29 Eylül 2019 Pazar

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 2

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 2



Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası yıllara bu koşullarda gelmiş, bu yılların dinamikleri ülkenin belli bir değişim sürecine girmesini gerekli kılmıştır. Tarih incelemelerinde “gereklilik” ya da “zorunluluk”, rahatlıkla kullanılmaması gereken kavramlardır, ama burada artık gereklilik ya da zorunluluk olarak ifade edebileceğimiz bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Türk tarih yazımında içsel ve dışsal dinamikler meselesi çok tartışılır.

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişinde içsel dinamikler mi, dışsal dinamikler mi etkili olmuştur? Ben bu tartışma konusunu da abesle iştigal olarak kabul ediyorum. Bir toplumun bu kadar köklü değişimler geçirmesi sadece içsel ya da sadece dışsal dinamikler tarafından belirlenemeyecek kadar ciddi bir meseledir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinde hem içsel hem de dışsal dinamiklerin rolü olmuştur. Yeni kurulan dünya düzeni artık tek partili bir Türkiye’yi kendi içine kabul etmeye razı ve hazır değildir.

Türkiye’nin kendine çeki düzen vermesi lazımdır ve ilk konu da çok partili siyasal yaşama geçmektir. İçsel dinamikler açısından bakıldığı zaman ise uzun yıllar süren tek parti döneminin geniş toplumsal kitlelerde doğurmuş olduğu huzursuzluklar daha önce değişik biçimlerde ifade edilme olanağını bulmuştu. Serbest Fırka olayında geniş toplumsal kesimlerin bu partiye yönelişini biliyoruz. II. Dünya Savaşı döneminde hem geniş toplumsal kitlelerin bir yoksulluk süreci içerisine girmeleri, hem de belli ellerde sermaye birikiminin oluşması; bu toplumsal kesimlerin de kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunmaları
sonucunu doğurmuştur. Yeni gelişen ve sermayenin ellerinde biriktiği kesimler artık iktisadi yaşam üzerinde daha fazla belirleyici olmayı, daha fazla söz hakkını isterken; Demokrat Parti büyük ölçüde bu kesimlerin temsilcisi olarak siyasal yaşama atılacaktır. Geniş kitlelerin içinde bulunduğu kötü çalışma ve yaşama koşullarının da herhalde biraz rehabilite edilmesi gerekiyordu. 

Sosyal huzursuzlukları engellemek artık mümkün değildi; perişan olmuş
milyonlarca insandan oluşan bir kitlenin durumu rehabilite edilmeliydi. Böyle bir
rehabilitasyon savaş sonrasında sosyal düşünceler, akımlar aracılığıyla bütün Batı toplumlarında, İngiltere başta olmak üzere yaşanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu içsel dinamikler açısından bakıldığı zaman belli bir değişim sürecine zorlandığını söyleyebiliriz.

Bu koşullarda Türkiye çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda önemli adımlar
atmıştır. Hukuksal açıdan bakıldığı zaman ilk aşama Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasına engel olan Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilmesi ve oradaki ön izin sisteminin kaldırılmasıdır. Bu değişiklik 1946 yılının Haziran ayında yapılır, ama Demokrat Parti 1946’nın Ocak ayında çoktan kurulmuş durumdadır. Değişen toplumsal koşullar, hukuksal düzenlemeyi beklemeden, Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasını mümkün hale getirmiştir artık. Cemiyetler Kanunu değiştirilir, bu arada
sınıf esasına veya adına dayanan cemiyet kurma yasağı da kaldırılır. Bu da sendikaların ve sınıf esasına dayalı siyasal partilerin kurulmasını mümkün kılar. Hemen sendikalar ve sol siyasi partiler kurulmaya başlanır.

Şu noktayı çok açık bir biçimde ortaya koymak gerekir: Türkiye’nin 1946 yılında
geçtiği düzen Batılı anlamda çok partili, çoğulcu bir siyasal rejim değildir. Daha sonraki yıllardaki uygulamalar izlendiği zaman, bunun belki bir çoğunlukçu sistem olarak değerlendirilebileceği, bu çoğunlukçu sistemin iki temel siyasal partisi olan Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de aslında rahmetli Bülent Tanör’ün deyimiyle “ikiz partiler” olduğu, yani birbirinden çok da farklı olmadığı belirtilmelidir. Osmanlı Bankası’nın çatısı altında hatırlamadan edemedim; bir zamanlar bankanın bir reklamı vardı: “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız.” Bu ifade, hem benzerliği hem de farklılığı vurguluyordu, çok derin bir biçimde. 

Aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti’nin de en azından çalışma hayatına, temel sorunlara ilişkin bakışları açısından aralarında ciddi bir fark yoktur. Demokrat Parti de tek parti döneminin halkçılık ilkesi çerçevesinde yoğunlaşan sınıfların yokluğu ve sınıf mücadelelerinin olmaması gerektiği, hatta
engellenmesi gerektiği düşüncesine sahip yöneticilerden oluşmuştur. Bunun aksini beklemek zaten yanlış olur; Demokrat Parti’nin yöneticileri Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski yöneticileridir. Celal Bayar İş Yasası çıkarken iktisat vekili, Cemiyetler Kanunu çıkarken başvekildir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıflara yönelik bakış açısının Demokrat Parti’den farklı olması elbette beklenemez, ama farklılık yoktur demek de mümkün değildir. Demokrat Parti’nin ortaya çıkış sürecinde şöyle farklılıklar vardır: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalefetini ve kendi varlığını bir yerlere dayandırmak durumundaydı. Demokrasi, partinin kendisini ifade etmesinin temel zeminlerinden biri,
liberalizm de bir diğeri olmuştur.

Demokrasi anlayışı elbette temeldeki bütün benzerliklere karşın Demokrat Parti’nin çalışma hayatına ilişkin olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı bazı noktalara varmasına da yol açmıştır. Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra dahi işçilere grev hakkının tanınmasını şiddetle reddederken, Demokrat Parti 1949 yılında grev hakkını programına almıştır. Çünkü sizin kendinizi oturtmak istediğiniz zemin eğer demokrasi ise böyle bir zeminde grev hakkına yer vermemek elbette olmaz. Geniş kitlelerin oylarını alabilmek ihtiyacıyla da grev hakkı parti yöneticileri tarafından savunulmuştur.
Şimdi tekrar 1946 yılına dönecek olursak, Cemiyetler Kanunu değişmiş, hızla
sendikalar ve sol siyasal partiler kurulmaya başlanmıştır. Bunların içinde özellikle ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi önemli ve işçi hareketi içerisinde de etkindir. Bu iki partinin yönlendirdiği sendikalar kurulur, yöneticiler tekrar aynı kuşkular ve paranoya içerisinde bunu gözler. Evet, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmiştir, ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmemektedir. Tek parti döneminden kalan korku ve kontrol etme kaygısıyla bütün toplumsal yaşamı kontrol eden Cumhuriyet
Halk Partisi bu kontrolü elinden kaçırmak istememektedir; ama bu kontrolün eski araçları artık geçerli değildir. Yasalardaki yasaklar geçersizdir artık, çok partili hayata geçilmiştir.
Yeni geçilen çok partili hayata uygun daha yumuşak, rafine, ama iktidara kontrol olanağını veren araçlar yasalaştırılacaktır. Bu araçlar yasalaşmadan önce gene otoriter bir biçimde 1946 yılının Aralık ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir tebliğle biraz önce ismini verdiğim iki siyasal partiyle o bölgedeki sendikaların büyük bölümünü ve bazı sendikal yayın organlarını kapatır. Daha sonra, biraz önce söylediğim daha rafine bir aygıt yaratmak kaygısı 1947 yılında bir Sendikalar Yasası çıkartılmasına neden olur. Bir sendikalar yasası çıkartılır,
çünkü bir otorite boşluğu vardır orada. Sendikalar kurulur, ama devletin sendikalar üzerinde kontrolünü sağlayacak mekanizmalar yoktur. Sendikalar Yasası çıkartılır, sendikaların kuruluşları ve faaliyetleri düzenlenir, ama bu yasa devlete sendikalar üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları sağlar. Sadece yargısal denetim değil; geniş, güçlü ve derin bir idari denetim olanağı da sağlanır. Sendikalar Yasası’nda sendikalara mutlak olarak bir siyaset yasağı getirilir; siyasi faaliyet içerisine giremeyeceklerdir, çünkü mutlak anlamda bir yasak vardır; ayrıca sendikal örgütlerin Batı’daki benzerleriyle ilişki içerisine girerek kontrol dışına çıkmalarını engellemek için uluslararası kuruluşlara üyelikleri konusu Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanır. Sendikal hareketler üzerine çok ciddi sınırlamalar getiren bir yasayla Türkiye çok partili hayata başlar ve sendikalar 1963 yılına kadar bu yasanın demir cenderesi içerisinde
üyelerinin haklarını korumaya çalışırlar.

