30 Ocak 2020 Perşembe

Yılmaz Özdil'den bir Abisi olarak İstirhamım.

Yılmaz Özdil'den bir Abisi olarak İstirhamım. 


Serdar Turgut. 
Habertürk Gazetesi
22 NİSAN 2019


Yılmaz Özdil'den bir Abisi olarak İstirhamım

Yahu, yazının bu başlığını atarken hayli zorlandım.

Abi demem yanlış anlaşılır mı diye endişelendim ilk önce. "Büyüklük mü taslıyor diye düşünür" dedim ama  sonra baktım 10 yaş büyüğüm bu yüzden sakınca
görmedim.

Sonra benim yaşıma uyan istirham kelimesi aklıma gelinceye kadar 'tavsiye’de takıldım, kafamda bununla boğuştum. Bunu yazsaydım bu ben daha iyisini biliyormuşum casına bir tavsiyeci anlamına olmayacaktı ama yanlış anlaşılması da mümkündü; beni haddime olmayan şekilde konumlandırabilir.

Sonra istirhamı bulunca çok rahatladım. Bu kelimeyi hem çok severim hem de zarif bulurum, dahası Yılmaz Özdil’e yönelik bu yazının ruhuna daha da uyuyordu.

***

İlk önce kendimle ilgili kısa bir not.

Uzun yıllardır en beğenerek okuduğum yazardır Yılmaz Özdil.

Onun Atatürk ve Cumhuriyet sevgisini paylaştığıma inanırım, sadece bu duygulardan başlayıp varmak istediği sonuçlara her zaman katıldığım söylenemez.

Ne demek istediğimi bir başka örnek ile açıklamaya çalışayım.

Örneğin geçen gün de Yeni Şafak gazetesinde İsmail Kılıçarslan’ın yazısı çok hoşuma gitti. Musakka/antrikot muhabbetinde Ekram İmamoğlu’nun kolundaki saatin kaltesi ve pahalılığına dayanarak yazmış yazısını İsmail Bey. Hınzır çok kaliteli bir yazı olmuş. Oray Eğin’e de söyledim yazıyı o da çok beğendiğini söyledi böylece yazının kalite kontrolü de yapılmış oldu.

Ancak İsmail Bey'in bu yazıdan çıkıp varmak istediği siyasi sonuca katılmıyorum, ben bunun tamamen tersini çıkarıyorum. Bu konuda Yılmaz  Özdil’in pazar
günü yazmış olduğu ‘Musakka ve antrikot’ başlıklı yazıda sergilenen duygu ile hemfikirim.

Ancak buna rağmen İsmail Bey'in yazısını herkesin okumasını gönülden tavsiye ediyorum.

NEDEN YILMAZ ÖZDİL?

Yılmaz Özdil ile bir kez bile yüz yüze konuşmadık.

Sadece ben bir fırtınalı New York sabaha karşısında tren garında evsizler arasında oturturken Özdil’in o günkü yazsını okudum. Özetle "AK Parti İzmir’de
temsilcilik açacakmış, onlar açsa açsa temsilcilik değil bir konsolosluk açabilirler" demişti. Ben o ortamda, o sefaletin, rezilliğin, evsizlere özgü korkunç
kokunun ortasında buna çok gülmüş ve hemen yazara bir e-mail göndermiştim. O nazik davrandı ve aradı. Sohbet ettik, ortamı anlattım ona ve bir gün buluşup
rakı içmek için sözleştik. Henüz bunu yapamadık ama umudum bir gün bunun olması.

Peki ben neden tek bir yazarı merceğe koyan türde bir yazı yazmak ihtiyacı hissediyorum.

ZEİTGEİST 

Ülkelerin zamanın ruhu (Zeitgeist), dönemine göre o ruhu en iyi ve en etkili ifade eden yazarlar çıkarır. 

Zeitgeist döneme özgü düşünme ve hissetme tarzıdır.

Zeitgeist’e ters bakmak ve kontra zeitgest ile yazmak da çok zor ve güçlü bir yazarlık tavrıdır..

Gördüğüm kadarıyla Yılmaz Özdil’in düşünme ve hissetme tarzı AK Parti iktidarı öncesine ait gibi, o dönemde kendisini daha iyi hissedermiş gibi geliyor
insana.

AK PARTİ İKTİDARI, 

AK Parti iktidara gelir gelmez bu ülkedeki hakim düşünme ve hissetme tarzını değiştirmeye koyuldu.

Anlayacağınız ülkenin zeitgeist’i değişti ve yeni bir Zeitgeist geldi yerine.

Bu benim desteklediğim bir değişimdi. Cumhuriyetimizin daha sağlam temellere oturması için bunu zorunlu buluyordum. Sonra her şey umduğum gibi gitmedi
ama olsun o dönemde durum böyleydi.

Bu zorunlu yeni zeitgeist’in Cumhuriyetimizi çökmekten kurtardığını ve inançlı insanlar ile sekülerlerin buluşmasına gidecek ve Cumhuriyetin de inançla
tam anlamıyla barışacağı bu dönemin ülke için hayırlı olacağını hep düşündüm ve yazdım.

Ülkenin o dönemde bir karşı zeizgeist'e da ihtiyacı vardı. Bunun fikir babalığını, temsilciliğini Yılmaz Özdil’in mükemmel yapmış olduğunu düşünüyorum.
Karşıdaki insanların duygularına düşünme ve hissetme tarzına Özdil mükemmel sözcülük yaptı dahası  onların ağzına da çoğunlukla laf yerleştirdi.

ZEİTGEİST YİNE DEĞİŞEBİLİR 

Neyse bütün bunlar yaşandı bitti her şey geride kaldı, şimdi, ileriye bakmanın zamanı.

Son seçimin sonuçları gösteriyor ki şimdi yine bir zeitgeist değişimi dönemi yaklaşmak üzere.

Yanlış anlamayın bir iktidar değişiminden bahsetmiyorum. Daha kapsamlı bir değişim söz konusu.

Kolektif düşünme ve hissetme tarzımızda bir değişim başladığı işaretlerini alıyorum.

Şimdi geldik nihayet Yılmaz Özdil’i neden merkeze koyduğuma…

Bu dönemin nasıl yönetileceği, hepimizin nasıl tavırlar alacağı çok önemi olacak.

Makulü yakalamak için çalışmalıyız.

Hepimiz çok dikkatli olmalıyız. Özellikle Özdil gibi kanaat önderleri özellikle dikkatli olmalı bu dönemde.

Bence Özdil doğru tavır için çok desteklemekte olduğu İmamoğlu’nu örnek almalı. Onun herkesi, her fikri kucaklayıcı tavırları İstanbul'un gönlünü kazandı.
Türkiye’nin asıl buna ihtiyacı var. Bize ‘nihayet biz kazandık’sevinçlerine değil makul bir arada olma arayışı lazım.

Sevgili kardeşim Yılmaz Özdil senden mütevazı istirhamım bundan ibarettir. Sağlıcakla kal. Umarım bir gün rakı masasında buluşuruz ve sohbet ederiz.

***


Evet, bir Beka Sorunumuz var.

Evet, bir Beka Sorunumuz var. 


Yıldıray Oğur. 
KARAR
22 NİSAN 2019


Evet, bir beka sorunumuz var.
Önce küçük bir hatırlatmayla başlayalım.

Çünkü dün bir kez daha görüldü ki bazılarının hafızası siyaseten sık sık kısa devre yapıyor.

2009 yılına gidelim. AK Parti hükümetinin Demokratik Açılım’ı başlattığı zamanlara...

Kamuoyunun ünlülerin katıldığı kahvaltılar, Kürtçe televizyon gördüğü sahnenin perde arkasında 2005’den itibaren PKK ile yürütülen görüşmeler vardı. Bu
görüşmeler kapsamında 2009 yılında bir grup PKK’lı Habur sınırından Türkiye’ye giriş yapmış, sınırda kurulmuş bir mahkemede ifade verdikten sonra serbest
kalmışlar yani meşhur Habur Olayı yaşanmıştı.

(Ne tuhaftır, Habur’da sınırda hükümetin emriyle PKK’lıları sorgulayan başsavcı, geçenlerde terör örgütü (FETÖ) üyeliğinden 6 yıl hapis cezası aldı.)

PKK’lılar anlaşma gereği serbest bırakıldıktan sonra ilçe ilçe gezip, törenlerle karşılandılar. Barış ve çözüm için cesur ve iyi niyetli bir girişimi o
görüntüler baltaladı.

Başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partileri, medya hükümete ateş püskürüyor, terör yandaşlığı, ihanet lafları havalarda uçuşuyordu.

İşte o günlerden sonra peş peşe şehit cenazelerinde AK Partili bakanlar, içinde “açılım” geçen sloganlarla protesto edilmeye başlandı. Bir süre sonra protestolar
fiziki saldırılara dönüştü.

