halid, memleketinden yüce Nakşibendi tarikatı için, bu fakirin yanına geldi… Bundan sonra taliplerin terbiyesine seçilmiş biri olarak kendisine halifelik icazeti verdim. Yine Kadiriyye, Çiştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye gibi tarikatlarından da icazet verdim. Bu tarikatlarda onun eli benim elimdir ve o benim vekilimdir. Benim pirlerimin halifesidir.”[4]
Süleymaniyeli Halid, beş tarikat bir yana, benzer inanç öğretilerinin de tek vekili tayin edilmiştir, üstelik on ayda…
 Araştırmacı yazar Soner Yalçın Halid’in tekkelerini sayıyor:
“Günümüzde, Mevlana Halid-i Bağdadi Nakşibendi’nin Türkiye’de dört büyük tekkesi var, bunlar; Gümüşhanevi, İsmet Efendi, Kelami ve Kaşgari tekkesidir 1925 isyanını çıkaran Şeyh Said, Said-i Kürdi( Nursi) Van’da, Nakşibendi Arvasi Tekkesi’nde eğitim almıştır. Bu ana dört kol dışında, Erzincan’daki Abdurrahim Reyhani’den, Adıyaman’daki Mehmet Raşit Erol’a kadar onlarca Halid-i Bağdadi tekkeleri vardır[5].
 Mevlana Halid-i Bağdadi’yi biraz olsun tanıdık yani Başbakan’ın en büyük halifesini…
Şimdi diğer iki Halife’ye bakalım…
Şeyh Halid’in ilk halifesi Şeyh 1’nci Abdusselam Barzani’dir yani Mesud Barzani’nin dedesi. Şeyh Barzani kuzey Irak’taki Barzan köyündendir.
İkinci Halifesi Seyit Taha’dır.
Seyit Taha, Hakkari Şemdinli ilçesi Nehri(Bağlar) köyündendir.
Seyit Taha Türk değildir, Kürt değildir. Peki kimdi?
 
