27 Şubat 2015 Cuma

Kod Adı = TÜRKEŞ Gerçek Adı ; Hüseyin Feyzullah


Kod Adı = TÜRKEŞ  Gerçek adı  Hüseyin Feyzullah





Bu resmi ilgi çekici kılan şey nedir ?


O Bir Arusi Tarikatı üyesi idi , gerçek adı Hüseyin Feyzullah ...

1 - Asıl adı Adı değildi Alparslan Türkeş = Hüseyin Feyzullah tı 

2 - ABD için yapılan darbenin ve sabetaycı kripto yahudilerin türkiye yi ezme mücadelesinin basit bir piyonuydu Hüseyin Feyzullah Türkeş…

3- Sultan Abdülaziz’in muzırlıkları sebebi ile Kıbrıs’a sürgün ettirdiği bir Yahudi ailesine mensuptu ...

4 - Arusi tarikatı denen bir tarikata intisaplıydı (Bağlıydı) ve o tarikatta kendi gibi türk ve müslüman gözüken onbinlerce hatta belki daha da fazla yahudi vardı…

Hala da varlar..

5 - ABD büyükelçiliğini Basıp

“ Darbe dediniz darbe yaptık ,hangi darbe parasız ayakta durabilir ? Devletin kasaları boş ? Derhal büyüklerine ilet bize şu kadar para göndersin ” diyebilecek kadar büyük bir vatan hainidir Türkeş…
böylece  1960 darbesinden birkaç ay sonra ABD kesenin ağzını açtı...

6 - Hüseyin ismini babası , Türk ve Müslüman gözüken ama aslında Yahudi şeyhi olan “ küçük Hüseyin efendi ” den etkilenerek takmıştır Türkeş ‘ e..

Feyzullah ismi de küçük hüseyin efendi ’ nin şeyhi feyzullah efendi’dir..

Kimliğinde “ Musevi ” yazan ve 33 . derece mason olduğu bilinen Üzeyir Garih de her nedense (?) bir müslüman mezarlığında yatan

küçük hüseyin efendiyi rutin ziyaretlerinden birinde öldürülmüştür ...

Bu bağ araştırıldığında meydana çıkan gerçekleri yazmaya şu an için sanal alem müsait değil…

********
Mesela 1960 darbesi sonrası  ABD nin para musluklarını koşullu açmasını kimse irdelemiyor bugün...

Oysa 60 darbesi sonrası Türkiye ile MISIR da sisi darbesi ertesi ABD ve suudi arabistan gibi abd yalakası ülkelerin MISIR a maddi yardım etmesi ile büyük benzerlikler var işte o dönemin bazı gazete başlıkları :
----------------------------

5 Temmuz 1960

“ Amerika dün 1 milyar lira hibede bulundu. Bu yıl 100 milyon dolar yardım muhtemel. ”

--------------------------
4 Ağustos 1960

“ Amerika 34 milyon dolar hibe etti. Bunun 11 milyonu akaryakıt, 6,9 milyonu çelik mamulleri ithalinde kullanılacak . ”

-------------------------
25 Kasım 1960

“ Avrupa İktisadi İşbirliği ve Para Fonu ile yapılan müzakerelerin iki gün içinde neticeleneceği bildirildi. ”

--------------------------
12 Ocak 1961

“ Amerika bize 43 milyon dolar verdi . Bu yardım ithalat için kullanılacak . 27 Mayıs’tan beri yapılan ithalat 279 milyon doları buluyor. ”

------------------------------
16 Mart 1961

“ ICA 90 milyon lira daha serbest bıraktı . ”

---------------------------------
19 Nisan 1961

“ Amerika 1 milyar liralık yeni bir yardımda bulundu."

-------------------------------
15 Ekim 1961

“ Faure yardımı zaruri görüyor. ” Parayı veren elbette düdüğü çalacaktır. ABD parayı vermekte biz de bize şart koşulan malları ithalatını yapmaktayız


Amerikalı ekonomi profesörü David A. Baldwin 

“ Dış Yardım ve Amerikan Dış Politikası ” adlı kitabında şunları yazmaktadır :

“ Dış yardım , dış politika kapsamı içinde ele alınmalıdır.

Dış yardım, devlet yönetiminin en önde gelen tekniklerindendir. Başka bir deyişle, bu yolla bir ulus, öteki ulusları istediği yöne çekmeye çalışır. …
Dış yardımın bir başka amacı, dost hükümetlerin iktidarda kalmalarına yardımcı olmaktır. ”


********


    Peki sonradan kariyeri parlatılacak olan ve takma isimle PARTİ LİDERİ olarak 70 darbesini ve hatta 80 darbesine sebep olacak icraatlara yol açacak sosyal altyapıları hazırlayacak olan Hüseyin Feyzullah 60 darbesini neden yapmıştır ?

O sıralarda kuracağı Ağır sanayi ve silah fabrikaları için ABD ’ den istediği kredidesteğini bulamayan Menderes hükümeti yeni seçenekler peşinde SSCB ile görüşmeler yapmanın peşine düşmüştür .

1960 Ağustos’unda Menderes ’ in Rusya’ya görüşmeye gitmesi planlanmıştır.


Darbenin asıl amacı Türkiye nin kendi silahlarını üretmesinin önüne geçmek içindi..

sonradan TÜRK MİLLİYETÇİSİ sıfatı kazanacak olan HÜSEYİN FEYZULLAH tıpkı NATODAN kendisine gladyo eğitimlerinde öğretildiği şekilde ABD çıkarına darbe yapmış

Ve böylece Türkiye nin yerli imkanlarla silah üğretmesini ve ağır sanayi hamlesini engellemiştir ...


Bugün yerli Silaha
yerli Gemiye
yerli Füzeye
yerli Otomobile
yerli Sanayiye
yerli Şirketlere... 
THY gibi 

Destek vermeyen hatta karşı çıkan adına da milliyetçi diyen zihniyetin kökleri işte bu derin ABD bağlantısında yatmaktadır...


http://ottomanm2d.blogspot.com.tr/2013/07/kod-ad-turkes-gercek-ad-huseyin.html
..


26 Şubat 2015 Perşembe

Perinçek'e Cevap (1991)




Perinçek'e Cevap (1991)


28/6/1991 - 11:00 - Atin


      



(1991'de Mehmet Eymür'ün "Analiz" isimli kitabı piyasaya çıkmadan önce, bazı bölümleri Milliyet Gazetesi'nde yayınlanmıştı. Bunun üzerine Doğu Perinçek gazeteye uzunca bir açıklama yolladı. Aşağıdaki yazı, Perinçek'in bu açıklamalarına karşın Eymür'ün verdiği cevaptır.) 


Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne

Gazetenizde 10-11-12 Haziran günü yayınlanan ''Doğu Perinçek'in Yanıtı'na karşı ekte hazırlamış olduğum cevabın yayınlanmasını saygı ile arzederim. 28 .06.1991

Mehmet EYMÜR

Gazetenizde 10,11 ve 12 Haziran tarihinde ''Doğu Perinçek'in Yanıtı '' yayınlanmıştır .

Esasında daha anılarım Milliyet'te yayınlanırken maskelerinin düşmesinden ve kimlere hangi amaçla hizmet ettiklerinin ortaya çıkmasından telaşlanan Fabrikatör Perinçek ve grubu yayın organları 2000'e Doğru mecmuasında bana 14 sayfalarını tahsis ederek kendilerini savunmaya çalışmış, benimle ilgili olarak ''Yavuz hırsız ev sahibini bastırır'' misali, hiç bir mesnede dayanmayan yalan ve iftiralara devam etmişlerdir.

Beni bir hayli eğlendiren bu telaşlı yayınlarına Fabrikatör ' ün kendi mecmuasında cevap vermeyi lüzumsuz saydım. Ancak Perinçek'in Milliyet gibi ciddi bir okuyucusu olan gazetede başkalarına çamur atarak kendini temize çıkarmaya çalışması üzerine bir kereye mahsus olmak üzere gereken cevabı vermeyi zaruri addettim.

