30 Mart 2020 Pazartesi

VİRÜSLER -KURTÇUKLAR.,

VİRÜSLER -KURTÇUKLAR., 


Bayram Ankaralı,
Çoban Ateşleri,
19.10.2004 

    Yıllar önce bir gördüğüm bir karikatürde Osmanlı Devleti'nin yıkılışı, koca bir çınarın içerisindeki kurtçukların çınarı içeriden kemirerek boşalttıkları ve Yunanlı olarak karikatürize edilmiş birinin de baltayla o koca çınarı yıkmaya çalıştığı anlatılıyordu. 

Kurtçuklara verilen isim ise ilginçti: Azınlıklar. 

Evet, Osmanlı Devleti yapılan bir çok temel yanlışın yanında uyguladığı BATICILIK politikası ve içerisinde barındırdığı virüsler tarafından güçsüzleştirilmiş ve malum sona erişmişti. 

Tıpkı insan vücudunun hasta ya da zayıf düştüğü anlarda ortaya çıkan ve onu içten içe kemiren, yiyip bitiren virüsler gibi. Bünyeniz zayıf değilse içinde barındırdığı virüsler pek etkin olmazlar. Ancak sürekli gizlenip zamanını kollarlar. 

Tarihe bir bakalım: 

Atatürk Türkiyesi güçlü iken, gücünü gösterdiği zamanlarda ülkemizde pek çok sorun olduğu halde bu gün tartışılan sorunların hangisi tartışılıyordu? O gün virüsler saklanmış, sinmiş ve zamanını kolluyorlardı. O günün azınlıkları, "Biz Türk'üz" isimli kitaplar yazıyor, kendilerini Türk Milleti'nin asli unsuru görüyorlar dı. Tıpkı bu gün kimlik bunalımı içerisindeki "malum" bazılarının kendilerini Avrupa vatandaşı, Dünya vatandaşı gibi sıfatlarla adlandırdıkları gibi. 

Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümü, tıpkı mason derneklerinin faaliyetine ertesi gün başlamaları gibi, bu gizlenmiş unsurları da faaliyete taşımıştır. 

Misyoner faaliyetleri, yabancı dilde eğitim, Türk kültürünün terkedilip Batı özenti ve taklitçiliğinin baştacı edilmesi ve benzeri yüzlerce faaliyet gün yüzüne çıkmış, tüm bunlara Cumhuriyetten rövanş alma hırsıyla saklanmış ümmetçi-cemaatçi zihniyet de eklenince, aslında görüntüde olmayan müthiş bir iç savaş başlamış oldu. 

Türkiye'nin ve Türk milletinin dirlik ve düzenine, milli birliğine ve geleceğine kasteden bu unsurlar, sürekli olarak vur-kaç taktiği izlemişler, her dönemin şartları doğrultusunda kendileri için politika geliştirmişlerdir. 

Yeri geldiğinde demokrat, yeri geldiğinde Atatürkçü-solcu-sağcı, dinci, liberal, aklımıza gelebilecek her ortamı kendileri için yaşama ve gelişme vesilesi yapmışlardır. 

Bu gün tartışmaya başladığımız gündem konularına baktığımızda ise daha açık yollar izlendiği, artık gizlenilme gereği duyulmadığı aşikardır. 

Baskın Oran gibi müzmin Lozan düşmanları, Azınlık ve Kültürel Haklar safsatasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesine karşı politika geliştirmekte, Devlet içerisinde yuvalanarak, Devletin temel yapı taşlarını dinamitlemektedirler. (Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Ekim 2004 raporunu lütfen okuyunuz) Lozan Antlaşması ile belirlenen "azınlık" tarifinin artık geçerli olmadığını savunan ve yeni bir azınlık tarifinde ısrar eden bu kurumlar, maalesef ülkemizde oluşturulan AB sevdası ile son derece pervasızlaşmış, 
temelde sadece Batı'nın "Şark Sorunu" politikası olan siyaseti Türkiye'ye "evrensel değerler" palavrasıyla yutturmaya çalışmaktadırlar. 

Tarih Vakfı gibi yabancı vakıf desteğinde Türkiye'deki azınlık tapularını resmi dairelerden buldurup çıkartanlar, Ermenilerin ve Rumların Osmanlı döneminde sahip oldukları arazi ve gayri-menkulleri geri alma hesabı içerisinde iştah kabartmaktadırlar. 

Son günlerde dikkate değer bir gelişme de, özellikle Birgün gazetesi tarafından başlatılan "azınlıklara dokundurtmam" kampanyası. Türkiye'de hiç kimsenin azınlıklara yönelik bir tavrı yokken, aksine Türk olmanın suç sayıldığı günümüzde, Hrant Dink adında bir Ermeni "Vatandaşımızın" koruma altına alınıyor görüntüsü çok manidardır. 

Bu vatandaş, en son yazılarından birinde AB'ye giriyoruz diye, Atatürk'e ve Kurtuluş Savaşının ruhuna hakaret sayılabilecek bir uslup ile yazdığı yazısında, "Hoş gidişler ola..." sloganını kullanmıştır. Burada hafifsenen ve dalga geçilen bir milli türkümüz: Hoş gelişler ola, Musta Kemal Paşa... 

Yeniçağ gazetesinden başka hiçbir basın-yayın kuruluşunun dikkatini çekmeyen ve onların tepkisini, "Vay, azınlık vatandaşlarımıza saldırıyorlar.." şeklinde büyüten bu zihniyet acaba neyin peşindedir? 

Değerli okuyucu, Türkiye Cumhuriyeti'nin vücut bulduğu bünye bu gün zayıf düşmüştür. 
Virüsler ve kutrçuklar bu bünyeyi kemirmeye, içini boşaltmaya devam etmektedirler. 