1880 Kürt isyanını çıkartan Şeyh Ubeydullah Seyit Taha’nın oğludur. Ubeydullah’ın oğlu ise Seyit Abdulkadir. Ama oğlu diyor ki “Ben Kürt değilim”, işte belgesi;
 “Abdulgani Geylani ahvadındanım. Aslen Kürt değilim, Kürdistan’da yerleşmişim”[6]…
Oğlu Kürt değilse, demek ki babası da değil.Peki, Kürt olmayan biri nasıl olmuştu da Kürt isyanı çıkarmıştı?
 Bu soru aklımızda dursun, şimdi Tahazadelere bir bakalım…
Tahazade Ubeydullah 1880’de Osmanlı isyan etti. İsyan bastırıldı, Girit’e sürgün edildi.
Tahazade Ubeydullah oğlu Seyit Abdulkadir 1908-1918 arasında adının başında Kürt ve Kürtçe olan tüm örgütleri ya o kurdu ya da o yönetti.
 Abdulkadir, 1920 Koçgiri isyanını çıkardı, isyan bastırıldı.
Abdulkadir 1925 Şeyh Sait isyanını destekledi, yakalandı, yargılandı ve idama mahkum edildi.
Abdulkadir kardeşi Şeyh Abdullah 1925 Şemdinli isyanını çıkardı, isyan bastırıldı, o ise kaçtı.
İşte Başbakan Erdoğan’ın ikinci büyük halifesi olan Seyit Taha oğullarının yaptıkları bunlar…
 Geçelim Barzanilere…
Şeyh Abdusselam Mesud Barzani’nin dedesidir. Barzan tekkesini işletir.
Halid-i Nakşibendi’nin sadık bir kuludur, üstelik halifesidir.
Ailesi, bu Şeyh’i Mehdi ilan eder;
“Seyyid Taha’nın oğlu ve yeni şeyhi Ubeydullah, “Abdüsselâm ve müritlerinin delirdiklerini, şeytanın kurbanları olduğunu” ileri sürerek, ona savaş açtı. Şeyhlerinin yenilmesine rağmen Abdüsselâm’ın müritleri onu mehdi ilan ettiler.”[7]
 Mesud Barzani Seyit Taha-Şeyh 1’nci Abdusselam’ın halifeliklerini şöyle açıklıyor;
“Mevlana Halid Nakşibendi, tekkelere yaptığı ziyaretlerden birinde Barzan Tekkesi’ne uğrar ve Şeyh 1’nci Abdulselam’ı halifesi olarak atar.  Barzan medresesi bir Halid-i Bağdadi Nakşibendi okuluna dönüşür. Ve birlikte, daha sonra Mevlana Halid’in halifelerinden biri olacak Seyyid Taha’yı ziyaret ederler”[8].
 Devam edelim…
Şeyh Muhammed Şeyh 1’nci Abdusselam’ın oğludur yani Mesud Barzani’nin dedesi.
Tarihçi Ahmet Uçar’ın araştırmalarına göre, Şeyh Muhammed Barzanilerin ikinci mehdisiydi. Uçar,” İkinci Barzan Mehdisi” tezini Rus Kürdoloğ Bazil Nikin’e dayandırıyor. Rus Kürdolog  Nikin’e göre Barzaniler şudur;
“Bundan sonra o da babası 1’nci Abdüsselâm gibi mehdiliğini ilân etti. Mehdiliğini ilân etmekle kalmadı, Musul’a ve dolayısıyla Osmanlı’ya “cihad-ı mukaddes”(!) ilân etti. Mehdiliğini ve cihad çağrısını kabul etmeyenleri acı bir son, feci ölümler bekliyordu. Zibar aşireti liderlerinden Molla Perisey’in başına gelenler korkunç ve tüyler ürpertici idi. Molla parça-parça edilerek öldürülmüş, bu parçalar oyulmuş yaşlı bir ceviz ağacının gövdesine konarak yakılmıştı. 
Barzanîlere bağlı Becil Şeyhi Nehrili Şeyh Muhammed Sıddık’a yazdığı bir mektupta, “Burada adlarını bile ağza almak istemediğim bu rezil aşiretin ve bu kötü ruhlu ailenin bana ettikleri namussuzca işler, onur kırıcı işler de var ayrıca. Burada senin tarafsız kararını istiyorum. Bilirsin ki, onlar Kur’an-ı Kerim’e bile acımamış ve onun sayfalarını çöpe atmışlardır. Benim mescidimi kirletmişlerdir” diyordu.”[9]
Şeyh Ahmed, Şeyh Muhammed Barzani’nin beş oğlundan biridir. Bir diğer oğlu Molla Mustafa Barzani’dir yani Mesud Barzani’nin amcası…
 Tarihçi Ahmet Uçar da, Şeyh Ahmed’i yakından izliyor ve bu dönemi kalemine şöyle yansıtıyor; Şeyh Ahmed, 1961’den 1969’a kadar Şeyh Ahmed, Barzan köyünde oturarak Irak rejimine bağlı bir şekilde yaşadı. Şeyh Ahmed, ömrünün son yıllarında belki de gizli kitabın gereği olarak Peygamberliğini ilan etmiş, ibadeti yasaklamıştı. Kendine bağlı imamlara gönderdiği talimatta söyle diyordu: 
“Camiler kapansın! Kur’an-ı Kerim okumak, namaz kılmak yasak. Radyo dinlemek kâfir işidir. Bütün radyolar evden kalksın. Gök Tanrısı Allah, yer Tanrısı benim! Sizin manevî huzurunuzu ancak ben sağlarım. Gösterdiğim yoldan gidin. Benim için ağlayın. Emirlerim ilahî bir emirdir. Ben size emretmekle kutsal görevinizi yapmanız için ikazda bulunmuş oluyorum.” 
Peki bu Barzaniler ne yapmıştı?
Halid’in Halifesi Şeyh Abdusselam’ın torunu Küçük Abdusselam 1907’de Osmanlı’ya isyan etti, yakalandı, yargılandı, idama mahkum edildi.
Küçük Abdusselam’ın kardeşi Molla Mustafa Barzani yine Küçük Seyit Taha ile birlikte Hoybun Ermeni ittifakını 1927’de Lübnan’da kurdu.
1930’da, Ermenilerle işbirliğine giderek Ağrı isyanını çıkardı, 1930’da.
Yine 1930’da, Ermeni isyanına destek vermek için Hakkari bölgesinde ayaklanma çıkardı, Dağlıca’daki bölüğümüze saldırdı, dört askerimizi şehit etti.
1947-1958 arasında Rusya’da gerilla eğitimi aldı. Önce Irak’ı sonra Türkiye’yi karıştırdı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları üzerinden PKK’yı yapılandırdı.
Türkiye hala bu Barzanilerle uğraşmaya devam etmektedir.
 İşte Başbakan’ın iki halifesi Seyit Taha ile Şeyh 1’nci Abdusselam’ın soy ağaçları bunlar…
 Türk tarihinin derinliklerinde yer alan bu gerçekleri artık hepimiz biliyoruz…
 Erdal Sarızeybek
 Kaynak: Cemaat ve Barzani
 KAYNAKÇA;
[1] Hürriyet Gazetesi, Türk Nakşi, Kürt Nakşi makalesi, Soner Yalçın, 4 Kasım 2007.
[2] Uğur Mumcu, Kürt-İslam ayaklanmaları, s. 45, UM;AG yayınları, 2010.
[3] Halidiye Risalesi, s. 42. Semerkand Yayınları, 2011.
[4] El-Hac Hasan Şükrü, Şemsü’ş Şumüs, s. 156, Semerkand Yayınları, 2011.
[5] Siz Kimi Kandırıyorsunuz, Soner Yalçın, s. 50, 59. Doğan Kitap, 2013.
[6] Uğur Mumcu, Kürt-İslam ayaklanması, s. 99, UM;AG yayınları, 2010.
[7] Ahmet Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi, Aralık 2002.
[8] Mesud Barzani, Barzaniler ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, s. 23.
[9] Ahmet Uçar, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, Tarih Düşünce Dergisi Aralık 2002.

..