En kötüsü 2010 yılında yaşandı. Kayseri’de bir şehit cenazesine katılan dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız’a yaklaşan bir kişi "Bu Türk milletinin yumruğu.
Al sana açılım" dedikten sonra bakanın yüzüne yumruk attı.

Aynı yıl Adana’daki bir başka şehit cenazesinde ise elinde MHP bayrağı olan bir kişi Başbakan Erdoğan’ın çelengini parçaladı.

2012 yılında Samsun’daki cenazede bozkurt işaretleri yapan öfkeli bir grup, bakan Suat Kılıç’ın yolunu kesti, arabasını durdukları AK Partili belediye
başkanına ise yumrukla saldırdı.

Yine 2012 yılında Antep’teki bir şehit cenazesinde “Açılım yaptınız işte” diye laf atmalarla başlayan, hakaretlerle süren saldırı girişiminden üç bakan
(Beşir Atalay- Hüseyin Çelik- İdris Naim Şahin) otobüsle alandan kaçırılarak kurtarılmıştı.

2013 yılında bu kez “çözüm süreci” adı altında İmralı ve Kandil’le görüşmeler başladı. Sayıları azalsa da yine şehitler gelmeye devam ediyordu. Sokak ortasında, alışveriş yaparken, eşinin yanında subaylar öldürülüyor, cenazelerinde yine hükümete ve bu kez çözüm sürecine tepkiler yükseliyordu. Aynı tepkilerden gittikleri illerde Akil İnsanlar da nasiplerini aldılar.

Beş yıl sonra dün bir şehit cenazesinde hedef bu kez CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu oldu.

Ankara Çubuk’ta katıldığı şehit cenazesinde saldırıya uğrayan Kılıçdaroğlu, linçten kurtulmak için sığındığı evden ancak bir buçuk saat sonra zırhlı bir
araçla çıkarılabildi.

Devletin başkentinde ana muhalefet liderinin sığındığı evi basmak isteyen linçi kalabalığı dağıtmak işi ise eline megafon alıp “Mesajınızı alındı” diye
güruhu teskin etmeye çalışan Savunma Bakanı’na kaldı.

Ciddi bir devlet için utanç verici bir gündü.

Peki neydi Çubuklu köylüleri, köylerine kadar gelip şehit cenazesine katılmış 70 yaşındaki Kılıçdaroğlu’na saldırtan?

Emrindeki devlet görevlilerini, seçtiği HDP’li Milletvekillerini İmralı ve Kandil’e görüşmeye mi göndermişti? Dolmabahçe Sarayı’nda bakanlarının önünde Öcalan’ın mektubu mu okunmuştu?

Hayır, yerel seçimlerde HDP Büyük şehirlerde aday çıkarmayarak CHP adaylarına destek vermişti.

Ama hafızası kısa devre yapmış siyasetçiler ve medya, çözüm sürecinde kendi yaptıklarını, söylediklerini, kendilerine yapılanları ve söylenenleri unutup aylardır ülkede her üç kişiden birinin oyunu almış ana muhalefet liderini “PKK ve FETÖ’den talimat alan Zillet, İllet İttifakı” olarak resmediyor, ona neredeyse düşman kuvvetlerin içimize sızmış işbirlikçi ajanı muamelesi yapıyor.

Sadece ona da değil.

Dün devletin imkanlarıyla İmralı ve Kandil arasında mekik dokurken Demirtaş için “Demirtaş’tan bahsediyorum. Kılıçdaroğlu’nun dolduramadığı muhalefet boşluğunu o doldurdu. Bravo Selahattin bey, tebrikler. Kişisel olarak da yıldızı her geçen gün parlıyor” diye yazanlar, bugün hapisteki Demirtaş hakkında Ekrem İmamoğlu’nun söylediği “Siyasette aktifken çizdiği çizgiyi beğeniyordum” sözünden hareketle onun gülen bir fotoğrafını dört şehidin fotoğrafının yanına koyup “Mutlu musun Ekrem” manşetleri atabiliyor.

Ama herhalde bu toplu hafıza kaybından kaynaklı çelişkiler karşısında kendini en rahat hisseden kişi MHP lideri Devlet Bahçeli.

O dün hükümet çözüm süreci için adımlar atarken AK Parti’yi PKK ile işbirliği içinde olmakla suçluyordu, bugün de CHP’yi yerel seçimlerdeki HDP’yle ittifak
için PKK’yla işbirliği ile suçluyor.

Ama dün kendi sınırlarını da aştı.

2010’da Ahmet Türk’e yumruk atılınca hükümetin kutuplaştırıcı siyasetini eleştirmiş MHP Lideri, Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimi için “O adama yumruk
attıracak kadar ne yaptın sen Kılıçdaroğlu” diye bile sordu.

Daha dikkat çekici olanı, her ne kadar bakanlar, siyasetçiler düzeyinde AK Partililer bu saldırıyı kınasalar da, sosyal medyada görünür olan AK Parti tabanı
saldırıya Bahçeli gibi tepki verdi.

Hatta iktidara yakın gazetelerde köşe yazarlığı yapan, televizyonlarda programlara çıkan, think tanklerinde uzmanlık yapan bilindik isimler, ana muhalefet liderine yönelik linç girişimini, ayıp olmasın diye kınamaya bile gerek görmeden, mazur hatta meşru gösteren yorumlar yaptılar.

Yıllardır medya ve siyaset eliyle, sürekli teyakkuz halinde tutulan, ülkenin bekasının tehlikede olduğuna ikna edilmiş, her türlü eleştiriye algı operasyonu,
muhalefete düşman gözüyle bakan büyük bir kitle oluşturuldu ama bu kitleyi AK Parti’nin resmi, meşru söylemi bile artık kesmiyor.

15 Temmuz travmasıyla, her an yeniden sokağa çıkmaya hazır bekleyen, hatta sık sık “bu kez hazırlıklı çıkacağız” vurguları yapan, artık siyaseti partiler
arası demokratik bir yarış değil, bir kurtuluş savaşı, vatan savunması, iç ve dış güçlere karşı kutsal bir mücadele olarak gören bu kitlenin duygularına
en iyi hitap eden lider Bahçeli.

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra son yerel seçimler de MHP’nin AK Parti tabanı için meşru bir alternatif haline geldiğini gösterdi.

Parti tabanları ittifakta birleşirken söylem üstünlüğü de daha milliyetçi, güvenlikçi, sert, tavizsiz MHP’ye geçti. Siyaseti bir kere bekamız için yeni
istiklal harbine çevirdikten, tabanını buna ikna ettikten sonra artık geriye dönmek o kadar kolay değil.

Bir merkez parti olarak AK Parti’nin buradan her geriye dönüş, normalleşme çabası, Bahçeli için üzerinde siyaset yapıp, tabana mesaj verilecek bir fırsat
olacak.

Nitekim sözlerinin AK Parti tabanında da yankılandığına güvenen Bahçeli, dün partisinin seçim değerlendirme toplantısında Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye ittifakı”
sözünden bile rahatsızlığını bildirip, ittifaklarının sadece AK Parti ile ve Cumhur İttifakı olduğunu belirtti.

Yine AK Parti sözcüleri İstanbul seçim sonuçlarını iptal için yaptıklarını hukuk içinde açıklamaya çalışırken, Bahçeli dün gayet rahat biçimde İstanbul’un
CHP’li belediyeye bırakılmasının bir beka sorunu olduğunu söyledi, “Türkiye düşmanlarına vatan köşesi veremeyiz” diyebildi, seçimlere giren Damat Ferit
benzetmeleriyle sandıktan çıkan her sonucu tanımayacakları mesajını verdi

Dünyada milliyetçilerin çok birleştirici olduğu söylenemez. Ama milliyetçiliğini yaptığı toplumun yarısından nefretle ve düşman kuvvet gibi bahseden bir
milliyetçiliğin, “Türkiye ittifakı” sözünden bile rahatsız olan bir Türk milliyetçiliğinin herhalde örneği azdır.

Siyasette şiddeti meşru gören, beka için sandığı, demokrasiyi harcamaya hazır böyle bir dilin ülkenin yarısının oyunu almış büyük bir kitle partisinin
tabanında ve medyasında egemen olmaya başlaması tehlikelidir.

Terör örgütlerinin, dış güçlerin, üst akılların asla başaramayacağını, toplumu kutuplaştıran, ana muhalefet liderini düşman kuvvetlerin komutanı gibi gören,
demokrasiye, hukuka söz konusu vatansa teferruat gözüyle bakan teyakkuz halindeki yerli ve millik başarabilir.

Yani meraklıları için, dün Ankara’da bir örneğini gördüğümüz olay ve ona gösterilen tepkiler, evet gerçekten de bir beka sorunudur...

***

Türkiye İttifakı ne demek.

