Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

2009-2014' E KÜRT SİYASETİNE BİR YOLCULUK VE ÖCALAN'LA 26 NİSAN'DA YAPILAN GÖRÜŞMENİN DEĞERLENDİRİLMESİ

2009-2014'E KÜRT SİYASETİNE BİR YOLCULUK VE ÖCALAN'LA 26 NİSAN'DA YAPILAN GÖRÜŞMENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 27.04.2014 2009-2014 Anayasa Mahkemesi tarafından 2009 yılının son ayında kapatılan DTP'den sonra KSH'nin gideceği adresin ne olacağı tartışılıyordu. Diyarbakır merkezli KCK Operasyonları en yoğun şekilde devam ederken, gazetecilerden avukatlara kadar yapılacak operasyonların hazırlığı tüm hızıyla devam ediyordu. Gözler, partisi kapatılan DTP milletvekillerinin üzerindeydi. Genel kanı, milletvekillerinin sinne-i millete dönecekleri yönündeydi. Milletvekillerinin sinne-i millete dönüşünün siyasal sonuçları hem KSH açısından hem de devlet açısından ağır olabilirdi. Habur'a kadar getirilen ancak Habur'un yönetilememesi nedeni ile bir tarafa bırakılan süreç böylece geri gelmeyecek şekilde gündemden çıkabilirdi. KCK operasyonları, DTP'nin kapatılması gibi uygulamalar devletin tavrını net olarak ortaya koyuyor idiyse de devlet eskisinden farklı, ince bir politikayı da yedeğinde bulunduruyordu. O dönemin genel kurmay başkanı Başbuğ bunun ipuçlarını veriyordu. Başbuğ'un en önemli özelliği, Kürt sorununa ilk kez siyasi teşhis koyan asker olmuş olmasıydı. Ona göre, devlet PKK'yi dağda 7 kez yok etmişti. Ancak 7 kez de örgüt yeniden doğmuştu. Örgütün savaşla bitmesi mümkün değildi. Örgütün dağdan indirilmesi gerekiyordu. Bunun için de siyasi kanalların açık tutulması gerekiyordu. 2009'da Öcalan'ın çağrısı üzerine DTP Milletvekillerinin BDP'de devam kararları yeni dönemin işaretiydi. Bu dönemin en önemli özelliği, "terörle mücadele, siyasetle müzakere" şeklindeydi. Ancak her ikisini ayırmak kolay değildi. Siyasetle de mücadele verilmeye devam ediyordu. Bunun ince, ayarlanmış yöntemlerle yapıyordu. Öcalan'ın ilişki kanalları etki altına alınmıştı, Öcalan'ın görüşleri sanki yanlış aksettiriliyor anlamında görüşler ileri sürülüyordu. Özellikle Silvan olayından sonra avukatlarla yapılan son görüşmeden sonra bir daha avukat görüşünün olmayışı, sonrasında avukatların tutuklanması dönemin yeni karakterini açığa vuruyordu. Bir süre boyunca kamuoyuna yansıtıldığı kadarıyla bir yıla yakın bir süre boyunca bir kez aile görüşü dışında Öcalan'la hiç bir görüşme yapılmadı.
Öcalan'ın son görüşmesinden çıkan önemli sonuçlarından biri de DTK'nın geleceği ile ilgilidir. Kürt sorununun çözümünün demokratik özerklikten Yerel Yönetimler Özerklik yasasının çıkarılması kadar çıtanın aşağıya çekildiği çekildikçe 2009'da DTK'ya uygulanan sınırlama yeni bir boyut kazanarak siyasi bir topluluk olan DTK'nin sivil toplum örgütüne dönüşecek olmasıdır. İnanç komitesinden, tarım işçileri komitesine kadar değişik meslek ve siyasi yapıların içinde yer aldığı DTK'nın kongre tarzı örgütlenmesi böylece tarihe karışmaktadır. Halkların Demokratik Kongresinin ise ne olacağı merak konusudur. Milletvekili ve belediyelerin HDP'ye katılmasıyla birlikte HDK'nin de DTK gibi sivil topluma geri dönüşümüne katılmasından başka bir sonuç beklenmeyecektir.

Öcalan'ın 26 Nisan 2014 tarihli görüşmede dile getirdiği "derinlikli çözüm imkanları da çatışma olasılığı da devrededir." Demiş olması daha önceki görüşmesinde dile getirdiği "araf" söylemine benzer bir söylemdir. Bunun ağırlık noktasının çözüm imkanı yönünde olacağı görülmektedir. Çünkü süreci getirdiği yön itibarıyla pişman olmadığını söylemekle niyetini ortaya koymuştur. Yine her iki tarafa seslenme şeklindeki duruşu ile taraflar üstü olduğunu da söylemeye devam ediyor. Bu da sürecin devam edeceğini gösteriyor. Öcalan, sürecin ilerlememesini sadece hükümete yüklemiyor. Tarafları uyarmakla sürecin ilerlememesinde KSH'ne de gerekli göndermeleri yapıyor. KCK Eş Başkanı Cemil Bayık'ın Newroz'daki konuşmasında bu yönde öz eleştiriler vardı. Öcalan'ın son açıklamasında geçen "çözümün yeni formatı" ne demektir? Format, kelime anlama olarak özü koruyup bozulan biçimi yeniden biçimlendirmek, şekillendirmek demektir. Sürecin ana aktörleri olan Öcalan ve Erdoğan öz olarak önceki dönemden daha çok süreç üzerinde hakim olacaktır. Hatta Erdoğan, MİT yasasını çıkararak konumunu hukuksal yönden güçlendirmiştir. BDP'lilerin HDP'ye geçişiyle birlikte mecliste bazı yasal düzenlemeler gündeme gelebilir. Ancak daha önceki deneyimlerden anlaşılacağı gibi bunun kolektif haklar şeklinde değil de bireysel haklar şeklinde olacaktır. Tam bu sırada Cemil Bayık'ın "Kürt halkının bu hükümetten Kürt sorununu çözecekmiş beklentisi bir gafleti ifade edebilir." beyanı ne anlama geliyor? Qandil ile İmralı arasında çelişki mi var? Soruları sorulabilir. Her şeyden önce Qandil'in rahat olduğu söylenemez. Irak merkezi hükümeti ile KBY arasındaki sorunlar, KBY-Rojava çekişmesi, Rusya-ABD çekişmesinin bölgeye yansımaları, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik "Suriye ile savaştayız" beyanı ile birlikte değerlendirildiğinde KCK'nin içinde bulunduğu pratik ve üzerindeki yükün ağırlığı nedeniyle sırf Öcalan'ın istemleri var diye dönüş yasası çıksa bile dönüşün o kadar kolay olmayacağı görülüyor. Olsa olsa PKK güçlerinin ateşkesi sürdürüp sınır dışına yeniden çıkışların olması şeklinde olabilir. Ortadoğu'da en küçük azınlık veya dini grupların giderek silahlandığı, çetelerin giderek türediği bir ortamda hiçbir güç var olan gücünü dağıtma yoluna gidemez. Bundan sonraki süreçte hiç kimse PKK'ye silah bıraktırma karşılığında bazı hakları tanıyacağını da söyleyemez. Nasıl ki, Suriye'de şu veya bu şekilde bir düzenin kurulduğu düşünüldüğünde bunun sonucunda YPG'nin dağıtılması nasıl söz konusu olmayacaksa HPG'nin dağıtılması da söz konusu olmayacaktır. Öcalan-Erdoğan müzakereleri bu yönlü devam edecekse bunun başarı şansı yoktur. HDP'nin bunun bilincinde olması zorunludur. Süreç devam edecek ancak tarafların süreçten beklentileri farklı oldukça, çözüm her zaman olduğu gibi olmayacaktır.
Ateşkes konumunun sürdürülmesi konusunda üç kritik noktada gerilim sürekli yükselmektedir. Diyarbakır Lice, Hakkari Şemdinli ve Dersim'de yapılan kalekollara karşı gösterilen tepkiler her an çatışmaya dönüşebilir. Özellikle inisiyatif veya gençlik hareketi olarak kendisini gösteren özerk grupların kontrolü zora girdikçe geri dönülmez sonuçlara neden olabilir. İlk kez çatışmanın olmadığı bir ortamın seçim sonuçları üzerindeki etkileri belirlenmelidir. Çözüm süreci boyunca yer yer çatışma ihtimali olan Hakkari, Şırnak ve Diyarbakır'da BDP'nin oylarındaki düşüşün bununla ilgisi nedir? Çatışma ihtimali hiç olmayan veya az olan Urfa, Ağrı, Erzurum'da BDP'nin oylarının artışı nasıl izah edilebilir? KSH'nin seçim sonuçlarını her yönden analiz etmeleri gerekli olduğu halde daha fazla merkeziyetçi bir bakış açısını ön plana alıp konuyu BDP'den HDP'ye geçişe odaklamaları seçimlerin gerçek anlamda analizini ikinci plana atılmaktadır. İki farklı parti olarak seçimlere giren BDP ve HDP'nin genel kurullarının formalite icabı toplanıp önceden alınan kararları onaylamak için toplamaları bu partilerin genel kurullarının ne kadar güçsüz olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Legal Kürt siyasetinin kendi içinde bu kadar demokratik yoksunluk içinde oluşu KSH'nin geleceği için tehlikelidir. Hele hele kuruluş süreci on yılı bulan HDP konusunda bu kadar ani karar vermekte neden acele ediliyor? ***

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 
 
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ, SÜREÇ ,BARIŞ  SÜRECİNDE , SORUNLAR , ÇÖZÜMLER, Feyzi Çelik , Öcalan, Kürdistan , Anadolu,

21 Mart 2013 Çok önemli bir gündür. Milyonların huzurunda yapılan çağrı ile demokratik siyasete geçildiğinin ilanıdır. Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “Demokratik siyaset”

Esasında yüzyıllara dayalı Kürt sorunun son otuz yıllık dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin demokratikleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu en çok dile getirenler de Kürt siyasal hareketi olmuştur. 1993’te Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde PKK’nin ateşkes ilan ederek barışta istekli olduğunu göstermiştir. 

Bu çaba o dönemde “derin devlet” olarak ifade edilen güçlerce engellenmiş, telafisi imkansız hasarlara neden olmuştur.
Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşme si ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez. 

Ancak bunu gerçekleştirmeyi sadece Kürt siyasetinden ve AKP’den beklemek yeterli değildir. Demokratik siyasetin anlamlı olabilmesi için toplumun tüm kesimlerini kapsaması gereklidir. Bu da demokratik siyaset aktörleri önünde önemli bir görev olarak durmaktadır. Kalıcı bir barışın sağlanması bu katılımı zorunlu hale getirmektedir. Kürt siyaset çevreleri AKP ile barış görüşmeleri yaparken yalnız bırakılmaması gerekiyor. Silahlı dönemin kapatılıp, demokratik siyasetin yolunun açılması sol, sosyalist ve Aleviler için büyük bir fırsattır. Kürt siyaseti ile bu kesimler arasında oluşturulan ortak payda daha da büyüyecektir. Konuya, AKP karşıtlığı penceresinden bakarak Kürt siyasetinden kaçmamaları gerekmektedir. Bu tavır, klasik laik/ulusalcı tavırdır. Bu da CHP ile birlikte hareket etmek etmenin ötesinde CHP’nin barış süreci içinde yer almayışına da meşruiyet kazandırmaktadır. Halbuki sol, sosyalist ve Aleviler barış sürecine destek verdikçe CHP de destek vermek için cesaret kazanacaktır. Bu da CHP içinde nasyonal solcuların etkinliklerini artıracaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.

Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir. Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin katkısı çok önemlidir. Öcalan’ın İslamiyet konusundaki söylemi bu ülkenin tarihsel bir gerçekliğidir. Bunu ifade etmek sosyalistleri ve Alevileri görmezlikten gelmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda sol ve sosyalistlerin CHP’deki ulusalcı kesimlerin propagandalarından kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Sosyalistler bu sürece destek verdikçe CHP de tavrını değiştirebilir. Çünkü CHP içinde de çözüm yanlısı geniş bir kesim var. Bunların sesinin etkili olması sol ve sosyalistlerin sürece desteklerini açıklamakla mümkün olacaktır.
En iyi barış kalıcı olan barıştır. Kalıcı barışın olabilmesi için toplumsal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Otuz yılı aşkın süre devam erden çatışmalı ortam toplumun tüm kesimlerini etkiledi. Şu veya bu şekilde bundan zarar görenler oldu.
1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, göz altında işkence ve kaybetme ler, köy boşaltmaları, yargısız infazlar Kürt toplumunun hafızasında kalıcı izler bıraktı. Türk toplumu daha çok sorunu asker ölümleri çerçevesinde hissetti. Kürtlere karşı yapılan hukuksuzluklar görmezlikten gelindi. Devlet, yoğun propaganda ile bunun anlaşılmasını önledi. Bu aynı zamanda savaşın sürmesinin zemini oluyordu. Türk halkı bu hukuksuzluk ve haksızlıkları kendi yüreğinde hissetmiş olsaydı barış daha erken gelirdi. Oluşturulan akil insanlar heyeti çoğunlukla ılımlı insanlardan oluşsa çoğu yerde saldırı ve hakaretlere maruz kalmaları Kürtlerin acısını hissetmemekle ilgilidir.

Kayıplar, cenazesi bulunmayanlar bu toplumun yarasıdır. Bunların sorumluları da bilinmektedir. Ortaya çıkarılmaları gereklidir. Böylece hukuksuzluklar ortaya çıkacak, hukuksuzluklar ortaya çıktıkça bu yapılanlardan dolayı özür/tazminat vs yoluna gidilmelidir.

Tetikçilerin korunmaya alınması, yaptıklarını itiraf etmesi için gerekli ortamın oluşturulması, Kürt toplumunun yaşadığı yarılma ve travmayı Türklerin de anlaması, empati ile bakması için kirli savaş döneminin deşifre edilip Türk halkına anlatılması, buna uygun bir dilin yaratılması, Adalet, sadece mağdurlar için değildir. Olayların faillerinin dahi huzura ihtiyacı vardır. Şu ya da bu şekilde çatışmalı süreç içinde yer alanların yaptıkları hukuksuzlukların hesabını verebilmeleri onlar için de geçerlidir. Onların vicdanen huzura kavuşmaları için yüzleşmeye onların da ihtiyacı vardır. Vicdan azabı çekip de bunu dile getirmek isteyenlere bu imkan oluşturulmalıdır.

Geçmişin hukuksuzlukları nın açığa çıkarılması yaraları kaşımak, külleri karıştırmak anlamında değildir. Tersine, bunların üzerine gidilmesi sorunun bir parçasıdır. Bunları ileri sürmek sorunun çözümünü zora sokmak değildir.

Toplu mezarların yerleri devlet kayıtlarında bellidir. Bunların ortaya çıkarılması, toplu mezarlarda bulunanların kendi mezarlarına kavuşabilmeleri sağlanmalıdır.
Amaç silahların susması, cenazelerin gelmemesi amasız bir barış istemektir.
Sıcak çatışma alanları dışına sıçrayarak insani ve toplumsal tahribata yol açan silahlı çatışma  toplumun geniş kesimlerini etkiledi.

Çatışmanın gerçek öznelerinin taleplerinin görmezlikten gelindiği, katılımın sağlanmadığı çözümler yeni sorunları, acıları, toplumsal çatışmaları içinde taşırlar, yeni çatışmalara zemin oluştururlar.

Çatışmanın çözümünü ateşkes/silah bırakma veya şiddetin bitirilmesi ile sınırlamak soruna güvenlik merkezli bakmak anlamına gelir. Bu şekilde oluşacak barış kalıcı bir barış olamaz. Gerçek kalıcı barış için sorunun gerçek anlamda çözümü ile mümkün olacaktır. Önce güvenlik sağlansın barış güvenlikle birlikte gelecek anlayışı bir anlamda güçlü tarafın kendi iradesini karşı tarafa kabul ettirmesidir. Bir anlamda boyun eğdirerek barışın sağlanması anlamına gelir ki bu negatif bir barış yaklaşımına neden olur. 

Türkiye toplumunun ihtiyacı beraber yaşamayı kalıcı hale getirmektir. Çatışmalı ortam nedeniyle oluşan tahribatın onarımının amaçlanması önemlidir.  Bunun için de pozitif barış anlayışının gereği olarak barış sürecinin ahlaki, hukuki, siyasi, psikolojik boyutuyla ele alınmasını gerektirmektedir. Bu barış süreci için gerekli olan toplumsal dönüşümün sağlanması anlamına geliyor. 

Bu da barışın içselleştirilmesi, herkesin tatmin edilerek yeni çatışma tohumlarının olmaması anlamına geliyor. Özelikle çatışmalardan doğrudan etkilenen kesimlerin ihtiyaçlarının öğrenilmesi, taleplerinin dinlenmesi, etkilemeden dolayı oluşan yaralarının sarılmasını gerektirir. Onlardan uzaklaşmak değil, onların yaraların sarılması amacı samimi bir şekilde ortaya konuldukça güçlü barışın oluşacağının bilinmesi gereklidir.


***


ÖCALAN’IN ÇAĞRISI VE YENİ DÖNEME DAİR BİR DEĞERLENDİRME.,

ÖCALAN’IN ÇAĞRISI VE YENİ DÖNEME DAİR BİR DEĞERLENDİRME.,


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
01.04.2013 
 
Günler önceden yapılacağı söylenen çağrı 21 Mart 2013 günü Diyarbakır’da milyonların katıldığı Newroz’da yapıldı. 
Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. 
Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “ Demokratik siyaset ”
Abdullah Öcalan 2013 Newroz’unda yaptığı çağrısında “Zağros ve Toros dağ eteklerinden, Fırat ve Dicle nehir vadilerine; Kutsal Mezopotamya ve Anadolu topraklarından tarım, köy ve şehir uygarlıklarına ANAlık eden halkların en eskilerinden olan Kürtler sizlere selam olsun...” diyerek,  Kürtlerin tarihsel gelişimi ve uygarlığa katkısı vurgulamıştır. Coğrafi olarak da Kürdistan’ı tanımlamıştır. Kürdistan’ın bütünlüğü başta Anadolu ile yakın ilişkisini ortaya koymuştur.
Kürt-Türk kardeşliği Dicle ve Fırat’ın Sakarya ve Meriç, Ağrı ve Cudi’nin Kaçkar ve Erciyes benzetmesi üzerinden verilmiştir. Kültürel kardeşlik de Halay ve Delilo’nun Horon ve Zeybek’le yakınlığıyla vurgulanmıştır.
Siyasi baskı ve dış müdahalelerle birlikte yaşayan toplulukların birbirine düşürüldüğü tespiti yapılmıştır.
Arabi, Türki ve Farisi toplulukların ulus devletlerini oluşturmaları doğru bir tespittir. Kürtlerin ulus devletinin dahi olmadığının da vurgulanması gerekmekte dir. Kürdistan’ı dört parçaya ayıran Türk, Arap ve İran’ın bu yönünün vurgulanmayışı tarihsel bir eksikliktir. Ulus devletçik ibaresi bu topluluklar için hafif kalmaktadır. Ulus devletçik denilmesi Güney Kürdistan’dan söz edilmek isteniyorsa Güney Kürdistan’ın bağımsız/ulus devlet olmadığı, Irak’ın bir parçası olup federe bir devlet olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Federe bir bölge olsa bile farklı etnik köken ve inançlara saygının esas alındığı bölgesel yönetimin bu özelliğinin unutulmaması gerekir. Ayrıca Güney Kürdistan mücadelesinin köklü geçmişi, diğer parçalara verdiği ilham da göz önünde bulundurulmalıdır. İşgal altında olup da özgürlük ruhunun her zaman canlı tutulduğu, kültürel kazanımların korunduğu en önemli parça olduğunun da unutulmaması gerekmektedir.

Kürdistan’ın bölünüşünün arkasında, emperyalist müdahalelerin olduğu tarihsel bir olgudur. Ancak baskıcı ve inkarcı anlayışların kaynağının bu şekilde gösterilmiş olması hatalı olmuştur. Emperyalistlerin bölgeyi terk etmesinden sonra da Türk, Arap ve İran devletleri arasında anti-Kürt anlaşmalarının (Cento, Sadabat Paktı vs) yapılmış olması bölüşümün emperyalist müdahalelerden öte bir anlam taşıdığı görülmelidir.

Sömürünün yeni biçimleri, küresel gücün etkinliği halkların ve yoksulların aleyhine artarken halklar arasındaki birlik ve bütünlük tersine bozulmuştur. Sömürücü, baskıcı ve inkarcı anlayışlar biçim değiştirmiştir. Başkaca araçlarla kendisini dayatmaya devam etmektedir. Ortadoğu ve Orta Asya halklarının uyanışından çok yerel boğazlaşmaların, etnik, dinsel ve mezhepsel boğazlaşmaların geldiği nokta dikkate alındığında bu halkların uyanışından ve birbirleriyle savaşmayı bitirdiğini söylemek çok büyük bir iyimserliktir. Irak ve Suriye’nin durumu ortadadır. Afganistan ve Pakistan’ın durumu, Mısır’daki çatışmalı durum tehlikenin varlığını göstermektedir. Bu durumda Kürtlerin kendi içlerindeki bütünlüğünün korunması ve yaşamasının önemi ortaya çıkıyor. Kürdistan’ın kan banyosu haline gelmemesi tüm Kürtlerin çabası olmalıdır.

PKK ve onun lideri Abdullah Öcalan’ın direnişi ve isyanı sadece sömürgeci, baskıcı, inkarcı anlayışa karşı olmakla sınırlı değildir. Başta Türk devleti olmak üzere Kürdistan’ı paylaşan diğer devletlerin Kürtleri siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kodlarını değiştiren, yeni bir form vermek anlayışına karşı bir isyan olarak çıksa da bunun tarihsel köklerinin olduğunun unutulmaması gerekir. Bir yüz yılda yok sayılan Kürt halkının Koçgiri’de başlayan ayaklanması, Şeyh Sait’le kısa bir moladan sonra Ağrı İsyanlarıyla isyan ruhunu devam ettirmiştir. PKK isyanının bu üç isyanın bir devamı olduğu, en büyük ve kapsamlı isyan olduğunun bilinmesi gerekiyor. Kişisel kahramanlar her isyanda olmuştur ve bunlar isyanının simgeleri haline gelmiştir. Gelinen aşamada silahlı isyanın amacına ulaştığını söylemek her şeyden o siyasal hareketine ve liderlerine aittir. Buna herkes saygı göstermek durumundadır. Onun yerine geçip silahlı mücadeleyi bırakıp siyasal mücadeleyi tercih etmesini eleştirmek ahlaki de değildir. Köklü bir partiden söz ediyoruz. Örgütlülüğü ve mücadele gücüyle Kürt hareketine kazandırdığı çok şey vardır. Gelinen aşamada silahlı mücadelenin bırakılmasına karar verilmesi bu mücadeleyi veren hareketin doğal bir tercihidir. Unutulmamalı ki Kürdistan’ın dağları hiç kimsenin tapulu malı değildir. Kürt halkı yeniden silaha sarılma ihtiyacı duyarsa Kürdistan dağları onlara kucağını açacaktır. Bunu en iyi bilmesi gereken de Türk devletidir.

