28 Şubat 2021 Pazar

S-400'e Karşı PATRIOT Geliyor

 S-400'e Karşı PATRIOT Geliyor.,

.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Cahit Armağan Dilek, ABD'nin Türkiye'ye Patriot Hava Savunma Sistemini satma kararının S-400 alımına olan etkisini değerlendiriyor.



https://youtu.be/su4UwPjfhW4


https://21yyte.org/tr/strateji-tv/s-400-e-karsi-patriot-geliyor


***



PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri

 PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri




Cahit Armağan Dilek 
04 Ağustos 2013

  Mit'in sözlüksel anlamı din ile ya da kahramanlıklarla ilgili olan, toplumun gelenek ve göreneklerine göre ağızdan ağıza ulaştırılan ve zaman içinde değişiklik gösteren söylenceler anlamındadır. Mit kelimesi Yunanca "mythos" kelimesinden gelmektedir. Mitler genel olarak çok tanrılı dönemleri, olağan üstü kahramanlıkları ve olayları konu alır.[i]
Günlük hayatımızda ise mit kavramı "yanlış, doğru olmayan hikâye yada metafor anlamında" da kullanılmaktadır. Ve bu kullanımda anlatıcının asıl vurgulamak istediği nokta doğru olmayan bir olgunun ya da kısmın hikaye içerisinde barındığıdır. 
İşte bu yazı mitin günlük hayattaki anlamı esas alarak hazırlanmıştır. Bütün Türkiye'nin yaklaşık 30 yıldır maruz kaldığı terör saldırıları herkesin gözü önünde, açık açık gerçekleşirken maalesef PKK terör örgütüyle mücadele ise bir o kadar dar kapsamlı katılımlarla alınan kararlarla ve nedense hep bir gizlilik içinde yürütüldü ve yürütülüyor. 2009'da başlayan Kürt açılımı ve 2013 yılı başında kamuoyuna yansıyan hükümetin PKK terör örgütüyle müzakereleri de sanki kamuoyuyla paylaşılıyormuş gibi yapılmasına rağmen aynı gizlilik içinde yürütülüyor. Fakat bu sefer daha vahim olanı, PKK terör örgütü ve yandaşları hükümetin ne yapacağı, hükümetle ne anlaştıkları konusunda her şeyi biliyorken TBMM ve Türk milleti süreç hakkında halen hiçbir şey bilmemektedir. İşte terörle mücadelede yeterli şeffaflığın olmaması, mit kavramının günümüzdeki anlamıyla uygun olarak, PKK terörüyle mücadelenin mitler üzerinden yapılmasına yol açtı. Böyle olunca da herkes farklı bir düzlemde konuştu, birbiriyle anlaşamadı, sonuçta da bir türlü sorunu çözemedik. Ancak burada dikkat çekici olan bu mitlerin çoğunluğunun 2003'den sonra oluşmuş yada söylemlerin mite dönüşmüş olması, açılım ve müzakere süreçleriyle birlikte ise bunların daha da artmış olmasıdır.
İşte Türkiye'yi terörle mücadeleden müzakereye ve PKK terör örgütüyle pazarlık konumuna  getiren ve hükümetlerin bir yönetim mekanizması haline getirip kullandıkları, kamuoyunu yönlendiren mitler:
Mit 1.       Adına ister Kürt sorunu, ister Güney Doğu, ister terör sorunu, ister bağımsızlık/özerklik sorunu deyin yapılacaklar aynı.
Yanlış. Türkiye yaşadığı bu sorunun adında mutabık kalıp sorunu tam olarak tanımlayamadığı için çözüm üretememektedir. Aslında bugün yaşanan kargaşa ve bölünmenin altında da sorunun farklı tanımlanması ve algılanması yatmaktadır.[ii]
Soruna ad koyabilmek demek sorunu tanımlamak demektir. Sorunu tanımladığınızda ise ortaya çıkan eksiklikler ve yanlışlıklar için çözüm önerilerini, hareket tarzlarınızı belirlersiniz, ona göre stratejinizi hazırlar ve uygularsınız. Yani başka ad vermek başka bir sorun veya yanlış bir sorun tanımlamak demektir. Birbirine yakın ilişkili sorunlarda, ayrı adlandırma ve tanımlamalarda tabii ki birbiriyle örtüşen eksiklikler, yanlışlıklar, çözüm önerileri olacaktır ama bu "soruna ne ad koyarsanız koyun yapılacaklar aynıdır" savını doğru yapmaz. Çünkü sorunun adını tam koyamaz ve örneğin Kürt sorunu diyerek yola çıkarsanız uygulayacağınız reçete gerçek sorunu çözmeyeceği gibi yeni sorunlar (Türk sorunu gibi) da yaratacaktır. Türkiye'yi yönetenler 1999 öncesinde sorunu çok büyük bir oranda terör sorunu olarak algılamış, halk da bu şekilde görmüş, bu tespite göre yöntemler uygulanmış, 15 sene gibi uzun bir zaman geçse de 1999 yılında terörü sıfır noktasına getirebilmiştir. Ancak sonrasında terör örgütünün istismar ettiği konulara ilişkin gerekli siyasi, ekonomik, sosyal tedbirler hayata geçirilmediği için silahlı olarak Irak'ın kuzeyinde bekleyen PKK terör örgütü 2003 sonrasında oluşan yurtiçi ve bölgesel konjonktürden de istifadeyle yeniden terör saldırılarını artırmıştır. Ancak PKK terör örgütü bu kez terör saldırılarıyla birlikte sorunun başka türlü algılanmasını sağlayacak etkenleri de kullanmış, bugünkü avantajlı pozisyona gelmeyi başarmış ve sorunun terör sorunu değil de başka sorunlar olarak algılanmasında hedeflediği  noktaya ulaşmıştır.
Mit 2.       Terörle bir yere varılamaz.
Yanlış. Çünkü terörle bir yere varıldığının hem de terör örgütünün tam da istediği noktaya gelindiğinin en büyük ispatı bugün PKK terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ve bunun yarattığı ortamdır.
PKK'nın 1984'deki ilk saldırısından pazarlıkların başladığının aleni olduğu 2012 yılı sonuna kadar her terör saldırısından sonra on binlerce kez duyduğumuz "terörle bir yere varılmaz" söylemi aslında devletimizle terör örgütü arasındaki bir psikolojik savaş alanıydı. Ancak maalesef bu mücadelede kazanan taraf terör örgütü olmuştur.  Türkiye'de gelinmiş olan noktaya rağmen halen terörle bir yere varılamayacağını savunanlar ya PKK terör örgütünün safında olanlardır ya kavramsal kargaşa yaşayanlardır  ya da strateji, ulusal güvenlik gibi kavramları bilmeyenlerdir.  Konuyu basitçe şöyle açıklayabiliriz. Örneğin bir ülke bir askeri harekat yapıyorsa (örneğin Kıbrıs Barış Harekatında safha safha yeşil hatta kadar olan bölgenin ele geçirilmesi) bunu bir politikasını gerçekleştirmek için yapıyordur yani devletin bir politikasına hizmet ediyordur. Askeri harekatla ele geçirilecek askeri hedef o ülkenin siyasi hedefinin gerçekleştirilmesi için gerekli olan bir unsurdur. İşte aynı şekilde terör örgütünün de terör eylemleri yaparak karşısındaki devleti isteklerini yerine getirmeye veya kabul etmeye zorlayacak bir pozisyon kazanmaya yönelik siyasi bir hedefi vardır. Terör saldırıları terör örgütünün bu siyasi hedefine ulaşması için yapılmaktadır. Çünkü o istekleri hayata geçirilebilecek güç o coğrafyadaki yani ülkenin siyasi sınırları içindeki hakim unsur olan "devlet"tir ve terör örgütü ona karşı mücadele etmektedir.  Bugün Türkiye'de olan da budur. Hükümet hangi gerekçeyle hareket etmiş olursa olsun terör örgütü açısından somut sonuç terörle istediği noktaya (hükümetle müzakere/pazarlık edebilme) gelmiş olduğu gerçeğidir. Bugün müzakere/pazarlık masasında terör örgütünün eli halen çok güçlüdür, çünkü hem masadadır hem de halen elinde silah vardır ve şantaj/tehdit yaparak devleti bir şeyler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bilmektedir ki ulaşılmış bu seviyeden daha alt bir seviyeye dönmesi mümkün değildir, bundan sonra süreç işlese de işlemese de terör örgütü tek kazanandır.
Mit 3.  PKK terör örgütüdür ve Kürtlerin temsilcisi değildir.
Doğruydu ama açılım politikalarıyla birlikte önce mitleştirildiğini, son dönemde ise toplum mühendisliği uygulamalarıyla tersinin (PKK terör örgütü değildir ve Kürtlerin temsilcisidir) kabul ettirildiğini görmekteyiz.
PKK terör örgütü özellikle ilk saldırılarını ve sonrasındaki saldırılarının önemli bir bölümünü Kürt asıllı vatandaşlarımıza yönelik gerçekleştirmiş ve zorla da olsa onların desteğini (daha doğrusu yardım ve yataklık yapmalarını) alarak Türk kamuoyuna ve uluslar arası ortama arkasında halk desteği olduğunu göstermeye çalışmış ancak vatandaşlarımıza yönelik vahşi terör saldırılarına rağmen bunu başaramamıştı. 90'lı yıllarla birlikte PKK güdümünde kurulan ve TBMM'ye de giren siyasi partiler olmasına rağmen bu partiler en azından alenen (bugün devamı olan partilerin ve temsilcilerinin yaptıklarıyla mukayese edersek) terör örgütünü ve terörü destekleyen, hoş gören, haklı gösteren söylemlerde ve eylemlerde bulunamamıştır. Bu durum 1999 yılına kadar böyle devam etmiş ve terörün siyasallaşması engellenmiştir. Ancak Türkiye'nin terörle mücadelesinin ikinci safhasında (2003 sonrası)[iii] özellikle 2005'den sonraki dönem içerisinde başlayan açılım politikaları terör örgütünü öven ve destekleyen söylem ve eylemler demokratik  toplumların vazgeçilmez unsurları olan ifade ve düşünce özgürlüğünün kötüye kullanımıyla topluma kanıksatılır hale getirilmiştir. 2009'daki ilk açılım sürecinde artış gösteren bu durum Habur faciasıyla bir duraksama yaşamış ancak bu alanda terör örgütü açısından altın vuruş ise 2012 yılı sonlarında aslında terör örgütünün operasyonel anlamda çok zor durumda olduğu, darbeler aldığı bir dönemdeki açlık grevlerinin bitirilmesi sürecinde teröristbaşının tek yetkili ve terör örgütüne söz geçirebilecek yegane şahıs olarak hükümetin tek muhatabı olarak ortaya çıkarıldığı bir psikolojik operasyonla hükümetin teröristbaşıyla müzakere ve pazarlık masasına oturması olmuştur. Bu süreçte PKK'nın TBMM'deki uzantısı olan partinin teröristbaşıyla aracı rolüyle PKK'nın bir parçası olduğu topluma gösterilmiş ve anılan partiye oy vermiş seçmenler PKK'nın hayal bile edemeyeceği bir şekilde otomatikman PKK'nın arkasına koyulmuş, teröristbaşı sanki bütün Kürtleri temsil ediyormuş algısı oluşturulmuş, PKK'ya yönelik halk desteği neredeyse devletin göz yummasıyla hem remileştirilmiş hem de gerçekte yansıtıldığı gibi büyük olmayan bir desteğin olduğu algısı kuvvetlendirilmiştir. Aynı dönemde Paris'te öldürülen üç PKK'lı kadın teröristin Türkiye'deki cenaze töreninde meydanlardan yansıyan görüntüler bu resmileşmeyi daha da kemikleştirmiş, PKK, uzantısı parti ve destekçilerine inanılmaz bir psikolojik üstünlük kazandırmıştır.
Geçen otuz sene boyunca teröristle halkın/vatandaşın ayrılması ve ona göre muamele ve mücadele edilmesi devletimizin en çok çaba sarf ettiği konu olmuş ve 2012 yılı sonlarına kadar da bu ayrımın korunmasında önemli ölçüde de başarılı olunmuştu. Ancak terör örgütüyle yaratılan pazarlık/müzakere ortamı teröristle Kürt asıllı Türk vatandaşlarımız arasındaki ayrımı PKK lehinde olacak şekilde ve maalesef devletin kendi elleriyle ortadan kaldırmış, artık teröristle normal vatandaş ayırımı yapılamaz duruma, TBMM'deki bir partiye oy veren seçmenler PKK terör örgütünün seçmenleri/destekleyenleri haline getirilmiştir. Bu nedenledir ki PKK'nın uzantısı olan partinin temsilcileri devletin teröristbaşıyla aynı masaya oturduğunu, normalde teröristle aynı masaya oturulamayacağına göre PKK'lılara terörist denilmemesi gerektiğini, çünkü onların terörist olmadığını, haklı bir özgürlük mücadelesi yaptıklarını, PKK'nın terör örgütü listesinden çıkarılması gerektiğini de söyler, talep eder konuma gelmişlerdir.  
Mit 4.Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti, Türk bayrağıyla sorunu yok, ayrı bir devlet istemiyoruz.
Bu mit PKK terör örgütü ve yandaşlarınca Türkiye'ye pazarlanmaya çalışılan en büyük yalanlardan biridir.
PKK terör örgütünün kuruluş amacı bağımsız bir Kürt devletine ulaşmaktır. Her ne kadar teröristbaşının bundan vazgeçtiği iddia edilse de kullanılan ifadeler (demokratik cumhuriyet, federalizm, bölge yönetimi vs) pratikteki eylem ve söylemlerle mukayese edildiğinde bu amacın gizlenmeye çalışıldığını göstermektedir.
Açılım politikalarıyla başlayan süreçte ve son olarak yapılan müzakere/pazarlıklarda teröristbaşının devletten bu konuda hiçbir talepte bulunmadığı ifade edilse de gerek sızan görüşme zabıtlarından gerekse teröristbaşıyla görüşenlerin ve mektupla haberleşenlerin açıklamaları (ki bunların teröristbaşına rağmen yapılmış olması mümkün değil) bağımsızlıktan, özerklikten, özel statüden, dört ayrı bölgedeki Kürtlerin birleşmesinden, Kürtlerin kendini yönetmesinden, kendi polis ve savunma gücünün bulunmasından vs. bahseden taleplerle doludur. Diğer taraftan teröristbaşının isteğiyle yapılan konferanslar ve bu yıl sonlarına doğru yapılması planlanan Ulusal Kürt Kongresinin hedefi Kürtlerin birlikte hareket etmesi yani birleşmesidir. Kürtlerin birleşmesi demek Türkiye, Suriye, Irak ve İran'dan toprak parçalarının koparılması demektir. Bu girişim bile başlı başına yukarıdaki söylemi bir mit hatta tamamen yalan haline getirmektedir.  Barzani'nin Kürt ulusal kongresi toplanmasına yönelik girişimleri 2008 yılında başlamıştır ancak o zamanlar Türkiye'nin karşı çıkmasıyla bunu gerçekleştirememiştir. Fakat 2009'da başlayan açılım politikaları ve son müzakere/pazarlık süreci Barzani'nin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Barzani'nin kontrolünde yapılacak bu kongre Barzani'nin tüm Kürtlerin lideri olma (Büyük Kürdistan) arzusunun gerçekleşmesinde önemli bir kilometre taşı olacaktır. Böyle bir kongrede alınacak kararlar (hemen bir birleşme ya da bağımsızlık olmasa da) Türkiye'nin içişleriyle ilgili olacaktır ki bunu normal şartlarda kabullenmek de mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye bu kongrenin yapılmaması için her türlü girişimde bulunmalı ve elindeki yaptırım imkanlarını özellikle Barzani'ye karşı kullanmalıdır. Aksi durumda Türkiye'nin bütünlüğü ve güvenliği açısından ortaya çıkabilecek emrivaki gelişmelerden mevcut hükümet sorumlu olacaktır.  
Yukarıdaki söylemle ilgili diğer bir husus da Türk bayrağıdır. Yaptıkları toplantılarda, mitinglerde Türk bayrağını kullanmayan, Türk bayrağı asılmasını ve gösterilmesini bir tahrik unsuru gören zihniyetteki insanların kullandığı bu söylemin gerçek olmadığı aşikardır. Türk kelimesini kullanım dışı bırakmayı hedefleyen söylem ve eylemler göstermektedir ki Türk bayrağının adı Türkiye bayrağı olarak değiştirilse de kabul görmesi mümkün değildir, çünkü bu sefer de "Türklerin yaşadığı yer" anlamındaki Türkiye adı karşılarına çıkacaktır ve bunu benimsemeye de yakın gözükmemektedirler.          
Mit 5.       Askeri tedbirlerle, şiddetle bu sorun çözülmez. Yıllardır süren askeri operasyonların sorunu çözemediği ortadadır.
Yanlış. Çünkü 1999 yılına gelindiğinde askerin icra ettiği operasyonlar neticesinde defalarca terör örgütünü dağılma  noktasına getirildiğini, ancak siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda teröre bahane olarak kullanılan noktaların çözümüne yönelik olarak adım atılmaması nedeniyle askeri tedbirlerle sağlanan uygun ortamların sürekliliğinin sağlanmadığını ve tekrar tekrar istismar edildiğini görmekteyiz.
Bu söylemi kullananlar teröristin elindeki silahı, terör örgütünün vahşetini, katliamını görmezden gelmekteler ve elinde silah olanlara karşı askeri tedbirler alınmadan yapılan dünyanın herhangi bir bölgesinden tek bir mücadelenin bile örneğini verememektedirler. Bu söylemin 2005 ve ağırlıkla 2009 sonrası dönemde hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetim, Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından sıklıkla kullanıldığını görmekteyiz. Buradaki doğru söylem "terörle mücadelede sadece askeri tedbirle sonuca ulaşılamaz" şeklinde olmalıdır ki zaten bizzat Türkiye 1999 öncesinde alınan dersler kapsamında bu sonuca ulaşmış, birçok askeri yetkili bile askeri alan dışındaki tedbirlerin de hayata geçirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Burada dikkat çekilmesi gereken önemli konu "eğer askeri tedbirler alınmasa ve operasyonlar yapılmasaydı ne olurdu" sorusudur. Onun cevabını da 2012 yılı sonundan itibaren terör örgütünün sözde eylemsizlik uygulamasına cevaben devletin tüm güvenlik güçlerinin de hareketsiz konuma getirilmesinin (asker ve polisin kışla ve karargahların dışına çıkarılmaması) yarattığı ve bölgede yaşanan bugünkü durumdur.
