Şeyh Sait etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şeyh Sait etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR

 KÜRTLER DEVRİME DEVAM EDİYOR


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
20.04.2013 

H. FIRAT’ IN YAZISINA ELEŞTİRİ..,

21 Mart 2013 Newroz’undaki Abdullah Öcalan’ın demokratik siyaset çağrısı üzerine lehte veya aleyhte bir takım değerlendirmeler yapılmaktadır. Bunlardan bir kısmı kendisini sosyalist olarak değerlendiren kesimler tarafından yapılmaktadır. 

Bu değerlendirmelerden biri de H.Fırat tarafından yapılmıştır.

Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, Sovyet devrimiyle birlikte anlam bulmuştur. Temelini de Marksizm’den almaktadır. Çarlık Rusya, halklar hapishanesi olarak adlandırılıyordu. Devrimle birlikte buradaki halkların özgürlüğüne kavuştukları görülüyor. Bu dönemde Rusya dışında gelişen ulusal hareketler de desteklenmiştir. Türkiye ulusal kurtuluş hareketinin niteliğinin burjuva/bürokratik olduğu bilindiği halde desteklenmiştir. 1920’li yıllarda ilişkiler o kadar ileri gitmiş ki, Rusya’nın Komünist lider Mustafa Suphi yerine mevcut sistemi desteklediği söylenebilir. Mustafa Suphi’nin Karadeniz’e gömülmesi olayı tam anlaşılamadı. Sovyetlerde taşlar yerine oturduktan sonra Sovyet adı altında Çarlık sınırlarının yeniden oluştuğu görülüyor. Kısa bir süre bağımsız kalan ülkeler Sovyetlere dahil ediliyor. Çarlık Rusya’sında başlayan Ruslaştırma/Asimilasyon devam ediyor. Günümüzde dahi bunun etkileri devam ediyor. Müslüman/Türki cumhuriyetlerin nüfus yapısına bakıldığında bu ülkelerin belirli sayıda Rus nüfusu olduğu, Rusçanın da yoğun olarak kullanıldığı görülüyor. Sovyet devrimi ulusal sorunu hal etmiş diye bir şey yoktur. Tersine içinden çıkılmaz hale getirmiştir. 21.Yüzyılın başında Yugoslavya’da Sırpların Boşnak katliamı bunun sonuçlarından biridir.
Yazar yazısında diyor ki: “Marksizm bayrağı altında devrimci partilerin zafere yürüdüğü her yerde ulusal sorun çözüme kavuşturulmuştur.” Bu kesinlikle doğru değildir. Cumhuriyetin ilanından sonra Kürtlerin varlığı inkar edilip, asimilasyona başlanmasına karşı Kürt ayaklama ve isyanları( Şeyh Sait, Ağrı, Dersim vs.) Sovyetler tarafından desteklenmesi bir yana kanlı bir şekilde bastırılması devrimci olarak nitelenmiştir. Bu dönemde TKP de aynı tavra girmiştir. Sovyetlerin ve TKP’nin tavrını eleştiren tek Marksist Hikmet Kıvılcımlı olmuştur. 1946’da Mahabat Kürt Cumhuriyetinin bastırılmasında İngiliz/Sovyet anlaşması etkili olmuştur. Onlarca Kürt önder idam edilmiştir. Sovyet etkisindeki Bulgaristan’da yaşayan Türklerin asimilasyonu, Çin’deki Tibet ve Sincan’daki Türklerin sorunları olduğu gibi duruyor.

Yazının ana konusu “PKK devrime dayalı çözümü terk etti mi?” sorusudur. Yazar Marksist tahliller ışığında PKK’nin başlangıçta Marksizm’i esas aldığını, yapısını ve gelişimini Marksizme borçlu olduğunu tespitini yaptıktan sonra bu çizgiyi terk ettiğini ileri sürmektedir.

Bilindiği gibi Marksizm Türkiye’ye çok geç gelmiştir. Avrupa’da Marksizm her tarafı kasıp kavururken Türkiye’de Durkhaim, Comte, Max Weber tartışılıyordu. Sonradan komünist öncü haline gelecek Mustafa Suphi dahi İttihat Terakki içinde yer alıyordu. O dönemde onun dahi Marksizm’den haberi yoktu. Sovyetlerin kuruluşu ile birlikte Türkiye Marksizmle tanışmaya başlamıştır. Bu da Leninizm ve Stalinizm şeklindedir.(Demir Küçükaydın’a bakılabilir, bu konu üzerinde durmuştur.) Türkiye solunun Marksizm’den anladığı bunlardır. Bunun dışında Marksist literatür dahi oluşmuş değildir. Nasıl ki, sol/sosyalist program Sovyet çizgisinde olmuşsa ideolojik çıkış da Lenin ve Stalin üzerinden olmuştur. Lenin ve Stalin, sosyolojik ve felsefi yaklaşımdan çok politik sorunlara odaklandılar. Devrimle iç içe geçtiler. Devrimi korumak ve kollamak güdüsüyle pragmatik adımlar atarak Marksizm’den ilk sapanlar onlar oldular. Marks ve Engels’in bazı metinlerine uzun süre sansür konulduğu biliniyor. 1989’da Berlin duvarı ile yıkılan Marksizm değildi. Yıkılan Leninizm ve Stalinizm’di. Kürt hareketi bu yıkımdan önce Sovyet Sosyalizmini Reel Sosyalist pratik adı altında köklü eleştiriye tabi tutarak bu yıkımdan zarar görmeden çıkmayı başarırken, bunu göremeyen Türkiye solu ve sosyalistleri Sovyet yıkımının domino etkisi altında kolayca yıkılıverdiler. Kürt hareketinin bu yönünü görüp de destek veren Türkiye solcu ve sosyalistlerini yazar onları “PKK’nin kuyruğuna takılmakla” suçlarken, kendisi ve kendisi gibi düşünenlerin Kemalistlerin ve Ulusalcıların kuyruğuna takıldığını da görmezlikten geliyor. Yazara sormalı, bunlardan hangisi devrimci?