“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” çağrısı önemli ve tarihsel bir çağrıdır. Kürt siyaseti, demokratik siyasetle içe içedir. Önlerinde büyük bir tecrübeleri vardır. Kürt demokratik siyasetini yasaklayan mevcut uygulamalar olduğunun vurgulanması gerekiyor. Hiçbir halk, topluluk veya sınıf durup dururken demokratik siyaset hakkından uzak duramaz. Hepsi de demokratik siyaset olarak tarih sahnesine çıktılar. Kürtler, herkese demokratik siyasetin gücünü TBMM’de grup kurarak, yüzlerce belediyeyi kazanarak gösterdiler. Demokratik alanları onlara dar eden, onları takibata maruz bırakan, tutuklayan hep mevcut sistem oldu. Kürtlerin demokratik kolektif haklarını kullanımını engelleyen uygulamaların mutlaka kaldırılması gerekiyor.
Kürt Sorunu öncelikle siyasal bir sorundur. Siyasal alandaki çözümle birlikte sosyal ve ekonomik sorunların da çözüm yoluna gireceğinin bilinmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Öcalan’ın çağrısında geçen “demokratik haklar, özgürlükler, eşitliği” esas alan çağrısının muhatabının devlet olduğunun bilinmesi gerekiyor ve onlara diyor ki, demokratik hak ve özgürlükler herkesin eşitliğinin kabulü ile mümkün olacağının üzerinde duruluyor. Eşitlik vurgusu bu anlamda önemlidir nihayetinde demokratik temsilin sağlanması bunun yoludur. Bu haklar demokratik temsilin sağlanışı ile mümkün olacaktır.

Öcalan 2013 Newroz’undaki çağrısında verilen mücadelenin boşuna olmadığını, bunun sonucunda Kürtlerin öz-benliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandığı vurgulamalarıyla silahlı mücadele yönteminin kazandırıcı ve devleti zorlayıcı etkisinin üzerinde durmuş, bu uğurda mücadele edip şehit edilenlerin asla unutulmadığı üzerinde özellikle durmuştur.

"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun" diyerek silahlı mücadelenin amacına ulaştığını belirtmiştir. Öcalan bu çağrısını Newroz meydanında Kürdistan’ın, Türkiye’nin ve Dünya’nın her yerinden gelmiş büyük bir topluluk önünde yapmış, televizyonlardaki canlı yayını izleyenlerin sayısı da dikkate alındığında on milyonlarca kişinin huzurunda bu sözü vermiş, milyonların şahitliğinde bunu yapmıştır. Öcalan’ın çağrısı Kürt hareketi için stratejik bir değişimin eşiğini ifade ediyor. Silahsızlanmakla sonuçlanacak bu sürecin silahlı gücün derhal Türkiye sınırlarının dışına çıkarılmasını içeriyor. Silahlı güçlerin sınır dışına çıkarılması, orada sürekli bulundurulması söz konusu değildir. Müzakerelerin geldiği aşama ile eş zamanlı olarak bu silahlı gücün silahları tamamen bırakacağı ön görülüyor. Bu silahsızlanmanın kayıtsız şartsız olacağı anlamına gelmemektedir. Unutmamalıdır ki, silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi bir anlamda gelişecek süreçte bir garanti rolü oynayacaktır. Yönetimin demokratik seçimlerle belirlendiği, ileriki süreçlerde kimin siyasal iktidara geleceği belli olmadığından dolayı Kürt hak ve statüsünün anayasal güvenceye alınması müzakerelerin en can alıcı bölümünü oluşturacaktır. Bu aynı zamanda sürecin bu aşamasında rol oynayan gerilla ve gerilla komutanlarının konumuyla da doğrudan ilgilidir. Onların konumu da mutlaka ele alınacaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.
Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Öcalan’ın çağrısı çok kapsamlıdır. Siyasi çerçevesi de Demokratik Modernite Sistemidir. Tüm ezilen halklara, sınıflara, kültürlere, kadınlara, ezilen mezheplere, tarikatlara, işçi sınıfına, kısaca dışlanan herkesi bu sisteme katılmasını istemiştir. Reel sosyalizmin çöküşü, alternatif olmaktan çıktığı bir süreçte Kürt hareketinin getirdiği çerçeve küçümsenecek bir çerçeve değildir. Öcalan’ın çağrısı bu çevrelerin birlikteliğinin sağlanması çağrısı olup, çağrının en önemli ayaklarından biridir. Eski oligarşi/yeni oligarşi kapışmasında ezilenlere üçüncü bir yolun olduğunun gösterilmesidir. Bu nedenle Öcalan’ın çağrısının sadece PKK veya Devlete yönelik bir çağrı olmadığının görülmesi gerekiyor. Bu çağrıdan herkesin kendisine pay çıkarıp katkı vermesi gerekiyor. Bu katkının örgütlülükle oluşabileceğinin de farkındadır.

Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. 
  Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir.

Öcalan, “baskı, imha ve asimilasyonu, dar bir seçkinci iktidar anlayışı, inkarı” kapitalist modernitenin sonucu olarak görmektedir. Bunun çözümünün de demokratik modernite olduğunu söylemektedir. Ona göre zulüm cenderesinden kurtulmak için ortak hareket etmek gerekiyor. Ortadoğu’nun iki  stratejik gücü olan Türkleri ve Kürtleri birlikte hareket etmeye çağırıyor. Bu aynı zamanda Türkiye’deki savaşı bitirdiğinin ilanıdır. Ancak bu birliktelik eşitliğe dayalı bir birliktelik olmalıdır. Öcalan, “kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde” ibaresini kullanarak farklılığın korunması gerektiğini, kucaklaşma ve helalleşmeden söz ederek barışın yolu açılsın demiştir.
Çanakkale, Kurtuluş Savaşı, 1920 meclisinin açılışındaki birliktelik, Misak-ı Milli vurguları ortak geçmişin mirası olduğu, bunun üzerinden birlikteliğin tarihsel ve toplumsal temelinin sağlamlığına dikkat çekilmiştir.

“Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” Çağrısı Öcalan, Misak-Milli üzerinde özellikle durmuştur. Yıllardır yaşanan ve halen devam eden sorun ve çatışmaların nedeni olarak parçalanmayı görüyor. Bunu aşmak için Suriye ve Irak’ta ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir "Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşma çağrısı yapmaktadır. Bu aynı zamanda Öcalan’ın Demokratik Konfederal sisteminin bir gereğidir.

Öcalan’ın çağrısında “Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz.” Cümlesi ile Diş işleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 15 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı  "Burada 2 yol var. Ya Türküyle, Kürt'üyle, Arnavutluyla, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar” konuşma ile benzerliği dikkat çekicidir. Yeni dönemin ruhunun anlaşılması bakımından bu benzerlik üzerinde durmak gerekiyor. 

“Zamanın ruhunu okuyamayanlar, tarihin çöp sepetine giderler. Suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenirler” tespitini de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Bu dönemde Obama’nın İsrail ve Filistin ziyareti, İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi hususlarını da dikkate alındığında Öcalan’ın çağrısının Ortadoğu’daki değişim ve yeni dengeleri okumakta ustalığını da göz önüne seriyor. Bu aynı zamanda CHP’ye, MHP’ye ve ulusalcı kesimlere de bir uyarıdır. CHP ve onu hakimiyeti altına almış bulunan nasyonal sol anlayışı “anti emperyalizm” adı altında Kürt düşmanlığı yürütmektedir. Sorunu bir Türk sorunu şekline sokup tıpkı 2009 yılında Habur sürecinde olduğu gibi engeller çıkarmaya çalışıyorlar. Gelinen aşamada bunun başarılı olmadığı ortaya çıkıyor. Bu nedenle “suyun akışına direnenler, uçuruma sürüklenir” söylemi burada yaşam buluyor. Oysa Kürtlerin demokratik haklarına kavuşması, Türklerin bir kaybı değildir. Tersine Kürt haklarının tanınması Türk’ü de özgürleştirecektir.

Öcalan, Batı’ya atfen kapitalist moderniteyi sorunların kaynağı olarak göstermekle birlikte Batı’nın çağdaş uygarlık değerlerini kabul ettiklerini, aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerleri benimsediklerini, bunları kendi değerleriyle sentezlemek yanlısı olduğunu belirtmiştir. Öcalan’ın Batı ile ilişkilerle ilgili bu istemi Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileriyle paralellik göstermektedir. Bilindiği gibi “Batı’nın tekniğinin alınması, kültürünün alınmaması” tartışmalarına varan tartışmalar iki yüz yılı aşkın süredir tartışılmaktadır. Aslında Öcalan bu tartışmaya girerek küreselleşmeye karşı olmayacaklarını, evrensellik formatı adı altında gereklerini yerine getireceğini söyleyerek bundan sonraki pratiklerinde Batılı değerlere açık olacaklarını söylemeye çalışıyor. Nitekim bu çağrıdan sonra Batılı önemli devletler ve Avrupa Birliği Öcalan’ın çağrısını destekleyecek açıklamalar yapmışlardır. Bu aynı zamanda Batı demokrasisini esas alınması olup, Kürtlere bu çağrıyı yaparken Avrupa değerlerini dikkate aldığını göstermiş oluyor. Ve bunu “büyük demokratik hamle” olarak adlandırıyor.

***

Gezi'yi Geziciler bile unuttu. O hala unutmadı.

Gezi'yi Geziciler bile unuttu. O hala unutmadı.

Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ

ÖNSÖZ

PKK’nin kuruluşu olan 1978’den 2018’e kadar kırk yıllık bir süre geçti. 1984’de başlayan çatışmalı ortamın yerine barış ortamının gelmesi için bir çok girişimde bulunuldu. Bu girişimlerin en önemlileri AKP hükümeti döneminde oldu. 2009’da Oslo Süreci olarak başlayan süreç 2011-2012 yıllarındaki çatışmalardan sonra 2013 yılının başında Çözüm Süreci adı altında gündeme geldi. En önemli barış süreci de bu dönemde oldu. Kürt Siyasal Hareketinin çok önem verdiği bu süreç 2015 yılında yerini çatışmalı bir sürece bıraktı. 

Bir tıkanma vardı karşılıklı güvensizlik ve beklentilerdeki farklılıklar ilkin kendisini Kürt hareketinin gençlik örgütlenmesinde gösterdi. Lice ve Cizre örnekleri. Bunlar sıkıntı vermeye devam ediyor. Bazen heykel tartışması, bazen de yüzü maskeli gençlerin kimlik kontrolü haberleri eşliğinde. 

Bu gibi olayların, siyasi karar vericilerin kendi kitlelerini beklenti içine sokmalarından ileri geliyor. Beklentinin insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi olayları geri dönülmez bir noktaya götürebiliyor. 

Aslında sorunu örgüt/hükümet çerçevesinden kurtarmak gerekirdi Erdoğan ve süreci yönetenlerin(?)  hatası akil adamları kısa sürede devre dışı bırakmasıydı. Üçüncü bir denetim gücü olmalıydı. Denetim veya izleme ne denilirse denilsin, bunun hukuksal çerçeveden yoksunluğu da ayrı bir garabet olarak duruyordu. 