Bildiğiniz gibi 1950’de bir iktidar değişimi gerçekleşir. 1950’ye kadar Cumhuriyet
Halk Partisi’nin çalışma hayatına ilişkin bakışında çok fazla bir yumuşama olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok partili yaşama geçilmiştir, Demokrat Parti’nin rekabeti söz konusudur ki çok ciddi bir rekabettir bu; Demokrat Parti diğer toplumsal kesimler içerisinde olduğu gibi işçi kesimi içerisinde de herhangi bir çaba göstermeye gerek kalmaksızın benimsenir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimine muhalif olan bütün toplumsal kesimler Demokrat Parti’ye kendiliğinden yönelir. 1950’de iktidar değişir, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti ilk yıllarında çalışma hayatına ilişkin daha sonraki yıllarda, özellikle 1955’ten sonraki uygulama ve görüşlerine göre çok daha esnek ve
hoşgörülü bir yaklaşım içerisindedir, ama daha sonra yavaş yavaş parti programında da yer alan grev hakkı konusundaki tartışmalar rafa kaldırılır.


Demokrat Parti zaman içerisinde değişik toplumsal kesimlerin muhalefetine karşı
bastırma girişimleri gösterirken; üniversiteler, basın, yargı organları, kendisine muhalif olan bütün toplumsal örgütlerin ve katmanların sesini kısmaya çalışırken aynı şekilde işçi hareketinin, işçi sendikalarının seslerini kısmak için gerekli uygulamalar da, yasanın devlete vermiş olduğu bütün olanaklar ve özellikle idari denetim mekanizmaları kullanılarak yerine getirilmiştir. Bu demek değildir ki Demokrat Parti döneminde işçiler lehinde düzenlemeler yapılmamıştır; toplu ilişkilere değgin olarak otoriter eğilimler içerisine girilirken, bireysel ilişkiler alanında Cumhuriyet Halk Partisi döneminin özellikle son yıllarında olduğu gibi
koruyucu önlemler alınmaya devam edilmiştir. Üstelik 1950’li yıllardaki bu koruyucu önlemler 1930’lu, 1940’lı yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yoğundur. Öğle Dinlenmesi Kanunu, Yıllık Ücretli İzin Kanunu çıkartılmış, kamu kesiminde çalışanlara yılda bir maaş tutarında ilave ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bir başka açıdan, sosyal güvenlik alanında çok önemli yasalaştırma çabaları vardır. 1945 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu ve o kurum çerçevesinde yürütülen değişik sigorta kolları 1950’li yıllarda hızlanarak devam ettirilmiştir.


Burada kritik bir saptama yapmak gerekir. Acaba 1950’li yıllarda Demokrat Parti
yerine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, aynı düzenlemeler yapılır mıydı? Benim kanaatim büyük ölçüde olacağı yönünde; bunu salt Demokrat Parti’ye artı olarak yüklememek gerekir, çünkü dönemin getirdiği koşullar da söz konusudur. Artık çok partili hayata geçilmiştir, kitleler oy kullanmaktadır, toplumsal örgütler 1930’larla 40’larla karşılaştırılamayacak kadar çok ve etkindir; dolayısıyla bunun Demokrat Parti’den çok, dönemin değişen koşullarına bağlanması gereken bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu gelişmelerin geniş kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarındaki ilerlemeyle de örtüştüğünü görüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerekse özel kesimde işçi olarak çalışanların satın alma güçlerinde ve yaşam düzeylerinde önemli artışlar olmuştur. 1950’li yıllar tekil düzeyde bir işçi ya da bir işçi ailesi açısından çok da olumsuz yıllar değildir. Sosyal güvenlik önlemleri geliştirilmiş, reel ücretlerde, satın alma gücünde artışlar olmuştur. Dolayısıyla işçi
kesiminin en azından gelir düzeyi açısından 1950’li yılları kazançlarla kapattığından söz etmek mümkün olabilir. Aynı şey memurlar açısından geçerli değildir; memurlar bu yıllarda reel gelir kaybına uğramış, maaşların satın alma gücü zannediyorum % 25-30 dolaylarında azalmıştır. Bu, Demokrat Parti’nin tek parti döneminin yönetim aygıtı olarak gördüğü memurlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti kurulduktan sonra bütün toplumsal kesimleri kucaklamaya çalışırken, hepsine yönelik sıcak
mesajlar verirken; tek parti yönetiminin aygıtı olarak nitelendirdiği kamu bürokrasisi ve özellikle üst düzey bürokratları oklarına hedef saymıştır. Bir açıdan, bu antipatinin memur kesiminin 1950’li yıllarda gelir kaybı üzerinde rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii tek faktör bu olamaz; devletin bütçe olanaklarının sınırlılığı, memur maaşlarının belli dönemlerde yasalarla düzenlenmesi gerekliliği, piyasaya çabuk ayak uyduramaması gibi nedenlerden dolayı işçi kesiminin yaşam standartları gelişirken, 1950’li yıllarda memur kesiminin yaşam
standartlarında bir gerileme ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Çalışma hayatı açısından Demokrat Parti yıllarını özetlemek gerekirse, yasalaştırmalarla özellikle bireysel düzeyde işçilere tanınan hakların ciddi ölçüde geliştiği, ama toplu haklar, yani sendika hakkı, toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamaların, otoriter eğilimlerin gözlendiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. 

Sendikaların DemokratParti döneminde yeterli ölçüde gelişme olanağına kavuşamamasının tek sebebi tabii ki partinin baskıları değildir; sendikalar bir taraftan Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında parsellenirken ve sendikal hareket iktidardan baskı görürken, diğer taraftan da sendikal hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bulunmamaktadır. Birinci, ikinci kuşak işçilerin gelir ve eğitim düzeyleri düşüktür, liderlik kadroları yoktur. 

Bütün bunların üzerine bir de yönetimlerin baskısı eklendiği zaman, 1950’li yılları bazı olumlu gelişmeler olmakla beraber sendikaların varlıklarını koruma yönünde çaba gösterdikleri ama çok fazla gelişmedikleri bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür.

Daha sonra 27 Mayıs İhtilâli’yle gelen ve 1961 Anayasası ile açılan yeni dönem sadece çalışma hayatında değil, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında da önemlidönüşümlerin belirleyicilerinden biri olarak çok büyük açılımlar getirmiştir. 1936’dan 1963’e kadar Türkiye’de emek tarihi açısından belirleyici olan 1936 tarihli İş Kanunu ve onun grev - lokavt yasağı rejimidir. 1947’de Sendikalar Yasası çıkmış, sendikalar faaliyete geçmiştir, ama grev hakkının olmadığı bir hukuksal yapı içerisinde sendikalar devletle ve işverenle ilişkilerinde çalışma hayatını olumlu yönde etkileyici kazanımlar elde etme şansına sahip değillerdir. 

Kısacası Türkiye’de emek tarihinin omurgasını 1936 yılından 1963’e kadar 1936 tarihli İş Yasası çizmiştir. 
Bunun için İş Yasası Türkiye’nin salt emek tarihini değil, siyasi ve iktisadi tarihini algılama, anlamlandırma açısından da önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.


http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html


***

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 1

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 1




Prof. Dr. Ahmet Makal
18 Ekim 2008



Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya
veritabanlarında yer alamaz.

1 Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 Prof. Dr. Ahmet Makal 18 Ekim 2008

Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. 
Bu konuşmametinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz.



1946-1963 yılları arasında Türkiye’de çalışma hayatındaki gelişmeleri değerlendirmeden önce kısaca tek parti dönemini özetlemekte fayda vardır; çünkü çok partili dönemdeki bütün değişimler tek partili dönemdeki zeminde meydana gelen değişiklikler üzerine oturmaktadır. 

Nedir tek partili dönemde olan? İktisadi açıdan bakıldığı zaman 1930 öncesi izlenen liberal iktisat politikalarının, yani özel kesime ağırlık veren iktisat
politikalarının başarısızlığı 1930’lu yıllarda devletçi iktisat politikalarına geçilmesini gerektirmiş, devlet özellikle iktisadi devlet teşekkülleri aracılığıyla yoğun bir biçimde Türkiye’nin sanayileşme çabalarına katkıda bulunmuştur. 

Bu döneme iktisadi açıdan bakıldığı zaman önemli bir büyüme oranı yakalanırken, çalışma hayatı açısından önemli sonuç, bir işçikitlesinin ortaya çıkması ve büyük sanayi kuruluşlarında toplanması olmuştur.

1930’ların Türkiye’si, 1920’lere göre, sanayileşme çabaları ile bunun çalışma hayatına yansıması ve bir ücretli emek olgusunun ortaya çıkması açısından ciddi 
ölçüde farklılaşır.