Sol ve sosyalistler “devrim dönemi bitti” deyip liberal köşeye çekilenleri esaslı bir eleştiriye de tabi tutmadılar. Kürt siyasal hareketi ideolojik dönüşümünü yaparak kendi içinde politikasını tutarlı bir şekilde yürütmektedir. Asıl öz eleştiri vermesi gereken Türkiye soludur. Kendisini sorgulamadan, toplumdan kopukluğu konusunda bir laf edemeyenlerin bir başkasına laf yetiştirmeye çalışması samimi değildir. Kürt hareketinin kendi politik araçlarını yaratması, taktikler geliştirmesi, dünya gelişmelerini okuması Kürt hareketi için olumludur ve bunun Kürt toplumu karşısında karşılığı bulunmaktadır. Diyarbakır Newroz’unda toplanan kitle bu bilinçle toplanmıştı. Barış ve birliktelik çağrısını coşkuyla alkışlamaları bunun toplumsal temelli olduğunu gösteriyor. Yazarın dediği gibi Kürt hareketi öyle sandığı gibi bir kadro hareketi değildir. Kadınıyla, erkeği, işçisi, köylüsü, orta sınıfıyla iç içedir. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın Kürt toplumu üzerindeki ağır sorunlarının farkındadır. ABD dahil dünyanın en önemli güçleriyle mücadele halindedir. Bu o kadar kolay da değildir. Mekan da Ortadoğu’dur. Petrolün bulunduğu bir yerdir. Bunların tamamı önemli sorunlardır bunlar için çözüm üretmek hayata geçirmek o kadar kolay da değildir. Hareketin lideri Öcalan’ın uluslar arası bir komplo ile Türkiye’ye teslimi konusunda yazardan bir eleştiri yoktur. Tersine Öcalan’ın İmralı’ya gelişi Öcalan’ın teslimiyeti olarak işleniyor. 

Bu tezin bir propaganda olduğu ortaya çıktı. Eğer yazarın dediği teslimiyet olmuş olsaydı milyonlarca Kürdün onun peşinden gitmesini nasıl açıklayabilir?

Kürt siyasi hareketinin kendi sorunlarına çözüm getirme çabası, Dünya’nın ve Ortadoğu’nun girdiği çıkmazdan Kürtleri ve diğer halkları kurtarma çabasıdır. Günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere ideolojik argümanlara yer kalmamıştır. Her şey etnik, dinsel ve mezhepsel ilişkiler temelinde yürümektedir. Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta daha önce sosyalist veya sosyal demokrat olan biri bu gün ya Şiiliğine, ya Sünniliğine ya da Kürtlüğüne veya Araplığına vurgu yapar duruma gelmiştir. Bunun sonucunun da halkların boğazlaşması olduğu da biliniyor. Sünniler ve Şiiler birbirinden ayrılıyor, birbirinin üzerine kamyonlar dolusu bombalarla yürüyor. Bunu da görmek gerekiyor. Tüm bu gerçekler varken, adım adım size yaklaşırken siz kalkmış PKK devrimden vazgeçti, reformcu oldu diyerek konuyu basitleştiremez siniz. Diyelim ki PKK, düzen içi reformu kabul etti, peki sizin devriminiz nerede? Devrimi yapacak halkınız nerede? O da AKP’ye destek veriyor. Neden o halkı o topluluğu AKP’ye teslim ettiniz? Onları da mı Kürt hareketi AKP’ye teslim etti? Kürtler sömürgeci Türk devleti ile mücadele ettiler, etmeye de devam ediyorlar, bunun adı ne olursa olsun bu bir devrimdir. Adlandırma oyunu ile onun devrim niteliği ortadan kalkmaz. Devletin başında ister ulusalcı Kemalistler ister İslamcılar olsun değişen bir şey yoktur. Kürtler çözümü dün devletin başında bulunan Ulusalcı Kemalistlerden istiyorlardı bu gün İslamcılardan istiyorlar. Bunda anormal bir durum yoktur. İşin doğası gereğidir.
Yazara göre PKK bırakın devrimci bir hareket demokrat bir hareket bile değildir. Bu kadarı da pes doğrusu. Devrimci olmak için ilahi Leninst/Stlainist-Marksist mi olmak gerekiyor? Bir İslamcı devrimci olamaz mı? Peki Marksist değil diye İran devrimini devrim saymayacak mıyız? Hindistan’ın kurtuluşunu devrim saymayacak mıyız? Kaldı ki, ulusal kurtuluş hareketlerini devrimci sayanlar Marksistler karşı olamazlar.
Yazar, 1999’da teslimiyet diyor, 2004 yılına kadar yaşananları gerileme, gerilemelerden kurtaranlar da eski kadrolar olduğunu ileri sürüyor. Anlaşılan odur ki, yazarın bu dönemden hiçbir haberi yok. Bu dönemde yaşanan ABD’nin PKK’yi bölme hareketidir. Nitekim eski kadroların da içinde bulunduğu önemli bir grup PKK’den ayrılıp yeni bir oluşuma gitmiştir. Ancak bu oluşum başarılı olamadı. Aslında bu ayrılanların amacı PKK hareketini tasfiye etmekti. Eğer 1999’da yaşanan teslimiyet olsaydı o zaman PKK’de yazarın deyişiyle “gerilemeyi kurtaran eski kadrolardır” iddiası doğru olsaydı bu eski kadroların Öcalan’a bayrak açmaları gerekmez miydi? Neden acaba bunlar yazarın deyişiyle “teslim olanın” peşinden gittiler, onu liderleri olarak devam etmeyi göze aldılar? Toplumsal dinamikleri olan bir hareketin kadrolara dayalı bir hareket olmadığını bilmeleri gerekiyor. Zaten bir devrim süreci “Kadroya indirgendi mi” o devrim devrim olmaktan çıkacaktır. Türkiye solunda olan buydu. 12 Eylül Faşizmine kitlesel bir başkaldırı yapamadı. Türkiye’de olanlar zindana atılırken, yurtdışına gidenler mülteci olmayı seçtiklerinde Kürt hareketi çoktan Kürdistan dağlarında yerini almıştı. 12 Eylül faşizmine en erken direnişi onlar gösterdiler.
Bilindiği gibi Öcalan, İmralı cezaevine getirildikten sonra ağır tecrit koşullarında tutuldu. Bunu aşmak için savunması üzerinde özellikle yoğunlaştı, kendisini yeniden eğitti. Tek başına tutulduğu adayı bir okula çevirdi. Binlerce kitap okudu, onlarca kitap yazdı. Teorinin sonu denilen bir aşamada yeniden teori üzerinde yoğunlaştı. Savunması aracılığıyla bunu dünya ile paylaştı.
Abdullah Öcalan sadece kadın sorunu üzerinde durmadı, demokrasi, kapitalizm, emperyalizm, dinler üzerinde de durdu. Bu konularda tahliller yaptı. Marksizm’e özellikle Lenin’in devlet üzerine tezlerini sert bir şekilde eleştirdi. Devlete dayalı olmayan çözümü geliştirmeye çalıştı. Elbette kendisi de bunların kesin doğrular olduğuna da inanmıyordu. Bunların eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Öyle yazarın dediği gibi  Öcalan sorunların kaynağının “zihniyet sorunu” olduğu görüşüne indirgememiştir. Sorunların tarihi, dini, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal boyutları üzerinde durmuş, yöntem olarak da diyalektiği esas almıştır. Elbette kadın soruna önemli bir yer vermiştir. Bunda da haklıdır. Kadın sorununu sınıfsal sorun gerisinde gizleyip onu çözümsüzlüğe mahkum edilmesini istememiştir. Onun kadın vurgusu, toplumda ve kadınlarda etkisini göstermiştir. Kadın, Kürdistan devriminin bir parçası haline gelmiştir. Kürt devrimi adeta bir kadın devrimi haline gelmiştir. Kadın devrimim yükünü eline almıştır. Başarıya ulaştığında kadın bunu en önemli mimarı olacaktır.