Bugünkü durumu şöyle özetleyebiliriz. Askerin polisin dışarıda devriye dolaşması, varlık göstermesi devletin buraya ben egemenim algısını yaratmak içindir. Bu yapılmazsa, ki bölgeden gelen haberler bu yöndedir, boşluk PKK'lı teröristlerce doldurulmuştur. Terörstbaşının sızan görüşme zabıtlarında çekilecek teröristlerin yerini başka güçlerin (koruyucular, Hizbullah vs) doldurmasının önlenmesini istediği bilinmektedir. Şimdi ortaya çıkan durum ise PKK'nın çekilmediği aksine kışla ve karargahtan çıkması engellenen asker ve polisin yerlerini teröristler doldurduğudur. Hatta bu işi o kadar ileri götürmüşlerdir ki TSK'nın her yıl kış başında boşalttığı bahar-yaz aylarında tekrar kullandığı geçici üslere bile PKK'lı teröristlerin yerleştiği haberleri basına yansımıştır. Bugünkü ortamda PKK'nın adeta paralel bir devlet yapılanmasını hayata geçirdiği, teröristlerin hiç bir kaygı duymadan özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde rahatça gece ve gündüz hareket edebildiği, taciz ateşi/adam kaçırma/iş makinelerini yakma/asayiş güçleri oluşturma ve egemen güç olduğunu gösteren yasadışı faaliyetleri gibi terör eylemleri yapmasına rağmen hiçbir karşı operasyona maruz kalmadığı gibi gelişmeler ortaya çıkmış, PKK buralarda devlet benim algısını yaratmış ve bunu beyinlere kazımıştır. Askere ve polis silah kullanmasın, askeri tedbirler uygulanmasın, operasyon yapılmasın denilerek yukarıda belirtilen terör örgütü lehindeki ortamın yaratılmış olmasına rağmen, PKK silah bırakmayı en son yapılacak faaliyet olarak görmekte (gerçekte ise silah bırakmadan silahlı unsurlarını asayiş yada özsavunma gücüne dönüştürmeyi hedeflemektedir) ve elinde tuttuğu silahla devlete şantaj yaparak demokratik bir anayasaya ve yönetim kurulacağını iddia etmekte ve bu iddiası taraftar bulabildiği gibi bunu makul karşılayarak aynı masaya oturan muhatap da bulabilmektedir.
Gelişmeler PKK'nın kendinde bu kadar güç ve hareket serbestisi bulabilmesinin ana sebebinin ise kendisine karşı askeri tedbirlerin alınmayacağı, herhangi bir askeri operasyonun yapılmayacağı güvencesini almış olmasından kaynaklandığını göstermektedir. Basına yansıyan haberler göstermektedir ki askerin operasyon istekleri bu dönemde operasyon olmaz sürece zarar verir denilerek Valiler tarafından geri çevrilmektedir. Bunun son örneği Lice'de PKK'nın anıtmezar girişimlerinin önlenmesi talebidir ki TSK'nın bu talebine Diyarbakır Valiliğinin izin vermediği ortaya çıkmıştır.[iv] Böylece asker operasyon yapmadığı için herhangi zayiat yaşamamakta, hükümet bu durumu şehit haberleri gelmiyor diyerek gerçek, süreklilik kazanmış olumlu bir gelişmeymiş gibi topluma sunmakta, PKK da askerle karşılaşmayacağı güvencesiyle hükümeti adım atmaya zorlayacak terör eylemlerini ve baskılarını rahatça ve açıkça sürdürebilmektedir.      
Mit 6.       Terörle Mücadelede "yeni konsept, yeni doktrin, yeni strateji hayata" geçirildi.
Yanlış. Çünkü olmayan bir şeyin yenisinin üretilmesi mümkün değildir.  Böyle bir söylemi kullananların uzun süreli araştırma, inceleme, değerlendirmeler gerektiren konsept, doktrin veya stratejinin anlamını, kapsamını bu kavramlar arasındaki farkı ve ilişkiyi, nasıl hazırlanacağını bilmediklerinden olacaktır ki gerçek olması mümkün olamayacak şekilde Türkiye'nin terörle mücadelesinde anlık konsept ve strateji değiştirdiği söylemlerini kamuoyuna sunmaktadırlar.
2005 ve özellikle 2009'da başlayan açılım politikaları paralelinde basına yansıyan ve manşet olan münferit bir faaliyetin olumlu tepki alması üzerine hükümete yakın kaynaklar ve yorumcular hemen terörle mücadelede yeni konsept, doktrin veya stratejinin uygulamaya geçirildiğinden bahseder oldu. Fakat bu durum o kadar sık tekrar edilir oldu ki, söz konusu kavramların felsefesine ve içeriğine ters biçimde, Türkiye'de neredeyse akşamdan sabaha konseptler, stratejiler değiştiği söylemleri sıklıkla kullanıldı.
Aslında böyle değişikliklerin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü hiçbir zaman  değişen konsept veya stratejiye ilişkin somut bir doküman veya belge hükümet tarafından kamuoyuna gösterilip açıklanmamıştır.[v] Bu tür söylemler hükümete yakın gazetecilerin de aralarında olduğu üçüncü şahıslarca kamuoyunda işlenmiştir. Ayrıca zaman zaman meydana gelen olaylara yönelik devletin değişik makamlarından gelen farklı tepkiler de ortada bir konsept ve strateji dokümanın olmadığını desteklemektedir. Fakat bahsedilen şekilde bir doküman ya da belge olmamasına rağmen konsept veya strateji kavramlarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan içi doldurulmamış, altı boş açılım söylemi, birlik beraberlik projeleri ve sloganlar (öldürerek değil yaşatarak mücadele edeceğiz, siyasetle müzakere terörle mücadele gibi) ise yeni konsept ve stratejilermiş gibi kamuoyuna yansıtıldı. Ancak söz konusu "mış gibi" yaklaşımlardan sonuç alınamamış olması da bunların konsept veya strateji değil birer popüler ve konjonktürel  söylemler/sloganlar olduğunu göstermektedir.
Mit 7.        Bölgeye artık terörle mücadelede tecrübeli komutanlar, özel eğitimli birlikler gönderiliyor. Sonuçlarını yakında alacağız.
Özellikle 2011 seçimleri sonrasında yeniden tırmanan terör saldırıları karşısında  Ağustos 2011 Yüksek Askeri Şüra kararları sonrasında TSK komuta kademesinde meydana gelen değişiklikler ve general/subay atamaları "terörle mücadelede yeni bir dönem, artık bölgeye tecrübeli, bölgeyi tanıyan komutanlar atandı, özel eğitimli birlikler bölgede görevlendirildi, sonuçlarını yakında alacağız" şeklinde kamuoyuna sunuldu.
En başta şunu söylemek gerekir ki böyle bir söylem hem önceki TSK komuta kademeleri hem de aslında bizzat hükümeti suçlamaktır. Çünkü madem elinizde terörle mücadele daha iyi komutanlar/subaylar/özel eğitimli birlikler vardı daha önceleri bu kararları niye vermediniz sorularının cevaplanması gerekecektir. Bu söylemin hedefinin özellikle eski komuta kademelerini kötüleyerek yeni oluşan komuta kademesine bir destek oluşturmayı hedeflediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşte bu tür haberlerin yapıldığı, söylemlerin kullanıldığı ortamda TSK'dan bu yaklaşımın doğru en azından şık olmadığını açığa kavuşturması beklenirdi. Çünkü gerçek şudur ki TSK'nın bir kariyer planlaması, rotasyon, atama prensipleri vardır ve personel bu çerçevede görevlendirilir, nitekim Ağustos 2011 sonrası atamalar/görevlendirmeler de bu çerçevede yapılmıştır. Özel eğitimli birlikler de benzer şekilde bölgede görevlendirilmektedir. Dolayısıyla tecrübeli komutanlar ve özel eğitimli birlikler varmış da kasten bölgeye gönderilmemişler, ama yeni komuta kademesi bunu düzeltti gibi bir algı oluşturulması, sorumlu makamdaki askerlerin de buna sessiz kalması en azından daha önce bölgede görev yapmış olanların hizmetleri adına doğru ve şık olmamıştır.  
Mit 8.       Terör örgütüyle müzakere / pazarlık yapılmaz.
Yanlış. Bugün aleni olarak gerçekleşen faaliyetler bu söylemin artık mitlikten de çıktığını göstermektedir. Yapılan pazarlık/müzakere o kadar aleni olmasına rağmen bu söylem bir mit olarak kullanılmakta, gerçekmiş gibi sunulmaya devam edilmekte (çünkü doğru olan teröristle pazarlık/müzakere yapmamaktadır, hükümet bunu yapmadığını söyleyerek oy almıştır, yandaşlarından destek bulabilmiştir) ve bütün açığa çıkanlara rağmen halen pazarlık/müzakere yapılmadığı söylenmektedir.
Bunun bir müzakere ya da pazarlık olmadığını söyleyenler  teröristbaşı yakalanmadan önce de, sonra da dönemin hükümetlerinin teröristbaşıyla görüştüğünü belirtmektedir. Açığa çıkan bazı belge ve yayınlanan anılar o dönemlerde teröristbaşıyla irtibat kurulduğu veya cezaevinde teröristbaşından bilgi alınmaya çalışıldığı veya terör örgütüne  mesajlar vermeye zorlandığı, ancak bu süreçlerde inisiyatifin devlette olduğu anlaşılmaktadır. Fakat mevcut T.C. hükümetinin artık kamuoyuna da yansıdığı şekilde 2006'dan buyana başlattığı gizili görüşmeler 2013 yılı başı itibariyle müzakere / pazarlık şekline dönüşmüş ve inisiyatif (hem de 2012 sonunda terör örgütünün en zor anlarını yaşadığı bir ortamda ) teröristbaşına  geçmiştir. Ayrıca nasıl olduğu belli olmayan şekilde sızan gizli/özel görüşme zabıtlarıyla hem terör örgütü ve yandaşlarına hem de görüşmelerde doğrudan devlete söylemediği konularda devlete mesaj vermektedir. Çünkü devam eden süreçte zamanlamayı, yapılacakları, aşamaları belirleyen terör örgütüdür ve teröristbaşı açıklamaları, mektupları, aracıları vasıtasıyla verdiği mesajlar ile süreci tek adam olarak yönetmektedir.
Bu söylemi bir mit olmaktan kurtarmaya çalışanlar terör örgütüyle devletin istihbarat kurumunun en doğal görevi olarak yaptığı söylemini pazarlamaya çalışmaktadır ki bu da  başka bir mit olarak aşağıda ele alınacaktır.
Mit 9.Siyasetle müzakere, terörle mücadele ederiz.
Eylül 2011'de Başbakan tarafından ifade edilen "terörle mücadele ederiz, siyasetle müzakere"[vi] cümlesi o dönemde hemen yeni strateji (bakınız 6 nolu mit) olarak yorumlandı. Tek cümleydi, doğru bir cümleydi ama bir strateji değildi altı ve içi boştu, neyi, kiminle, ne zaman, nasıl yapacağını açıklayan bir belge veya doküman haline gelmemişti.
Aslında siyasetle müzakere kapsamında yapılması gereken TBMM'deki bütün partilerin bu işe dahil edilmesiydi. Ancak bu cümlenin otoriteler(!) tarafından yorumlanmasında "siyasetle müzakere ederiz"den kasıtın PKK'nın Meclis'teki uzantısı olan parti olduğu vurgulandı ama o partinin böyle bir iradesi, yeteneği ve gücü yoktu, çünkü teröristbaşına bağlı olduklarını, onun emrinde olduklarını söyleyerek esas olanın onun söyledikleri olur diyerek bu durumu tescil ediyorlardı. Malum "kucaklaşmalar" bütün bu yorumlar ve beklentileri boşa çıkardı.  2012'nin sonunda İmralı'da teröristbaşıyla  MİT'in başlattığı müzakereler ortaya çıkınca siyasetle müzakerenin PKK'nın uzantısı olan parti üzerinden siyasetle müzakere ediliyormuş gibi yapılarak teröristbaşıyla görüşülmesi bu söylemin bir mit, gerçeğin ise "teröristle müzakere" olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bu mitle ilgili diğer tehlikeli durumda siyasetle müzakere ederiz ifadesinde muhatabın kim olduğunun tartışılmasıdır ki müzakere edilecek ister PKK'nın uzantısı parti olsun ister teröristbaşı olsun müzakere edilen terör değil, Kürt sorunu değil teröristbaşının hapisten çıkmasını sağlayacak PKK'nın talepleri oldu. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye iki taraf olarak resmen ayrılmış oldu, birlik ve kardeşlik yaratalım derken toplum taraflara bölündü, devletin müzakere ettiği parti veya kişi de otomatikman tüm Kürtleri temsil eden taraf oldu, TBMM'deki diğer partilere oy veren Kürt kökenli vatandaşlarımızı düşündüğümüzde toplumun gerçekte böyle bir bölünme yaşamadığını ama sorunun kendisi gibi bölünmenin de yapay olduğunu ve gerçekleri yansıtmadığını göstermektedir.
Mit 10.  Bütün dünyada olduğu gibi bizim gizli servisin (MİT) de terör örgütüyle görüşmesi/müzakeresi doğrudur. Bu gizli servislerin görevidir.
Yanlış. İstihbarat teşkilatının tek ve ana görevi devletin kurumlarının ihtiyacı olan istihbarat isteklerini karşılamaktır. MİT kanunu olarak da bilinen Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nda bunun haricinde MİT'e verilmiş bir görev yoktur.  Çünkü söz konusu kanun  "bu teşkilat Devletin güvenliği ile ilgili istihbarat hizmetlerinden başka hizmet istikametlerine yöneltilemez" hükmünü içermektedir.
Bu mit oluşturulurken kullanılan destekleyici argüman ise terör örgütleriyle mücadele eden diğer ülkelerin gizli servislerinin de görüşme/müzakere yaptıkları yönündeki hiçbir gerçek belge ve bilgiye dayanmayan ifadelerdir ki kamuoyumuzda en çok bilinen ETA ve İRA örneklerinde bunu gösteren bilgi ve belgeler mevcut olmadığı gibi tersine esas olarak terör örgütlerinin yapacağı faaliyetleri / saldırıları önceden haber almaya (ki gizli servisin esas görev de budur, istihbarat toplamak) yönelik  olarak gizli servisin polis ve askeri istihbaratın önüne geçmesi söz konusudur. Bugün yine ABD terörle mücadelede tek gerçek terör tehdidi gördüğü El Kaide örgütüyle bir görüşme ve pazarlık içinde olduğunu gösteren hiçbir bilgi belge, haber yoktur. Aksine terörle mücadele stratejilerinde bunu kesinlikle ret etmektedir. Nitekim El Kaide lideri Ladin'in sağ olarak yakalanma fırsatı varken öldürülmesi ve halen El Kaide'nin lider kadrosuna yönelik özellikle insansız uçaklarla yaptığı operasyonlar ABD'nin bu terör örgütüyle  müzakereyi aklından bile geçirmediğini ve keskin hiyerarşik yapıda olan terör örgütlerinin lider kadrosunun imha edilmesi o terör örgütünün dağılmasını sağlayacak en önemli etken olarak gördüğünü göstermektedir.
2012 yılı sonlarında ABD Büyükelçisinin kendilerinin El Kaide lider kadrosuna yönelik kullandıkları teknik, taktik ve prosedürleri Türk hükümetiyle paylaşabileceklerini açıklamış ancak Türk yetkililer konuyu bile incelemeden Kandil'in özel şartları olduğu gerekçesiyle lider kadroya yönelik bir stratejilerinin olmadığını ortaya koymuşlardır. Tabii bunun arkasında o dönemlerde MİT müsteşarıyla teröristbaşı arasında başlamış olan müzakerelerin de rolü olmuş olabilir.  Bununla birlikte 30 yıldır terör yaparak yaşayan, demagoji ve pazarlık/müzakere konusunda çok tecrübe kazanmış teröristbaşının karşısına müzakere eğitimi / tecrübesi olmayan kişiler oturtulmuş ve yapılan müzakerelerden doğal olarak teröristbaşı galip çıkmış, müzakere edilerek bir sonuca ulaşılmasından ziyade teröristbaşının kuralları, zamanlamayı, uygulamanın nasıl olacağını dikte ettiği bir sürece dönüşmüştür.
Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür. Türkiye'nin PKK terör örgütüyle mücadelesi özellikle 2005'den sonra mitlerle yürütülmüştür ve terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ise bu konudaki son mitin bizim MİT olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak;Terörle mücadele mitlerle idare edilemeyecek kadar ciddi bir konudur, çünkü Türkiye'de 40.000 insanın hayatına mal olmuştur. Terör yaparak sorun yaratanlar ellerinde silahla tehdit ve şantajla sorunu çözeceklerini, kendilerine güvenilmesini, onlar ne isterse yerine getirilmesini istiyorlar. Mazisi yalan, vahşet, tehdit, şantajlarla dolu teröristlerin beyanlarına dayanarak sorunun çözümü mümkün olmadığı gibi akla, mantığa, vicdana da uygun değildir ama şu anda Türkiye'de yapılmak istenen budur. Bu aşamada yapılması gereken sorunun doğru tanımlanması, sorunun her veçhesine çözüm getiren ayağı yere basan gerçekçi politika ve stratejilerin belirlenmesi ve bunların toplumu taraflara ayırmadan toplumsal mutabakatla hayata geçirilmesidir.
 