Türkiye İttifakı ne demek. 


TÜRKER ERTÜRK. 
ODATV
Makale.
22 NİSAN 2019

Türkiye İttifakı ne demek.,

Adil olmayan, her şeyin iktidar adaylarının kazanması için kurgulandığı ve bu maksatla devletin tüm imkânlarının gayri anayasal bir biçimde, fütursuzca
kullanıldığı ve hatta iktidar için güvenoyu niteliğine büründürülen 31 Mart seçimlerinde halk, iktidara güçlü bir tokat atmıştır. Ama iktidar, bundan ders
alacağına ve bütün gücünü ekonomik iflas başta olmak üzere Türkiye’nin sorunlarının çözümüne ayıracağına, hala problemi anlamamış gözükmekte ve seçim sonuçlarını başarısızlığını içselleştirmemektedir.

İktidar İstanbul’da kaybedişini ise bir türlü hazmedememekte ve kabullenememektedir. FETÖ veya bizzat kendisi tarafından seçim öncesi kaybetme ihtimaline göre kurguladığı usulsüzlükler üzerinden iptal ettirebilmek gayretlerini yoğunlaştırmakta ve “Ali Cengiz” oyunları peşindeymiş gibi görünmektedir. Umarım yanılırım! İstanbul’da seçimin tekrarı iktidarın hem kendi hem de ülkenin ayağına kurşun sıkması demektir.

“SENİN HIRSIZIN KÖTÜ, BENİMKİ İYİ” OLAMAZ

Öncelikle; seçimi kazanan tüm belediye başkanlarına, parti farkı gözetmeksizin başarılar dilerim. Tüm belediye başkanlarından isteğimiz; adil ve dürüst
olmaları, partizanlık yapmamaları ve belediye hizmetleri için verdiğimiz vergileri, belediye hizmetleri için kullanmalarıdır. Yani; kafasında tüy bitmemiş
yetimin ve öksüzün hakları olan vergilerimizi kendilerine ve partilerine yakın cemaatlere, vakıflara, derneklere, futbol takımlarına aktararak, peşkeş
çekmemeleri dir.

Çağdaş ve demokratik olmanın olmazsa olmazı; en başta parasal konular olmak üzere, şeffaf ve hesap verebilir olmaktır. Bu hesap verme sadece seçimden seçime değil, görev süresi içindeki her gün, her hafta, her ay ve her yıl için geçerlidir. Şehrin çeşitli hizmetleri için yapılacak ihaleler açık ve internet
üzerinden denetlenebilir olmalı, kapalı kapıların ardında alavere dalavere yapılmamalıdır. “Senin hırsızın kötü, benim hırsızım iyi” yaklaşımı asla kabul
edilemez.

BEN AHİRETTE HESAP VERİRİM

Bir şehrin belediye hizmetleri ile ilgili kayıtları gizlilik dereceli değildir. Yani herkes tarafından bilinmesi, ulusal güvenliğimizi haleldar etmez.
Aksine; parasal konular öncelikli olmak üzere, belediye kayıtlarının şeffaf ve herkesin erişimine açık olmasının sosyal barışımız açısından sayılmayacak
kadar çok faydası vardır.

Halk iradesi ile seçilen bir belediye başkanı; o şehrin belediye hizmetleri ile ilgili tüm kayıtlarını geçmişe yönelik olarak inceleyebilir, uzman kuruluşlara
inceletebilir ve bu maksatla ayrıca kayıt altına alabilir ve aldırabilir. Bunu her türlü yollarla engellemeye çalışmak; geçmişte yapılan yolsuzluklara,
suistimallere ve kamu kaynaklarının yandaşlara peşkeş çekildiğine dair ağır şüphenin doğru olduğunu teyit eder. “Ben hesabımı ahirette veririm” söylemleri
ve yaklaşımları, hırsızlığın suçüstü olma durumudur.

EKONOMİK İFLAS VE BEKA SORUNUNUN SORUMLUSU İKTİDAR

Erdoğan, seçimden sonra yaptığı açıklamada özetle; seçimin geride kaldığını, güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere gündeme odaklanma ihtiyacına işaret
ediyor ve 2023 hedeflerine, yapısal reformlara, milletin ortak değerlerine atıfta bulunarak “Ülkemizin bekasını ilgilendiren meselelerde siyasi görüş ayrılıklarımızı
bir tarafa bırakarak, 82 milyon hep birlikte hareket etmeliyiz”dedi.

Bu tespit, baştan sona kadar sorunlu! İktidar 17 yıldır Türkiye’yi yönetiyor ve bugün geldiğimiz yer; ekonomik iflas, yokluk kuyrukları ve beka sorunu.
Bunların nedeni ise tartışmasız iktidarın kendisi! İktidar 2023 vizyonunu ortaya koydu ve “Türkiye’yi dünyanın 10’uncu büyük ekonomisi yapacağım” dedi.
Ama bu hayali gerçekleştirebilmek için ne yapısal reformlara ne teknolojiye ve ne de insana yatırım yaptı. Sadece, Cumhuriyetimizin ekonomik değerlerini
haraç mezat sattı, yabancılaştırdı ve tüm kaynaklarımızı taşa, toprağa, saraya ve lükse gömdü.

İKTİDAR TÜRKİYE'YE KÜME DÜŞÜRDÜ

İktidar görevi devraldığında; dış borcumuz 130 milyar dolar, benzinin litresi 1.48 TL, 1 dolar 1.50 TL, 1 euro 1.66TL, 1 gram altın 17 TL idi. 17 yıl sonra
bugün ise; dış borcumuz 450 milyar dolar, benzinin litresi 7.10 TL, 1 dolar 5.80 TL, 1 euro 6.60 TL ve 1 gram altın 393 TL! Bu notlarla bu öğrenci sınıfta
kalır, hatta okuyamaz diye belge alır! Ayrıca; 2023’e dört yıl kaldı. Değil dünyanın ilk ekonomisi arasına girmek, 17’inci ekonomi iken üç sıra birden
düştük ve 20’inci ekonomi olduk. Yani iktidar, Türkiye’ye küme düşürdü. Hemen üzerimizdeki 19’uncu ülke ise 8 milyon nüfuslu İsviçre oldu. Varın, gerisini
siz tahmin edin.

Bu iktidarın Türkiye’yi küme düşürdüğü alan sadece ekonomi de değil. Türkiye; “Hukukun Üstünlüğü”, “İnsani Gelişmişlik”, “Basın Özgürlüğü”, “Kadına Karşı
Ayrımcılık ve Şiddet” gibi tüm demokratik göstergelerde yerlerde sürünüyor. Yükselen tek gösterge ise işsizlik! Genç nüfusta ise bu rakam yüzde 25, yani
her dört gencimizden biri işsiz.

İKTİDAR ELEŞTİRİLMEK İSTEMİYOR

Evet, bugün Türkiye beka, güvenlik ve iç barış sorunu yaşıyorsa; bunun nedeni de yine bu iktidarın 17 yıldır yaptıkları, yapmadıkları ve söylemleridir.
Cumhuriyetin kurucu ideolojisine düşmanlık yapılmasaydı, devletin aklı yok sayılmasaydı, tarihimizin acılarla dolu deneyimlerinden gelen kırmızıçizgileri
çiğnenmeseydi; ne bölgemizde ve dünyada ötekileşirdik, ne 15 Temmuz Darbe Girişimi olurdu, ne Ortadoğu bataklığına batardık, ne de resmi olmayan rakamlarla 5 milyon Suriyeli sığınmacıyı kucağımızda bulurduk.

İktidar eğer bugüne kadar yaptıklarını yapacaksa; istisnasız hiçbir konuda durumun düzelmesi imkân ve ihtimali yoktur. Peki iktidar “Türkiye İttifakı”
derken ne demek istiyor? Türkiye’nin icracı tüm gücü zaten iktidarın elinde, istediğini yapıyor ve yaptı da! Hatta demokratik ülkelerin aksine, icranın
ötesinde, bir anlamda yasama ve yargı da iktidarın kontrolünde. Mesela böyle bir güç Almanya Başbakanı Angela Merkel’de, İngiltere Başbakanı Theresa May’de yok! O zaman aklımıza şu geliyor; iktidar eleştiri istemiyor ve her konuda koşulsuz destek istiyor. Bu çok yanlış olur, felakete doğru sürüklenişimizi daha da hızlandırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.

PARLAMANTER SİSTEME DERHAL DÖNMELİYİZ

Sorgulama ve eleştiri; her halde ve şartta demokrasinin vazgeçilemez unsurudur. II. Dünya Savaşı’nı en zor günlerinde bile İngiltere Başbakanı Winston Churchill en acımasız bir biçimde eleştirilebiliyor ve kararları sorgulanabiliyordu. Karşı cephede, Almanya’da ise iktidar sorgulanamıyordu ve aldığı kararlar eleştirilemiyordu. Ama Almanya kaybetti ve orada taş üstünde taş bırakmadılar. Ruslar, Berlin varoşlarına girdiğinde bile Alman halkı hala zaferden zafere koştuklarını sanıyordu.