1930’lu yılların ortalarında sadece İş Yasası’na tâbi işçi sayısı 300 bine yaklaşmıştır. 1930’lu yılların sonu ile 40’lı yılların başında Türkiye’de, İş Yasası’na tâbi olmayanlar da dahil edildiği zaman 500 bin dolaylarında ücretli işçi vardır, ki bu çok önemli bir gelişmedir. Tabii ki bu çok önemli gelişmenin çalışma hayatında da önemli yansımaları olacak ve giderek gelişen çalışma hayatını organize etmek gerekliliği devletin karşısına bir sorun olarak çıkacaktır. 
1920’lerde bu tür gereklilikler yoktu; az sayıda işçinin olduğu, sosyal sorunun bütün boyutlarıyla hissedilmemiş olduğu bir tarım ülkesinde çalışma hayatına ilişkin kapsamlı düzenlemelerin devlet tarafından yapılmasına elbette ihtiyaç duyulmamak taydı, ama artık durum değişmiştir. Ortaya çıkabilecek sorunlar düzenlenme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu noktada ise devletin Türkiye’de çalışma hayatının gelişmesine ilişkin korkuları vardır. Bu korkular büyük ölçüde Batı Avrupa toplumlarının endüstrileşme deneyiminin sonuçlarından kaynaklanır. Çünkü biliyoruz ki; Fransa’da, İngiltere’de, diğer Avrupa ülkelerinde yüzyıllarca süren kanlı sınıf savaşımları olmuştur. Tabii ki Batı’daki gelişmeler konusunda bilgisi olan Cumhuriyet yöneticileri “Acaba bizde de sanayileşme sonuçta bu tür kanlı sınıf savaşımlarını getirir mi?” korkusu içerisine girmişlerdir. Bunu bir paranoya olarak da değerlendirmek mümkündür. 

Niyazi Berkes bir kitabında “Bir yandan endüstrileşmek isteniyor, öbür yandan sanki Türkiye baştan başa işçileş miş de hani bugün yarın proleter ihtilâli kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düşmanlığı körükleniyordu” der.

Acaba II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan ve zaman zaman şiddet de içeren işçi hareketleri de bu korkuyu biraz pekiştirmiş midir? Bu işçi hareketleri, herhalde Batı Avrupa serüvenine ilişkin algıları pekiştirici yönde rol oynamıştır. Cumhuriyet yöneticilerinin kafasında, gereken önlemleri alarak Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına engel olma düşüncesi vardır; ancak buna teorik bir çerçeve de lazımdır. Bu teorik çerçeveyi de, Batı Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine sarkan ve dayanışmacı bir sosyolojik anlayış çerçevesinde şekillenen halkçılık ilkesi
sağlamaktadır. Nedir bunun özü? Türk toplumunda çıkarları birbirleriyle çelişen farklı toplumsal sınıflar yoktur, çıkarları birbirleriyle uyumlu ya da uyumlaştırıla bilecek olan, farklı işlerde çalışan değişik meslek erbabı vardır. Bu düşünce Ziya Gökalp’te açıkça ifadesini bulur. Atatürk’ün 1920’li yıllarda, özellikle 1923’te Türkiye’nin birçok yerinde yaptığı konuşmalarda da bu tarz bir sınıfsal analiz görülmektedir. Bu sınıfsal analiz, yani Türkiye’de toplumsal sınıfların olmadığı, ancak değişik meslek erbabının bulunduğu ve bunların çıkarlarının da birbirinden farklı olmadığı düşüncesi aynı zamanda tek parti yönetimine de mesnet kılınmaya çalışılmaktadır. Madem ki Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflar
yoktur, o zaman Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil edecek siyasal partilere de gerek kalmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi bütün toplumun, bütün meslek erbabının çıkarlarını temsil edebilecektir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilere de gerek yoktur.

Türkiye iki defa çok partili siyasal yaşama geçmeyi denemiş, bunlar başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Tek parti yönetiminin katılaşmasında da bu iki başarısızlık herhalde önemli bir rol oynamıştır. 1930’lu yıllarda gelişen çalışma hayatını düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığı zaman halkçılık ilkesi, yani farklı toplumsal çıkarlara sahip olan sınıfların var olmayışı, çıkarların uyumlaştırıla bileceği düşüncesi çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılarak bu tür hareketlerin yolu kesilmeye çalışılmıştır. Bunun en büyük aygıtı, ki bu hakikaten çok gelişkin
bir aygıttır, 1936 tarihli İş Yasası’dır. Tarih incelemelerinde hiçbir şey hiçbir şeyi bire bir yansıtmamakla birlikte, İş Kanunu döneminin koşullarını çok büyük ölçüde yansıtan bir yasa olmaktadır. Bu yasa işçi-işveren mücadeleleri, grev ve lokavtı açık bir biçimde yasaklamıştır.

Yasanın 72. maddesi aynen şöyledir: “Grev ve lokavt yasaktır.” Halbuki 1909 yılında Meşrutiyet sonrasında işçi hareketleri engellenmeye çalışılırken çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu çok daha rafine düzenlemeler yapmaktadır. Dolaştırarak, incelterek, zarif düzenlemelerle işçi hareketlerini engellemeye çalışmaktadır; 1930’ ların ortasında ise artık buna da gerek duyulmamakta, açık bir biçimde grev ve lokavt yasaklanmakta, yani farklı toplumsal sınıflar arasındaki iş mücadelesi yolları yasal olarak tıkanmaktadır. Bu dönemde Tatil-i Eşgal Kanunu’nun sınırlamaları dışında hukuken sendika kurmak, işçilerin
sendikalarda örgütlenmesi yasak değildir, ama fiili bir durum vardır. Nasıl ki Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması da yasak değildir ama bu tür siyasi partilerin kurulmasının önünde fiili bir engel vardır, sendikalar konusunda da bir düzenleme yapılmamakta, bir işçi temsilciliği kurumu düzenlenmektedir. İşçi temsilcilerinin görevi işçi işveren uyuşmazlıklarını çözmektir; ama sonuçta bu da devletin başat olduğu hakem kurullarına ve mahkemelere ihale edilmektedir. Dolayısıyla devlet 1930’larda çalışma
hayatının iki tarafını, işçi ve işveren tarafını eliyle arka tarafa itmekte, kendisi ön plana çıkmakta ve aşağı yukarı çalışma hayatına ilişkin bütün belirlemeleri de üstlenmektedir.

Kanaatimce tarih incelemelerinde en büyük hendikaplar dan biri, bir dönemi siyah ya da beyaz olarak görme alışkanlığımızın varlığıdır. Genellikle bir dönem salt olumlu yönleriyle ya da salt olumsuz yönleriyle ele alınır. Tek parti dönemi de bunun en fazla yapıldığı dönemdir; siyasal angajmanlarımıza göre ya yüceltilir ya da yerin dibine batırılır. Ben her dönemi artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu sadece tek parti dönemi için değil, Demokrat Parti dönemi için de geçerlidir. Genellikle Türk aydınında Demokrat Parti dönemini aşağı yukarı bütün boyutlarda küçümseme ya da yok
sayma gibi bir eğilim vardır; ama Demokrat Parti dönemi de ak ya da kara değildir. Örneğin çalışma hayatı açısından bakıldığı zaman orada da birçok olumlu gelişme söz konusudur.

Çalışma hayatına ilişkin otoriter önlemler getiren İş Kanunu bireysel alanda bakıldığı zaman işçiyi koruyucu önlemler de içermektedir. 

Tek parti döneminde her ikisi, yani otoriter eğilimlerle koruyucu düzenlemeler bir arada var olmaktadır. 

Bence tek parti döneminin özü ancak bu ilk bakışta çelişkili gibi görülen durumdan hareketle kavranabilir. Buradan çözümlemelerimizi sürdürdüğümüz zaman, bu dönemin hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin olduğunu saptayabiliriz. Olumluklar daha çok bireysel alanda, yani tekil düzeydeki
işçiyi koruma anlamında; otoriter eğilimler ise daha çok toplu ilişkiler alanındadır.

Bu dönemde henüz Cumhuriyet Halk Partisi dışında siyasal partilerin kurulmasının ya da sendikaların kurulmasının önünde hukuki bir engel yoktur, bu tür faaliyetleri engelleyen fiili bir durum vardır. 1938 yılında da meşhur Cemiyetler Kanunu çıkartılarak bu fiili durum hukuki hale dönüştürülmüştür. Sınıf esasına veya adına dayanan cemiyetler kurulması açık bir biçimde yasaklanarak hem sendikaların hem de bu esasa dayalı siyasal partilerin kurulması engellenmiştir; çünkü o dönemde siyasal partiler de Cemiyetler Kanunu’na tâbi birer cemiyettir. Cemiyetler Kanunu derneklerin kuruluşunda bir ön izin, tescil sistemi getirmiştir.

Buna göre, bir dernek ancak mülki idare amiri tarafından tescil edildikten sonra faaliyette bulunabilecektir. Tabii bu koşullarda daha önceki fiili durum, hukuki bir nitelik de kazanmış oluyor.

1946 yılına, yani çok partili yaşama geçilinceye kadar Türkiye’de gerek Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması, gerekse sınıf esasına dayalı sendikaların kurulması olanaksız durumdadır. II. Dünya Savaşı yılları bütün toplum açısından gerileme yıllarıdır. Gayrisafi milli hasıla % 60’lara düşmüş, milli gelirin dağılımında savaş koşullarının getirdiği bozulmalar baş göstermiştir. Bazı ellerde savaşın getirdiği olağanüstü ortamda haksız
kazançlardan oluşan servet birikimleri sağlanırken; gelir dağılımı daha da bozulmakta, bazı kesimler zarar görürken, bazı kesimlerin gelirlerindeki düşme milli gelirdeki kayıptan da fazla olmaktadır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Eylül 2019 Cumartesi

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !




Sabahattin Önkibar
26.4.2017

Fetullah Gülen’i MİT’e alan isim kurumun efsane isimlerinden 60’lı yılların ortalarından itibaren 2 kere müsteşar olan Korgeneral Fuat Doğu’dur.

