Çözümler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çözümler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 
 
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ, SÜREÇ ,BARIŞ  SÜRECİNDE , SORUNLAR , ÇÖZÜMLER, Feyzi Çelik , Öcalan, Kürdistan , Anadolu,

21 Mart 2013 Çok önemli bir gündür. Milyonların huzurunda yapılan çağrı ile demokratik siyasete geçildiğinin ilanıdır. Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “Demokratik siyaset”

Esasında yüzyıllara dayalı Kürt sorunun son otuz yıllık dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin demokratikleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu en çok dile getirenler de Kürt siyasal hareketi olmuştur. 1993’te Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde PKK’nin ateşkes ilan ederek barışta istekli olduğunu göstermiştir. 

Bu çaba o dönemde “derin devlet” olarak ifade edilen güçlerce engellenmiş, telafisi imkansız hasarlara neden olmuştur.
Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşme si ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez. 

Ancak bunu gerçekleştirmeyi sadece Kürt siyasetinden ve AKP’den beklemek yeterli değildir. Demokratik siyasetin anlamlı olabilmesi için toplumun tüm kesimlerini kapsaması gereklidir. Bu da demokratik siyaset aktörleri önünde önemli bir görev olarak durmaktadır. Kalıcı bir barışın sağlanması bu katılımı zorunlu hale getirmektedir. Kürt siyaset çevreleri AKP ile barış görüşmeleri yaparken yalnız bırakılmaması gerekiyor. Silahlı dönemin kapatılıp, demokratik siyasetin yolunun açılması sol, sosyalist ve Aleviler için büyük bir fırsattır. Kürt siyaseti ile bu kesimler arasında oluşturulan ortak payda daha da büyüyecektir. Konuya, AKP karşıtlığı penceresinden bakarak Kürt siyasetinden kaçmamaları gerekmektedir. Bu tavır, klasik laik/ulusalcı tavırdır. Bu da CHP ile birlikte hareket etmek etmenin ötesinde CHP’nin barış süreci içinde yer almayışına da meşruiyet kazandırmaktadır. Halbuki sol, sosyalist ve Aleviler barış sürecine destek verdikçe CHP de destek vermek için cesaret kazanacaktır. Bu da CHP içinde nasyonal solcuların etkinliklerini artıracaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.

Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir. Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin katkısı çok önemlidir. Öcalan’ın İslamiyet konusundaki söylemi bu ülkenin tarihsel bir gerçekliğidir. Bunu ifade etmek sosyalistleri ve Alevileri görmezlikten gelmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda sol ve sosyalistlerin CHP’deki ulusalcı kesimlerin propagandalarından kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Sosyalistler bu sürece destek verdikçe CHP de tavrını değiştirebilir. Çünkü CHP içinde de çözüm yanlısı geniş bir kesim var. Bunların sesinin etkili olması sol ve sosyalistlerin sürece desteklerini açıklamakla mümkün olacaktır.
En iyi barış kalıcı olan barıştır. Kalıcı barışın olabilmesi için toplumsal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Otuz yılı aşkın süre devam erden çatışmalı ortam toplumun tüm kesimlerini etkiledi. Şu veya bu şekilde bundan zarar görenler oldu.
1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, göz altında işkence ve kaybetme ler, köy boşaltmaları, yargısız infazlar Kürt toplumunun hafızasında kalıcı izler bıraktı. Türk toplumu daha çok sorunu asker ölümleri çerçevesinde hissetti. Kürtlere karşı yapılan hukuksuzluklar görmezlikten gelindi. Devlet, yoğun propaganda ile bunun anlaşılmasını önledi. Bu aynı zamanda savaşın sürmesinin zemini oluyordu. Türk halkı bu hukuksuzluk ve haksızlıkları kendi yüreğinde hissetmiş olsaydı barış daha erken gelirdi. Oluşturulan akil insanlar heyeti çoğunlukla ılımlı insanlardan oluşsa çoğu yerde saldırı ve hakaretlere maruz kalmaları Kürtlerin acısını hissetmemekle ilgilidir.

