30 Ekim 2020 Cuma

Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı!

Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

Kaynak Yeniçağ: 

Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: 


Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

02.03.2020 17:30

İdlib saldırısı sonrası bölgedeki son durumu Yeniçağ’a değerlendiren Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu, Erdoğan ve Putin arasında 5 Mart’ta yapılacak 
görüşmeden yeni bir mutabakat beklediğini söyledi. 

Kuloğlu, Türkiye’nin bölgede güvenirliğini kaybetmiş iki süper gücün arasında kaldığını belirterek; ‘Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dahi dikkatli 
olmak gerekiyor.' dedi. 

Erman Çimen / YENİÇAĞ

27 Şubat'ta Suriye'nin İdlib kentinde Rusya destekli rejim güçlerinin düzenlediği hava saldırısı sonrası 34 askerimiz şehit oldu, 

32 asker yaralandı. Saldırı sonrası Ankara ve Moskova’dan karşılıklı suçlamalar gelirken, Türkiye bölgede Barış Kalkanı harekatı harekatını başlattığını 
açıkladı. 

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar harekat kapsamında bugüne kadar; Rejime ait 2 savaş uçağı, 2 İHA, 8 helikopter, 135 tank, 5 hava savunma sistemi, 
86 top/obüs/ÇNRA, 16 tanksavar/havan, 77 zırhlı araç, 9 mühimmat deposu, 2 bin 557 Rejim unsuru ve askeri etkisiz hale getirildiğini söyledi.  

Bölgedeki son durumu Yeniçağ’a değerlendiren Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu ise Türk askerinin Suriye’de bulunmasının terörden kaynaklı 
güvenlik endişesi nedeniyle doğru bir yaklaşım olduğunu ancak İdlib bölgesindeki harekatın siyasi hedefin net olarak telaffuz edilmediğine dikkat çekti. 

    YENİ BİR MUTABAKAT BEKLİYORUM

Erdoğan’la Putin arasında 5 Mart’ta yapılacak görüşmede yeni bir anlaşma beklediğini söyleyen Kuloğlu; ‘Görüşmeden İdlib’deki gözlem noktalarının 
emniyetini sağlamak için, M4 ve M5 yolunun müşterek kontrolünü sağlayacak şekilde ikinci bir Soçi mutabakatı gibi bir anlaşmanın ortaya çıkması 
mümkün.’ dedi.

‘TÜRKİYE İKİ SÜPER GÜÇ ARASINDA KALDI’ 

İdlib’deki saldırının, Türkiye’nin Rusya ve Amerika başka olmak üzere kimseye güvenmemesi gerektiğini gösterdiğinin altını çizen Kuloğlu; 
‘Türkiye güvenirliğini kaybetmiş iki süper güç arasında kalmıştır. 
Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dahi dikkatli olmak gerekiyor. Kendi işimizi kendimiz görecek şekilde tedbirlerimizi almamız gerekiyor.” dedi.
Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu’nun Yeniçağ’a yaptığı açıklamalar şöyle:



İDLİB’DE NE İŞİMİZ VAR?

  "Öncelikle soruyu doğru sormak lazım. ‘Suriye’de ne işimiz var?’ derseniz, evet Suriye’de bir işimiz var. 
Çünkü Suriye’den çok zarar gördük oradan gelen terörden dolayı. Ama ‘İdlib’te ne işimiz var’ derseniz o doğru soru olur.

HAREKAT ÖNE ALINDI

Biliyorsunuz Barış Kalkanı harekatı daha sonra yapılması planlanıyordu ama İdlib saldırısı sonra öne çekildi. 
 
Türkiye daha önce eğer Suriye rejimi gözlemci noktalarının tespit edildiği yerin gerisine çekilmezse ve bu noktaları Türkiye’nin kontrolüne bırakmazsa 
böyle bir harekât yapacağını söylemişti. İşte sınırımızın dışındaki bu gözlem noktalarına takviye yaparken 34 şehidimizin olduğu İdlib saldırısı gerçekleşti. 
Dolayısıyla bu harekat erken ve daha etkili şekilde yapılmaya başlandı.  

İDLİB’DE SİYASİ HEDEFİMİZ NET DEĞİL

Burada önemli olan konu İdlib’teki siyasi hedeflerin ne olduğunun tespit edilmesi lazım. Dikkat ederseniz bizim buradaki siyasi hedefimiz net belli değil. 
Terörle mücadele noktasında bizim daha önce yaptığımız Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonları PKK/PYD ve IŞİD terör örgütlerine karşı 
yapılmıştı.  
İdlib’te yapılan operasyonu ise teröre karşı yapılan bir operasyon olarak nitelendirmek mümkün değil.Bir başka nokta harekatlar icra edilirken bu bölgelerde bir tampon bölge veya güvenli bölge oluşturmak suretiyle sığınmacıların buraya yerleştirmesi hedeflendiği söyleniyordu. 
İdlib’teki durum bu olaydan da farklı.

YİNE ZAAİYAT VEREBİLİRİZ   

İdlib’deki harekat, gözlem noktalarının rejim güçlerinin kontrolü altında kalmasından dolayı yapılan bir harekâttır. 
Bu operasyonlarla bölge rejim unsurlarından temizlenerek sınır güvenliğimizin uzaktan sağlanacağı ifade edilmektedir.  
   Rusya hava sahası güvenliği konusunda garanti veremeyeceğini söyledi. Bu Türkiye’ye hava kuvvetlerini kullanma mesajıydı. 
Ama Türkiye bunu çok dikkate almadan, risk de göze alarak İHA ve SİHA’larını kullanarak bölgede harekat icra ediyor. Siz zaten hava sahasının inisiyatifini karşı tarafa bıraktığınız zaman  yine zayiat verme ihtimaliniz çok yüksek .  


ERDOĞAN VE PUTİN ANLAŞACAK:  İKİNCİ SOÇİ MUTABAKATI GELEBİLİR!

Bölgedeki son gelişmelerden sonra Erdoğan’la Putin görüşmesinden makul bir sonuç çıkma olasılığını yüksek buluyorum. 
Yani İdlib’deki gözlem noktalarının emniyetini sağlamak için, M4 ve M5 yolunun müşterek kontrolünü sağlayacak şekilde ikinci bir Soçi mutabakatı gibi bir 
anlaşmanın ortaya çıkması mümkün.

ARTIK KİMSEYE GÜVENMEMEK GEREKLİ’

Ancak son İdlib saldırısı sonrası ilişkilerin eskisi gibi olma olasılığı yok. 
Bu yüzden yapacağınız anlaşmalar sonrası dikkatli olmak gerekiyor. 
Kendi işimizi kendimiz görecek şekilde tedbirlerimizi almamız gerekiyor.  
Rusya destekli rejim unsurları ile yeniden karşı karşıya gelme olasılığını unutmadan hareket etmemiz gerekiyor. 
Son saldırıda sonrası Ruslar ve Amerikalılar, kimseye güvenmemiz gerektiği ortaya çıkmıştır. Türkiye güvenirliğini kaybetmiş iki süper güç arasında kalmıştır.

NATO’DAN DA DESTEK BEKLEMEYİN.,  

   NATO’da bizi desteklediğini açıkladı ama fiili bir destek beklememek lazım. 
Biz 4. Maddeye göre NATO konseyini topladık. 4. Maddeye göre bir NATO ülkesine saldırı olduğu zaman konsey toplantıya çağılır. 
Bu toplantıdaki istişareler neticesinde uygun görülürse 5. maddeye geçiş yapılır. 5. Maddenin esası ise bu saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış kabul edilmesi ve bunun  için NATO gücü gönderilerek bu saldırının püskürtülmesi amaçlanır. Ama burada böyle bir durum yok çünkü bizim sınırlarımız içine yani topraklarımıza bir saldırı yok şu anda. Bu yüzden NATO’dan söylem dışında bir destek çıkmaz." 

Kaynak Yeniçağ: Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: Türkiye Suriye'de iki süper gücün arasında kaldı! 

***

Türkiye dönüşüme zorlanıyor

Türkiye dönüşüme zorlanıyor.


Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
29 Ocak 2011
Kaynak Yeniçağ: Türkiye dönüşüme zorlanıyor 




   Tek kutuplu dünya düzeninde hegemonik düşünceler ortaya çıkmış, küreselleşme denen, uluslararası sermayenin, baskın kültürün hüküm sürdüğü, mal, hizmet ve sermayenin sınır tanımadığı, egemenliğini muhafaza etmeye çalışan ulus-devletlerin hedef haline geldiği bir ortam doğmuştur.Bu ortamda, Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş bir coğrafyada jeopolitik bir boşluk oluşmuştur. 

Bu coğrafya, dünya hâkimiyet düşüncesinde önemli yer oluşturan Büyük Orta Doğu bölgesidir. 

ABD tarafından, bölgede kontrolün sağlanabilmesi için BOP adı altında bir proje uygulamaya sokulmuştur. Projede Türkiye’ye de sahip olduğu özelliklerinden dolayı yeni roller biçilmiştir. Yeni roller, var olan tehditleri arttırmış ve yeni şekillere dönüştürmüştür.Türkiye’nin projedeki önemi; NATO üyesi, AB aday ülkesi olması, Batı içinde kabul edilmesi, nüfusunun %99’unun Müslüman olması, belirtilen coğrafyadaki ülkelerle kültürel benzerlikleri ile tarihî ilişkilerinin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Projede, Türkiye’nin, kendi amaçlarına uyum sağlayacak bir şekle dönüştürülmesi ve gücünün kontrol edilebilir olması düşüncesi de yer almıştır.Varlığını ulus-devlet, üniter-devlet, laik-devlet esaslarıyla sürdüren Türkiye, açıklanan bu düşüncelerle, dış güçlerin etkisi ile dönüşüme zorlanmaktadır. Bu süreçte, etnik farklılıklar ile dinî duyguların istismar aracı olarak kullanıldığı, hedefin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve benimsediği yapı olduğu anlaşılmaktadır.Bu değişim ve dönüşümde, ulus-devlet ve üniter devlet anlayışının bozulması için etnik bölücülük ön planda tutulmuştur. Bu bölücü tehdit terörle başlamış, siyasetle devam etmektedir. Terörden kurtulmak için açılım adıyla başlatılan girişim, tehlike yaratmıştır. Mevcut anayasanın değiştirilmesi ile dönüşümün sağlanamayacağı anlaşıldığından, yeni bir anayasanın yapılması ülke gündemine getirilmiştir.Türkiye’nin rolünü gerçekleştirebilmesi için, bölge ülkeleri ve İslam dünyası ile iyi iletişim kurması, ancak demokratik ve hukuk devleti anlayışını muhafaza etmesi, laik-devlet anlayışından kısmen İslamî yaşam tarzına doğru bir görünüm alması,  “ılımlı İslam” olarak adlandırılan bir yapı ve davranış biçimini benimsemesi düşünülmüştür. 

Bu nedenle, iç siyasetin ve dinî hassasiyetlerin kullanılması gündeme gelmiştir. 

Yeni anayasa düşüncesi, bu yaklaşımı da kapsamaktadır.İki yönlü tehdit altında olan Türkiye’nin, bu tehditlere karşı, savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi doğaldır. Devletin savunma mekanizmaları anayasal kurumlardır. 

Değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmek isteyen güçlerin, savunma mekanizmalarını etkisiz hale getirmeyi planlandığı ve bu maksatla psikolojik bir propaganda sürecini başlattığı kıymetlendirilmektedir. Psikolojik propagandada öncelikle TSK’nın, sonra da yargı sisteminin esas alındığı algısı mevcuttur. Neticede kurumların, amacın önünde engel olmaktan çıkarılarak, kurulması istenen sisteme uyumlu hale getirmesinin düşünüldüğü değerlendirilmektedir. 

İmkânsızlıktan dolayı bilgi sahibi olamamaktan, yanlış yönlendirilmekten, olumsuz propagandaya maruz kalmaktan, dış baskılar veya iç siyasî kaygılar gibi çeşitli nedenlerden dolayı olayları doğru teşhis edemeyen ve tehlikeyi fark edemeyenler olabilir.Hatta değişim ve dönüşümü, ileri demokrasiye geçiş olarak nitelendirenler de bulunabilir. Ancak ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği, ulus-devlet ve üniter yapısı ile cumhuriyet ilkeleri ciddi tehlike altındadır.Bilmeyerek veya istemeyerek de olsa bu sürece destek veren veya sürecin içinde olanların, tehlikenin farkına varmaları önem arz etmektedir.Türkiye, tehlike ve tehditleri bertaraf edebilecek güçtedir.Bu gücü tarihî geçmişinden, gelenek ve göreneklerinden, kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik öneminden, anayasal kurumlarından, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus-devlet, laik-devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir.