Fuat Doğu’nun Gülen’i teşkilata alma amacı,Yeşil Kuşak Projesi bağlamında Risale-i Nur guruplarını Komünizme karşı örgütlemek ve Nur cemaatinin içinde devlet damarı oluşturup içerden bölmekti.
Fetullah Gülen bunun için MİT’de 2 yıla yakın özel eğitim gördü.

?    Bülent Arınç’ın, “ Mülkiye’de iken Namazlı-Abdestli çocuktu ” dediği Abdullah Öcalan’ı MİT’e alan isim ise Fuat Doğu sonrası bütün 70 yıllarda MİT’e Müsteşar ve vekil olarak hakim olan general Bülent Türker’dir.
Onun amacı da o dönem ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketini içerden kontrol altında tutmaktı.
Hayır bu aktardıklarım sır değil, Fetullah’ın önce Nurculara, sonrasında ise Erbakan hareketine karşı panzehir olarak görülüp Kenan Evren dahil, Özal ve Demirel tarafından bile desteklendiği yaşananlarla kanıtlıdır.
Keza APO’nun eşi Kesire Öcalan’ın babasının MİT mensubu olduğu kayıtlardadır. 
Bknz; http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

   Peki niye mi ihanet ettiler?

Daha büyük bir güç onlara kişisel ikbal vadettiği için!

Öcalan 80’lerin başlarında, Fetullah ise 90’ların başlarında MİT’i aşıp CIA’den teminat ve talimat almaya başladılar ki birine Mehdilik, diğerine ‘Büyük Kürdistan’ın 
kuruculuğu vadedilmişti.

Benzer şey Afganistan’da ABD’nin başına geldi... El Kaideyi SSCB’ye karşı var eden CIA iken, bu örgüt daha sonra bizdeki Fetullah ve Öcalan misali efendisine 
ihanet etti.

   Aradaki fark şu:

?  ABD ihanet sonrası,El Kaide’yi bahane edip sadece Afganistan’ı işgal etmedi, aynı zamanda önderi Usame Bin Ladin’i yok etti.

SOKAK VE YENİ GEZİ DİRENİŞİNE HAYIR!

Doğrudur referandum kirli ve YSK’nın tutumu endişe vericidir.

Ancak buna karşı çıkmanın yolu yeni Gezi direnişlerini tertiplemek olmamalıdır.

Reklamdan sonra devam ediyor 

   Öyle, çünkü böyle bir teşebbüs abartısız Türkiye’yi iç savaşa taşır.

Sadece FETÖ’cü casuslar değil, bütün terör örgütleri ile yabancı istihbarat örgütleri devreye girer ve olmadık sabotajlar yapılır.

Etnik, inanç ve mezhep ekseninde ajitasyonlar yapılıp toplum karşı cepheleştirmelerle patlatılmaya çalışılır.

?  Hülasa yeni Gezi’ye de sokağın çare yapılmasına da Türkiye’nin bekası adına hayır diyoruz.

ZARRAB KÜRDİSTAN TAKASI!

Rudolpf Giuliani kim?

Newyork eski Belediye Başkanı ve ABD Başkanı Trump’ın yakın arkadaşı.

Dahası, Reza Zarrab’ın avukatı.

İşte bu Giuliiani, Doğu Perinçek’in açıkladığına göre Ankara gelip Tayyip Erdoğan ile gizlice buluşmuş.

Ne konuştukları sır, lakin Batı medyasına göre buluşma Reza Zarrab dosyası ile alakalı imiş.

Ve ABD medyasından son haber:

?   Buna göre Giuliani ile Tayyip Erdoğan Zarrab dosyası ile PYD’nin takası bağlamında anlaşmışlar.

Dolayısı ile artık Türk Ordusunun Suriye’de Rakka ve veya Münbiç diye bir hedefi ve zerre bir amacı kalmamış.

   Eğer bu haber doğru ise soru şudur:

Fırat Kalkanı isimli hareketla Suriye’ye sürülen 71 Mehmetçik neden şehit oldu?

Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye niçin girdi ve şimdi nerede duruyor?

https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/sabahattin-onkibar/2017-nisan/iki-mit-ci-fetullah-ile-ocalan-in-ihanet-hikayesi

*******

İşte Öcalan'ın MİT'çi Kayınpederi.,

Abdullah Öcalan,  MİT çi Kayınpederi, Ali Yıldırım, Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, PKK, Hollanda,Türkiye, Habertürk,Uğur Mumcu, Milli Emniyet Hizmetleri,


11/11/2010 


Abdullah Öcalan'ın MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafı ortaya çıktı.


Habertürk gazetesi Abdullah Öcalan'ın yıllarca MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafına ulaştı. 
Ancak Ali Yıldırım'ın nerede olduğu halen bilinmiyor. 
Kızı ve aynı zamanda bir dönem Öcalan'ın eşi olan Kesire Öcalan ise Hollanda'da yaşıyor. 
Öcalan eşi hakkında " Son derece iyi eğitilmiş biri. Ajan olup olmadığını çözemedim " demişti.

KIZININ ÖCALAN EVLİLİĞİ.,

Ali Yıldırım Türkiye 'nin ilk istihbarat teşkilatı olan Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'nde (MAH) çalıştığı biliniyor. 
Ali Yıldırım karşı çıksa da kızı Kesire'nin 1978'de 
Öcalan ile evlenmesine engel olamamış. Uğur Mumcu'nun bu konuyla ilgili araştırma yaptığı biliniyor.

ŞEYH SAİT VE DERSİM İSYANINDA ATATÜRK 'ÜN YANINDA,

Ali Yıldırım'ın 1970'lerde MİT ile bağlantısını kesse de Öcalan hakkında teşkilata bilgi verdiği iddia ediliyor. 
Şeyh Sait isyanında Atatürk'ün safında yer aldı. 
Kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde sanıklara yöneltiler suçlamaların bilgi kaynağı ondan geldi. 
İsyan sonrası Şeyh Sait taraftarları arasında sarık ve cübbe giyerek bilgi topladı.

Dersim isyanında da devletin yanında yer aldı. O isyana katılmayan tek aşiret Ali Yıldırım'ın da üyesi olduğu Şadi aşireti oldu. 
General Abdullah Alpdoğan aracılığıyla İsmet İnönü ile görüşüyordu. 1970'li yıllarda Karakoçan'da CHP 'de belediye başkan adayı oldu. 
Ancak Adalet Partisi taraftarlarınca linç edilmek istendi.

ÖCALAN İLE KAVGALI AYRILDILAR

Kızı Kesire ise halen Öcalan ile evli görünüyor. 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra Öcalan'ı diktatörlükle suçladı. 
Örgüt tarafından "Hain ve işbirlikçi" ilan edilen Kesire, Hollanda'ya kaçtı. 22 yıldır PKK ve Öcalan hakkında konuşmadı.

http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

***

26 Eylül 2019 Perşembe

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 4

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 4 


Davutoğlu Dönemi Türk Dış Politikası

Davutoğlu’nun dış politikadaki aktivizmi, geçtiğimiz yedi yıl içinde Ortadoğu, Afrika, Asya, Latin Amerika, Avrupa Birliği, Kıbrıs ve Kafkasya gibi dünyanın birçok bölgesini kapsamaktadır. Bu anlamda genel olarak baktığımızda, komşularıyla arasındaki sorunları çözmekle kalmayıp, maksimum işbirliği ilkesi çerçevesinde imzaladığı onlarca anlaşma, kaldırılan vizeler, bölgede çıkan sorunların çözümlenmesine dair yürüttüğü arabuluculuk rolleri, imzaladığı enerji anlaşmaları, göze çarpan gelişmelerdir. 

Komşularla ilişkiler bağlamında en somut örneklerden biri Suriye ile yaşanan gelişmedir. İki ülke bundan yalnızca on sene önce savaşın eşiğindeyken, son sekiz yıl içerisinde 51’i tek bir gün içinde olmak üzere 80’den fazla anlaşma ve protokol imzalamıştır. Bu anlaşmalar arasında Serbest Ticaret Anlaşması, Yüksek Düzey Stratejik Konsey Anlaşması ve Serbest Dolaşım Anlaşması gibi son derece önemli anlaşmalar da bulunmaktadır. Hatay Sorunu ve Su Sorunu gibi yılların kökleşmiş problemleri bu süreç içinde çözüme kavuşmuştur. Suriye bundan sadece 10-15 yıl önce Türkiye’ye karşı koz olarak kullandığı PKK sorununda bile Türkiye’yle ortak hareket etmiştir. Bugün Türkiye Suriye’yle sadece dost ülke konumuna gelmemiş, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki sorunlarının çözümünde de önemli rol oynamıştır. 
Suriye’nin İsrail, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan ile yaşadığı problemlerinin çözümünde önayak olmuştur. Lübnan’daki sivil çatışmanın çözümüne, Lübnan’daki grupları bir araya getirerek katkı sağlamıştır.37 Türkiye aynı zamanda, Irak’ın Ağustos 2009’da ‘yeşil bölge’de meydana gelen patlamalara dair Suriye’yi suçlamasının ardından çıkan anlaşmazlığın çözümünde Beşar Esad ve Nuri Maliki ile ayrı ayrı görüşerek aktif arabuluculuk yapmıştır.38 

Ayrıca, taraflara Türkiye, Suriye ve Irak arasında üçlü mekanizma kurulmasına dair öneri getirmiş ve tarafların New York’ta bir araya gelmesini sağlamıştır.39 
Bunun yanında, Hariri suikastından beri araları açık olan Esad ve Kral Abdullah’ın bir araya gelmesine önayak olarak Suudi Arabistan ve Suriye arasındaki gerginliğin çözülmesini sağlamıştır. 