[i] Mitoloji, Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji, Erişim tarihi 28 Nisan 2013.
[ii] Yazarın notu: Konuyu güncel bir gündem maddesiyle de şöyle açıklayabiliriz: TBMM'de bir anayasa değişikliği çalışması var, önemli başlıklardan birisi de yönetim şekli yani mevcut parlamenter yapı ve değişik şekillerdeki başkanlık sistemleri tartışılıyor. Bu tartışmaya nasıl gelindi? En başta nasıl bir detaylı çalışma yapıldı da mevcut sistemin Türkiye'yi taşımadığına karar verildi? Mevcut sistemin tıkandığı noktalar neler, bu tıkanıklık nereden kaynaklanıyor? Çözüm seçenekleri nelerdir? Bu ve benzeri sorulara objektif cevapları ortaya koyamadan şimdi burada adı ne olursa olsun ama biz şunu istiyoruz yani adına siz kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistem deyin ama biz başkanlık sistemine benzer kanunların, yetkilerin uygulanmasını istiyoruz diyebilir misiniz? Derseniz bu sorunu çözer mi? Tabii ki hayır, çünkü daha üzerinde mutabık kalınacak şekilde sorun tanımlanamamıştır.
[iii] "Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi", http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/ capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi, 27 Mayıs 2013.
[iv]  "TSK'nın Mezarlık Taleplerine Ret", Milliyet, 23 Temmuz 2013.
[v] Bu konuda örnek olarak ABD'ye bakarsak bu tür önemli strateji dokümanları bizzat ABD Başkanı ve ilgili bakanların konuşmalarıyla kamuoyuyla paylaşılmakta, içeriği açıklanmaktadır. Türkiye'de bunun örneğini görmek mümkün değildir.
[vi] "Terörle mücadele ederiz siyasetle müzakere", http://www.haberturk.com/gundem/haber/672922-terorle-mucadele-ederiz-siyasetle-muzakere, Erişim Tarihi 19 Temmuz 2013.
 
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/pkk-teror-orgutuyle-mucadelenin-mitleri

***

Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa, PKK

 Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 


PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi,
   

Cahit Armağan Dilek 

27 Mayıs 2013

Türkiye Ağustos 1984'den bu yana PKK terörüyle mücadele etmektedir. Geçen yaklaşık  29 senede 35.000'in üzerinde insanımız hayatını kaybetmiştir.[1] 1999-2003 arasında terörü neredeyse sıfır noktasında geçiren Türkiye, 2003'te Irak'ın işgaliyle terörü yeniden ağır biçimde yaşamaya başlamıştır. 2013'de PKK terör örgütünden kaynaklanan sorunun çözümünde yeni bir safhaya girilmiştir, o da içeriği henüz gizli ancak kamuoyunun gözü önündeymiş gibi yapılan terör örgütüyle pazarlıktır.
Bu çalışma yapılırken, Türkiye'nin PKK'ya karşı mücadelesi iki ayrı dönemde incelenmiştir. Birinci dönem 1984-1999 yılları arasını, ikincisi 2003 sonrası dönemi kapsamaktadır.

Terörle Mücadelede Birinci Dönem

Birinci dönemde Türkiye, daha doğrusu Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın deyişiyle üç beş çapulcuyla başlayıp dünyanın gördüğü en vahşi terör örgütlerinden birine dönüşen PKK terör örgütüyle tek başına ve kendi belirlediği yöntemlerle mücadele etmek zorunda kaldı.  Aslında TSK bu mücadelede başarılı oldu. TSK'nın operasyonları sonucunda zaten dağılma noktasında olan terör örgütü terörist başının Kenya'da teslim alınarak müebbet hapse mahkum olmasıyla çareyi Türkiye'yi terk etmekte bulmuştu. Bu durum son dönemde sıkça söylenen "o kadar yıldır defalarca askeri operasyonlar yapıldı, ama terör sona ermedi" nakaratını tekrar edenlere en iyi cevap aslında. Bu olayla birlikte Türkiye'deki genel algı "terör sona erdi, terörü yaratan sorunlar zaman içinde çözülür" şeklinde oluşurken, dağılacağı hesaplanan terör örgütünün kendini taşeron olarak kullanan aktörlerin yardımı ve yönlendirmesiyle "yeniden toparlanma sürecine girdiği, bunda başarılı olduğu" anlaşılmaktadır. Örneğin, 2007 yılı son aylarıyla birlikte Irak'ın kuzeyindeki PKK kamplarına yönelik başlatılan operasyonlara ilişkin görüntüler, açıklanan bilgiler terör örgütünün 1999-2007 arası dönemde (sınır ötesi operasyon yapılmayan dönem) Irak'ın kuzeyinde öyle bir güvenli sığınak olmuştur ki terör örgütü mağaraların dışına çıkmış, betonarme yapılarla söz konusu bölgelere artık hiç saldırı olmayacakmış, PKK hiç terk etmeyecekmiş gibi yerleşmiştir. Bu aşamada insanın aklına "PKK terör örgütünün orada bu kadar rahat, güvenli hareket etmesini sağlayan faktörler, aktörler nelerdir/kimlerdir?" diye sormak geliyor.

Terörle Mücadelede İkinci Dönem

2003 sonrasını kapsayan ikinci dönem birinciden oldukça farklı gelişti. 19 Mart 2003'de başlayan Irak'ın işgaliyle birlikte bölgede PKK'nın hareket serbestini daha da artıran ortam oluştu. İşgal öncesinde ABD'nin her türlü olasılığı düşünerek hazırladığı işgal/ihtimaliyet planlarıyla Irak'ın kuzeyinde yerleşmiş örneğin Ansar-al İslam örgütüne karşı operasyon yaparken aynı bölgedeki PKK'ya karşı herhangi bir askeri operasyon yapmamasının verdiği mesaj PKK'yı cesaretlendirmiştir. Amerikalılarla ikili/uluslararası ortamda çalışanlar, Amerikan Ordusu’nun çalışma usullerini, operasyon planlama, hazırlık faaliyetlerini/kurallarını inceleyenler aslında Irak'ı işgal edecek ABD'nin Irak'la ilgili her türlü istihbaratı toplayıp her olasılığa karşı asıl/yedek harekat planlarını yapacağını, dolayısıyla ABD'nin PKK'ya karşı da mutlaka operasyon hazırlığı yapmış olacağını bileceklerdir. Neden yapmadığına ilişkin söyleneceklerse elde mevcut somut bilgiler ışığında şuanda spekülasyon olacaktır.
Gerçekse, terörist başının ABD merkezli bir operasyonla sağ olarak Türkiye'ye teslim edilirken 2003 sonrasında Türkiye'ye dayatılacak sözde terörle mücadele yaklaşımlarının ilk adımının atılmış olmasıdır. Yıllar sonra Amerikan Büyükelçisi Francis Ricardione'nin açıkladığı şartlar[2] ABD'nin konuyu bir terör olayından ziyade bir özgürlük konusu olarak ele aldığını gösteriyor. Nitekim terörle mücadele adı altında ABD'li ve Avrupalıların Türk muhataplarına önerileri de hep siyasi çözüm tedbirlerini içermiştir.[3]

Terörizm tanımındaki farklılıklar Türkiye ile ABD/AB'nin terörle mücadeleyi farklı düzlemlerde algıladığını göstermektedir. ABD'nin 1997'den itibaren PKK'yı terör örgütü olarak kabul etmesi[4], yıllık terörizm raporlarına dahil etmesi, terör örgütü listelerinde olmasına rağmen AB ülkelerinde[5] PKK'lılara yönelik göstermelik operasyonlar yapılması Türkiye'de hep kendisine destek gibi algılanmıştır. Ancak tanımlama/algılama farklılıkları nedeniyle Avrupa'da hiçbir PKK'lının yakalanıp iade edilmemesi, ABD'nin sadece sivillere yönelik saldırıları terörizm olarak görmesi, raporlarında PKK'nın güvenlik güçlerimize yaptığı saldırıları terörist faaliyet olarak göstermemesi Türkiye'de gözardı edilmiştir. Bu durum sorunun tanımlanmasında ve çözümüne yönelik yaklaşımlarda farklılık yaratmıştır.