10 Eylül 2016 Cumartesi

YORUMSUZ YORUM


YORUMSUZ YORUM





Prof. Dr. Tülay Özüerman ‘dan 



Yargıtay Başkanlar Kurulu,  kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden ve Yargı erkine yönelik sistemli saldırıların ivme kazanmasından duyduğu kaygıyı kritik uyarılarla açıkladıklarında takvim 2008 Mayıs’ını gösteriyordu.


“Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti” idealinin, yüceltmeyeceği kişi ve kurum yoktur. Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseme, sahiplenme ve koruyup yüceltme işlevinde, Devletin temel organları olarak Yasama, Yürütme ve Yargı, Anayasa gereği, uygar bir işbölümü ve işbirliğiyle yetki ve sorumluluk üstlenmiş, erkler arasında üstünlük sıralaması olmadığı, üstünlüğün sadece Anayasa’da bulunduğu ilkesi getirilmiş, yargının bağımsızlığına özellikle vurgu yapılmıştır.

Ne var ki; Bir yıla yakın süreçte ve özellikle son zamanlarda, giderek artan bir biçimde, Yargı erkine yönelik ve hukuk devleti olma ilkesiyle bağdaşmayan sistemli saldırılar, anılan temel ilkeleri zedeler olmuştur. Süreklilik gösteren bu davranışlar, toplumun, çözüm bekleyen sorunlarının ve gerçek gündeminin ötelenmesine, gelişimine harcanması gereken zamanın gereksiz biçimde yitirilmesine neden olur hale dönüşmüştür…

…….Avrupa Birliği genişlemeden sorumlu Komiserine “Yargı Reformu Strateji Taslağı” adıyla bir belge tevdi olunmuş, bu konuda Yargıtay’ca yapılan düzeyli ve hukuki uyarıya hiç de icaplı olmayan biçimde karşılık verilmiş, zamanlaması, biçimi ve içeriği itibariyle kabulü mümkün olmayan böylesi bir taslakla, yürütme erkinin nasıl bir yargı erki yaratmak istediği gün ışığına çıkarılmıştır.
Yargı erkinin geleceğini şekillendirecek böylesine ciddi bir taahhüdün, yargıda reformu geçmişten bu yana ısrarla savunan, tüm toplumca benimsenir nitelik ve nicelikte öneriler saptayan ve bu önerileri de Avrupa Birliği temsilcilerine kabul ettirerek geçmiş tavsiye kararlarına yansıttıran Yargıtay’a sunulmadan, görüş, düşünce ve deneyimlerinden yararlanmadan diğer Yüksek Mahkemelerin ve yargı erkinin sair üst organ ve kuruluşlarının ve mensuplarının görüş ve önerilerinden de yararlanma gereksinimi duymadan Avrupa Birliği yetkilisine verilmesinin Devlet sorumluluğuyla bağdaşmayacağı, hiçbir gerekçeye de sığınılarak açıklanamayacağı ortadadır……..” deniliyor ve yargı bağımsızlığına vurgu şu cümle ile ifade ediliyordu:



Yüce Ulus adına yargı yetkisini, bu görüş ve sorumlulukla; kullanmayı sürdüreceğimizi, yargı bağımsızlığının takipçisi olacağımızı saygıyla duyururuz.

1 Eylül 2016 itibariyle, yürütmenin karşısında ayakta duran yargı; bırakınız bağımsızlığını sahiplenmeyi, takipçi olmayı da bıraktıklarının fotoğrafını tüm dünya ile paylaştılar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasada sayılan nitelikleri içinde en önemlilerinden birisi hukuk devleti olmasıdır.
Hukuk devleti yurttaşlara hak ve özgürlükleri tanımanın yanında, bu özgürlüklere güvence sağlar. Güvencenin temeli, kuvvetler ayrılığı prensibidir. Kuvvetlerin hiç birisinin diğerinin üzerinde üstünlüğü olmadığı, ancak yargının diğer iki erk; yasama ve yürütmeden tamamen bağımsız olduğu ilkesi, bugün yürürlükte olan anayasada hala var.
Ancak, anayasa dışı fiili uygulamalar alanı her geçen gün biraz daha genişletilmekte ve buna fren olması gerekenler, yürütmenin üstünlüğünü ayakta alkışlamakta.
Türkiye, yargı bağımsızlığı sıralamasında 129 ülke içerisinde 90. sırada ve her geçen yıl gerilemekte. Yargının adaletin dağıtıldığı yer olmaktan çıktığını anlatıyordu bu rakamlar, şimdi siyasetin güdümünde olduğu imajı da eklendi.
Devletin dayandığı temel felsefe Cumhuriyet, ancak zamana yayılarak Cumhuriyet’in, dolayısı ile devletin niteliği dönüştürülmekte. Bir süredir fiilen uygulanan ancak sorgulanan başkancı sistem; sorgulama alanı dışına çıktığını ordu, üniversite ve yargı gibi kurumları üniforma ve cübbeleri ile siyaset zeminlerine taşıyarak fotoğraflarla vermeye başlamıştır.
OHAL ile yürütme çıkardığı KHK’ler ile yetki alanını genişletirken, bu kararların kontrol edilebilirlik alanı giderek daraltılmakta. Bunda yaratılan korku iklimi ve muhalefetin sinikliğinin etkisi yok denilebilir mi? Tereddütlü ve/veya temkinli muhalefet yürüten CHP’de cılız direniş sürerken; MHP ise, tamamen muhalefet alanını terk etmiş görüntü vermektedir.