Türkiye, bir an önce erken seçime gitmeli. 31 Mart seçimlerinden sonra 4,5 yıl bu iktidarla gidebilmek mümkün değil. Halkın güvenoyunu kaybetmiş bir iktidarın ekonomik acı reçeteler uygulayabilmesi de mümkün değil. Türkiye; “Tek Adam”tarafından yönetilen bir ülke durumundan çıkarak uzlaşmayı esas alan “Ortak Akıl” ve niteliği esas alan “Birleşik Akıl” tarafından yönetilmeyi mümkün kılacak parlamenter sisteme bir an önce geçmelidir.

Türker Ertürk
Odatv.com

***

Teröristlerin Ekmeğine yağ sürmeyin.

Teröristlerin Ekmeğine yağ sürmeyin. 


NEDİM ŞENER. 
POSTA
22 NİSAN 2019


Hakkari Çukurca’da PKK’lı teröristlerin saldırısı sonucu askerlerimiz Erhan Çiyapul, Murat Şahin, Şevket Çetin ve Yener Kırıkçı şehit olurken yedi askerimiz
de yaralandı.

Şehitlerimize Allah’tan rahmet yaralılara şifa dilerim. Milletçe acımız çok büyük. Acı hepimizin şehitler hepimizin. Teröristler canımızı yakarken millet
olarak bizi bölmeye çalışıyor. 

Tüm amaçları bu…

Dün Ankara Çubuk’ta şehit er Yener Kırıkçı’nın cenaze namazı sırasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırı teröristlerin “toplumsal
çatışma amacına” doğru yol aldığımızı gösteriyor.

Şehide ve ailesine saygı için orada bulunan Kemal Kılıçdaroğlu yumruklu saldırı ve linç girişimine maruz kaldı. Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun diyor, yapılan
saldırıyı kınıyorum. Bu ülkede beraber yaşamak isteyen herkes bu saldırıyı kınamalı.

Bu saldırının hiç bir açıklaması olamaz, erekçelendirmeye çalışan açıklamalar da kabul edilemez. Bunun organize bir saldırı olduğu açık. Nitekim Ankara
Cumhuriyet Savcılığı saldırı ile ilgili terör ve organize suç kapsamında soruşturma başlattı.

Bu saldırının faillleri ve arkasındaki karanlık güç ortaya çıkarılmalı. Bu saldırı ülkemizdeki kutuplaşmanın geldiği noktayı gösteriyor. Terörislerin amacı
da bu; toplumsal gerilim hatları üzerinden iç kargaşa çıkarmak. Bu oyunu bozacak tüm girişimler yapılmalı.

Siyasetçilere düşen görev

En önemli görev siyasetçilere düşüyor. Siyasi rekabet adına meydanlarda özellikle iktidarın CHP’yi hedef alan sözleri toplumsal gerilimi arttırıyor. Herkes
birbirine düşman oluyor. Bu iklimi fırsat olarak gören karanlık odaklar devreye giriyor.

Seçim bitince yatıştırıcı açıklamalar gerilimi yok etmeye yetmiyor. Yetmediğini Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı ile görmüş olduk. Yine söylüyorum, bundan
yalnızca terör örgütü PKK kazançlı çıkıyor.

Bu yüzden biran önce kutuplaştırıcı söylem ve davranışlardan vazgeçmek gerekiyor. Hepimizin ortak düşmanı PKK ve FETÖ gibi arkasına emperyalist güçleri almış olan terör örgütleridir. Onlara karşı birlik omalıyız.

Basına düşen görev

Kutuplaştırmaya karşı bir görev de basına, gazeticilere düşüyor. Halka haber verme görevi olan gazeteciler attıkları manşetler, yaptıkları haber ve yorumlarla
toplumdaki gerginliği körüklemek yerine uzlaştırıcı olmalı.

Gazetecilerin temel görevi kavga değil barış ve uzlaşmadır. Çok uzun zamandır bu gidişi görebiliyorum. Hep uyarmaya çalışıyorum. Çocukluğum, gençliğim,
meslek yaşamım hep kutuplaşma üzerine kavgaları izlemekle geçti. Kardeş kardeşi öldürdü bu ülkede.

Ben yine de bıkmadan “Hepimiz kardeşiz…” demeye devam ettim yine edeceğim. Ta ki, ortak düşmanımızın terör örgütleri ve onları bize karşı kullanan emperyalist ülkeler olduğu anlaşılana kadar.

***

Şehit Cenazelerini yeni bir ayrışma vesilesi yapmak isteyenlere yazıklar olsun.

Şehit Cenazelerini yeni bir ayrışma vesilesi yapmak isteyenlere yazıklar olsun. 


MÜYESSER YILDIZ. 
ODATV
Makale.
22 NİSAN 2019


Şehit cenazelerini yeni bir ayrışma vesilesi yapmak isteyenlere yazıklar olsun.
Ülkeyi yönetenler, İmralı-Kandil-HDP ile yürüttükleri “ Çözüm sürecini” bitirdikten sonra CHP ile HDP-PKK'yı yan yana gösterme kampanyası başlattı...

Ülkeyi yönetenler, İmralı-Kandil-HDP ile yürüttükleri “Çözüm sürecini”bitirdikten sonra CHP ile HDP-PKK'yı yan yana gösterme kampanyası başlattı. 

Önce Başkanlık referandumu, ardından 24 Haziran ve 31 Mart seçimleri sürecinde iyice yoğunlaştırılan bu kampanya, gittiği yerlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik protestolara dönüştü... Şehit cenazelerinde CHP çelenkleri parçalandı... Nihayetinde de  iş bugünkü vahim olaya, Kılıçdaroğlu'na
fiili saldırıya vardı!..

Şehit cenazelerinde iktidara yönelik protestolar yaşandığında muhalefeti suçlayan dönemin Başbakanı Erdoğan, şu çağrıyı yaptığında sene 2007'ydi:

“Bir damla şehit kanını, 550 milletvekiline değişmeyiz. Şahadet gibi ulvi bir mertebeyi, bu ülkede yeni bir ayrışma vesilesi kılmak isteyenlere, 'yazık'
demekten başka bir söz bulamıyorum. Şehit cenazelerinin kendi siyasi sembollerini sergileyeceği, birer kampanya haline getirmek isteyenler bilerek ya da bilmeyerek bu ülkeye, bu vatana, bu bayrağa kötülük planının parçası haline geliyorlar. Cami avlularını siyaset ve slogan haline getirmek, şehit cenazelerini
siyasi istismar malzemesi haline getirmek milli ve manevi değerlerimize tek kelimeyle kötülük yapmaktır.”

2009'da o zamanki adıyla “Demokratik Açılım”ı başlattığında da Meclis kürsüsünden şöyle konuştu:

“25 yıl boyunca güvenlik sorunu ele aldığımız bu sorunda dağlar bombalandı mı, bombalandı. Sınırötesi operasyon yapıldı mı, yapıldı. Terör sıfırlandı mı?
Hayır, devam ediyor. 'Bu Meclis, Şırnak'taki asker oğlunu bekleyen Ayşe Hanım'a da yıllardır haber alamadığı dağlarda oğlunu yitiren Fatma Hanım'a da bugün bir şeyler söylemek zorundadır. 'Analar tabii ki ağlayacak' diyenler, sizin hiç oğlunuz yavrunuz öldü mü? Bu açılımın sonunda rant kapıları kapanacak.
Şiddet üzerinden, şehit cenazeleri üzerinden siyaset yaptığını zannedenler var. Bunlar tabii ki bu sürece karşı çıkıyorlar. Hatta 'şehitler gelsin de biraz
daha fazla bağıralım' diye bekleyenler var. Türkiye için hayati bir süreç başlatıyoruz.”

ŞEHİTLERE SAYGISIZLIK YAPANLAR ÖNCE BENİ KARŞILARINDA BULUR

O “Hayati sürecin” ilk meyvesi Habur rezaleti oldu. Tepkiler üzerine şunları söyledi:

“Tarihimizde hiçbir zaman teröristlerle bölücülerle asilerle pazarlık  yapmadık, bundan sonra da asla yapmayız. Bu ülkenin hiçbir şerefli hükümeti, hukuk 
önünde mahkum olmuş suçlularla masaya oturmamıştır, bundan sonra da oturmaz, oturamaz. Bu ülkenin sınırları, bu ülkenin demokratik, laik, sosyal, hukuk  devleti, bu ülkenin İstiklal Marşı, bu ülkenin bayrağı, bu ülkenin devleti, hiç kimse tarafından tartışma konusu yapılamaz. Bu ülkenin aziz şehitlerine
hiç kimse  saygısızlık yapamaz. Bunu yapanlar önce karşılarında beni ve partimi bulurlar.”