Kayıplar, cenazesi bulunmayanlar bu toplumun yarasıdır. Bunların sorumluları da bilinmektedir. Ortaya çıkarılmaları gereklidir. Böylece hukuksuzluklar ortaya çıkacak, hukuksuzluklar ortaya çıktıkça bu yapılanlardan dolayı özür/tazminat vs yoluna gidilmelidir.

Tetikçilerin korunmaya alınması, yaptıklarını itiraf etmesi için gerekli ortamın oluşturulması, Kürt toplumunun yaşadığı yarılma ve travmayı Türklerin de anlaması, empati ile bakması için kirli savaş döneminin deşifre edilip Türk halkına anlatılması, buna uygun bir dilin yaratılması, Adalet, sadece mağdurlar için değildir. Olayların faillerinin dahi huzura ihtiyacı vardır. Şu ya da bu şekilde çatışmalı süreç içinde yer alanların yaptıkları hukuksuzlukların hesabını verebilmeleri onlar için de geçerlidir. Onların vicdanen huzura kavuşmaları için yüzleşmeye onların da ihtiyacı vardır. Vicdan azabı çekip de bunu dile getirmek isteyenlere bu imkan oluşturulmalıdır.

Geçmişin hukuksuzlukları nın açığa çıkarılması yaraları kaşımak, külleri karıştırmak anlamında değildir. Tersine, bunların üzerine gidilmesi sorunun bir parçasıdır. Bunları ileri sürmek sorunun çözümünü zora sokmak değildir.

Toplu mezarların yerleri devlet kayıtlarında bellidir. Bunların ortaya çıkarılması, toplu mezarlarda bulunanların kendi mezarlarına kavuşabilmeleri sağlanmalıdır.
Amaç silahların susması, cenazelerin gelmemesi amasız bir barış istemektir.
Sıcak çatışma alanları dışına sıçrayarak insani ve toplumsal tahribata yol açan silahlı çatışma  toplumun geniş kesimlerini etkiledi.

Çatışmanın gerçek öznelerinin taleplerinin görmezlikten gelindiği, katılımın sağlanmadığı çözümler yeni sorunları, acıları, toplumsal çatışmaları içinde taşırlar, yeni çatışmalara zemin oluştururlar.

Çatışmanın çözümünü ateşkes/silah bırakma veya şiddetin bitirilmesi ile sınırlamak soruna güvenlik merkezli bakmak anlamına gelir. Bu şekilde oluşacak barış kalıcı bir barış olamaz. Gerçek kalıcı barış için sorunun gerçek anlamda çözümü ile mümkün olacaktır. Önce güvenlik sağlansın barış güvenlikle birlikte gelecek anlayışı bir anlamda güçlü tarafın kendi iradesini karşı tarafa kabul ettirmesidir. Bir anlamda boyun eğdirerek barışın sağlanması anlamına gelir ki bu negatif bir barış yaklaşımına neden olur. 

Türkiye toplumunun ihtiyacı beraber yaşamayı kalıcı hale getirmektir. Çatışmalı ortam nedeniyle oluşan tahribatın onarımının amaçlanması önemlidir.  Bunun için de pozitif barış anlayışının gereği olarak barış sürecinin ahlaki, hukuki, siyasi, psikolojik boyutuyla ele alınmasını gerektirmektedir. Bu barış süreci için gerekli olan toplumsal dönüşümün sağlanması anlamına geliyor. 

Bu da barışın içselleştirilmesi, herkesin tatmin edilerek yeni çatışma tohumlarının olmaması anlamına geliyor. Özelikle çatışmalardan doğrudan etkilenen kesimlerin ihtiyaçlarının öğrenilmesi, taleplerinin dinlenmesi, etkilemeden dolayı oluşan yaralarının sarılmasını gerektirir. Onlardan uzaklaşmak değil, onların yaraların sarılması amacı samimi bir şekilde ortaya konuldukça güçlü barışın oluşacağının bilinmesi gereklidir.