Görüntülerle topluma sürekli akan mesaj şudur: “Siyasetin tek bir merkezi var; külliye!…” Fiili iktidar, muhalefet de dahil herkesi aynı yerde toplayarak, kendisini meşru gösterme çabası içindedir. Hukuk dışı karar ve uygulamalar, hukuk kurumunun siyaset şemsiyesi altına çekilmesi ile sorgu alanı dışına çıkarılmakta, toplumun algısı yönetilerek, tüm kurumlar baskı altında tutulmaktadır.
Özgürlüklerin kullanılabilir olduğu bir ortam ortadan kalkmışsa, yurttaşların yönetime katılım hakkından söz edilemez. Yurttaşın oyu(tercih hakkı), yerini giderek yurttaşın onayına bırakıyorsa demokrasiden söz edilemez. Hatta, onaylamayanların sistemden dışlanacağı artık algı olmaktan çıkmış, muhalefet etmek bedelli hale getirilmiştir.
Yargıçlar, yasada belirtilen haklarına sahip çıkma özgürlüğünü terk ederek, siyasetin merkezileştirildiği yerde toplaştıklarında, yurttaşların giderek yok edilen hak ve özgürlüklerini kim koruyacaktır? Yargı, siyasetin olduğu yerlere uğramaz; bağımsızlığına ilişkin kuşku  oluşmuşsa, siyasallaşmış demektir.
Topluma, iktidarı devlet, muhalefeti de siyaset olarak algılatan çarpıklıktan çıkılmalıdır. Bugünün muhalefeti yarının iktidarıdır, bugünün iktidarı da yarının muhalefetidir. Nerede? Demokrasinin işlediği ülkelerde!…
Yargıçlar kararlarında özgür olabilsinler diye, anayasa yargıç güvencesi getirmiştir. Anayasamızın 138’inci maddesinin ikinci fıkrası der ki; “….hiçbir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz….”
.Baskının ille sözle yapılması gerekmez. Yargıçlar, siyaset alanının dışında durmaya, siyaset de yargı alanına mesafesini korumaya özen göstermelidir.
Hiç kimsenin çıkıp, daha önceki teamüllerin niçin değiştirildiği sorusunu soramadığı, zamana göre mekan, mekana göre erkan değişikliğinin olağan kabul edildiği bu tuhaf iklimde, kimileriyerini korumaya çalışır, kimilerimiz de izlerken; hepimizin özgürlük alanını, dolayısı ile demokrasi ve hukuk devleti adına biriktirdiklerimizi hep birlikte boşaltıyoruz. Türkiye’de rejim her geçen gün başkalaşıyor, hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyoruz.
Gücün tek merkezde toplaşması, Türkiye’nin güçlenmesi mi, yoksa güç kaybı mı?
Bunu fazla uzun olmayan bir zaman diliminde anlayacağız. Çünkü, Türkiye’de yalnız iç siyaset tarzı değil, dış siyaset de hızlı bir dönüşüm içinde. Ortadoğu kıskacı her geçen gün biraz daha daralıyor. İyi dileklere asılarak her şeyin düzeleceği eşiği çoktan geçtik. Akılcı, dış güçlerin tüm hamlelerini önceden öngörebilen ve ülkemizin çıkarlarını koruyabilecek güçlü bir senaryo ve karşı atak ekibine gereksinim var.
Oysa biz her geçen gün, konum ve işlevi farklılaştırılan köklü bir kurumun daha, eski gücünü yitirişine tanıklık ediyoruz.



Kendi içinde güçlü olamayan dışa karşı güçlü olabilir mi?


İyi çalışmalar, saygı ve sevgiler
MuratBinzet



..

7 Eylül 2016 Çarşamba

“Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam”


 “Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam”



Turhan Feyizoğlu





Petrol, günümüz sanayisinin en önemli hammaddelerinden birisi olma özelliğini koruyor. Birçok savaşın nedeni, dünya kamuoyuna sunulanın veya gösterilenin aksine tamamiyle farklı nedenlerden çıkmıştır. Savaşların hemen hepsinin kökeninde ekonomik çıkarlar yatmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ana nedenlerinden birinin, Orta Doğu’daki petroller üzerinde İngiltere ile Almanya’nın rekabeti olduğu bilinen bir gerçektir. Savaş sonrasında Türkiye, ya da o dönemdeki varlığıyla Osmanlı İmparatorluğu petrol bölgelerini çeşitli nedenlerle kaybetmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde petrol konusu nasıl gelişti kısaca göz atalım.
Türkiye’de ilk Petrol Kanunu, 1926 yılında kabul edildi. 1933 yılına kadar önemli bir gelişme olmadı. 1933 yılında, petrol arama girişimlerini düzenlemek amacıyla “Petrol Arama ve İşletme İdaresi” kuruldu. Bu teşkilat eliyle ilk sondaj işlemi, 1934 yılında yapıldı. 1935 yılında, her çeşit maden arama çalışmalarını bir elden yürütmek amacıyla, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. Petrol Arama ve İşletme İdaresi de bu kurum içinde Petrol Grubu Direktörlüğü adıyla çalışmalarına devam ettirildi.
Petrol Arama ve İşletme İdaresi’nin yaptığı çalışma sonucu ilk petrole, 1940 yılında, Raman bölgesinde, 1951 yılında da Garzan’da rastlanmıştı.
7 Mart 1954 tarihinde kabul edilen 6327 sayılı kanunla Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruldu.