Türkiye’nin enerjisini, çeşitli düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. 

Bu zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemelidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesini esas alan girişimlerden vazgeçilmeli, ülkenin kutuplaşmasına, vatandaşların ayrışmasına ve ortamın gerginleşmesine 

imkân tanınmamalı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değişimine ve dönüşümüne yol açılmamalıdır.  

Kaynak Yeniçağ: Türkiye dönüşüme zorlanıyor 

Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiye-donusume-zorlaniyor-16753yy.htm

***

İhalesiz alıp yapamadığı iş için 45 milyon lira Tazminat aldı.

İhalesiz alıp yapamadığı iş için 45 milyon lira Tazminat aldı. 

17 EKİM  2020 CUMARTESİ,
YAZAR YÖNETİCİ 



TMSF, 1 milyon lira ödeyemeyecek durumda olan firmaya 1 milyar 324 milyon liralık işi ihalesiz verdi. 

Projeyi yarım bırakan şirket üstüne devletten 45 milyon lira tazminat aldı
TMSF, Ataşehir’de sahip olduğu arsaları ihalesiz olarak Aksüs Yapı adlı şirkete Arsa Satış Karşılığı Gelir Paylaşımı Sözleşmesiyle 2016 yılında verdi.

Yapılan belirlemelere göre, gayrimenkullere ilişkin herhangi bir duyuru ve ilan yapılmadığı gibi, bir ihale de yapılmaksızın şirketin teklifi üzerine Fon Kurulu tarafından karar alınarak sözleşme imzalandı.
İşi alan Aksüs Yapı, Reyhan İnşaat ve Marmara Fidancılık ile birlikte projede ortaklığa gidip 2017 yılında 1113 daire ve 44 ticari alandan oluşan Ataşehir Modern projesine başladı.
1 milyar 324 milyon lira gelir beklenen işin kanun ve yönetmeliklere aykırı olarak verildiğini belirten Sayıştay, 2018 yılında yaptığı denetimde ihalesiz biçimde ve keyfi olarak seçilen yüklenicinin bu işi sonuçlandıramayacağı nın anlaşıldığını vurguladı.

YETERSİZLİĞİ ÖRNEKLE ANLATTI

Bu durumu bir örnekle anlatan denetçiler, yüklenicinin 28 Ocak 2019 tarihinde Fon’a yaptığı başvuruyla, firma tarafından yaptırılan proje tadilatına ilişkin ruhsata esas ücretin (harç) tutarı olan 1 milyon 308 bin liralık ödemeyi yapamadığına işaret ederek, “Söz konusu bu tutarın Fon tarafından ödenmesini talep etmiş ve 2019/64 sayılı Fon Kurulu Kararı ile de bahse konu tutar Fon bütçesinden ödenmiştir” denildi.
Aksüs Yapı ile TMSF arasında yapılan tüm sözleşmelerde, “İnşaat öncesi ve sonrasında, satış/gelir paylaşımı ve bağımsız bölümlerin Fon’a teslimi 
safhasında; her türlü mali ve maddi yükümlülüklerin (mükellefiyete göre Fon payına düşenler dâhil), idari ve hukuki sorumlulukların Yüklenici tarafından 
karşılanacak, her ne nam altında olursa olsun, Yüklenici Fon’dan bir talepte bulunmayacaktır.” hükmüne yer verildiğine dikkat çeken denetçiler,
 “Söz konusu işte gelinen nokta ve mevzuata aykırı işlem tesis eden Fon’un karşı karşıya kaldığı durum, 1 milyar 324 milyon lira değerindeki bir işi, iş tutarının binde birinden daha az tutardaki bir yasal yükümlülüğü yerine getiremeyecek bir firmaya verilmiş olduğu gerçeğidir” tespitini yaptı.

SÖZLEŞME 3 YIL SONRA FESH EDİLDİ

TMSF ise ihalesiz iş verilmesiyle eleştirilerle ilgili sürecin Sayıştay’ın genel denetimini ilgilendirilmediği ni belirtirken, yüklenicinin yetersiz olduğuna dair 
tespiti kabul etmediğini ifade etti.
TMSF’nin verdiği bilgiye göre süreç içerisinde yüklenici inşaat sektöründe yaşanan ekonomik zorlukları gerekçe göstererek, sözleşmede taahhüt edilen asgari hasılat tutarının ilk taksitinin ve devam eden taksit vadelerinin faizsiz olarak ötelenmesi ya da sözleşmenin “ Hasılat Paylaşım Usulünün” revize edilerek kat karşılığı inşaat yapım usulüne” dönülmesini talep etti.
TMSF, Fon menfaatlerine uygun görülmeyen bu taleplerin reddedildiğini ve Aksüs Yapı ile yapılan sözleşmenin 10 Mayıs 2019 tarihinde karşılıklı mutabakat 
çerçevesinde fesh edildiğini açıkladı.

2019 DENETİMİNDE ORTAYA ÇIKTI

Sayıştay’ın 2019 yılında yaptığı denetim ise TMSF'nin sözleşmeyi haklı nedenlerle sonlandırılmaması nedeniyle Aksüs Yapı ve Entegre Atık İşletmeleri  Şirketi'ne 45 milyon 382 bin TL ödeme yapmak zorunda kaldığını tespit etti. Sözleşme kapsamında alınan 31.5 milyon liralık teminat mektubunun iade 
edildiğini de kaydeden Sayıştay Denetçileri, bu durumun TMSF kaynaklarında eksilmeye neden olduğunu vurguladı.

11 MİLYON LİRA ŞİRKETİN YERİNE ÖDEME

Raporda “Sözleşmede yüklenici aleyhine uygulanması gerekecek pek çok kısıtlayıcı düzenleme mevcut iken, Fon'un yüklenici hakkında sözleşmede hüküm altına alınan yaptırımları uygulamama gibi bir keyfiyetinin olamayacağı açıktır. TMSF’ye ödenmesi taahhüt edilen asgari hasılat miktarına ait ilk taksitlerin ödenememesi yaklaşık 1 yıllık süre içerisinde yüklenici adına Fon tarafından 10 milyon 917 bin lira harcama yapılması göz önünde bulundurulduğunda; yüklenicinin mali durumunun sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan yeni durumlardan ziyade, en baştan itibaren yeterli olmadığına karine teşkil ettiği düşünülmektedir” görüşüne yer verildi.

İŞ BAŞKASINA VERİLDİ

TMSF, sözleşmesini iptal ettiği Ataşehir'deki arsa üzerine yapılacak olan “Ataşehir Modern Projesi A, B, C Blok konut, işyeri sosyal tesisler inşaatı” işi için 2020 yılında pazarlık usulüyle yeni bir ihaleye çıktı. Yapım ihalesini 280 milyon 400 bin TL teklif veren Mustafa Ekşi-İlk Yapı İnşaat ortaklığı aldı.

http://acikistihbarat-bilgipaylasim.blogspot.com/2020/10/ihalesiz-alp-yapamadg-is-icin-45-milyon.html

***

29 Ekim 2020 Perşembe

ZAYIFLIK SUÇ DEGİL ZAFİYETTİR.,

ZAYIFLIK SUÇ DEGİL ZAFİYETTİR.,



Ekrem Şama
25 Tem 2016
Hangi İstihbarat Zafiyeti




Nihayet kabul ve itiraf ettiler!
Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı:
“İstihbarat zafiyeti var!”
Bu cümlenin doğrusunu söylemek gerekirse:
    İstihbarat paylaşımını potansiyel düşmanlarımıza havale etmişiz, onlar da dibine kadar bu zafiyetimizi kullanmışlardır. Örnek mi istersiniz Birkaç cümle ile hatırlayalım:
Ucu İsrail’e bağlı Heron kepazeliği ile ucu Amerika’ya bağlı Pradetör rezaleti.
Uçaklarımıza sınır ötesinde dağı taşı boş yere bombalatmadılar mı Koyun sürüsü geliyor diye aldatıp yüzlerce teröristin sınırlarımızdan içeri girip defalarca Aktütün, Dağlıca gibi daha birçok yerde Mehmetçiklerin kıyıldığı faciaları bize yaşatmadılar mı Uludere’de kendi vatandaşlarımızı katlettirmediler mi Teröristlerin yöneticilerimizi aldatarak, yıllarca dünya kadar silahı depolayıp, yolları, meydanları patlatıp, Türkiye’yi faciadan faciaya sürüklemeleri, evlatlarımızın sapır sapır doğranması, istihbarat zafiyeti değilse nedir
Potansiyel düşmanlarımızı “müttefik” adı altında topraklarımızda kümelendirmeleri, dinleme, istihbarat, füze kalkanı, anti füze gibi adlarla silahlarını mahrem yerlerimize yığmalarına göz yummaları bundan değil miydi
Yerli elektronik aygıtlarımızın yapılamaması, yapmaya çalışan özel sektör, TÜBİTAK ve ASELSAN’daki teknik beyinlerimizin devletin gözü önünde şehit edilmesi, bunların korunamamasının asıl sebebi istihbarat zafiyetinden başka nedir
Suriye’nin Libya’nın yıkılmasında, olmamız gereken yerde ve takınmamız gereken tavırlar yerine tam tersi, katliamlara sebep olanların lehine hareket etmemizi sağlayan istaibarat zaafiyeti değil midir
Siyasetçilerimizi her gün fırıldak gibi görüş değiştirterek, insanlarımızın ve dünyanın başını döndürürcesine kararlar değiştirten istihbarat zayıflığı değildir de nedir
Bomba yüklü araçların ve canlı bombaların, sınır ötesinden binlerce kilometre yol geçerek, ta kalbimize kadar elini kolunu sallayarak gelebilmeleri, meydanlarda ve sokaklarda yüzlerce vatandaşımızın ve misafirimizin hunharca katledilmesi ile sonuçlanan faciaların, yetkililerimizce haber alınamayışı bu istihbarat zayıflığından kaynaklanmamış mıdır Bunlar dile getirildiği zaman burnundan kıl aldırmayan yöneticilerimiz, “istihbarat zafiyeti” sözü ile şimdi çıplak kalmış olmuyorlar mı
Arap baharı safsatasına yöneticilerimizi inandırıp, İslam ülkelerinde facia ile sonuçlanan maceralara destek verdirten ve bugün darbecilerin zulmü altında inim inim inleyen Müslüman halkın bu duruma düşmesi bizdeki istihbarat zafiyeti sayılmaz mı.

Sınır ihlali yapıldığı gerekçesi ile Rus uçağının düşürülmesi üzerine, üst düzey yöneticilerimizin adeta bir birleri ile yarışırcasına emri kendilerinin verdiğini söyleten, Rusya ile istifaya davet ettirecek kadar polemikleri tırmandırtan, bu polemikler sebebiyle ülkemizi onlarca milyar dolar zarara uğratan, sonra da “kusura bakma” diye kusurunu kabul etmek zorunda bırakılan trajikomik durum, istihbarat zafiyetinin şaheser örneklerinden biri değil midir.

Bugün de bu uçağını düşüren pilotların “paralelci çetelerden olduğunun” ortaya çıkarılmaya çalışıldığının açıklanması, istihbarat zafiyetinin sonucu değil midir
Haçlı ve Siyonist’in içimizdeki ajan, cihaz ve paralel uzantıları ile yöneticilerimizin öksürmesi dâhil her bir hareketini canlı olarak dinleyip izlemeleri, bunların da açığa çıkması nasıl bir istihbarat zafiyetidir.
Üzücü daha bir sürü olay!

Ve Nihayet!

Yıllarca bütün uyarılara rağmen, dost veya müttefik bellediğiniz Haçlı ve Siyonist devlet ve kuruluşlarla işbirliği yapan ve adına paralel denilen, yerli ajanların marifetiyle düğmeye basılan rezil darbe girişiminin, yıllarca hazırlığının yapılmış olması, 3 tane ordumuzun, jandarmamızın, güvenlik kuvvetlerimizin, MİT’in beynine, komuta ve icra kademesine ajanların yerleştirilmiş olması, saat 22’de başlatılacak olan girişimin saat 16’da haber alınmasına rağmen, Cumhurbaşkanı ’nın son anda “Eniştesi Ziya Bey’den” haber alıp canını zor kurtarmış olması, keza Başbakan’ın bir arkadaşından tüyo alıp, görev yerine dönmeye çalışırken kurşunlanması, erbabınca devlet kurup devlet yıkacak kadar uzun olan 6 saat gibi altın bir sürenin boş toplantılarla, nafile telefon görüşmeleri ile heba edilmiş olması, tank ve helikopterlere karşı milletin durmak zorunda bırakılması ne menem bir istihbarat zafiyetidir.

