28 Ocak 2018 Pazar

NATO'ya Verilen Kapitülasyon,

NATO'ya Verilen Kapitülasyon,


Neval Kavcar
Malatya Kürecik’e NATO kapsamında, Amerikalılar geldi.5943 sayılı yasa o askerlerinin gelmesine cevaz veriyor olmalı.

Andığım yasayı TBMM’de aradığınızda karşınıza sadece antlaşmanın onaylandığını gösteren sayfa açılıyor.

Üç Maddelik bir Yasa.
Antlaşma nedir? 

NATO'ya Verilen Kapitülasyon


Neval Kavcar 
Açik Istihbarat'in Resmi
E-Posta Grubu
Açik Istihbarat Türkiye'ye 


www.acikistihbarat.com 
06.03.2012

Daha önce 5943 sayılı yasadan bahsettim.

 Malatya Kürecik’e NATO kapsamında, Amerikalılar geldi.5943 sayılı yasa o askerlerinin gelmesine cevaz veriyor olmalı.

Andığım yasayı TBMM’de aradığınızda karşınıza sadece antlaşmanın onaylandığını gösteren sayfa açılıyor.

 Üç maddelik bir yasa.

 Antlaşma nedir?

 Araştırıp hepsini bir araya getirdim.

Yapılan antlaşma:http://www2.tbmm.gov.tr/d23/1/1-0736.pdf

Çıkarılan yasa: http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5943.html

İngilizce Nüsha: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/03/20100313-7.pdf

Çıkarılan yasa ekindeki İngilizce nüsha, sadece resmi gazetede var.

Üç maddelik 5943 sayılı yasa ile ‘Yabancı askerlere ayrıcalık’ veriliyor.

Bu konuda muhalefetin, TSK’nın görüşü alınmış mı?

Neticede NATO’ya konuşlanma, silâhını alıp gelme hakkı tanınıyor.

Yabancı askerlere ayrıcalık veren yasa, şöyle görüşülmüş.

“Kanunun Görüşüldüğü/Kabul Edildiği Birleşim..
 24 Aralık 2009 Perşembe....
 41.Birleşim (1) Görüşmelerin arasında Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair
 Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu var..” 
Samsun Milletvekili Suat Kılıç'ın, Isparta Milletvekili Mevlüt Coşkuner'in grubuna sataşması nedeniyle konuşması …..

Tunceli Milletvekili K.Genç'in, Kayseri Milletvekili M.Elitaş'ın şahsına sataşması nedeniyle  konuşması … 
Kayseri Milletvekili M.Elitaş'ın, Tunceli Milletvekili Kamer Genç'in şahsına sataşması nedeniyle konuşması…”

Muhtemeldir ki geç saatler..

Türkiye’nin yılbaşı rehâvetine kapıldığı, tatil havasına girdiği günler.

Öyle bir ortamda, 5943 sayılı yasa geçiveriyor.

Yasanın başındaki atıf, topu DP iktidarına ve Menderes’e atıyor Deniliyor ki

“28 Ağustos 1952 Tarihinde Paris’te imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşmasına uygun olarak yapılan uluslararası karargahların statüsüne ilişkin protokol uyarınca.” 

*** 

5943 Sayılı Yasa, 7 Mayıs 2009 Tarihli Kapitülasyon Antlaşmasının Sonucu dur

AKP 57 Yıl öncesine atıf yaparak, 5943 Sayılı bir yasa çıkarıyor.

 Oysa o yasa, 7 Mayıs 2009 tarihinde İzmir’de imzalanan antlaşmayı onaylıyor.

 24 Aralık 2009’de mecliste yasalaşıyor, 30 Aralık 2009’de Cumhurbaşkanı onaylıyor,  13 Mart 2010’da resmi gazetede yayınlanıyor.

Türkiye Cumhuriyeti iktidarlarının, 57 yıl boyunca NATO askerlerine vermediği ayrıcalık  iddiasının boyutu ne?

NATO’ya böylesine ayrıcalık veren, yuvarlak anlamlar içeren antlaşma maddelerini  kabul etmiş başka iktidar varsa, Başbakan açıklasın.

Askeri o antlaşmayı NATO adına ABD Donanma Komutanı Oramiral M.P.Fıtzgerald,  Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına Büyükelçi Tomur Bayer imzalamış.(2)

Türkiye normalleşiyor diyen aydın, köşelerdeki zevat, iktidar mensupları; TSK ve muhalefetin bypass edildiği bu gibi antlaşmalardan mı bahsediyor?

*** 

Yasaya Göre NATO, TSK’ya Gelen Askerin Listesini Verecek..
Binlerce Asker Gelebilir Deniliyor..

 Doğru mudur?

“….NATO Askeri Birimlerine veya Uluslararası Askeri Karargahlara personel sağlayan  gönderen Devletler Türkiye'ye SOFA Anlaşmasının VI.
 Maddesine göre silah, mühimmat ve teçhizat getirebilir………

Bu Anlaşma İzmir, Türkiye'de, 7 Mayıs 2009 tarihinde, metinleri eşit derecede muteber olmak üzere, Türkçe ve İngilizce dillerinde iki orijinal nüsha olarak imzalanmıştır.

 Bu Anlaşmanın yorumlanmasında bir fikir ayrılığı olması halinde İngilizce metin esas  alınacaktır.” (2)

Bu demektir ki İngilizce metinden, bir kazık daha yiyebiliriz.
NATO böyle bir açıklama eklediğine göre, Türkçe metinde aslına sadık mı kalınmadı?

Aynı anda imzalanan iki metinden geçerli olanın İngilizce nüsha olduğunu, Türkçe metinde  Tomur Bayer AKP hükümeti adına kabul etmiş. 
Öyle olmasa her iki metinde esas alınacak denilirdi.

İngilizce nüsha:

http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/03/20100313-7.pdf

Uluslararası dile hakim olanların, okumasını bilhassa rica ediyorum.

 Ve bizlerle paylaşsınlar.

Gerekli mi İngilizce nüsha, antlaşma maddelerinde zaten yok yok diyorsanız eğer,  daha fazla telaşa mahâl yokmuş deriz efendim.

Kapitülasyon diyerek, Kanuni Sultan Süleyman’a haksızlık etmeyeyim.

Döneminde Fransızlara ayrıcalık vererek, Hıristiyan birliğini parçalamayı amaçlıyordu.

 NATO’ya verilen ayrıcalık yasası ile Müslümanları Yok edici adımlara eklemlenmiş gibiyiz sanki.

NATO’nun Müslüman olan tek üyesi Türkiye, böyle bir rolü reddetmeli.

Bu yasa ile NATO kapsamında, binlerce asker Türkiye’ye tezkeresiz gelebilir, Türkiye topraklarını kullanarak, İran ve Suriye’ye karşı yine gerek duyulduğunda savaşır iddiası mevcut.

Değerli muhalefet, Saygıdeğer basın mensupları ve Ey Millet!
Biriniz de, Ne oluyor deyin yahu!

Kaynak:

(1)http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_g_sd.birlesim_baslangic?
 PAGE1=1&PAGE2=1&p4=20537&p5=B

(2)http://www2.tbmm.gov.tr/d23/1/1-0736.pdf

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=9964


**

Myanmar Olayları ve Size Aktarılmayan Gerçekler

Myanmar Olayları ve Size Aktarılmayan Gerçekler 


Av. Efe Tanay
Açik Istihbarat'in Resmi
E-Posta Grubu
Açik İstihbarat Türkiye'ye 
23 Ağustos 2012

Myanmar Olayları ve Size Aktarılmayan Gerçekler - Av. Efe Tanay
 Başkentin en merkez mahallelerinde bile 70’leri yaşadığınız, bankamatik ya da post makinesi gibi ülkemizde artık yeni teknolojilere yerini bırakmakta olan sistemlerin bile henüz bulunmadığı Myanmar’ı, tam da olayların olduğu tarihlerde ziyaret etme fırsatı yakaladım.

Tabi bu ziyaretimi Türkiye’de servis edilen haberlere bakarak fikir sahibi olan tanıdığım herkes oldukça tedirginlikle karşıladı ancak Myanmar’a varmamla gerçekler bir bir önüme dizilmeye başladı. 

www.acikistihbarat.com 
28.08.2012

Myanmar, İngiltere’den bağımsızlığını kazanalı 60 yıldan fazla olmuş bir ülke olmasına rağmen baskıcı askeri rejim ve Amerikan ambargosunun da etkisi ile Güneydoğu Asya’nın en az gelişmiş ülkelerinden biridir. 22 Yıllık Amerikan ambargosu, Hillary Clinton’ın Aralık 2011’deki Myanmar ziyaretinden iki ay sonra bir elçi atanması ile kalkmıştır ve şimdilerde ülke tam bir Dünya’ya açılma süreci yaşamaktadır.

 Başkentin en merkez mahallelerinde bile 70’leri yaşadığınız, bankamatik ya da post makinesi gibi ülkemizde artık yeni teknolojilere yerini bırakmakta olan sistemlerin bile henüz bulunmadığı Myanmar’ı, tam da olayların olduğu tarihlerde ziyaret etme fırsatı yakaladım.

Tabi bu ziyaretimi Türkiye’de servis edilen haberlere bakarak fikir sahibi olan tanıdığım herkes oldukça tedirginlikle karşıladı ancak Myanmar’a varmamla gerçekler bir bir önüme dizilmeye başladı.