Ama “Çözüm süreci” hız kesmeden devam etti.

Ülkenin neyi var, neyi yok tartışmaya açıldı...

Oslo, İmralı, Kandil yol yapıldı...

Terörist başının isteği üzerine TBMM'de “PKK'yla müzakere yasası” dahi çıkarıldı...

Uzatmayalım; Netice?

Önceki gün Çukurca'da askerlerimizi şehit eden PKK, Irak'ın kuzeyine tamamen yerleşmekle kalmadı, İmralı'yla görüşmeleri yürüten Kamu Güvenliği Müsteşarı nın, “Siz buradan örgütü yönetiyorsunuz. Buna müsaade ediyoruz”dediği üzere, terörist başının gönderdiği talimatlarla PYD/YPG olarak Suriye'nin kuzeyinde de örgütlendi. 

Bugün CHP'yi hedef gösteren isimlerin başında gelen birisinin, o “Çözüm sürecini”, Medine Sözleşmesi ve Veda Hutbesi'ne benzettiğini,

Bir diğerinin, “Sayın Öcalan demek suç olmaktan çıktı. PKK’nın kendine ait bayrağını elinde taşımak, Öcalan’ın posterini taşımak suç olmaktan çıktı. Hatta,
‘Türkiye’nin sistemi böyle olmalıdır. Şunlar şunlar, eyaletler, demokratik özerklikler falan, bunların hiçbirisi artık suç değil” diye övündüğünü,

Başka bazılarının, “Öcalan'ın mesajları bizim de düşüncemizdir... Öcalan, olayları okuma kabiliyetine iyi sahiptir. Tecrübesinden biz yararlanıyoruz...
Dünyanın geleceğini Abdullah Öcalan çok iyi okuyor, biz de onu takip ediyoruz”şeklinde açıklamalar yaptığını kaydedip, AKP'lilerin, HDP'nin süreçteki konumuna ilişkin şu değerlendirmelerini hatırlatalım:

- HDP zor durumda iken onları biz güçlendirdik...

- HDP bu çözüm süreci sayesinde büyüdü. Büyümesinde bir mahsur yok. Niye? İş siyasetle çözülsün. Silahla bir yere varılmaz. Ülke hep kaybediyor. Onun için
HDP bizim muhatabımız dı...

- Şimdi bize diyorlar ki; “Siz PKK'yla masaya oturdunuz.” Biz HDP'yle konuştuk. Eğer HDP eşittir PKK'ysa, 6 milyon insan onlara oy verdi, onlar da mı PKK'yla
masaya oturdu? Böyle düşünmek sakat bir mantıktır. Yanlıştır...

BAHÇELİ'DEN ERDOĞAN'A CEVAP

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da Erdoğan, şehit cenazeleri konusunda MHP'yi hedef gösterip, “Şehit cenazelerini istismar ettiğini ve kendisini terörün
varlığına endekslediğini” öne sürdü.    

Bu Eleştirilere Bahçeli'nin cevabı şu oldu:

“MHP'nin şehit cenazelerini istismar ettiğini ve terörün varlığına kendisini endekslediğini iddia etmesi, milli ve ilkeli muhalefet tarzımızı aşağılamaya
kalkışması, müfteriliğinin tezahürüdür. MHP'yi terörden geçinen, şehit cenazelerinden medet uman çarpık bir anlayışta göstermek, kuyruklu yalan olmasının ötesinde, ahlâksızlık tır. PKK'yla kimin pazarlık yaptığı, İmralı canisine kimin teslim olduğu, Mehmetçiklerimizi, polislerimizi arka arkaya şehit eden
kanlı elleri kimin tuttuğu esasen ortadadır. Erdoğan'ın PKK'yı diriltme ve ayağa kaldırma süreci Türk Milleti'ni yasa ve acıya boğmaktadır. Şu sıralar
her gün gelen şehit haberleri Erdoğan'ın teröristleri cesaretlendirmesinin ve umut aşılamasının eseridir. Recep Tayyip Erdoğan'ın sözde çözüm ve barış
süreci Türkiye'nin kanlı ve ağrılı bölünmesi için kurulmuş ve iktidarı rehin almış alçak bir tuzaktır. Bu itibarla kandan geçinenler, terörden rant devşirenler,
ölümden, kayıptan, kopmadan, parçalanmadan, bölünmeden gelecek umanlar bellidir ve bu da Erdoğan'la birlikte AKP'dir.”

Demek ki, tüm bunlar yanlışmış!..

Demek ki, “PKK'yı cesaretlendiren”, “HDP'yi büyüten” Kılıçdaroğlu imiş ki, hesap ona soruluyor, sorduruluyor!..

ŞEHİT SENDEN DUA BEKLER

Çubuk'taki vahim olayın ardından Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Değerli arkadaşlarım, şu ana kadar mesajlarınızı verdiniz, tepkilerinizi gösterdiniz”
dedikten, Ankara Valiliği, “Müessif protesto eylemi” nitelemesi yaptıktan sonra umut kalmamış olsa da ülkeyi yönetenlerin derhal bir kez daha şunları söylemesi
gerekmiyor mu?

- Şehit cenazelerini siyasi istismar malzemesi haline getirmek, milli ve manevi değerlerimize tek kelimeyle kötülük yapmaktır...

- Bu ülkenin aziz şehitlerine hiç kimse  saygısızlık yapamaz. Bunu yapanlar önce karşılarında beni ve partimi bulurlar...

- Bir cenaze asla siyasi istismar aracı olamaz. Eğer cenazeye geliyorsan, gel orada duanı yap. Çünkü oradaki şehit senden dua bekler, slogan beklemez.
O slogana, o şehidin ihtiyacı yok...

Müyesser Yıldız
Odatv.com

***

Suriye’den Çekilme hepten yalan oldu.

Suriye’den Çekilme hepten yalan oldu. 


AKDOĞAN ÖZKAN. 
TE 24
22 NİSAN 2019



Suriye’den çekilme hepten yalan oldu..,

"Şam Yönetimi safında Suriye’nin doğusunda çarpışan İran yanlısı güçler ile ABD ve ABD destekli birlikler arasında sadece birkaç yüz metre mesafe bulunuyor"

Trump’ın “IŞİD’in yenilgiye uğratıldığı ve ABD askerlerinin tümüyle Suriye’den çekileceği” yönünde geçtiğimiz Aralık ayında yaptığı açıklamaya rağmen aradan 
geçen dört ayın sonunda, Washington Yönetimi’nin ne ülkenin güney doğusunda ki El Tenef’ten, ne de Irak sınırındaki geçiş kapısı El Kaim’e yakın bölgelerden 
asker çekmeye niyeti olduğu anlaşılıyor. Hatta, sahadan yansıyan haberler ABD askerlerinin ve proksilerinin bu bölgelerdeki varlık ve aktivitelerini son günlerde yoğunlaştırdıkları yönünde.

Bir iddiaya göre,

Amerikalılar, Irak ve Ürdün sınırına yakın El Tenef’teki proksilerine yönelik eğitim ve destek faaliyetlerini son zamanlarda yoğunlaştırdılar. Bilindiği
gibi, Amerikalılar Şam Yönetimi’nin safında çarpışan İran yanlısı milis güçlerin Suriye’deki ikmal hatlarını gözleme ve engelleme amacıyla, Bağdat - Şam
karayolunun üzerindeki El Tenef’te 2016 yılında bir askeri üs kurarak 55 km derinlikte de bir tampon bölge oluşturmuştu. Sınırın Suriye tarafının kontrolünü
de 2017 yılı Mart ayında ABD ve Ürdün destekli Mahavir el Tavra isimli cihatçı gruba vermişlerdi. Amerikalılar buradaki üsleri vasıtasıyla hem bu örgütü
destekliyor, hem güneydeki mülteci kampından Şam Yönetimi’ne karşı savaşacak cihatçı devşiriyor hem de bölgeyi gözlüyorlar.

Bölgeden yansıyan, ancak resmî kaynaklardan doğrulanmayan  bir diğer iddiaya göre ise, Suriye’nin Irak sınırındaki geçiş kapısı El Kaim’in yeniden hizmete 
açılmasını istemeyen Amerikalılar, buna engel olmak amacıyla bir askeri operasyon planlamaya çalışıyorlar. Söylenenlere bakılırsa, operasyon konusunda  değerlendirmeler sürüyor, nihai karar alınmış değil. 

Bilindiği gibi IŞİD’i Fırat’ın doğusundan atan ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG), El Kaim’in 12 km kuzeybatısındaki yerleşim bölgesi Ebu Kemal’in 
birkaç km doğusundaki Fırat havzasında konuşlu bulunuyorlar.