14 yıldır bu zafiyeti keşfedemeyen, tedbir alamayan, ama davetlerine icabet etmeyen muhtarlara işten el çektirtecek kadar ince bilgilerin kendilerine ulaştırılabildiği, 15 Temmuz belasından ise son anda canını Allah’ın ve milletin yardımı ile kurtarabilmiş bulunan bu sayın yöneticilerimiz, geriye baktıklarında görevlerini yapmış olmanın huzurunun damlasını duyabilecekler midir.
“İstihbarat zafiyeti var!”

Çok kolay kurulan bir cümle ama hesabı nasıl verilecek Biz sık sık bu aksaklık ve yanlışlıkları dile getirdiğimizde alay eder bir şekilde:
“Devlet yönetmek koyun gütmeye benzemez!” diye karşılık veriyor.
Ne kadar haklıymışlar

Ekrem Şama
***

Zeitgeist Hareketi – Aktivist Rehberi

Zeitgeist Hareketi – Aktivist Rehberi


Serdar Akbıyık -
22 Ocak 2010
Zeitgeist Hareketi – Aktivist Rehberi


    Bu Sayımızda Zeitgeist Hareketi-Aktivist Rehberi’ni konu edineceğiz. 

  Bu köşenin isim babası olan Zeitgeist ilk filminden itibaren bir değişim geçirdi. İkinci film olan Zeitgeist Addendum ile Venüs Projesi arasındaki bağ izleyiciye gösterildi. Bu sayımızda tanıtacağımız Zeitgeist Hareketi-Aktivist Rehberi ile aslında Zeitgeist’ın Venüs Projesi’nin bir maskesi olduğu ortaya çıktı. Tam da bu noktada bir kızgınlık yaşıyorum. İlk Zeitgeist’ın toplumsal bir hareket olup underground bir tarzla aydınlanma yaratacağını düşünmüştüm. Benim aydınlanma dediğim ise insanların dönemimizi sorgulamaya başlamasıydı. Kendi adıma yaşayacağım en büyük devrim bu olurdu. İnsanların her şeyi sorgulaması. Fakat bu dev anlam geldi geldi Venüs Projesi’nin dar ve ütopik sınırlarına sıkıştı.

Belki önemli bir şans kaçırıldı bu anlamda. Çünkü Zeitgeist’ın dönemimiz ile ilgili birçok doğru önermesi vardı. Sistemin orasından burasından değil özünden ve tümden hatalı olduğunu bir resim gibi önümüze seriyordu. Hatta resim değil, yaşanan bir film gibi demeliydim. Üstelik bütün bozulmuşluğun bir kaç isme veya döneme ait olmadığını insanın varoluşundan beri süregelen yapılanmadan kaynaklandığını anlatıyordu. Para sistemi, bütün ideolojiler ve din olgusunu kendi doğruları içinde anlatıyordu. Kimi izleyiciler veya bu köşeyi okuyanlar “herkesin bildiği şeyleri anlatıyor” diye küçümsedi Zeitgeist’ı ama bilmek değil dile getirmek önemli. Bunun bilincinde bir hareketti Zeitgeist. Gerçekten sınıfsal yapılanmayı eleştiren tek sınıflar üstü hareket olma hissi vermişti. Bu yazıda Zeitgeist ve söylediklerini tekrar anlatmayacağım. Çünkü 2008 Mayıs ve Aralık sayılarımızda Zeitgeist, Zeitgeist Addendum filmlerini tanıtmıştık. İzlemeyenlerin mutlaka bu filmleri izlemesini öneririm. Çünkü dönemimizi anlamak adına size soru sorduracak yapımlardır.

Bu satırlardan itibaren bu filmleri izlemiş ve Zeitgeist hakkında bilgisi olanlara sesleniyorum. Venüs Projesi’nin temeli şu iki satırda anlatılmaktadır. “İnsanlar anormal davranışın sebebinin çevresel faktörler olduğuna inandılar, durum parasal sitemi kullanan toplumların hepsinde aynı idi. Çözüm zaten geçerliliğini yitirmek üzere olan “parasal bazlı ekonomi” sistemini “kaynak bazlı ekonomik sistem” ile değiştirmekti.

Kaynak bazlı ekonomi sistemi insanlığın refahı ve hayatını sürdürmesi için gerekli olan kaynağı ve insan gücü ile yapılabilen bütün işlerin, otomatikleştirilmiş sistem (otomasyon) ile değiştirileceğini vaat eder. Bu sistem, şiddet, bozulma, hırs (açgözlülük) ve sömürü gibi insan davranışlarının, “ Çevresel Faktörler ” sebebiyle çoğalmasının önlenmesinde etkili olacaktır.”

Bu metin bir doğruyu yanlış bir kaynakla sebeplendirmekten ibarettir. İnsan davranışları asla sadece çevre etkisiyle ifade edilemez. Fakir bir mahallede daha çok suç işleneceği tabii ki doğrudur. Ama suç işleme kavramı sadece bununla açıklanamaz. Adama sorarlar Che Guevera bir doktorun oğluyken, üst tabaka bir sınıfın içinde zengin bir hayat sürmek varken niye Bolivya ormanlarında vurularak öldürüldü? Bütün peygamberlerin niçin fakir sınıftan geldiğine inanılır. Veya fakir mahallelerde doğmuş büyümüş birçok arkadaşı çetelere kurban olmuş ama kendisi düzgün bir hayat yaşamayı becermiş insan evladına ne diyeceksiniz diye. Bunun tersi için de birçok örnek verebiliriz. Zengin zümrenin entelektüel çevrede büyümüş çocuklarının hepsi iyi veya kötü olarak kategorize edilebilir mi?

Gelelim otomatikleştirilmiş sistem ile neyin kast edildiğine. Zeitgeist Hareketi – Aktivist Rehberi’nde de söylendiği gibi artık bilgisayarlı robotlar ve teknoloji insan emeğinin yerini almakta. Tarım veya sanayide bu görülmekte. Venüs Projesi’ne göre burada tam bir teslimiyet gerekmekte. Çünkü ilerlemenin ve teknolojinin karşısında durulamaz. Tam tersi yeni düzenin işlerliği siber bir bilgisayara bırakılacak. Bütün üretim bu yeni teknoloji tarafından yapılacak. Peki, insanoğlu ne yapacak? Bunun cevabı nedir? Bol seks, felsefe, güzel sanatlar ya sonra? Bir bilim kurgu filminin insanlığını kaybetmiş toplumunu tanımlıyorsunuz, bunun farkında mısınız?

En önemli konu ise bütün bu projenin hayata nasıl geçeceği yani gerçekleştirilme şansı nedir? Proje sanki dünyanın sahibi olan bir diktatör tarafından yazılmış. Bütün dünyaya ve sistemlere sahip bir otorite. Çünkü bu hükme sahip olmayan hiç kimse böyle bir devrimi yaratamaz. Böylesi bir devrim, devrime ihtiyaç duyan kalabalıklar tarafından desteklenerek hayata geçirilebilir. 

Üstelik bu kalabalıkların hepsinin cüzdanı da şişkin değil. Yani fakir ve aklı çalışan insanlardan bahsediyoruz. Böyle bir sistemin yaratıcısı olan Jacque Fresco Türkiye’ye gelip bir panele katıldığında bu paneli dinlemek için 800 TL vermek zorundaysak bu projenin ortağı nasıl olacağız? Böyle bir proje geniş kitlelere nasıl ulaşacak? 

Yoksa internetten yayınlanan Zeitgeist filmleri buna yeter mi sanıyorsunuz. Parası olmayanlar filmi seyretsin, parası olanlar projeye katılsın mı diyorsunuz? Yeni şehirlerden bahsediliyor Venüs Projesi’nde. Geri dönüşümlü ve doğal kaynaklardan yararlanan yeni bir teknoloji. Mükemmel bir fikir. İyi de bu teknolojiyi nasıl inşa edeceksiniz. Dinlemek için 800 TL’yi verenler bu şehirlerin de parasını öderler. Peki, bu faturayı ödeyemeyecek olanlar. Hani diyorlar ya günümüzdeki sistem paraya dayalı bir sistem onun için mecburuz böyle yapmaya. Siteden parayla kitapta satarız, panellerdeki dinleyicilerden para da alırız. Çünkü biz de bu sistemin içinde var olarak devrimimizi yapabiliriz. Eh bu şehirleri bütün sistemi yıkmadan yapmaya çalıştığınıza göre bu teknolojinin parasını ödeyebilenlerle yapacaksınız. Yani içimizdeki devrime, Zeitgeist’a karşı bir devrimle. Devrime, karşı devrim. Doğmamış çocuğun idam sehpası.

Siyasi Ayak Oyunları.,

 Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat


Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat

Güvenlik, Kemal İnat, Siyaset, 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi, ABD, Adalet ve Kalkınma Partisi, AK Parti, Askeri Darbe, Fethullah Gülen, FETÖ,
Recep Tayyip Erdoğan, Siyasi Ayak Oyunları, “Siyasi Ayak” Oyunları.,

Kemal İnat
19 Şubat 2020.,


FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir..

    Türk siyasetinde yeniden garip bir şekilde başlatılan “siyasi ayak” tartışmasını dış politikadan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.
Güncel tartışmanın fitilini ateşleyen de eski bir Genelkurmay Başkanı olduğuna göre, meselenin darbe boyutu da çok önemli.
FETÖ’nün 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’daki darbe girişimlerinin Türkiye’nin bağımsız dış politika arayışlarıyla yakından ilgili olduğu açık bir gerçektir. Şimdi siyasi ayak polemiği üzerinden FETÖ’ye karşı mücadelede en ön safta yer alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan saldırının da aynı şekilde Türkiye’nin dış politikadaki bağımsız çizgisinde ısrar etmeye devam etmesiyle çok yakından ilgisi var.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerinin belediye başkanlıklarını kazandığı bir seçimden sonra muhalefetin 2023 seçimlerini demokratik kurallar çerçevesinde kazanmaya yönelmek yerine, yeniden geçmişteki hataya düşüp, hangi yolla olursa olsun Tayyip Erdoğan’ı iktidardan devirmek arayışına girmesi anlaşılır gibi değil.
Tayyip Erdoğan’a FETÖ ile yeterince mücadele etmediği iddiası üzerinden muhalefet etmek, iktidar mücadelesini yeniden zayıf olduğu alana çekmek demektir. Herkes Erdoğan’ın FETÖ ile mücadelesinin ne kadar kararlı olduğunun şahidi. Hatta bazı kesimler bu mücadelenin çok sert olduğunu ileri sürerek onu eleştiriyorlar.
17-25 Aralık darbe girişiminden sonra FETÖ ile mücadeleyi çok sert yürüttüğü gerekçesiyle Erdoğan’ı eleştiren ve bu mücadeleyi baltalamaya yönelik siyasi adımlar atan muhalefetin şimdi FETÖ’nün siyasi ayağı polemiğinde onu itham etmesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki “kontrollü darbe” söylemi kadar anlaşılmaz bir taktik hatası.

Muhalefetin, FETÖ’nün Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu artık kabul edip, meseleyi sulandırmadan, hükûmetin bu tehdide karşı attığı adımları ve Türkiye’nin bağımsızlığını koruma konusundaki çabasını takdir eden bir çizgiye gelmesi hem kendisi hem de Türkiye için en doğru yol olacaktır.
FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir. 2009 yılından itibaren Türkiye’nin özellikle Orta Doğu politikasında Washington’u rahatsız edecek düzeyde bağımsız hareket etmesi, ABD’nin elindeki bütün araçlarla Türkiye’nin “kayan eksenini” yeniden yerine oturtmaya çalışmasına yol açtı.

Bu çerçevede başvurulan araçlardan biri de Fetullah Gülen örgütü oldu. Başta ordu, emniyet ve yargı olmak üzere Türkiye’deki önemli kurumlara yerleştirilen örgüt elemanları “ekseni kayan” AK Parti hükûmetini devirmek için harekete geçti.
17-25 Aralık, saldırının açıktan yürütülen ilk aşamasını oluşturdu. Bu dönemde muhalefetin, ABD merkezli bu saldırıya karşı Türkiye’nin bağımsızlığını savunmak yerine, bunu AK Parti hükûmetini devirmek için bir fırsat olarak görüp desteklemesi halk tarafından affedilmedi ve ardından 30 Mart 2014’te yapılan seçimler muhalefetin hezimetiyle sonuçlandı.

Muhalefet partilerinin Türkiye’nin güvenliğini ve bağımsızlığını hedef alan saldırılarda hükûmetin arkasında durup, doğrudan iç siyaseti ve hizmetleri ilgilendiren konulara yoğunlaşmaları başarılı olmalarının anahtarıdır.