***


9 Nisan 2016 Cumartesi

"Yeniden Yargılama" : Paçayı Kurtaran Değil Ülkeyi Kurtaran Çözümler



"Yeniden Yargılama" : Paçayı Kurtaran Değil Ülkeyi Kurtaran Çözümler 



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat
Tarih:12/01/2014 
Türü:İç Politika 


Basına, Meclis’e, Adalet Bakanlığı’na, Başbakanlığa Kuddusi Okkır’ın nasıl vahşi bir ihmal sonucu öldürüldüğünü anlatan dilekçeler yazdılar, soruşturma istediler, Zekeriya Öz ve cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundular...

(Bkz :  Kuddusi Okkır'ın Koğuş Arkadaşlarından Suç Duyurusu  ... / Kuddusi  Okkır'ın Anısına : Suç Şahsidir, Vicdan Ortak  )

O şartlarda böyle bir şeye cesaret edebilen bu insanların birisi emekli albay, birisi çay ocağı işçisi, biri Sağlık Bakanlığı memuru, biri de serbest meslek sahibi bir vatandaştı..

Koca koca generaller, milletvekilleri, Baro başkanları, anlı şanlı köşe yazarları Tekirdağ Cezaevi’nden yükselen bu feryada kulak tıkadılar, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya ve yazmaya devam ettiler..

 
www.acikistihbarat.com
13.01.2014


Konu, sözde Ergenekon,Balyoz, Odatv, İnternet andıçı, ıslak imza, askeri casusluk vs. davaları için yeniden yargılanma yolunun açılması..(ve tabii  mecburen KCK, PKK vs. davalarını da kapsayacak biçimde).

Ne vesileyle?

Türk yurtseverleri, aydınları ve askerlerine bu tuzağı kuranlar arasında pasta paylaşma kavgası çıktı diye..

Önce şu meseleye açıklık getirelim: Bu konuda facebook sayfamda kısa bir itirazda bulununca, 
“ Yılmaz Özdil seninle ilgili bir şey söylemiyor, sana ne oluyor ki?” diyenler oldu..

Efendim, Ergenekon ve Balyoz davalarında sadece ünlü ve medyatik insanlar yargılanmıyor..

Silivri Cezaevi’ni dolduranlar arasında bizim gibi işsiz gazeteciler, Ayşe Arman’a poz vermek için sıraya girmeyenler, otogaz satıcıları, mali müşavirler, sınıf öğretmenleri, emekli astsubaylar,ev kadınları, banka memurları, kantin işletmecileri vs. türünden “düz vatandaşlar” da var..Hem de medyatik olanlardan sayı olarak daha fazla ve de yargılanma-yatma konusunda ünlü şahıslardan daha kıdemli...

Ben ve eşim Behiç Gürcihan da bu “düz vatandaşlardan” ikisi olarak sessiz sedasız toplamda 19 yıi ceza aldık. 

O kadar sessiz sedasız aldık ki, 5 Ağustos 2013 günü hüküm açıklandığında, hiç bir medya organının duyurduğu listede adımız yer almadı. Mehmet Haberal’ı bile “gazeteciden” sayan basın kuruluşları, beni gazeteciden saymayıp hazırladıkları listelerde yer vermedi.

Umurumda olduğundan değil, zira bu halimle dünyanın en özgür gazetecisiyim ve meslek örgütleri dahil kimseye sözümü esirgemek için yapmam gereken hesap, tartmam gereken denge yok. 

Bunu sadece, her şeyin nasıl “seçilmişler” arasında döndürülmek istendiğini, her konuda olduğu gibi bu konuda da meselenin gerçek sahiplerinin sesinin kısılıp, ortaya yapay kahramanların sürüldüğünü görün diye söylüyorum...