Gittikçe artan sayıda sondaj çalışması sonucu Türkiye, petrol tekellerinin pazarı olmaktan çıkmaya başlamıştı.
Türkiye’nin tüketici olmaktan üretici olmaya geçmeye başlaması uluslararası petrol tekellerini rahatsız etmiş, bunun önlenmesi için açık-gizli her türlü yol denenmiş ve denenmeye günümüzde de devam edilmektedir.
Uluslararası petrol tekellerinin engellemelerini kırmak amacıyla Türk kamuoyu da, gerekli tepkisini zaman zaman göstermiştir. Bazı dergi ve gazetelerin konuya duyarlı yaklaşması sonucu, 1963 yılından itibaren kamuoyunun tepkisi ortaya çıkmıştı.
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) da, 1965 yılında, daha fazla sayıda kuyu açabilmek ve daha fazla petrol çıkartabilmek için çaba harcamaya başladı. Fakat bu konuda uluslararası petrol şirketleri tarafından çeşitli engeller olduğunu görünce, sorunu, kendisini destekleyebilecek örgütlere götürerek yardımlarını istedi.
TPAO’nun daha fazla kuyu açarak petrol çıkartma isteğini dönemin bazı öğrenci örgütleri destekledi ve sorunu ulusal bir anlayışla sahiplendi.
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (İTÜ-ÖB), yaptığı çalışma sonunda şu tesbite varmıştı:
“Türkiye’de 11 yabancı şirket ve 1 yerli petrol şirketi olan TPAO vardır. 11 yabancı şirket her biri sekizer kuyu açarak toplam 88 kuyu, TPAO ise ancak sekiz kuyu açabiliyor. TPAO, daha fazla kuyu açmak istemekte, fakat zamanın hükümeti buna izin vermemektedir. 11 yabancı petrol şirketinin çıkarttığı petrol TPAO’nun çıkarttığı petrol kadar ancak olmaktadır. 11 yabancı petrol şirketi, Türkiye’de petrol üretmek değil, petrol bölgelerini üretime kapatmak için çalışma yapmaktatır. Ayrca, ürettikleri petrolü de Türkiye’ye, Avrupa ülkelerine sattıkları petrolden % 35 daha fazla pahalıya satmaktadır.”
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (İTÜ-ÖB), elde ettiği bu bilgileri kamuoyuna duyurmak amacıyla, 13 Ocak 1965 günü, bir basın toplantısı düzenleyerek kamuoyuna açıklamış, bunun ardından “Milli Petrol” başlığı altında bir kampanya başlatmıştı.
Sokaklara, “ Vatandaş yerli petrol kullan ”, “ Petrolünü Petrol Ofis’ten al ”, “ Yabancı petrole hayır ”, “ Petroller millileştirilecektir ”, “ Kahrolsun Yabancı Petrol Şirketleri ” gibi savsözler yazılır.

Kampanyaya, Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (ODTÜ-ÖB) de katıldı.

“Milli Petrol” kampanyası, toplumun değişik kesimlerince olumlu tepkiler aldı ve kamuoyunca benimsendi. Bu nedenle sorun, kampanyanın dışına taşmış ve gerçekleştirilmesi gereken bir amaç haline dönüşmüştü. Bu amacın gerçekleşmesi için de 19 Aralık 1966 günü, kurulduğu resmen kabul edilen ve şimdi bazı kişilerce çoktan unutulan bir dernek faaliyete başladı.
19 Aralık 1966 günü kurulan derneğin, 2 Ocak 1967 günü gazetelerde yayınlanan tüzüğünde özetle şu bilgiler yer almaktadır:
Derneğin ismi, “Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği”dir.
Derneğin adres merkezi, Ankara’da Yenişehir, Adakale Sokak, 28 numaradaydı.
Derneğin amacı şöyleydi:


A) Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği’nin başta gelen amacı, petrol ve maden kaynaklarımızın egemenliğimize, milli güvenliğimize ve yurt ekonomisine en uygun bir şekilde bulunup geliştirilmesine, değerlendirilmesine ve memleketin petrol ve maden ihtiyacının yurt ekonomisine ve Milli Savunma ihtiyaçlarına en uygun surette karşılanmasına hizmet etmektedir.
B) Dernek, yukarıdaki ana amacın yanında, iktisadi hayatın kilit noktalarını teşkil eden sinaî müesseselerin memleket yararına kurulmasını ve işlemesini sağlama amacıyla da hukuki imkânların müsaadesi oranında gereken işlem ve eylemlerde bulunur.”