AK Parti döneminde, dış politikanın bağımsız çizgiye çekilmesi, terör örgütleriyle mücadele ve darbelerin önlenmesi konusunda elde edilen kazanımların geriye döndürülmesine yol açacak bütün adımları halkın cezalandıracağını görememek muhalefet açısından ciddi bir basiretsizlik olacaktır.

Meşru hakkı olan iktidara gelme hedefine, halkı ikna ederek demokratik yollardan ulaşmak yerine, eskiden olduğu gibi, darbe gibi yöntemlerden medet umarak ulaşmaya tevessül etmesi ve Erdoğan’ı devirmek için bir araya gelen gayrimeşru aktörlerle birlikte hareket etmesi muhalefetin yapacağı en büyük hata olacaktır.
Son dönemde şahit olduğumuz “siyasi ayak” ve “darbe” tartışmaları muhalefetin geçmişteki hatalarından maalesef ders almadığını gösteriyor.

https://www.setav.org/siyasi-ayak-oyunlari/

***

PSİKOLOJİK HAREKATÇI GÖZÜYLE KORONA VİRÜSÜ NEDİR.,

PSİKOLOJİK HAREKATÇI GÖZÜYLE KORONA VİRÜSÜ NEDİR.,

PSİKOLOJİK HAREKATÇI GÖZÜYLE KORONA VİRÜSÜ NEDİR?

Tahir Tamer Kumkale.,
14 Mart 2020 14.00




İnsanları Mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir. 
İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. ( Gazi Mustafa Kemal Atatürk–1931)

Dünya ülkeleri kısa bir süre önce Çin’de başlayan KORONA VİRÜSÜ olayıyla meşguller. Tek gündem maddesi bu. Ülkeler virüse karşı mücadele için tüm güçlerini seferber ediyorlar.

Peki nedir bu? Neden ve niçin ÇİN’den başladı?

Kanaatimce bu durum, dünyayı asırlardır kendi koyduğu kurallara göre yöneten küresel güçlerin (Tapınak Şövalyeleri, CFR, BILDERBERG v.s.) 
Dünyaya düzen vermek istediği ve ülkeleri istediği düzende tutmak için başlattığı biyolojik savaşı anlatmaktadır.
Bundan öncede ASYA GRİBİ, HONKONG GRİBİ, KUŞ GRİBİ, SARS VİRÜSÜ gibi küresel salgınlar çıkartılarak dünya devletlerine dersler verilmiş 
ve ülkelerin güçleri küresel patronların istediği düzeye ininceye devam ettirilmiş, bilahare daha önceden hazırlanmış aşılar piyasaya çıkartılmış, 
aşı satışlarından çok büyük kazançlar sağlanıp bir taşla birkaç kuş vurularak oyuna son verilmiştir..
Bu defada durum aynidir. Oyun tarihteki örneklerine uygun şekilde kontrollü bir şekilde oynanmaktadır.
İlk hedef Çin’dir. Hızla ve vaktinden evvel büyüyerek güçlenen ÇİN’in ekonomisine balta vurarak ÇİN’e süper güç olma yönünde darbe indirmektir. 
Bu hedef başarılmıştır. Çine daha uzun bir süre normal sistemine devam edemeyecektir. 
Çin Ekonomisi küresel dünyayı tehdit etmekten çıkacak Sadece kendi iç piyasasına yönelik olacaktır..
İkinci hedef Rusya’dır. Putin ile şaha kalkan Rusya artan petrol ve doğal gaz fiyatları ile kısa sürede zenginleşmiş, ekonomisini düzeltmiş, 
yeniden bir süper güç olduğunu ortaya koyarak Suriye’de tarihi hedefleri olan sıcak denizlere ulaşmıştır. Şimdi düşürülen petrol fiyatları ile 
maddi sıkıntı içine girecek Rusya bir müddet daha küresel aktör olmaktan uzaklaşacak ve ancak kendi kendini yönetir bir duruma gelecektir.
Üçüncü ana hedef Almanağının başını çektiği Avrupa’nın gelişmiş ülkeleridir. Güçlenerek ABD’ne rakip bir dünya devi olmaya çalışan Avrupa 
devletlerinin aslında sanıldığı kadar güçlü olmadıklarını anlayarak küresel güç olma sevdasından vazgeçerek Avrupa’dan dışarıya açılmalarının 
önüne set çekilecektir.
Son hedef ABD’dir. Soğuk savaş döneminden beri tek dünya lideri konumunda bulunan ABD’ne gücünü koruduğu, fakat Trump ile yürütülen 
politikalarında tutarsızlıklar bulunduğu gösterilecektir. Bu dönemde ABD; bazı noktalarda ki eksikliklerini tamamlama sürecine girecektir.
Peki bu gidiş ne zamana kadar devam edecektir. Bunu bilmek önceden mümkün müdür?
Evet mümkündür. Bu oyunu planlayan Tapınak Şövalyeleri istedikleri hedefe ulaşınca durdurma düğmesine basacaklardır. Şimdi virüsün dünyaya 
tamamen yayılmasını bekliyorlar.. Bu arada bu virüsün etkilediği yerlerin çok fakir ve yoksul Afrika ve Asya ülkeleri değil zengin ve refah içinde 
yaşayan güçlü ülkeler olması da kurgulanan senaryo gereğidir.
Şimdi sıra bu virüs için önceden hazırlanarak depolanan aşı ve karşı sağlık tedbirlerinin devreye sokulmasına gelmiştir. Sanırım bu aşı işinden de 
hayal dahi edilemeyen meblağlarda paraların kazanılacağı ve küresel güçlerin gücüne güç katılacağı açıktır.
Benim kanaatime göre dünya ülkeleri önümüzdeki iki ay daha her türlü iç ve dış sorununu erteleyecekler ve gündemlerini sadece virüs işgal 
edecektir. Sonra konu birdenbire gündemden çıkacak ve yeni hazırlanan senaryolar gündeme dahil edilecektir.
Peki bu büyük oyunu önlemenin çaresi yok mudur? Hayır yoktur. Oyun devreye sokulmuştur ve ok yaydan çıkmıştır.. Ülkeler bu oyun içinde sadece 
kendilerini koruyucu basit tedbirler alabileceklerdir.
Ve bu oyun her zaman olduğu gibi başlatan tarafından bitirilecektir.

Dünyayı yöneten gizli güç formülü: Kontrollü KAOS

 Dünyayı yöneten gizli güç formülü: Kontrollü KAOS 





21.06.2009 20:38


Dünyayı yöneten gizli güç formülü:Kontrollü KAOSUSTA gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun ART’de canlı yayımlanan programı Ceviz Kabuğu’nda “Zeitgeist” hareketi mercek altına alındı. Dünyayı yöneten gizli güçlerin gözde formülü ‘kontrollü kaos’ her yönüyle masaya yatırıldıDünyayı gizli güçler yönetiyorZeitgeist Türkiye Hareketi Başkanı Oğuzhan Turgay Özdemir, dünyayı aslında liderlerin değil, sermayeyi elinde bulunduranların yönettiğini iddia ettiHaber: Neslihan GÜRSOYUsta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu’nda Zeitgeist tartışması yapıldı. Almanca bir kelime olan Zeitgeist, “Ne anlama geliyor? Arkasında kimler var ve neyi amaçlıyor?” soruları tüm ayrıntılarıyla masaya yatırıldı. Programın bu haftaki konukları “Zeitgeist: Kuantum ve Kur’an” kitabının yazarları Yıldıray Yılmaz ve Serhat Ahmet Tan oldu. Zeitgeist hareketinin arkasında İsrail’in olduğunu iddia eden Yılmaz ve Tan, Yahudilerin kendilerine Tevrat’ta “vaad edilmiş toprakları” elde etmek için çabaladığını söylediler.11 Eylül olayları Zeitgeist’in dinlere karşı bir tutum sergilediğini belirten Ahmet Tan, dünyadaki çok önemli, büyük olayların arkasında da bu hareketin olduğunu ileri sürdü. 

   Tan, Amerika’daki 11 Eylül olayı, 1. ve 2. Dünya Savaşları gibi Amerika’nın içinde bunduğu olaylarda gerçeğin görünenden farklı olduğunu söyledi. Özellikle 11 Eylül olaylarının üzerinde duran Tan, Zeitgeist’in “Amerika’nın Irak’a girmesi için bir neden gerekiyordu. Bunun kendiliğinden olmasını beklemedi, kendi yarattı” dedi. Ahmet Tan, Zeitgeist hareketini şöyle yorumladı: Ateizmi getirecek “Zeitgeist, reddedilmesi kesin bir konunun arkasına, reddedilmesini istediği başka olayları koyarak insanların karşısına sunuyor. Bunların arkasına da bir ütopya yerleştiriyor hedef olarak... Komplo teorisi gibi görünüyorlar ama Zeitgeist belgeselinde anlatılanların gerçekten olabileceğini düşünüyorsunuz. Bize göre de, Hıristiyanlıkla ilgili söylemleri dışında doğru birtakım gerçekler ortaya koyuyor. Ama bunları yaparken dinlere ve özellikle Hıristiyanlığa karşı yapılan şeyler var. Evinize giren hırsız, sizin evinizde sizinle ilgili doğru bir şey söylese ona inanmaz ’yalancısın’dersiniz. Baştan insanların en çok mahrem olarak kodladıkları bir konuyu reddederek başlaması, bu arkasında gelen konunun da sanki reddedilmesini istiyor gibi bir izlenim yaratıyor. Biz buradan şu sonucu çıkardık. İnsanların ortak olarak ortaya koyduğu bir gerçeği reddederek, diğerlerinin de reddedilmesi için uğraşıyor.” Hulki Cevizoğlu, Tan’ın bu son cümlesini Türkiye’deki olaylara benzettiğini belirterek “ Türkiye’deki bazı olaylara ne kadar benziyor... Bir tane doğrunun arkasına beş tane yanlış konulmuyor mu?” yorumunu yaptı. 



Yeni komplo planlarıAmerika’daki 11 Eylül olaylarını bu konuda örnek olarak gösteren Ahmet Tan, “Olayın nedeni hakkında Zeitgeist tarafından bir açıklama yapılmasa, Amerika’daki pek çok araştırmacıdan birkaçı mutlaka bu olayı çözecekti. Bu nedenle bilinmesi istenen kadar açıklama yapıldı ve olay kontrol altında tutuldu” dedi. Bu durumu kontrollü kaos olarak değerlendiren Ahmet Tan, bu komploların zamanının geçtiğini şimdi yeni komplo planları yapılmış olabileceğini söyledi. Hulki Cevizoğlu, Ahmet Tan’ın Zeitgeist’in komplo teorileriyle ilgili anlattıklarına “Dünyayı komplolar yönetmiyor mu zaten?” diye sordu. Cevizoğlu, “Türkiye’de şu anda yaşananlara baktığımızda onlar da komplo gibi geliyor şu anda. Hükümet de, muhalefet de, askeri kesim de, sivil toplum da komplo teorileriyle uğraşıyor. Dünyayı yöneten komplo teorileri belki de?” dedi.Para, nasıl ortadan kalkacak?

Zeitgeist Türkiye Hareketi Başkanı Oğuzhan Turgay Özdemir de telefonla katıldığı Ceviz Kabuğu’nda ilginç tavırlar sergiledi. 

Canlı yayına Zeitgeist Hareketinin Başkanı olarak bağlanan Özdemir, daha sonra bu hareketin içinde liderlik kavramının olmadığını belirterek başkan olmadığını söyledi. İlk olarak Yıldıray Yılmaz ve Ahmet Tan’a kitaplarında Zeitgeist internet sitesindeki bilgileri izinsiz ve telif ödemeden kullandıkları için tepki gösteren ve dava açılacağını söyleyen Özdemir, daha sonra Zeitgeist hareketinin parayı ortadan kaldıracağını dile getirdi. Yüzyıllardır var“Zeitgeist: Kuantum ve Kur’an” kitabının yazarı ve kitabı çıkaran yayınevinin Genel Yayın Yönetmeni Yıldıray Yılmaz bu konuda gereken ne ise yapacaklarını belirterek “Burada kamuya mal olmuş bir mesele vardı. Bunu internette yayınlayan kurumla irtibata geçmek çok zor. Bir mail adresi var ama biz mail atmadık çünkü, kitabı tamamen indirip almadık. Ama bununla ilgili bir talep olursa icabı ve gereği neyse onu yaparız” dedi.Özdemir’in, desteklediği Zeitgeist hareketi hakkında verdiği bilgiler şöyle: “Zeitgeist kavramı Fredrich Hegel’in ortaya attığı bir kavramdır. 2007’ye kadar felsefe olarak var. Bundan sonra harekete dönüşüyor. 

Bu, sonradan uydurulmadı. Yüzyıllardan beri var olan bir şey. 