İki liderin "Sözüne" güven ve bağlılığın temel alınması en büyük zorluktu. CB seçimlerinden önce çıkarılan çözüm süreci çerçeve yasası da bir türlü somutlaşmayın ca, beklentiler, kitleler tarafından oyalanma şeklinde algılanmaya başlandı. Birbiriyle ilgili konular arası bağlantılar yok sayılırken, birbiriyle ilgili olmayan konular bağlantılı gibi gösterildi. Bu da ikili(?) arasındaki sorunlara bakış açısını derinleştiriyor. Bakış açısındaki derinleşmenin daha da büyümesi veya yakınlaşmaması açısından bundan sonrasını AKP için iyi görmüyorum.Dolayısıyla Kürt hareketi için de.
Hükümet Öcalan'a imkansızı yap! diyor; Ondan, yüksek hızla koşan atı durdurmadan binmesi isteniliyor. O atı durdurmak o kadar kolay değilken, bir de ona binmenin zorlukları ortadadır. At durmayınca, ata da binilmeyince de suçlu da o ata binmesini isteyenler değil de, ata binemeyen şimdi de suçlu ilan edilince, gerçek niyetin ne olduğunu siz düşünün tıpkı iyi bir yüzücüyü içinde yeterli su bulunmayan havuzda yüzmeye zorlamak gibi. Bir zamanlar aynısının yapılması Filistin Halkının lideri Arafat'tan da istenilmişti. Arafat koşan atı yakalayamadığı gibi düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü. 
Bunun en önemli sonuçlarından biri de tüm enerjinin buraya kanalize edilip, siyasi karar vericilerin devre dışında kalmasının oluşturduğu tehlike ve en önemlisi inisiyatifsizliğin hareketi hareketsizleştirmesi. Başka bir deyişle, Kürtlerin siyasi mekanizmaları işlemiyor günübirlik hareket ediliyor AKP'de de benzer durum var. Kişiye bağlılık (Öcalan/Erdoğan)

"Sorunu Erdoğan çözer" görüşü çökmüş durumda. Siyasal ve hukuksal mekanizmalara ihtiyaç var.  Sorunu halletmek için hiçbir şey yapılmadığı zaman her iki taraf sorunu haletmemek için her şeyi yaparlar. Kürt hareketine katılımlar öncekini katlayarak artarken, hükümet tarafı da "Dağa çıkmış çocuk anneleri" gündeme getirilir. Bir anda yeni gündemler oluşur. Liderler bu gündemi sönümlendirmek/harlandırmakla meşgul olurlar. Bir tür bumerang gibi, çözüm olmadıkça atılan bumerangın atana geri dönmesi durumu. IŞİD ve Kobani'de de böyle. 
AKP konuya algı yönüyle bakıyor, geçmişte denenmiş psikolojik taktikleri uyguluyor. Süreci rahmete doğru götüren de bu. Algı oluşturalım denilirken, sürece ihtiyacı olanların buna inancının tükenmesiyle sonuçlanması. Kürtlere yönelik ırkçılığın zirve yapmaya başlaması. 
Sorun, Erdoğan'ın kendisi. "Gezi hayaleti" onun üzerinden gitmiyor. Gezi'yi Geziciler bile unuttu o hala unutmadı. Bu da onu zora sokuyor. Büyük güçler karşısında bocalıyor, onlara taviz vermekte cömert, güçsüzler karşısında ise cimrileşiyor.  Batı ona, her istediğini yaptırabilecek bir durumda. İçerdeki korkular, onu buna zorluyor, mecbur bırakıyor. 
Kürt siyasetinin bunu iyi görmesi, değişen güç dengeleri arasında iyi karar vermeleri lazım. 

Sürecin geleceği ne olacak? 

Yine başa dönülecek gibi görünüyor: Her iki taraftan biri diğerine yerine getirmesi imkansızı yapmasını istemeye devam ediyor. Bu da işi zora sokuyor. Hükümet tarafı, PKK'den silahı bırakmasını, Kürt tarafı ise Kürtlerin siyasi statü elde etmesini esas alan kolektif hak talebindeki meşru talebini dile getiriyor. Her iki taraf arasındaki bakış açıları arasındaki farklılık makası giderek açıldı. Çözüm süreci çıkmaza girmesine rağmen  çatışmasızlık bir süre daha devam etse de bunun uzun sürmeyeceği kısa bir süre sonra anlaşıldı. Taraflar bir süre “Masayı hiç kimse Devirmeyecek” konumundayken, Mart 2015’te Dolmabahçe’de kurulan masayı Erdoğan son noktayı koydu. O günden itibaren İmralı ile görüşmeler kesildi, HDP’ye savaş açıldı. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları oldu. Barış elçisi Tahir Elçi öldürüldü. Yurtseverliği yoğun Kürt şehirleri yıkıma uğratıldı. 15 Temmuz Darbesi, Belediyelere Kayyum atanması, milletvekili, belediye başkanı ve HDP yöneticilerinin cezaevine kapatılması süreci başladı. Sorunun çözümü iyice zorlaştı. Sorunun çözümü, ancak pratik rolleri oynayabilecek aktörlerin oyuna dahil olmasıyla mümkündür. Bu da toplumun daha fazla rol alması gerektiğidir. 

Feyzi Çelik İstanbul.
2017


***

6 Aralık 2018 Perşembe

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor.. BÖLÜM 1

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor..  BÖLÜM 1 




SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN.,

1920'de imzalanan ve Atatürk tarafından geçersiz kılınan Sevr Anlaşması, hatırlanacağı gibi Osmanlı'nın varlığından beri, Batı'nın süregelen en büyük özlemlerini resmi olarak Türk milletinin önüne koymuştu. Ortadoğu'yu, Arap Yarımadası'nı, Balkanları ve Afrika'yı kaybetmiş olan Osmanlı'dan batıda Ege kıyıları talep ediliyor, kuzeydoğuda Ermenistan ve güneydoğuda ise Kürdistan için toprak isteniyordu. TBMM tarafından tanınmaması anlaşmayı rafa kaldırsa da Sevr'in Kürdistan özlemi hiçbir zaman sona ermedi. Çünkü bazılarına göre Mezopotamya, kehanetlerin kalbindeki bir merkezdi ve mutlaka idare altına alınmalıydı. 

Mezopotamya bölgesi, bilindiği gibi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın güneybatısı, Irak ve Suriye'nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Bu bölgenin önemli özelliği ise bölgenin etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafya olmasıdır. Dolayısıyla geçmişten bu yana bir kısım Evanjelik Hristiyanların ve onların politik kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurulabilmesi olmuştur. Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa'nın kayıtsız şartsız müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa'nın tüm isteklerini yerine getiren bir piyon devlet olmalıdır. 
Bu piyon devlet, Batı'ya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak, üsler kurabilmeleri için mükemmel stratejik coğrafya sunacak ve beklenen Armageddon Savaşı için de ortam, imkan ve mekan oluşturacaktır.
Dolayısıyla Büyük Kürdistan projesi, Sevr'den beri resmi olarak işleyen bir projedir. Kürt nüfusunu barındıran dört ülkeyi hedeflemektedir. İstikrarsızlaştırma planı dahilinde bu hedef, Irak ve Suriye açısından başarıya ulaşmıştır. Irak'ta özerk, Suriye'de ise kantonlardan oluşan bir Kürt yerleşim alanı vardır. Irak'ın her geçen gün daha da karışması Kürt Özerk Yönetimi'nin "bağımsızlık ilan edebiliriz" söylemlerine yol vermiştir. Nitekim Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı takdirde, özerk yönetim Irak'tan bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir. 

Planın ikinci aşaması olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir. Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan etmekte, fakat Suriye'deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu olarak mevcut sisteme geri dönülmektedir. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir husus vardır: Batı ülkelerinin Suriye'deki Kürt bölgesine karşı aşırı hassasiyeti. Bu konu birazdan incelenecektir. 
Hedefin üçüncü ve dördüncü safhası yani İran ve Türkiye ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, istikrarlı ülkeler olmaları bakımından önemli bir sorun teşkil ederler. Dolayısıyla ince plan şu günlerde bu iki ülkeyi dize getirmek üzerine devam etmektedir. Burada konumuz olan hedefin Türkiye yönünü ele alırken bahsetmemiz gereken temel unsur PKK'dır. Çünkü Avrupa ve ABD'nin yıllardır terör listesinde bulunan, Marksist, Leninist, komünist PKK, şu anda Türkiye'yi bölmek için Batı'ya yaranmakta; Batı'nın bazı derin güçleri ise yine Türkiye'yi bölmek için PKK'nın maskesini görmezden gelmektedir. Dolayısıyla karşımızda, PKK'nın Batı'yı, Batı'nın ise PKK'yı kullandığı tehlikeli bir ortam vardır. 

Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor .

PKK'yı, günümüzdeki bazı gazetelerde çıkan yazılardan tanımış olan biri, gerçekte şiddet yanlısı olan bu komünist terör örgütünü kolaylıkla Batı'nın destek vermesi gereken "Kürt savaşçılar" olarak değerlendirecektir. Çünkü uluslararası ana akım medyanın, özellikle son günlerde, PKK'yı takdim edişi bu şekildedir. 

Bunun sebebi çift taraflı bir menfaat alanının doğmuş olmasıdır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye'den Güneydoğu bölgesini koparmaya çalışan komünist PKK ile yaklaşık 100 yıldır bu bölgeyi koparmaya çalışan Batılı derin güçler ortak paydada buluşmuştur. Batı için en büyük itiraz olan "komünizm" faktörü, PKK'nın girdiği sahte kılıklar altında sinsice gözlerden ırak hale getirilmeye çalışılmıştır. Komünist kahpe teröristler yüzlerine maske geçirmiş ve kimlik mücadelesi veren, haklarını arayan emperyalist Kürt savaşçıları görünümüne bürünmüşlerdir. Bu durum Batı'nın işine gelmiş ve PKK'yı hedeflerini gerçekleştirmek için iyi bir koz olarak görmüşlerdir. Nasıl bir belanın içine girdiklerinin farkına dahi varmadan... 

Bu belayı tarif etmemiz şarttır. Çünkü PKK, Kürt kimliğinin mücadelesini veren kahraman savaşçılar falan değil, emperyalist kılığa bürünen, gerçekte HALEN komünizmi yaymayı hedefleyen, Kürtlük veya Kürtler umurlarında bile olmayan Leninist, eli kanlı bir terör örgütüdür. Bölgede yaşayan Kürtler ile PKK'lı teröristlerin arasındaki ayrımı çok iyi yapmak gerekmektedir. 
PKK ile ittifaka girmeyi düşünen bir kısım Batılıların nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu gösterebilmek için PKK'nın emperyalizm maskesini deşifre etmek gerekmektedir. Söz konusu Batılı güçler eğer hala komünizmle mücadeleyi esas alan ideolojilerini koruyorlarsa, şu durumda onlara kötü haber: Kanlı komünistlerle ittifak içindeler!