Öncelikle Perinçek'e yayında ''Güney Sadık'' takma ismini, yayın hakkını verdiğim Milliyet Gazetesi takmıştır. Bu herhalde gazetenin gösterdiği mesleki nezaket dolayısıyladır. Gerçi, ''Sadık'' ismi Perinçek'e yakışmış, yabancı güçlere sadakatla hizmet etme görevine uygun düşmüştür.

Diğer taraftan Perinçek ve 2000'e Doğru benim anılarımı ellerine geçirmekle öğünüyorlar. Ellerine geçirdikleri nüsha, benim kasıtlı olarak kendilerine ulaşacağını bilerek kendilerine yakın olan kişilere verdiğim nushadır. Telaşlarından gazetedeki tefrikayı ve kitabımı beklemeden ele geçirdikleri nüshaları yayınlayarak kitabımda yer almayan konuları kendi dergilerinde neşretmek ve kendi kendilerini teşhir etmek gafletine erişmişlerdir .

Şimdi Perinçek'in Milliyet'teki yanıtındaki iddiaları tek tek gözden geçirelim :

- '' Biz Aydınlıkçılar Hiram Abas - Mehmet Eymür 'lerle ilk kez işkencehanelerde tanıştık'' diyor. Demegoji yapmasın, nerede, hangi işkencehanede karşılaşmış? Söylesin de biz de öğrenelim.

Ben Perincek'i sadece, eskiden Bahçelievler'de oturan bazı MİT peronelinden duymuştum. şimdi kapatılmış olan bir meyhanede sohbetlerini, onlarla ahbaplık kurma, ve onlara şirin gözükme çabalarını.

-''İkinci karşılaşmamız Lübnan Nahrel Bared'deki FKÖ Kampında

Dokuz arkadaşımız . MOSSAD ile işbirliği sonucu bir İsrail askeri baskınıyla şehit edildiler'' diyor . Kendisi o kampta memleket yararına faydalı işler yaparken biz İsrail askerleri ile kampı bastık ta öylemi karşılaştık acaba? Bunlara bir açıklık getirsin.

- ''1978, 79, 80 yıllarında Aydınlık gazetesinde Kontrgerilla kampanyalarıyla faaliyetlerini sergiledik. Bu üçüncü karşılaşma'' diyor. Yukarıdaki yalanlarına benzer yalanlar dışında neyi sergilemişler? Bunlar işkenceci, CIA, MOSSAD ajanı gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflar, adice iddialar dışında bir tek somut olay ortaya koyabilmişler mi?

Perinçek ve hizmetkarlarını arkalarındaki karanlık güçle birlikte bu iddialarını somut örneklerle delillendirmeye, ispata davet ediyorum. İspat edemedikleri taktirde bu iftiraları yayanlar şerefsizdirler, satılıktırlar, sahibinin sesidirler.

- ''Dördüncü karşılaşma 12 Eylüı döneminde . Özellikle Kontrgerillayı açığa çıkardığımız için hapislere atıldık . Bir takım arkadaşlarımız işkence gördüler'' diyor, safsata ve laf salatasına devam ediyor.

- ''Beşinci karşılaşma MİT raporunu açığa çıkarmamız . Abas ve Eymür 'lerin meslek hayatlarına hiç olmazsa resmi planda son verdik'' diyor. Evet, her nedense MİT'in sivilize olmasını hiç istemeyen, her vesile ile emekçilerin menfaatini ön planda tuttuklarını ve haksızlıklara karşı olduklarını ilan eden Fabrikatör Perinçek grubu, Türkiye'de yeraltı dünyasındaki karışık menfaat ilişkilerini konu alan bir raporu açığa çıkarıp, bizleri görevimizden ettiği için böbürleniyor. Ne denli ikilem, ne denli sahtekarlık.

-''Altıncı karşılaşma Körfez krizi iıe başladı ve devam ediyor. Onlar gene ABD'nin Ortadoğu harekatının istihbarat elemanı ve biz gene ABD 'ye direnen yurtsever güçlerin parçasıyız'' diyor. Bir Amerika tutturmuş gidiyor . Sanki Amerika dışındaki bütün Avrupa ülkeleri, komşularımız Türkiye'nin canı, ciğeri. 

Perinçek efendi, ben Türk'üm ve Türklüğüm ile iftahar ediyorum. Senin hoparlörü olduğun güç dahil her türlü yabancı gücün Türkiye üzerindeki oyunlarına karşıyım. Hep Amerika' yı ortaya atıp kendini maskeleyemezsin. ABD'ye direnen yurtsever güç, ezilen halklar teranelerini bırak. Söyleyebiliyorsan Türk olduğunu, Türklüğün ile iftahar ettiğini, bütün yabancı güçlerin, bütün karanlık ilişkilerin karşısında olduğunu söyle.

-"Aydınlık ' ta bizim Savaşman 'ı savunduğumuzu söylüyor Aydınlık bir gerçei ortaya çıkardı. CIA, en sadık, en çok gelecek vaat eden adamları Hiram Abas' ların yolunu açabilmek için Savaşman'ı feda etmiştir. Önemli bir CIA ajanının yükselmesi için ötekinin harcandığı bir CIA operasyonu. Aydınıık bu gerçeği saptadı ve yazdı'' diyor. 

Olayları ters yüz etmek, işine geldiği gibi yorumlamak, gerçekleri saptırmak, önemli bir olayı önemsiz göstermekte ne kadar da başarılı. Kendisini yetiştirenler bayağı iyi eğitmişler. Şu mantığa bakın CIA bir adamını başarılı kılmak için diğerini yakalatıyor. Hatta CIA bu operasyonda o kadar ileri gidiyorki CIA' nın Ankara'daki temsilcisi Amerikalıyı da yakalatıyor . Şu mantığın, şu yorumun güzelliğine bakın.

Şimdi Perinçek' e soruyorum. Hiram Bey'in ''Batum'a, Atina ' ya 30.9.1968 ila 1.12.70 yılları arasında Beyrut'a gönderildiği'' gibi MİT içindeki personelin bile bilemeyeceği operasyonel bilgileri nasıl elde ediyor? Bunlar gizli bilgilerdir. Gizli bilgiler ancak gizli faaliyetlerle elde edilir. Bu işleri de istihbarat teşkilatları yaparlar. Yabancı istihbarat teşkilatları bu tip bilgileri MİT içindeki Savaşman gibi bir ajanından alır, Perinçek gibilerine de vererek kullandırır. Bunun başka şekli yoktur. Bu tamamiyle bir casusuluk faaliyetidir.

- ''Turan Çağlar Kontrgerilla yayını sırasında Aydınıık'a bilgi veren yüzlerce kaynaktan biriydi. Çağlar daha sonra arkasında büyük kuşkular bırakan bir şekilde cezaevinde öldü. Olay tarihi 1983. Aydınıık generaller tarafından kapatılmış. Aydınlıkçılar ya hapiste, ya aranıyor. Aslında bu bile Eymür 'ün iftirasını çürütmeye yeter'' diyor . Perinçek bu konuda kaçamamış ve itirafta bulunmuş. İftiharla, gururla bahsettiği ''Kontrgerilla'' yayınını hazırlayan, bilgi verenlere bakın. Yıllarca İngilizlere ve Amerikalılara hizmet etmiş (dikkat ederseniz Perinçek'in sadece CIA deyip geçiştirdiği gibi değil. O da Savaşman gibi hem İngilizlere, hem Amerikalılara hizmet etmiş), ihtilal hareketleri içinde bulunmuş bir kişi. Nedense Perinçek'lerin yanında hep casuslar gözüküyor. Perinçek acaba kaynakları Turan Çağlar'dan ne gibi bilgiler alıp yayınladıklarını açıklayabilir mi? Hala bir İngiliz/Amerikan ajanından alıp yayınladıkları bilgilerin tarafsız ve doğru olduğunu, bunu yurtsever duygularla yaptıklarını iddia edebilir mi? Perinçek bu. Bunun da bir yolunu bulur elbet.