Sevenleri, hayranları, fanları vs. kusura bakmasın ama Yılmaz Özdil de benim gözümde bu yapay kahramanlardan biridir. Daha bir kaç ay önce, Tayyip Erdoğan hesabına Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı sarfettiği hakeretâmiz sözleri tabii ki unuttunuz gitti. Ben o olaydan değil, daha eski bir meseleden dolayı Yılmaz Özdil’e bir not vermiş durumdayım; o da şu:

Acılarla dolu Ergenekon sürecinin kanımca en travmatik, en vicdan sızlatan olaylarından birisi Kuddusi Okkır’ın ölümü, daha doğrusu bizzat Savcı Zekeriya Öz ve 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti tarafından öldürülmesidir...

2008 yılında gerçekleşen bu acı olay hakkında Yılmaz Özdil’in o tarihte neden yazı yazmadığını hiç düşünen var mı?

Yazmadı; çünkü Aydın Doğan medyası o yıllarda “Ergenekon” konusunda AKP-Cemaat iktidarından yana tavır alma politikasını seçmişti. Bu anlamda Emin Çölaşan’ın yazılarına son verildi ve Çölaşan’ı okuyan kitleyi kaybetmemek için yerine Yılmaz Özdil getirildi. Misyonunun gayet de farkında olan Yılmaz Özdil, bu konuda tabii ki patronajı üzecek bir şey yapmadı.

2011 yılında yazarları Soner Yalçın tutuklandığında, konuyla ilgili haberlerde kendisinden “bir internet sitesinin sahibi” şeklinde sözedildiğini ve tutuklanmasının ikinci haftasında yazılarına son verildiğini de unutup gittiniz ki, bizim gibi  daha 2007 yılında “Ergenekon” adlı hukuk seri cinayetinin hedefi olan sıradan vatandaşları çoktan unutmuşsunuzdur...

Yılmaz Özdil ve gazetesinin görmezden geldiği Kuddusi Okkır cinayetinin benim ve eşimin hafızasında daha acı bir yeri var...

Behiç Gürcihan 2008 Haziranında  tutuklanıp Tekirdağ cezaevine konulduğunda, kendisine yatması için verilen yatak, daha bir kaç gün önce acılar içinde ölmüş olan Kuddusi Okkır’ın yatağıydı...

“Paşa çocuğu” Behiç Gürcihan,  durumu üzülmesinler diye ailesine bildirmedi, namertten ricacı olmamak için cezaevi yönetiminden yeni yatak istemedi..Bu travmayı kendi içinde yaşadı ve Okkır’ın diğer koğuş arkadaşları ile birlikte şunu yaptı:

Basına, Meclis’e, Adalet Bakanlığı’na, Başbakanlığa Kuddusi Okkır’ın nasıl vahşi bir ihmal sonucu öldürüldüğünü anlatan dilekçeler yazdılar, soruşturma istediler, Zekeriya Öz ve cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundular...

(Bkz :  Kuddusi Okkır'ın Koğuş Arkadaşlarından Suç Duyurusu  ... / Kuddusi  Okkır'ın Anısına : Suç Şahsidir, Vicdan Ortak  )

O şartlarda böyle bir şeye cesaret edebilen bu insanların birisi emekli albay, birisi çay ocağı işçisi, biri Sağlık Bakanlığı memuru, biri de serbest meslek sahibi bir vatandaştı..

Koca koca generaller, milletvekilleri, Baro başkanları, anlı şanlı köşe yazarları Tekirdağ Cezaevi’nden yükselen bu feryada kulak tıkadılar, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya ve yazmaya devam ettiler..

O dilekçeleri ve mektupları tutuklanma tehdidi altında bizzat taşımış biri olarak biliyorum...