Çağın içinde bulunduğu şartlar, yani ’zamanın ruhu’demektir. Hegel içinde bulunduğumuz zamanın ruhunun çarpıklığını yüzümüze vurmak için ortaya çıkarmış bu kavramı. İçinde bulunduğumuz zaman da para bir güç haline geldi...  

Venüs projesi Zeitgeist hareketinin öncüsü Peter Joseph, Katolik olarak doğuyor ama sonra bundan vazgeçiyor. Belgeseli hazırlarken kendini tanıtmak istiyor. Baktı ki bu belgesel dünyada çok etki yarattı bundan sonra yeni arayışlara girdi. Jack Presco ile tanıştı. Onunla birlikte Venüs Projesini oluşturdu ve Zeitgeist’i de bu projenin eylemci kolu yaptı. Şu anda tüm dünya da 300 bin kişi bunun için çalışıyor. 250 milyondan fazla insan da bu belgeseli istedi. Dünyayı aslında liderler yönetmiyor. Onları aslında sermayeyi elinde bulunduranlar yönetiyor. Belgesel bunu anlatıyor. Amerika’da iki başkan adayı vardı, ikisi de aynı şirket tarafından desteklendi ama biri kazandı. İnsanların önüne seçenek varmış gibi sunuldu. Zeitgeist hareketi de insanların gözünü açmak ve insanları gerçek özgürlüğe kavuşturacak Venüs Projesi’ne yönlendirmek için var.” Çözüm teknolojideİçinde bulunduğumuz sistemin sorunlarını siyasetçilerin çözemeyeceğini iddia eden Özdemir, çözümü teknolojide bulduğunu kaydetti. Özdemir, “Siyasetçiler özneldir, bu nedenle çözüm getiremez. Ama makineler size istediğiniz her şeyi verir” dedi. Özdemir’in bu açıklamalarına Ahmet Tan’dan eleştiriler geldi. Ahmet Tan, “savunulan sistemde paranın ortada kalkması durumunda kim çalışacak?” diye sordu. Ayrıca makinelerin insanların her isteğine cevap verebileceğine de karşı çıkan Tan, “İnsanın sayısız ve farklı ihtiyaçları vardır. Buna makinenin cevap vermesi mümkün değildir. Ne yani sahnede Macbeth’i makineler mi oynayacak. Futbolcuların yerine sahada robotları mı izleyeceğiz” diye konuştu.  Özdemir’in bu eleştirilere yanıtı ise “Siz sistemin içinde düşündüğünüz için bunu demeniz normal” oldu.Yeni dünya düzeni mi?Oğuzhan Turgay Özdemir, Cevizoğlu’nun “Bu sistem Masonluk ya da Komünizm’in desteğini mi alıyor? Bu bir anlamda yeni bir dünya düzeni mi öneriyor?”  sorusuna şu karşılığı verdi: “Zeitgeist Hareketi mevcut hiçbir sisteme benzemez. 

Masonluk, yeni dünya düzeni, anti-semitizm ya da Komünizm gibi sistemlere yapılan benzetmeler yanlıştır. Bunlar anti-zeitgeistçiler tarafından ortaya atılan iddialardır.” Yahudilerle Hıristiyanlar, dünyahakimi olmak için yarışıyorCeviz Kabuğu’nu telefonla arayan izleyicilerden Avukat Yasin Girgin, Hıristiyanlarla Yahudiler arasında dünyaya hakim olma konusunda bir rekabet yaşandığını söyledi. Dünya tarihini tam olarak anlamak için Adem’le Havva’ya kadar gidilmesi gerektiğini düşünen Avukat Girgin şöyle konuştu:  “Bu akşamki programınız en önemli programlarınızdan. Belki bugün anlaşılmayacak ama 10 yıl sonra anlaşılacak. Ancak bunlar dünya tarihinde küçük bir olay. 

Dünya tarihini anlamak için çok geçmişe, Adem’le Havva’ya kadar gidilmeli... 

Buna baktığımızda Yahudilikle Hıristiyanlık arasında bir mücadele olduğunu görüyoruz. Tevrat’ta da Yahudilerin bütün dünyaya hakim olacağı yazılır.”  Ahmet Tan, Yahudilerin dünyaya hakim olma isteklerinin çok eskiden kodlanmış olduğunu düşündüğünü belirtti. Kodlanmış isteklerBu kodlamanın Hz. Yusuf döneminde Tanrı tarafından yapıldığını, Yahudilerin bunu sahiplendiğini iddia eden Ahmet Tan, “Çalışarak global seviyede bir zenginleşme olamayacağını düşünüyorum. Yahudilerin zenginleşmesi ve bütün dünyaya hakim olma mücadelelerinin altında çok eskiden yapılmış kodlamaların olduğunu düşünüyorum. Kitaplardaki eski bilgilerin bunları onayladığını düşünüyorum. Tanrı tarafından kodlanıyor ama bunlar kendilerine mal ediyorlar. Yahudilere göre bütün dünya Dar’ül harp bölgesi” diyerek iddiasını savundu. 

Orta Doğu’yu karıştıran Zeitgeist Serhat Ahmet Tan, bugün karışık gibi görünen Orta Doğu’ya aslında dışarıdan bakıldığında her şeyin anlaşılabileceğini belirterek şöyle konuştu: “Orta Doğu tepeden bakınca çok net. İran ve Irak çatışmasının Zeitgeist efendileri tarafından planlanmadığı ne malum? Hatta Saddam’a bile destek vermiş olabilirler. Bütün sistem bu şekilde yönetiliyor. ’Kontrollü kaos’ bunun adı. Hedefin gerçekleştiğini görüyoruz Irak’ta. Mesela İsrail’in yanı başındaki coğrafya tamamen düşmanken dosta döndü. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi İsrail’le dost şu anda. Saddam kadar büyük bir tehdit oluşturmuyor.” İsrail’in, Türkiye’yi geleceği için tehdit olarak görüyorsa bu konuda plan yapmasının doğal olduğunu dile getiren Ahmet Tan şunları söyledi: İsrail’in hedefi“İsrail elbette Türkiye’yi hedeflerine engel görüyorsa bugünden plan yapması lazım. Bu plan savaş olabilir... Savaş olursa Irak’tan dolaştıracağına askerini Suriye’den sokar veya Türkiye’nin o bölgeden saldırmasını engellemek için o araziyi kontrol etmek isteyebilir. Veya orayı üs olarak kullanmak isteyebilir.” Yıldıray Yılmaz ise, 11 Eylül olaylarını Amerika’nın kendi kendine yaptığını ortaya koyan iddiaları şöyle sıraladı: “Kuleler dışında bir bina var. ’7. bina’ deniyor. İki kuleye uçak çarpıyor ama bu bina da yıkılıyor. Uzmanlar planlı bir yıkım yapıldığını söylüyor. Belli kolon ve kirişlere bomba yerleştirildiği söyleniyor. Kolon ve kirişler incelendiğinde çapraz kesikler olduğu görülüyor ve bunların fotoğrafları var... Toz bulutunun bu kadar fazla olmasının da kullanılan gazlardan olduğu belirtiliyor. Bina çok hızlı bir şekilde yıkılıyor. Bu da bunun planlı bir olay olduğunu ortaya koyuyor.” Kaynak: Dünyayı yöneten gizli güç formülü:Kontrollü KAOS 


Kaynak: 
Dünyayı yöneten gizli güç formülü: Kontrollü KAOS 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/dunyayi-yoneten-gizli-guc-formulukontrollu-kaos-18585h.htm


**

27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 4



Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,İnanç Sistemleri,Tevrat, Kuran,İncil, Peygamberlik Görevi, Din, Köktendinci,

  Yazının ana konusunu teşkil ettiği için bevl kelimesinin lügat anlamını da açıklayalım. Bevl: idrar yapma Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 7.3.1997 günü ATV'de katıldığı bir programda, şu ifadeleri kullandı; Ayakta bevl yapmak günahtır diyorlar, bunun dinle ne alakası var? ve buna benzer birçok ifadeler kullandı...
   Kitaplarda def-i hacetten bahsederken ayakta bevl yapmanın mekruh olduğu ifade edilmektedir. Bununla alakalı bilgi fıkıh kitaplarında hatta kitapların taharet bölümünde hususiyle kitapların ibtidasında zikredilmektedir.

Ayakta bevl yapma ve bevlden kaçınma hususunda bazı hadis-i Şerifleri hatırlatmak istiyorum.
1.  İdrardan korununuz, çünkü kabir azabının hemen hepsi bevldendir.
2.  İdrardan çok iyi korununuz, çünkü kulun kabirde ilk önce hesaba çekileceği husus bevldir.
3.  Muhakkak ki sizden biriniz, kabirde azab edilir. Şüphesiz bevl ettiği zaman istintar etmezdi denilir. İstintar, idrarın son damlasını çıkarmak için çaba harcamaktır.

   Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz, şöyle buyurur: Hz. Ayşe: Kendisine Kuran nazil olmaya başladığından beri..
Resulullah ayakta bevl etmemiştir.

Yine İmam-ı Ahmed'in Tirmizi'nin (cilt 1,225. sayfa) Nesai'nin 307 nolu hadis ve İbn-i Mace'nin tahriş ettiği hadiste de Ayşe demiştir ki, Size Nebiyyi Azam'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse ona inanmayın. mutlaka oturarak abdest bozardı.
4.  Abdullah İbni Mesud'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: Şüphesiz ayakta abdest bozman da cefadandır.
5.  Peygamberimiz ayakta idrar yapmayı yasakladı.
Bazı alimler de ayakta idrar yapmayı caiz görmüşlerdir, ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnad, Şu hadisi şeriftir: Hz. Huzeyf'dan bir gün Peygamber bir kavimin çöplüğüne vardı ve oraya ayakta bevl etti.

Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulema bu hadisi şerif karşısında
şu tevili yapmıştır.

A. Kadı İyaz'ın beyanına göre; uzun zaman oturan Efendimiz'i bevl sıkıştırmış, uzağa gidememiş hemen ayakta bevlini yapmıştır.

B. Rasulullah dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıştır. (Zira Araplarda bu şekilde yapılan idrarın belağrılarına iyi geleceği kanaati yaygındı)

C. Çöplükte müsait bir yer bulamamıştır.

D. Bir ihtimal de ayakta küçük abdest bozmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır.

Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan neticeye göre ayakta idrar yapmak mekruhtur. Fakat bu mekruhiyet, kerahati tahrimiye olmayıp, kerahati tenzihiyedir.

Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki; ayakta veya oturarak bevl yapmanın dinle alakası çoktur...

Bu örnekle ilgili yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak yukarıdaki konularda bile bir fikir birliğine varmayı zorunlu gören, buna ulaşmak için de büyük emek harcayan kökten dinci zihniyetin, çağdaş sorunları din aracılığı ile nasıl çözüme ulaştıracağını sorarak, 

Türk insanının hakkı olsa gerek.

Elbet ki kökten dinciler her zaman bu kadar masum konularla uğraşmıyorlar.
Ancak zihniyeti tanımak için, bu masum örneklere atıf yapmak gerekmiştir.
İnsanların tuvalet alışkanlıklarına dahi karışma ihtiyacı duyan bir
zihniyetin nasıl bir sistemin müjdecisi olduğu ortadadır.

Kökten dinci zihniyetin bir diğer örneği ise Türk kamuoyuna mal olmuş
bir olaydır. RP. milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, sarıkla namaza gitmenin 80 kere daha fazla sevap teşkil ettiği konusunda halkı bilgilendirmiştir. İslamın ibadet anlayışı ile tezat teşkil eden ve Diyanet İşlerinin de itirazına yol açan bu açıklama, köktendinci anlayışa tam bir örnek teşkil etmektedir. Halkın bir bölümü ise, Peygamberin de namazı sarıkla kıldığını ve bu sebeple sarıkla namaz kılmanın sünnet olduğunu TV kameraları önünde söylemekte ancak sevabın kaç kat arttığı konusunda Ceylan'la anlaşamamaktadırlar. Hatta namaza yürüyerek gitmekle, bir taşıta binerek gitmenin sevaba katkısı da irdelenen konular arasında yer almaktadır.

Bu anlayışın, dinin amacına ya da insanın imanına ve ahlakına ne gibi bir
katkısı olduğu ise, tartışma dışıdır.

Köktendinci harekete gösterilen tepkinin, bilinçsiz bir tepki olmadığı da açıktır. Din adına iktidara talip olanların, ülkeyi nasıl bir maceraya sürüklemek istedikleri, fıkıh karmaşasına boğulmuş bir sistemden, nasıl bir yönetim yaratmayı amaçladıkları ve özel hayatın hangi noktalarına kadar dini tekel uygulamayı planladıkları düşünülmesi gereken ciddi sorulardır.