Suriye’yle gelişen ilişkilere ek olarak Türkiye Yunanistan ile de büyük yol kat etmiştir. Eskiden Türkiye’nin AB’ye girmesine şiddetle karşı çıkan Yunanistan bugün Türkiye’nin AB üyeliğinin en büyük savunucularındandır. Yunanistan Dışişleri Bakan Vekili Dimitris Druças da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerekliliğinin altını çizmiş ve “Türkiye AB üyesi olduğunda şimdiki ve geçmişteki Türkiye olmayacak” şeklindeki ifadesiyle Yunanistan’ın Türkiye’nin içeride gerçekleştirmekte olduğu reform sürecine ve AB üyeliğine olan desteğini dile getirmiştir.40 Yunanistan’la yaşanan gelişmelere sekte vuran bir konu hiç şüphe yok ki Kıbrıs’tır. Kıbrıs Sorunu’nun çözüme kavuşturulamaması bu anlamda büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlara ilaveten, İstanbul Rum Patrikhanesi ve Ege’de kıta sahanlığı sorunu gibi konular da henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. 


Türkiye’nin AB ile ilişkileri dış politikanın tüm alanlarını tek bir resimde toplamayı hedefleyen bütüncül dış politika çerçevesinde önemli bir yer tutmaktadır. İlişkiler, Avrupa merkezli bir dünya sisteminin ortaya çıkışından sonra bir ayak uydurma ve bütünleşme çabası olarak gelişmiştir. Avrupa ile ilişkilerin tarihi bir bağlama oturtulması sağlıklı bir yaklaşım için olmazsa olmaz bir koşuldur. 

Bugün gelinen noktada içeride bazı tarafların AB ile ilişkilerde bir özgüven sorunu yaşadıkları ve tutarlı bir duruş geliştirememiş oldukları göze çarpmaktadır. Oysaki hem Osmanlı İmparatorluğu, hem de Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca Avrupa’da yaşanmış gelişmelere karşı kendi reflekslerini geliştirmiş ve kayıtsız kalmamıştır. Örneğin, Osmanlı imparatorluğu 1648 Vestfalya anlaşması ile kurulan yeni düzene, Köprülü reformları ile cevap vermiş ve modernleşme ve sekülerleşmenin ilk adımlarını atmıştır. 1815 Viyana Anlaşması sonrası kurulan Avrupa Uyumuna Tanzimat ile cevap verilmiştir. İntibak süreci Tanzimat’la ivme kazanmış, 1856 Paris Anlaşması Islahat Fermanı’na işlerlik kazandırmış ve Osmanlı’yı Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak tanıyarak toprak bütünlüğünü garanti altına almıştır. I. Dünya Savaşı ile biten Avrupa Uyumundan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, Batılılaşma reformlarını hızlandırarak intibak sürecini sürdürmüştür. Bütün bu sürece bakıldığında görülmektedir ki, Avrupa ile ilişkiler 
bir tarihi-felsefi süreklilik dinamiğine sahiptir. Bu anlamda, ilişkileri belirli sorunlar ya da konjonktürel durumlarla tanımlamak hatalı olur. 

Türkiye’nin AB üyelik süreci zarfında karşılaştığı engellerden biri, büyük nüfusu, geniş yüzölçümü, nispeten geri kalmış ekonomisine ilaveten hiç şüphesiz Müslüman-Türk kimliğidir. AB’nin bu anlamdaki kaygısı Türkiye’nin söz konusu kimliği yüzünden AB’ye kolay entegre olamayacağı ve AB norm ve değerlerini benimseyemeyeceği yönündedir. Valéry Giscard d’Estaing’in “Türkiye’nin üyeliği 
AB’nin sonunu getirecektir” sözleri bunun bir ispatıdır.41 Ancak bu yorumlar asıl AB’nin savunduğu ve kuruluş sebebini oluşturan ‘bir arada yaşamak’ (co-existence), ‘barış’, ‘adalet’ gibi değerlere ters düşmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dediği gibi, Türkiye AB’ye medeniyetlerin çatışması için değil, uyumu için alınmalıdır.42 Türkiye’nin üyeliği AB’nin çoğulcu bakış açısı ve çeşitliliği anlamında örnek teşkil edecektir.43 Taşpınar’a göre, Türkiye, AB için büyüyen bir pazar sağlayabilir, AB’nin önümüzdeki senelerde çaresizce ihtiyaç 
duyacağı işgücünü sağlayabilir, Müslüman dünyası için demokrasi anlamında örnek teşkil edebilir.44 

Diğer taraftan AB ile ilişkileri tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi olarak tanımlamak da doğru olmaz. Türkiye’nin modernleşmesi, demokrasisi ve ekonomik kalkınması için uluslararası standartları yakalama süreci AB olmasa bile devam etmesi gereken bir süreçtir. 

AB ile sürecin sağlıklı işlemesinin ise Türkiye-AB ilişkilerini aşan bir boyutu vardır. Bunun en büyük sebebi 11 Eylül sonrası oluşan sorun alanlarının önemli bir kısmının Türkiye ve AB’nin mücavir bölgelerinde oluşudur. Türkiye’nin geleceğini AB ile birlikte görmesi hem Türkiye’nin reform süreci, hem de mücavir alanlarda yürüttüğü yapıcı politikalar açısından anlamlı bir tutumdur. Son yıllarda Türkiye’nin dış politikasında AB’ye verdiği önem “eksen kayması” tartışmalarına da bir cevap niteliği taşımaktadır. AB’nin geleceğinde Türkiye’ye nasıl bir rol vereceği ise kendi geleceğini nasıl gördüğü ile ilişkilidir. 

Türkiye’nin AB sürecindeki en önemli konulardan biri de Kıbrıs’tır. Kıbrıs sorunu yıllardan beri kemikleşmiş yapısıyla Türkiye’nin önünü tıkayan engellerden biridir. Annan Planı’nın sonuç getirmemesi ve KKTC’ye uygulanan uluslararası ambargoların hala kaldırılmaması gibi etkenler karamsar bir ortamı da beraberinde getirmiştir. 

Bu anlamda, Türkiye’nin artan stratejik ağırlığı ve gücü AB’yi bu konuda ikna edebilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin çözüme dair beklentisi BM Güvenlik Konseyi kararları ile uyum içerisinde iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı bir Kıbrıs’tır.45 
Son yıllarda Kıbrıs sorununa dair olan gelişmeler her ne kadar ağır ilerlemekteyse de, ümit var bir duruma işaret etmektedir. 
Bu anlamda dört önemli alanda soruna dair gelişme göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, Kuzey Kıbrıs’ın Avrupa Konseyi sayesinde Avrupa’da temsil  ediliyor oluşudur. İkincisi, Kıbrıs’ın açılan ofisler aracılığıyla, Kuveyt, Katar ve Umman’da ve dolayısıyla Körfez ülkelerinde temsil edilmesidir. Bir diğer önemli gelişme ise Mersin, Laskiye ve Tripoli deniz seferleridir. Söz konusu seferler sayesinde Doğu Akdeniz’in sanki AB, Yunanistan ve Güney Kıbrıs etki alanı olduğuna dair bir süredir hâkim olan anlayış zayıflamıştır.46 

Son olarak da, Eski Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Pakistan’a devlet başkanı olarak yaptığı ziyaret, İKÖ heyetinin Kuzey Kıbrıs’a ziyarette bulunması  sayılabilir. Tüm bu gelişmelere ek olarak, son yıllarda Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs arasındaki ekonomik uçurumun ciddi oranda azalmış olması 
da önemli bir gelişmedir.

Türkiye’nin ‘komşularla sıfır problem’ stratejisi çerçevesinde en çok tartışılan konulardan biri Ermenistan ile ilişkiler olmuştur. Türkiye son yıllarda Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme yolunda önemli adımlar atmış, geniş inisiyatif almış fakat bu adımlar henüz istenildiği ölçüde olumlu bir sonuca kavuşturulamamıştır. Yaşanan normalleşme süreci Ermeni soykırımının ABD Temsilciler Meclisi 
Dışişleri Komitesi’nde kabul edilmesinden iki gün önce Ermenistan koalisyon hükümetinin üç büyük partisinin Türkiye-Ermenistan arasında normalleşme sürecini destekleyen protokolleri askıya aldıklarını açıklamalarıyla sekteye uğradı. Başbakan Erdoğan’ın süreci Karabağ sorunu ile ilişkilendirmesi ve soykırım tasarılarına sert tepki vermesi eleştirilere maruz kalırken, Ermenistan soykırımın kabulünü her fırsatta ön koşul olarak sunmakta ve Karabağ konusunda taviz vermek istememektedir. Türkiye her şeye rağmen normalleşme sürecinin önemini vurgulamaktadır. Bunun Kafkasya’da barış, istikrar ve güvenlik ortamının sağlanmasında ve Kafkasya’da hala hâkim 
olan Soğuk Savaş psikolojisinin giderilmesinde oynayacağı rolün altını hassasiyetle çizmektedir.47

Türkiye’nin dış politikadaki aktivizmi Kafkasya’da da etkisini göstermiştir. 