Başkentte özellikle Müslüman mahallesinde kalıp, hemen her gün camileri ziyaret ettim. Birçok farklı bölgede yaşayan Müslümanların Budistlerle birlikte problemsiz ve gayet mutlu mesut yaşadığına şahit olmak doğrusu görmeyi beklediğim bir manzara değildi. Eğer gitmeden önce Myanmar hakkında izlediklerim ve okuduklarım tam anlamıyla doğru olsaydı oraya vardığımda kan revan içerisinde kaçışan Müslümanlar ve arkalarından koşan Budist rahiplerin olması gerekirdi. 

 Ancak Müslümanların azınlıkta yaşadığı birçok ülkeyi ziyaret etme fırsatı bulmuş biri olarak, özellikle belirtmem gerekir ki, hiçbir ülkede bu denli rahat ve her açıdan, özgürce dinlerini yaşayan Müslümanlara rastlamamıştım. 

Keza Büyük Budist Tapınaklarının hemen bitişiğinde bulunan ihtişamlı camiiler beni görmeyi beklediğimden çok daha farklı bir manzara ile karşıladı. Hatta Müslüman mahallesinde neredeyse her caddeye bir tane düşecek sıklıkta camii bulunduğunu söylemek doğru olur bu da dinlerini rahatça yaşayan Müslümanların en önemli göstergelerinden biri.


Myanmar’da birbirlerini linç ettikleri söylenen Müslümalar’ın ve Budistler’in 
 kendi makinemle çekilmiş bir aradaki görüntüleri.


Konakladığım yerin hemen yakınında bulunan Sule Budist Tapınağı (solda) ve Yangon Merkez camii’nin (sağda) yan yana görüntüsü.

 Ancak ülkenin Batısında yer alan Rakhine (Arakan) bölgesinde ölümlü çatışmalar gerçekten yaşanmış fakat gerçekler Türkiye’de çizilen senaryodan çok daha farklı görünüyor. 

 Her şeyden önce olaylar bölgede (Arakan’da) sona ermiş durumda ve ülkede hiçbir gruba ilişkin ırkçılık gözlemlemediğimi belirtmeliyim. Fakat o halde “sistematik katliam”, “ırkçı zulüm” gibi söylemler neden? 

Zira 21 Ağustos 2012’de Myanmar Dış İşleri Bakanlığından yapılan açıklamaya göre Myanmar’da toplam 88 kişi hayatını kaybetmiş olup bunlardan 54’ü Müslüman’mış. Myanmar devleti ise, yana yakıla Müslüman Dünyasına bu yaşanmış olan olayların belli bir dini grubu hedef almadığını izah etmeye çalışıyor, lakin nafile... 

 Türkiye’de gazeteler ölüleri yüzlerle ifade edip, haberlerde gerçekler abartılı ve trajik bir şekilde empoze edilirken, halk tarafından belli bir tepki zemini kısa sürede oluşturuldu. 

 Zira kim mazlumun, ezilenin yanında olmaz ki? Fakat tüm bu mübalağaların bir nedeni olması gerekmez mi? Bir haberi daha dikkat çekici hale getirmek için süsleyen gazeteci yaklaşımından daha öte bir şeydi bu. 

Bu kadar reklamdan sonra ise geriye bir tek çizilen bu hüzünlü tablonun meyveleri olan bağışları toplamak kalıyordu ve bu noktada da hemen yardım kuruluşları devreye girdi. 

 Dünya’nın taa… öbür ucundaki Myanmar’a gidecek diye yapılan yardımın yerine ulaşıp ulaşmadığını kim kontrol edecekti ki, vicdanlardan başka? 

 Peki o aynı vicdanlar, Deniz Feneri hadisesinde, yok olmamış mıydı? Alman Mahkemeleri sayesinde öğrenebilmiştik, Avrupalı Türkler’den yardım adı altında toplanan bağışların hangi Kanal’lara aktarıldığını. 

Yalnız bu yardımlar “ Din Kardeşlerimize ” denilerek yapılıyorsa benim atladığım bir nokta var herhalde, Dünya’nın öbür ucunda değil de, Vatanımızın içerisinde ölen Mehmetçiklerimizin aileleri, Gazilerimiz yoksa Müslüman değiller mi?

Av. Efe TANAY, 
23 Ağustos 2012

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10145

***


15 Temmuz İç Savaş Provası, Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri

15 Temmuz İç Savaş Provası, Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri


15 Temmuz İç Savaş Provası: Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri
Kaan Turhan
kaanturhana@gmail.com

Türkiye’deki kadroları ve devletin her kademesini ele geçirmiş olan fetullahçılar maşasıyla Amerika, Türkiye’de bir iç savaşın provasını gerçekleştirmiştir. Gelecekte de daha büyük bir hamleyle, Türkiye’yi zapturapt altına almayı amaçlıyorlar. Amerika’nın bölgedeki gücü zayıfladıkça ve hedeflediklerinde karmaşa arttıkça Türkiye’yi kullanma stratejisi devam ediyor. 

15 Temmuz’daki askeri hareket de Türkiye’yi yeniden hizaya sokma ve operasyonlarda kendine bağımlı kadrolar oluşturma stratejisinin bir parçasıydı. Yukarıda medyadan derlediğim haberler dikkatle incelenirse; devlet bu operasyonda sınıfta kalmıştır. Böylesi kirli bir yapılanmayı takip edebilmeyi, istihbari çalışmayı net bir biçimde yapamamış, özel iletişim kanallarına günümüz teknolojisinde ulaşamamıştır. MİT, Genelkurmay, Emniyet, Devlet kurumları sınıfta kalmıştır. Fetullah Gülen ve yandaşları hem Türkiye’yi ele geçirmiş hem de dünya egemenliğinde CIA kontrolünde faaliyetleriyle tüm mütedeyyin insanları “himmet” adında “hizmet”e vakfettirmiştir. 

Nurettin Veren’in ifadeleriyle yurtdışına yönelik uyarılar önemlidir: “FETÖ’ye arka çıkan devletler, başta ABD şunu iyi bilmeli ki, FETÖ’nün çılgın projesi ve ütopyası, sadece Türkiye’ye darbe yapmak ve Türkiye’de hakimiyet kurmak, halife olmak değildir. Bilerek kendini 5 defa kullandırıp, ortağını 100 defa kullanma stratejisini hayata geçirerek, kendi hayalinde kurguladığı, bütün dinleri harmanlayıp ve bütün dünya siyasal yönetim sistemine de hâkim olacak, tek merkezden yönetecek, dünya vatikan’ını inşa etme projesidir. Bu dünya Vatikan’ının komuta merkezi, Güney Afrika’daki Johannesburg kentinde 2007 yılında Gülen’in talimatıyla Ali Katırcıoğlu’na kurdurulan, 1 milyar dolara yakın harcamayla tamamlanmış olan, NİZAMİYE KÜLLİYESİDİR. 
15 Temmuz’da yapmış olduğu darbe hareketi, herkesi bela ve musibete sürükleyen macerası, sadece Türkiye’deki vatandaşlarımıza ve kuruluşlarımıza ve devletimize mahsus bir saldırı değildir.[1]” Tüm dünya üzerindeki okullarla, batı kontrolünde adam devşirme ve yetiştirme eğitimleriyle dünya ülkelerini ve halkları da tehdit etmekte olan fetullahçılarla, Nurettin Veren’in saptamalarına göre, batının hesabı bitmemiştir. Belki de Veren’in yanıldığı nokta, fetullahçıların Amerika’dan bağımsız hareket serbestîsi içinde olma olgusudur. Nizamiye Külliyesi bilgisiyse; fetullahçılara merkez üs olarak Afrika’yı verip, koruma altına alma stratejisi olabilir. Lâkin fetullahçılara, Amerika’nın ılımlı İslam ve İslamiyet’in İsevileştirilmesi projelerinde ihtiyacı vardır ve proje devam etmektedir.

            Tek Adam: Recep Tayyip Erdoğan

            15 Temmuz gecesi ve sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın heyecanını, ciddiyetini ve de dik duruşunu sahiplenen kimse olmadı. Adeta tek başına kaldı. Hâlihazırdaki hükümet kadrolarının, sessizce, olan bitene zayıf tutumlarla sarılmaları dikkatten kaçmamaktadır. Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini “ Eniştem ”den öğrendim açıklaması: her şeyden önce, yalnız kaldığına işaret etmektir.

MİT, Genelkurmay, Emniyet, Jandarma, Fetullahçıların elinde hareket etmekteyken; Erdoğan’ın yalnızlığı gün yüzüne 15 Temmuz’la birlikte çıkmıştır. MİT’in böyle kanlı bir darbe girişiminden, hava üslerindeki hareketlilikten ya da askerlerin birbirleriyle haberleşmelerinden habersiz olduğu gerçeği şunu da göstermektedir ki, fetullahçılar MİT’te ve diğer istihbarat kurumlarında kalkan görevi görerek gerçeği gizlemişlerdir.

Başka bir açıklaması da Hakan Fidan’ın her şeyden haberi olduğu, darbe gecesi öncesinde Genelkurmay’a giderek, bir hareketliliğin olduğunu bildirmesi haberlerine dayanarak, Hakan Fidan’ın da darbecilere kalkan olduğudur. İstihbarat zafiyetinin bilmediğimiz başka teknik hatalar da olabilir belki ancak bu ne Hakan Fidan’ı ve Genelkurmay’ı aklar!

Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası açıklamalarında yer alan bir konu daha yalnızlığının tescili niteliğindeydi. Devlet kadrolarında, 20 bin kişinin açığa alınmasını eleştirenlere, "100 bin, 200 bin ucu nereye giderse gitsin bu temizliği yapacağız" demesiydi. TSK’da, Emniyet’te, Yargı’da, Eğitim’de yapılan operasyonlarla birlikte, bu kadar büyük rakamlara ancak siyasi alandaki, medya alanındaki operasyonlarla ulaşılabilecektir. Bu da siyasal olarak, Erdoğan’ın yalnızlığının delili olarak yorumlanmalıdır.

Nitekim, darbe girişiminde MİT’in zafiyetine ilişkin, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in 15 Temmuz günü yaşananlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'ın açıklamaları ile ilgili soru önergesinde şunları ifade etmişti:

“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, darbe girişimi gecesi MİT olarak neler yaptıklarına ilişkin basına yansıyan değerlendirmeler de şaşkınlık vericidir. TSK’da bazı askerlerin darbe girişiminde bulunacağını, darbe girişiminin başladığı saatten yaklaşık 5 saat önce yani 15 Temmuz 2016 Cuma saat 16.00 sıralarında öğrendiği ifade edilen Hakan Fidan, bu bilgiyi ancak 4 saat sonra yani darbenin girişiminin başlamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemiş. Hakan Fidan'ın darbe girişimine ilişkin, söz konusu gün 16.00'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'ı telefonla bilgilendirdiği, 16.30'da MİT Müsteşar Yardımcısı'nın Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'le karargâhta görüştüğü, 18.00'de Fidan'ın karargâha giderek Akar'la bizzat görüştüğü de bilinen bilgiler arasındayken, Fidan’ın, darbenin asıl hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bilgilendirmemesi ciddi kuşkular yaratmıştır.”

CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in soru önergesi şu maddelerden oluşuyordu:

-Sivil, polis ve asker 246 kişinin hayatını kaybettiği, darbecilerden de 24’ünün ölü ele geçirildiği darbe girişiminden MİT’in son saatlerde haberinin olması, MİT yetkilileri açısından görev kusuru mudur?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbe girişiminde bulunulacağını öğrenilmesinin ardından, sırasıyla hangi birimlere haber verilmiştir? Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a haber verilmediği iddiası doğru mudur?

-Hakan Fidan, darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı ile birebir yaptığı görüşmede istifasını sunmuş mudur?

-Cumhurbaşkanı ve devlet yetkililerinin darbe girişimindeki istihbarat zafiyeti söylemlerinde; Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunan Genelkurmay Elektronik Sistemler’in (GES)  sivilleştirilme iddiasıyla MİT’e bağlanmasının payı var mıdır?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu darbe girişiminden önceki süreçte, 15 darbe girişimini, belli komutada kademesindeki askerleri ikna ederek durdurduğu dile getirilmektedir. Bu iddia doğru mudur? Doğruysa, Hakan Fidan’ın görevi istihbarat toplamak mıdır, darbecileri ikna etmek midir? Dile getirilen bu iddialar; Genelkurmay, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından bilinmekte midir? 

-Hakan Fidan, 15 Temmuz 2016’da “bu sefer de darbecileri ikna ettim” şeklinde söylemde bulunmuş mudur? Üst kademelere haber verilmemesinin nedeni bu mudur?

-Hakan Fidan, bu durumda darbe girişimi yapacak komutanların kim olduğunu önceden biliyor muydu? 

-Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 Haziran 2016 tarihli sayısında “MİT’te neler oluyor?” başlığıyla çıkan haberde, Arapça monitörlerin (telefon dinleyen kişi), Arapça görüşmelerin neredeyse tamamını İstihbarat Değeri Yoktur (İDY) yaptığı, yönetimin de bu duruma göz yumduğu belirtilmiştir. IŞİD militanlarının ağırlıklı Arapça konuştuğu ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı saldırıları dikkate alındığında, haberde konu yapılan iddiaların vahimliği tartışmasız önemdedir. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, dinlemeleri İDY yapan monitörler hakkında herhangi bir soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?

-Hakan Fidan hakkında, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ilişkin görevi ihmal ya da başka bir iddia üzerinden herhangi bir soruşturma açılmış mıdır?[2]”

            Devletin istihbaratı darbe girişiminde sınıfta kalmış ve Cumhurbaşkanı’nın ‘sır küpüm’ dediği Hakan Fidan, bu kanlı senaryoda Erdoğan’ın yalnızlığının nirengi noktasını oluşturmuştur.

Erdoğan bu yalnızlıkta, sadece Türkiye içinde muhatap olmadı. Batıdaki müttefiklere sürekli göndermelerde bulunarak, bizi yalnız bırakmayın, “ya FETÖ ya Türkiye” mesajını açık açık dillendirdi. Rusya’yla tekrar ilişkileri iyileştirme çabaları, Suriye’yle tekrar iyi ilişki hesapları yaparken, NATO ve Amerika’yla ilişkiler sorgulanmaya başlandı. Gerilimli bir atmosfer yaşandı. Amerika da Fetullah Gülen’in iadesi konusunda Türkiye’ye karşı tutumunu sürdürüyor. Lâkin dünya üzerinde fetullahçı yapılanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca Nurettin Veren’in açıklamaları da gösteriyor ki, üst akıl noktasında sosyal medya uygulamaları ve sitelerinin (facebook, twitter vb.) üst yönetimlerinde, NASA’ya, Petrol Şirketlerine varıncaya kadar fetullahçı kadrolar kritik üs kurmuş durumdadırlar.

Türkiye Her Koşulda Çöküş İçinde

            Türkiye öylesine ilginç ve ilginç olduğu kadar da yabancı servislerin operasyonel gücünün net biçimde ortada olduğu bir darbe girişimi gerçeğini yaşadı ki kimse bu ortamda ne olacağını, nasıl davranacağını, net bir biçimde salt gerçeği göremez oldu. At izi it izine iyice karışmış durumdadır.

            Hanefi Avcı örneğin, “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı çıktığında okumuş ve yeni bir şeyin olmadığını görmüştük. Bu denli gündeme taşınıp da içi kof bir kitabı bu denli pohpohlamak önemliydi. Emniyet Müdürlüğü ve görevleri sırasında net olamayanlar, emekliliklerinde itirafçı olmuşlardı.

Orhan Gökdemir’in bu konudaki saptamları da değerli:

“Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren, yazar Latif Erdoğan, cemaatin ilk polis imamı olduğu söylenen Kemalettin Özdemir, Gülen'in eski sağ kolu Nurettin Veren hava bulanır bulanmaz itirafçı oldu. 17-25 Aralık girişiminden sonra baş gösteren devletin tokat atma ihtimali karşısında öyle bir korktular ki o gün bugündür kesintisiz konuşuyorlar. Sonra mehdinin bütün adamları arasında bir salgın hastalık gibi yayıldı bu hal.

Gülen’in sağ kolu itirafçı, en önemli gazetecisi itirafçı, ilk polis imamı itirafçı, gazeteci ve yazar örgütünün başkanı itirafçı, jandarma imamı itirafçı, genç subayları itirafçı, generalleri itirafçı, polisleri itirafçı, yargıçları, savcıları itirafçı…Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.

Onur yok bu oyunda, insan yok, vicdan yok. İtaat etmeyi alışkanlık edinmiş olanların zalim karşısında boyun eğip diz çökerek küçülüşünü izlemekteyiz. Her oyuncu “pişmanım” diye inleyerek rolünü tamamlayıp çekiliyor sahneden.

Zaman gazetesinin “gözü kara” kalemşoru Mümtazer Türköne, “O camiayla olduğum için pişmanım. Darbeciler idam edilsin” dedi. İdam edilmesini istediği darbeciler yoldaşlarıydı. Ergenekon-Balyoz operasyonunun cemaatin talimatı üzerine başlama vuruşunu yapan Ankara Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, “Gülen cemaatini dini bir cemaat sanmıştım, pişmanlığın zirvesindeyim” dedi. Oysa tutup içeri tıktıklarından hiçbiri böyle bir pişmanlık beyanında bulunmamıştı.

Darbe girişiminin ardından tutuklanan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan ifadesinde suçlamaları kabul etti, itiraflarda bulundu ve pişmanım dedi. Cemaat'e yakın Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gözaltına alınıp serbest bırakıldı. İçeride pişmanım demeyi unuttu. O da yazılı bir açıklama yaptı, "FETÖ örgütüne, geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla yaptığımız yardımları düşününce bugün kahroluyoruz" dedi. Cemaatin amansız savunucusu gazeteci Nazlı Ilıcak, "Yanıldığımı, bu yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim karşısında yer alırdım" dedi.

Öte dünyaya inan, mehdiye inan, kutsal kitaba inanan, şehitliğe
inanan, mehdinin ağzını sildiği peçeteye inan, mehdinin kirli donuna, kılına, tüyüne inanan, bilemediğimiz bilcümle saçma sapan şeye inanan ve ömrü boyunca Allah yolunda ölmeye hazırlanan bu insanlar arasında bir tek kişi çıkıp “bu dava benim davam, geri adım atmam, haklıyım” demedi, diyemedi. Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.[3]”

Bu itirafçılık olayı da dikkatle izlenmeli ve tehlikenin önemli bir parçası olarak kayda geçirilmelidir. Zira itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez[4].”