-''Aydınlık'ın sorumlu müdürü Aydoğan Büyüközden'in 12 Mart 1971 darbesinde ''Robert Kolej 'de görevli bir İngiıiz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalandığını söylüyor. Yalan. Bir kez A.Büyüközden o lojmanda yakalanmadı.İkincisi o lıojman İngiliz'e ait değildi. Robert Kolejin'di'' diyor. Perinçek'in karışık ve karanlık hayatı hafızasını da karıştırmış . Aydoğan Büyüközden'in İngiliz'e ait eve geldiğinde başında perukla yakalandığı ve hatta ilk önceleri sağar ve dilsiz numarası yaptığı doğrudur. Lojmanın Robert Koleje ait olması neyi değiştirir ki. Ev öğretim görevlisi olan İngiliz'e tahsis edilmişti ve İngiliz oturuyordu. Aynı evde alıcı verici telsizlerde bulundu.

-''Bir istihbarat örgütüne sempati duymayı şerefsizıik sayan bir ideolojiye ve pratiğe sahibim'' diyor. Diyor ama yaptıkları ve faaliyetleri söylediklerine uymuyor. Herşey açıkça belli. O zaman Perinçek'i ne şekilde adlandırmak lazım?

- ''Ben ve arkadaşlarım, 1970, 1980, ve 1990' larda son üç kuşakla işkencehaneleri ve hapishaneleri paylaşan az sayıda insanlar arasındayız. 25 yılıık çizgisi ve mücadelesi belli bir hayattır bu'' diyor . Herhalde çok öğündüğü bu dönemler, cezaevinde ''Yaşasın Cezaevi'' , ''Yaşasın Türk Silahlı Kuvvetleri'' diye bağırdıktan sonra mahkemede ''Yaşasın TİİKP'' diye nasıl bağrıdıklarını iddia ettikleri, duruşmalarda ''kravat takmama eylemi'' için diğer gruplara baskı yaparken TİİKP duruşmalarında dik yakalı kazakların altına gravat takarak nasıl duruşmalara çıktıkları dönemler olmalı . Onun ve peyklerinin bu şakrabanlıklarını onlarla aynı dönemde cezaevlerinde yatan herkes biliyor ve anlatıyor.

Perinçek şu gözaltına alındığı dönemlerde işkencehanelerde, kahramanca direnerek zor altında verdiği sayfalarca ifadelerini de bir kitap haline getirse veya tefrika halinde kendi dergisinde yayınlasa ne iyi olur. Herkes onun nasıl bir devrimci, ne denli bir kahraman olduğunu bir kez daha anlar.

Perinçek'i eski kader arkadaşlarından, cezaevinde birlikte kaldığı kişilerden, yakın çevresinde bulunanlardan dinledim. Onun, 12 Mart sonrası özel minübüsü ile Söke'ye Beşparmak dağlarına taşıyan Ferit Özcan ile Hikmet ve Mehmet Süleyman Cengiz'in Perinçek'in devrimcilikle bağdaşmayan gayri ahlaki tutumu nedeniyle TIIKP'den ayrılmaları üzerine nasıl hain ilan edildiklerini, partinin ''gümüş bağışlama'' kampanyasını organize ettikten sonra evindeki gümüşleri babasının evine nasıl taşıdığını, 1974'de oy kullanmayı devrimci harekete ihanet sayarken seçim sonrası mahkemeye verilen dilekçede ''halkın serbest bırakılmayı istediğini'' nasıl beyan ettiğini, onun ne denli bir sahtekar olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Onu yakından tanıyanların birleştiği nokta Perinçek'in sol faaliyetler içine sızmış bir batı ajanı ve sahte bir devrimci olduğuydu. Çizgilerinin sık sık değişmesi, ahlaki kurallara pek bağlı kalmayışı da bu sebebe bağlanıyordu.

Perinçek'in 25 yıllık değişmeyen çizgisini Başyardakçılarından Hasan Yalçın'la 26 Temmuz 1989'da yaptığım bir görüşmenin teyp bandından pasajlarla incelemek istiyorum. O tarihlerde Hasan Yalçın'a, israrla benimle tanışmak arzusu üzerine randevu vermiş ve karşılıklı teype almak koşuluyla büromda konuşmuştum.

Kendisiyle mülakaat yapmayacağımı bildiği için hiç bir şekilde yayınlamamak şartıyla benimle görüşmek, beni tanımak istediğini belirtmişti. Ben yine de güvenmediğimden ve bunların sahtekarca taktiklerini bildiğimden karşılıklı teype alma şartını koştum. Tahminimde yanılmadım. Bir müddet sonra bu görüşmenin belli pasajlarını birbirine monte edip saptırarak, yorumlar getirerek her zamanki gazetecilik anlayışlarına uygun bir şekilde kullanmaya çalıştılar.

Hasan Yalçın daha sonraki yıllarda da bütün terslememe rağmen benimle diyalog kurma çabalarına devam etti. Bana dergilerine gelen bazı sözde ihbarları fakslayarak, zaman zaman telefonla arayarak ilişkilerini sıklaştırmaya çalıştı. Aklınca beni yönlendirmeye, bir şeyler söyletmeye çalıştı. Hiram Bey'in ölümünden sonra yaptıkları ve hiç bir ahlak kuralına uymayan yayınlarından sonra telefonda hakaret etmeme, aşağılamama rağmen dahi aldırmadan büroma gelip izahat vermeye çalıştı, Hatta daha da ötesi ''MİT'e hizmet etmeyi dünyanın en büyük şerefsizliği ve alçaklığı'' sayan bu zihniyetin Ankara Temsilcisi Hasan Yalçın, MİT'in gazetecilerle toplantılarına kendilerinin çağrılmadığından yakınarak kendilerini MİT'ten arkadaşlarımla tanıştırmamı istedi. şimdi ben bu eski görüşmeden pasajlarla Perinçek'in ''25 yıllık çizgisini ve mücadelesini'' incelemek istiyorum.

M.Eymür- 2000'e doğrunun çizgisi nedir? Amaçları nedir, ideolojik yelpaze içinde yeri nedir? Bunu Aydınlık zamanından alalım. Bundan bazı başka suallere geçmek istiyorum. Nedir yani çizginiz. Bu günki ile başlangıç çizginiz arasında farklılaşma var. Yakın tarihte bir özeleştiriniz filan da oldu. Saçak'ta çıkan. Bir oturmamışlık görüyorum ben çizgilerinizde.

H.Yalçın- Hi hi hi (gülüyor)

M.Eymür- En azından bu günki konum nedir? Bugün ideolojik yelpaze içindeki yeriniz tam nedir, gazetecilik anlayışınız nedir?

H.Yalçın- Şimdi çizgi olarak solcu. En geniş anlamda solculuk. Sırf bir Aydınlıkçılık veya sırf bir Mao düşüncesinin temsili değil genel anlamda Türkiye'nin, Türkiye'de yaşayan bütün insaların menfaatini savunmaya ve özellikle emekçilerin menfaatlerine dayanan bir solculuk.Eski çizgiyi söylüyorsunuz da. 1978'de Sovyetler Birliğinden gelmekte olan bir tehlike gördük Türkiye'de. Buna MİT'den de fazla karşı çıktık, Genel Kurmay'dan da fazla karşı çıktık. Fazla karşı çıktığımız için hata yaptık. Çok fazla. Tehlike o kadar büyük değilmiş.