Dinler tarihi boyunca yaşanan pekçok olaydan da görülebileceği gibi, kökten dincilik, dipsiz bir kuyu gibidir. Her İslami hareket ve yorumun kaışısında daha köktenci bir hareket bulması kaçınılmazdır.

Dolayısıyla köktendinci düşünceler, sadece din devletine karşı olanlar için
değil, Siyasal İslamı yaşama geçirmek isteyenler için de büyük bir tehdit
oluşturmaktadırlar. Şeriata dayalı bir devlet düzenine karşı çıkıp, yine din
ve Allah adına daha katı bir anlayışla yönetime talip olmak isteğinin önü
alınamaz.

Tarihin her döneminde dinin özünü hayata geçirmeye talip olan yeni
köktendinci gruplara raslamak kaçınılmazdır. Çünkü İslam dini, doğruluğu
kuşku götürecek kadar geniş, sahih olduğu tartışılır nitelikteki bir
hadis kaynağına sahiptir: İslamda otorite kabul edilen en önemli
hadis yazarlarından olan Buhari, Sahih-i Buhari diye bilinen eserini
yazarken, 600.000 hadis toplamış, ancak bunların 7275'ini değerlendirmiştir.
Bir diğer önemli hadis kitabı olan Sahih-i Müslim'in yazan Müslim bin
Haccac ise, topladığı 300.000 hadisten sadece 4000'ini kitabına almıştır.
Ahmednin Hanbel ise Müsned isimli hadis kitabı için 750.000 hadis
toplamış, bunlardan 40.000 ini seçerek kullanmıştır. Ebu Bekir ve Ömer'in
döneminde hadis yasağı konulmuş ve yazılı hadisler toplanıp yaktırılmış
ancak Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz döneminde yeniden hadis toplama
işlemi başlatılmıştır. (Önder Güngör; age, s.100) Acaba Peygambere en yakın
kişiler olan Ebu Bekir ve Ömer hadisleri neden yaktırmışlardır? Bu kararı almalarındaki sebebin, sahih olmayan hadislerin, gelecekte dini yozlaştırmasından duydukları endişe olduğu muhakkaktır.

   Ayrıca Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk yıllarında kendi sözlerinin
yazılıp, toplanmasını yasaklamıştır. Sebep açıktır: O, yalnız Kuran
vahiylerinin yazılmasını, ezberlenmesini ve korunmasını esas alıyordu.
Kendi sözleriyle Kuran ayetleri arasında korunması gereken farkı
sahabilerin bildiklerinden kuşkusu olmamakla beraber, ilk zamanlarda
dikkatleri yalnız Kuran üzerinde toplamak için böyle bir yol seçmiştir.
Daha sonra, vahyin gelen ayetleri yerleşmiş bir tavır ve metodla, mükemmel
biçimde zapt edildiği için, başta konan yasak kaldırılmıştır. 

(Yaşar Nuri Öztürk; 500 Soruda İslam, İstanbul, 1989, s.143)

   Ancak peygamberin sözü olduğundan kuşku duyulmayan ve mütevatir denilen
hadislerin sayısı çok azdır. Lafzı ve manasıyla mütevatir sayılan hadislerin sayısı 20'ye kadar inmektedir... Mütevatir dışında kalan hadislere,

İslam bilginleri haber-i vahit, yani tek kişiden nakledilen haber demişlerdir...
Bunlar ancak günlük hayatın pratik meselelerinde uygulamaya esas alınabilir.
Ne var ki bu konu da başlangıçtan beri tartışılmıştır. Kısacası hadis alanı
hayli söz götüren bir alandır. Yüzlerce, binlerce hadis uydurulmuştur. (24.
age,s. l42)

Bu uydurma hadislerin köktendinciliğin kaynağını oluşturduğu, şüphe götürmez
biçimde açıktır.

İslam alemi uydurma hadislerin yanısıra, dar görüşlülükle kısır yorumlara
açık bir sünnet anlayışına sahip kitleleri de içinde barındırmaktadır.
Peygamberin davranışlarından, hal ve tavırlarından günümüze aktarılan
bilgilerin, ne kadar doğru olduğu da en az sözlerinde ki aktarımlar kadar
kuşkuya açıktır. Bu nedenlerle, Kuran'la sınırlı kalamayan ve bireysel yorumlarla yapılanmayı sürdüren dinin, köktendinci görüşlere geçit vermesin den en fazla yara alan yine yaşayan İslam olmaktadır. İnsan aklının, din adına yapılan yorumların altında bir değere sahip kılınması, kökten dincilere alabildiğine geniş bir hareket alanı yaratmaktadır.

Şeriat zorla gelmez, o Allahı Lütfudur. Şeriat, ancak ona layık olan
topluma gelir... Bu sözler, Siyasal İslamcılarca sık sık söylenmektedir. 

Bu gerçekten doğru mudur? Yakın tarihe bir göz atanlar, din ve devrim sözcüklerinin birlikte kullanılır olduğunu göreceklerdir.

20. yy'ın son çeyreği, İslam Devrimlerinin İslam şeriatının yolu olduğunu
ortaya koymaktadır. 
İslam ve devrim arasındaki ilişki, İslamın siyasal bir din oluşundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın dini esaslara göre yapılanmasını amaç bilen ulemanın planlı gayretleri İslam devrimi olgusunu ortaya koymuştur.

İslam Devrimi, Humeyni ile başlayan ve İran'ın önderliğinde yükselen bir
siyasal harekettir. Dolayısıyla kendiliğinden değil, uzun yıllar süren kadrolaşmalar, eğitim faaliyetleri ve halkın dini yönden bilinçlendirilmesinin bir ürünüdür.

Devrime hizmet eden şartlar ise, en az devrimi hazırlayanların planlı çalışmaları kadar önemlidir. Çünkü halkın bir ayaklanmaya razı edilmesi, onun yaşadığı koşullara duyduğu tepki ile bağlantılıdır. Ekonomik şartların devrime giden yolda en önemli faktör olduğu inkar edilemez.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, halkın yoksullaşması, azınlığın refah ve
sefahati, yönetenlerle yönetilenler arasındaki güveni zedeleyen ve halkta
yönetenlere karşı kin ve nefret duyguları uyandıran önemli sebepler
arasında yer alır. Bunun en tipik örneğini İran'da görmek mümkündür. 

Şah rejiminin halkta uyandırdığı tepkiyi, İran Devriminin yaratıcısı olan koşullar içinde önemsememek mümkün olamaz. Ülkede kişi başına düşen gelir 4000 doları aştığı halde, toplam milli gelirin yarıdan fazlasının ülke nüfusunun yüzde 1'inin elinde toplanması ve petrolden kazanılan milyarlarca doların Şah ailesi ve yakınlarının hizmetine ayrılması yolundaki iddialar, (İntişarat-ı Nida-yı Ehli Beyt; İran İslam İnkılabı, Ankara 1993, s.282) halkın rejime duyduğu güvensizliğin önemli sebeplerini oluşturmuştur.

Devrimi hazırlayan diğer bir faktör, yönetimin despotik karakteri olmuştur.
Halkı karşısına alan, ayaklanmaları silahla önlemeye çalışan, baskın,
tutuklama, sürgün gibi yıllara başvuran iktidarın, dökülen kanların
bedelini kendi varlığı ile ödemek durumunda kaldığı açıkça ortadadır.
Burada çok dikkat çekiçi olan husus, halkla devlet, halkla ordu arasındaki
çatışmaların daima devrimi planlayanların işine yaramış olmasıdır: Hatta
denilebilir ki halk-devlet güçleri arasındaki çatışma, devrime giden
yolda beklenen, istenen, planlanan bir çatışmadır. Büyük halk yığınlarını
harekete geçirmek için, kendi aralarından birilerinin öldürülmesi kadar
işe yarayan hiçbir şey yoktur. Devrimi planlayanlar, yüce bir ideal
uğruna mücadeleye girecek kitleleri ölmeye ve öldürmeye şartlamakta,
hatta bunun şerefi konusunda ikna ederek, göğüs, göğüse bir çatışmanın
yaşanacağı ortamı önceden hazırlamaktadırlar. İran Devrimine giden yolda
halkın cihad konusunda şuurlandırılmasında Humeyni'nin mesajları büyük
rol oynamıştır. Humeyni, Keşf ul Esrar adlı kitabında İslam devrimi
için silahlı mücadeleyi desteklemiş, hatta müslümanları buna katılmaya
çağırmıştır. Bu kitabında Humeyni, Bazen İmam'ın ya da onun vekili
temsilcinin yokluğunda savaş, savunma için vacip olur. Mesela bir
insan, düşman saldırısına uğrayan bir grubun içindeyse veya düşman akını
İslam şehirlerini ele geçirmek veya müslümanları tutuklamak veya onların
mal ve mülklerini soymak için yapılıyorsa böyle durumlarda ve bütün bu
şartlarda kendi canlarını ve mallarını savunmaları ve yabancılarla
savaşmaları vaciptir. diyerek ve(age., s.28-29) Kuran da Onlar sizinle
savaştıkları gibi hepiniz müşriklerle savaşmalısınız ayetini de vurgulayarak halkı
savaşa psikolojik yönden hazırlamıştır. İlahiya| öğrencilerine yaptığı
bir başka konuşma da yukarıda anlatılanları doğrular mahiyettedir.
Öğrencilere hitaben Humeyni, Kendinizi öldürülmeye, hapsedilmeye ve
mecburi askerliğe hazırlayın. Dövülmeye, işkence görmeye, hakaretlere
uğramaya kendinizi hazırlayın. İslamı ve bağımsızlığı savunma uğrunda
zorluklara katlanmaya hazırlanın. Güçlü ve metin olun. Allah'ın kendilerinin
hakimi olduğunu beyan edenler metin olurlar. Allah onların üzerlerine
meleklerini indirir. Onların korkacakları, kaygılanacakları bir şey yoktur.
diyerek gençliği yeni başlayan bir mücadeleye zihnen hazırlamaktadır.

Bu sözlerle şartlanan kitlelerin Allah adına iş yaptıkları inancı ile devlet güçlerine gösterecekleri tepki, elbette çatışmayı teşvik edici olacaktı.

Oldu da. Sonuçta rejim, halkı ezen, öldüren, tutuklayan, işkence eden ve
en önemlisi Allah'ın yolu önüne set çeken bir düşmanla eş değer hale gelmiş,
halkın gördüğü eziyet, halk hareketine duyulan sempatiyi ve katılımı artırmıştır.

Din devrimi, hiç de halkın içinden fışkıran, kendiliğinden oluşan bi hareket olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, adım adım bu devrimi hazırlamıştır. Devrimi yaratan ana fikir, Kuran ve dinin bir tehditle karşı karşıya olmasıdır. Böyle bir durumda müslümanların Şah'a bağlılık göstermeleri ya da en azından takiyye yaparak canlarını korumaları, hareketin hızını kesmektedir. Bu nedenle Humeyni, içinde bulunulan şartlarda takiyye yapmayı haram ilan ederek, müslümanları Şah ile açıkça mücadeleye davet etmiştir. Şah'a bağlılık felaket demektir. İslam'a
hakaret, müslümanların haklarına tecavüz ve ilim ve öğretim kurumlarına
saldırı demektir. Şah'a bağlılık demek, İslam vücuduna ve Kuran'a darbe
indirmek, İslam'ın sembollerini yakmak demektir... Şah'a itaat demek İslam
yasalarının hiçe sayılması, Yüce Kuran'ın yasalarının değiştirilmesi
demektir. Şah'ı sevmek demek din adamlarına zulmedilmesi ve peygamberliğin
bütün işaretlerinin yok edilmesi demektir. İslamın ilkeleri tehlike
içindedir.(age,s.80-81) diyen Humeyni artık kutsal dinle şeytani Şah yönetimi
arasında halkı bir tercihe zorlamaktadır.

Humeyni'nin halkı adım adım devrime götüren faaliyetleri sürerken
Şah, Ak Devrim'i yürürlüğe sokmuş, halkın iktidara karşı ayaklanmasındaki
ekonomik sebepleri ortadan kaldıracağı yolundaki taahhüdü ile derebeylik
sistemine son vererek, işçilere fabrikalardan hisse verdiğini, toprak
reformunun yapılmaya başlandığını, seçim reformları yasasının yürürlüğe
konulduğunu duyurmuştu. Ancak bu reformlarda geç kalınmıştı. Hareket
artık sadece gelir adaletsizliğinden değil, dinin yok edilme kaygısından
güç alır hale gelmişti: Kaldı ki Şah'ın Ak Devrimini karartan başka
basiretsizliklere imza atması, İran'ı en hassas dönemde derinden etkilemişti.
1967 de yapılan son Anayasa değişikliği ile Şahbanu ve Veliahd Prense
Anayasa içinde uygun bir yer aranmış, Veliahd Prensin 20 yaşına gelince
devlet işlerinin başına geçmesi, Şah öldüğünde 20 yaşına gelmemişse ve Şah
bir naib tayin etmemişse, bu görevi Şahbanu'nun devralması kararlaştırılmıştı.
Böylece Veliahd'a ve Şahbanu'ya da taç giydirilmesi kararı alınmaktaydı.
Taç giyme töreni, bütün dünyada geniş yankılar uyandırmıştı. 