Bir başka iddiaya göre de,

SDG, Ebu Kemal ve el Mayadin yakınlarındaki Suriye Arap Ordusu’na bağlı birliklerin mevzilerine yakın bölgelere takviye yapıyor. Geçtiğimiz günlerde İran
Devrim Muhafızları’nı “terör örgütleri” listesine alan Amerikalılar, bir şekilde hem İran yanlısı milisleri bölgeden atmak hem de İran’ın yakın bir tarihte açılacağı söylenen El Kaim sınır kapısı üzerinden Suriye’deki müttefiklerine olası bir sevkiyat yapmasına engel olmayı amaçlıyor.

Tabii, böyle bir operasyonun gerçekleşmesi sadece Suriye ordu birlikleri ile Kürtler arasında varolan barışçıl havayı sona erdirmekle kalmayacak, aynı
zamanda, Suriye sahasında daha önce birbiriyle hiç çatışmamış olan Kürtler ile İran yanlısı güçleri karşı karşıya getirebilecek. 

Sınır kapısı açılıyor mu?

Bu gelişmelerin büyük kısmının arka planında, yukarıda da değindiğimiz gibi, Bağdat ile Şam’ı yeniden birbirine bağlayacak olan El Kaim sınır kapısının
hizmete açılması ve Irak ile Suriye hükümetleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi yönünde atılan adımlar var. Peki bu konudaki son gelişmeler neler?

Irak Sınır Kapıları Kurumu Başkanı Kazım el-Akabi, 11 Nisan’da  yaptığı bir açıklamada,

2012’den bu yana kapalı olan El Kaim sınır kapısının açılmasına yönelik olarak Irak ve Suriye hükümetlerinin mutabakata vardıklarını bildirdi. Kazım el Akabi, ticari geçişler ile insan geçişine dönük hazırlıkların sürdüğünü, iki tarafın da sınırın yakın bir gelecekte açılmasına dönük olarak birbirleriyle koordinasyon ve istişareyi sürdüreceğini, maksimum altı ay içinde de eksikliklerin giderileceğini belirtti.

Irak hükümet birlikleri uzunca bir dönem IŞİD’in denetiminde kalan el Kaim sınır kapısının doğu kısmını 2017 yılı Kasım ayında kurtarmıştı. 

Birkaç gün içinde de Suriye Arap Ordusu sınırın Ebu Kemal’e yakın batı kesimini IŞİD’in elinden almıştı.

Özetle, el Kaim IŞİD’in elinden kurtarılalı aslında 1,5 yıla yakın bir zaman oldu. Her ne kadar Iraklı kaynaklar, Bağdat Yönetimi’nin Orta Fırat havzasındaki
IŞİD mevcudiyetinden ötürü sınırı yeniden geçişlere açmadıklarını ileri sürse de, aslında gerçek neden, Şam Yönetimi safında çarpışan güçlere yapılabilecek
olası bir Tahran sevkiyatını engellemek amacı güden Washington Yönetimi’nin sınırın kapalı kalması yönündeki baskısı.

Bu arada, Arapça yayın yapan el Ghad Press isimli yayın kuruluşu, ülkedeki siyasi kaynaklara dayanarak 4 Nisan tarihinde verdiği bir haberinde, Suriye
Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Nisan ayı sonlarında ya da Mayıs ayında Irak’a resmi bir ziyarette bulunmaya hazırlandığına  dikkati çekti.

İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini istemeyen Washington’un ziyarete itiraz ettiğini belirten el Ghad Press, gerçekleşmesi durumunda ziyareti
sırasında Esad’ı İran güvenlik güçlerinin Irak kolluk kuvvetleriyle birlikte koruyacağını, bu nedenle -ABD’nin yakın bir tarihte terör örgütleri listesine
dahil ettiği- İran İslam Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin de ziyaret hazırlıklarını bizzat denetlediğini ileri sürmüştü.

Ziyaret belki de el Kaim sınır kapısının açılacağı bir tarihe denk getirilmek istendi. Gerçi bunu tam bilmiyoruz. Ama, Irak hükümetinin 2012’den bu yana
kapalı olan sınır kapısını daha güvenli hale getirmeyi temel alan bir plan üzerinde Şam Yönetimi ile koordinasyon içinde çalıştığını biliyoruz. Hatta,
RT Televizyonunun Irak Savunma Bakanlığı bünyesindeki bir kaynağa dayanarak verdiği habere bakılırsa,

Iraklı hükümet yetkilileri, sınır hattında daimî devriye kuvveti bulundurmanın yanısıra, sınırı hem güzergâh boyunca yerleştirilen termal kameralar gözlemeyi
hem de Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar ile havadan denetlemeyi planlıyor.

Öte yandan Şam Yönetimi’nin iki ülkeyi birbirine bağlayan uluslararası karayolunu güvenli kılmak amacıyla Irak sınırı yakınlarına azımsanmayacak bir kuvvet kaydırdığı da Şam Yönetimi’ne yakınlığı ile bilinen El Masdar gazetesince verilen haberler arasında.

Gazetenin bir başka haberinde  bildirdiğine göre, Şam Yönetimi safında Suriye’nin doğusunda çarpışan İran yanlısı güçler ile ABD ve ABD destekli birlikler  arasında sadece birkaç yüz metre mesafe bulunuyor.

Bu mesafe de kapanır ve İran yanlısı Şii milisler ile Kürtlerin çatışmasına gidebilecek bir sürecin önü açılır mı bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, İran’ın Şam
ile Ankara’yı, Rusya’nın ise Şam ile Riyad’ı yakınlaştırma çabalarını yoğunlaştırdığı ve sonuca da epeyce yaklaştığı şu dönemeçte, bu durumun basit bir sınır kapısı açılışını katbekat aşan ve başka bazı ihtilaf ve çatışmaları tetikleyebilecek yansımaları olabileceği.


***

Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ.

Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ. 

Sinan Meydan. 
Sözcü Gazetesi
22 NİSAN 2019



Atatürk, sadece “hukuk” ve “mantık” ilkeleriyle 600 yıllık bir monarşiden ve 10 yıllık bir meşrutiyetten, sadece 4 yılda (1920-1923 arasında) bir cumhuriyet
çıkarmayı başardı. İşte TBMM, o cumhuriyetin temel taşıdır…

Yarın 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı; Ankara'da TBMM'nin açılışının, başka bir ifadeyle “egemenliğin” saraydan/sultan alınıp millete verilişinin 99. yıl dönümü…Peki, ama Atatürk, üstelik bir ölüm kalım savaşında, Anadolu'nun orta yerinde TBMM'yi neden ve nasıl açtı? TBMM sıradan bir meclis miydi, yoksa çok daha başka anlamları mı vardı?

YENİ MECLİS HAZIRLIĞI

16 Mart 1920'de İngilizler, İstanbul'u işgal ettiler. Atatürk,aynı gün bir bildiri yayımladı:  Bu işgalle “Osmanlı Devleti'nin yedi yüz yıllık hayatına
ve egemenliğine son verildiğini” belirtip “milli bir savaş dönemine girildiğini” söyledi. Türk Milleti’ni, “uygarlık yeteneğini, yaşama ve bağımsızlık
hakkını ve bütün geleceğini savunmaya” çağırdı.Atatürk, 17 Mart 1920'de, Ankara'da bir “Kurucu Meclis” açma düşüncesini kolordu komutanlarıyla paylaşıp
onların görüşlerini aldı. Henüz daha İstanbul'daki Mebusan Meclisi kapatılmamışken böyle bir girişimde bulunmuştu. Çünkü İstanbul'daki meclisin kapatılacağını öngörüyordu. Komutanlar, “Kurucu Meclis” yerine “Milli Şura”, “Milli Meclis” adını önerdiler. Sonunda “Olağanüstü Yetkiler Taşıyan Meclis”adında karar kılındı.16 Mart 1920'de İngilizler, İstanbul'da Mebusan Meclisi'nibasıp bazı milletvekillerini tutuklayıp Malta'ya götürdüler. Bu tutuklamaları protesto eden Mebusan Meclisi, 18 Mart 1920'de çalışmalarına ara verdi. “Bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” diyen Padişah Vahdettin de 10 Nisan 1920'de Mebusan Meclisi'ni tamamen kapattı.Atatürk,  19 Mart 1920'de yayımladığı bir bildiriyle Ankara'da olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclis açmak için bütün illerde seçim yapılmasını istedi. Mevcut seçim kanunu uygulanarak gizli oy, salt çoğunlukla, her sancaktan 5 üye seçilecekti. Bütün partiler, dernekler ve topluluklar aday gösterebilecek, isteyen bağımsız aday olabilecekti. İstanbul'daki Meclisi Mebusan'dan gelen milletvekilleri de bu meclise kabul edilecekti.