Öcalan’ın İmralı adasına girdikten sonra onun “Kapitalist Modernite” eleştirileri görmezlikten gelinmiştir. Köklü kapitalizm eleştirisi vardır. Ekoloji kavramı üzerinde durması, düşüncesini evrensel boyutta taşır. Tüm insanlığın kurtuluşu idealini hep canlı tutar. Ancak demokratik yapıya da önem verir. Aslında Marksizm de demokrasine en üst düzeyde önem verir ve der ki: “demokrasi işçi sınıfının eğitim alanıdır.”

Yazar, yazısında hep işçi sınıfı diyor, ancak nedense örgütlü bir işçi sınıfı oluşturmak için bırakalım çaba göstermesini yoksul Türk emekçisini ırkçı söylemin etkisine girmekten dahi koruyabilecek bir adım atamıyor. Silivri’de Kürt işçilere saldıran ırkçıları görmezlikten geliyor. Kürt hareketi herkesten çok eleştiriye ihtiyaçları vardır. Çünkü hareket halinde, toplumla iç içedirler. Hata yapma olasılıkları da yüksektir. Çünkü toplumsal olaylar önceden ön görülemezler. O yüzden yapılan eleştiriler gereklidir.
Sözümü İncil’den bir pasajla bitirmek istiyorum.“Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin. 

Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl ‘izin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin. 

Seni iki yüzlü!
Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.” Veya “Onların gözü var görmezler, kulakları var duymazlar, kalpleri ise mühürlü”
 
***


20 Kasım 2017 Pazartesi

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3


ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3

B. OTUZ ÜÇ KURŞUN

Ahmed Arif’in şiirinin Kürt toplumunda büyük etkiler yarattığını … Bu gençlerin “Ocakta küllenmiş köz”leri, “karnında sakladığı söz”leri nedir? “Kaç bin yıllık hasret” ne içindir? 
Türkiye‘de yazarlar, 1919-1922 yılları arasında Mustafa Kemal’in ve öteki Osmanlı paşalarının, geleneksel çevreleri, din adamlarını savaşa katabilmek için dinci ideolojiyi kullandıklarını söylerler. Bu doğrudur. Fakat tek başına bu değildir, Kürdistan’da yürütülen eylemlerde Kürt ulus ideolojisi bilinçli olarak kullanılmıştır. 