İtirafçılar kadar, medyada yeni iklimi yönlendiren kimselere de dikkat etmek gerekmektedir. Kripto fetullahçıların yönlendirmelerine karşı, sadece ve sadece Türkiye’nin çıkarları öne çıkarılarak hareket edilmelidir.

15 Temmuz darbesinin Türk Milleti üzerindeki biyo psiko sosyal etkisi uzmanlarca incelenmeli ve dikkatle sağaltım yayınları yapılmalıdır. Halkın orduya olan güvensizlik çıtasının yükseltilmesi, ordu millet birlikteliğinin tesisi için çalışmalar yapılmaktadır. Lakin Türk askeri, sokaklarda üniformayla, kamufulajla dolaşamaz duruma gelmiştir. 15 Temmuz’a ilişkin halkın kahramanca, darbecilerin önüne çıkıp savaş vermesi, birçok şehit vermemiz ağır bir toplumsal travmanın da yaşandığını göstermektedir. Askeri kurumların bu süreçle budanması, işlevsiz hâle getirilmesi noktasında da dikkatli davranılmalı ve ülkenin tepesinde hâlâ Atatürk düşmanlarının, Cumhuriyet düşmanlarının olduğu unutulmamalıdır.

İstanbul'da darbe girişimi soruşturmasında emniyette gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede can veren tarih öğretmeni 42 yaşındaki Gökhan Açıkkollu’nun cenazesi, İstanbul’da izin verilmediği için eşinin memleketi Konya’nın Ahırlı İlçesi’ne bağlı Büyüköz Mahallesi’nde toprağa verildi. Öğretmen Açıkkollu’nun cenaze namazını cami imamı kıldırmayınca, mahalle halkından bir kişi kıldırdı. Öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun başına gelenler, toplumsal kesimlerce infiale yol açabilecek niteliktedir. Bu tür provokasyonel yöntemler, Türkiye’deki ayrılığı keskinleştirir ve Türkiye’nin üstünde durduğu bıçağı biler.

Askeri okulların kapatılması olayıysa; TSK’nın AB raporlarında vurguladığı ‘profesyonel ordu’ için tırpan niteliği taşımaktadır. Askeri okulların kapatılması, Fetullahçıların askeri okullara sızması nedeniyle değil; AKP’nin varoluş ve kuruluş felsefesi gereğidir. Aynı zamanda niyetin Kemalist kurum ve kuruluşlar olduğu, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerle birçok kurumun özelleştirileceği gerçeğidir.

12 Ağustos 2016’da kabul edilen Kanun Hükmünde Kararname’yle, Varlık Fonu Yasa Tasarısı'yla devlet kurumlarına ait kamusal varlıkların özelleştirilerek satılabilecek:

Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, 
Atatürk Kültür Merkezi, 
Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, 
Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, 
Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, 
TRT, 
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 
Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, 
Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, 
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, 
GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, 
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, 
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 
Savunma Sanayii Müsteşarlığı, 
PTT, 
TRT, 
İller Bankası, 
TÜBİTAK, 
Milli Piyango, 
TPAO, 
DSİ, 
GAP Başkanlığı, 
DHMİ, 
YURTKUR, 
Karayolları Genel Müdürlüğü, 
Türkiye Bilimler Akademisi, 
Türkiye Adalet Akademisi, 
Spor Genel Müdürlüğü gibi stratejik tüm kurumlar özelleştirilebilecektir.

AKP’nin bu tasarısına muhalefet karşı çıktı da ‘şimdilik’ belki de bu tasarı iptal edildi.

Sonuç: Türkiye’de İç Savaş Koşulları Oluşturuluyor!

15 Temmuz kanlı kalkışma aynı zamanda, Türkiye’de bir iç savaş çıkma olasılığının test edildiği alan yarattı ve başarılı oldu.

Türkiye, bölgesinde güçsüz bir ordu ve moralsiz, kırılgan, dayanıksız, personeli birbirine güvenmeyen bir yapıya hapsedilmiştir. Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Güneydoğu’da en çok gereksinim duyacağımız noktada askerimiz ve kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’miz görev yapamayacak noktaya getirilmiştir.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na getirilen, Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi (SADAT) Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, özel harp yöntemleriyle Türkiye’de iç savaş koşullarının yaratılmasında kilit rol oynayabilecektir. SADAT ile gayri nizâmi harp çerçevesinde şehirlerde halkı kışkırtıp, birbirine düşürebilecek suikastlar, halkı bölebilecek dezenformasyonlar ve manipulasyonların yapılabileceği açık bir tehdit olarak dikkat çekmektedir.

15 Temmuz’da “Hazır kıt’a” olarak ülküsel duyguları aşındırılan halk, tankların önüne sürülmüş, birçok cân yanmış, insanlar darbe girişimindeki askerlerle meydan muharebesi kurgusunda karşı karşıya getirilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Yenikapı mitinginin ertesinde de demokrasi nöbetlerine “ara veriyoruz” (son değil!) demesi de çözümlemede dikkat edilmesi gereken konulardandır.

Yani bu halk yapay, zorla varsayılan farklılılar (Kürt, Alevi gibi) üzerinden meydanları kuşattığında, iş çoktan bitmiş olacak, iç savaş yaratılarak ülke çökertilecektir. Kilis’ten, Artvin’e kadar olan kuşakta komutanlıklar büyük sıkıntılar içindedir ve moral motivasyon olarak tutuklanan komutanlarından ötürü birlikler ‘başsız’ kalmıştır. Kilis Artvin kuşağından doğuda tasarlanan bir kukla Kürt devleti, iç savaşla birlikte kaçınılmaz hâle gelecektir.


[1] Nurettin Veren, Karanlık konseyin ve Fetö’nün Yeni Dünya Düzeni ortak projesi, Yeni Akit, 16.08.2016

[2] 15 Temmuz’un yanıt bekleyen soruları Meclis gündeminde, 28.07.2016

[3] Orhan Gökdemir, Mehdinin Bütün Adamları, SOL, 16.08.2016

[4] İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Sayfa: 461

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10607

***

Erol Olçak Farkı, Putinleşecekti, Gökçekleşiyor,

Erol Olçak Farkı, Putinleşecekti, Gökçekleşiyor, 


Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Kategori: Siyaset
2017-04-01



Erol Olçak hemşehrimdi, şahsen de tanırdım kendisini ancak sevmezdim; çünkü RTE'nin kitleleri kandırma-büyüleme stratejilerinin mimarıydı.

Bu stratejiler gerçeklere, dürüst yaklaşımlara dayanmazdı. Aksine başarılı yalanlara ve gerçeğin insafsızca çarpıtılmasına dayanırdı.Yine de kendisine ve genç yaşta hayata veda eden oğluna rahmet diliyorum,  Allah günahlarını affetsin. (Bu arada yıllardır herkes onun soyadını "Olçak" olarak bilirdi. Ölümünden sonra neden "Olçok"a dönüştüğü hakkında fikrim yok)

Rahmetli Erol Olçak, kelimelerin kitlelerin beynine giderken tıpkı bir kurşun gibi burgu döngüsünü nasıl ayarlayıp da hedefine nasıl saplandığını iyi bilirdi.Bir çeşit "kelime mühendisi" idi aslında.

Erdoğan'ın en başarılı seçim kampanyalarına imza atmış olan bu adamın başucu kitabı Gustave Le Bon'un Kitleler Psikolojisi idi.

Erol Olçak'ın ana malzemesi, ihmal edilmiş ve prestije susamış yoksul kitlleler ile onlara sahte bir prestij yükleyecek bir büyücü-liderdi.Bu iki figürün birbiriyle iletişimini ve birbirlerine bağlılığını sağlayacak kelimeleri bulmak Erol Olçak'ın işiydi.

Geriye dönüp baktığımızda, Erol Olçak'ın bu misyonunu gerçekleştirirken aslında "kalite" çıtasını yüksekte tutmaya çalıştığını görürüz.

Yani, cahil ve prestije susamış kitlelerin enerjisine evet, ama bu kötü enerjinin Lider'i okumuşların gözünde aşağı çekmesine hayır...

Müptezellik gerekiyorsa yapmak ancak bu müptezelliğin Lider'in üstüne yapışmasına müsade etmemek.

Özetle Erol Olçak'ın amacı, kitlelerin bayağılıklarını, ham tepkilerini oy'a çevirirken Tayyip Erdoğan'ı Melih Gökçek'leştirmemekti.

Erol Olçak'ın ölümünden sonra Tayyip Erdoğan, ilkel beklentilerinden beslendiği kitleler ile hızla bütünleşmeye, aynılaşmaya başladı. Böyle bir bütünleşmeye kendi kişiliği ve siyaset tarzının da teşne olması gerçeği bir yana, propagandist açısından ciddi bir eksen değişikliğiydi karşımıza çıkan.

Belli ki Erol Olçak'ın ölümünden sonra propaganda işini devralanlar, Tayyip Erdoğan'ı AKP'yi destekleyen kitlelerin magma tabakasına doğru itiyorlar. Silahla poz veren tipler, Osmanlı kıyafeti giyen soytarılar, küfürbaz troller, Türkiye'ye sığınmış çaresiz Suriyeliler,  Afrikalılar, kefen giymiş ayak takımı, irili ufaklı mafya. 1980'li yıllların Libya'sını hatırlatan ucube görüntüler...