PKK neden kuruldu?.,

Üniversitelerde bir öğrenci hareketi olarak başlayan ve 1977 döneminde kendilerine Apocular denen PKK hareketi, zaman içinde Kürt Devrimcileri veya Apocular isimlerini bırakarak Ulusal Kurtuluş Ordusu adını almıştır. Zaman içinde sol grupların birçoğu bu örgüt ile çeşitli bağlantılar kurmaya başlamıştır. Çünkü örgütün temel ideolojisi Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. O dönemde söz konusu grubun lideri konumunda olan Abdullah Öcalan'ın şu açıklamaları PKK'nın ilk kuruluş bildirgesi sayılabilir: 

Klasik manada bizler Marksizm ve Leninizm'i araştırıp inceleyeceğiz. Bu ideolojilerin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin genel bir tahlilini yapacağız. Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Türkiye de sömürgeci devlettir. Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçaları da İran, Irak ve Suriye'nin sömürgeci idaresi altındadır.7

PKK'nın amacını açıklayan diğer bir yazılı belge 1978 yılında yayınlanan Kürdistan Devriminin Yolu (Manisfesto) ile Parti Programı'dır. Parti Programı'nda daha doğrusu Öcalan'ın hazırladığı Taslak'ta PKK'nın amacı şöyle özetlenmektedir:

Kürdistan, sömürgeci 4 devlet Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından dörde bölünmüştür. En büyük parça Türkiye Kürdistanı'dır. Burada yarı feodal ilişkiler geçerlidir. Devrimde Türkiye Kürdistan'ı önderlik yapacaktır. Devrimin niteliği ulusun demokratik devrimidir. Asgari hedef, sömürgeciliği yıkarak bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kürdistan devleti kurmaktır. Azami hedef, Marksist-Leninist ilkelere dayalı bir devlet kurmaktır. Devrime öncü güç proletaryadır. Devrimde temel güç köylüdür. Temel ittifak da işçi-köylü-aydın ittifakıdır.8
Aynı dönemde yayınlanan Tüzük ise programda belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için oluşturulacak partinin temel niteliğini açıklamaktadır. Hem Manifesto, hem Program, hem de Tüzük'te kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütün tüm ideolojisi "zor ve sömürge" kavramları üzerine inşa edilmiştir. Buna göre sömürgeci güçlere karşı devrimci şiddet sonuna kadar kullanılmalı ve sömürgeci güçler bu şiddet sonucunda örgütü kabullenmeye zorlanmalıdır.9 Burada, Engels'in "Zor Teorisi" esas alınmış ve Marks ve Engels'in proletarya iktidara giderken şiddetin göz ardı edilmemesine dair ifadeleri yol gösterici kabul edilmiştir.  

Abdullah Öcalan da, bu görüşlere sahip çıkarak şiddetin vazgeçilmezliğini ileri sürmüş ve Kürdistan'da Zor'un Rolü isimli kitabında bu görüşlerini açıklamıştır: 
….Biz gerilla savaşıyla hareketli savaşı bir arada uygulayarak düşmanın askeri üstünlüğünü yok etmeye ve onu daha da geriletmeye ve Türkiye'deki devrimin gelişimini hızlandırmaya çalışacağız. Bu trajik denge aşamasında Kürdistan'da devam eden gerilla savaşıyla hareketli savaş eğer Türkiye'de de gelişmiş bir devrimci savaşla desteklenirse ve Türkiye'de büyük kentlerde dahil olmak üzere bir proletarya ve halk ayaklanması gündeme gelirse bu ayaklanma durumu Kürdistan'a kadar genişletilerek, Türkiye ve Kürdistan'da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek, devrimin siyasi üstünlüğü böylece askeri üstünlüğe de dönüştürülerek burjuva iktidarı yıkılıp devrim zafere götürülebilecektir…10 
"Burjuva"ya karşı "Proletarya diktatörlüğü" isteyen, bunun ancak bir "devrim" ve "terör" yoluyla yapılabileceğini anlatan Öcalan, Marks'ın ideallerini, Lenin'in uygulamalarını tarif etmektedir. Lenin, kendi idealindeki devrimi şu şekilde tarif etmiştir: 

Bir burjuvazi devrimi, proletaryanın çıkarları için kesinlikle gereklidir. Burjuvazi devrimi ne kadar tamamlanmış, kararlı ve tutarlı olursa, sosyalizm için proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi o kadar emin olacaktır. ... Fransızların söylediği gibi işçiler için 'tüfeği bir omuzdan diğerine almak' daha kolay olacaktır. Devrimin sağladığı özgürlük ile burjuvazi devriminin onlara verdiği silahı, burjuvazinin kendisine çevirecekler.11
Felsefesini bu fikirler doğrultusunda belirleyen Öcalan da, Marksist çizgiye gelmesini ve kendisini bu yüzyılın Lenin'i ilan etmesi zihniyetini hiçbir zaman gizlememiştir: 

...Tabii daha sonra tercih Marksizm-Leninizm'e yapılır. Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman) elime aldığım ilk klasiktir. Okuduğumda yastığımın altına koydum ve bu iş burada biter dedim. Sanırım 1969'da Sosyalizm tercihi kesinleşti.12 
Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşa ediyorum. 13
Öcalan, PKK'nın Marksizm-Leninizm geleneği üzerine inşa edildiğini ve bundan sonra da bu ilkeler üzerinde devam edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: 
PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir.14 

Öcalan, 1 Mayıs 1982 yılında yaptığı konuşmasında ise şunları söylemiştir:
Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ... Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı.

Öcalan'ın açık izahları, örgüt Manifestosu, Programı ve Tüzüğünde yer alan bilgilere şöyle bir bakıldığında, PKK'nın nihai amacının, Marksist-Leninist temeller üzerine inşa edilmiş bir Kürdistan oluşturmak olduğu görülecektir. Bu bölgeyi içine alan İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin "sömürgeci" devletler olduğu belirtilmekte ve PKK, hedefini meşru kılmak için sömürge yaklaşımını temel almaktadır. Örgüt mensupları, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerini örnek almakta ve bu hareketleri gerçekleştirenleri müttefikleri olarak görmektedir. Amaçları, "Sosyalist Kürdistan" adı altında kurulan bir bölge içinde "sınıfsız" bir toplum meydana getirmek, komün sistemini oluşturmaktır; manifestolarında bunun için savaş çağrısı yapılmaktadır. 
Bu hedefin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma arzusudur. Bu sebeple Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta varlıklarına karşı çıkılmıştır. Manifesto, asıl olarak Amerikan emperyalist zihniyetini yok etme hedefine odaklanılmıştır. Dolayısıyla Marksist PKK, Marksizm'in gereği olarak emperyalizme ve dolayısıyla emperyalist odak olarak gördükleri ABD'ye şiddetle karşı çıkmaktadır. 
PKK programının "Kürdistan Devriminin Görevleri" başlıklı bölümünde "sömürgeci" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin sunacağı her türlü çözüm arayışlarını (buna bölgesel özerklik de dahildir) reddetmek gerektiği bildirilmiştir. Bu reddedişteki amaç, Türkiye Cumhuriyeti'nin mutlaka parçalanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. 
Manifestoda, Komünist Kürdistan'ı inşa edebilmek için, Türk güvenlik güçlerini kırsal bölgelerden ve Türk-Irak sınırından geri çekilmeye zorlayarak, Türkiye'nin güneydoğusunun bazı bölümlerinde askeri ve politik denetim kurmak hedef olarak belirtilmektedir. Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra, kentlerde saldırılar ve bölge çapında kargaşa ve ayaklanmalar başlatılacaktır. PKK'nın mevcut silahlı güçleri konvansiyonel bir orduya dönüştürülecek ve hedef Türk ordusunu bozguna uğratmak olacaktır. Bütün bunların sonucunda, Türk ordusunun "Kürdistan" olarak nitelendirilen toprakları terk edeceği beklentisi vardır.15
PKK manifestosundaki bu detayları vermemizin amacı, PKK'nın Marksist Leninist bir örgütlenme olarak kurulduğunu gözler önüne sermek ve başta ABD olmak üzere her türlü emperyalist, kapitalist ülke, devlet ve sisteme karşı savaş hedefini gözettiğini belirtmektir. PKK, Türkiye'yi ve Kürtleri barındıran civar ülkeleri "yıkarak" bir komünist devlet kurma azmindedir. Kuruluş amacı budur ve bu amaçtan şimdiye kadar hiçbir şekilde vazgeçilmiş değildir. 
Dünya değiştikçe, Ortadoğu'da sınırlar hassaslaştıkça, güç dengeleri değişim gösterdikçe, PKK yıllar içinde emperyalist bir maske takma zorunluluğu duymuştur. Bunun için sebepler çoktur; bu sebepleri sonraki başlıklarda inceleyeceğiz. Burada özellikle vurgulanması gereken nokta, PKK'nın kuruluş günlerindeki Marksist görünümü ile bugünkü emperyalist maskesinin pek çok ülke ve fikir adamı için aldatıcı olmasını engellemektir. PKK, bugünkü sahte görünümü altında, hala, komünist dünya devleti kurma azminde olan Marksist Leninist bir terör örgütüdür. 

PKK'nın Emperyalizm Maskesi

SORU: Saddam'a razı olmayan Batı, niye Türkiye'nin güçlenmesini istesin ki?
ÖCALAN: Fakat bu bir Kürt özerkliği de yaratır. Türkiye'yi de zayıflatır bu, zayıflatmasını bilir.
SORU: Kürt özerkliği aynı zamanda Türkiye'yi de frenler mi demek istiyorsunuz?
ÖCALAN: Batı yanlısı bir Kürt özerk bölgesi, Batı için Türkiye'yi frenler. Arapları frenler, İran'ı frenler. Bu açıdan Batı, Kürtlerin özerkliğine sevdalanacak gibime geliyor. Bu bölgeyi Türkiye'ye doğru, İran'a doğru yayacaklar. Tabii bu, Batı'nın isteğidir.16 
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Rafet Ballı'ya 1991 yılında verdiği röportajda sarf ettiği bu sözler, aslında konunun özünü anlamak için yeterlidir. Batı'da bir kısım güçler, Türkiye'de Kürtlerin özerkliğine sevdalanmıştır. Bunun hedefi, tam da Öcalan'ın belirttiği gibi Türkiye'yi, Arapları ve İran'ı frenlemek olacaktır. Türkiye'ye ve İran'a yayılmış olan bir Kürt bölgesi tümüyle Batı'daki söz konusu güçlerin isteğidir. Çünkü yukarıda detaylı şekilde bahsini ettiğimiz derin güçlerin çıkarları, buna son derece uygun düşmektedir. 

Söz konusu plan aslında Öcalan tarafından 90'lı yılların başlangıcında keşfedilmiştir. Bu yıllar, PKK'nın Türkiye toprakları üzerinde ciddi kayıplar verdiği, örgütün büyük oranda kan kaybettiği, taraftarlarını yitirdiği ve yeni katılımlar elde edemediği dönemdir. Kendi söylemlerine göre, Marksist ve Leninist bir örgüt olarak yaptıkları eylemler çok büyük oranda kendilerine dönmüş, güçlerini yitirmelerine neden olmuştur. 
Aynı dönem, Körfez Savaşı'nın başladığı ve bu savaşın bir neticesi olarak 36. paralelin kuzeyinde bir güvenli bölgenin inşa edildiği ve Irak Kürtlerinin korumaya alındığı dönemdir. Kan kaybeden PKK, Batı koalisyon güçlerinin Kürtleri koruma altına almasını ve Irak'ta bir Kürt özerk bölge sinyalinin oluşmasını kendisine baz alarak, dev bir taktiksel değişim politikasına yönelmiştir. Bu değişim öylesine kapsamlıdır ki, PKK, Leninist özünü hissettirmeyecek şekilde bir maske takmış, emperyalizm kılıfı altına gizlenmiş ve başta ABD olmak üzere tüm Batı'yı en hararetli müttefiki ilan etmiştir. Öyle ki temel hedefi emperyalizm ve onun başını çeken ABD'yi yok etmek olan PKK, ABD'nin himayesi altına girebilmek için bayrağından söylemlerine kadar her şeyi değiştirmiştir. 