ATATÜRK'ÜN MECLİS AŞKI

İşgalci emperyalizm, işbirlikçi saray ve onun hükümeti,Ankara'da yeni bir meclis açılmasına karşıydı.Atatürk ise bu iç ve dış düşmanlara karşı “milli iradenin” gücüne güvenerek Ankara bozkırında TBMM'yi açacaktı.Atatürk,  “Önce meclis, sonra ordu” diyordu. “Ben her kerameti meclisten bekleyenlerdenim” diyordu. “Bir devre yetiştik ki onda her şey meşru olmalıdır” diyordu. “Meclis teori değil hakikattir, hakikatlerin en büyüğüdür. Orduyu yaratacak millet, millet adına da meclistir.” diyordu. Halide Edip (Adıvar), o günlerde meclis aşkıyla yanıp tutuşan Atatürk'ü, Jean Jacques Rouesseau'ya, George Washington'a benzetiyordu. Haksız da sayılmazdı.

Ateşler içinde bir Meclis

Şevket Süreyya Aydemir'in ifadesiyle o günlerde Ankara “ateş çemberi içindedir.” Bir taraftan emperyalist işgal, diğer taraftan işbirlikçi saray ve onun
hükümetinin başlattığı “iç savaş” devam ediyordu:Şöyle ki,2 Nisan 1920'de kurulan 4. Damat Ferit Hükümeti;8 Nisan'da Anzavur'a paşalık unvanı verip Balıkesir Mutasarrıflığı’na atadı. Anzavur, 10 Mayıs'ta paralı bir kuvvetle Adapazarı'nı işgal edecekti.10 Nisan'da Milli Mücadele'yi kınayan ve Kuvayı Milliyecileri“asi” olarak suçlayan bir beyanname yayımladı.10 Nisan'da Şeyhülislam Dürrizade Abdullah'ın hazırladığı “ihanet fetvasını” yayımladı.18 Nisan'da Kuvayı Milliye'yi bastırmak için Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurulmasına karar verdi. 11 Mayıs'ta İstanbul Divanı Harbi, Atatürk, Ali Fuat Cebesoy ve Halide Edip'i idama mahkûm etti. Vahdettin, bu kararı 24 Mayıs'ta onayladı. 6 Haziran'da da İsmet İnönü ile birlikte asker-sivil birkaç yurtsever daha idama mahkûm edildi. 22 Haziran'da Yunan ordusu, Milne Hattı'nı geçerek Bursa ve Uşak'a doğru ilerlemeye başladı.TBMM'nin açılacağı günlerde Anadolu'da manzara şuydu: Güneyde, Urfa, Antep ve Maraş'ta Fransız işgaline karşı savaş vardı. Ege'de efeler Yunan'a karşı direnmeye çalışıyordu. Doğu'da Ermeni tehdidi sürüyordu. Marmara ve civarında ise Kuvayı Milliye birlikleri İngilizlere ve yerli işbirlikçilere karşı savaşıyordu. Gönen, Bursa, Adapazarı, Hendek, Bolu, Düzce, Yozgat, Konya isyan ateşiyle yanıyordu. Anadolu'da irili ufaklı 60 kadar isyan patlak vermişti. Bunların başında padişahın, halifenin,İngilizlerle işbirliği halindeki kumandanları vardı.İşbirlikçi saray ve hükümetinin Atatürk'ün üzerine saldırttığı Anzavur askerleri, Hilafet Ordusu ve Kuvayı Ahmediye  Ankara'yı tehdit ediyordu. Ankara'da tüm yurtseverler çok tedirgindi. Öyle ki, Halide Edip'in eşi Dr. Adnan (Adıvar) Bey, isyancılar tarafından boğazlanmaktan sa gerektiğinde intihar etmek için üzerinde zehir taşıyordu. Atatürk'ün kaldığı Ziraat Mektebi'ne gelen telgraf tellerinin kesildiği, etraftan silah sesleri duyulduğu oluyordu.O günlerin tanıklarından Halide Edip (Adıvar) şunları anlatıyor: “Rahat uyumak mümkün olmazdı. Çünkü Hilafet Ordusu mensuplarının ne zaman bizim yerimizi de basıp, yatağımızda bizi boğazlayacaklarını tahmin edemiyorduk. O günlerde bu vatan hainleri Bolu hastanesinde yatan bazı subayları da yataklarından sürükleyip hastanenin önünde kafalarını taşla ezmişlerdi.”O sırada Ankara'yı savunacak asker de yoktu. Atatürk, neredeyse tüm birlikleri, iç isyanları bastırmak için görevlendirmişti. Refet Paşa, Denizli taraflarından Ankara'ya 120 kişilik birlik gönderdi. Kılıç Ali de Antep'ten 70 kişilik bir süvari müfrezesi getirdi. 

İşte meclis açılırken Ankara sadece bu 190 askere emanetti.Henüz güçlü komutanların hepsi de Atatürk'ün yanındadeğildi. İsmet (İnönü),
TBMM açılmadan önce Ankara'ya gelmişti. Ancak Fevzi (Çakmak), Yusuf İzzet Paşa ve Fahrettin (Altay) paşalar henüz Milli Mücadele'ye katılmamışlardı. Atatürk, başlangıçta Milli Mücadele'ye karşı olan bu komutanları yanına çekmek için de o günlerde çok çaba harcadı.Atatürk, o zor günlerde zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da ne “milli bağımsızlık” ne de “milli egemenlik” savaşından vazgeçti.

YENİ MECLİS YENİ DEVLET 

“Atatürk'ün Milli Egemenlik Devrimi”

‘Büyük Millet Meclisi birinci içtima', Hakimiyet-i Milliye, 24 Nisan 1920.

Ankara'da İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılan, ancak tamamlanmamış binanın meclis binası olmasına karar verildi. Binanın açık çatısı kiremitlerle
kapatıldı. Toplantı salonuna Erkek Öğretmen Okulu'ndan getirilen tahta sıralar konuldu. Milletvekillerine Öğretmen Okulu'nda kalacak yer hazırlandı. İstanbul'daki Mebusan Meclisi Başkanı Celalettin Arif Bey ve bazı arkadaşları da Ankara'daki TBMM'ye katıldı. TBMM, 23 Nisan 1920'de 355 vekil yerine ancak 115 vekille açıldı. Mayıs ayında meclise 62 vekil daha katıldı.Atatürk, TBMM'yi açarken sadece yeni bir meclis değil, aynı zamanda yeni bir devlet kurduğunu biliyordu.

Bu yeni devlet, bir “din devleti” değil “laik bir devlet” olacaktı. Egemenliği saraydan/sultandan alıp millete vermek zaten başlı başına “laik” bir adımdı. 
Ancak dönemin koşulları gereği Atatürkuzun bir süre “laik cumhuriyet”ten hiç söz etmeyecek, hatta anayasaya “devletin dini İslamdır” maddesini koyacaktı.
‘Tarihi Bir Vaka Büyük Millet Meclisi' Hakimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1920.

22 Nisan Perşembe günü açmayı düşündüğü TBMM'yi, “olası eleştirilere meydan vermemek için” 23 Nisan Cuma günü,Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazı kılınarak, Kuran okunarak, kurbanlar kesilerek, dualar edilerek açmayı uygun gördü. Milli Mücadele önderlerini “dinsiz”, “zındık” ilan eden Dürrizade fetvalarının ve hükümet bildirilerinin havada uçuştuğu bir ortamda Atatürk'ün meclisi cuma günü dini bir törenle açtırması “akılcı” bir davranıştı.Atatürk, TBMM'yi açtıktan sonra yaptığı konuşmalarda da -muhafazakâr vekilleri küstürmemek için- bir süre “sultanı ve halifeyi kurtarmaktan” söz etti. Buna karşın Abdülhalim Çelebi'nin “Vahdettin'le anlaşalım” isteğini ve meclise bir “padişah vekili” atanması önerisini ise ustaca reddetti. Çok değil, meclisin açılmasından 5 ay sonra, 25 Eylül 1920 tarihli meclis gizli oturumunda Vahdettin için ilk defa “hain” ifadesini kullandı. Saltanatı kaldırmak için fırsat kolluyordu. Atatürk,  24 Nisan 1920'de TBMM'de yaptığı 4 saatlik uzun konuşma ve sonrasında meclise verdiği önerge ile “cumhuriyet” sözcüğünü kullanmadan “cumhuriyet” rejiminin temellerini attı. Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk'ün bu konuşması hakkında şu yorumu yapıyor: “Bu nutukta yalnız mantık dile geldi. 