Bu magmaya doğru çekilişin en bariz örneği, referandum sürecinin en büyük gövde gösterisi olan Yenikapı mitinginde  ana tema olarak SSK Müdürü Kılıçdaroğlu temasının seçilmesidir. " Dünya lideri " olduğu iddia edilen kişi hâlâ, çok geçmişlerde kalmış bir "küçük-başarısız bürokrat" örneğinden ekmek yemeye çalışmakta; bu imge üzerine devâsa yatırımlar yapılmaktadır!

Kuran sallamalar, " Ahiretinizi yakmayınlar ", " hayırcılar teröristtirler " hep bu magmalaşmanın tezahürleridir..

Erol Olçak'ın ölümü ile birlikte 15 yıllık propaganda stratejisinin son bulmasından   sonra, Erdoğan'ın uluslararası imajının büyük bir hızla El-Beşir örneğine koşması tesadüf değildir.

15 Temmuz, Sadece kanlı bir darbe gecesi değil, Erdoğan'ın " Batılı İslamcı lider "kimliğinin de geri dönmeyecek biçimde son bulduğu gecedir.

Belli ki Erol Olçak'ın yöntemlerini beğenmeyen, Erdoğan'ın propaganda aygıtını ele alarak onu çekirdeğin içine doğru çekmek  isteyen başka birileri vardı.

15 Temmuz'da Erol Olçak'ın ölmesiyle bu gayelerine ulaştılar..

Veya, gayelerine ulaştıkları gün Erol Olçak öldü.

http://acikistihbarat.com/Haberler/10634-Haberler-Erol%20Olçak%20Farkı%20:%20Putinleşecekti,%20Gökçekleşiyor%20-%20Fatma%20Sibel%20Yüksek%20-%20Açık%20İstihbarat

***

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek,

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek,


Selcan Taşçı
23.11.2013

Ta 1966’da
"İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız.
'Kürdistan’ haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.
Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.
Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir"
diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer " Terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş! 
— Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek 

— Selcan Taşçı - Yeniçağ

Açik Istihbarat'in Resmi
E-Posta Grubu
Açik İstihbarat Türkiye'ye 
www.acikistihbarat.com 
23.11.2013


Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan bir tür " Önleyici Müdahale "de bulunarak 
"Erdoğan-Barzani buluşmasının Diyarbakır’da olmasına negatif anlamlar yüklenmesinin haksızlık olacağını" söylüyor.
Yarası olan gocunur.

 ***
Akdoğan, öyle bir Barzani profili çiziyor ki, hiç tanımasak, bilmesek mahallenin " Fahriye Abla "sı sanacağız ;
Ne güzel, ne şirin, ne vefalı komşumuzdun sen!..

Ta 1966’da 

 "İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’ Kürdistan ’ haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.
 Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.
 Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir" 
 diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer "terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş!

İnsanın aklıyla, zekasıyla dalga geçmeyin bari;

 Çok değil 2006 senesinde, aynı Barzani’ye "aşiret şeyhi, postal öpücü, terör destekçisi" diyen siz değil miydiniz?

 Peki ya, çok değil 2007 senesinde aynı Barzani için "muhatabımız olamaz, terör örgütüne yataklık yapıyor" diyen?

 "Telekinezi" marifetiyle söylemediniz herhalde bu sözleri!

 ***

 En Garabet tutum, Erdoğan’ın 

"Bir parçası Türkiye’den koparılarak kurulması hayal edilen Büyük Kürdistan’ın başkenti varsayılan Diyarbakır’da, ’Büyük Kürdistan projesi’nin taşeronu Barzani ile buluşmasından, ’Bu buluşma Öcalan’ı, PKK’yı kızdırma pahasına gerçekleşiyor’ diye bir kahramanlık(!) hikayesi çıkarmaya" 
çalışmaları!

Pardon ama;

1"Kürt sorunu"nu kim icat etti?

 ABD!

 CIA Başkanı Stansfield Turner’ın isteğiyle hazırlanan 20 Ağustos 1979 tarihli raporun başlığı "The Kurdish Problem in Perspective". "Derinlemesine Kürt Sorunu"nun ele alındığı bu raporun hemen akabinde, ABD Ankara Büyükelçiliğinden Washington’a giden kripto şöyle:

"Türkiye’nin bölünme süreci, Kürtlerin ayrı bir etnik topluluk olduğunu kabulden geçiyor!"

2. PKK’ya kim yol verdi?

ABD!

 1980’lerin başında, "ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmek ve hegemonyasını hâkim kılmak" üzere iktidara gelen neo-conlar, SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahalesini engellemek için, Türk askerini SSCB birliklerinin dibine konuşlandıracak bir tehdit üretti:

 PKK Bekaa’ya Yerleştirildi.

3.Körfez işgali sırasında Irak’ı 36.Paralelin Güneyine hapsederek, " Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi " nin temelini atan ve Barzani’yi "siyasi lider"e dönüştüren kim peki?

Aaa yine ABD!

 Mazileri ta " Baba Barzani "ye kadar uzanıyor da, "Oğul Barzani "nin kaderi şüphesiz Yahudi Kökenli " Neo-con "ların işbaşı yapması ve Irak Kürtleri ile İsrail’in "ortak çıkarları"nı keşfi ile değişti.

 ABD ile Irak arasında "diplomatik ilişki"nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdad’daki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Barzani kamplarında PKK’lılar ile "iyi ilişkiler" geliştiriyordu.

 PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan "dayanışma protokolü" ile PKK "Irak-Türkiye geçişi"ne kavuştu.

 1991’de Irak’taki otorite boşluğunu fırsat bilen KDP, Irak ordusuna ait silah ve mühimmatı PKK’ya aktardı.

PKK " Aba altındaki sopa ", Barzani " Siyasi Kukla " kılığında; ama nihayetinde ikisi de ABD’nin elinde kullanım sıraları konjonktüre göre değişen birer siyasi maşa!

İktidar bu " Kumalık yarışı" ndan Medet umacak kadar düştüyse; vah bize, vahlar bize!

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10434

***

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek. İngiltere ve İRA , BÖLÜM 2

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek. İngiltere ve İRA , BÖLÜM 2


Kuzey İrlanda’da IRA Dışında Diğer Terör Örgütlenmeleri

Kuzey İrlanda Bölgesi’ndeki terör örgütü olarak, sadece IRA genel olarak bilinmesine rağmen bölgede terör çift yönlü sürdürülmüştür. Protestanlar kendi ayrıcalıklarından taviz verme taraftarı değillerdi. Bu amaçla karşı terör kampanyası başlatmışlardır. Protestanlar tarafından kurulan terör örgütleri şu şekilde olmuştur:

• Ulster Özgürlük Savaşçıları (UFF: Ulster Freedom Fighters): IRA’ya benzer yöntemler uygulayan, mali desteğini zengin iş adamalarından sağlayarak, Katoliklerin bulunduğu yerlere bombalı saldırılar düzenleyen bir terör örgütüdür.

• Ulster Gönüllüler Gücü (UVF: Ulster Volunteeer Force): Hedefi tüm IRA üyelerini öldürmek olan bir terör örgütüdür.

• Ulster Savunma Birliği (UDA: Ulster Defence Association): 1971 yılında Protestanların silahlı gücünü koordine etmek amacıyla kurulmuş ve Protestanların en geniş silahlı birliği olarak tanınmıştır. 

Bu örgütler ve eylemleri incelendiğinde Protestanların da IRA’dan daha az tehlikeli olduğu söylenemez. 

 Hatta kimi dönemlerde Protestan örgütlerinin terör sonucu katlettiği insan sayısı IRA’nınkilerini geçmiştir. Bu örgütlerin tüm Katolikleri hain olarak görmesi eylemlerini kendilerince meşrulaştırmaktaydı. Ancak bu örgütler IRA’yı tamamen yok etme gücüne sahip değildi. Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir:

• Belfast, Derry gibi Katoliklerin yoğun olduğu bölgelerde yoğun Katolik doğum oranının varlığı ve her bir doğumun ileri yıllarda IRA’ya militan olarak katılabilme ihtimali,

• Örgütün, kurulduğu ilk dönemlerde Amerika’dan, daha sonra ise Arap devletlerinden para, silah, eğitim gibi destek almış olması,

• Gerçekleşen olaylar sonucu IRA lehine destek artışı,

• Eşitsizlikleri yok etmeyi amaçlayarak yürürlüğe konulmuş olan 1920 İrlanda Yasası gibi yasaların varlığı,

• Katolik İrlandalıların yoğun bulunduğu bölgelere İngiliz ordularının girmiş olmasına rağmen çatışmaların kaçınılmaz olması ve kimi asker ve polis güçlerinin İrlandalılardan nefret etmeleri sonucu İngiltere’nin kimi politikalarının ters tepmiş oluşudur. 

1920 İrlanda yasası ülkenin ırkçı kanunlar çıkarmasını engelliyor olsa da, bu yasa sadece devlet düzeyinde parlamentoyu bağlayıcı olduğu için yerel unsurlar üzerinde etkisi olmamaktadır ve birçok kez bu yerel yönetimler ayrımcılığı öngören uygulamalar yapmıştır. 

Bu arada 1976 yılından itibaren İngiltere Kuzey İrlanda’ya “Özel Harekat Birliği” (SAS) gönderdi.