Örneğin, Rusya-Gürcistan krizi arifesinde, Türkiye’nin Kafkaslara yönelik yürüttüğü dinamik dış politikası, Davutoğlu’nun siyasi önermelerinin uygulanmasına örnek teşkil etmektedir. Türkiye’nin yeni bölgesel siyasetinin bir ürünü olarak, Gürcistan ve Rusya arasındaki kriz başlamadan önce Ankara’nın, Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’yi içine alan çok taraflı diplomatik bir girişimi, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformunu oluşturmuştur. 

Bu platform, tüm üyeler tarafından paylaşılan bölgesel bir bakış açısını geliştirmeyi ve bölgesel barış ve güvenlik, enerji güvenliği ve ekonomik işbirliği gibi konularda kullanılabilecek araçlar oluşturmayı hedeflemektedir. Ermenistan, Rusya Federasyonu, Azerbaycan ve Gürcistan Türkiye’nin önerisine olumlu yanıt vermiş ve projeyi yapıcı bir çaba olarak değerlendirmiştir.48 

Türkiye’deki karar alıcılar, bölgesel güvenlik anlayışını pekiştirecek güven inşa edici araçların oluşturulmasının önemine vurgu yapmaktadır. 

Avrupa Birliği bu girişime yeşil ışık yakmış ve Avrupa Komisyonu İlerleme 
Raporu’nda Türkiye’nin bu girişiminden övgüyle bahsedilmiştir.49 

NATO da bu platformu, Karadeniz bölgesindeki güvenliğin inşası için yapıcı bir adım olarak değerlendirmiş ve Türkiye’nin kriz boyunca ortaya koyduğu yapıcı politikaları örnek göstermiştir.50 
Türkiye-Rusya ilişkileri Davutoğlu döneminde oldukça önemli gelişmelere sahne oldu. Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in, 6 Ağustos 2009’da Türkiye’ye yaptığı ziyareti sırasında enerji boru hatlarından, nükleer santrale, gümrük problemlerinden, ekonomiye kadar farklı alanlarda 20 işbirliği anlaşması imzalandı. Ankara “Rusya-Batı” çatışmasında taraf tutmamaya özen göstermek te ve bir yandan da Moskova ile ikili ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta dır. Türkiye bu siyasetini 2008 yılının Ağustos ayında yaşanan Rusya-Gürcistan krizi sırasında faal olarak sürdürmüştür. Türkiye’deki karar alıcılar, kriz sırasında gerginliği aza indirgemek için dikkatle hareket etmişler ve bölgesel sorunları çözmek için bölgesel bir platform fikrini öne sürmüşlerdir. Kriz sırasında Başbakan Erdoğan, Rusya ile ilişkilerin önemini şu şekilde ortaya koymuştur: “Biri en yakın müttefikimiz olan ABD, diğeri ise enerji başta olmak üzere önemli ticaret hacmimizin bulunduğu Rusya. Enerjimizin üçte ikisini Rusya’dan sağlıyoruz. 

Türkiye’nin ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederiz... Rusya’yı göz ardı edemezsiniz.”51 Türkiye ve Rusya arasında yaşanan gelişmeler neredeyse son üç yüz yılı sıcak ve soğuk savaşlarla geçirmiş iki ülke arasında tarihi bir işbirliği fırsatı çıkarmıştır. 
Özellikle enerji alanında her iki ülkenin birbirine rakip projeler içinde yer almalarına rağmen, işbirliğinin gelişmesi uzun dönemli olumlu bir perspektif sunmaktadır.

Ortadoğu’ya döndüğümüzde, Türkiye’nin son yıllarda tüm aktörlerle yürüttüğü olumlu ilişkiler öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, örneğin HAMAS’la yürüttüğü görüşmeler bazı kesimlerin eleştirilerine maruz kalmış olsa da, HAMAS’ın 2005 yerel ve 2006 genel seçimlerinde edindiği başarılar, Filistin sorununda yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bu anlamda Türkiye, bölgesindeki sorunlara demokrasi ekseninde ve tüm taraflara adil temsil hakkı verilmesi bağlamında yaklaşılmasının ve sorunların daha barışçıl ve sürdürülebilir yöntemlerle 
çözülmesinin öneminin altını çizmiştir. Türkiye’deki karar alıcılara göre HAMAS, uluslararası sistemin kendisine karşı uyguladığı ekonomik ve siyasi ablukayı kaldırmak için Orta Doğu’da ittifaklar aramaktadır. Böyle bir ortamda, Türkiye’nin müdahalesi olmadan HAMAS için tek çıkış noktası, İran-Suriye-Hizbullah cephesine yaklaşmak olacaktır.52 Türkiye’nin tavrı ise HAMAS’ı siyasi sürecin içine dâhil etmek yönündedir. Bu anlamda Davutoğlu, Suriye’de HAMAS’ın sürgündeki lideri Halit Meşal ile iki kere görüşmüştür. 
Davutoğlu’nun ikinci ziyareti Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Erdoğan’dan yardım talebini takiben gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Türkiye HAMAS ve uluslararası aktörler arasındaki uzlaşma sürecini başlatmış ve bir yandan da Fetih, Filistin yönetimi ve Abbas ile sürekli temas halinde kalmaya özen göstermiştir. Ankara’nın bu noktada katkısı, HAMAS’ı akılcı adımlar atmaya teşvik etmek ve Filistin’deki tarafların yakınlaşmasını sağlamak yönünde olmuştur. 

Filistin’in işgal altındaki bölgelerinden sorumlu BM Özel Raportörü Prof. Richard Falk, Türkiye’nin HAMAS ile iletişimini olumlu değerlendirerek, özellikle 2006 yılında Türkiye’nin HAMAS’a yaptığı davete ilişkin şu sözleri sarf etmiştir: “Bu çabanın zamanında eleştirilmiş olması ve neticede başarısız olması üzücüdür. Geriye bakıldığında, HAMAS’ın uzun vadeli ateşkesi kabul etmeye hazırlıklı olduğu bir dönemde Türkiye’nin bu girişiminden istifade edilmiş olsaydı, gerek Gazze’deki sivil halkın refahı gerekse İsrail’in güvenliği açısından çok yararlı olurdu.”53 Davutoğlu Sarkozy’nin Suriye Başkanı Beşar Esad ve AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile Şam’da Ocak 2009’da yaptığı görüşmelere katılmıştır. Sarkozy ve Esad’ın ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında Sarkozy, Davutoğlu’nun sorunun çözümüne ilişkin yaptığı katkısından ötürü şükranlarını dile getirmiştir.54 
Birtakım Batılı ve Orta Doğulu basın organları da Sarkozy’ye katılarak Davutoğlu’nun ayrıcalıklı rolünü vurgulamış ve kendisinin HAMAS ve İsrail arasındaki ateşkesi sağlamadaki katkısına ayrıca dikkat çekmişlerdir. 

Türkiye Ortadoğu’nun bugün içinden çıkamadığı kaos ortamından tek çıkış yolunun barış, işbirliği, dayanışma ve karşılıklı bağımlılık ilkelerine dayalı yeni bir anlayış ve düzen olduğunun bilinciyle hareket etmektedir. Bu anlamda, Türkiye’nin Irak’taki varlığı da büyük önem taşmaktadır. Erdoğan’ın da dediği gibi, Türkiye Irak’taki tüm gruplarla ve Irak’ın tüm komşularıyla iyi ilişkiler yürüten tek ülkedir.55 
Türkiye Irak’ın ulusal bütünlüğü ve istikrarı için mücadele vermekte ve bunu BM Güvenlik Konseyi, İKT, Arap Ligi, Avrupa Komisyonu ve Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ve aracılığıyla sağlamaktadır.56 

Bunlar arasında Irak’a Komşu Ülkeler Platformu Türkiye tarafından kurulmuş ve ilk toplantısını 23 Ocak 2003’te İstanbul’da düzenlemiştir. Bununla birlikte, Türkiye, Amerika ve Irak’taki Sünni gruplar arasında da sahne arkası diplomasisi yürütmüştür. Bu görüşmelerden birinin sonucunda Sünniler ateşkes yapmaya, Amerika ise Irak’ta adil seçimlere destek vermeye karar vermişlerdir.57 
Türkiye’nin girişimiyle, Irak’taki 2005 ve 2010 seçimlerine Sünniler de katılmıştır. 2010 seçimleri esnasında ve sonrasında birçok Irak’lı grup Ankara’ya gelip gitti ve Ankara’dan destek istedi. Türkiye Irak’taki tüm gruplarla görüşebilen tek ülke olma yetisini bu esnada da sürdürmüştür. Türkiye’nin 2003’te Irak’a asker göndermeyi ve Amerika’nın Türkiye üslerini kullanmasını reddetmesi bu anlamda Türkiye’ye itibar ve güven kazandırmıştır.58 Türkiye, ayrıca, Irak’ın demokrasisine katkı sağlamak amacı ile 350 Iraklı politikacıya seçimlerle ilgili eğitim vermiştir.59 17 Eylül 2009’da ise Suriye Dışişleri Bakanı Walid al-Muallem ve Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari Davutoğlu’nun konuğu olarak İstanbul’da bir araya gelmiş ve üç lider bölgesel güvenlik ve barış konularında konuşmuşlardır.60 