İkinci Ortak ABD Yakın Markajda

Irak'ın işgalinden sonraki dönemde ABD'nin Türkiye'nin PKK'ya karşı mücadelesine yönelik tutumu incelendiğinde bir kanaate ulaşılabilir. 2003'ten 2013'e kadar geçen zaman sürecindeki gelişmeler ABD'nin, PKK konusunu Irak'ın işgali bağlamında değil, Türkiye ile başka bir düzlemde ele alarak fiilen işin içine girmeyi ve süreci daha yakından kontrol etmeyi planladığını göstermektedir.
Amerikan askerleri 9 Nisan 2003'te Bağdat'a girdikten sonra[6] dönemin ABD Başkanı George Bush Irak'ta zafer ilan etmiş, ülkenin işgal dönemi başlamıştı.[7] PKK'ya karşı askeri operasyon yapmayan ABD'nin cevabını aradığı konu, Türkiye'nin PKK'ya karşı ve/veya Türkmenlerin haklarını korumak bahanesiyle Irak'a askeri müdahalede bulunup bulunmayacağı olmuştur. Irak'ın kuzeyinde Amerikalıların bilgisi dahilinde görev yapan Türk Özel Kuvvetleri’nin başına 4 Temmuz 2003'te çuval geçirilmesi,[8] Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda "Türkiye Irak'a askeri müdahale yapabilir mi?" konusunun değerlendirildiği gizli toplantıların yapıldığı iddiaları[9] Türkiye'yi etkisizleştirmek için muhtelif girişimlerin yapıldığını göstermektedir.
Söz konusu endişeler ve gelişmelerin yanısıra artık ABD PKK terör örgütü konusunda Türkiye'yi daha yakın markaja almaya başlıyordu. Çuval olayından sonra sadece PKK gündemli ikili toplantıların yanında, her Türkiye-ABD ikili görüşmelerinin gündem maddeleri arasında PKK konusu mutlaka yer alıyordu.

Üçüncü Ortak Irak, Özel Temsilciler Dönemi

Görüşmelerde Türkiye destek isterken, ABD "silahla bu sorun çözülmez, konuyu Irak'la da görüşmelisiniz" telkini yapıyordu. Görüşmeler böyle sürerken PKK 2004 bahar aylarından itibaren Türkiye'deki saldırılarını artırdı. Ocak 2005'ten itibaren PKK'ya karşı işbirliği Türkiye-ABD ikili formatından Türkiye-Irak-ABD üçlü mekanizmasına dönüştürüldü.[10] Alınacak kararlar için bir ortağımız daha olmuştu. İşgal altında olan, iç savaş yaşayan, tek başına karar alamayan Irak'ın kendi ülkesine, halkına faydası yoktu ki Türkiye'ye destek olabilsin. Bunun böyle olduğu bilinmesine rağmen üçlü mekanizma devam etti. Gerekçe basitti. Irak'ın kuzeyine yapılacak operasyonlar için merkezi Irak yönetimi sürece dahil edilmeliydi, yani iş sürüncemede kalmalıydı.
Böylece 2006 yaz aylarına gelindiğinde bu sefer ABD tarafından özel temsilcilik formatı ortaya atıldı. Türkiye ve ABD'den emekli Orgeneraller, Irak'tan bir Bakan bu görevlere atandı.[11] Ancak Türkiye'de PKK saldırıları artıyor, PKK'ya karşı ABD ve Irak fiili ortak mücadeleye bir türlü dahil edilemiyordu, ancak her sene sözde yeni çözüm oluşumlarıyla vakit geçiriliyordu. 2007 yaz aylarına gelindiğinde özel temsilciliğin göstermelik görüşmelerden öteye gidemediği, görevden almalar ve istifalar sonucunda da bu oluşumun işlemediği görülüyordu.[12]

Dördüncü Ortak Barzani Terörle Mücadeleye Karşı Duruyor

2006-2007 yıllarında Irak'ta direniş artarken, işgal kuvvetleri ağır kayıplar veriyor Türkiye'de de PKK saldırıları artıyordu. Türkiye, ABD lee Irak'a somut tedbirler almaları konusunda çağrı yaparken ABD, önceliklerinin Irak'taki işgal operasyonu olduğunu, PKK'ya kuvvet ayıramayacağını,  Bağdat ise Irak'ın kuzeyinde yerel Kürt yönetiminin hakim olduğunu söylüyor, Türkiye'ye Kürt gruplarla görüşmeyi telkin ediyordu.  Bu arada Türkiye yasal dayanak oluşturma hamleleri kapsamında Bağdat'la terörle mücadele anlaşması imzalanmasını gündeme getirdi. Ağustos 2007'de başbakanlar arasında imzalan mutabakat muhtırasına[13] dayanarak Eylül 2007'de Ankara'da ikili terörle mücadele anlaşması imzalanması için yapılan görüşmelerde üzerinde anlaşılan, PKK'yı terör örgütü olarak kabul eden, karşılıklı sorumluluklar yükleyen, sınır ötesi operasyon için Türkiye'nin niyetini ortaya koyan hükümler içeren anlaşma metni[14] Barzani'nin karşı duruşuyla Irak Meclisi’nde onaya sunulamadı.[15] Barzani Irak'ta ve PKK'ya karşı mücadelede kendisinin bir aktör ve ortak olduğunu göstermişti.

Devam eden saldırılar Türk kamuoyunda infial yaratınca hükümet TBMM'den sınır ötesi harekat yetkisi aldı.[16] Ancak PKK olayları tırmandırmaya devam ediyordu. Nitekim 21 Ekim 2007 bir dönüm noktası oldu. Anılan tarihte PKK'nın Dağlıca saldırısı[17] Iraklı Kürt gruplar, Bağdat, İran, AB, NATO ve ABD'den tepkiler ve sınırı ötesi harekat yetkisinin hemen kullanılmaması Türkiye'de tartışmalara yol açtı.[18]

Bush-Erdoğan Görüşmesi

Türkiye'nin PKK'ya karşı hem meşru müdafaa hakkı hem de TBMM'den alınan sınır ötesi harekat yetkisiyle yasal açıdan somut dayanaklara ve meşruiyete sahip olmasına rağmen, Başbakanın ABD ziyaretinde konuyu ABD Başkanı ile görüşeceğini açıklaması ABD'nin PKK ile mücadeledeki rolünü ve kontrolü elinde tuttuğunu gösteriyordu. 5 Kasım 2007 tarihinde Beyaz Saray'da yapılan görüşmelerde Türkiye'nin sınır ötesi harekatına kısıtlı vize çıktığı anlaşılıyor, istihbarat işbirliği yapılacağı duyuruluyordu.[19] Gelişmeler Türkiye açısından yeni bir adım olarak algılanırken ABD'nin bu adımı daha öncelerden öngördüğü söylenebilir. Çünkü Irak'ta kötüleşen durum nedeniyle Bush’un Şubat 2007'de açıkladığı Irak Stratejisi[20], Irak'ın güvenliği ile Amerikan çıkarlarının korunması kapsamında bölgedeki müttefikleriyle istihbarat paylaşımının artırılacağını, PKK'dan bahsetmeden Türkiye-Irak sınırındaki sorunların çözümünde iki ülkeyle birlikte çalışılacağını vurguluyordu. Aynı açıklamada PKK terör örgütü ortak düşman olarak tanımlanıyordu. Buna rağmen ABD'nin PKK'ya karşı hiçbir askeri operasyona girmemesi, siyasi çözümü/diyalogu içeren yöntemleri önermesi, öte yandan kendisinin terörle mücadele stratejisi gereğince tek terör örgütü gördüğü El-Kaide'ye karşı “teröristi dünyanın neresinde hangi delikteyse bulup imha etme”[21] yönündeki iki farklı uygulamasına Türkiye'den karşılık verilemiyordu.[22]

İstihbarat Paylaşım Mekanizmasıyla Türkiye'nin Hareketleri Sınırlandırılıyor

5 Kasım görüşmesinden kısa süre sonra istihbarat paylaşım mekanizması teşkil edilmiş, 1 Aralık 2007'den itibaren TSK'nın sınır ötesi operasyonları başlamıştı.[23] Şubat 2008'de kara birliklerinin katılımıyla gerçekleştirilen sınır ötesi harekata en büyük tepki Barzani ve ABD Savunma Bakanı’ndan gelmiş, Türk askerinin derhal Irak'tan çekilmesi istenmişti.[24] Gelişmelerden, aslında ABD'nin bu operasyonların hava operasyonlarıyla sınırlı kalmasını istediği, Türk askerinin karadan Irak'a müdahalesini engellemek için Türkiye'ye sınırlı hava operasyonu ortamı yaratılarak Türk hükümetinin, askerlerin, kamuoyunun gazının alınmasının hedeflendiği anlaşılmaktadır. Amerikan resmi makamlarının beyanına göre istihbarat paylaşımı mekanizmasıyla Türkiye'nin hareketlerinin kontrol edilebildiği, Irak'ın kuzeyine yönelik kapsamlı harekat icra etmesinin engellendiği Amerikan Kongresi’ne sunulan raporlarda yer almaktadır.[25] Ayrıca Wikileaks belgeleri arasında yer alan Amerikan raporlarında istihbarat paylaşım mekanizmasıyla oluşan olumlu ortamın diğer askeri konulardaki işbirlikleri için manivela olarak kullanılması, TSK'nın sınırlı hava operasyonlarının askeri etkisinin az olduğu, bununla birlikte ABD'nin PKK ile mücadeleye destek verdiği algısının kuvvetlendiği, TSK'nın hava operasyonu yapmadan yeterli zaman öncesinde ABD'ye bilgi vererek Irak'ın kuzeyindeki Amerikan askerlerinin bölgeden(!) ayrılmasının sağlanmasını istediği belirtilmektedir.[26]

ABD gidişattan memnundu. Türkiye ise kamuoyu baskısını azaltacak şekilde sınır ötesi operasyon yapabiliyor olmaktan memnun, ama sorunun gerçek çözümünden uzaktı. "Sınırlı" sınır ötesi operasyonlarla Türkiye'ye bir şey daha gösterilmişti. Irak bu resmin içinde yer alacaktır, ancak esas güç Barzani'dir. Zaten özellikle Irak'ın üçlü mekanizmaya dahil olmasıyla birlikte hem Amerikalılar hem Bağdat yönetimi Barzani'yle görüşülmesini sürekli telkin etmişlerdir. Şubat 2008'deki hava destekli sınır ötesi kara operasyonunun planlandığı şekilde icra edilmesini engellemesiyle Irak'ın kuzeyinin Barzani'den sorulduğu fiilen Türkiye'ye gösterilmek istenmiştir. Artık Barzani PKK konusunda bir güç merkezidir, sorunun çözümü(!) ondan geçmektedir.

 Bütün bunlar 2008 yaz aylarından itibaren Türkiye'yi adeta Barzani açılımına yönlendirmiştir. Önce 1 Mayıs 2008'de N. Barzani'yle görüşülerek ilk resmi açık temas gerçekleştirilmiş[27], görünüşte üçlü pratikte dörtlü olan işbirliği mekanizması kapsamında anlık istihbaratın paylaşımını sağlayacak bir ofisin Erbil'de kurulmasının gündeme gelmesiyle (ofis Haziran 2009'da faaliyete geçmiştir)[28] Barzani yönetimi Bağdat'ın önüne geçerek mekanizmanın işleyişinde (daha doğrusu istihbarat akışının kilitlenmesinde) kontrolü ele geçirmiştir. Özellikle Eylül 2008'den sonra özel temsilci M. Özçelik'in Barzani ile başlayan görüşmeler süreci[29] Haziran 2009'da hükümeti Kürt açılımına kadar getirmiştir. Çünkü Türk hükümetine sorunu Kürt sorunu olarak lanse eden, sorunun silahla değil, diyalogla çözülebileceğini bu bağlamda her türlü desteği vereceğini ama askeri tedbirlerle sorunun çözümüne karşı olduklarını vurgulayarak konuyu direniş/özgürlük düzlemine taşıyıp siyasi çözümü zorlayanlar arasına ABD, AB, Irak'tan sonra Barzani de katılmıştır. 

Beşinci Ortak Teröristbaşı; Tek Muhatap

Barzani çözümün tek anahtarı olarak lanse edilirken bir süre sonra gerçeğin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Sonradan açığa çıkan bilgiler göstermektedir ki aslında hükümet PKK ile 2006'dan buyana gizlice görüşmektedir[30]. 2009 Kürt açılımının arkasında PKK'dan alınan/verilen sözler vardır.Hükümetin kontrolünde olmadığı anlaşılan açılım süreci Habur fiyaskosuyla sonuçlanmıştır.[31] Bu manzara açılım konusunu bir süreliğine rafa kaldırtmış, ancak terör saldırıları sürerken gizli görüşmelerin devam ettiği Oslo görüşmelerinin ses kayıtlarının deşifre olmasıyla yeniden ortaya çıkmıştır. Oslo'nun da fiyaskoyla sonuçlanması 2011 genel seçimlerinin sonrasında Türkiye'yi yeniden terör saldırıları sürecine maruz bırakmıştır.

2012 yaz aylarının sonuna gelindiğinde PKK'ya karşı gerçekleştirilen askeri operasyonlar ve KCK operasyonları örgütü yeniden tükenme noktasına getirmek üzereyken PKK'nın güdümünde gerçekleşen anadilde savunma/eğitim ve Kürt kimliğinin tanınması,  teröristbaşına sözde tecridin kaldırılması, operasyonların durması gerekçeleriyle 12 Eylül 2012'de başlayan açlık grevinin "teröristbaşının direktifiyle sona erdirilmesi”[32] teröristbaşının tek muhatap olarak hükümetin karşına çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Artık teröristbaşı beşinci ortak olarak ancak belirleyici aktör olarak masadadır. Bu olaydan sonra MİT'in teröristbaşıyla görüşmelerini sıklaştırdığı, teröristbaşının görüşlerini esas alan bir plan üzerinde anlaştıktan sonra 2013 yılı başından itibaren hükümet tarafından İmralı-Barış-Çözüm gibi isimler alan bir sürecin başladığı kamuoyuna yansımıştır. Süreç "tek belirleyici" aktör konumundaki teröristbaşının aklındaki planla sürüyordu, yani PKK'dan kaynaklanan sorunun PKK'nın tutuklu liderinin belirlediği ilkeler çerçevesinde çözülebileceği iddia ediliyordu.