Dernek bunun için, ne yapması gerektiğini tüzüğündeki üçüncü maddesinde şöyle açıklamıştır:

“ 
A) Özellikle Türkiye’nin petrol ve maden, kaynak ve rezervlerine, petrol ve maden alanındaki ihtiyaçlarına manevi bekçilik yapmak amacıyla kurulan Derneğin, amacına ulaşabilmek için faydalanacağı araçların başlıcaları, incelemeler yapmak ve yaptırmak, tartışmalar, toplantılar, konferanslar, kongreler, eğitici kurslar, geziler düzenlemek, makale, gazete, dergi, broşür, kitap bastırmak ve dağıtmak, burslar vermek, aynı amaçla fotoğraf yayınları yapmak, sergiler hazırlamak, filmler çevirmek, çevirtmek ve oynatmak, radyo yayınları yaptırmak ve bunlara benzer faaliyetlerde bulunmaktadır.

B) Dernek, gerek petrol ve maden alanındaki tesislerin, gerek memleketin kilit noktasındaki sinaî teşebbüslerin memleket yararına işlemesini sağlamak amacıyla ilgili müessese ve teşebbüslerde pay sahibi ve bu alandaki derneklere üye olabilir.”

Tüzüğün 4. maddesinde derneğin kurucuları soyadına göre sırasıyla şöyleydi:

Hilmi Akın (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi), 
Yücel Akıncı (Türkiye Milli Talebe Federasyonu Genel Başkanı), 
Prof. Muammer Aksoy (SBF öğretim üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi), 
Prof. Dr. Muzaffer Aksoy (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi), 
Prof. Dr. Haydar Arseven (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi), İffet Aslan (Yazar-gazeteci), 
Doğan Avcıoğlu (Gazeteci, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi), 
Orhan Birgit (Yazar, İstanbul milletvekili), 
Doç. Dr. Tuncer Bulutay (SBF öğretim üyesi), 
Doç. Dr. Turgut Cansever (Yüksek mühendis-mimar), 
Behçet Kemal Çağlar (Şair), 
İbrahim Çamlı (Yazar-gazeteci, İstanbul Petrol Rafinerisi A. Ş. Basın Müşaviri), Rauf Çapan (Avukat), 
Ali İhsan Çelikkan (Milletvekili), 
Özer Derbil (Avukat, Türkiye Petrolleri eski Genel Sekreteri ve Petrol Ofisi eski Genel Müdür Muavini), 
Prof. Dr. Lütfi Duran (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi), Cengiz Ekinci (Milletvekili), 
Bülent Ecevit (Yazar, Zonguldak Milletvekili), 
Fikret Ekinci ( Yazar, Hukukçu), 
Mehmet Erdemir (Yüksek Elektrik Mühendisi, Etibank Müşaviri), 
Refik Erduran (Yazar, Milliyet’te gazeteci), 
Muammer Ertem (Manisa Milletvekili), 
Numan Esin (Eski Milli Birlik Komitesi üyesi), 
Gökhan Evliyaoğlu (Yazar, Gazeteci, Eski Milletvekili), 
Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu (Kayseri Milletvekili, Kurucu Meclis Üyesi), 
Hüseyin Günday (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı İkinci Başkanı), 
Ecvet Güresin (Yazar, Cumhuriyet’te gazeteci), 
Suphi Gürsoytrak (Tabii Senatör), 
Recai İskenderoğlu (Diyarbakır Milletvekili), 
Prof. Dr. Enver Ziya Karal (Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı), 
Suphi Karaman (Tabii Senatör), 
Arslan Başer Kafaoğlu (Devlet Planlama Teşkilatı eski uzmanı, Türkiye Petrolleri eski Mali Müşaviri), 
Kâmil Karavelioğlu (Tabii Senatör), 
Ahmet Güryüz Ketenci (Türkiye Milli Talebe Federasyonu Genel Başkanı), 
Doç. Dr. Metin Kıratlı (SBF öğretim üyesi), 
Sadi Koçaş (Senatör), 
Sami Küçük (Tabii Senatör), 
Prof. Aziz Köklü (SBF Öğretim Üyesi), 
Alp Kuran (Hukukçu, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Başkanı), 
Doğan Nadi (Yazar, Cumhuriyet’te Gazeteci), 
Nadir Nadi (Yazar, Gazeteci, Senatör), 
Hüdai Oral (Denizli Milletvekili), 
Faruk Önder (Konya Milletvekili), 
Muzaffer Özdağ (Milletvekili, Milli Birlik Komitesi Üyesi), 
Doç. Dr. Çetin Özek (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi), Mehmet Özgüneş (Tabii Senatör), 
Prof. Ragıp Sarıca (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), 
Prof. Bahri Savcı (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), İlhan Selçuk (Yazar, Cumhuriyet’te Gazeteci), 
İlhami Soysal (Yazar, Akşam’da Gazeteci, Kurucu Meclis Üyesi), 
Doç. Dr. Mümtaz Soysal (SBF Öğretim Üyesi), 
Dr. Atilla Sönmez (SBF öğretim üyesi), 
Prof. Dr. Cahit Talas (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Üyesi), 
Dr. İhsan Topaoğlu (Türkiye Petrolleri Genel Müdürü ve İPRAŞ İdare Meclisi Başkanı), 
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), 
Halil Tunç (Türk-İş Genel Başkanı), 
Haydar Tunçkanat (Tabii Senatör), 
Dr. Baran Tuncer (SBF öğretim üyesi), 
Seyfettin Turan (Yazar), 
Melih Tümer (İktisatçı), 
Muhtar Uluer (Eski Sanayi Bakanı), 
Hayrettin Uysal (Milletvekili, öğretmen, TÖDMF Genel Başkanı), 
Tahsin Yalabık (Yüksek Maden Mühendisi, Etibank Genel Müdürü), 
Prof. Fehmi Yavuz (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Üyesi), 
Ahmet Yıldız (Tabii Senatör), 
Lebit Yurdoğlu (Milletvekili, Eski Köy İşleri Bakanı).