Yeni dış politikanın çok konuşulan açılımlarından biri de Darfur politikasıdır. Eleştirilerin çıkış noktası genellikle bilgi noksanlığı ve bununla birlikte gelen yanlış anlaşılma olarak öne çıkmaktadır. 
Türkiye’nin Darfur politikası ne Batının Sudan hükümetini topyekûn eleştirmesine ve ülkede yaşananları ‘soykırım’ olarak nitelendirmesine 
destek vermekte, ne de ülkede yaşanan olayların trajik boyutlarını reddetmektedir.61 Türkiye Beşir hükümetinin uluslararası platformda 
izole edilmesinin Sudan’a sadece daha fazla trajedi getireceği kanaatindedir. Bunun yerine, Türkiye, Sudan’la arasında mevcut ekonomik ve politik bağları güçlendirmiş, bu sayede Sudan’ın yeniden yapılandırılmasında aktif rol oynamıştır. Ayrıca, Beşir ile yakın ilişkiler kurarak, Sudan hükümeti ve hükümet politikaları üzerinde etki sahibi olma yoluyla ülkedeki karışıklığı bir nebze de olsa giderme yoluna gitmiştir. Başbakan Erdoğan’ın yoğun eleştirilere maruz kalan 

“Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine mensup birinin soykırım yapması asla mümkün değildir” şeklindeki açıklaması caydırıcı nitelik taşımaktadır ve bir Müslüman’a soykırım yapmanın yakışmayacağı şeklinde yorumlanmalıdır. Ayrıca Erdoğan Türkiye’nin Batı’nın yaptığı gibi Darfur’da yaşanan olaylara seyirci kalmadığının ve ülkeye somut yardımlar götürerek sorunun çözümüne yönelik aktif adımlar attığının altını çizmiştir. Türkiye aynı zamanda Mısır’da 
düzenlenen Darfur Donörler Toplantısı’na önayak olmuş, yönetim masasına yönetici sıfatıyla oturmuştur. Türkiye’nin Darfur konusunda Müslüman dünyası ekseniyle paralel duruş sergilemesi sadece bu bölgelerde edindiği nüfuzu sürdürme mücadelesi olarak değil, aynı zamanda bir barış yapıcı ve arabulucu olarak edindiği pozisyonu koruma refleksi olarak algılanmalıdır. Bu noktada Türkiye’nin sert ve eleştirel bir pozisyon takınması bir geri tepmeye yol açacaktır ve Türkiye etki alanını daraltmış olacaktır. 

   Türkiye’nin dış politika aktivizmi Balkanlar’da da kendisini göstermiştir. Osmanlı döneminde imparatorluğun merkezinde konumlanan bölge Cumhuriyet döneminde fazlasıyla boşlanmış ve göz ardı edilmiştir. Türkiye’nin Balkanlar’la olan tarihi bağı Bosna kriziyle yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Bosna krizini bitiren Dayton Anlaşması’yla gerekli sonucun alınamamış ve Dayton süreci tıkanmıştır. 


   Bu anlamda, yeni dış politika Balkanlar’ı da kapsayıcı bir vizyon geliştirmiş ve bu bölgenin Osmanlı döneminde olduğu gibi bir arada yaşama kültürünü yeniden canlandırmayı öngörmektedir. Bu noktadan yola çıkarak, Davutoğlu göreve geldiği ilk aylarda Sırbistan ve Karadağ’a iki ziyaret gerçekleştirmiştir. 2010’un bir anlamda Balkanlar’da suların ısınacağı bir yıl olacağı öngörüsüyle bu ziyaret 
trafiği 2009’un sonuna doğru ivme kazanmıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Balkan ülkelerine gerçekleştirdiği yüksek profilli ziyaretlerle bu diplomatik atağı desteklemiştir. Bu girişimler sonuç getirmiş, Türkiye somut adımlar atarak Medeniyetlerararası İttifak toplantısını Bosna-Hersek’te toplamış, Sırbistan ve Karadağ ile ilişkilerini geliştirmiş, başkanlığını yürüttüğü Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci’ni aktif çalıştırmasıyla bu gerilimlerin hemen hepsinde rahatlamaya yol açmıştır. Türkiye’nin Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan’la yürüttüğü üçlü diyalog girişimleri Balkanlar’da adım adım yeni bir düzeni oluşturacak köşe taşlarını inşa etmeyi hedeflemektedir.62 
Bu anlamda yine önemli bir girişimle, Bosna’nın NATO üyelik sürecine girmesi sağlanmıştır. Bu gelişmeyle birlikte, uluslararası toplum ve bölge ülkeleri tarafından Bosna’nın toprak bütünlüğünün korunması garanti altına alınmıştır. Bosna’nın toprak bütünlüğü ve güvenliğini sağlayacak çabalar ve özellikle NATO’nun müdahalesi bölgede Türkiye’yi de etkileyebilecek potansiyel bir krizden kaçınmanın yegâne yollarıdır.63

Türkiye’nin Latin Amerika ülkeleri ile ilişkileri de son yıllarda oldukça gelişmiştir. Latin Amerika 560 milyon nüfusuyla son yıllarda küresel yatırımcılar için cazip bir pazar haline gelmiştir. Önümüzdeki yıllarda ABD, Kanada, Meksika, Karayipler, Orta ve Güney Amerika ülkelerinin tamamı aralarında bir serbest ticaret bölgesi (Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi-Free Trade Area of the Americas -FTAA) oluşturmayı hedeflemektedirler. Proje tamamlandığında 800 milyon nüfus ve toplamda 10 trilyon Dolar GSMH ile dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesinin oluşturulması hedeflenmektedir.64 Bu ölçekte bir potansiyel Türkiyeli girişimciler için önem arz etmektedir. 

Sonuç

Türkiye son yıllarda hızlı bir dönüşüm geçirmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle değişen dengeler, Türkiye’nin 1999’da başlayan AB üyelik süreci, 11 Eylül olayları, Ak Parti hükümetinin 2002 yılında başa gelmesi, Irak Savaşı gibi olaylar ve gelişmeler Türkiye’de önemli bir değişim sürecini tetiklemiştir. Bu süreç içeride, demokrasi ve güvenlik algılarındaki değişim olarak göze çarparken, dış politikada yeni bir vizyonu beraberinde getirmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu akademik birikimini ve tecrübesini diplomasi kulvarlarına başarıyla taşımış ve Türkiye’nin yeni dış politikasının mimarı olmuştur. Yeni dış politika Osmanlı’dan miras kalan ve Cumhuriyet 
döneminde etkisini sürdürmüş bürokratik/otoriter zihniyeti kısmen de olsa rafa kaldırmayı başarmıştır. Güvenlik, çıkar ve güç gibi kavramları temel öncelikler olarak gören ve meşruiyetini tehdit algısından alan geleneksel bürokratik/otoriter anlayışın yerini barış, işbirliği, dayanışma ve karşılıklı bağımlılık gibi kavramları temel alan yeni bir anlayış almıştır. Türk dış politikasının içe dönük karakterinin yerini proaktif, dinamik ve çok boyutlu bir politika almıştır. 

Yeni dış politikada devlet dışı aktörlerin taleplerine daha çok yer verilmekte, aktörler politika yapım sürecine daha çok müdahil olmaktadırlar. 
Soğuk Savaş döneminin klasik iç/dış ayrımı artık ortadan kalkmış, devlet yegâne aktör olma özelliğini yitirmiş, iç konjonktür ve talepler dış politika üzerinde daha belirleyici olmaya başlamıştır. 

Bu anlamda, bölgesel ve küresel değişimlerin yanı sıra içeride yaşanan dönüşüm, politika yapıcıların kimliklerindeki değişim, iktidarın sermaye tabanından gelen yeni pazar arayışları ve bu tabanın Orta Doğu’yla var olan bağlantılarını kullanma refleksi gibi unsurlar Türkiye’nin yeni bir dış politika vizyonu geliştirmesini kaçınılmaz kılmıştır. Türkiye, bölgesinde barış, güvenlik ve istikrar tesis edilmediği sürece bu vizyonu gerçekleştiremeyeceğinin bilincinde olarak diplomasi aygıtını temel araç olarak kullanmanın önemini kavramış 
ve bölgesinde bir yumuşak-güç olarak yükselmiştir. Türkiye’nin bu atılımı Batı’nın da avantajınadır. Bu avantaj Türkiye’nin Batıyla ilişkilerinin daha da gelişmesini sağlamış, örneğin yeni Amerikan yönetimi tarafından tam destek almıştır. 