PKK'ya bir Sığınak: 36. Paralelin kuzeyi .,




1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında Irak'tan kaçan Kürt mültecilerin sayısı ciddi anlamda yükselince, Irak-Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturulmuştur. Nisan 1991'de, ABD yönetimi Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölge olan 36. paralelin kuzeyinde, karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulunmuştur. Bu çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Temmuz 1991 tarihinde ise Kürtler için oluşturulan güvenlik bölgesinin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri kuvvetlerinin bulunduğu 77 uçak ve helikopter ve 1862 personelden oluşan Çekiç Güç, Türkiye sınırları içinde konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç'ün buradaki varlığı ile söz konusu Kürt bölgesi özel bir koruma altına alınmıştır. 
Bu dönem, ciddi kayıplar veren ve kan kaybeden PKK'nın mecburi taktik değişiminin başlangıç dönemidir. Güvenli bölge içine alınan ve ABD denetiminde olan 36. paralelin kuzeyi, PKK açısından paha biçilmez bir fırsat olmuştur. PKK bu şekilde, barınacak, güçlenecek, hatta eğitilecek bir alan edinmiştir. Fakat bu imkanlardan faydalanabilmek için "komünizm karşıtı" olan ABD'nin gözüne girecek bir şeyler yapması gerekmiştir. Amerika yandaşı görünümü alması, komünizm adına terör gerçekleştirdiğini unutturması şart olmuştur. Eğer bunu başarabilirse, bir süper gücün desteğini almış olacaktır. Ve ne garip bir tevafuktur ABD'de bir kısım birimler, tıpkı kendileri gibi Türkiye üzerinde bir Büyük Kürdistan emeli peşinde koşmaktadır. 

İşte bu sebeplerle PKK, söylemlerini, taktiklerini, bayrağını değiştirmiş; Rus-Çin destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. Bu durum, aslında PKK gerçeğini gayet iyi bilen Amerikan derin devletinin de işine gelmiş, derin devlet, bu emperyalist maskeye çok inanmak istemiştir. Bölgede Kürt devletinin kurulması için PKK'nın kullanılmasında sakınca görmemiştir. 
Öcalan'ın, başından beri emperyalist gördüğü ABD'ye yaranmak için sarf ettiği şu sözler, bu maskenin hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir: 
İslam'ın unutur, inkar edilir kıldığı bu halk, tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon'da ağırlıklı olarak Hristiyanlar ve Musevilerin yanında yer alacaktır.17 

Taktik bilindiktir: Öcalan, ABD'nin gözüne girecek şekilde İslam'ı eleştirmekte, İslam ile bütünleşmiş olarak yaşayan Kürt halkını inkar etmekte, herhangi bir dine inancı veya saygısı varmış gibi davranarak, Hristiyan ve Musevi inancının destekçisi görünmektedir. Hristiyan Evanjeliklerin Mezopotamya'da gerçekleşmesini bekledikleri Armageddon Savaşına kurnazca vurgu yapması ise kuşkusuz oldukça dikkat çekicidir. Nitekim bu taktik şu an PKK tarafından uygulanmakta, günümüzde Ortadoğu’da devam eden kanlı çatışmalarda PKK, Batılı devletlerden yardım alarak silahını Müslümanlara yöneltmektedir. 
Bu görüntü son derece göz boyayıcı olmuş, nitekim 36. paralelin kuzeyinin özel bir idareye ayrılmasının hemen ardından aniden 70 PKK kampı ortaya çıkmıştır.18 Jay Walker adlı bir araştırmacı, PKK kamplarındaki gözlemlerini ‘’Türkiye'de Kürt Ayaklanması’’ adlı yazısında şöyle aktarmıştır: “...sınır boyunca 20 PKK eğitim kampı gördüm. Kamplarda Fransız peynirleri yenmekte, Amerikan kakao ve kahveleri içilmekteydi.’’19
PKK, bu dönemde, özellikle ABD'nin büyük bir risk olarak gördüğü İran'a yönelik olarak güçlendirilmiştir. Çöküş aşamasına geldikleri bir anda söz konusu güvenli bölge, adeta bir PKK özel bölgesi gibi görev yapmış ve bu sayede terör örgütü silahlanmış, eğitilmiş ve kendini toparlanmıştır. 

Bunun sonucu olarak da Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür. Nitekim 90'lı yıllar, PKK'nın Türkiye üzerinde en fazla eylem yaptığı ve en fazla can aldığı dönemdir. 

Şunu belirtelim, Kürtlerin bir devlet kurmasına itirazımız yoktur. Bilindiği gibi Irak'ın kuzeyinde hali hazırda özerk bir Kürt devleti zaten bulunmaktadır ve Türkiye bu devlet ile son derece iyi ilişkiler içindedir. Devlet Başkanı Mesud Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani samimi ve dindar iki önemli liderdir. Elbette ülkelerin bütünlüğünü korumaları daima isteyeceğimiz bir şeydir fakat özellikle Irak'ın içinde bulunduğu karmaşa ortamının mecburi bir getirisi olarak eğer önümüzdeki günlerde Barzani liderliğinin denetiminde Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürdistan kurulursa, buna da desteğimiz elbette olacaktır. Fakat bunun için öncelikle o bölgeden de PKK tehdidinin temizlenmesi ve özellikle bu tehdidin Barzani ailesinin üzerinden kalkması gerekmektedir. Görülebileceği gibi itirazımız bir Kürt devleti kurulmasında değil, fakat iki önemli noktadadır: 

1. Türkiye topraklarına göz dikilmesi 
2. Kürdistan kurma hayalinin PKK ile gerçekleştirilmek istenmesi. 

Türkiye, Kürtleri ile bir bütündür. Bin yıldır bu topraklar üzerinde Kürtler ve Türkler birlikte yaşamışlardır ve kardeştirler. Türkiye'de hiçbir Kürt, kendi anavatanından ayrılmaya niyetli değildir. Türkler de Kürtleri bırakmak niyetinde asla değildirler. Kürt kardeşlerimiz tedirgin olmamalıdırlar; Türkiye devleti içinde çöreklenmiş ve şu anda yargı önünde olan Ergenekon terör örgütünün mensuplarının geçmişte Kürtlere yönelik ayrımcı ve zulüm dolu bir politika izlemiş oldukları bizim tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. İlerleyen bölümlerde bu konuya kapsamlı yer ayrılmış ve Türk hükümetinin ve milletinin bu konuda yapması gerekenler tarif edilmiştir. 

Fakat şu bilinmelidir: O dönemde Ergenekon terör örgütünün yaptıklarının tüm Türkiye'ye mal edilmesi hatalı olacaktır. Bölünme, başından beri PKK terör örgütünün dillendirdiği bir söylemdir. Bu terör örgütünün, Kürt milliyetçiliğiyle ise alakası yoktur. Aksine bu terör örgütü asıl zulmü daima Kürtlere yöneltmiştir. Dolayısıyla Türkiye'nin güneydoğusunda Türkiye'den ayrılmak isteyen bir Kürt etnik grubu olduğu tümüyle yalandır. Doğrudur, Kürtler, çoğunlukla Türkiye'nin güneydoğusundadırlar. Fakat aynı zamanda Kürtler Türkiye'nin her yerindedirler. Yine güneydoğuda da Kürtlerden farklı olarak Zaza, Türkmen, Arap, Süryani, Ermeni nüfuslar yoğunluktadır. Dolayısıyla Türkiye, her metrekaresinde farklı halkların yaşadığı ve tüm halkların iç içe var olduğu bir bütündür. Kürt ayrımcılığı şimdiye dek hep Ergenekon ve PKK çetelerinin söylemleriyle gündeme gelmiştir. Irkçılık yapan ruh hastalarının zihinlerinde yer almıştır. Günlük hayatta hiçbir zaman Kürt-Türk ayrımı diye bir şey yoktur. Buna iznimiz de yoktur. Kürtler Anadolu topraklarının güzel bir süsü; maddi manevi önemli birer değeri; dostluğun, dürüstlüğün, maneviyatın, vefa ve sadakatin mühim birer sembolüdürler. Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya kalkan zihniyet, asla ve asla başarılı olamayacak daima hüsranla karşılaşacaktır. 
Dolayısıyla Amerika derin devletinin planladığı Büyük Kürdistan hayalinde, Türkiye olmayacaktır. Amerika ve onu destekleyen Avrupa ülkelerinin derin devlet yapılanmalarının en büyük hatası, kurguladıkları Kürdistan hayalinin PKK ile gerçekleşeceğine inanmalarıdır. Bu hatadır çünkü PKK, belki de geçmiştekinden çok daha güçlü olarak Marksist temeller üzerinde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizm maskesi kullanarak yaptığı ise, tarihte tüm ünlü komünistlerin başvurduğu kirli bir taktiktir. 

Tarihteki Ünlü Komünist taktikler 

Lenin ve Stalin, komünizm ideolojisinin en vahşi temsilcileridir ve komünizmin gereği olarak dine de keskin bir üslupla karşıdırlar. Lenin, komünizmi Sovyet Rusya'ya yerleşik kılmak amacıyla 200 bin rahip öldürmüş, milyonlarca Hristiyan'a zulmetmiş, binlerce kiliseyi yok etmiş, bazılarını ise ateist müzelere dönüştürmüştür. Lenin'in izinden gitmiş olan Stalin'in ise din konusuyla ilgili sözleri şöyledir: 
Biz dine karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda yapmaya devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmaktadır. 20
Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmanın gerekliliğinden bahseden aynı Stalin, şaşırtıcı bir şekilde, 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Rus Ortodoks Kilisesi ile bir akit imzalamış, on binlerce kilisenin yeniden açılmasına ve kilise liderliğindeki hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine izin vermiştir. Bunun yanı sıra güneyde Müslüman şeriatına izin verilmiş, Doğu'da Budizm desteklenmiş ve antisemitizme güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. Bu ilginç açılımın ise tek sebebi vardır: 2. Dünya Savaşı'nda komünizme karşı büyük bir tehdit olarak yükselen faşizmi ortadan kaldırabilmek ve Hitler'i mağlup edebilmek için başlatılan mücadeleye karşı destek alabilmek. Nazilere karşı koyabilmek için Stalin, özellikle kilisenin etkisini bu yolla uzun süre kullanmıştır. 
Lenin ise, çöküşe giden Rus ekonomisini canlandırabilmek ve kapitalist ülkelerin seviyelerine ulaşabilmek için, ekonomide kısa dönemli bir politika değişimine gitmiş ve kapitalizmin ilkelerini takip etmiştir. Yeni Ekonomi Politikası (New Economic Policy – NEP) adı verilen bu düzenlemeye göre küçük işletmelerin kapitalizmde olduğu gibi kâr mantığıyla devam etmesini içeren bir politikaya geçilmiştir. NEP politikası Bolşevikler arasında geçici bir düzenleme olarak görülmüş ve özellikle içinde barındırdığı kapitalist ekonomiye ait uygulamalar yüzünden parti içinde eleştirilmiştir. Komünist ekonomi anlayışının tamamen dışında bir politika olan NEP, bir mecburiyet olarak benimsenmiş ve yeterli ekonomik gelişme sağlandıktan sonra terk edilmiştir. Bugün, söz konusu taktiği Çin'in Hong Kong politikalarında da izlemek mümkündür. 
Komünistlerin şekil değiştirme ve geri adım politikalarıyla ilgili bir başka örnek ise aile ve devlet konusundaki yaklaşımlarıdır. Bilindiği gibi komünizm, aile ve devlet kurumlarına şiddetle karşıdır ve bu iki kurumu, komün toplumlarına geri dönüş mücadelesinde oldukça büyük engeller olarak görür. Fakat buna rağmen komünistler genellikle bir taktik uygular ve aile kurumunu ortadan kaldırabilmek için öncelikle güçlü bir devletin var olması gerektiğini söylerler. Güçlü bir devlet için ise önce aile kurumunun güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle önce geri adım atarak aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir aşama sonra ise aile kurumu tamamen ortadan kaldırılır. Bir sonraki aşama ise devleti ortadan kaldırmaktır ki, ailenin ve dini değerlerin kalmadığı bir toplumda, artık bu komünistler açısından çok kolay aşılacak bir safhadır.21 