 Halkın sefaletine karşı sergilenen ihtişam ve sefahat, yöneticilerin akıl almaz duyarsızlıklarının bir göstergesi olmuştur. 13 Ekim 1967 de başlayan törene Yunan Kralı, Etopya İmparatoru, İngiliz Hanedanı, Körfez Emirleri, Mareşal Tito, Çin temsilcileri ve daha pekçok devlet reisi katılırken, merasimlerin yapılacağı sahanın 100 km. yarı çapındaki alanda yaşayan halkın evleri boşaltılmış, Tahran'daki tüm okul ve üniversiteler kapatılmıştır. Kutlamalar için harcanan para, 300 milyon dolardır.(age; 202)

İran İslam Devriminin oluşumunda bu ve benzeri uygulamaların katkıları
ihmal edilemez. Ancak Devrimin en büyük gücünü oluşturan iki kurum vardır.
Bunlar camiler ve eğitim kurumlarıdır. Rejimin din adamları üstündeki
baskısı arttıkça, camiler ve din eğitimi veren okullar rejime karşı sürdürülen savaşın açık üsleri haline gelmiştir. Üniversite ve diğer yüksek öğrenim kurumlarında İslam Birlikleri ve İslami Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bu kurumlar aracılığıyla süren eğitim faaliyetlerinde dersler, hükümete ve mevcut rejime karşı mücadeleyi amaçlamaktaydı. İslamın mesajını ülkenin genç insanlarına iletmek için büyük bir seferberlik başlatılmıştı. İslami hareketin önde gelenleri yalnızca okulların bilinen sınıf düzenini kullanmıyor, aynı zamanda camileri de donatıp, onlara ihtişam kazandırıyor, talebeleri daima güçlü ve kararlı tutmak için gayret
gösteriyorlardı. Ayrıca halk arasında sürekli toplantılar düzenliyorlardı.

Bu dönemde Humeyni'nin çizgisinde ilerleyen pekçok ulema ve mücadeleci(age; s.262) müslüman uzun süreli hapiste cezalandırılmıştı. Bunların hapiste uğradıkları
işkenceri bilmeyen yoktu. Bütün bunların sonucunda halk rejimin insafsız
yüzünü görerek, harekete daha da yaklaşıyordu.

İran Devrimi yaklaşık 18 yıl süren bir sürecin ürünü olmuştur. 

Ancak devrime son noktanın konulmasında, ordunun harekete katılımı büyük önem taşımaktadır. Zira 500 bin kişilik, iyi bir donanımlı İran ordusu ile
50 bin kişilik Savak Askeri gücü karşısında hiçbir halk hareketinin ayakta
kalması mümkün değildi. Ordu, bu hareketi ne pahasına olursa olsun
bastırmakta kararlılık göstermiş olsaydı, bugün İran Devriminden söz etmek
mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Humeyni'nin bir biçimde orduyu yanına alması
gerekiyordu. Bunun ilk adımını ise halkı, ordu ile yakınlaştırmak ve aslında halkın ta kendisi olan askeri, harekete katmaktı. 

Bu nedenle Devrimin başında, halk-ordu çatışmasını teşvik ederek, devrim
lehine kullandığı orduyu, devrimin sonunda ikinci kez kullanmıştır. İkinci
kez kullanımı ise ilkinin tamamen tersi yönde olup, halkla bütünleştirici
mahiyettedir.

Humeyni, 9 Eylül 1978 deki hitabında orduya şu mesajı gönderiyordu:
İran'ın vatansever Silahlı Kuvvetleri, siz de gördünüz ki, halk size dostça davranıp sizi çiçeklere boğmuştur. Biliyorsunuz ki rejim haydutları kendi zalim hakimiyetlerini sürdürebilmek için kardeş kanına elinizi bulayarak sizi alet ettiler. Silahlı Kuvvetler de Şah'dan ayrılarak, halkın yanında düşmana karşı birleşen kardeşlerinize katılınız. Ayağa kalkınız ve ülkenizin mahvolmasına seyirci kalmayınız. Kardeş ve bacılarınızı kana boyamalarına izin vermeyiniz. Adınızı bir an önce tarihin sayfalarına yazdırınız. 
Baskı ve hıyaneti köklerinden çıkarıp atınız.(age;s. 355) 
Bundan yaklaşık dört ay sonra Şah ülkeyi terketti. Onun ayrılışı ile birlikte, ordunun harekete olan gizli desteği daha açık biçimde ifade edilir hale geldi,
önce Hava Kuvvetleri daha sonra da Silahlı Kuvvetler Devrimi desteklemeye
başladı. Kuvvet komutanlarının asker ve subaylar üzerindeki kontrolü
kaybettikleri, halkla dayanışma içine girdikleri artık açıkça görülmekteydi.
Humeyni'nin İran'a dönüşünden sonra Hava Kuvvetlerinden bir kısım subay,
Humeyni'yi ziyaret etmiş, Muhafız Kuvvetlerinin halkla çalışması sırasında
da halka silah ve cephane dağıtarak Muhafız kuvvetleriyle çatışmaya
girmişlerdi. Artık İran Devrimi, karşısındaki en büyük güç olan Orduyu da
yanına almıştı. Böylece yıllar süren kanlı mücadele İran'da Humeyni iktidarı
ile sonuçlanıyordu.

İran Devriminin önemini sadece İran'daki değişimle sınırlı tutmak
mümkün değildir. Çünkü bu hareket, İslam Alemi için adeta bir yeniden
doğuş hareketi olarak mütalaa edilmekte ve diğer İslam ülkeleri
açısından da bir model oluşturmaktadır. Devrim ve Din sözcüklerini bir
araya getiren ve yeni bir mücadelenin kapısını açan bir hareket olarak,
tüm İslam ülkelerini etkilemeye devam etmektedir.

Bu etkileyişde, İran'ın devrim ihracı modelinin de hatırı sayılır bir
önemi bulunmaktadır. İran'ın devrim ihracı modelini benimsemesinin çeşitli
sebepleri vardır. Ancak bu sebeplerin başında, İslamın evrensel niteliği
gelir. İslam, belli bir kavim ve topluluğa gelmiş bir din değildir. Tüm
insanlığa hitap etmekte ve bütün dünyayı İslamlaştırma amacı taşımaktadır.

Bu nedenle devrim ihracı, İslam kültürünün yayılmasını ve İslami bağımsızlığın gerçekleşmesini ifade eder. İslamın hakimiyeti, İslami dayanışma kuralları olmaksızın gerçekleşemeyecektir. Bu da bir devrim olmadan mümkün değildir. Devrim, İslam ile Allah yolunda doğru bir yönelime girmektir.(Faik Bulut; İslamcı Örgütler, İstanbul, 1993, s.479.)

İran Devriminin, İran'la sınırlı kalmayacağı, İran Anayasasının 154. maddesinde de şu şekilde ifade edilmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, beşeri toplumların tümünde, insan mutluluğunu kendi gayesi bilir. Binanaleyh, diğer milletlerin iç işlerine her türlü müdahaleden kaçınmakla beraber, mazlumların zalimlere karşı haklı mücadelelerini, dünyanın neresinde olursa olsun himaye eder. Bu maddeye göre, mazlum ve zalimi takdir etmek ve mücadelenin haklılığı konusunda hüküm vermek yetkisi İran İslam Cumhuriyetine bırakılmış ve bu çerçevede diğer ülkelerin iç işlerine karışılabileceği açıkça ortaya konulmuştur. 

Nitekim Humeyni'nin Necefte verdiği derslerde söylediği şu sözler de devrim ihracı
modelini teyid eder niteliktedir. Siz İslam'ı, İslami devletin programını tanıtınız. Dünyanın bilgisine sununuz ki, İslam ülkelerinin sultan ve başkanları da belki duyar, gerçeği kavrar ve uyar. İslam'a tabi olup, güvenilir kişi olanları da makamlarında bırakır, ellerinden almayız.(Önder Güngör; Siyasal İslamda Bölünmeler, İstanbul, 1997, s.113)

Devrim ihracında izlenecek yöntemin ne olduğu da Humeyni tarafından
ortaya konulmuştur: Tebliğ ve davet.

Tebliğ, dini yayma, kendi dinine çevirme ve propaganda yolu ile ikna etme anlamına gelmektedir. Davet ise, İslama çağrıdır.
Bu yöntemle başlayan hareket, temelde İslamın dört esasına dayanmaktadır.
Bunların ilki, tevhid ilkesidir. Humeyni'nin düşüncesinde tevhid, İslamın
yorumlanış tarzıdır. Allah'ın otoritesini kabul eden, fakat dünyevi otorite
ile mücadele etmeyen bir din anlayışı, Humeyni'nin kabul edebileceği bir
anlayış değildir. Bu nedenle İslamiyetin tevhid, yani birlik ilkesi hayata
geçirilerek, amaçları müslümanları ezmek olan her türlü yönetim ile mücadele
etmek gereklidir. Tevhid, Müslümanların birleşmesi ve güçlenmesini
beraberinde getirecektir.

İkinci ilke, cihad ilkesidir. Mücadelenin yolu, devrimci bir başkaldırıyı simgeleyen cihaddır. Gerek kitleler, gerek din alimleri siyaset sahnesinde aktif bir rol almak zorundadır. Ancak kitlelerin siyasette seslerini duyurabilmesi, din adamlarının bilinçlendirme görevlerini yapmaları ile mümkün olacaktır. Başka bir deyişle müslüman, doğuştan itibaren devrimci yetişmek zorundadır.

Üçüncü ilke, ümmet boyutudur. İslam ümmetinin birliği esastır. 
Aksi halde devrimin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, müslümanlar dayanışma içinde olmalıdırlar. İslam ümmetçiliği,
tevhid ve cihad boyutlarını bir arada yürütüp ayrılıkları ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Dördüncü ilke ise musta'zafın boyutudur. İslam aleminde halk yoksuldur.
Egemen sınıfların baskısı ve sömürüsü altındadır. Politik baskı ve ekonomik sömürü çok boyutludur. O halde ezilenlere karşı özel ilgi gösterilmelidir. 
(Faik Bulut; age, s.481-482)

Humeyni'nin devrim ihraç modelini uygulamaya sokacak bir teşkilatlanmayı
da başlattığı bilinmektedir. Burada açıkça görülen, İran İslam devriminin, bir son değil, İslam alemi için bir başlangıç olarak kabul edildiği ve devrim fikirlerinin tüm müslüman ülkelere ihraç edilme yolundaki gayretlerin aralıksız sürdüğüdür.
Dinin dünya siyasetinde üstlendiği bu devrimci misyon, dine bakışı da tüm dünyada önemli biçimde etkilemiştir.

Din ve devrim sözcüklerini bir başka biçimde de olsa dünyanın gündemine
sokan ikinci ülke ise Cezayir olmuştur.

İslamcı hareket, uzun yıllar bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede, Hıristiyan Batı kültürüne karşı gelişen Arap-İslam kültürüne sahip çıkılması ve kimlik mücadelesi şeklinde başlamıştır. Ancak uzun yıllar boyunca hemen bütün siyasetçiler, aydınlar ve din adamları çifte kültüre sahip olarak yaşamış, hiçbir silahlı ayaklanma görülmemiştir. Zaman içinde İslami söylemi daha çok kullanan bir aydınlar grubunun ortaya çıkması ile islahatcı İslamcılar, 1931'de Müslüman Alimler Cemiyetini kurmuşlardır. Bu ekip, gelenekçi ve kır kökenli İslamcılarla sert mücadelelere girmiştir.

    1954 de Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN)'nin kurulmasıyla daha da
güçlenen İslami hareket, cihad kavramında ısrarlı olmaya başlamış ve
nihayet Cezayir Anayasasına Bu ülkenin resmi dini İslamdır. Tüm kanunlar,
kaynağını İslam şeriatından alır. ibaresi konulmuştur. Kültürel devrim
adı altında başlatılan bu dini yapılanma sürecinde camiler, eğitim kurumları
ve vakıflar İslamcıların denetimine girmiş, devletin en üst makamlarında
kadrolaşma faaliyetleri sürdürülmüş ve dini eğitim devletçe teşvik edilmiştir.
Bu dönemde ülkedeki ekonomik, toplumsal ve siyasal başarısızlıklar da
İslamcı düşüncenin gelişimine katkıda bulunmuştur. 1980'lerde üniversite
gençliği ve esnaf arasında çok yaygınlaşan İslamcı düşünce, 1988 de patlama
noktasına gelerek, siyaset sahnesine tüm gücü ile girmiştir.