Bütün bu unsurlar ışığında Türkiye’nin yeni bir dış politika izlemesi rasyonel bir seçimdir. Türkiye’nin bu seçiminin bölgede ve uluslararası bağlamda yansımaları da olumlu olmuştur. Türkiye’nin komşularıyla onlarca yıldır süre gelen, kemikleşmiş problemlerini çözme girişimleri, bölgesel ve uluslararası sorunlara karşı eskisi gibi kayıtsız kalmayışı ve çözümlerine dair atılımları, içeride gerçekleştirdiği demokratik reformlar geniş bir coğrafyada bir cazibe merkezine dönüşmesine yol açmıştır.

DİPNOTLAR;

1 Yasemin Çelik, Contemporary Turkish Foreign Policy, Praeger Publishers, Connecticut, 1999, pp. xi-xiv. 
2 İbrahim Karagül , “Davutoğlu, ‘düzen kurucu ülke’ ve yeni Osmanlıcılık” , Yeni Şafak, 9 Eylül 2009.
3 Bülent Aras,. Ortadoğu ve Türkiye, Q Matris Yayınları, 2003, s. 10.
4 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2001, s. 117.
5 Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assesment of 2007”, Insight Turkey, Cilt 10, No1, 2008, s. 83-84.
6 “AB Komşuluk Politikası” için bakınız, European Neighborhood Policy Strategy Paper, 
http://ec.europa.eu/world/enp/pdf/strategy/strategy_paper_en.pdf 
7 European Security Strategy, s.1 http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cmsUpload/78367.pdf
8 Cengiz Çandar, “Turkey’s Soft Power Strategy”, SETA Policy Brief, No, 2009, s. 7.
9 Ahmet Davutoğlu, “Türkiye merkez ülke olmalı”, Radikal, 26 Şubat 2004. 
10 Williams’a göre ‘güvenliksizleştirme’ (desecuritization) ‘olayları ‘güvenlik’ gündeminden çıkarıp siyasal söylemin ve ‘normal’ siyasal tartişma ve 
alanının içine çekmektir ( Michael C. Williams, 2003, “Words, Images, Enemies: Securitization and International Politics”, International Studies 
Quarterly, Cilt 47, No 4, s.523). Aras ve Polat ise ‘normal siyasetin sınırlarını genişletmek’ olarak tanımlar (Bülent Aras& Rabia Karakaya Polat, “From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security Dialogue, Cilt 39, No 5, 2008, s.498).
11 John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship”, British Journal of Middle Eastern Studies, Cilt 25, No 1, 1998, ss.75–94; Robert Olson, 
“Turkey–Syria Relations Since the Gulf War: Kurds and Water”, Middle East Policy, Cilt 5, No 2, 1997, ss.168–193.
12 Bülent Aras & Rabia Karakaya Polat, “Turkey and the Middle East: frontiers of the new geographic imagination”, Australian Journal of International 
Affairs, Cilt 61, No 4, 2007, s. 472.
13 Bülent Aras & Rabia Karakaya Polat, “From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, s. 498.
14 “Obama declares Turkey model partner of values”, Turkish NY, 07 April 2009. 
http://www.turkishny.com/en/english-news/5599-obama-declares-turkey-model-partner-of-values.html [29 August 2009] 
15 Bülent Aras, “A Golden Era for US-Turkey Relations?”, The Guardian, 4 April 2009.
16 Bülent Aras, “Oxford’da Davutoğlu vizyonu”, Sabah, 5 Mayıs 2010.
17 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul,Küre, 2001, s.49 ve 409.
18 H. V. Houtum, ‘The Geopolitics of Borders and Boundaries,’ Geopolitics, Cilt 10, No 4, 2005, s.674.
19 Kemal Kirisci, ‘Turkey’s Foreign Policy in Turbulent Times,’ Chaillot Paper, 92, EU-ISS, Paris, Eylül 2006, s.96.
20 “Ties with Africa Help Ties with EU,” Hurriyet Daily News, 28 Şubat 2009.
21 Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision,” Insight Turkey, Cilt 10, No 1 (2008), s.78.
22 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik.
23 Ibid.
24 R. T. Erdoğan, ‘Asya Kalkınma Bankası’nın 38. Yönetim Kurulu Toplantısındaki konuşması’, İstanbul, 5 Mayıs 2005, şu link’ten ulaşılabilir: 
http://www.adb.org/annualmeeting/2005/Speeches/prime-minister-speech.html.
25 Davutoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision”, … s.96.
26 Ibrahim Kalın, “Turkey and the Middle East: Ideology or Geo-Politics?” Private View, No 13,2008.
27 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s.333.
28 Kemal Kirişçi, Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State,” New Perspectives on Turkey, No 40, 2009, s.29-57.
29 “Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı”, TRT, 23 Ocak 2009.
30 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı
31 Sami Kohen, “Davutoğlu ile Yeni Dönem,” Milliyet, 3 May 2009.
32 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı
33 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s.264.
34 Bülent Aras, “Can Turkey Rouse the Muslim World?” Daily Star, 18 Haziran 2004.
35 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı.
36 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, … s.83.
37 Bununla birlikte, Davutoğlu Beşar Esad’la Mart 2010’da Şam’da bir araya gelerek Rafik Hariri’yle arasında çıkan bir anlaşmazlığı çözme girişiminde bulunmuştur.
38 Milliyet, 1 Eylül 2009.
39 Ayhan, Veysel. “Davutoğlu’nun Bağdat Ziyaretleri Işığında Türkiye-Suriye İlişkileri”, Ortadoğu Analiz, Cilt1, No 9, 2009, s.12.
40 “Türkiye-Yunanistan İlişkileri Atina’da Masaya Yatırıldı”, Cihan, 26 Şubat 2010. Bununla beraber Başbakan Erdoğan’ın 10 bakan ve 300 işadamıyla 
14 Mayıs 2010’da Yunanistan’a yaptığı gezi esnasında Türkiye-Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı kapsamında 21 tarihi anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmalar çerçevesinde Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi kurulması ve Yunanistan’ın hususi pasaportlara uyguladığı vizelerin kaldırılması gibi konular da çözüme kavuşturulmuştur. 
41 Gareth Harding, “Bordering on the ridiculous: why Turkey is not a European country”, European Voice, Cilt 8, No 41, 2002. 
42 Abdullah Gül, Yeni Yüzyılda Türk Dış Politikasının Ufukları, Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayını, 2007, s. 235.
43 Meltem Müftüler-Bac, “The New Face of Turkey: The Domestic and Foreign Policy Implications of November 2002 Elections”, East European Quarterly, 
Cilt 37, No 4, 2004, s.437. 
44 Ömer Taşpınar, “Turkey’s Middle East Policies: Between Neo-Ottomanism and Kemalism”, Carnegie Paper, No 10, Eylül 2008, s.28.
45 Bülent Aras, “Kıbrıs Atağı”, Sabah, 4 Kasım 2009.
46 Bülent Aras, “Kıbrıs’ta önemli gelişmeler”, Sabah, 10 Mart 2010.
47 Bülent Aras, “A diplomatic mistake over Armenia,” The Guardian, 5 Mart 2010.
48 “Turkey Spearheads Creation of Caucasian Union,” Global Insight, 18 Ağustos 2008.
49 Bakınız Türkiye 2008 İlerleme Raporu, şu link’ten ulaşılabilir: 
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/press_corner/key-documents/reports_nov_2008/turkey_progress_report_en.pdf
50 “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’na destek var,” Sabah, 19 Ağustos 2008.
51 Fikret Bila, “Erdoğan: Rusya’yı Gözardı Edemeyiz,” Milliyet, 2 Eylül 2008.
52 Yasemin Congar, “Meşal, Esad, Bush, Erdogan,” Milliyet, 3 Temmuz 2006.
53 Richard Falk “Understanding the Gaza Catastrophe,” Today’s Zaman, 4 Ocak 2009.
54 “Gazze’de BM Okuluna Saldırı”, CNNTürk, şu uzantıdan ulaşılabilir: 
http://www.cnnturk.com/2009/dunya/01/06/gazzede.bm.okuluna.saldiri/507680.0/index.html
55 Prime Minister’s Speech, 09 January 2007, available at www.basbakanlik.gov.tr.
56 Bulent Aras, “Davutoglu Era in Turkish Foreign Policy”, SETA Policy Brief, No 32, 2009, s.13.
57 Taha Akyol, “Neden Türkiye başardı,” Milliyet, 06 Aralık 2005.
58 Semih İdiz,. “Turkey’s Facilitator Role”, Milliyet, 5 Aralık 2005. 
59 Prime Minister’s Speech, 28 February 2006, available at www.basbakanlik.gov.tr.
60 Hurriyet, 17 September 2009. 
61 Mehmet Ozkan & Birol Akgün, ‘Why Welcoming Al-Basher: Contextualing Turkey’s Darfur Policy,’ SETA Policy Brief, forthcoming.
62 Bülent Aras, “Balkanlar’da ‘Türk’ barışı, Sabah, 10 Şubat 2010.
63 Bülent Aras, “O zaten uyumaz!,” Sabah, 28 Nisan 2010.
64 “Türkiye´nin Latin Amerika ve Karayiplere Yönelik Politikası ve Bölge Ülkeleri ile İlişkileri,” Dışişleri Bakanlığı Resmi Websitesi, 
http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-latin-amerika-ve-karayiplere-yonelik-politikasi-ve-bolge-ulkeleri-ile-iliskileri.tr.mfa    [29 Mayis 2010].


***