PKK'nın kullandığı Komünist taktikler .,


Komünist taktikler çoğu komünist lider tarafından istikrarla uygulanmış ve komünizmin kökleşerek yerleşmesi için gerekli görülmüştür. Bir başka deyişle güçlü bir komünist devlet için gereken her yola başvurulmuştur. Gerçekte Stalin'in kiliselere asla destek vermeyeceği, Lenin'in asla kapitalist bir ekonomiye mahal vermeyeceği açıktır. Fakat ortam ve şartlar gerektirdiğinde bu maske daima ustalıkla kullanılmıştır. 
Şu anda aynı yöntem PKK tarafından da uygulanmaktadır. PKK, komünist dünya devleti hedefinin birinci aşaması olan Komünist Kürdistan'ı oluşturabilme yolunun Batı ile yakınlaşmak olduğunun farkına varmıştır. Komünist kimliği ile ortaya çıkmasının, dünya süper gücü ABD tarafından tepki çekeceğini ve bu tepkinin kendilerini kaçınılmaz bir başarısızlığa götüreceğini gayet iyi bilmektedir. 
Bu taktiksel değişim içinde zikredilen meşhur kelime "özerklik"tir. Gerçekte örgüt Manifestosu'nda şiddetle karşı çıkılan bu ifade bir anda gece gündüz kullanılır olmuş, Manifesto'daki Komünist Kürdistan'ın kurulması için Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılmasını şart koşan ifadeler örtbas edilmiştir. Çünkü burada geçen komünizm ifadesinin, Batı tarafından doğrudan destek görmeyeceği örgüt tarafından bilinmektedir. Özerklik, ABD ve Avrupa için oldukça göz boyayıcı bir kelimedir; ayrıca PKK'ya Batı'nın gözünde sahte bir "Kürt halkının kurtuluş mücadelesini veren örgüt" kimliği de kazandırmaktadır. Batı'nın bu talebi demokrasinin gereği olarak görmesi ve mutlaka destek vermesi beklenmektedir. 
Öyle ki, özerklik kelimesine Türk toplumunu alıştırma çalışmaları başarısız olunca bu kelimeyi de yumuşatma politikasına başvurulmuştur. Son günlerde oldukça sık duyduğumuz demokratik özerklik, kanton, demokratik konfederalizm gibi öneriler, PKK'nın taktiksel yöntemlerinden bazıları olarak gündeme getirilmektedir. 
Ayrıca örgüt, şiddetle devlet sistemine karşı olmasına, devleti yok etmek üzere örgütlenmesine rağmen ağız değiştirmiş ve aniden Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının kendileri için garanti olduğundan bahseder olmuştur. Bu aslında kullanılan komünist taktiklerinin en bilinenleridir. Devleti yıkmak için önce güçlü bir devletin himayesinde olma planı hayata geçmiştir. Hedefteki ilk aşama olan özerklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının elbette kendileri için garanti olmasını gerektirmektedir. Çünkü böylelikle, Türkiye devletinin kendilerine para, silah, altyapı sağlayacak bir ana kaynak olmasını hayal etmektedirler. Türk devletinin parasıyla ileride Türk devletine karşı kullanacakları bir ordu oluşturmayı planlamaktadırlar. Dolayısıyla şu aşamada devletin varlığının önemi PKK ve PKK destekçileri tarafından sürekli olarak dillendirilir. Fakat gerçekte amaç, güçlenip bir devlet haline geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere civardaki tüm devletleri yok etmek ve komünist dünya devleti hedefine erişene kadar bu şekilde ilerlemektir. Dolayısıyla bu söylemler de bir taktikten öte değildir. 
PKK'nın emperyalizm maskesini taktıktan sonra üstlendiği diğer taktikler ise, kadınları, aileyi ve dini kullanıyor olmalarıdır. Bu taktikleri farklı başlıklar altında inceleyelim: 

1. Emperyalizm maskesi altında kadınlar.,




PKK, Marksist Leninist ideolojisini açık açık sürdürdüğü 1990'lı yıllara kadar aileyi, dini, aşiretleri ve kadınları kendi ideolojisinin zararlı elemanları olarak görmüştür. Örgüte göre, sömürgeciliğin ajan kurumu olarak gördüğü din ve aile ortadan kesin olarak kalkmalıdır. İşte bu sebeple de örgütün en önemli mücadele alanlarından bir tanesi aileler, din görevlileri ve aşiretler olmuş, oldukça fazla sayıda din görevlisi öldürülmüş, aşiretlere savaş açılmıştır.22 Öcalan, kaleme aldığı ilk yazılarında Marksist-Leninist çizginin bir sonucu olarak kadını ciddi şekilde aşağılamış, hatta kadını, ailenin içerisinde "erkeği düşüren, yozlaştıran" bir unsur olarak tarif etmiştir. Hatta örgütün içinde zararlı birer eleman olacakları endişesi, erkeklerin savaşma kabiliyetini azaltacağı ve örgüt içi iklimi bozacağı iddiasıyla kadınların örgüt içinde yer almalarına hiçbir zaman sıcak bakmamıştır.23 

Bu noktada Öcalan'ın kadınlar, özellikle Kürt kadınları hakkındaki gerçek fikirlerine göz atmak yerinde olacaktır: 

   Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi hiç yoktur... Bir papağan kadar bile sözcükleri tekrarlayamaz.24
Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi 90'lı yıllar, örgüt içinde kopmaların meydana geldiği, örgütün güçsüzleştiği ve küçüldüğü ve oldukça ciddi kayıplar vermiş olduğu bir dönemdir. Taktik değişimini gerektiren bu önemli sebep, PKK'nın kadınlar konusunda da bir atılım yapmasını gerektirmiştir. O dönemde ani bir kararla örgüte kadın militan alınmaya başlanmıştır. 1996 yılında örgütün küçülmeye başladığı ve kitle desteğini kaybetmeye başladığı bir dönemde ise PKK, kadınları, intihar eylemlerinde ilk defa bir araç olarak kullanmıştır.25
Terör örgütüne kadınların alınmasındaki temel amaç, yok olma tehlikesi içine giren PKK'da, erkek teröristleri teşvik amacıyla kadınların birer savaşçı olarak kullanılmasıdır. PKK, o tarihten itibaren ön plana çıkardığı kadın savaşçılar ile bir nevi rekabetin yolunu açmış ve örgüt ile bağlarını yitirmek üzere olan erkekler bu yolla teşvik edilmişlerdir. 
Nitekim, PKK'da kadınların intihar eylemlerinde kullanılma oranının, dünyadaki diğer terör örgütleriyle kıyaslandığında daha fazla olduğu görülmektedir. Gerçekleşen ve gerçekleşmek üzereyken yakalanan intihar eylemcilerinin %55'nin kadınlardan oluştuğu gözlemlenmiştir.26 Kadınlar, çeşitli aldatma yöntemleriyle bu Marksist örgütün birer maşası haline gelmişlerdir. 
Bu tarihten sonra PKK, kadınları çok çeşitli şekillerde emperyalizm maskesinin oldukça can alıcı bir parçası haline getirmiştir. Feodal görüşler ve hurafeci İslam anlayışının yanlış bir sonucu olarak özellikle kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü Ortadoğu'da kendisini, kadın haklarından bahseden, kadınları ön plana çıkaran bir grup olarak göstermiştir. Batı için bu hassas bir noktadır; PKK ise bunu ustaca kullanmıştır. PKK, Batı'nın gözünde, kadına önem vermeyen bağnaz bir coğrafyanın içinde kadın özgürlüğünden bahseden yegane topluluk olarak göze çarpmıştır. Günümüzde, PKK hareketini tam anlamıyla tanımayan Batılı yazarların en fazla kandıkları maske, düştükleri oyun budur. 
Gerçekte kadını "yozlaştırıcı bir etken" olarak gören, kadını savaşta bir tökez, önüne geçilmesi gereken "aile belası"nın da baş etmeni olarak niteleyen Öcalan, taktik değişiminin bir gereği olarak 1990'lardan sonra aniden kadınlara yönelik bir özgürlük teması geliştirmiştir. Kadını "kurtarılması gereken bir vatan gibi" göstermiş ve "özgürleşen kadın, özgürleşen Kürdistan'dır" sloganını geliştirmiştir. Çünkü bu sloganın hem örgüt içine alınacak kadın militanlar, hem de Batı nezdinde ne kadar göz boyayıcı olduğunu çok iyi bilmektedir.  
Illinois Üniversitesi yayınlarında, PKK'daki bu değişim şu şekilde ifade edilmiştir: 
Kadınlar PKK hareketinin aktif üyeleri haline gelmeden önce, yani 1990'lı yıllara kadar, tüm odaklanma erkekler üzerineydi ve kadınlar 'güvenilmemesi gereken zayıf insanlar' olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu hareket içinde kadınların sayısı arttığında, Öcalan ve genel olarak PKK, Kürt erkeğinin geleneksel, 'feodal' iktidarını eleştirerek, kadının rolü üzerine vurgu yapmaya başladılar.27 
Şunu belirtmek gerekir. Kadın özgürlüğü ve üstünlüğünün savunucusu olmak elbette şarttır ve İslam dininin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu gerçek anlamda bu konuda geri kalmış bir coğrafyadır ve bunun en temel sebebi İslam coğrafyasının Kuran'dan uzaklaşıp hurafelere yönelmiş olmasıdır. Hurafeci mantık, sadece kadınlar konusunda değil, kalite, demokrasi, savaş/barış, sanat, bilim gibi her türlü konuda olağanüstü derecede bir yozlaşma ve felaket getirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, gerçek İslam dininin kadını yücelten, sanatı, bilimi ve demokrasiyi en mükemmel tarif eden anlayış olması; felaketi getirenlerin Kuran'daki gerçek İslam dininden uzaklaşıp hurafeci, sahte bir dine uyanlar olmasıdır. (Konuyla ilgili olarak bkz. Harun Yahya, "Bağnazların Kadın Nefreti", Karanlık Tehlike Bağnazlık) 
Burada şunu belirtmekte de fayda vardır. Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde de özellikle o dönemlerde yaygın olan kız çocuklarını okula göndermeme, küçük yaşta evlendirme, onları değersiz ve önemsiz görme, hatta töre cinayeti gibi korkunç uygulamalara maruz bırakma sebebiyle kadınların hor görüldüğü bir sistemin toplum içinde yaygın olduğu doğrudur. Ve PKK'nın bu yaygın sistemi kendisi için koz olarak kullandığı, "silahlanırsan özgürleşirsin" fikrini aşıladığı görülmektedir. Kürt köylerindeki genç kızların pek çoğu, genel olarak aile veya aşiret içindeki baskılardan kaçmak için bu özgürlük görüntüsüne aldandıklarını açıkça belirtmişlerdir. Pişman olanların arasında ise geri dönebilenlerin sayısı azdır, çünkü genellikle örgüt tarafından tehdit hatta infaz edilmişlerdir. 
Türkiye, hem İslam hem de demokrasi ülkesi olması sebebiyle, özellikle kadınlara verilen değer konusunda mutlaka öncü olmalı ve Ortadoğu'ya mükemmel bir örnek teşkil etmelidir. Bu konuda PKK gibi Batı'ya yaranma amacıyla maske takmış kanlı terör örgütlerine meydanı boş bırakmamalı, Kuran'da kadın ve demokrasi konusunda en mükemmel, en adil ve en doğru uygulamanın olduğunu tüm dünyaya anlatmalıdır. Bu, Türkiye'nin batısında da doğusunda da hakim bir uygulama olarak hayata geçirildiğinde hem Ortadoğu'nun bu beladan kurtulması için bir yol açılacak, hem de Türkiye, bunu uygulayan bir İslam ülkesi olarak Kuran'daki güzel ahlakı Ortadoğu'ya göstermiş olacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

3 Şubat 2017 Cuma

Öcalan İle Gerçekten Bir Protokol İmzalandı Mı?