2013 Yılı İtibariyle Bütün Bunlar Ne Anlama Gelmektedir?

            Türkiye PKK terör örgütünden kaynaklanan sorunla mücadelesinin iki ayrı dönemde iki farklı yaklaşımla yürütmüştür. 1984-99 döneminde tam bir mutabakatla sorunu terör sorunu olarak tanımlamış ve terörle mücadelenin gerektirdiği askeri tedbirleri kendi başına verdiği kararlarla başarılı şekilde uygulamış ve PKK liderinin yakalanmasını, örgütün Türkiye sınırlarını terk etmesini sağlamış, siyasi, sosyal, ekonomik tedbirlerin uygulanabilmesi için gerekli ortamı hazırlamıştır.  Ancak 1999-2003 döneminde bu fırsat heba edilmiştir.
            2003'den sonraki dönemde ise Türkiye sorunun adını koyamamış, sorunu tanımlayamamış ve strateji hazırlayamamıştır. Çünkü PKK'nın salt terör örgütü kimliğiyle başarılı olamayacağını anlayanlar 2003 sonrasında PKK'yı bir direniş örgütüne dönüştürecek yöntemleri, evrensel değerler ile hukuku istismar ederek oluşturdukları talepleri terör tehdidiyle Türkiye'ye dayatmışlar, PKK terör örgütüyle pazarlık / müzakereye zorlamışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır. AB ülkeleri ve ABD kendilerine karşı tehdit olarak gördükleri El Kaide'ye karşı askeri yöntemleri neredeyse tek seçenek olarak uygularken Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde önerdikleri yöntem ise kendilerinin işgal ettikleri ülkelerde uygulamaya çalıştıkları direnişle mücadele yöntemleri olmuş Türkiye'nin askeri tedbirlerden vazgeçmesini istemişlerdir. Bu durum PKK'nın işini kolaylaştırmıştır. Bu süreçte;
- Teröristbaşının sağ teslim edilmesinin ileride yol açabileceği sorunlar zamanında iyi incelenememiş ve kavranamamıştır.  
- Terörle mücadelede Türkiye'ye yardım edenlerin aslında bir direniş örgütü yaratmakta olduklarının farkına varılamamıştır
- Türkiye sorunu tam ve doğru tanımlayamamış, adını koyamamıştır. Dolayısıyla teröre karşı Türkiye'nin bir stratejisi olmamış, boşluğu diğer aktörlerin stratejileri doldurmuştur.
- Terör sorununa yönelik karar oluşturulmasında ortak sayısı artmış, her seferinde yeni ortak yönlendirici aktör olmuş, Türkiye'nin etkinliği sürekli seviye kaybetmiştir.
- Bütün bunlara rağmen PKK'nın her açıdan çok sıkıştığı bir dönemde (2012 Sonbahar-Kış) Türkiye "müthiş bir operasyonla terör örgütüyle hem de anayasasını müzakere ve pazarlık ediyor pozisyonuna düşürülmüştür". Artık "müzakere yaptığınız örgüte terör örgütü diyemezsiniz" şikayetleri, "terörist derseniz süreç bozulur" tehditleri alınır duruma düşülmüştür. TSK'nın operasyon yapması nasıl engellenir arayışına girilmiş ve daha önce TSK'ya verilmiş operasyon yetkileri geri alınarak yurtdışı için her seferinde Hükümet'ten ve yurt içinde de ilgili Vali'den izin alınması düzenlemesi yapılmıştır.
- Halen Türkiye'nin kendine has terörle mücadele stratejisi ve çözüm haritası yoktur. 2013'le birlikte teröristbaşı tek yetkili pozisyonundadır, çünkü ondan gelecek açıklamalara, mektuplara umut bağlanmıştır.

- Türkiye, silah bırakmayan terör örgütüyle pazarlık yapan tek ülke konumundadır. Terör örgütü terör yaparak taleplerini "müzakere ve pazarlık yaptırtma" hedefine ulaşmış, maalesef terörle bir yerlere varılabileceğini göstermiştir.

- Pazarlık / müzakerelerle yürütüldüğü anlaşılan süreçte teröristbaşının karşısına hükümet adına MİT müsteşarı oturtulmuştur. MİT kanununda teşkilata istihbarat faaliyeti dışında hiçbir görev verilemeyeceği açıkça yazmasına rağmen teşkilat bir pazarlık ve müzakere  yürütme sürecine dahil edilmiştir. Bununla birlikte 30 yıldır terör yaparak yaşayan, demagoji ve pazarlık/müzakere konusunda çok tecrübe kazanmış teröristbaşının karşısına müzakere eğitimi / tecrübesi olmayan kişiler oturtulmuş ve yapılan müzakerelerden doğal olarak teröristbaşı galip çıkmış, müzakere edilerek bir sonuca ulaşılmasından ziyade teröristbaşının kuralları, zamanlamayı, uygulamanın nasıl olacağını dikte ettiği bir sürece dönüşmüştür.

- Hükümet süreçle ilgili her şeyin kontrolleri altında olduğunu, sürecin başarıyla sürdüğünü söylemesine rağmen kamuoyun yansıyan gelişmeler maalesef bunu doğrulamamaktadır. Süreçte ne zaman ne olacağını ne yapılacağını teröristbaşından başka tam olarak bilen yoktur. Süreçte atılacak adımlara ilişkin başarı kriterleri beli değil tam aksine tersine değerlendirmesinde ve inisiyatifindedir. Örneğin Başbakan teröristler silahlarını Türkiye'de bırakarak çekilecekler derken terör örgütü silahla çekileceklerini söylemiş, mizansen fotoğraflarla da bunu göstermişler ve süreçte kendi sözlerinin geçeceğini ortaya koymuşlardır. Bu durum sürecin başarıyla ve mutabık kalındığı şekilde yürümediğini göstermez mi? İnisiyatifin terör örgütünde olduğunu, sürecin başarılı olup olmadığına ilişkin son sözü teröristlerin söyleyeceğini göstermez mi? Teröristlerin Irak'a geçtiklerine dair mizansen fotoğraflar boy boy basında yer alırken Genelkurmay Başkanlığının buna ilişkin bilgi, belge, görüntüye sahip olmadığı açıklamasını da dikkate aldığımızda teröristlerin Türkiye'yi terk ettiklerini nasıl teyit edeceksiniz? Tek çare terör örgütünün ben çekiliyorum, çekilmeyi tamamladım açıklamasına inanmak olacaksa, sürecin hükümetin kontrolünde olduğunu söyleyebilmek mümkün müdür?

- Bu süreçte yanlış  giden diğer bir husus da hükümetin  sadece teröristbaşının sözlerine esas alması ve bu sözleri çok güvenilir bulmasıdır. Ama uygulamada teröristbaşıyla görüşenlerin ve onları destekleyenlerin açıklamaları, hükümetin sürecin uygulanmasıyla gerçekleşeceğini söylediklerinin dışında ama sızan İmralı ve Oslo görüşme zabıtlarıyla örtüşen şeylerdir. Bunların teröristbaşının bilgisi dışında söylenmiş olması mümkün mü? Tabii ki değil. Dolayısıyla teröristbaşının gizli niyeti olduğunu ve iki yüzlü davrandığını göstermez mi? Böyle bir hareket tarzı Türkiye'nin bekası açısından kabul edilebilir bir davranış mıdır?

            Sonuç olarak bütün bunlar göstermektedir ki Türkiye, adını koyamadığı, tanımlayamadığı, PKK teröründen kaynaklanan ancak, bukalemunun renk değiştirmesi gibi değişik isimler konarak herkesin başka bir beklentiyle ele aldığı sorunu geçmişi terör, vahşet, kanla dolu güvenirliği sıfır olan bir kişinin aklıyla çözmeyi denemektedir. Türkiye teröristbaşının dümeni elinde tuttuğu su alan bir takaya bindirilmeye ve açık denizlere açılmaya zorlanmaktadır. Bunun kabul edilebilirliği, uygulanabilirliği ve yolculuğun güvenli bir şekilde sonuçlandırılması mümkün değildir. Çünkü bu taka bu haliyle sahilden açılamayacağı gibi, takanın içine sıkıştırılan  Türkiye'nin hareket kabiliyeti kısıtlanmıştır. En ufak ters bir harekette taka alabora olabilecek, kıyıda takanın hareketlerini izleyenler (yani Irak'ın kuzeyinde elinde silahla bekleyen teröristler) alabora olan takanın içindekilerini bu ters hareketleri nedeniyle cezalandırmaya kalkacaklardır.    
            Dolayısıyla Türkiye'nin terörle mücadele etmek yerine terör örgütüyle müzakere ederek sorunu çözmeyi düşündüğü mevcut süreç tamamlanmazsa da PKK’nın kaybedecek bir şeyi yoktur, çünkü mücadelesindeki en üst noktaya ulaşmıştır artık geri dönüş olmaz (yani PKK terör örgütü değildir, Kürtlerin tek temsilcisi olarak haklı bir özgürlük mücadele yapmıştır, teröristbaşı tek muhataptır algısı yerleşmiştir) bir noktaya ulaşmış olduklarından mücadelelerini yeni ve kendileri açısından avantajlı bir düzlemde devam ettireceklerdir. Süreç tamamlanırsa da zaten istediklerini almış olacaktır. Türkiye açısından ise mevcut sürecin iki sonucu da kayıpla sonuçlanacaktır.  

KAYNAKÇA;

[1]  TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı Terör Alt Komisyonu’nun Ocak 2013'de açıklanan raporunda son 30 yılda terör nedeniyle toplam can kaybı 35 bin 576’dır. Buna göre 7 bin 918 kamu görevlisi şehit oldu, 5 bin 557 sivil hayatını yitirdi ve 22 bin 101 PKK’lı ölü olarak ele geçirildi. "30 Yılın Terör Bilançosu: 35 bin 576 ölü!", Radikal, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1118893(28.01.2013).
[2]ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ricardione Mayıs 2011'de 32.Gün programındaki röportajında "Öcalan'ın yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi" koşulların olduğunu doğruluyordu. “Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,         Gazetevatan,  http://haber.gazetevatan.com/ocalani-biz-teslim-etmedik-turkiyenin-isini-kolaylastirdik/377067/1 /gundem, (13.05.2011).
[3]Yazarın notu: Terörle Mücadele ve Direnişle(Insurgency) Mücadele ayrı bir yazı veya kitapta incelenmesi gerekecek kadar farklı ve kapsamlı kavramlardır. Örneğin, ABD'nin ayrı ayrı terörle mücadele ve direnişle mücadele stratejileri/doktrinleri vardır. Direniş stratejileri herhangi bir bölgedeki iç karışıklıklarda ve sonrasında barışı yapma ve barışı koruma harekatlarında veya işgal edilen bir ülkede o ülkenin vatandaşlarınca gösterilen direnişi sona erdirmek için uygulanacak yöntemleri kapsar. ABD Terörle Mücadele Stratejisi için bakınız  http://www.whitehouse.gov/sites/default/files/counterterrorism_strategy.pdf. (01 Haziran 2011). ABD Direnişle Mücadele doktrini için bakınız http://www.dtic.mil/doctrine/new_pubs/jp3_24.pdf. (05.10.2009). Söz konusu dokümanlara göre örneğin, direnişle mücadele DDR (Disarmament, Demobilization, Reintegration) yani "silahsızlandır, terhis et, entegre et" yaklaşımını esas alırken, direnişçilerle görüşürsünüz, isteklerini anlamaya, silahları bıraktırarak yeni sisteme entegre ettirmeye çalışırsınız, bu kapsamda ev sahibi ülke yönetimini de bu işe yönlendirirsiniz. Terörle mücadele ederken teröristle görüşmek/pazarlık etmek yoktur, özellikle lider kadroda olanlar özel operasyonlarla öldürülür, ABD için zaten gerçek anlamdaki tek terör örgütü El-Kaide'dir.
[4]"Foreign Terrorist Organizations", US Department of State, http://www.state.gov/j/ct/rls/other/des/123085.htm. (28.09.2012).
[5]"Council Decision 212/333/CFSP", The Council of the European Union, http://eur-lex.europa.eu/ LexUriServ/ LexUriServ.do?uri=OJ:L:2012:165:0072:01:EN:HTML. (25.06.2012).
[6]"Bağdat Düştü", NTVMSNBC, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/209701.asp?cp1=1#BODY. (10.04.2003).
[7]"Commanderin Chief Lands on USS Lincoln", CNN International, http://edition.cnn.com/2003/ALLPOLITICS /05/01/bush.carrier.landing/. (02.05.2003).
[8]"Çuval Olayı", Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87uval_olay%C4%B1. (12.04.2013)
[9]"Washington'daki Gizli Toplantı Sonrası Yakılan Kıvılcım", Açık İstihbarat, http://www.acikistihbarat.com /Haberler.asp?haber=8597. (05.01.2010).
[10]"PKK Zirvesi 11 Ocak'ta", Hürriyet,  http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=286545. (05.01.2005).
[11]"ABD'den PKK  Özel Temsilcisi" Hürriyet,  http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4875328, (05.08.2006).
[12]"ABD, Irak ve Türkiye'de PKK'ya Karşı Kurulan Kurum Çöktü; Özel Temsilcilik Fiyaskosu", Radikal,http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=230457, 20 Ağustos 2007. (20.08.2007). 
[13]"Irak Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Mutabakat Muhtırası", Dışişleri Bakanlığı, 07.08.2007,  http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/Bolgeler/Mutabakat Muhtirasi Irak. pdf.
[14]"Türkiye Irak Terörle Mücadele Anlaşması İmzalandı", Haberler.Com,  http://www.haberler.com/turkiye-irak-terorle-mucadele-anlasmasi-imzalandi-haberi/. (28.07.2008).
[15]"ABD'nin Irak'tan Çekilme Süreci ve Bölge Dinamikleri Açısından Değerlendirilmesi", BÜSAM,  Ocak 2009, http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/080109abd-iraktan-cekilme-sureci.pdf. Ayrıca 15 Ekim 2009 tarihinde imzalan yeni Türkiye-Irak Terörle Mücadele Anlaşması da henüz TBMM'de onaylanmamıştır. Bakınız; http://www.tbmm.gov.tr/gundem/gundem.htm, (11 Nisan 2013).
[16]"TSK'nin Irak'ın Kuzeyinden Ülkemize Yönelik Terör Tehdidinin ve Saldırılarının Bertaraf Edilmesi Amacıyla Sınır Ötesi Harekat ve Müdahalede Bulunmak Üzere Irak'ın Kuzeyine Gönderilmesi ve Görevlendirilmesine İçin Hükümete Bir Yıl Süreyle İzin Verilmesine Dair TBMM Kararı",  17 Ekim 2007, http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar903.html,.
[17]"PKK'dan Dağlıca Baskını", Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/2007/10/22/guncel/agun.html, (22.10.2007).
[18]"Peşmerge Sınırda, Kuzey Irak'ta Endişe", Hürriyet,  http://www.hurriyet.com.tr/gundem/7535524.asp?gid= 180&sz=14304, (22.10.2007)
[19]"Erdoğan - Bush  Görüşmesi  Sona  Erdi",  Sabah,  http://arsiv.sabah.com.tr/2007/11/05/haber,  3F42A4BD7DEA4B51AE9E5CBD6AC9C9CA.html. (05.11.2007).
[20]"Bush: We need to change our strategy in Iraq", CNN, http://edition.cnn.com/2007/POLITICS/01/10/ bush.transcript/(11.01.2007).
[21] Yazarın Notu: ABD Başkanı Bush 11 Eylül saldırılarından sonraki konuşmalarında "terörist saldırıları normal bir polisiye olay gibi görmeyeceklerini, ABD'ye saldıran teröristlerle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar hangi delikte saklanırlarsa saklansınlar arayıp bulup imha edeceklerini" ifade etmiştir. Başkan Obama da özellikle 2009 Afganistan-Pakistan stratejisini açıklarken benzer yaklaşımı kapsayan ifadeler kullanmıştır. Nitekim El-Kaide liderinin Pakistan'da öldürülmesi, halen özellikle Pakistan ve Yemen'de insansız uçaklarla seçilmiş lider kadrodaki teröristlere yönelik imha operasyonları bu terörle mücadele stratejisinin en somut örnekleridir.
[22]"ABD'den PKK'ya Ladin Formülü", Milliyet, http://gundem.milliyet.com.tr/abd-den-pkk-ya-ladin-formulu-/gundem/gundemdetay/17.10.2012/1612841/default.htm, (17.10.2012). Yazarın Notu: ABD Büyükelçisi Ricardione ABD'nin Türkiye'ye Usame Bin Laden'in öldürülmesiyle ilgili benzer operasyonların Türkiye tarafından da PKK lider kadrolarına yapılmasını önerdiğini açıkladı. Bunu açıkladığında büyük ihtimalle Türkiye'nin artık PKK terör örgütüyle müzakere aşamasında olduğunu biliyordu.
[23]"İlk Sınır Ötesi  Operasyon",  Sabah,  http://arsiv.sabah.com.tr/2007/12/02/haber,4CF1385C7142487FB93 CD73E3AC2C1E1.html. (02.12.2012).
[24]"ABD: Harekat Bir An Önce Tamamlanmalı", NTVMSNBC, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/436669.asp, (22.02.2008).
[25]“The Kurds in Post-Saddam Iraq”, Kenneth Katzman, CRS Report, 01 September 2009.
[26]Wikileaks belgeleri arasında yayımlanan ABD Ankara Büyükelçiliği’nin 05 Aralık 2007 tarihli ve 07ANKARA2898 numaralı mesajı.
[27]Yazarın Notu: Bu tarihte Bağdat'ta Irak Cumhurbaşkanı Talabani'yi ziyaret eden zamanın Başbakanlık Danışmanı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye'nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani ile de görüşmüştür.
[28]"Atalay Erbil'de Barzani ile Görüştü", Sabah, http://www.sabah.com.tr/Gundem/2009/12/21/ atalay_erbilde_barzani_ile_gorustu, (21.12.2009).
[29]"Özçelik-Barzani Görüşmesi Sona Erdi", Haber Türk, http://www.haberturk.com/gundem/haber/102713-ozcelik-barzani-gorusmesi-sona-erdi, (14.10.2008).  
"Büyükelçi Özçelik Barzani ile Görüştü", CNN Türk, http://www.cnnturk.com/2010/dunya/09/23/ buyukelci.ozcelik.barzani.ile.gorustu/590578.0/index.html, (23.09.2010).
[30]"PKK ile Pazarlık, Öcalan ile Anayasa Yapmak", Ümit Özdağ, Kripto Yayınları, Ankara, 2013.
[31]"34 PKK'lı Habur Sınır Kapısından Girip Teslim Oldu", Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/acilim-da-kritik-an/siyaset/sondakikaarsiv/12.08.2010/1151953/default.htm, (19 Ekim 2009).
[32]"Açlık Grevleri Sona Erdi", CNN Türk, http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/11/18/aclik.grevleri.sona.erdi /685028.0/index.html, (18.11.2012).