M.Eymür- Şimdi ben de ona değinmek istiyorum. Hatırlıyorum ilk yıllarınızı. Sokaklarda yazılar görüyordum ''Ne Amerika, ne Rusya'' . Herhalde dedim yeni bir milliyetçi akım doğdu. Sonra bir baktım daha ziyade bir Mao'ist çizgi içinde yeni bir akım başladı. Esasında bizim yapamadığımızı, Batı Devletlerinin yapamadığı bir misyonu üstlendiniz. Yapılan işin niteliği dolayısıyla bunlar acaba bir başka yere angaje olmuş bir grupmu.

H.Yalçın- Amerikancı demek istiyorsunuz.

M.Eymür- Amerikancı da demeyelim. Batı. Çünkü bir anti Sovyet yapınız vardı . Solu bizim başarmadığımız derecede bölmeyi.

H.Yalçın- Siz bizi sola mı şikayet etmek istiyorsunuz.

M.Eymür- Hayır hayır, Gerçekleri konuşuyorum. Söylediklerimde gerçek yoksa. Kendi öz eleştirinizi yaptığınız zaman birtakım hatalar yaptığınızı kabul ediyorsunuz.

H.Yalçın- Tabii.

M.Eymür- Yarın gene bir öz eleştiri yapıp bugünki faaliyetlerimizde hata yaptık diyebilirmisiniz.

H.Yalçın- Hata yapmamak mümkün değil. Hatalar yapılıyor. Meziyet hataları görüp düzeltmek, hata yaptık onu düzeltiyoruz demektir.

İşte Perinçek'in değişmeyen 25 yıllık çizgisi ve mücadelesi. Birgün Marksist, ertesi gün anti-Sovyet, bir başka gün Maoist olacak, dün kızdığı güçlerin, şiddetle saldırdığı PKK gibi örgütlerin bu gün yanında yer alacak, ondan sonra bir ''öz eleştiri'' ile geçiştirip hala utanmadan çizgilerim bellidir diyecek. Ama ona da hak vermek lazım. Ne yapsınki adam. Vazifesi bu.

-''Hiram Abas ve ekibi CIA'nın adamıydılar. Aydınlık ve 2000'e Doğru birçok haberiyle bu gerçeği kanıtladı. Fiıistin Devletinin Ankara Büyükeıçisi Abu Firas, Hiram Abas'ın CIA ve MOSSAD ile ilişkilerini kanıtlarıyla 2000'e DOGRU'ya. Bizzat bana anlatmıştı. Biz o zaman da söyledik, şimdi de söylüyoruz: Casusluktan nefret ederiz. Ezilen halkların yanındayız. Onların mücadelesini desteklemekten şeref duyarız'' diyor. Yine aynı görüşmeden pasajlar sunmak istiyorum.

M.Eymür- Şimdi Sati olayını ele alalım. Bunun Filistin'e karşı bir CIA, Mossad ve MİT ilişkisi olduğunu söylüyorsunuz. Büyük tenakuz burada başlıyor. Sati olayının failleri kimlerdi. Filistinli ama, itham edilenler kimlerdi.

H.Yalçın- Suriye'li

M.Eymür- Faaliyetin hedefi Suriye ve Abu Nidal grubuydu. Abu Nidal ve Suriye o tarihlerde FKÖ ile düşmandı. şimdi nasıl olurda böyle bir yargıya varabilir, FKÖ'nün düşmanına karşı yapılan bir faaliyetin FKÖ' ye karşı olduğunu söyleyebilirsiniz . Ben size mantıksal olarak açıklıyorum. Bu olay bir Suriye ve Abu Nidal faaliyetidir. Bunun bizim daima desteklediğimiz FKÖ ile en ufak ilişkisi yoktur. Türkiye'nin FKÖ ile iyi münasebetleri var.

H.Yalçın- Şimdi burada bizim yaptığımız iş şu. Şunu veya bunu korumak söz konusu değil. Biz Amerikaya karşı Viyetnam halkını, Sovyete karşı Afganistan halkını, İsrail'e karşı da Filistin'i koruruz. Çünkü Filistin mazlum bir ülke, mazlum bir halk. Zaten Türkiye'de Filistin mücadelesi yok.

M.Eymür- Ama ben de zaten Türkiye'nin genel politikasında FKÖ' ye sıcak bakılır diyorum.

H.Yalçın- Tabii, biz onuda bilmiyoruz.

İşte Perinçek'in saptırdığı ve her zamanki yalancı tavrı ile sanki varmış gibi ''kanıtlarıya'' dediği olay. Hep kanıtladık diyor ama nedense bir türlü bu kanıtları açıklayamıyor.

Hasan Yalçın'la görüşmemizdeki bir konuya daha yer vererekten Perinçek ve grubunun vatanseverlik maskesi altında hangi amaca hizmet ettiğini bir kez daha sergilemek istiyorum.

H.Yalçın- Şimdi Asil Nadir olayı var. Sizin hem bilgileriniz var, hem tahlilleriniz var. Biz bu mesleyi şöyle getirdik. Diyoruz ki bu Türkiye'nin güvenlik sorunu, Anglosakson sermayesinin ve Türkiye üzerindeki bazı operasyonların, Kürtler ayrılacak mı, bölünebilecek mi meselelerinin çapraşık bir hal aldığı bu dönemde bir taraftan Abramovits geliyor, bir taraftan da Asil Nadir babasının tarlasına dalar gibi Türkiye'ye dalıyor ve Gürvit'inden bilmem nesine kadar. Şimdi bu olayda biz göğsümüzü siper ediyoruz. Burada vatanseverlik filan tartışıyoruz. Hangisi vatanseverlik. Susuyorsunuz, ben bunu yazıyorum. Yalan yalnış yazıyorum. İstediğinizi söyleyin yazacağım diyorum.

M.Eymür- Esasında eski ünitedeki bazı arkadaşlarımla fikri ayrılıklarım var. Bence istihbarat bir aksiyona yönelik olmalı. Bunda biraz yavaş kalındığı kanısındayım.

H.Yalçın- Asil Nadir olayında.

M.Eymür- Genelde söylüyorum.

H.Yalçın- Bakın onu bile söyleyemiyorsunuz. Sizi biraz tahrik etmek istiyorum.

M.Eymür- Genelde söylüyorum, çünkü Asil Nadir konusunda çok fazla bilgi sahibi değilim.

H.Yalçın- Ama ilginizi çekmemişmidir. Gürvit Cumhurbaşkanlığındaki bilgileri buraya monte edecek bu çok açık değil mi? Yani şurda şu görülüyor. 2000'e Doğru en yurt sever tutumu almış oluyor bu Asil Nadir konusunda.

M.Eymür- Yanlışlıklarınız var.

H.Yalçın- Olabilir. Biz de şunu söylüyoruz. Bu yanlışlıkları buyrun düzeltin. Hem Hiram Abas, hem Mehmet Eymür. Bir zaman savaş yapsakta burada buluşabiliriz. Bizim yayınımızının neresi yanlış size göre.

M.Eymür- Daha iyi incelenebilirdi.

H.Yalçın- Amerikanın İngiltere'nin en büyük kuvveti bu Türkiye'ye soktuğu Asil Nadir.
Vatanperver Perinçek grubunun '' İngiliz'lerin Türkiye'ye soktuğu en büyük kuvvet olarak nitelediği'' Asil Nadir'in sonradan İngiltere'de başına neler geldiği, Kıbrıs konusundaki tutumu ve sermayesini Türkiye'ye kaydırdığı için nasıl tevkif edildiği ve ne hallere düştüğü herkes tarafından bilinmektedir. Acaba vatansever Perinçek grubu yine yanlışlık yapmış, Türkiye yerine başka bir ülkeye mi çalışmışdı...