Artık, Kürtlerden, Kürtlüklerini reddetmeleri istenmektedir. “Türküm, mutluyum” diye haykırmadıkları sürece, mutlu olamayacakları söylenmektedir. Kürdistan’da Kürtçe konuşma yasaklanmaktadır. Kürtçe konuşanlara zulüm yapılmakta, zindana atılmaktadır. Para cezalarına mahkum edilmekte, idari müeyyideler uygulanmaktadır. Kürt ulusunun temel demokratik ve ulusal hakları için, kendi kaderini tayin için giriştiği bütün eylemleri yukarıda sözü edilen emperyalist ve sömürgeci devletlerin müşterek askeri eylemleriyle kanla boğulmaktadır. Kürt ulusu kitleler halinde katliamlara maruz bırakılmakta, sürgünle gönderilmektedir. Kürdistan için farklı yasalar çıkarılmakta, öteki yasalar farklı bir şekilde 
uygulanmaktadır. Kürt ulusunun bütün ulusal ve demokratik hakları gasp edilmiştir. Köleleştirilmeye çalışılmakladır. Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek üzere yok edilmeye çalışılmaktadır. Kısaca, Kürt ulusu aldatılmıştır. İhanete uğramıştır. Bu ihanet, bu aldatılma, sadece Osmanlı paşalarından, Kuvayı milliyecilerden – Kemalistlerden gelmiyor. Daha 1921 yıllarında, Kürdistan Ermenistan olmasın diye, Kürtleri Ermenilere ve karşı örgütleyen Kürt Ali Saip (Ursavaş) daha sonra Şeyh Sait ve arkadaşlarını, yani Kürt yurtseverlerini aşan mahkemenin bir üyesi, bir ara da başkanı olmuştur. 
Ali Saip, kendi ulusuna, Kürt ulusuna karşı giriştiği bu ihanetlerine karşı Kemalistler tarafından Çukurova’da geniş bir çiftlik ve Kozan (Adana) mebusluğu ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılarken, 60.000 altın rüşvet almasına Kemalistler göz yummuştur. Daha doğrusu Şark İstiklal Mahkemelerinde, Kürt yurtseverlerinin kelleleri açık artırmaya çıkarıldığından, rüşvetler binlerce altınla ifade ediliyordu. Alan da “Kürt” veren de Kürt idi. Irkçı, ilhakçı ve sömürgeci eylemlerle dopdolu olan Kemalistler için, bundan daha iyi, “böl ve yönet” politikası uygulanamazdı. 

II. 1943 YILLARINDA TÜRKİYEDEKİ İÇ POLİTİKA GELİŞMELERİ VE TÜRKİYENİN DIŞ İLİŞKİLERİ

Saraçoğlu’nun nutkunun son cümlelerinden birini bütün dünyaya duyurulması lazım gelen 4 hakikatten biri olarak şu cümle teşkil ediyordu: 
“Türk’üz, Türkçüyüz ve her gün biraz daha Türkçü olacağız. … Meşrutiyet yıllarının bin bir ırkı temsil eden bindir kulüp ve cemiyetleri karşısında Türklüğünü gururla ilan edememenin acılığını yakından duymuş olanlar artık geniş bir nefes alabilirler.” 

Bütün bu haberlerden “Otuz üç Kurşun” olayının, Güney Kürdistan’da, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı gelişen Kürt ulusal hareketi ile çok büyük bir ilişkisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Öte yandan yine aynı yıllarda, İran’da, Azerbaycan’da ve Kürdistan’da, yoğun bir ulusal hareket gelişmektedir. Bu 
gelişmelerin, Türk hükümetlerini endişeye sevk etmesi doğaldır. Çünkü Kürdistan’ın öteki bölgelerinde gelişen ulusal hareketlerin, Türk sömürgeciliğinin ve ırkçılığının boyunduruğu altındaki bölgelerdeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir. Bu bakımdan sınırlarda olağanüstü emniyet tedbirleri alınmaktadır. 
Kaçakçılıkla, haydutlukla, eşkıyalıkla, mücadele ediyoruz gerekçesiyle Kürt ulusuna karşı yoğun bir sindirme hareketi sürdürülmektedir. Bütün bunların yanında, Almanya’da gelişen Nazi ırkçılığı, Türkiye’yi etkilemekte hiç gecikmemiştir. 

Nazi ırkçılığına paralel olarak gelişen Türk ırkçılığı, Kürt ulusuna karşı böyle bir cinayetin işlenmesine neden olmuştur. Dikkat edilirse Barzanilerin hapishaneden kaçarak, Kürdistan’a geçişi ve Kürt ulusal direnişinin yeniden başlaması 1943 yılı Temmuz ayına rastlamaktadır; Otuz üç Kurşun olayı ise, 31 Temmuz 1943 günü cereyan etmişti. 

Gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in, gerek Milli Şef İsmet İnönü’nün çok yakın bir adamı olan Asım Us, 1930-1950 Hatıra Notları isimli kitabında bu durumu şöyle özetliyor: 

“21 Aralık 1945, Kürt meselesinin Türkiye için tehlike teşkil eden şekli şudur: Ruslar, İran Azerbaycan’ında uyandırdıkları mesele gibi bir de İran hudutları içinde Kürt meselesi yaratmak istiyorlar. Bu da küçük bir Kürt hükümeti teşkil ederek o vasıta ile bizim hudutlarımız içinde tahrikat yapmaya ve büyük bir 
Kürdistan vücuda getirmeye çalışmak, Rus siyasetinin ana hattıdır. Buna mani olabilmek için yegane çare Türkiye’nin İran hududu üzerinde Türk nüfusu teksif etmesidir. Şarktaki hududumuz boyunca bir nüfus yerleştirme bölgesi yapmalıyız.” 

IV. TBMM TAHKİKAT KOMİSYONUNUN RAPORU

Olayın Nedenleri 

Meydana gelmesi kuşkusuz olan bu olayın nedenleri komisyonumuzca, şöylece saptanmış bulunmaktadır:

1943 senesi öncelerinde, Türk-İran hududunda, ilk kışkırtmanın, hangi taraf uyruğundan geldiği açık olarak saptanamayan, talan ve yağma niteliğinde bazı hudut olayları cereyan etmektedir. Türk mahalli idare makamları, İranlılar tarafından hudutlarımıza karşı girişilen bu olayları önleme iddiasıyla ve 
mümkün oldukça misilleme yapmak amacıyla, silahları jandarma teşkilatı tarafından verilmiş bir çete kurarak bu olaylara müdahalede bir sakınca görmemişlerdir. Van valiliğinin ve o sırada İçişleri Bakanı olan Recep Peker’in de onayı ile böyle bir çete kurularak fiilen adı geçen harekat alanına sokulmuş 
bulunmaktadır. İçişleri Bakanlığı ciddi devlet anlayışına uygun olmayan bu görüşünü, daha sonra, sorumluluğu olmayan kişilerden meydana gelen çetelerle hudut emniyetini sağlamanın mümkün olamayacağına kanaat getirerek değiştirmiş ve çetelerin dağıtılmasını Van valiliğine emretmiştir. … İşte 
İranlı bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto’nun Türk hudutları içerisinde önemli bir talanı gerçekleştirmesinin asıl nedeni, bu emre rağmen dağıtılmayan çetenin mevcudiyetidir. Şöyle ki: 
Anlaşıldığına göre İranlı çapulculara misilleme yapmak için sorumluluğu olmayan çeteler kurmak fikri şu üç kişinin kafasından çıkmış bulunmaktadır: Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter. 

Bu üç resmi memur söz ve fiil birliği halinde çeteyi kullanmakta ve İran hudutları içerisine sokarak hayvan talan ettirmektedirler. Talan edilen hayvanların bir kısmı çeteyi meydana getiren köylülere dağıtılıyorsa da diğer bir kısmının küçük çıkar hesaplarıyla bu üç çete idarecisinin tasarrufuna bağlı tutulduğu araştırmayla saptanmış bulunmaktadır. Bu üç kişiden askeri kuvvetlere kumanda eylemekte olan Şükrü Tüter’in çetenin bir numaralı idarecisi olduğunu gösterir pek çok belirtiler mevcuttur. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere İçişleri Bakanlığının çetelerin dağıtılmasına dair olan emrinin dinlenilmemiş olmasının nedeni küçük çıkar hesaplarıdır. Özalp’te böyle kanunsuz bir durumun 
varolduğundan, Van’da Vali olan Hamit Onat’ın habersiz bulunması mümkün değilse de, kendisi bunu inkarda ısrar etmiştir. 

İşte bu çete bir gün İran hududu içlerinde 6 km. sarkarak orada bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto adındaki şahsın, bir rivayete göre 400-500, başka bir rivayete göre de 1500-2000 hayvanını Türkiye’ye getiriyor. Mehmedi Mısto’nun dedeleri Türk dostu olarak tanınmış kimselerdir. Hatta bu aşiret Birinci 
Dünya Savaşında, o mıntıka Rus işgaline düştüğü günlerde bile kuvvetli işgal makamlarına değil, ısrarla Türkiye’ye hizmet etmiş olmakla tanınmıştır. Mısto’nun 1943 yılında dahi Türk istihbaratına hizmet eylediği sabittir. Hayvanlarının Türk çeteleri tarafından talan edilmesinden üzüntü duyan Mehmedi Mısto özel haberci göndererek ve mektup yazarak Özalp Kaymakamının şahsında Türkiye’ye başvuruyor. Diyor ki: “Gasp edilen hayvanlarını bana iyilikle geri veriniz. Ben sizin dostunuzum. Ricamı kabul etmezseniz, ben hayvanlarımı aynı usulle geri alabilirim. Fakat bu takdirde Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur, buna sebebiyet vermeyiniz.” Mehmedi Mısto’nun bu başvurusu, olumlu karşılık görmek şöyle dursun, bizim 
idareciler kendisiyle alay edip “Gelip karını da koynundan alacağız” diye mektup yazıyorlar. Bunun üzerine Mısto, 6 Temmuz 1943 tarihinde İran içindeki diğer bazı aşiretlerin de yardımını temin ederek Türk hudutlarını aşıyor ve Özalp ilçe merkezinin 1.5 km. yakınındaki otlakta otlamakta olan Özalp halkına ait 406 baş hayvanı sürüp İran’a kaçırıyor. Olay Özalp’teki resmi makam sahiplerini 
telaşlandırıyor. Bunlar Mehmedi Mısto’nun Türkiye’de böyle cüretkarane bir talan yapabilmesinden Türk vatandaşlarından da yardımcılar bulduğu kanaati ile harekete geçiyorlar. Gerek Hilmi Tuncel’in, gerekse Şükrü Tüter’in o anda çok kötü şeyler tasarlamış olmalarının delili olarak olayı fazlasıyla mübalağalandır   dıklarını görüyoruz. Hilmi Tuncel, Van Valiliğine, “Özalp yakınlarına kadar Rus askerleri gelmiştir.” diye hakikate aykırı şifre verirken, diğer taraftan aynı yalan rapor, Şükrü Tüter tarafından yüksek askeri makamlara ulaştırılıyor. Bu iki şahsın yüksek askeri makamları telaşlandırmak amacını güttükleri açıktır. Bu arada, Özalp’te arzuhalci Rıfat isminde bir şahsın kaymakama müracaatla 
kendisinin bazı arazi ihtilafları sebebiyle geçinemediği Milanengiz köylerinden 40 kişiyi, Mehmedi Mısto’nun yatakları olarak ihbar eylediğini ve bir liste verdiğini görüyoruz. Kaymakam bu listeyi Vali Hamit Onat’a bildirerek 40 kişinin tutuklanması için izin istiyor. Valinin de onayı ile 40 kişi Polis Vazife ve 
Salahiyetleri Kanunu’nun ilgili hükmüne göre gözaltına alınıyorlar. Bu 40 kişi tutuklama istemi ile Özalp 

Sulh Mahkemesine sevk ediliyorlarsa da mahkeme, 21.7.1943 tarihinde içlerinden yalnız beş kişiyi tutuklayarak Van Cumhuriyet Savcılığına gönderiyor. Geri kalan 35 kişi, haklarında tutuklamaya dahi yeter delil bulunmadığından, serbest bırakılıyorlar. 