Yönetim Kurulu üyeleri de şöyledir:

 Muammer Aksoy, İffet Aslan, Özer Derbil, Mümtaz Soysal, Cahit Talas, İhsan Topaloğlu, Tahsin Yalabık.

1977 yılına gelindiğinde, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı petrol şirketleri, üretimi kısarak, iç pazarda büyük bir sıkıntı yaratmıştı.
Dönemin Başbakanı, bu sıkıntıyı, “ Petrol vardı da biz mi içtik? ” şeklinde açıklamıştı.

“ Aman petrol, canım petrol ” diye bir şarkı bestelenmiş, hatta bunu söyleyen şarkıcı, bu şarkıyla uluslararası bir şarkı yarışmasına da katılmıştı.
1978’e gelindiğinde Türkiye’de petrol sıkıntısı had safhaya varmıştı.
Petrol krizi olmasına rağmen her ne hikmetse en büyük petrol rafinerisi olan ATAŞ rafinerisinde, 21 Haziran 1978 günü grev kararı alınmıştı. Bunun yanısıra, Rusya’nın Türkiye’de petrol arayacağını açıklaması üzerine Batılı yabancı petrol şirketleri, Türkiye’de benzin satışını 24 Haziran 1978 tarihinden itibaren durdurmuştu.
ABD, petrol üzerinde hakimiyet kurmak amacıyla, önemli bir petrol üretim sahası olan Irak’a yönelik bir savaş planlamış, değişik bahaneler uydurarak bunu uygulamıştır.
ABD Enerji Bakanı Spencern Abraham, 21 Eylül 2002 Cumartesi günü yaptığı açıklama, “ABD’nin petrol için yalvarmayacağını” ifade ederek, “Üreticiler işleri nasıl kendi bildikleri gibi yürütüyorlarsa, ABD’de de öyle yapacak” demişti.
ABD’nin Irak ile girmek istediği savaşa dünya kamuoyu “hayır” demiş ve bu konuda savaş karşıtı büyük gösteriler yapılmıştı.
28 Eylül 2002 Cumartesi günü, Londra’da yapılan ve 350 bin kişinin Irak’a saldırıya karşı çıktığı gösteride bir konuşma yapan Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone, “Bütün bunlar petrol için... Bunu anlamıyacak kadar aptal insan yok İngiltere’de” demişti.
ABD ve İngiltere, “ Bir Damla petrol, İnsandan daha değerlidir ” anlayışıyla hareket ediyor.
Irak’da 100 binin üzerinde sivil öldürüldü ABD, İngiltere ve işbirlikçileri tarafından.

Yeni Dünya Düzeni ” adı altında, emperyalist güçler tarafından çapulculuk, yağma, talan, soykırım devam etmekte.
Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği ” nin kuruluşunun üzerinden yaklaşık 39 yıl geçti.

Şimdiki duruma kısaca bir bakalım.