- ''Eymür ise ''Hiram Bey'in yükselme ihtimali olduğu tüm devrelerde'' diyor. Nefretlerinin kişisel sebebi budur. Eymür anılarında sadece Aydınııkçıları dinmez bir kinle karşısına alıyor'' diyor. Perinçek doğru söylüyor. Bu memleketi seven, bu memlekete hizmet vermiş benim gibilerinin, başkalarının maşası olup bu memleket aleyhine çalışan kişilere sempati ile bakması mümkün mü? Perinçek ve grubu, Hiram Abas'ın, Mahmut Dikler'in, Ilgız Aykutlu'nun, Hulusi Sayın'ın, İsmail Selen'in, askeri, polisi ve sivili ile daha nicelerinin ölümünde tetiği çekenler kadar ve hatta onlardan da daha fazla suçludur. Perinçek ve grubu kandırdıkları insanları cinayete azmettiren, sefil ve karanlık varlıklardır. Hizmet ettikleri yabancı güçlerin talimatıyla yalan haberler üretmiş, insanları teşhir etmiş, resimlerini, adreslerini yayınlamış ve onları tetiği çekenlere hazır bir hedef haline getirmişlerdir . İşte ben Perinçek ve yamaklarını son kez kamuoyu önünde cevaplıyor, yukarıda sunduğum nedenlerle vatana ihanet ve cinayete azmettirmekle suçluyorum.

Perinçek'in Hiram Bey ve benimle ilgili olarak senelerden beri ortaya attığı iddialara gelince. Yani CIA, MOSSAD ajanı, işkenceci iddiaları hukuken ağır cezaları gerektiren önemli iddialardır.

Bu güne kadar sahte devrimci Perinçek ve bilerek veya bilmeden onun izinden yürüyen yardakçıları tarafından ortaya atıldığı için hiç bir makam tarafından ciddiye alınmayan bu iddiaların herşeye rağmen adli makamlarca bir ihbar olarak dikkate alınmasını istiyor, Perinçek ve yardakçılarını da bu iddiaları ispata davet ediyorum.

Haydi bakalım ''Biz bunların ajanlığını, işkenceciliğini, provakasyonlarını ispat ettik'' gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflarla geçiştirdiğiniz yalanlarınızı delilleriyle birlikte adalet önünde ispatlayın da görelim.

Mehmet Eymür



.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Denktaş Sokağa Çıkarsa Oylar “Hayır”a Döner




Denktaş Sokağa Çıkarsa  Oylar “Hayır”a Döner


Denktaş’ın en önemli itiraz noktaları yerli yerinde duruyor

TÜRKSOLU: Annan’ın planı hazır. Türkiye ve KKTC açısından bu planı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erol Mütercimler












EROL MÜTERCİMLER: Birincisi şu. İsviçre’de üzerine konuşulmuş olan ama anlaşma sağlanmamış olan bu Annan Planı dördüncü versiyon. Ama ifade edilen 9 bin sayfalık hukuki bölümü daha henüz kimse görmedi. Gerçi basın ve televizyonda zımbalanmış, tellenmiş olarak gördük ama daha tam metin yayınlanmadı. İlk Annan Planı’ndan itibaren baktığımızda Rauf Denktaş’ın yani Türk kesiminin en önemli itiraz noktalarından biri olan harita yerli yerinde duruyor.
Haritanın dışında olan kısımlar, yani Türk kesiminin baştan beri olmazsa olmaz dediği koşullar vardı. Neydi bunlar? İki kesimlilik ve iki topluluğun kabulü, Türk Ordusu’nun adadaki varlığının sürdürülmesi yani güvenlik garantisi ve karşılıklı yapılacak olan göçlerde mal mülk takasının adil bir şekilde yapılması ve Türkiye’den KKTC’ye yerleşenlerin hakları.
Bu dördüncü versiyonda bu konular tam anlamıyla Türk tarafının düşündüğü, ölçeklendirdiği boyutta çözülmemiş. Ancak yine Rauf Denktaş’ın ifadelerinden bakıyoruz, bazı küçük düzeltmeler yapılmış. Özellikle Türk Ordusu ve nüfusunun kademeli olarak adadan çekilmesi ve mal, mülk, tapu ve tazmin konusunun zamana yayılmış olması problemi çözmekten daha çok böyle bir problem var, bu problemin çözümü yolunda ileride adımlar atılmalı şeklinde bir mesajın iletimi.
Bu problemler kökten çözülmediğine göre ve Kıbrıs’ta 1960’ta ilan edilen Cumhuriyet Antlaşması’nda da yine sorunun çözümüne dönük üretimler olmasına karşın, daha sonra 1974’de harekâta neden olacak olayların çıkması nedeniyle bu sürekli olarak belleklerde kalıyor zaten. İşte bu problemin yarın yine bu türlü, örneğin Bosna veya diğer coğrafya parçalarında gördüğümüz şeklinde etnik çatışmalara yol açmasından korkulur.
Bu olur ya da olmaz. Ancak uluslararası ilişkilerde olmaz diye bir konudan söz edilemez. Çünkü uluslararası ilişkiler çıkar üzerine oturur. Gelinen noktaya baktığımda şunu görüyorum. Kimisine göre problem, kimisine göre bir sorun. Nereden baktığınıza bağlı. Ama net bir biçimde çözümü ortada yok. Ortada yok ki 24 Nisan’da hem kuzeyde hem güneyde halk oyuna başvurulacak. Halkoyuna başvurulmasının sonucunda çıkacak olan evet hayır, bu problem çözülecek mi çözülmeyecek mi sonucunu belirleyecek. O nedenle İsviçre’deki sonuç çözüldü çözülmedi sonucu değil.
TÜRKSOLU: Türk medyası plan yeni haliyle Türk tarafının ihtiyaçlarını karşılıyor. Rumlar çok itiraz ediyorlar, demek ki Türkiye kazandı diye bir propaganda yürütüyor. Zaten hükümetin açıklamaları da bizim tercihimiz evetten yana diye. Acaba tüm bunlar doğru mu?