 IRA içerisindeki muhbir ve ajanları vasıtasıyla terör faaliyeti yapılacağını öğrenen SAS, pek çok operasyon öncesi IRA mensuplarını pusuya düşürerek öldürdü. Bu arada anılan operasyonlar sırasında masum insanlarda ölmüştü. 1980 yılında SAS yeniden yapılandırıldı. Buna rağmen 1988’de Cebeli Tarık’ta yaşanan ve büyük yankı yapan olaylar da dâhil, SAS’ın “yargısız infazları” artış kaydetmeye başlamıştı. 

Öte yandan Katolik ve Protestan örgütlerinin terör eylemleri, Kuzey İrlanda’daki yatırımları olumsuz etkilemiş ve bu durum işsizliğe yol açmıştır. İşsizliğin artması ise bu örgütlerin eleman sağlamasını daha kolay hale getirmiştir. 

Teröre Karşı Mücadelede İngiltere-İrlanda Uzlaşması

Terörü sona erdirebilmek amacıyla Dublin ve Londra hükümetleri 1985’de İngiltere -İrlanda Antlaşmasını imzaladılar. 

 Bu antlaşmaya göre Kuzey İrlanda sorununa çözüm bulmak amacıyla siyasi, güvenlik, yasal konularda düzenli olarak bilgi alışverişi sağlanacaktı. Ancak, bu antlaşmadan IRA süreç içerisinde olamadığı için rahatsız olmuş ve saldırılarını arttırmıştır. IRA’nın saldırılarına ise UFF, karşı saldırılarla cevap vermiştir. 

Bu gelişme bir başka yeni gelişmeyi de beraberinde getirdi. Sinn Fein içerisindeki birçok kişi, IRA’nın askeri mücadelesiyle İngilizlerin Kuzey İrlanda’dan çıkarılmasının mümkün olamayacağını görmeye başlamıştı. 

Keza İngiliz kuvvetleri de pek çok yerde çatışmayı kontrol altına alabilse dahi, toplumun IRA’ya verdiği desteğin dikkate alındığında IRA’yı askeri yolla yenmenin mümkün olmadığını da görebiliyordu. 

Bu duruma “Çatışmaların Çözümlenmesi” (Conflict Resolutions) sözlüğünde “olgunlaşma noktası” da denmektedir. Yani çatışan taraflar birbirlerini yenemeyeceklerini anlamış, çatışmayı sonlandırabilmek için iki tarafı da memnun edebilecek bir çözüm yolu arama dönemi başlamıştı. 

Sinn Fein bu tarihten sonra “Birleşik İrlanda” hedefine erişebilmek için daha geniş tabanlı bir milliyetçi siyasal cephe oluşturma gayreti içerisine girdi. Siyasi taleplerin yapısı değiştirilmeye, İngilizlerin Kuzey İrlanda’dan çekileceği takvimle ilgili tarih konusunda yumuşamaya başladı. 

Birleşik İrlanda için “Birlikçilerin”, yani Kuzey İrlandalı Protestanların onayının da gerekli olduğunu kabullenmeye başladılar. Bu maksatla da İngiliz hükümetinden bu konuda yardım talebinde bulundular. 

 Ancak, her şeye rağmen 1985 tarihli bu anlaşma ile Kuzey İrlanda sorunu kalıcı olarak taraflarca bir çerçeveye oturtulmuştu. Bunu 1992 yılındaki başarısız bir siyasi müzakere izledi. Şiddeti desteklediği gerekçesiyle Sinn Fein müzakerelerden dışlandı. 

1993 yılında Dublin ve Londra yönetimlerinin gelecekteki görüşmeler konusunda ortak bildiri hazırlaması tasfiye sürecine yeni bir boyut kazandırdı. IRA ve Protestan örgütlerinin silah bırakmayı reddetmesi her defasında denenen barış görüşmelerini sekteye uğratmıştır. 

 SDLP Lideri John Hume ve Sinn Fein’in lideri Gerry Adams, şiddetin devam ettiği ve hiçbir siyasal seçeneğin görünmediği 1993 yılında yeniden görüşmelere başlayarak, düğümlenen sorunu azma girişiminde bulundular. Yıl boyunca devam eden görüşmeler sonunda IRA’nın “onurlu” bir şekilde şiddeti sona erdirmesini mümkün kılabilecek önemli prensipler kabul edildi. 

Bu barış sürecine ABD’nin katkısı önemliydi. 

 Zira uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Kuzey İrlanda meselesini “İngiltere’nin iç meselesi” gibi görmeye çalışsa da, gayrı resmi yollardan ABD’de yerleşmiş zengin İrlanda göçmenlerinin İrlanda’daki Cumhuriyetçilere verilen desteğe göz yummuştu. 

1970’te IRA mahkûmlarının ailelerine yardım amacıyla ABD’de adı NORAID (İrlanda Yardım Komitesi) olan bir sivil toplum örgütünün kurulmasına da yardım etmişti. SDLP’li John Hume’ın devreye girmesiyle İrlanda kökenli Amerikalıların İrlanda sorununa yaklaşımı da değişmeye başladı. 

Hume’ın çabaları sayesinde IRA’ya silah ve para desteği vermek yerine, NORAID’e alternatif olarak kurulan “İrlanda Dostları (FOA) grubu kurularak desteklendi. 1985 tarihli İngiltere-İrlanda Anlaşması ABD tarafından da desteklendi. Bu maksatla Kongre’de 50 milyon dolarlık bir yardım paketi de onaylandı. Bill Clinton’un Başkan seçilmesinin ardından ABD’nin konuya yaklaşımı daha da netleşti. 

Clinton’ın 1992 yılında Kuzey İrlanda sorununa el atacağını dile getirmesi ve yapılan gizli görüşmeler sonrasında 31 Ağustos 1994’te IRA ateşkes ilan etmiştir. 

 1995 yılında ise Kuzey ve Güney İrlanda’nın birleşmesini amaçlayan iki tasarı hazırlanmıştır. Birinci tasarı, hükümet yapısı ile ilgili olup 90 kişilik bir meclisin kurulmasını, ikincisi ise ticaret, kültürel faaliyetler, tarım, balıkçılık, endüstri, ulaşım, enerji, sağlık, sosyal refah ve eğitim gibi alanlarda İrlanda adasının kuzeyi ve güneyindeki kurumların işbirliğini öngörmekteydi. 

 Ancak ateşkesin ilan edilmesinden itibaren 17 ay geçmesine rağmen siyasal bir gelişmenin olmaması IRA’nın 9 Şubat 1996’da bomba yüklü bir arabayı patlatarak ateşkesi bozmamasına neden olmuştur. 


 Silahların tekrar patlaması ve IRA terör örgütünün tasfiye sürecinde söz sahibi olabilmek isteği Amerikalı senatör George John Mitchell’i* 1996 yılında barış görüşmeleri masasına oturmak isteyen her iki tarafın da kabul etmesi gereken bazı prensipleri yayınlamaya itmiştir. Bu prensipler şu şekildedir:

? “Sorunların çözümünde barışçı ve demokratik yöntemler kullanılacak.

? Silahlı örgütler silahlarından arındırılacak.

? Silahsızlanma bağımsız bir komisyon tarafından izlenecek.

? Görüşmeleri etkilemek amacıyla güç kullanımı ya da güç kullanımıyla tehdit reddedilecek.

? Görüşmeler sonunda varılan anlaşmalara uyulacak.

? Cezalandırma amaçlı saldırılar ve öldürmeler son bulacak.” 

1997 yılında Başbakanlığa gelen Tony Blair’in, yaklaşık olarak 150 yıl önce gerçekleşmiş olan ve İngiltere hükümetinin, birçok İrlandalı Katolik’in ölümüne neden olan ‘kıtlık’ dönemine ilgisizliği dolayısıyla özür dilemiş olması barış sürecine önemli katkı sağlamıştır. 

 Kuzey İrlanda’yı İrlanda Cumhuriyeti ile birleştirme amacından vazgeçmemesine rağmen ABD’nin arabuluculuğu ile IRA, ateşkes ilan etmiş; fakat karşılıklı silah bırakma gerçekleşmediği takdirde kendilerini güvende hissedemeyecekleri için silah bırakmamıştır. 

 1998 yılında Kuzey İrlanda’daki tüm örgütlerin silahtan arındırılması gibi konuları içeren ‘Good-Friday’ (Kutsal Cuma) Anlaşması imzalanmıştır. 

Bu “Kutsal Cuma Anlaşması” ile, 1969’dan beri 3.700’den fazla kişinin ölümünün, 30 binden fazla insanın yaralanmasının ve eşyaya verilen zararların ardından istikrara yürüyüş başlamıştı. 

Ölenlerin %60’ı Cumhuriyetçi milisler, %30’u Loyalistler ve %10’u da tartışmalı olmakla birlikte çoğunlukla güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilmişti. 1984-1993 döneminde ölümlerin yıllık ortalaması 467 iken, daha sonra 80 kişiye düşmüştü. Bu arada Kuzey İrlanda dışında (İrlanda Cumhuriyeti, İngiltere ve Avrupa) öldürülenlerin sayısı da 200 civarındaydı. Ölenlerin 763’ü asker iken, askerler tarafından öldürülenlerin sayısı da 309’du. Cumhuriyetçiler içerisinde öldürülenlerin %75’i, Loyalistlerin de %50’den fazlası “faili meçhul” cinayetler olarak kaydedildi. Cinayetlerin %10’undan sorumlu tutulan askerler içerisinde de çok azı bu sebeple mahkûm edildi. 