Öcalan İle Gerçekten Bir Protokol İmzalandı Mı?


Yazar:
Ümit ÖZDAĞ

19 Kasım 2010 tarihli Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı Öcalan ile bir protokol imzalandığına dair haberleri araştırdıklarını ve Öcalan'ın avukatlarından birisinin kendilerine "evet" dediğini ve "adını protokol olarak koymak doğru mu ya da yazılı bir protokolden söz edebilir miyiz emin değilim" diye eklediğini kaydetmektedir.Altaylı'nın ifadeleri ile yazılı veya yazısız protokolün maddeleri aşağıdaki gibi:

"1. Asker operasyon yapmayacak. PKK çatışma şartları oluşturmayacak, çatışmaya girmeyecek.

2. Yeni Anayasa'da Kürtlerin vatandaşlık hakları yeniden kapsayıcı bir dille tanımlanacak. Dil ve kültürel haklar anayasal güvence altına alınacak.
3. Kürt sorununun çözümü için PKK-KCK ile dolaylı da olsa görüşmeler yapılacak. Silahların tasfiyesi için ortak bir görüş oluşturulacak.
4. PKK'nın yaptığı infazlar ile son 25 yılda Güneydoğu'da resmi görevlilerin terörle mücadele adı altında yaptıkları hukuksuz eylemleri araştıracak bir "Hakikatleri Araştırma Komisyonu" kurulacak. PKK bu komisyonun istediği bilgileri verecek, arşivlerini açacak. İlgili devlet görevlileri de ifade verecek.
5. Öcalan'ın cezaevi koşulları seçim sürecine kadar iyileştirilecek. (Gazete, dergi, televizyon gibi mahkûm haklarından yararlanmak ve diyalog sürecinde örgüte hâkim olabilmek için PKK ve DTP'den çözüm sürecinde yer alacak isimlerle denetimli olarak iletişim kurmasına izin verilmesi.) Seçimin ardından silahsızlanma aşamasına geçildiğinde Öcalan'ın İmralı'dan çıkarılarak ev hapsine alınmasına imkân sağlamak için kamuoyu oluşturulacak.
6. KCK operasyonlarında tutuklanan belediye başkanları ve BDP'liler, mahkeme tarafından duruşmalar sırasında tahliye edilecek. Genel af, seçim sonrasında değerlendirilecek. Seçim barajı düşürülerek özellikle Güneydoğu'da oyların Meclis'e daha fazla yansımasının önü açılacak."[1]

Şimdi yukarıdaki iddiaları teker teker sorgulayalım.

1) Jandarma Genel Komutanlığı bir süre önce Güneydoğu Anadolu'daki bütün birliklerinin arama-tarama faaliyetlerini durdurarak "sadece nokta operasyonu yapın" emri verdi mi?

2) 22 Aralık 2010'da Talabani Çırağan Sarayında Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Sırrı Sakık'a "Türk Hükümeti beş sene içinde Kürtçe eğitime başlayacak, öğretmenleri biz Kuzey Irak'ta eğitiyoruz. Ancak daha önce Kürtçe seçmeli ders olacak" dedi.[2] Bunu A. Gül'ün 30-31 Aralık 2010'da Diyarbakır ziyareti sırasında işadamları ile yaptığı görüşmelerde "anadil haktır, bu hak tanınacak" şeklindeki Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası başkanının açıklaması izledi.[3] Şimdiden bu çalışmaların başladığı ve ilerlediğine göre protokolün ikinci maddesinin de uygulamada olduğunu söyleyebilir miyiz?

3) Öcalan ile görüşüldüğüne göre PKK-KCK ile dolaylı görüşmeler yapılmasının çok akla uzak gelen bir ihtimal olmadığını söyleyebilir miyiz? 16 Ocak 2011 tarihli Taraf gazetesi Öcalan ile üç MİT mensubu arasında görüşmelerin devam ettiğini kaydetti. AKP Hükümeti bu görüşmelerde "ateşkesin" 12 Haziran seçimlerine kadar sürmesini ısrarla talep etmiştir.

4) Diyarbakır'da devam eden ve 1990'lı yıllarda Cizre'yi PKK'nın elinden alan eski Kayseri jandarma Alay Komutanı emekli Albay Cemal Temizöz ile ilgili faili meçhuller davası aslında "Hakikatleri Araştırma Komisyonu" sürecinin bir parçası olarak yorumlanabilir mi? AKP Hükümeti zaten Hakikatleri Araştırma Komisyonu'nun kurulacağını MİT aracılığı ile Öcalan'a bildirmiştir.[4]

5)Son günlerde Öcalan'ın okuduğu günlük gazete sayısı artırılmamış mıdır? Üstelik yine son günlerde Öcalan'ın beş kanalı izleyebildiği bir televizyon kanalı tarafından yayınlanmamış mıdır? Adalet Bakanlığı'ndan bu açıklamalar ile ilgili cılız bir yalanlama gelmemiş midir? Öcalan, MİT ile görüşmede televizyon istemiştir. Demek ki, henüz televizyon tahsis edilmemiştir. Öcalan ayrıca ev hapsine geçmek istediğini açıklamıştır.[5]

6)KCK davasının ilerlemesini sanıkların Kürtçe konuşmakta ısrar etmesi engelliyor. Muhtemelen davanın ilerleyen aşamalarında bu da gerçekleşecek diyebilir miyiz? AKP Hükümeti Öcalan'a seçimlerden sonra genel af çıkacağı müjdesini vermiştir.[6]
Özetle, 12 Haziran 2011 tarihi bir dönem noktası olacak. 12 Haziran'da Öcalan'ın serbest kalması, PKK'ya genel af, Güneydoğu Anadolu'da bir özerk Kürdistan süreçlerinin önü de attığınız oylarla açılabilir. Türkiye ilginç bir noktaya doğru hızla sürükleniyor.



[1]Habertürk, 19 Kasım 2010, Fatih Altaylı, " Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı? "

[2]Taraf, 24 Aralık 2010.

[3]Taraf, 7 Ocak 2011.

[4]Taraf, 16 Ocak 2011.

[5]Taraf, 16 Ocak 2011.

[6]Taraf, 16 Ocak 2011.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/anayasal-duzen-hukuk-adalet-arastirmalari-merkezi/2011/01/17/6061/ocalan-ile-gercekten-bir-protokol-imzalandi-mi

***

20 Şubat 2015 Cuma

Öcalan'ı Biz Teslim Etmedik. Türkiye’nin İşini Kolaylaştırdık'



Öcalan'ı Biz Teslim Etmedik. Türkiye’nin İşini Kolaylaştırdık'



'Öcalan'ı biz teslim etmedik. Türkiye’nin işini kolaylaştırdık'











ABD Büyükelçisi Ricciardone, Öcalan’ın Kenya’da yakalanışında Amerika’nın kilit ülke rolünü kabul etti, “Biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaşlaştırdık” dedi...


ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Francis J. Ricciardone, Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programında Mehmet Ali Birand’ın sorularını yanıtladı. ABD Büyükelçisinin açıklamaları şöyle:

Mehmet Ali Birand (MAB): Başbakanla şimdiye kadar görüştünüz, değil mi?

Francis J. Ricciardone (FR): Evet görüştük. Gayet güzel bir görüşme oldu.

MAB: Başbakanın size acemi elçi demesi, sizi rahatsız etti mi?

FR: Ben Türkiye’de rahat rahat bulunuyorum. Çok sayıda Türk dostumuz vardır. Daima bizi büyük bir misafirperverlikle kabul ettiniz. Sizi daima konuksever bir halk olarak tanıyoruz.

MAB: Daha sonra karşılaştığınızda “ben pek acemi sayılmam” dediniz mi?

FR: Gizli görüşmemiz vardı. İfade özgürlüğü konusunda görüşmüştük. Hakikaten de aynı fikirdeyiz. Bir noktada çok ince bir şekilde anlaştık. Sayın başbakan dedi ki; “İfade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasiden bahsedilemez.” Bu ifadeye tamamen katılıyoruz.

MAB: Başbakan, PKK ile mücadelede yalnız bırakıldık dedi. Siz de bunun büyük bir yalan olduğunu söylediniz.

FR: Hayır ben buna cevap vermedim. Başka bir şeye cevap vermiştim. İzmir’de kadın bir medya çalışanı “Niye Türkler, Amerika olarak PKK’ya silah verdiğinizi düşünüyor?” diye bir soru sordu. Ben de bilmediğimi söyledim. Biz Türkiye ile müttefik olarak çeşitli alanlarda önemli işbirliği yapıyoruz. Mesela diplomasi konusunda, Abdullah Öcalan konusunda önemli işbirliği yapmıştık. Öcalan yakalandığı zaman buradaydım.

MAB: Öcalan’ın Kenya’ya girişini ilk Amerika gördü galiba. Öyle mi?

FR: Türk, Yunan ve Amerikan, Kenya hükümetleri hep beraber istişare içinde bulunduk. Hala bu konunun hassas olduğunu düşündüğüm için ayrıntıları anlatmak istemiyorum.

MAB: Ama Amerika Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti.

FR: Biz teslim etmedik. Sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık.

MAB: Bugün genel izlenim ABD’nin Öcalan’ı bulup, yerini Türkiye’ye gösterdiği şeklinde.

FR: Biraz böyle. O dönem birkaç ülke bu konuyla ilgileniyordu ve hepimiz bir işbirliği yapmıştık.

MAB: Şartı idam edilmemek miydi?

FR: İdam konusu Avrupa Birliği prensiplerinden biridir. Türkiye’de de idam konusu yasal bir meseledir.

MAB: Türkiye Öcalan’ı idam etseydi ne olurdu?

FR: O dönemki ayrıntıları hatırlamıyorum.

MAB: Tekrar istihbarat konusuna gelelim. Nasıl değerli bir istihbarat yapıyorsunuz ki, Türkiye bu sayede PKK ile mücadele edebiliyor.

FR: İstihbarat konusunda bir şey söyleyemem. Ama değeri dolarla ölçülemeyecek kadar fazla. Hayat kurtarıcı nitelikte.

MAB: Ama siz uydudan görülen detayları Türkiye ile paylaşıyorsunuz.

FR: Hep beraber yüksek teknolojiyi kullanıyoruz. Çok yakın bir işbirliğimiz var.

MAB: Çok mu değerli Türkiye açısından

FR: Türk yetkililer ne kadar değerli olduğunu biliyorlar. PKK da bu bilgilerin ne kadar değerli olduğunu biliyordur.

MAB: Siz isteseydiniz Kandil’i boşaltabilirdiniz. Değil mi?

FR: Irak’ta istikrar istememize rağmen yeterli istikrar maalesef sağlanamadı.


http://www.gazetevatan.com/-ocalan-i-biz-teslim-etmedik--turkiye-nin-isini-kolaylastirdik--377067-gundem/