Mahallinde durum bu merkezdeyken, Van’da hudut emniyeti kalmadığı ve Rus askerlerinin hudutlarımıza tecavüz eylediği teraneleriyle telaşa verilen yüksek makamlar da olay ile pek doğal olarak ilgileniyorlar. Valilik İçişleri Bakanlığını ve Şükrü Tüter’in amiri olan Rasum Saltuk’la Erzurum’daki Üçüncü Ordu Müfettişliğini tahrik ediyorlar. Bunun üzerine Genel Kurmay vaziyeti incelemesi için Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı’ya talimat verirken İçişleri Bakanlığı da Birinci Genel Müfettiş ile Jandarma Genel Kumandanını aynı iş için Van’a gönderiyor. 

Mustafa Muğlalı 24 Temmuz 1943 günü Van’a ulaşıyor. 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece Van Valisi Hamit Onat’ın evinde, Mustafa Muğlalı, Hamit Onat, Tümgeneral Cevat Yalım, ve Tuğgeneral Rasim Saltuk’un da katılmalarıyla bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıda Mustafa Muğlalı, Hamit Onat ve Rasim Saltuk’un mahkeme tarafından serbest bırakılmış olan, Mehmedi Mısto’nun uzak veya yakından akrabaları bulunan 35 kişinin öldürülmelerinde birleştikleri, tümgeneral Cevat Yalım’ın Muğlalı’ya “Paşam kanun yollarından yürümek daha uygun olur, elinizi ateşe sokmayınız” diye nasihat yollu ikazda 
bulunmuş olmasından anlaşılmaktadır. 

Nitekim bu toplantıdan bir gün sonra, 25 Temmuz 1943 günü Vali Hamit Onat’ın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’e telefon ederek Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun serbest bırakılan 35 kişiye tekrar uygulanması ile, bunların yeniden tutuklanmaların, emretmiş olması ve “Yarın orgeneral Muğlalı ile birlikte Özalp’e geleceğiz, hazırlıklı olun” demiş bulunması bu korkunç kararı belirten bir belgedir. Valinin telefon emri üzerine Kaymakam Hilmi Tuncel adı geçen 35 kişiyi tutuklaması için Jandarma bölük kumandanı Vasfi Bayraktar’a emir veriyor. Köyler derhal taranmaya başlanıyor. Bu tarama sonunda köylerinde bulunamayan, iki kişiden başka biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, biri kıtasından izinli gelmiş muvazzaf çavuş ve biri de hava değişimli er olmak üzere 33 kişi yakalanıp Özalp merkezine getirilerek emniyet komiserliğindeki nezarethaneye konuluyorlar. 

Bu olaylar cereyan etmekte iken içişleri Bakanı’nın araştırmaya memur ettiği Avni Doğan, Jandarma Genel Komutanı Rıfat Nataracı ile birlikte Van’a geliyorlar. Avni Doğan, Milli Emniyetten de Özalp olayları hakkında bilgi almış durumdadır. Haklı ve doğru olan kanaati, Özalp talanının emre rağmen dağıtılmayan çetelerin başında bulunan Kaymakam Hilmi Tuncel, Jandarma Kumandanı Vasfi 
Bayraktar ve hudut tabur kumandanı Şükrü Tüter adlı kişilerin kötü tutumları sonucu doğduğu merkezindedir. Büyük bir olasılıkla bu üç kişiden naklen, daha 40 kişinin tutuklanmaları anından itibaren, o muhitte tutukluların öldürülecekleri söylentileri dolaşmaktadır. Öldürülecekleri söylenen kişiler ve onların yakınları karşılaştıkları her vazifeliden yardım istemektedirler. 

Avni Doğan sorunu Muğlalı ile görüşmek istiyorsa da, Muğlalı müfettişi hafife alıp görüşmeyi bir gün sonraya bırakıyor. Gerek Van’da ve gerekse Özalp’e geldikten sonra Muğlalı ile Avni Doğan ziyafet sofralarında karşılaşıp bu işi görüşüyorlarsa da müfettişin generali kanun yoluna getirmesi kolay olmuyor. Hatta Muğlalı’nın “Memleketin çıkarı için babamı bile aşarım, Avni Doğan bu işe karışmasın, onu 
kırbaçlarım” vesair şekillerde acayip beyanlarda bulunduğu sabittir. 

Özalp’te yanındakileri dairede bırakıp tutukluları görmeye giden Avni Doğan’dan bu kişiler, “Paşam bizi kurtar” diye yardım istiyorlar. Avni Doğan’ın tutuklularla görüşmeye başladığını haber alan Vali, Kaymakam ve Hudut Tabur Kumandanı arkasından gelerek karakol önünde, kendisiyle görüşüyorlar. Müfettişin karakoldaki polis memuruna tutukluları göstererek, “bu nedir diye sorduğu sorusuna aldığı cevap şudur: “Efendim bunlar polisçe tutuklanmışlardı. Mahkeme tarafından serbest bırakılınca tekrar tutukladık. Muğlalı Paşa bunları gördü ve askeri makamlara teslim ediniz dedi. 

Bu nedenle tutuyoruz.” Bu cevap üzerine, mahkemenin serbest bıraktığı kişileri tutmanın kanuni olmadığını hatırlatan Avni Doğan’a Şükrü Tüter, “Efendim, bunlar casusturlar, ordunun konuşunu düşmana bildiriyorlar, Harp Divanına verileceklerdir” diye müdahale ediyor. Bu cevap karşısında müfettiş Tüter’e “O halde derhal teslim alınız” deyip oradan ayrılıyor. 