1998 Kutsal Cuma Anlaşması ile taraflar, Kuzey İrlanda’nın geleceğine Kuzey İrlanda halkının karar vereceğini kabul etmişlerdi. Kuzey İrlandalılar İngiliz, İrlandalı ya da her ikisi dâhil pasaport taşıma hakkına sahip olacaklardı. 

İrlanda Cumhuriyeti de Kuzey İrlanda’dan toprak talebinden vazgeçecekti. Buna karşılık anlaşma, Kuzey İrlanda’nın, halkın onayı ile İrlanda Cumhuriyeti’ne katılma hakkını da kapsamaktaydı. İngiltere de İrlanda adası genelinde İrlandalıların “Self Determination” (kendi kendini yönetme) hakkını tanımaktaydı. İrlanda Cumhuriyeti için de federal yönetim yolunu açmaktaydı. 

Anlaşma ayrıca yönetimde güç paylaşımı, yetki paylaşımı, seçimlerdeki oran, toplumsal özerklik ve eşitlik, azınlık hakları, azınlık veto hakları gibi konularda da anlaşmaya açık ifadeler konmuştu. 

28 Temmuz 2005 tarihinde IRA terör örgütünün siyasi kolu Sinn Fein lideri Garry Adams, IRA’nın silahlı mücadeleye son vereceğini açıklamıştır. İngiliz askeri birlikleri ise, 1 Ağustos 2007’de Kuzey İrlanda’dan çekilmeye başlamıştır. 

IRA’nın isteği olan Birleşme hususunda ise Dublin’in görüşü, Kuzey İrlanda ile oradaki halkın çoğunluğunun onayı olmadan birleşmenin olamayacağı noktasındadır. 

İngiltere’nin IRA Terörünü Önlemek Maksadıyla Aldığı Önlemler

İngiltere’de IRA terörünü önlemek maksadıyla alınan pek çok tedbirler şöyle özetlenmiştir:

1. Güvenlik/ Polisiye Tedbirler: İngiltere, terörle mücadele edecek özel güvenlik birimleri oluşturmuştur. Bu birimlerin başında ‘SAS’ (Special Air Service) gelmektedir. 1988 yılında SAS’ın silahsız üç IRA üyesini öldürmesi , bu birliğin gerekirse tüm IRA üyelerini öldürebileceğini göstermiştir. SAS’ın yanı sıra, ‘Kraliyet Ulster Güvenlik Teşkilatı’ ve ‘Ulster Savunma Alayı’ diğer terörle mücadele eden güvenlik birimleridir.

2. Yasal Tedbirler: İngiltere’de terörle mücadele konusunda iki yasa bulunmaktadır. 

Birincisi 1974 yılında yürürlüğe girmiş olan Terörü Önleme Geçici Yasasıdır. Bu yasa Parlamentoda yılda bir kez görüşülmekte ve zamanın şartlarına göre değişikliklerin yapılabileceği esnekliğe sahiptir. 

 Bu yasa bağlamında, ilgili bakana, terörle ilgili şüpheli kişileri İngiltere ve Kuzey İrlanda dışına çıkarma ya da bu kişilerin bu ülkeye girişini engelleme yetkisi ile polislere terörizm ile ilgili olarak gözaltı belgesi olmadan şüphelileri 48 saat gözaltında tutmak ve ilgili bakanın izni ile bu süreyi beş güne kadar uzatmak yetkisi verilmiştir. Terörist örgüt üyeleri ile mülakat yapılması ve yayınlanması yasaklanmıştır. 

 Halka açık alanlarda terör örgütlerinin renklerini içeren kıyafet giyenlerin altı aya kadar hapsedilmeleri öngörülmüştür. Terör eylemlerini önceden haber almak için, polise belli durumlarda posta gönderilerini açma ve telefon dinleme yetkisi verilmiştir.

Diğer bir yasa olan Kuzey İrlanda Olağanüstü Koşullar Yasası ise, idareye, Terörü Önleme Geçici Yasası’ndan daha fazla yetki vermektedir. Bu yasa bağlamında, polis şüpheli evlere girmek ve arama yapmak, düzeni sağlamak bakımından yargı öncesi bazı yayınları durdurmak, terör örgütü üyesi olduğundan kuşku duyulan kişileri oturma ve seyahat özgürlüklerinden alıkoymak gibi haklar tanınmıştır. 

3. Ekonomik ve Sosyal Tedbirler: Kuzey İrlandalı Katoliklerin ekonomik ve sosyal yönden Protestanlarla eşit olmamaları ayaklanma nedenlerinden bir tanesidir. 

 Bu yüzden İngiltere, kimi ekonomik ve sosyal tedbirler alma gerekliliği hissetmiştir. Kuzey İrlanda’da gerçekleşen terör eylemleri bu bölgenin yatırımcılar için cazip olmamasına neden olmuştur. Bu nedenle, bölgede devlet yatırımı yapılarak kişilerin gelirlerinin devlet tarafından sağlanması gerçekleştirilmiştir. 

 Eşitsizliğe dayalı sorunları gidermek için Yoksunluğa Son Verme Programı geliştirilmiştir. Bu Program bağlamında, 10 kişiden fazla kişinin çalıştığı işyerlerinde işgücünün dinsel kompozisyonu inceleme altına alınmış ve kişilerin dini mezhebinden dolayı iş yerinde ayrımcılığa uğramalarının önüne geçilmeye çalışılmıştır. ‘Birlikte Tatil Yapma Projesi’ geliştirilerek Katolik ve Protestan topluluklarının kaynaşmasını sağlamak hedeflenmiştir. 

4. Uluslar arası Tedbirler: IRA’nın bulmuş olduğu dış desteği kesmek amaçlı İngiliz hükümeti adımlar atmıştır. İngiliz hükümeti, destek veren ülkelerin uluslararası arenada dışlanmasını mümkün kılarak, desteğin kesilmesini sağlamıştır. 

Bir başka araştırmacı ise IRA-İngiltere çatışmasının sona ermesinde şu esaslara dikkat çekmektedir:

 1. Güvenlik önlemlerinin yeterli olmadığını görme: Temmuz 1970’de 6 aylığına Belfast’a gelen İngiliz kuvvetleri 38 yıl burada kaldı. Sadece IRA ile değil, milliyetçi nüfusla da çatıştı. IRA militanları Katolik İrlandalılardan ayrılmaya çalışılarak, adi suçlu gösterilmek istendi. Bu durum uzun vadede IRA’nın halka dönüp, “Hayatlarını sizin uğrunuza feda etmeye hazır oğullarınıza ve kızlarına adi suçlu muamelesi yapılıyor. Bunu kabul edecek misiniz?”Bu politikalar tutmadı, hatta ters bile tepmişti. 

Bu arada İngiliz kuvvetleri tam bir “nizami savaş” mantığı içerisinde; “savaş, düşman ve bölgenin kontrol altına alınması” gibi savaş mantığı içerisinde hareket ediyordu. 1985 yılına gelindiğinde sorunun savaş mantığı ile çözülemeyeceği anlaşıldı. 

2. Sorunun gerçek yüzüyle tanınması ve kabullenilmesi: İngilizler siyasi yollara başvurulsa dahi, güvenlik önlemleriyle IRA’nın etkisizleştirilebileceğini düşünüyordu. 

 Margareth Thatcer’in başbakan olduğu 1975-1979 döneminde katı bir “Birlikçiler” (Protestan İrlandalılar) taraftarlığı hakimdi. Katoliklerin talepleri “ayrılıkçı talepler” gibi değerlendiriliyordu. 

Öte yandan, 1980’lerin ortalarından itibaren IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein’de de çok kişi IRA’nın askeri mücadeleyi sürdürerek İngilizleri Kuzey İrlanda’dan atamayacağını görmeye başlamışlardı. İngiliz kuvvetleri de “halk desteği” bulunan IRA’yı kontrol edebilse dahi, tamamen ortadan kaldıramayacağını görüyordu. Çatışma artık “olgunlaşma noktası”na ulaşmıştı. Bu durumu bilenlere göre, şiddetin devamı ya da artırılması, barışı öngören alternatiflerden çok daha yüksek maliyetli idi. İki tarafta da bu durumu görenler mevcuttu.

3. Muhatap Belirleme: İngiltere uzun süre IRA’nın siyasi destekçisi gibi gördüğü Sinn Fein’i muhatap görmemişti. Ne zaman ki Kuzey İrlandalı Protestanların da sürece dahil edilmesini ileri süren SDLP öne çıktı, ondan sonra bu parti muhatap alındı. Seçimlerede %20 oy alan SLDP, bir anda Başbakan John Major tarafından muhatap alınmıştı. Bu arada süreç ışında kalan Sinn Fein da SLDP ile görüşerek sürece dolaylı muhatap olmuştu. Her iki partinin liderlerinden Gerry Adams ve John Hume sık sık bir araya gelerek bu süreci değerlendirmişlerdi.

4. Eylemlerin Durması ve ülke topraklarının silahlı teröristlerce arındırılması: İngiltere; sindirilemeyeceğini, aksine IRA’nın terörist faaliyetlerine güçlü bir şekilde karşılık vereceğini göstermişti. Tüm mücadelesine rağmen IRA, İngiltere’yi Kuzey İrlanda’dan çıkaramamıştı. 