Erol Mütercimler









EROL MÜTERCİMLER: Bence doğru değil. Stratejide oyun teorisi vardır. Bu oyun teorisi içinde çeşitli oyunlar oynanır. Bizim medyanın ortaya koyduğu şekilde olaya bakacaksak bu nasıl bir kazanç oyunu bir bakalım.
“Kazan-kazan” stratejisi: Maksimum kayıp içinde minimum kazanç
Başbakan diyor ki oyunun adı kazan-kazan. Şimdi stratejide hiç kuşkusuz ki kazan-kazan diye bir ifade kullanılabilir ve böyle bir oyun da tanımlanabilir ama bu doğru değildir. Nedenine gelince. Ticaret dünyasında bunu söyleyebilirsiniz. Nasıl? Örneğin ikimiz de gömlek üretmiş olalım. Eğer iki ayrı firmanın üretimi olan gömlek yalnızca İstanbul pazarına girerse çok doğaldır ki satış yapabilmek fiyat ucuzlatılacak dolayısıyla kazanç azalacak belki de maliyetine gidecek. Ama firmalardan birisi İstanbul diğeri ise Ankara pazarına giderse işte bunun adı kazan-kazan’dır.
Türk tarafı 1974’ten beri kaybediyor
Bu oyunu Kıbrıs’a uygulayalım. Masaya oturan taraflar açısından Türk tarafının 1974’ten 2004’e yani 30 yıldır kayıpları maksimum düzeyde. Rum tarafının kazançları maksimum düzeyde. Şimdi masaya oturuldu. Türk tarafı için olay şudur: Maksimum kayıplar içerisinden minimum kazanç elde edebilme. Rum tarafı açısından ise oyun şudur: Maksimum kayıplar içersinden mininum kaybı seçip almak. Kısacası Rum tarafı kendi açısından maksimum kaybı, minimuma çekme, Türk tarafı açısından ise kendisine dayatılan kazanç çizelgesinde zaten minimum noktasında ve maksimumu çıkarmaya çalışıyor. Eğer sizde sıfır varsa, sıfırın üstüne bir koyduğunuz zaman tabii ki bunu kazanç diye görebilirsiniz. Bu bir aritmetik sonuçtur. Bu aritmetik sonucun artı bir olması göreceli kazancın hanesine yazılırken, uluslararası ilişkilerde bu göreceli kazanç kazanç olarak görülemez.
Benim açımdan vurgu Türk medyasının söyledikleri değil M. Ali Talat ve Serdar Denktaş’ın söyledikleridir. Çünkü odada olanlar onlardı. Onların her ikisi de şunu söylediler: Burada zafer söz konusu değil, burada kazanç söz konusu değil, ama burada mevzi iyileştirmeler yapıldı.
Eğer bu son olayı daha iyi açabilmek için uluslararası ilişkilerde kazanç nedir diye sorarsak, örneğin 24 Temmuz 1923’te Batıya kabul ettirdiğimiz Lozan Antlaşması bir zaferdir. Niçin çünkü oradaki kazançlar salt kazançlardır.
TÜRKSOLU: Görüşmelerden önce Talat çok fazla birleşme taraftarıydı ve ne olursa olsun evet diyordu. Ama şimdi son dönem bakıyoruz tavrı biraz değişmiş gibi. Acaba referandum için nasıl çalışacaklar? Evet yönünde mi, hayır yönünde mi yoksa çekimser mi kalacaklar?
EROL MÜTERCİMLER: Olayın yine kendisine bakalım. Rum tarafı 1 Mayıs 2004’te kesinkes AB’ye giriyor. Yani burada asıl büyük problem AB’de. Niçin? Çünkü sorunlu bir yeri kendi bünyesine alacak. Onlar baştan yapmış oldukları stratejik yanlışlığı sonradan farkettiler ve şimdi tamir etmeye çalışıyorlar.
Türk tarafı da madem ki böyle bir şey farkedildi, biz de 30 yıldır inliyoruz, bundan nasıl kazanç elde edebilirizin peşinde. M. Ali Talat’ın bakış açısını ben yadırgamıyorum. Bu bakış açısı Serdar Denktaş’ta da var. Bunlar yeni jenerasyon. Olaya daha oportünist bakıyorlar kendi halkları açısından.
Ama burada göz ardı edilen şu. Türk tarafı için AB olumlu şeyler söylüyor, size şunları vereceğiz diyor ancak parantez içinde şunu söyleyeyim ben bunların hiçbirinin gerçek olduğuna inanmıyorum, bunlara inanılırsa ve M. Ali Talat da inanıyor zaten, o zaman Talat diyor ki “böyle bir sorun var ortada. Biz evet diyelim buna. Rum tarafı hayır derse bile o zaman Batı 30 yıldır uygulamış olduğu ambargoyu üzerimizden kaldıracak. 30 yıldır Türk tarafı için söylenmiş olan bunlar uzlaşmadan kaçıyor, bunlar görüşmeden, böyle bir sorunun çözümünden kaçıyor ve bunlar bu işi müslüman hıristiyan sorunu olarak görüyor yargılarının hepsinden kurtuluruz.”
Erol Mütercimler


















Talat’ın Stratejisi Uygulanırsa Türk varlığı diye bir şey Kalmaz.,

Bence Rum tarafının taktiğine aynı taktikle cevap vermek çoban matına düşmek demektir. Stratejide şöyle bir gerçek vardır. Sizin stratejiniz sizin tarafınızdan biliniyor. Siz belirlediniz. Maharet nerededir? Maharet karşı tarafın stratejisini de çözmektedir. Türk tarafı Rum tarafının stratejisini çözmüşse ki, Türk tarafının stratejini dünya alem biliyor çünkü, başbakan açıkça bunu ilan etti, biz masadan kaçmayacağız, görüşmeleri sonuna kadar götüreceğiz, biz çözümden yanayız, biz evetten yanayız. Yani Türk tarafının stratejisi belliydi ama Rum tarafının stratejisi belli değildi.