Buraya kadar verilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere Avni Doğan’ın bu kişilerin serbest bırakılmaları yolunda Muğlalı nezdinde yaptığı girişimler de başarılı olamamış ve bizce açıklanması zor nedenlerden dolayı askeri makamlarına teslimlerine izin vermiş bulunmaktadır. Kendisi, Muğlalı’nın “bunları asacağım, 
keseceğim” yollu, öfkeli ve duygusal beyanlarda bulunduğunu ve fakat böylesine korkunç bir uygulamaya, yine de olanak vermediğini. Van Valisi Hamit Onat’ın ise, askeri kumandanın kararlarından kendisine bahsetmediğini komisyonumuz huzurunda savunmuş bulunmaktadır. 

26 Temmuz 1943 günü böylece geçtikten sonra gerek Muğlalı ve gerekse Avni Doğan Özalp’ten ayrılıyorlar. Aynı gün olayın can alacak noktası olan şu emir Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından Yedinci Kolordu ve Van Mıntıka Komutanlıklarına gönderiliyor. 

Yazılış tarzından da anlaşılacağı gibi bu emir evvelce verilmiş topyekün öldürme karar ve sözlü emirlerinin, o zamanın alışılmış usulleri dairesinde, bir doğrulanmasından ve sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinin, 2 Mart 1950 tarih ve 
950/13 karar ve 12 Nisan 1952 tarih ve 952/4 karar sayılı ilamlarında ayrıntılarıyla belirtildiği ve bizim dinlediğimiz tanıkların oybirliğiyle beyan eyledikleri üzere bu emir katl, bir öldürme emridir. 

Raporun katliam olayının nasıl cereyan ettiği konusu ile ilgili kısmını vermeden önce birkaç nokta üzerinde daha durmanın yararı vardır. Birincisi, sömürgeci devletin sınır boylarında, kaymakam, jandarma kumandanı gibi memurlar aracılığı ile “eşkıyalık” sürecini bizzat başlatması ve sürdürmesidir. 
Bu talan ve yağmalarda araç olarak kullanılanlar yoksul Kürt emekçileridir. Ve yağma ve talanlara konu olan mallar Kürt emekçilerinin ürettikleri mallardır.Yoksul Kürt emekçilerinin ürettikleri malların, ürünlerin yine, devlet gücü ve emri sayesinde, yine yoksul Kürt emekçilerine yağmalattırılması, “böl-
yönet” politikasının bir gereğidir. Talan edilen ve yağmalanan ürünlerin ve malların, tamamen, sömürgeci devletin bürokrasisi arasında paylaşılması yine üzerinde durulması gereken bir konudur. Böylece sömürgeci devletin üzerinde çok fazla durduğu, “asayiş”, “düzen”, “intizam” da sağlanmış olmaktadır. Önemli bir nokta da Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın jenosit emrini ‘ bizzat yazılı bir biçimde vermiş olmasıdır. Bu olay, Kürdistan’daki Türk sömürgeciliğinin cüretini göstermesi bakımından önemlidir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

22 Mart 2017 Çarşamba

Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi


Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi



Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
23 Nisan 2010


Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu "Tarih Gelecektir" adlı kitabında "Öyle bir coğrafyada bulunuyoruz ki; dünyanın hiçbir bölgesinde bu kadar çok medeniyet kurulmamıştır. Bu şu anlama gelmektedir. Yaşadığımız coğrafyada çok devlet kurulmuş ve çok devlet yıkılmıştır. Dolayısıyla bölgede ayakta kalabilmek için, tarihin engin tecrübesinden faydalanabilmek ve buna bağlı olarak hassas dengeleri gözetebilmek gerekir. Bunun için geçmişi iyi bilmek lâzımdır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün "TARİH İHTİYATSIZLAR İÇİN MERHAMETSİZDİR." dir sözü, coğrafyamızın gerçeklerine tam olarak uyar." demektedir.

"Tarih Gelecektir" sözü üzerinde çok düşünülmesi gereken ve bir çok şeyi ifade eden bir deyimdir. O sebeple bugün gelişen olayları dün meydana gelenlerle irtibatlandırarak yorumlamak, gelecek hakkında bizi doğru sonuçlara götürecektir.

Balkan Yarımadası tarih boyunca çoğu zaman dünya gündemini belirleyen olayların yaşandığı bir bölge olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderi ve genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ortaya çıkışını hazırlayan şartlar bu coğrafyada saklıdır.

Bu nedenle Cumhuriyet Döneminde meydana gelen isyanları anlamak için Balkanlarda meydana gelen Sırp, Bulgar, Yunan ayaklanmalarını iyi bilmek ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin ve Rusya'nın aldığı pozisyonları iyi belirlemek gerekir.

Örneğin Sırp Ayaklanması 19. yüzyılda Balkanların, Avrupa ve Osmanlı tarihinin en önemli siyasi olaylarından biridir. Berlin Antlaşması ile tamamlanmış gibi görünen bu bunalım Bulgar ayaklanması, Sırbistan ve Karadağ'la ve nihayet Rusya ile yapılan savaşlarla tamamlanır. Ayaklanma çıktığında bunun çok ciddi boyutlara ulaşacağını, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa'nın geleceğini belirleyeceğini neredeyse hiç kimse tahmin edemiyordu. Tıpkı Turgut Özal'ın Eruh ve Şemdinli'yi basanları "bir avuç eşkiya"  olarak nitelendirmesi gibi.

Bu gelişmeler ışığı altında bakılınca Şeyh Sait, Dersim ve günümüzde PKK isyanlarının mahiyet itibarı ile Sırp, Bulgar ve Yunan isyanlarından pek bir farklarının olmadığı görülür.

Balkanlarda meydana gelen isyanlar öncelikle Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya dönüktü. Balkanları Türklerden  arındırmayı ve Balkanları Ortodoks hıristiyanlığına terketmeyi ve çoğunluğu Slavlaştırmak amacını güdüyordu. Nitekim Balkanlar, Rus yayılmasının planları için önemli bir coğrafya ve Slavların büyük koruyucusu da "Anne Rusya" idi.