Yılmaz Özdil de sustu, gazetesi de sustu, bugün Baro Başkanı olan, o günlerde adını duymamış olduğum Metin Feyzioğlu da sustu..

Şimdi gelinen noktada, kafa kafaya verip kendilerince bir “Silivri’dekileri kurtarma planı” hazırlamışlar, bana ve benim gibi olanlara da “Sana ne oluyor ki? Biz sana mı söylüyoruz?” diyorlar...

Yılmaz Özdil gibi hiç bir bedel ödememiş birisi, bizin gibi “ yeniden yargılama ” adı altında aniden ortaya çıkan heyecan dalgasına ihtiyatlı bakanlara “geri zekalılar, ahmaklar, düşün yakamızdan” diyebiliyor..

Sorun tam da bu zaten, bana ve benim durumumda olanlara da ne oluyor ki?

Böyle bir misyonu nerede üstlendiği anlaşılamayan Baro Başkanı, Silivri’de adet yerini bulsun diye İlker Başbuğ ve Doğu Perinçek’le görüşüp onlardan icazet aldıktan sonra, tüm Ergenekon sanıkları adına Tayyip Erdoğan’a teklif götürmeye kendisini yetkili görüyor..

İlker Başbuğ ve Doğu Perinçek neden  benim adıma karar verme yetkisine sahip onu da bilemiyorum.. Yoksa “örgüt” diye diye bizim kendimizi gerçekten “örgüt” zannetmeye  başlamamıza mı sebep oldular?

Konu konuyu açıyor ama ben Doğu Perinçek ve partisinin “Fevzioğlu inisiyatifi” diyebileceğimiz olaya coşkuyla sarılıp bel bağlamasını da anlayabilmiş değilim...

Ergenekon davası duruşmalarındaki tavırlarına yakinen tanığım zira. Abdullah Öcalan’a uzanacak bir af girişimine kesin olarak karşıydılar. Duruşmaların birinde, şimdi ismini hatırlayamadığım bir sanık.“Bizi Öcalan katiliyle birlikte serbest bırakmak planlanıyorsa, bilinsin ki ömür boyu burada  yatmaya razıyız” dediğinde, Perinçek ve arkadaşlarının hep bir ağızdan “Biz de!” diye bağırdıklarını hatırlıyorum...

Gelinen nokta, Öcalan’ın salıverilip siyaset sahnesine sürülmesi planının adım adım gerçekleşmeye başladığı bir noktadır zira..

Bu kadar uzun bir girişten sonra ana meseleye dönelim ve “yeniden yargılama” adı verilen al gülüm-ver gülüm oyununa neden karşı olduğumuzu maddeler halinde açıklayalım:

1-Cemaat-AKP savaşı olarak isimlendirilen taşeron  kavgasında taraf olmamamız gerektiğini düşünenlerden, akrep gibi birbirlerini ve kendilerini sokmalarının en hayırlısı olacağına inananlardanız. Böyle düşündüğümüz için, Tayyip Erdoğan’dan yeniden yargılanma talebinde bulunmanın onun  konumunu güçlendireceğini , kendisine “Yapılan hukuk katliamlarından pişmanlık duymuş, kandırılmış ve özeleştiri yapmış Başbakan” hüviyeti sağlayacağını ve siyasette “temiz sayfa” açma fırsatı vereceğine inanıyoruz. 

Tayyip Erdoğan ile böyle bir işbirliğine gitmek, yurtseverlere kurulan bu alçakça pusunun ileride hesabını sormayı zorlaştıracak bir durumdur. Toplumun korkutucu düzeydeki balık hafızası da hesaba katıldığında, Tayyip Erdoğan’ın “Hatasını görmüş ve elinden geldiğince düzeltmeye çalışmış” bir başbakan olarak tarihgire geçmesi işten bile değildir. Kendisiyle işbirliği yapmış olanların gerçekleri gelecek nesillere aktarma konusundaki inandırıcılıkları da yara alacaktır.