***

21 Şubat 2021 Pazar

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 4

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 4






                Mooncular "Kitlelerin yoğun ilgisini çeken Futbola da el atmıştı. Seul'de, her girişimin adında yer aldığı gibi, amaç "barış" olarak açıklamıştı. 
10 Temmuz 2003 futbol turnuvasına Fransa'dan Olympique Lyonnais, Güney Afrika'dan Kaizer Chiefs, Almanya'dan TSV 1860 München, ABD'den Los Angeles 
Galaxy, Hollanda'dan PSV Eindhoven, Uruguay'dan Club Nacional de Football ve Güney Ko­re'den de Seongnam Ilhwa takımları katılmıştı. 
Türkiye'den de Beşik­taş Spor Kulübü Futbol Takımı turnuvada yerini almıştı. Birinciye 2 milyon dolar ve ikinciye de 500.000 dolar ödül aktarıldı. 
Bu haber Türkiye'deki bazı gazetelerde kısaca yer aldı. Ama "Moon tarikatı­nın düzenlediği turnuva" sözleri ve Moon örgütlenmesiyle ilgili kısa bilgiler aktarıldı. Bu durumda Din-Kilise-Futbol ilişkisi üzerine akla gelebilecek sorulara yanıt da Zaman gazetesinde çıkmıştı. Fatih Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Ali Murat Yel, kutsallık ile futbol ve din arasındaki ilişkinin teorik temellerini ortaya koyan ilmi(!) bir yazı yayınlamıştı.  
Öğretim üyesinin yazısındaki satırlar yeterince aydınlatıcı ve tarikat-futbol ilişkisini eleştirenlere de ilginç bir yanıttı: İşte Fetullahçı yazarın saptama ve sapıtmaları:
"(..) Futbol da, birçok özelliğinden dolayı “yeni bir dini hareket” olarak görülebilir. "Para-religious-Din gibi" olarak da adlandı­rılan bu hareketlerde dini herhangi bir unsur olmamasına rağ­men pek çok hususta dine benzer özelliklere rastlanılmaktadır.”[16]

İşte Fetullahçıların din anlayışı ve İslam’ı yozlaştırma çabaları!?
1990'lı yıllarda Moon Hazretleri'nin PWPA örgütünün Türkiye etkinlikleri iyice yaygınlaşıyordu. Medeniyetler arası Diyalog, Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansları adı altında yapılan toplantılara Amerika'dan gelip konuk olanlar çoğalıyordu. Bu adamlarla ilgili övgülere Aksiyon dergisinde, Zaman gazetesinde bolca rastlanıyordu.
AKP'li ve Fetullah Gülen'ci Belediye Başkanları eliyle, tarihi camiler yıkılarak, kiliseler açılmaya başlanmıştı:
755 yıllık camiyi yıkıp Moon-Presbiteryen müritlerini karşılamaktan utanılmamıştır. Özellikle 2000-2002 yılları arasında dünya mirası, dinlerarası diyalog, 
din inanç turizmi denilerek bizzat hükümet tarafından uygulanan projeyle cemaatsiz kiliseler kurulurken, antik kiliseler de yenilenmiştir. 
Aynı dönem içinde sayısız tarihi cami ise ya yıkıma ter­kedilmiş ya da bilerek ve istenerek yıkılmıştır. Bunun son örneği Türklerin 1211 yılında kurdukları 
Denizli kentinde yaşanmıştır."Denizli'de Türklerin ilk yerleşimde kurdukları ve sayısız deprem­den sonra onarıp açık tuttukları, 755 yıllık Ulu Cami 
ve tarihsel Selçuklu minaresi birbirini izleyen 2 gecede belediye" ekiplerince yıkıldı. Bu yıkımın ardından yedi gün geçmeden yörede devlet eliyle yenilenen 
11 kiliseden biri olan ve yüzlerce yıldır kullanılmayan antik Pamukkale Kilisesi'nin yıkıntıları arasında ayin düzenlenmiştir. Ayini düzenleyen birinci grup 
Amerikan Presbiterian kilisesi mensupla­rıdır. Bu grubun başında Amerikalı papaz Bruce McDovvell ve Pa­paz İlhan Kekinöz bulunmuştur, ikinci 25 kişilik 
grup ise Unification Church bağlılarıdır.[17]

"Ayinciler devlet yöneticilerinden vali yardımcısı Musa Uçar'ı zi­yaret etmişler ve ondan hediyeler almışlardır. "Bizans dönemi kalıntılarıyla Amerikalı papazın ya da Korelilerin ne tür bir dinsel ilişkisi olabilir? Onlar kendi inançlarına uygun ayin yapacak bir yer bulamamışlar mıdır?" gibi ilginç soruların yanıtını verecek bir laik rejime sahip çıkacak bir görevli herhalde vardır.Koreli misyonerler de deprem yıkımından yararlanarak sözde yardım diye yerleştikten sonra, dışı ev, içi kilise inanç merkezleri kurmayı başardılar. Örneğin Yalova yakınlarında, deniz kıyısında ev-kilise kuran misyonerler, üşenmeyip deprem bölgesini gezip topladıkları çocukları kiliselere ziyarete götürerek beyinlerini yıkamaktadır.
Uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştiren Moon Mason Tarikatı Amerika'nın desteği ile “dünya egemenliği ardında koşan devletlerin örtülü operasyon ilkelerini çağrıştıran” önemli bir açıklama yayınlamıştı:
"Zamanı geldiğinde, dünyayı yönetmek için otomatik (olarak işleyen) bir teokratik düzene sahip olmalıyız. Siyaseti dinden ayıramayız. Hülyamda, bir evrensel siyasi parti var; bu parti tüm ülkeleri de içine almalıdır. Bir kolumuzla dini dünyayı, öteki kolumuzla da siyasi dünyayı kucaklayabiliriz.” Evet, bu sözler Siyonist sermayenin küresel hâkimiyet hedefini yansıtıyordu.Bunları söyleyen kişinin liderliğini yaptığı cemaat, yüzlerce şirke­te, vakıflara, okullara, üniversiteye, yayın evlerine, gazetelere, Dini-İlmi örgütlere, hoşgörü kuruluşlarına, vb. sahipti ve gençliğe büyük önem veriyordu. Onları örgütlüyor beyinlerindeki tüm inançları silip kendi safsatalarını yerleştiriyor ve yalnız cemaat içinde ve lideri için kapalı devre yaşamayı öğretiyordu. Politikacı­lar, yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, cemaatin çevresinde toplanıyordu. Dünyanın birçok ülkesindekuruluşları olan bu cemaatin, kaynağı merak edilen parasının büyüklüğü hesap edilemiyordu. Söz konusu cemaatin lideri Amerika'da bulunuyordu. Cemaatin li­derine "hazret-üstad" deniyor, ama o bir "Hoca Efendi" değildi. O Reverand (Hazret) Sung Myung (Moon) ve cemaatinin adı ise; Dünya Hıristiyanlığını Birleştirmek İçin Kutsal Ruh Cemiyeti, kısaca Unification Church (UC, Birleştirme Kilisesi) oluyordu.Moon'un, Kore istihbarat servisi K-CIA ile başladığı ve Amerika'daki Siyonist Yahudi stratejistlerin desteği ile parlayıp şöhret kazandığı bu şeytan tarikatında, Japonya'nın ilginç iş adamları, ABD politikacıları, ABD başkanları, Yahudiler Güney Amerikalılar, Katolikler, Protestanlar, Müslümanlar bulunuyordu. Moon'a göre dünyadaki kötülüklerin kökeninde "Adem"baba ile "Havva" ananın işledikleri günah yatıyordu. Bu yasak ilişkiden doğan çocuğun kanı da işte bu yüzden kirleniyordu. O nedenle insanlığın kurtuluşu ancak ve ancak, kanının temizlen­mesine bağlı bulunuyordu. Temizleyici kan ise; dönemin gerçek anababası yani Moon ve Moon'un karısının damarlarında akıyordu. Artık asıl olan Adem ile Havva değil, kendilerini "true-parents" yani "gerçek ana-baba" olarak ilan eden Moon ve eşi sayılıyordu.Yeni ve temiz ana-babaların yetiştirilmesi, kurtuluşun en temel koşuluydu. Temiz ana-babalar ise ancak kutsal nikâh törenlerle birleşebiliyordu. "True-Parents days (günlerinde) Sung Myung Moon 'Hazretleri' binlerce yeni çifti kutsuyor ya da evli olanları yeniden nikâhlayarak toplu düğün düzenliyordu. Nikâhları kutsanan çiftler, Moon'un kanını temsilen birer kadeh şarap içiyordu. Böylece Adem ve Havva'nın şeytanla işbirliği yaparak kirlettikleri insan kanı da temizlenmiş oluyordu.
Moon'un gençlik örgütünün eski yöneticisinin gönderdiği mektuptaki şu bilgi bu işlerin, yalnızca kilise çevresini geliş­tirmek üzere, siyasal-bilimsel toplantılar düzenlenmesini aştığını gösteriyordu. Mektuptan okuyalım:
"... Dünkü New York Post (16 Aralık 1999) Moon'un 13 Şubat kitlesel düğün törenlerine (giriş) ücretinin 100 dolar olduğunu yazıyordu ama haberde bir eksilik vardı. Gerçekte evlenen çiftlerin binlerle ifade edilen dolarlar ödeme zorunluluğundan söz edilmiyordu."
Moon'un Mesihliğinin nedeni ise şöyle belirtiliyordu: Moon'a göre Hz. İsa politik becerisi bulunmadığından, Hıristiyanlığı ve insanlığı kurtarmayı başaramıyordu. Bu nedenle Moon kendini Mesih olarak ilan ediyordu. Sorgusuz bağlanılacak her şeyh-dede-şef örgütünde olduğu gibi, eleman devşirilme işi, hem Moonculukta, hem Fetullaçılıkta beyin yıkama esasına dayanıyordu.
İnsanlığı kurtaracak bir 'Mesih' olarak, ortaya çıkan Moon'a kimse sahte peygamber diyemiyordu. Bu örgütle Fetullah Gülen'in yapılanma modeli oldukça benzeşiyordu. Her ne kadar iki örgütün yükselmeye başlamaları Amerika'nın başlattığı, 1950'lerin komünizmle mücade­le örgütlenmesine dayanıyorsa da, Moon Hazretleri, Amerika'ya uzaktan yaslanacağına, kendisini ABD'ye atmış ve kırk yıldan bu yana işin ana müteahhitliğine soyunmuş bulunuyordu. Fetullah Gülen ise: kırk yılın ardından farkına varmış ki; "Güç neredeyse orada olunmalıdır" der gibi, o da Amerika'ya taşınıyordu. ABD federal devlet yönetimiyle içli dışlı olmayı başaran Moon, her geçen yılın ardından kutsallığının en üst noktasına ulaşıyordu. Her yıl 10-15 Şubat arasında "Gerçek Ana-Baba"nın doğum günleri büyük gösterilerle ve ayinlerle kutlanıyordu. Tıpkı Peygamberlerin do­ğum günlerinin kutlandığı gibi. Bu arada, onun otellerinde intihar ölümleri de sıklaşıyordu. İki yıl önce kendi oğlu da aynı otelde intihar ediyordu.
Moon'un, Amerika'da merkezleşmeyi seçmesinin nedenini an­lamak, şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Moon Hazretleri, Yahudi Hahamlarından aldığı talimatları cin gibi anlayıp uyguluyordu, dünya­nın değişik ülkelerine Hristiyanlık Kilisesi olarak gitmenin olanaksız­lığını görmüş ve her dinden, her milliyetten insanlarla ilişki kurmak üzere entel örgütleri oluşturmuştu. Bilim adamları, barış kadınları, dinler arası federasyon, dünya üniversiteleri federasyonları gibi sayısız teşkilat kurmuştu.İşte bunlardan, PWPA (Proffesors World Peace Academy /Profesörler Dünya Barış Akademisi) ile dünyanın dört bucağında toplantılar düzenliyordu. PWPA'nın el atmadığı konu yoktu. "Sovyet­ler yıkıldıktan sonra ne olacak?"tan"Afrika'nın geleceği"ne, "La­tin Amerika'nın borç sorunları"ndan "Ortadoğu'da ticaret ve barış süreci"ne, "İslam’ın sorunlarından" Ermenistan'ın kalkınma yolla­rına dek, akla gelebilecek ne denli konu ya da bölgesel sorun var­sa, hemen hemen tümü için "konferans" ve "sempozyum" adı al­tında, 1973'den bu yana 400'ü aşkın toplantı düzenleniyordu.
Birleştirme Kilisesi Türkiye'ye nasıl sızmıştı?
PWPA'nın Türkiye'deki ilk başkanı ünlü siyasetçi Kasım Gülek oluyordu. 
Onun Koreli Moon'un kilisesince kurulmuş olan bir tarikatı Türkiye'de başkan olarak temsil etmesinin gerekçelerini anlamak zordu, ama onun 
yaşamına kısaca göz atmak bize bazı ipuçları veriyordu.
Kasım Gülek (Adana 1910- Washington 1996) İttihat ve Terakki üyesi Mustafa Rıfat Bey'in ve Tayyibe Gülek'in oğluydu.
 