Cumhuriyet Dönemindeki Şeyh Sait isyanının arkasında İngiltere'nin olduğu su götürmez bir gerçektir. Misakı Milli sınırları içinde yer alan Irak Türkmen bölgesinin Türkiye'ye bağlanması konusunda uluslararası  çalışmalar sürerken, Türkiye'yi bu vatan parçasından mahrum etmek ve bir petrol ülkesi haline gelmesini önlemek için bazı kürt aşiretleri kullanılmak suretiyle Şeyh Sait isyanı çıkartılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti Şeyh Sait isyanını bastırmak için mücadele ederken, Musul ve petroller üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu ihanet günümüzde yaşayan 73 milyon insanımızın refahını ve güvenliğini etkilemiştir.

Günümüzde Irak'ın toplam nüfusunun % 16'sı kürt ve % 11 Irak Türklerinden oluşmaktadır. Ancak değişik propaganda yöntemleri ile Irak'ta yoğun bir kürt nüfusunun yaşadığı konusunda dünya kamuoyu üzerinde büyük bir ikna kampanyası yürütülmektedir. Tıpkı Türkiye'de yoğun bir kürt nüfus yaşadığı kampanyası gibi. Bu gün Irak, önemli ölçüde nüfus azlığına rağmen kürt kökenli idareciler tarafından yönetilmektedir. Aynı şekilde TBMM'de ve hükümette de kürtlüğünü ifade eden ve nüfusa göre çok büyük bir temsil imkanı yakalayan insanlarımız mevcuttur.

Aslında ülkemizdeki gerçek tarihçi Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun "araştırmalarımızda şunu gördüm ki; pek çok kürt dediğimiz insanlar Türk asıllı" sözlerinde saklıdır. Bu aslında planın ileri aşamalarında uygulanan "ötekileştirmek" kapsamında yer almaktadır. Sadece Şeyh Sait ve Musul'un kaybını ifade ederken bir not olarak belirtmek istedim.

Dersim İsyanının arkasında da Fransa vardır. İsyan döneminde Hatay ilimiz, Fransa Mandası altındaki Suriye'den Türkiye'ye bağlanmak üzeredir. Avrupa devletlerinin Osmanlı Devlet döneminde uyguladığı yöntemlerden birini Fransa Dersim'de  işbirlikçileri ile sahneye koyar.

Amaç Türkiye Cumhuriyeti'ni zayıf düşürmek ve Hatay'ın anavatana ilhakını önlemektir.

Cumhuriyet Döneminde 1984 yılındaki Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan isyanın temel amacı da, Türkiye Cumhuriyetinin kalkınmasının engellenmesi ile bölgede ekonomik ve siyasi güç olmasına set çekilmek istenmesidir.

Bilal Şimşir, Kürtçülük II adlı eserinde, PKK isyanının alt yapısının ABD, Almanya, Fransa, İsrail, İngiltere, Hollanda, İsveç ve daha bir çok ülke tarafından nasıl hazırlandığını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.

Şeyh Sait, Dersim ve PKK isyanlarının ileri hedefi "ötekileştirmek", "yabancılaştırmak ve başkalaştırmak" ve nihayet "asimile" etmektir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti topraklarında başka bir millet yaratılacak ve ülkenin bir bölümü bunların kontrolüne verilerek bölünecektir. Bu Türkleri böl, parçala ve yut hedefinin uygulamaya sokulmuş küçük bir kısmıdır. Esas plan bu coğrafyadan Türkün varlığına son vererek izini silmektir. Günümüzdeki PKK isyancıları ve siyasi yandaşları bu planın taşeronlarıdır.

Örneğin Amerikalılar "Vahşi Kürdistan'da" adlı bir film hazırlamışlar. Bunu 28 Ekim 1966 yani Cumhuriyet Bayramından bir gün önce Rüsselsheim Opel Fabrikasında çalışan ve adresleri önceden saptanmış olan ve özel davetiye ile çağrılan Türk işçilerine bir gece düzenleyerek izlettirmişlerdir. Bu gece için salonu Rüsselsheim Belediyesi sağlamıştır, Türk işçilerine "siz Türk değil Kürtsünüz, ülkeniz Türkiye değil Kürdistandır, Türkçe konuşmayın Kürtçe konuşun" denmiş ve bu çalışmalar günümüze kadar sürüp gitmiştir.

Yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere Şeyh Sait, Dersim ve PKK isyanları arasında  birbirini silsile yolu ile takip eden kuvvetli bağlar vardır. En azından dış destekçileri aynıdır ve hedefleri benzerdir. Öyle anlatıldığı gibi bir halk ve hak arama hareketi değildir. Birinci önceliği Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak ve bu coğrafyada Türk Milletinin varlığına son vermek suretiyle izini silmek amacını taşıyan bu isyanlar ile bu isyanların siyasi ve fikri yandaşlarına, her türlü desteği vermek, onları medya eliyle baştacı etmek, kamuoyu oluşturmak, Türk milletini yanlış yönlendirmek, bunlara tavizler verilmesine yardımcı olmak gibi davranışlar içerisinde olanlar Türk Milletine karşı yapılan ihanetin ortağıdır.

Yazımızın sonunda bu isyanlara hümanist bir hava ve insan hakları boyutunda verilmek istenen görüntüyü Türk Milletine yedirmek isteyenleri buradan bir kez daha uyumadığımız konusunda uyaralım ve sizleri de tarihi olaylar arasında irtibat kurarak başımıza gelenler hakkında düşünmeye davet edelim. Biliniz ki bu isyanları hangi nedenle olursa olsun meşrulaştırmak isteyenler size kurulan tuzağın bir parçasıdır.

23 Nisan 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1556


***