2-Yeniden yargılanma konusunda görüş birliğine varılsa bile, bizzat Tayyip Erdoğan tarafından darmadağın edilmiş bir güçler ayrılığı dengesinden, önce vesayet altına alınıp sonra  parçalanmış bir yargı sisteminden hızlı ve adil bir karar çıkacağı son derece şüphelidir. 

Yeniden yargılama demek, milyonlarca klasörlük bu dev davaların, aynı mahkemeler tarafından , hem de “sıfırdan” yeniden ele alınması demektir. Bu uzun süreçte, AKP ile Cemaat arasında sulh yoluna gidilirse nasıl bir B planı tasarlanmıştır? 

Savunulduğu gibi amaç, “düşman hattında ortaya çıkmış bir bozgundan istifade ederek yıllardır haksız yere zindanlarda yatan yurtseverleri kurtarmak” ise, Ergenekon davasının en çetin yıllarında cesur ve başarılı bir avukatlık mücadelesi ortaya koymuş olan Tolga Akalın gibi avukatların “Yeniden yargılama değil, Yargıtaya Ceza Kurulu” önerisi neden dikkate alınmamaktadır? (Haydi, sanıklardan sadece bir kaç kişi “adam yerine konuluyor diyelim, peki avukatlarımızın görüşünü almak da mı yok?)

3-Metin Feyzioğlu’nun hal ve gidişinin, girişimin “halisliğine” halel getirmesinde de şaşırılacak bir durum olmadığı gibi, olay Yılmaz Özdil’in “Velev ki Beyaz Saray’a başkan olmak istiyor...sana ne, sen neticeye bak!” şeklindeki gayrı ciddi yaklaşımlarını kaldırmayacak kadar hayati bir meseledir. Girişimi başlatan ve sürükleyen adamın, daha ortada fol ve yumurta yokken lider havalarına girmesi, hukuk mücadelesinin boyutlarını aşan söylemlere kalkışması bu zorlu sürecin acılarını çekmiş insanlarca sindirilecek yaklaşımlar değildir. Metin Feyzioğlu neticede siyasi mücadelede kendisini kanıtlamış birisi olmayıp, Amerikan Büyükelçiliği ile olan mesaisi de en azından bizim açımızdan karanlıkta kalmış bir konudur...

4- Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde geçen çetin yıllar, eğer bir siyasi mücadeleyi ve bağımsız Atatürk Türkiye’sini yeniden kazanma hedefini getirecekse (ki getirmelidir); eğer bu süreç Türk Milleti’nin gerçek temsilcilerini ortaya çıkaracak bir er meydanı olacaksa, bedenlerin bir yıl önce-iki yıl sonra “özgürlüğe kavuşmasının hesabı yapılamaz.

Özellikle subay aileleri arasıında maalesef olayın siyasi boyutunu kavrayamayanlar göze çarpsa da,  davanın siyasi bilince sahip sanıkları, bu fedakârlığı göstermek mecburiyetindedirler; aksi takdirde bütün mücadeleleri boşa gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Kavuşacakları “özgürlük” tıpkı Mustafa Balbay’ın “özgürlüğü” gibi gerçek bir özgürlük olmayacaktır. 

Türk askerine ve Türk aydınına yaraşır bir tavrın nasıl olması gerektiği merak ediliyorsa; duygusal, apolitik  ve pek medyatik kimi subay eşi ve çocuklarının tavırlarına değil; (Ergenekon ve Balyoz adı altında Türk Milleti’ne oynanmış büyük oyuna yıllarca sessiz kalmış olan partisine rağmen); Engin Alan’ın tavrına bakmak yeterli olacaktır...

Bize  Ahlak ve Stratejinin kesiştiği noktada ; Paçayı Kurtaran değil Ülkeyi kurtaran  Çözümler üretmek yakışır. 


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10456


.