Bizim yakın tarihimizde ilk defa bir asker, bir büyük ve mantık adamı olarak belirdi.”Atatürk bu konuşmasında; Önce Mondros Ateşkes Antlaşmasın dan TBMM'nin açılmasına kadar geçen olaylar hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. İstanbul'un işgali ve Mebusan Meclisi'nin kapanmasından sonra meydana gelen “hukuk boşluğunu doldurmak” gerektiğini söyledi.Sonra yeni bir devlet kuran şu önergeyi okudu: (Özetleyerek veriyorum)Mecliste milli iradeye dayanan bir hükümet kurulmalıdır.Geçici olarak da olsa bir “padişah vekili atamaya” izin verilemez TBMM, kanun yapma ve yürütme yetkilerine sahiptir.Yüce Meclis, sınırlı bir yasama göreviyle değil, milletin bütün işlerini üstlenmek ve memleketin ve halifenin kurtuluşunu sağlamak amacıyla oluşturulmuştur ve artık Yüce Meclisin üstünde bir kuvvet yoktur. Padişah ve İslam halifesi her türlü zorlama ve baskıdan kurtulduğunda meclisin düzenleyeceği yasaya göre yerini alır. Önerge kabul edildi.

‘Büyük Millet Meclisi bugün açılıyor', Hakimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1920.

Görüldüğü gibi Atatürk'ün 24 Nisan 1920'de meclise sunduğu önerge adını anmadan cumhuriyeti işaret ediyordu.Atatürk, 1927'de Nutuk'ta bu önergeden şöyle söz diyor: “Efendiler! Bu esaslara dayanmış olan bir hükümetin mahiyeti kolayca anlaşılabilir. Böyle bir hükümet milli hâkimiyet esasına dayanan halk hükümetidir, cumhuriyettir.”Demem o ki, Atatürk, sadece “hukuk” ve “mantık” ilkeleriyle 600 yıllık bir monarşiden ve 10 yıllık bir meşrutiyettensadece 4 yılda (1920-1923 arasında)  bir cumhuriyet çıkarmayı başardı. İşte TBMM, o cumhuriyetin temel taşıdır.  

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun…

KAYNAKLAR:

1. Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.7, 8, 9 İstanbul, 20022. Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, İstanbul, 20003. Yunus Nadi, Ankara'nın İlk Günleri,
İstanbul, 19554. Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 19625. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, 2. bas, Ankara, 2008.6. Şevket
Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. II, 26. bas, İstanbul, 20097. Sina Akşin, İç Savaş ve Sevr'de Ölüm, İstanbul, 2010.8. Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 23 Nisan
1336 (1920)

***

Hemen, derhal, şimdi olsun o TÜRKİYE İTTİFAKI!.

Hemen, derhal, şimdi olsun o TÜRKİYE İTTİFAKI!. 


Sevilay Yılman.  
HABERTÜRK
22 NİSAN 2019


Hemen, derhal, şimdi olsun o TÜRKİYE İTTİFAKI!

Bir şey itiraf edeyim mi size…

Bunca yıllık gazeteciyim ve köşe yazarıyım… Kaç bin kez oturmuşumdur kim bilir şu bilgisayarımın başına... Ve kim bilir kaç bin defa yazı yazmışımdır…
Ama inanın ilk defa, ilk kez bu kadar gergin ve korkuyla başlıyorum bir yazıya…

O kadar kılı kırk yardım ki dün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı ve sonrası yaşananlarla ilgili neler yazmam gerektiği konusunda…

İnanın karnıma sancılar girdi.

Neden?

Ee çünkü kamu vicdanının şahsıma yüklediği bir sorumluluk var.

Ve ben dün yaşanan olaylarla ilgili ne yazacaksam, nasıl bir görüş ortaya koyacaksam o sorumluluk bilincinde kaleme almalıyım.

Öyle bir badire atlattık ki dün ülke olarak… Benim ya da başka bir yazarın, gazetecinin o olay üzerine yanlış bir şeyler yazma veyahut da yanlış anlaşılmaya
meyledecek ifadeler kullanma lüksü yok artık!

Sadede gelirsek…

Önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na, sonra da tüm Türkiye’ye büyük geçmiş olsun diliyorum.

Umarım bir daha tekrarı olmaz ama galiba bunun olmaması için başta siyasetçiler olmak üzere biz gazeteciler ve kendisini kanaat önderi sayan herkesin kullandığı dile, sergilediği duruşa çok özen göstermesi, çok dikkat etmesi gerekiyor.

Dün bir kez daha anlaşılmıştır ki; Toplumun sinir uçları çok açık ve hiç kimsenin popülizm ya da politika uğruna bu sinir uçlarıyla oynamaya hakkı yok!

Biliyoruz ki, bu ülke daha önceleri de kaos ve gerilim yüklü olaylar yaşadı.

Bir yığın örnek verilebilir bu tür olaylara ama sonunda hep sağduyumuzun galip geldiği de bir gerçektir.

Öyle bir gene sahip ki bu topraklar… Ve bu toprakların sahibi olan bizler…

İçerde ya da dışarda… Kim oldukları, nereye hizmet ettikleri mühim değil. Ne yapsalar da, ne kadar çabalasalar da aramıza asla nifak sokmayı başaramadılar.

Asla izin vermedik bizleri ayrıştırmalarına, kamplaştırmalarına, bizleri birbirimize kırdırmalarına…

15 Temmuz gecesi de yaşanan o alçak darbe girişimi de sahip olduğumuz bu sağlam genlerin sayesinde alt edilmiş alçak bir darbe girişimidir.

Öyle bir kumaşa sahibiz ki biz millet olarak… O gece, o alçaklığı sağcı, solcu, Türk, Kürt, Alevi, Sünni demeden… Hiçbir siyasi fark gözetmeden… Birbirimize
deliler gibi kenetlenerek def ettik o belayı ülkenin başından.

Ancak dün Ankara’da yaşanan…

Çubuk’taki o şehit cenazesinde olan bitenler bambaşka bir şeydi değerli okurlarım.

Sahip olduğumuz o sağlam genlere, birliğimize, kardeşliğimize, bütünlüğümüze, bize, bu ülkeye, bu topraklara yakışmayan korkunç bir sahneydi.

Bakın… Protesto elbette ki anayasal bir haktır.

Dolayısıyla CHP liderinin protesto edilmesi de gayet normal ve doğaldır.

Ancak bu hakkın kullanılacağı yer bir şehit cenazesi de değildir.

Siyaset ne derse desin… Siyasiler ne yaparsa yapsın… Şehitlerimizi bu toprağın gelenek ve göreneklerine ve İslamiyet’in felsefesine uygun bir biçimde uğurlamak bizim için bir mecburiyettir.  

Ayrıca kaldı ki dün Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan protesto falan değil, açık açık bir linç girişimidir!

Sizi bilmem ama ben gerçekten bu ülkenin bir yurttaşı olarak yaşananlardan hem çok üzüldüm hem de çok ürktüm!

Hele hele Kılıçdaroğlu’nun kendisine tekme tokat saldıranlardan korunmak amacıyla bir eve sığındığı o anlar ve aklı biraz başında olan her insana “Orta
Çağ da mıyız?” dedirten o görüntüler...

Bilmiyorum izlediniz mi?

Duydunuz mu yüzlerce insan Kılıçdaroğlu’nun sığındığı o evin etrafında öfkeyle toplaşmış iken, güvenlik güçlerine rağmen evin içine girmeye ve ellerine geçirdikleri taşları fırlatırken bir kadının; “Yakın o evi! Yakın!!!” diye çığlık çığlığa bağırışlarını…

İnanılır gibi değildi.

O kadar şükrettim ki o anda Kılıçdaroğlu’nun yalnız olmadığına. O kadar teşekkür ettim ki Allah’a o anda onun dışında devlet erkanından da birilerinin
olmuş olmasına.

“Korudu resmen bu ülkeyi bir kez daha!” dedim kendi kendime.

Çünkü eğer başta Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar olmak üzere, diğer siyasiler olmasaydı o anda büyük bir ihtimalle güvenlik de çok üst düzeyde olmayacaktı
ve olayın seyri de başka türlü gelişecek ve başka türlü son bulacaktı.

Sözün özü…

Tekrar geçmiş olsun ülkeme ama bitirmeden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın;

“Siyaset milletin maslahatını kendi menfaatinin önüne koymayı gerektirir. Türkiye’nin bekası vatandaşlarımızın birlik ve beraberliği her türlü politik
hesabın üstündedir. Seçim tartışmalarını geride bırakarak ekonomik ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır. Dönem kızgın demiri
soğutma, musafahalaşma, kucaklaşma birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemidir… Ülkemizin bekasını ilgilendiren meselelerde siyasi görüş ayrılıklarımızı bir tarafa koyarak 82 milyon TÜRKİYE İTTİFAKI olarak hareket etmeliyiz!” konuşmasını hatırlatmak ve bir yurttaş olarak memleketin hayrına olacak  TÜRKİYE İTTİFAKI siyasetinin biran evvel hayata geçirilmesini talep ettiğimi belirtmek istiyorum…


***