Eğer M. Ali Talat Rum tarafının stratejisini çözmüşse, o zaman şöyle bir durum var. Talat’ın elinde iki strateji vardır şimdi. Türk tarafınınki A ve Rum tarafınınki B. O zaman Rum tarafı bu iki stratejiye karşı dört strateji geliştirmek zorundadır yani dört hamle geliştirmek zorundadır. O zaman M. Ali Talat bu dört hamleye karşı on altı hamleyi görmüşse, bütün yaptıkları doğrudur. Ama bunları görmemişse, Napolyon ve Hitler örnekleri ortadadır.
Unutmayalım ki uluslarası arenada bu kaybedilirse eğer, o zaman manevra alanını genişletmeye çabalayan bu beyinler, bu stratejiler daha da daraltılmış bir manevra alanı içinde kalır, kısa bir süre sonra da adada Türk kesimi diye birşey kalmaz.
TÜRKSOLU: Öyle gözüküyorki, bu plan şu veya bu şekilde uygulanırsa Türk tarafı kaybedecek. Adada Türk varlığı kalmayacak. Kayıp bu kadarla mı kalır, yoksa Türkiye’nin yeni kayıplarının önünü mü açar? Yani Kıbrıs’ı kaybetmiş bir Türkiye AB ve ABD karşısında güçlenir mi yoksa daha mı zayıflar?
Kıbrıs stratejik önemini korumaktadır
EROL MÜTERCİMLER: Şimdi kazanç ve kayıba nasıl baktığınıza bağlı. Eğer Türkiye Kıbrıs’a şöyle bakıyorsa, Kıbrıs benim yumuşak karnımda yer alıyor ve yarın öbür gün bir savaş olursa veya ulusal güvenliğim tehdit altına düşerse, dünyaya benim çıkış yapabileceğim tek yer Mersin, İskenderun limanlarıdır. Bu limanların da gelip bağlandığı yer Kıbrıs’tır. Ulusal güvenliğim açısından klasik deyimle uçak gemisi gibidir. Ve jeostratejik önemini korumaktadır. Jeostratejik önemi Türkiye açısından jeo-askeri bir önem arz etmektedir.
Eğer Türkiye ulusal güvenliğini bu adaya bağlamışsa ve de bu adadaki Türk nüfusunun varlığı önemliyse, o zaman Türk nüfusunun varlığı ve yokluğu Türkiye için hayati derecede stratejik önem arz etmektedir.
Diyelim ki Kıbrıs’ta iki toplum da evet dedi ve birleşme oldu. Peki ondan sonra Rum nüfusun buraya gelişi var. Buradaki arazilerin el değiştirmesi var. El değiştirilemeyen arazilerin paralarının ödenmesi var. Rum tarafı zengin. Kişi başına 20 bin dolarla ölçülüyor gelirleri. Türk tarafınınki 3 bin dolarla ölçülüyor. Güneydeki araziler kuzeydekilere göre çok daha fazla değer kazanmış. Dolayısıyla yukarıdaki araziler, aşağıdakiler tarafından satın alınmaya başlanacak. Çok doğal birşey.
İkincisi. Biz şu anda bundan çok bahsetmiyoruz ama kuzeydeki arazilerin, kıyı şeridinin özellikle Girne’de arazilerin büyük kısmı zaten bugünden İngilizler tarafından satın alınıyor. Kısacası Avrupalılar zaten buradan toprak satın alıyorlar.
Şimdi bu koşullar altında, KKTC’de yaşayan Türklerin arazilerini satıp, paralarını aldıkatn sonra bu adayı terk etmeleri kadar doğal ne olabilir? “Biz sizi AB’ye aldık.” Bu insanlar zaten pasaportlarını ceplerini sokup istedikleri yere gidiyor. Niye Kıbrıs’ta yaşasın sorusunun yanıtının verilmesi gerekiyor.
O yüzden buradaki Türklere bir vizyon, bir hedef, bir amaç koymak gerekiyor. Şu anda tek hedef AB’ye giriş. Ama bunun bir adım arkasının hesabı hiç yapılmıyor. Bir arkasında ne olduğunu söylemeye çalışan Rauf Denktaş ama bu sefer biz Rauf Denktaş’ı yerden yere vuruyoruz. Ve Rauf Denktaş’ı yok etmek için olağanüstü çaba sarfediyoruz.
Denktaş’ın söylediklerini tarih doğruladı
Rauf Denktaş’ı yerden yere vuralım. Kabul. Hançerliyelim. O da kabul. Ama önce onu dinleyelim. Ya söylediklerinde gerçek payı varsa. Ki ben tarihten görüyorum ki bu söylenenlerde büyük gerçek payı vardır. Bu konunun ne olduğunu merak eden insanlar Demokrat Parti’nin son dönemlerinde Meclis görüşmelerini açsınlar ve okusunlar bakalım. 1958 Londra ve Zürih Anlaşmaları’ndan sonra DP ve CHP’li bazı milletvekilleri ne uyarılar yapmışlar. O insanların yaptığı uyarılar 1974’te gerçekleşmiştir.
Uluslararası ilişkiler tek gerçek üzerine kurulur: Çıkar. Uluslararası ilişkilerde sözlü güvenceler olmaz. En basiti 12 Eylül’den sonra Kenan Evren’in General Rogers’a ben söz verdim, o da bana asker sözü verdi, Yunanistan NATO’nun asker kanadına dönecek ve bizim aleyhimize çalışmayacak demişti. Yunanistan geri dönmüştür ve bizim aleyhimize sürekli çalışmıştır. Asker sözü nerede kaldı?
TÜRKSOLU: Tayyip Bakanlar Kurulu toplantısından çıktı ve Denktaş aleyhinde çok sert açıklamalar yaptı. Biz bu işi bitireceğiz. Kimse köstek olmasın dedi. Ama bir de MGK toplantısında önceden alınan kararlar var. MGK’nın da 5 Nisan’da tekrar toplanacağı açıklandı. Sizce Tayyip neye güvenerek böyle konuşuyor?
EROL MÜTERCİMLER: Tayyip Erdoğan açısından olaya baktığınız zaman, onun durumunun çok zor olduğunu değerlendiriyorum. Genel seçimlerden kazançlı çıkmışım. Neredeyse Anayasa’yı değişterecek çoğunluğa sahip olmuşum. Ama benim meşruiyetim hâlâ tartışılıyor. Yerel seçimleri kazanmışım ama buna rağmen bazı çevreler tarafından bir türlü başbakan olarak kabul görmüyorum. Kimse beni içine sindiremiyor. O halde meşruiyet arayışım söz konusu. O zaman benim bu coğrafyaya dönük olarak dışarıdan bir takım desteklere ihtiyacım var. Bu destek ya AB ya ABD ya da ikisinden birden sağlanabilir.
Benim anladığım kadariyle Tayyip Erdoğan daima ABD ve Bush’tan destek alıyor. AB’den de sınırlı da olsa destek sağlamış. Ve bu destekle geri dönüp içeriye, evet benim arkamda güç var diyor. Siz içeride ne söylerseniz, söyleyin; son kararı orası verecek. Herkes de ayağını buna göre denk alsın diyor.
Kıbrıs’tan önce Türkiye’de halkoylamasına gidilsin
Ama bütün bunlar yapılırken, gözardı edilmemesi gereken önemli bir konu var. O da şu: Politikacılar karar verir ama halkın davranışı belirleyici olandır. Benim önerim şudur: Kıbrıs’tan önce Türkiye’de bir halkoylamasına gidilsin. Ve tek bir soru sorulsun. Buna evet mi diyorsunuz, hayır mı? Önce Türkiye’de yapılsın bu oylama. Bakalım o zaman sonuç ne olacak?
TÜRKSOLU: Şöyle bir şey var. Tayyip seçimlerde Kıbrıs yüzünden 6 puan kaybettik diyor. Peki Kıbrıs’ı verirse Türkiye’de iktidar olarak kalabilir mi?
EROL MÜTERCİMLER: Tayyip Erdoğan gerçekten Kıbrıs’ı verdi ya da Kıbrıs’ı sattı diye nitelenirse MGK’dan alınan karar ve MGK’daki tartışmalarda da böyle bir karar alınırsa, bence Türkiye’de kim başbakan olursa olsun, değil bir daha ki seçimi görmek 1 Ocak 2005 tarihini açık havada kutlayamaz.
TÜRKSOLU: Planın oylamasında sizce Rum tarafı ve Türk tarafında ibre ne tarafı gösterir? Evetler mi ağır basar, hayırlar mı?
Denktaş sokağa çıkarsa iş hayır yönüne gider
EROL MÜTERCİMLER: Matematik mantıkla düşündüğümüz zaman, Rum tarafının buna hayır demesi gerekiyor. Türk tarafı için durum farklı. Türk tarafı şu anda %50 %50 görülüyor. Rauf Denktaş sokağa çıkar hayır denmesi yönünde konuşmaya başladığı anda, bu iş hem KKTC’de hem Türkiye’de dönmeye başlar. Ve iş hayır yönüne gider.
Burada bir oyun teorisi var. Eğer iki taraf da hayır derse. Buradaki olgu şudur. AB nezdinde iki toplum birden hayır demiştir. Onlar açısından da bir kabul söz konusudur. Ama Türk siyasileri evet için yoğun bir çaba harcadığı için KKTC için ambargolar kalkmayabilir ama Ankara kendi ellerini ABD ve AB nezdinde rahatlatmış olabilir. Çünkü onlar bir söz vermiş durumdalar. Ben çok çaba harcadım, beni gördünüz der.
Rum tarafı hayır der, Türk tarafı da evet derse oyun teorisi açısından baktığımız zaman bu sıfır toplamlı bir oyun gibi görünüyor. Bir tarafın kazancı, bir tarafın kaybı gibi görünüyor. Artılar ve eksiler birbirini götürüyor. Ama böyle görünmekle ve başbakan kazan-kazan diye olayı ifade etmekle birlikte, ne yazık ki buradaki hesap yanlış yapılmaktadır.
Türk tarafı evet dediği için beklenen sonuç şudur. Türk tarafı üzerindeki ambargonun kaldırılması. Ama bunun kaldırılma olasılığı da % 50’dir. % 51 değil. Yine kaldırılmayabilir.
Her iki tarafta zaten evet derse, o zaman kaybeden Rauf Denktaş olur. Uzun vadede ise kaybedenin Türk Ordusu olduğu sonraki yıllarda ifade edilmeye başlanır. Ve bu Türk Ordusu’nu yıpratma argümanı olarak kullanılır.
Türk tarafından hayır, Rum tarafından evet çıkarsa, zaten mevcut durum devam eder. Zaten mevcut durumdan daha güç bir durum yaratamazlar bizim için.
Eğer Türk tarafı hayır, öbür taraf evet derse ve bir gün Türkiye Cumhuriyeti AB’ye alınırsa Türk tarafı da AB’ye Türkiye’yle birlikte taşınır. Bu durumda da kuzeydekiler Rumların AB’ye girmiş olmalarından dolayı bazı haklar kazanmış olacak.
TÜRKSOLU: Peki şöyle bir seçenek. Rum tarafı AB’ye girdi ve plana da Türk tarafından hayır çıktı. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir seçenek araması gerekecek. ABD’nin tavrı değişir mi? Aynı zamanda son günlerde ileri sürülen birşey var. Rusya’nın tavrı değişir mi? Hatta kimi Arap ülkelerinin KKTC’yi tanıyarak Batı cephesine karşılık vereceği iddia ediliyor.
EROL MÜTERCİMLER: Masadaki oyunculara bakalım. Oyuncular kimler? Türkiye, Yunanistan, KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi ve bir de BM var. Beş tane asil oyuncu var. Bu beş asil oyuncunun oyununu seyreden ABD, AB ve Rusya var.
Acaba buradaki gerçek oyuncular ilk saydığımız beş midir yoksa ikinci saydığımız üç müdür? Buradaki asıl oyuncular çevrede oyunu seyreden o üç kişidir. Biraz ağır olacak ama, ben o beş oyuncuyu aslında kukla olarak düşünüyorum. Kenardakiler kuklacı.