İslamcı gelişmenin bu döneme kadar geliştirdiği karakter incelendiğinde,
Cezayir bağımsızlık hareketi döneminde İslamcı ulemanın yaptığı iki
hatadan söz edilir. Bunların ilki, siyasi özerkliğini bir dönem FLN'ye kaptırması, ikincisi ise, birinci hatanın sonucu olarak İslami ideoloji ile bağdaşmayan, ulus devlet projesinde FLN'ye destek olmasıdır.

Daha sonraki dönemde ise İslamcılar örgütlenerek, sokak hareketlerini
başlatmışlar ve hareket kitlesel bir özellik kazanmıştır. (Faik Bulut; age, s.32-33)
Halkın yönetime karşı ayaklanması ile tek partili yönetimden çok partili
hayata geçilmiş ve Cezayir Anayasasının 243. Maddesi din ve dil esasına
dayalı herhangi bir partinin kurulmasını yasakladığı halde, 1989 da İslami
Selamet Cephesi (FIS) kurulmuştur.

   Aslında İslamcıların mevcut düzenle ilgili sorgulamaları iki ana noktada toplanmaktaydı. Bunların birincisi, ulus devlet projesine karşı geliştirilen ümmet projesiydi. Bir yandan bağımsızlık hareketi ile Arap milliyetçiliği canlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Arap-İslam sentezi içinde ümmetçilik cereyanları, Cezayir için zorlukların başında geliyordu. İkinci olarak sorgulanan, rejimin Anayasa ile teminata alınan İslamcı yapısı idi. Anayasada devletin resmi dininin İslam olduğu ve yasaların şeriata ters düşmeyecek biçimde yapılması kabul ediliyor, diğer yandan yasama ve yürütme erki, bundan bağımsız yapılanıyordu. 
Bu konuda İslamcılar şunu soruyordu. Yargı erki şeriata uygun olunca, yasama ve
yürütmenin yargıdan bağımsız kılınması nasıl mümkün olabilir? 

Böyle bir düzene şeriat düzeni denilebilir mi? Gerçekten de bu garip bir durumdu.
Bu nedenle devletin güdümünde olan dini, devlet mekanizmasından ayırıp, bağımsız bir İslami hareketin doğuşunu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu amaçla resmi olanların yanında resmi olmayan yüzlerce cami, medrese ve binlerce Kuran kursu açıldı. Okullarda mescid kampanyaları başlatıldı. İslamın tebliğ hükmü uyarınca İslama uymayanları uyarmak, olmazsa zor kullanıp yola getirmek için faaliyetler başaltıldı.

Çok sayıda eğlence yeri basılıp, kapatıldı. Modern giyinen kadınların
örtünmeleri sağlandı. (age, s.34) Erkeklere birden fazla kadınla evlenme hakkı
verildi. Boşanma şeriata uygun biçime getirilerek, mirasta erkeklerin kadınların iki katı pay alacakları hükme bağlandı. FLN iktidarı, giderek daha dini bir kisveye bürünürken, ülkede güçlenen dini muhalefet gruplarını yanına çekmeyi amaçlıyordu. 1989-1991 arasında başbakanlık yapmış olan FLN lideri Mevdut Hamruş, erkeklerin eş ya da eşleri namına oy vermesine izin veren yasayı onaylayarak, belediye toplantılarının camilerde yapılmasına izin vererek (Halide Mesudi; Cezayir'de Kadın Olmak, İstanbul, 1996, s.110) siyasi yatırımlarını sürdürüyordu.

İslami fikirler kısa sürede üniversite gençliği arasında yaygınlaştı.

Klasik dini cemaatler, gençlerin katılımı ile gençleştikçe siyasi örgütlere dönüştüler. Cemaatler, camileri sokağa dökerken, kullanılan sloganlar daha çok halkın maddi talepleri ile ilgiliydi. 1984-88 arasındaki pek çok ayaklanma ekmek ayaklanması diye adlandırılan türdendi. Ancak bu ayaklanmalar, ordu tarafından bastırılmış, asker halka kurşun sıkmış ve çok sayıda insan ölmüştür. Tek partili dönemde İslamcıları sosyalist ve komünist muhaliflere karşı kullanmak amacıyla yasaklanan İslami akımların serbestçe örgütlenmelerine izin verilmiş olması, İslamcıların sokağa dökülmelerini kolaylaştırıyordu.

Cezayir'de çok sayıda eylemci silahlı örgüt mevcuttu. FIS'in içinde
ise birbirinden farklı yedi İslami akımın temsilcileri bulunmaktaydı.
FIS, 1991 yerel seçimlerinde ezici bir çoğunlukla seçimleri aldı.
1991 sonunda yapılan genel seçimlerin birinci turuna kayıtlı seçmenlerin
yüzde 24,79'u katıldı. FIS, geçerli oyların yüzde 42'sini alarak birinci turu
kazandı.

FIS sözcüsü, ikinci tur öncesi sürdürülen seçim kampanyasında, kendilerine,
oy vermeyenlerin ülkeyi terk etmeleri yönünde demeçler verdi.
Ancak ikinci tur seçime geçilmeden, 11 Ocak 1992 de ordu bir darbe yaparak
duruma el koydu. (Halide Mesudi; age, s.134) Bin Cedid istifaya zorlandı. Millet
Meclisi dağıtıldı. Seçimlerin ikinci turu iptal edildi. Eski sosyalist lider Muhammed
Budiyaf 25 yıllık sürgünden getirilerek devlet başkanı yapıldı. Ancak 29
Haziran 1992 de Annaba kentinde, televizyon kameraları önünde bir konuşma
yaparken öldürüldü.

Ordunun müdahalesi Cezayir'de sorunları çözemedi. FIS'in 1991 yılındaseçim yasası ile ilgili  iki kanun taslağının meclise sunulmasısırasında başlattığı sivil isyan, ordunun müdahalesinden  sonra da devametti. FIS başkanının İslamcı belediye başkanlarına verdiği gerilimi tırmandırmada talimatları, İslami terörün sürdürülmesinde etkili oldu.

Böylece Cezayirde hala devam eden iç savaş can almayı sürdürüyor.
İran örneğinden farklı olarak Cezayir'de ordu, İslamcılara karşı olan katı tutumunu sürdürmektedir: İslamcıların orduya sızamayacağı yolundaki kesin kanıya karşılık, NewYork Times'in yorumcusuna göre, ordudan firar edip, İslamcı gerillalara katılanların sayısı her geçen gün artmaktadır.(Faik Bulut; age, s. 54) 
Sonuçta Cezayir olayında perde henüz kapanmamıştır.

Ancak her iki ülkede yaşanan İslamcı hareketin temelde benzer motifler
taşıdığı ortadadır. Her iki harekette de ülkenin ekonomik şartlarındaki
istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki bozukluklar etkili olmuştur.

Halkın memnuniyetsizliği, dini ideolojiye çekilmesini kolaylaştırmıştır.
Her iki ülkede de halk hareketini durdurmaya yönelik üslup, acımasız,
sert ve kan dökücüdür. Bu üslup aslında devrim önderlerinin amaçlarına
hizmet eden ve halkı devrimcilerle birleştiren bir sonuca ulaşılmasında
yardımcı olmaktadır.

Her iki ülkede de İslamcıların izlediği yöntem aynıdır. Siyasal İslam
önce din adamları, Ulema aracılığı ile yapılanmaya başlamıştır. Halkın
Siyasal İslama yönelişinde, dini duyguların uyandırılmasında din
adamlarının ve din bilginlerinin büyük rolü olmuştur. Dini ve Allah
inancını mevcut rejime alternatif olarak sunmanın halk üzerindeki etkisi
tartışılmaz biçimde ortadadır.

Yine her iki ülkede de iki kurumun Siyasal İslamcıların etkileri attına
girmesi, hareketin can damarını oluşturmuştur. 

Bunlar eğitim kurumları ve din kurumlandır. Eğitim kurumları içinde din eğitimi veren okullar ve üniversiteler en önemli fonksiyonu görmüşlerdir. Üniversite
gençliğinin Siyasal İslama yönlendirilmesi, siyasal örgütlenmenin hızlanmasında büyük rol oynamıştır. Dini fikirlerin üniversite gençliği arasında yayılması ile dini cemiyetler, siyasal örgütler şekline dönüşerek, siyasi hareketlere önderlik etmeye başlamışlardır. Dini kurumlar içinde camiler, hareketin halka ulaşması ve halkın sokağa dökülmesinde kilit kurumlar olarak görev yapmışlardır. Ancak siyasi cemiyetlerin, cami cemaatlerini harekete geçirmede büyük rol oynadığı da açıktır. Bu alandaki yapılanmayı kısaca formüle etmek gerekirse, cemiyet + cemaat = halk hareketi olarak özetlenebilir. Dini vakıfların faaliyetleri de gerek üniversite gençliğine gerek halka maddi ve bilimsel destek bakımından büyük önem taşımıştır.

Her iki harekette de silahlı eylem gruplarından yararlanılmıştır. 

İran Devrimi, Filistinde eğitim gören militanları kullanırken, Cezayir halk
hareketinde İslam Bekçileri, Cezayirli Afgan Grubu, El Tekfir ve'l Hicra
ve Cezere Akımı gibi örgütlerden yararlanılmıştır.

Her iki ülkede de ordu, büyük önem taşımaktadır. Ordu hareketin karşısında
olduğu sürece devrimlerin başarılı olamayacağı görülmüştür. Nitekim İran
Devrimi ordunun halkla bütünleşmesi ile sonuca ulaşabilmiş, Cezayir'de ise
ordu Siyasal İslam'a geçit vermediği için hareket sonuca ulaşamamıştır.
2 Siyasal İslam ve Demokrasi Türkiye'de Siyasal İslamın Yükselişi Türkiye, cumhuriyetten bu yana laik bir müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Dinin inanç ve ibadetle sınırlı olarak kabul edildiği ve dinle devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bu uygulamadan, Siyasal İslama kayışında rol oynayan sebepler üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

Siyasal İslamın yükselişini toplumun tabanından gelen bir baskı olarak
kabul etmek mümkün değildir. Bugün dahi bu hareketin tabanla bütünleşmiş
olduğu iddia edilemez.

Siyasal İslamın yükselişinde Türkiye'de uzun yılların planlı birikimi ile oluşan din eliti'nin büyük bir önemi vardır. Esasen laiklik ve İslam konusunda süregelen tartışmaların da muhatabı bunlardır. Din elitinin özellikle son on yılda ortaya çıkışı, Türkiye'de dinin doğal akışı dışına çıkarak yeniden yükselen bir değer olmasına yol açmıştır.

Hemen tüm toplumlarda sanayileşme sürecinin hız kazanması ile dine olan bağımlılık azalmaktadır. Tarım toplumlarının doğa ile iç içe sürdürdükleri yaşam mücadelesinde, inançtan güç alarak yaşanılan zorluklara göğüs germek yaygın bir davranış biçimidir. Tarım toplumunun örgütlü bir yapıya sahip olmayışı, bireyi yaşamın zorlukları ile tek başına mücadeleye mahkum bırakırken, manevi bir güce sığınma ihtiyacını da artırmaktadır. Yağmuru, bereketi Tanrı'dan beklemek, doğal afetlere karşı O'na yakarmak ve bunları yaparken de dinin emrettiği ibadet kurallarına uymak, yaşam koşullarının doğal bir sonucu ve insan doğasının gereğidir.

Ancak sanayileşme ile birlikte doğaya olan bağımlılık azalmakta, yaşam mücadelesinde başvurulacak merci, göklerden yere inmektedir. Sanayi
toplumunun muhatabı Tanrı değil, insan; bireye iş ve aş sağlayacak olan işveren, doğadan bağımsız olarak çalışmaya imkan sağlayan makinelerdir.
Çalışma yaşamındaki sorunlarının çözümünde ise mesleki örgütler ve devlet yani tamamiyle dünyevi kurumlar söz sahibi olmaktadır.

Bunun sonucunda sanayileşmenin, dinin gücünde bir zayıflamayı da beraberinde getirmesi doğaldır.

Türkiye'de bu sürecin farklı biçimde yaşanmasında rol oynayan üç temel faktör vardır. Bunlar; din elitinin ortaya çıkışı, demokratikleşme sürecindeki yasal düzenlemeler ve tarikatlardır.