GS Li­sesi ve Robert Kolej'de, Paris Ecole Science Politiques (1924-28), Columbia University (Dr.l928)'de eğitim görüyordu. ABD'de öğrenciyken 
Chase Manhattan Bank'da çalışıyor. Harvard Üniversitesi’nde iş­letmede "master" yapıyordu. Rockfeller bursuyla Berlin Üniversitesi'nde, 
Cambridge Üniversitesi'nde çalışmalar yürütüyordu. Cambridge rektörünün tavsiyesiyle CHP'ye giriyor, Bilecik Milletvekilliği, Bayındırlık Bakanlığı, 
Ulaştırma Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği görevlerinde bulunuyordu.1958 yılında Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanı (1957-1959) Albay J. J. Fens, 
Menderes hükümetinden Türk heyetinin bildi­rilmesini istiyordu. CHP'den Nüvit Yetkin seçiliyor, ama harekete geçen CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 
Colonel (Albay) Fens'e mektup yazarak Nüvit Yetkin yerine kendisinin çağrılmasını öneriyordu. Konu Za­fer Gazetesi'nde manşet oluyordu. Kasım Gülek, 
İnönü'ye böyle bir mektup yazmadığını söylüyor, ama bir gün sonra, gazete mektubun kopya­sını yayınlayınca, İsmet İnönü, Kasım Gülek'e 
güvenemeyeceğini bildirerek, görevden ayrılmasını rica ediyordu. İnönü'nün 1950'den 1957'ye, dek görevde tuttuğu Kasım Gülek ile çalışma 
arzusu O'nun yabancılarla kurduğu sıkı dostluklarından ileri geliyordu.
Kasım Gülek, Kore Birleşmiş Milletler Komisyonu Başkanlığı (1950-1953) Kuzey Atlantik Asamblesi Başkanlığı (1968-1969), NATO Parlamenterler 
Konferansı Başkan Yardımcılığı ve Kontenjan Senatörlüğü de yapıyordu. Kasım Gülek'in yaşamında en ilginç teklif Gene­ral McArthur'dan geliyor. 
Gülek'ten ABD'de kalarak senatör olmasını istiyordu!? 1980'li yıllarda Sung Myung Moon'un Türkiye ilişkilerini yürüten Kasım Gülek, Unification Church'ü 
güçlendirmek için büyük çaba gösteriyordu. Örgütü, ABD Büyükelçisi Şükrü Elekdağ'a "empoze" et­meye çalışıyordu. Kasım Gülek bu arada 
Fetullah Gülen'le dostluğu ilerletiyor ve onu ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile tanıştır­ıyordu. Kasım Gülek, yaşlılık yıllarında yeniden CHP 
ile ilişki kuruyordu.

Kasım Gülek'in baldızı Aylin Radomisli, uzun yıllar ABD'de yaşıyor; Amerikan ordusuna katılıyor. Asya'da elçilik görevine atanacağı söylenirken, 
19 Ocak 1995'de evinin bahçesindeölü bulunuyordu. Ölümün nedeni araba kazası olarak kayıtlara geçiriliyordu. Aylin Radomisli'nin Türkiye'den 
ilginç konukları oluyordu. Yakın arkada­şı Aylin Gönensay (Eski Dışişleri ve Devlet Bakanlarından Emre Gönensay'ın eşi) bunlardan biriyle tanışmıştı. 
Bu adam Zaman gazetesinin ihtiyaçları için Amerika'daydı…Kasım Gülek'in kızı Tayyibe Gülek, Teyzesi Aylin Rodomisli ile ABD'de yaşadı. Harvard'ı bitirdikten sonra, Türkiye iktisadını pek ama pekiyi yönetenlerin yuvası London School of Economics'te yüksek lisans yaptı. Türkiye'ye dönünce engin deneyimlerine güven duyularak Ecevit tarafından Başbakanlık Danışmanlığına atandı. Türkiye'nin Bakû-Ceyhan Boru Hattı Sekreterliğini yürütürken, Ecevit'lerin kontenjanından Adana Milletvekili (1999) olarak TBMM'ye taşındı. Ecevit onu ABD gezilerinde hep yanında bulundurmaktaydı. Tayyibe Gülek Temmuz 2002'de Kıbrıs'tan sorumlu devlet bakan­lığı görevine atanmıştı.

ABD'lilerle 1920'li yıllardan beri içli dışlı olan Kasım Gülek, Moon tarikatı elemanlarının da katıldığı ilk toplantıyı, 1982'de İstanbul'da yapmıştı. Bu toplantılarda Moon'un Ortadoğu Temsilcisi, Thomas Cromwell başta olmak üzere Moon'un örgütle­rinden ve yerlilerden birçok yönetici katılmıştı. Toplantıların ko­nuları da kafa karıştırıcıydı: 21. Yüzyıl Eğitimi ve Türk Yunan İlişkileri! 

Bu toplantılara katılan Türk büyükleri de ilginç insanlardı:  Emre Gönensay, Sabahattin Zaim, Erkek Akurgal, İlahiyat Fakültelerinin dekanları, sanatçılar, ünlü Belediye Başkanlarından Gülay Atığ, Semra Özal… Diğer uluslararası toplantılara katılanlar arasında, De­niz Baykal, Hayri Erdoğan Alkin, Handan Kepir gibi ta­nınmışlar da vardı.

Moon'un PWPA toplantılarında en sık görülen İlahiyatçıların başında Salih Tuğ gibi İlahiyat Fakültesi dekanları geliyordu. İlim Yayma Cemiyeti üyelerinden ve Aydınlar Ocağı eski başkanlarından Salih Tuğ 1997'de Kanal 7 televizyonunda Fehmi Koru ile programa çıkıyor ve Moon'un Church hareketini öve öve bitiremiyordu. Bu toplantılara katılmış olan Yaşar Nuri Öztürk, Moon'un İlahiyatçılara 45 gün süren Amerika gezisi ayarladığını söylüyordu. Anlaşılıyor ki, (Birleştirme Kilisesi), Hıristiyan ya da Müslüman ayırt etmiyor, önüne geleni birleştiriyordu. Fetullah Gülen’den, Dolandırıcı Bayan Belediye Başkanını, Cumhurbaşkanı'nın hanımından Devlet Bakanlarını ve daha nice etkili ve etiketli adamı yan yana getirebiliyordu. Bu ayrı bir kitap dolduracak kadar geniş bir konuydu. Moon'un Türkiyeli Masonlar ve tarikatlarla ilişkileri hep gizli tutuluyordu ve Fetullah Gülen’in Kasım Gülek’in cenazesindeki üzüntüsü şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Şimdilik, Unification Church'ün yayınlarına gö­re toplantıları kısa bir listede toparlamak yararlı olabilirdi:

1982 Roma: Kasım Gülek,
1982 İstanbul Hazırlık Toplantısı: Bu toplantıyı Moon'un sağ kolu Chung Hwan Kwak yönetiyor ve Kasım-Nilüfer Gülek Türkiye düzenlemesini yapıyorlar.
1984 Roma: Hayri Erdoğan Alkin (Konferans Başkanı olarak), Prof. Sabahattin Zaim.
1986 İstanbul Hilton: "21. Yüzyılda Eğitim" Kasım Gülek, Sabahattin Zaim. PWPA' nın ABD başkanı Nicholas Kitrie ve Yu­nanistan'dan Evanghelos Moutsopoulos da katılıyor.
1986 İstanbul Hilton:  "Türk-Yunan İlişkileri" Sabahattin Zaim, Ekrem Akurgal, Emre Gönensay (Sonra başbakan Danışmanı, T.C Dışişleri Bakanı, Nilüfer Gülek'in kardeşi Aylin Radomisli'nin Amerika'dan yakın dostu), Kasım Gülek.
1987 Chicago: Kasım Gülek.
1988 Londra: Prof. Handan Kepir Sinangil (Robert kolej /Bosphorus. Un).
1991 İstanbul: President Oteli.
1994 İstanbul: The Marmara Oteli.
1996 İstanbul: (1-14 Haziran).

Öteki katılımcılar: Deniz Baykal, Işılay Saygın, Mehmet Aydın (9 Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Dekanı, Abant toplantıları yöneticisi, (18 Kasım 2002 AKP) Abdullah Gül ve Recep Erdoğan Hükümeti Devlet Bakanı), Sabri Orman, Ali Şafak E. Ruhi Fığlalı, Gülay Atığ (Aslıtürk), Semra Özal, Nilüfer Narlı, Nevzat Yalçıntaş, Lütfü Doğan, Osman Zümrüt, Şerafettin Gölcük, Salih Tuğ, Fehmi Koru, Barış Manço, Ayseli Gürsoy.

ABD'den İstanbul toplantılarına katılanlar arasında Moon'un has adamları Richard Rubinstein, Nicholas Kittrie'nin yanı sıra Yunanistan'dan, Ürdün'den, Mısır'dan, Kore'den gelenler vardı.Kasım Gülek'in, ölümü üzerine, PWPA'nın Türkiye başkanlığını Dr. Hayri Erdoğan Alkin üstlendi. Hayri Erdoğan Alkin, eski adıyla Robert Kolej devamıyla Bosphorus University'de profesörlüğünün yanı sıra Türk Ekonomi Bankası (TEB) yönetim kurulu üyeliği yapmaktaydı. Alkin, aynı zamanda NED'den büyük parasal des­tek alan ve Türk Dışişleri politikasını yönlendirmeye çalışan TESEV'in de danışmanıydı.Hayri Erdoğan Alkin, Moon'un kurduğu PWPA'nın yayınlarına yansıyan bilgiye göre, PWPA'nın Avrupa toplantılarına katılmıştır. Yine Boğaziçi Üniversitesi'nden Handan Kepir Sinangil de, Avrupa toplantılarına katılmıştır. Anımsanacağı gibi, Hayri Erdoğan Alkin'in oğlu ARI Derneği kurucuları arasında yer almıştır.

Moon'un 1000'i aşkın kuruluşlarından en ilginci olan Global image Association bir zaman­lar Türkiye'nin "lobi" işlerini yapmıştır. Ve milyonlarca dolar karşılığı ülkemizi dünyaya tanıtmıştır.

"Moon"culuk ve "Mason"lukla Atatürkçülük uyuşmazdı!

1919 Haziran'ın da Anadolu’nun doğusunda bir Ermeni devleti kurulmasını sağlayamayan ABD, Gümrü Anlaşmasıyla Türkiye'nin doğu sınırlarının da güvence altına alınması ve Sakarya boyunca Yunan saldırısının da püskürtülmesi üzerine, İstiklal Savaşı'nın Ankara'daki Milli Yönetim'in lehinde sonuçlanacağını hesap etmiş ol­malı ki, İngilizlerin silahlı istilâ planlarına karşılık kaleyi içerden fet­hetmek için sinsice isteklerde bulunmaya başlamıştı. ABD, elbette bu mandacılığın peşini bırakmayacaktı.Nitekim, savaş ortamında yurdumuzun düştüğü zayıflıktan yararlanmak için Öksüzler Yurdu ve örnek çiftlikler kurarak, ABD Anadolu'da yerleşmek istemiş ve bu isteği Ankara'ya iletmişti. Meclis Başkanı Mustafa Kemal, hemen İçişleri Bakanlığı'na bir muhtıra yollayarak uyarıda bulunmuştu. Bu muhtırayı dikkatle okuyalım:

İşte Atatürk’ün uyarıları:

“Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkenin bayındırlaşma­sına, öksüzlerin rahatlamasına, genel sağlık ve ekonomimizin düzeltilmesine yönelik girişim ve çalışmaları teşekkürle kabul eder.
Ancak, bu konuda gerek uzak, gerek pek yakın geçmişte, bize oldukça pahalıya patlayan deneyimlere dayanarak bir takım kaygılarımızı açıklama gereği vardır.
Şimdiye kadar ülkemizde ekonomik amaçlarla, politik ve bilim­sel çalışma  (yapan)  kurumlar ve yabancılar özellikle aşağıdaki amaçları izlemişlerdir:

1- Ülkemizdeki çalışmalarından korkunç bir ekonomik ve politik kazanç sağlamak.  Bizim için en zararlı olanı bunlardır.
2- Bir bölgede elde edecekleri ekonomik yetkiye (imtiyaza) da­yanarak o bölgenin sahibi olmaya çalışmak.
Bu gibilerin ülkemizde bir daha çalışmalarına kesinlikle izin ve­rilmemesi kararlaştırılmıştır. Böyle yapmakla yalnız kendimize değil, bütün insanlığa olabildiğince büyük hizmet ettiğimize ina­nıyoruz. Dolayısıyla Genel Savaşı (Birinci Dünya Savaşı)nı çıkaranlar, bu gibi amaçları izleyen paralı gruplar ve onlara alet olan politikacılardır.
3- Ekonomik amaçla,  bilim ve insanlık (yararı) görüntüsü ile yurdumuza gelip, ilerde istila (işgal) hazırlamak için, etnik top­lulukları gerek hükümete, gerek birbirlerine karşı kışkırtmak. Bu gibiler hem 1. Dünya Savaşının hem ülkemizdeki korkunç katliamların düzenleyicileridir.
4- Yurdumuzda, yalnız bilim ve insanlık amaçları ile çalışmakla birlikte, ruhlarında bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen Hıristiyan azınlıklarla ilişki kurmak ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olarak, aralarında azınlıkların da yaşamakta olduğu Müslüman topluluklardan ayrılma isteğini propaganda etmek ve kışkırtmak.

Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek iyiliğine çalıştıkları(nı ileri sürdükleri) Hıristiyan azınlıklara, aralarında yaşamakta ol­dukları İslâm çoğunluğuna (karşı) baskı yapılmasını aşılamakla, ne denli insanlık dışı bir biçimde çalıştıkları ve bu yüzden mey­dana gelen cinayetlerden sorumlu oldukları ortadadır.
Hükümetlerimiz bu gibilerin de özgürce çalışmalarına izin ver­diğinde Müslüman ve Müslüman olmayan bütün uyruklarına karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş bulunacaktır.
Buna izin vermek, çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve (çocukları) yaşa­yacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içerisinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır.

Bunu yasaklamak hükümetin görevidir.Bundan dolayıdır ki,  Amerikalılarca örnek çiftlik vb kurumlar kurup,  buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygu­larla yetişmelerine izin veremeyiz.”[18]

Mustafa Kemal,  muhtırasını,  diplomatik bir dille yapmıştır. Amerikalıların kurmak istedikleri sözde örnek çiftliklerin yönetiminin ve çalışan çocukların eğitiminin Türk hükümetinin atayacağı görevlilerce yürütülmesini, bu gibi yerlerde çalışacak, öksüzler arasında ırk ve mezhep ayrımı gözetilemeyeceğini belirterek, bu şeytanlığa fırsat tanımamıştır. Onun duyarlılıkla ve devlet adamı sorumluluğuyla ayrımcılığa ve karıştırıcılığa gösterdiği bu tepkisinde söz ettiği acı deneyler arasında Osmanlı yönetiminin ve İttihatçı mason hükümetlerin vurdumduymazlıkla izin verdiği Anadolu illerindeki Amerikan konsolosluklarının: Hıristiyan azınlıkları ve özellikle Ermenileri eğiten misyoner okulları kurmaları, azınlıklara birer ABD pasaportu vererek onları Amerikanlaştırmaları ve misyoner okullarını, manastırları silah deposu haline getirmeleri ve sonunda terör eylemleri ve devlete isyan girişimleri bulunmaktadır.

Osmanlı'nın son döneminde İttihat Terakki’cilerin de desteği ile yabancıların işlettiği okul sayısı, 98'dir. Bu işi yalnızca savaş öncesi durumun bir özelliği olarak göstermek de yanıltmanın bir parçasıdır. Mustafa Kemal'in Amerikan okullarının yıkıcı etkisini bilmemesi düşünülemez. Amerikalıla­rın Talaş Koleji'nde 1880 yılı ders programında, Ermenice ve Rum­ca Gramer, Osmanlıca İncil, Hıristiyanlara göre tarih derslerinin ya­nı sıra Amerikalıların 3 ayrı yerdeki matbaada, Ermenice, Rumca, Bulgarca, İtalyanca, Ladion (İspanyol Yahudi dili) dillerinde, kitap yayınladıkları bilinmektedir.Mustafa Kemal, kültürel işgalin sonuçlarını iyi değerlendirmektedir. Sözde öksüzler yurdu kurma gibi insancıl girişimin altındaki azınlık örgütleme plânının yattığını elbette biliyordu. 1922 yılı başında, ülke işgal altındayken ve en zor koşullarda yaşanırken yazıl­mış olan bu muhtıradaki değerlendirmeye "komplo teorisi" diyebi­lecek bir kişi olabilir mi?Buna "komplo uydurması" diyenler, Reagan'ın 1982'de koyduğu adla "demokrasi projesi"nin Yugoslavya'da, Çekoslovakya'da, Bal­kanlarda, Asya'da, Afrika'da, Orta ve Güney Amerika'da, Irak'ta, Venezuela'da yol açtığı sonuçlarını unutsa da, bunların Türkiye'deki etnik ve dinsel kışkırtmalarını Lozan'ın yeniden gözden geçirilmesi dayatmalarını yok sayması mümkün değildir.

Mustafa Kemal'in, 27 Aralık 1919'da yabancılarla yatıp kalkan­lara verdiği şu yanıtı okuyunca; Bugün Atatürkçü geçinen ABD uşaklarına ve AB aşıklarına şaşmamak imkansızdır!

Şimdi bir kez daha Mustafa Kemal'i dinleyelim:

“Tekrar ediyorum, aleyhimizde ileri sürülen değerlendirmeler yanlıştır. Bu gerçek, (hem) tarih, (hem de) mantık açısından sa­bittir. Bu hususu, yalnız Batı'ya değil, hatta vatandaşlarımıza da, ehemmiyetli bir surette ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü ender de olsa, üzülerek işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya milli duygudan yoksun kalmış olan bazı kişiler, yabancıların, aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikleri gibi, vatanını ve milletini kusurlu göstermekten de çekinmiyorlar. Bugün bile, sultani mektebinin salonlarını aley­himizde konferans verdirmek için yabancılara açanlar var. Bu gibilere lanet olsun!"
Şimdi bize şöyle sorulup sataşılmaktadır:

“O kadar din düşmanı varken, niçin dindar kişilerle uğraşıyorsunuz?”
Çünkü din tahribatı iki türlü yapılmaktadır:
1- Açıkça saldırmak, taarruza kalkışmak ve yasaklamak,
2- İslam’ın özünü boşaltmak, ılımlaştırıp zalim ve kâfir dünya düzenine uyumlaştırmaktır.

Birincisi inkârcıların, zorbaların ve barbar batılıların âdetidir. İşte Çanakkale, Irak ve Filistin bunun örnekleridir.İkincisi dindar ve İslam’a hizmetkâr kılıklı münafıkların, makam ve menfaat karşılığı dış güçlere kiralık marazlıların yöntemidir. Ve maalesef münafıkların tahribatı kâfirlerinkinden daha etkili ve tehlikelidir. Bizim derdimiz, eğer birileri, bilmeden dinimize ve devletimize karşı hazırlanmış tuzaklara takılmışsa veya bilerek şöhret, servet ve etiket karşılığı dış güçlere satılmışsa, bunların tahribatlarına dikkat çekmek, milli birlik ve dirliğimize yönelik hain girişimlere fırsat vermemektir. Yoksa belgesiz ve bilgisizce kimseyi suçlamak değildir.

Kur’an’a göre münafıklar:

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri (ve İslam düşmanı kitap ehlini) veliler (dost ve müttefikler) edinirler. Bu (ahmak ve kaypaklar) izzeti (şeref ve desteği) onların yanında aramaya yeltenirler.” (Nisa: 139)
Münafıklar “Hz. Muhammet’e (A.S.) ve ondan önce indirilenlere gerçekten inandıklarını öne sürdükleri halde, (İslam’ın adalet hükümlerinin hâkimiyetini değil) TAĞUTİ GÜÇLERİN (zalim ve hain merkezlerin) hükmü altına girmeyi istemektedirler.” (Bak. Nisa: 60-61)

Ve Kur’an’ı Kerim bizlere sadece saldırgan kâfirlerle değil, aynı zamanda sinsi ve tahripçi münafıklarla da mücahade ve mücadele etmemizi emretmektedir:
“Ey Nebiy!  Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran..” (Tevbe: 73)
“Bu nedenle sen (tebliğle) emrolunduğun şeyi (onları çatlatırcasına) açığa vur ve müşriklere aldırış etme.” ( Hicr: 94)
“Ki:
Böylece helak olacak kişi (uyarılmadım, anlamadım gibi bir mazerete sığınmasın diye) apaçık bir bilgi ve delilden sonra helake uğrasın; (manen ve imanen) diri kalacak kişi de apaçık bir delil ve bilgiyle hayatta kalsın (dünyada izzete, ahirette cennete ulaşsın)…” (Enfal: 42)

ABD ve AB Normlarına Göre Ayet ve Hadis Ayıklama Sapkınlığı!

Şu iki şey on dört asırlık İslam tarihinde benzeri görülmemiş bir hıyanet ve bid’attir: Birincisi Kur’an’ı AB standartlarına ve küfür ideolojilerine uydurmak için bile bile yanlış yorumlayıp anlamını saptırmak. İkincisi Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) sahih hadislerini AB normlarına, Feminizm ideolojisine ve Darwinist laikçilik ilkelerine göre ayıklamak.
Kur’an’ı AB normlarına göre yorumlamak, cihat ve şeriat ayetlerini çıkarmak ve sahih hadisleri yine bu normlara göre ayıklamak, küfre kadar varabilecek bir sapkınlıktır.

Her uyanık Müslüman bilir ki:

1- Allah katında hak, geçerli, makbul din İslam’dır. Başka hak ve hanif din yoktur.
2- Kur’an’da “Kısasta sizin için hayat vardır” buyrulmaktadır.
3- Zina haramdır, büyük günahtır ve muhsan olanlar için cezası ağırdır.
4- Faiz ve riba haramdır. Kur’an faizciler için “onlar Allah’a ve Resulü’ne savaş açmışlardır” buyurmaktadır.
5- İslam’da ailenin reisi erkek, sorumluluk makamında “kavvam”dır.
6- İslam’da dini ve dünyevi, maddi ve manevi ayrımı yapmak, Kur’an’ın bazı hükümlerini alıp, bir kısmını gereksiz görüp bırakmak şirk sayılmıştır. Din hükümleri bir bütündür ve dinî olsun, dünyevi olsun bütün konuları ve meseleleri kapsamaktadır.
7- İslam dini hiçbir ideolojiye göre yorumlanamaz, kısıtlanamaz, çarpıtılamaz, tahrife kalkışanlar münafıktır.
8- Feminizm, birtakım hüküm ve prensipleri İslam’a uymayan sapık bir ideolojidir, İslam’la bağdaşması imkânsızdır.

Hiç şüphe ve tereddüt yoktur ki, AB normlarının, M. Kemal'in ölümünden sonra çıkartılmış Kemalizm’in ve Feminizmin İslam’a aykırı olan, İslam’a ters düşen bütün hükümleri ve ilkeleri bâtıldır, yanlıştır.

Resul-i Ekrem Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) hadîslerini AB normlarına, Feminizme, Kemalizm’e, din düşmanlığı şeklinde uygulanan laikliğe ve BOP’a göre ayıklamak ve yorumlamak küfürdür, zındıklıktır.

Tekrar ediyorum: Böyle korkunç bir bid'at on dört yüz yıllık İslam tarihinde yapılmamıştır. Birtakım bozuk ilahiyatçılar Ehl-i Sünnet Müslümanlığına cephe almışlardır. Onlar mezhepleri ve fıkhı inkâr edip reformculuğu savunmaktadır. Elbette hadîs tasnifi yapılabilir ama bu hizmete ancak ehil ve emin muhaddisler, ulema ve fukaha layıktır.

Birtakım derin güçler ülkemizde Ehl-i Sünnet dışı “Ilımlı İslam” yeni bir din türetmeye çalışmaktalar. Kur'an’ı kendi hevalarıyla yorumlayarak, hadîsleri ayıklayarak, fıkhı ve Ehl-i Sünneti horlayarak Siyonistlerin, Haçlı emperyalistlerin, Masonik kesimlerin, Kemalistlerin, AB'nin, Feministlerin, istediği gibi Şeriatsiz laik bir İslam uydurulmaya; Müslümanları müsalli Müslüman olmaktan çıkartıp musallâ Müslümanı haline sokmaya uğraşmaktadır.”

İslam’ın bütün doğal kurumları, sosyal ve orijinal kurallarıyla uygulanmasına: “Siyasal İslamcılık”, “Kökten Dinci aşırılık” gibi uyduruk kavramlarla karşı çıkan Batılıların ve yerli masonların, ILIMLI İSLAM SAFSATASINA ve emperyalizmin hizmetçisi din istismarcılarına açıkça sahip çıkmaları, aslında her şeyi ortaya koymaktaydı ve artık Müslümanların uyanmaları ve bu oyunları bozmaları lazımdı.
Asla unutmayalım ki:
“Onlar ağızlarıyla (üfürük cinsinden lafları ve yazılarıyla) Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. 
Oysa Allah kâfirler kıcık alsa da kendi nurunu tamamlayacaktır. Elçilerini hidayet (rehberi Mehdiyet görevi) ile gönderen odur. Öyle ki, müşrikler kerih görse (ve asla arzu etmese) de Allah dinini bütün (Batıl) dinler üzerine üstün ve hâkim kılacaktır.” (Saff: 8-9)

ŞİİR

İbni Selül biter mi, İbni Sebe yaşıyor
Münafık tanımaya, ilmü hidayet gerek!
“Ilımlı İslam” diye, sinsi virüs taşıyor
Gerçeği konuşmaya, dinü dirayet gerek!
  
Siyonizm’in zulmüne, fetva veren pirini
Yahudi Hıristiyan, desteklerse birini
Fırat yüz sene aksa, temizlemez kirini
Deccalizmi yıkmaya, avnü inayet gerek!
  
Doğruyu arayana, Mevla medet buyurur
Hâşâ mahrum bırakmaz, Hak nidasın duyurur
Derdi dünya olanı, “din satarak” doyurur
Gerçeği gizleyene, ilahi lanet gerek! (Bak. Bakara: 159)

DİPNOTLAR;

  
[1] Graham Fuller / Siyasal İslam'ın geleceği / Sh:220-223 / Timaş Yayınları
[2] Graham Fuller / Siyasal İslam'ın geleceği / Sh:214 / Timaş Yayınları
[3] Prizma.2 / Sh:12-13
[4] Asrın Getirdiği Tereddütler / T.O.V yayınları / Sh. 200 ve 4. Sayfa
[5] Nevval Sevindi / A.g.y - Sh:39
[6] Prof. Alpaslan Işıklı / Sh:85
[7] Fetullah Gülen / F.F / C:2 / Sh:212
[8] Nevval Sevindi / A.g.y. Sh.39
[9] M. Emin Değer / Bir Cumhuriyet Düşmanı / Sh:283
[10] Fetullah gülen / Papa'ya Mektup / 09 Şubat 1998
[11] Akşam / Güler Kömürcü / 24 Eylül 2004
[12] Milliyet / 02 Eylül 1997
[13] Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa yıldırım / 3. Baskı / Sh: 520
[14] Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa yıldırım / 3. Baskı / Sh: 512-523
[15] Yankı / Ağustos Sh:30
[16] Zaman / 09 07 2003
[17] "Pamukkale'de sabah ayini" / Gündem (Denizli) / 24 Haziran 2002
[18] Mustafa Kemal'in el yazması ile Muhtıra/Belge no: 1125 / ADP: Cilt 1, Sh:384; Mustafa Onar, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları II, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara 1995
- Bak: Sivil Örümceğin Ağında / Mustafa Yıldırım / Sh:564-568 / 3. Basım


***