Rusya Yalnızca Çıkarları Gerektirirse KKTC’yi tanır

Problem nasıl adlandırılırsa adlansın, çözümü kenardaki o üçlü tayin ediyor. Burada Moskova-Washington, Moskova-Brüksel, Brüksel-Washingon çıkar çatışmalarını ve bu merkezlerin vizyonlarını, stratejik değerlendirmeleri son derece etkili ve önemli olacak.
Eğer bu 30 yıldan sonra Moskova’nın ya da başka bir merkezinin çıkarı KKTC’yi tanımayı gerektirirse bu olabilir. Ama hayır çıkarlarında bu yatmıyorsa durum böyle devam edecek. Bir Güney Asya atasözü vardır. “Filler Sevişir Ayakları altında Çimenler Ezilir.”
Bence bu atasözü herşeyi özetliyor.

http://www.turksolu.com.tr/53/mutercimler53.htm

..

22 Şubat 2015 Pazar

Süleyman Şah Türbesi...





Süleyman Şah Türbesi...















"TÜRK Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye sınırları dışındaki tek Türk toprağı olan Suriye içindeki Süleyman Şah Saygı Karakolu ve Türbesi’ne bu sabaha karşı “yıldırım operasyonu” gerçekleştirdi."22 Şubat 2015, Hürriyet


Dünyada ve ülkemizde gündemin çok önemli yerini alan "Süleyman Şah Türbesi" ile ilgili olarak gelişen olaylar nedeniyle"13 Ekim 2014" tarihli yazımı bir kez daha yayınlamak istedim..

İşte o yazım:

Düne kadar, "Süleyman Şah" Türbesi ve konumu hakkında sanırım fazlaca bilgimiz ve ilgimiz yoktu...

"Süleyman Şah Türbesini Nakil Görevi







Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in büyükbabası  Süleyman  Şah'ın (ö. 479/1086) ölümü ve kabri ile ilgili farklı rivayetler varsa da, bugün Suriye sınırları içinde bulunan Ca'ber kalesi önündeki mezar ona nisbet edilmekte, Süleyman Şah bu kalenin önüne geldiğinde Fırat nehrini geçerken boğulduğu ileri sürülmektedir. Türbe, Akçakale ilçemizin 10 km. güneyinde, Rakka ile Balis arasında, Fırat nehrinin sol sahilindeki Suriye toprakları üzerinde bulunmaktadır.

20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransız Hükümeti arasında imzalanan Ankara Anlaşmasının 9. maddesi ile Süleyman Şah'ın kabri müştemilatı ile birlikte Türkiye'nin sayılmış ve Türkiye'ye orada muhafızlar bulundurma ve Türk bayrağını dalgalandırma hakkı tanınmıştır.

30 Mayıs 1938'de buraya bir karakol yaptırılmış, eski türbenin tamiri imkânsız hale geldiğinden tarihî önem ve özelliğine uygun olarak, 1939 yılında karakolun yanında yeni bir türbe inşa ettirilerek mezar buraya nakledilmiştir.

Türkiye ile Suriye heyetleri arasında 1956 yılında Halep'te yapılan üst seviyede bir toplantıda düzenlenen tutanağın 13 ve 14. maddelerinde türbe için gönderilecek ihtiram kıtasının her ayın 7'sinde değiştirilmesi kararlaştırılmıştır.

Suriye Hükümeti, Fırat üzerinde 1966 tarihinde başlattığı Tabka Barajı'nın 1973 yılı içerisinde her türlü inşaatını bitireceğini ve barajın doldurulmasıyla "Süleyman Şah Türbesi"nin tamamen baraj suları altında kalacağını ileri sürmüş, Türkiye'den türbenin yerinin değiştirilmesini veya Türkiye'ye naklini istemiştir. 

Bu durum Türkiye ve Suriye hükümetleri arasında yeni görüşmelere yol açmış, iki hükümetin temsilcilerinin uzun bir süre Ankara ve Şam'da yürüttükleri müzakereler sonunda bir anlaşma imza edilmiştir.

Anlaşmanın ana maddeleri şöyledir: 

. Türbe müştemilatı ile Karakozak köyü yakınlarındaki yere nakledilecek.
. Barajın kenarında, türbenin halihazırdaki mevkiine, mümkün olan en yakın yerde mermerden bir kitabe dikilecek.
. Türbenin bugünkü yerini tespit etmek maksadıyla, göl üstüne bir şamandıra konacaktır.


Tabka baraj gölünün suları altında kalacağı gerçeğinden hareketle, türbe ve karakol binasının, ek tesisleri ile birlikte Karakozak Köyü'nde ayrılan 8797 metre karelik bir alana nakli planlanmıştır.

Bu nakli gerçekleştirmek  üzere kurulan heyette Diyanet İşleri Başkanlığı'nı temsilen ben görevlendirilmiştim. Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkilinin başkanlığında görevlendirilen heyette benden başka muvazzaf bir albay ile İçişleri Bakanlığı'ndan bir temsilci yer almıştı. Bu temsilcilerle Halep'te buluştuktan sonra bir otomobille oradan 130 km. mesafedeki türbeye ulaştık.

Kabirler türbe zemininin altındaki mahzende bulunuyordu. Mahzene kim girecek ve kabirleri kim açacak ve çıkaracaktı? Bu hiç konuşulmamış ve hatta programda bundan hiç söz edilmemişti. Herkes birbirine bakıyor, işin ortada kaldığı anlaşılıyordu.

Türbenin yanındaki karakolda birkaç askerimiz vardı, ama bu iş onların da yapabileceği bir şey değildi. Çünkü yer altından define filan çıkarılmayacak, dinî bir duyarlılıkla ve belli bir dikkatle birkaç ölünün kemikleri alınacaktı.

Kısa bir duraklamadan sonra, bir erin yardımıyla bu işi benden başka yapacak kimse olmadığı anlaşılmıştı. Veya ben "durumdan vazife çıkararak" bu görevi yapmam gerektiğini anlamıştım. Herhalde heyette Diyanet'ten bir temsilcinin bulundurulmasının gerçekleri arasında -söylenmese de- bu da vardı. Bunun üzerine ben mahzen kapağını açtırarak bir erle aşağıya indim. Süleyman Şah'ın kabrinden başka iki (veya üç) mezar daha bulunuyordu. Ölülerin hepsi ahşap tabutlar içinde idi. Rutubet yüzünden tabutların bir hayli çürüdüğü görülüyordu. Cesetlerin kemikleri ilk defnedildikleri gibi muntazam vaziyette bulunuyordu.

Onları, her biri için önceden hazırlanan torbalara koyduk; yukarıda sözünü ettiğim ve Türkiye'ye daha yakın bir noktada bulunan yere götürdük; cenaze namazlarını kılıp kendileri için hazırlanmış mezarlara defnettik. Tabiatıyla cenaze namazlarını ben kıldırmıştım.

Süleyman Şah Türbesi günümüzde de Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan gönderilen bir manga asker tarafından korunuyormuş. Bu vesile ile öğrendiğime göre türbeyi ve karakolu, bu defa da Suriye tarafından yaptırılan Teşin Barajı'nın suları tehdit ediyormuş. İster misiniz, bir başka nakil işi daha gündeme gelsin?"
 Tayyar ALTIKULAÇZorlukları Aşarken Cilt -1- sf:251/253

Dolayısıyla...

Sayın ALTIKULAÇ'ın o günlerde dile getirdiği, 

"İster misiniz, bir başka nakil işi daha gündeme gelsin?"

Sorusu bugün itibariyle cevabını bularak, konu üzerinde tariheönemli bir "not" daha düşmüş bulunmaktadır.

Hâl böyle olunca..  bir başka nakil işlemiyle Süleyman Şah'ın  mezarı, yeni bir karakol ve dolayısıyla yeni bir türbe için   bir müddet beklemeye alındı.. 


Sevgi ve saygılarımla!


..