Petrolün MillileştirilmesiP ” eyleminden, petrol dahil herşeyin özelleştirilmesi kararlarının alındığı, ayrıca, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren bir savaş ortamı içindeyiz. Türkiye’nin en büyük kamu kuruluşu olan TELEKOM özelleştirildi. TÜPRAŞ, özelleştirildi. ERDEMİR, özelleştirilmeye çalışılıyor.
11-12 Ağustos tarihli gazetelerde yer alan bazı bilgilere göre, AKP hükümetinin Maliye Bakanı ve Özelleştirmeden Sorumlu Bakanı Kemal Unakıtan, Mustafa Kemal döneminde kurulan ve adını Mustafa Kemal’in verdiği “Sümerbank” kuruluşu için “Sümerbank’ı bitirdik. Biz, yakında adını bile tarihten sileceğiz.” açıklamasını yapmış.
Özelleştirme denilen konuda o kadar pervasızca hareket ediliyor ki, ekonomi sektörünün önde gelen kuruluşlarından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu bile bundan rahatsızlık duymuş ve özetle şu açıklamayı yapmıştı:
“Küresel oyuncu mu olacağız, yoksa taşeron mu: Eğer küresel oyuncu olacaksak, Turkcell, Erdemir, Tüpraş gibi şirketler ülkemizin küresel oyuncu olmasında rol alacak şirketlerdir. Global dünyada gücünü birleştirmezsen büyüyemezsin; büyüyemezsen yok olmaya, taşeron, amele olmaya mahkûmsun.”
Tarih yazılmış. O tarih kanla, onurla yazılmış. Kimse silemez. Silinir.
Buna iki yiğit ve onurlu insandan bahsederek örnek vermek istiyorum.
Birinci Dünya Savaşı ile Türk Milli Kurtuluş Savaşı, insanı duygulara boğan nice kahramanlıklara, fedakârlıklara, cesaretlere, yiğitliklere sahne olmuştu.
Bu isimsiz kahramanlardan bir tanesi Süleyman Askeri’dir. Süleyman Askeri, Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Prizren’de 1884 yılında doğdu. 1902’de Harb Okulu’nu bitirdi. İttihat ve Terakki üyesiydi. 1909-1911 yıllarında Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Bağdat’ta jandarma komutanlığı görevinde bulundu. 1912’de Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Trablusgarp’ta ve Bingazi’de Mustafa Kemal’in emrinde İtalyan emperyalist güçlerine karşı gerilla savaşı yaptı. 1913’te Enver Bey’in komutasındaki 10. Kolordu Kurmayında çalıştı.
Emperyalist güçlerin Edirne’ye saldırdığı dönemde Edirne’nin kurtarılmasında büyük çabalar gösterdi. Emperyalist işgalci güçlere karşı Batı Trakya’da kurulan Türk Devleti’nin yöneticisi olarak gerilla savaşı uyguladı.
1914’te Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Basra’da valilik ve merkez komutanlığı yaptı. İngiliz emperyalizmine karşı direndi ve Teşkilatı Mahsusa adına gerilla birlikleri oluşturdu. Basra’nın güneyinde Şuaybiye çatışmasında yaralandı. Emperyalist İngiliz güçlerine ve uşaklarına esir düşmemek için Süleyman Askeri, Nisan 1915’te, intihar etti. Nuri Conker’in kayınbiraderiydi.
İkinci örnek Türk Kurtuluş Savaşı’ndan... Ankara’da, Meclis’ten olağanüstü yetkiler almış olan Mustafa Kemal, 22 Ağustos 1921’de, tüm cephedeki askerlere, emperyalist işgalcilere karşı hücum emri verdi. Başkomutan Mustafa Kemal, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Batı Cephesi komutanı İsmet İnönü, 26 Ağustos 1921 tarihinde sabaha karşı saat 03.30’de Afyonkarahisar’ın Kocatepe mevkii’nin yanındaki çadırlı ordugahta bulunuyor, savaşı yönetiyorlardı.
Bu cephede gizlice konuşlandırılmış 200 top vardı ve verilen emirle topçu ateşi başladı.
Saat 09.00’da 23. Tümen Belentepe’yi işgalci emperyalist güçlerden ve onlara hizmet eden Yunanlı uşaklarından kurtararak ele geçirdi
Aynı saatlerde Yarbay Salih Omurtak’ın komutasındaki 61. Tümen, Kazuçuran mevkiini emperyalist işgalci güçlerden ve onlara hizmet eden Yunanlı uşaklarından kurtararak ele geçirdi. Süvari tümen, emperyalist işgalci güçlerin askerlerine doğru ilerliyordu ve emperyalist işgalci güçlere hizmet eden Yunan askeri cephesinin gerisine sızmak üzereydi.
Çiğiltepe karşısındaki durum ciddiyet arzediyordu. Bu tepe karşısındaki 57. Tümen nedense bir türlü ilerleyememişti.
Mustafa Kemal, bu tümenin komutanı Albay Reşat Paşa’yı telefonla aradı.
“- Reşat Paşa, hâlâ hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?”
“- Yarım saat sonra ulaşacağız efendim. Söz veriyorum.”
“- Peki, size güveniyorum.”
Yarım saat dolalı hayli olmasına rağmen Çiğiltepe düşmemişti. Mustafa Kemal, Albay Reşat Paşa’yla konuşmak istedi. Telefona Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, çıktı.
“- Albay Reşat Paşa’yı istemiştim.”
Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, ağlamaklı:
“- Reşat Paşa, az önce intihar etmiş efendim. Size bir açıklama bırakmış.”
“- Oku.”
“- Peki okuyorum: Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.”
Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, Başkomutan Mustafa Kemal’in sözlerini ağlayarak dinledi.
“Başkomutanlık Meydan Savaşı”, zaferle sonuçlandı.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması Subay Süleyman Askeri ve Albay Reşit Paşa gibi onurlu milliyetçilerin bu tür davranışları sayesinde olmuştu.
Onlar ve onun gibi yiğitler, bizim kahramanlarımızdır.
Tarih ve Türk toplumu onları hiçbir zaman unutmayacak.
Subay Süleyman Askeri ve Albay Reşit Paşa gibi yiğit ve onurlu insanlar, Türk toplumunda her zaman var ve hazır.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/feyizoglu26.htm


..