5. Silahsızlanma: Tony Blair İngiltere’de iktidar oluncaya kadar Kuzey İrlanda’daki görüşmelerin önünü tıkayan en önemli konu buydu. 

 1993’te Sinn Fein’e, açıkça silahların teslim edilmesi beyan edilmeksizin “IRA’nın şiddeti durdurması kaydıyla” Kuzey İrlanda’nın geleceğine ilişkin siyasi müzakerelere katılma imkânı sunuldu. Mayıs 1997’de Blair’in ezici bir çoğunlukla iktidar olması üzerine “silahsızlanmanın bir ön şart olmayacağı”, tüm partilerin katımlıyla müzakerelerin yürütüleceği bir sürecin başladığını bildirdi. 

 Bundan sonra tamamen silahsızlanma için uzun bir süre beklemek gerekti. Öyle ki Uluslararası Bağımsız Silahsızlanma Komisyonu (IICD), Eylül 2005’te kendisi ve bağımsız tanıkların, IRA’daki mevcut silahların kullanılmayacak derecede etkisizleştirildiğini açıklayabildi.

Bu tecrübe şunu göstermişti: Her ne kadar tam ateşkes ve şiddet olaylarının durdurulması ön koşul ise de, ayrıca taraflar arasındaki güven inşası için barış görüşmeleri sürdürülmeli ve bu arada silahsızlanma da başlatılmalıydı.

6. Af: Bu durum da karşılıklı güven inşasında önemlidir. IRA’ya ait mahkûmlar erken salıverilmişti. 10 Nisan 1998’den sonra 450 mahkûm “şartlı” olarak tahliye edildiler. Bunlardan 242’si Cumhuriyetçi örgütlere, 196’sı Loyalistlere mensuptu. Yasada 10 Nisan 1998’den önce işlenmiş terör suçları için bazı hafifletici çareler bulundu. 

 Bunlar ömür boyu hapis ya da en az beş yıl hapis cezası olacak şekilde düzenlendi. O sırada bir terör örgütüne desteği devam etmeyenler ile serbest bırakılması halinde terör örgütünün destekçisi olmayacağı kanaati verenler için serbest bırakılma fırsatı da getirilmişti. Keza, cezalarının üçte birini çekmiş olanların da derhal salıverilmeleri ile ömür boyu hapis cezası alanlar için bazı hafifletici düzenlemeler getirilmişti. Burada esas sorunu hala örgütte devam eden militanların durumu oluşturuyordu. Bunlardan 10 Nisan 1998 tarihinden önce suç işleyenler için bulunan ara formül şöyle idi:

“a. Halen terör faaliyetini sürdüren bir örgütün mensubu olmamaları, halen terörizmle uğraşıyor olmamaları,

b. Bu tarihten sonra 5 yıl veya daha fazla cezayı gerektirecek bir suç işlemeleri halinde, başvuruları üzerine bir komisyonca uygunluklarına karar verileceği,

(1) Bu kararı alanların serbestçe Kuzey İrlanda’ya dönecekleri,

(2) Bu komisyon kararının özel mahkemeye gönderileceği,

(3) Mahkemenin yapacağı kovuşturma sonucunda ilgilisinin yargılanmayı gerektirir bir suç işlediğine kanaat getirmesi halinde yargılama yapacağı,

(4) Bu yargılamada sanığın bulunmayacağı, avukatının gelebileceği, sonuçta verilecek cezanın ise hemen yukarıdaki, mahkûmlara uygulanan hükümlere tabi tutulacağı belirlenmişti. Böylelikle ‘kanun kaçağı’ durumunda olanlara cezaevine girmeksizin yargılanıp serbest kalma imkânı getiriliyordu.”

7. Haklar Temeline Dayalı Politika Geliştirilmesi: Terörün hortlamasını önlemek üzere siyasi, sosyo-kültürel önlemlerin alınması da önemlidir. Bu maksatla yerel halkın kalbinin ve akıllarının kazanılması, muhalefetle işbirliği yollarının bulunması düşünüldü. İngiliz hükümetlerinin konut, istihdam ve polis servisindeki ayrımcılığı kaldırma girişimi yararlı oldu. 

 Katolikler zamanla eşitlik, insan hakları, güç paylaşımı dâhil tüm “sivil haklara” sahip olduğu görüldü. Bunların bir ayrıcalık değil, doğuştan gelen haklar olduğu kabullenildi. Entegre eğitim sistemi, yerel-küresel vatandaşlık eğitimleri gibi çalışmalar da IRA’yı destekleme azmindeki Cumhuriyetçileri farklı düşünmeye sevk etti. Böylece hükümet siyasi bir stratejiyi formüle edip yürürlüğe koyuncaya kadar, askeri önlemler de durumun kontrolü için alındı.

8. Ekonomik Kalkınma Programları: Çatışma süreci içerisinde ekonomik kalkınma programlarının özellikle de yerel ekonomi sektörü için yürürlüğe konması, şiddetin sona erdirilmesini desteklemektedir. Şiddetin azalmasıyla ekonomik hedefler daha kapsamlı olarak devreye sokulur. Barış süreci ile birlikte ekonomik önlemlerin aynı anda başlatılması, ekonomiyi bahane edenler için önleyici bir tedbir gibidir. 

Kuzey İrlanda’da ekonomik önlemlerin devreye sokulmasında özellikle ABD ve AB üslendi, bölgeyi geliştirme özel yatırımcıları bölgeye çekmek için milyarlarca dolar harcama yapıldı.

9. Toplumsal Kaynaşma Politikaları: Uzun süren çatışmalar sebebiyle taraflar arasında kapanması güç derin izler bırakmaktadır. Ölenlerin ailelerinin, yaralıların acılarının hafifletilmesi, toplumsal bölünmenin getirdiği karşılıklı güvensizlik kaygılarının giderilmesi, çatışmayı körükleyen ekonomik sıkıntıların giderilmesi bu izlerin zamanla silinmesinde belirleyici rol oynamaktadırlar.

Her grubun kendi okulu, kendi gazeteleri, kendi siyasi partileri, kendi kültürel ve spor organizasyonları, karşı tarafı “güvenilmez” gibi gösterin tarihi mevcut Kuzey İrlanda’da bu bölünmüşlüğü gidermek çok daha güçtü. Üstelik dini bölünme (Katolik ve Protestan) çok derin etkiler bırakıyordu. Nüfusun %90’ı kendi grubundan insanların bulunduğu semtlerde yaşıyordu. Bu derin bölünmüşlüğü gidermek için AB destekli projelere sarıldılar. Çocukların ayrılmış yerine karışık okullara gitmesi teşvik edildi. Toplumların bir diğerinin bayramına saygı göstermesi sağlanmaya çalışıldı. Polis gücünde Katolikler de istihdam edilmeye başlandı. Böylelikle iki tarafı zamanla husumetten arındırıcı, birbirlerine saygılı ve kaynaştırıcı formüller üretilmeye çalışıldı. 

Sonuç

Her ne kadar İngiltere IRA sorununu çözmüş gibi görünse de, zaman zaman Kuzey İrlanda’da münferit bomba yüklü arabaların patlatılması, ya da gösteri yürüyüşleri yaşanmakta, terör birdenbire tasfiye edilememektedir. 

 1998 yılından sonraki en önemli hadise 2001 yılında bomba yüklü bir arabanın patlatılmasıydı. Bu tarihten sonra polisin erken istihbarat temini ile benzer tehlikeler büyük ölçüde önlenebildi. Bu olayı takiben Şubat 2010 ayında IRA mensupları misket bomba yüklü bir arabayı daha, Kuzey İrlanda milliyetçiliğinin “kalesi” olarak bilinen Newry’deki mahkeme binası önünde patlattılar. Tesadüf eseri ölen ve yaralanan olmadı. 

Nisan 2010 ortalarında İngiltere Gizli Servisi Mİ-5’in kuzey İrlanda’daki merkezi binası yakınlarında benzer bir bombayı daha patlattılar. Hemen bir hafta sonra bu kez gene Kuzey İrlanda’da Newtownhamilton’daki bir karakol önünde bomba yüklü araba patlatıldı, sadece iki polis yaralandı. Haziran 2010 ayı içerisinde ise 136 kilo ağır patlayıcı yüklü bir araç gene Kuzey İrlanda’daki sınır köyü Aughnacloy’da polis tarafından bulundu. 

11 Temmuz 2010’da Belfast’ta gene IRA’nın kalesi olarak nitelenen Ardoyne bölgesinde Protestanların geleneksel, ancak Katolikleri tahrik eden yürüyüşünün ardından 4 gün süren bir kargaşa çıktı. Protestanlar tarafından geleneksel şekilde her yıl 12 Temmuz’da düzenlenen, Protestan Kral William’ın 1690’da Katolik rakibini üstünlüğünü simgeleyen yürüyüş üzerine çıkan kargaşada 82 polis yaralandı. Göstericiler polise taş, şişe ve Molotof kokteyl, polis de lastik mermi kullandı. 100’den fazla gösterici tutuklandı. 


[1] İRA’nın tasfiyesi ile ilgili dipnotlu ve kaynakçalı metnin orijinali için bkz: Celalettin Yavuz, Terör ve Terörizmle Mücadele – ‘PKK Özeli’ ve Çözüm Arayışları, Berikan Yayınları, Ankara, 2011, s. 63-82.

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=9778


***