Çare, etkili bir ilaçtadır. Etkili bir reçete ve etkili bir tedavi.... 

"Milliyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk Milletindenim diyen insan herşeyden önce ve behemal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk Toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana'da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse gençler ve siyasi içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa en aşağı yüzyıldan beri devam eden bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir! Bunun neticesi ne 
olur? Herhangi bir felaket gününde bu insanlar başka dilde konuşanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler." 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK -19 Şubat 1931, Cumhuriyet 
Gazetesi, İş bankası yay.s.19 

19.10.2004 

***** 

BİRİNCİ ÇOBAN ATEŞLERİ.,

BİRİNCİ ÇOBAN ATEŞLERİ.,


Bayram Ankaralı,
Çoban Ateşleri,
2.10.2004 

Türkiye Cumhuriyeti'nde etkili ve yetkili görevlerde bulunan herkes çok net bir şekilde tavrını açıklamak zorundadır. Evelemeye, gevelemeye gerek yok!.. 
Gerçekler açık-seçik ortadadır!.. 

AB, Türkiye üzerine kurduğu tehlikeli siyaseti adım adım uygulamakta, 1999 yılından bu yana kaleler bir bir düşmeye devam etmektedir. 

Önce "insan hakları" ve demokrasi" yutturmacası ile kamu oyunun gözü boyanmış, bu sırada temel değişimlere zemin hazırlanmıştır. 

Yapılanları ve sıradakileri AB Ajandasından okuyalım; 

1) Üniter Devlet kavramı bitirilmelidir, 

2) Lozan çöpe atılmalı, Sevr'in rövanşı alınmalıdır, 

3) Türkiye Cumhuriyeti'nin asli unsuru olan Türk Vatandaşları "azınlık" statüsü ile  adlandırılarak, bölünme tohumları atılmalıdır. 

4) Ermeni iddiaları Türkiye'ye kabul ettirilmelidir. Gerekirse "Rum, Kürt ve hatta zemin bulunursa "Alevi" soykırımı tartışmaları yaratılmalıdır. 

5) Kıbrıs'ın tamamı Rum yönetimine teslim edilmelidir. 

6) Türkiye'nin başını ağrıtacak her türlü sorun gizli ya da açık gündeme taşınmalı, zaman ve zemin uygun olduğunda tartışmaya açılmalıdır. 

7) Ege konusunda Yunan tezlerine zemin hazırlanmalıdır. 

8) Etnik özellik taşımasa dahi, Alevilik-Çerkeslik-Süryanilik-Yörük ve Türkmenlik gibi ülkenin birleşik unsurları "kültür çeşitliliği" ve "mozayiklik" tartışmaları ile kaşınmalı, maya tutanlarda ayrımcılık desteklenmelidir. 

9) Yapılacak siyasi manevralarla hadım edilecek olan ülke dinamikleri birer birer safdışı bırakılarak milli direnç başlamadan kırılmalıdır. 

10) Türkiye Cumhuriyeti'nin temel yapı taşı olan "Egemenlik kayıtsız-şartsız Milletindir"  maddesi ortadan kaldırılarak "kısmi egemenlik paylaşımı" kabul ettirilmelidir. 

Lord Curzon'un torunları bu kez derslerine iyi çalışmışlar. Stratejilerini en az 30 yıllık bir zaman dilimine yaymışlar ve eski işgal yöntemlerini terk etmişlerdir. Bu kez sonuca tam ve kesin bir zaferle ulaşmayı hedeflemektedirler. 

Bu gün gündeme taşınan bir başka tartışma konusu HATAY'dır. Sayın Hulki Cevizoğlu, bu konuyu kısa bir süre önce gündeme getirmiş, ancak belli odaklarca üstü örtülerek, Cevizoğlu susturulmuştur. Son aylarda HATAY ilimizde yabancıların, özellikle Suriye vatandaşlarının toprak ve mülk alımları ile buradaki dengenin bozulması girişimleri vardır. Bu hususta Suriye piyon olarak kullanılmaktadır. Destek ve sorun yaratma operasyonu çok yakında Fransa'nın öncülüğünde Avrupa Birliğinden gelecektir. 

Ortaya bir sorun atılacak, daha sonra çözüm-çözümsüzlük tartışmaları başlatılarak, sonuç alınmaya çalışılacaktır. 

Biraz hafıza sahibi herkes bu isteklerin ve dayatmaların birer birer yerine getirildiğini ve kabul edilmeye devam edildiğini görecektir. 

Bu noktadan sonra "ÇOBAN ATEŞLERİ" yakılacaktır. Herkes elindeki meşaleyle bir yöne dağılacak ve her türlü meşru yöntemle kendi "ÇOBAN ATEŞİNİ" yakacaktır. Bu ülkeyi VATAN belleyen ve kendini TÜRK sayan herkes hiç zaman kaybetmeden tek bir haykırışta birleşmek zorundadır: 

"EGEMENLİK PAYLAŞILAMAZ, AB'YE HAYIR!...." 

Tekrar ediyoruz!.. " ÇOBAN ATEŞLERİ ", milyonlarca " ÇOBAN ATEŞİ", hedef olmadan, onurlu ve gururlu bir milli duruş sergileyerek... 

BİRİNCİ ÇOBAN ATEŞİ: 

" EGEMENLİK PAYLAŞILAMAZ, AB'YE HAYIR!...." 

2.10.2004 

***** 

KİMLİKSİZLER.,

KİMLİKSİZLER.,



Bayram Ankaralı,
Çoban Ateşleri,
26.09.2004 


Avrupa Birliği macerasında son durağa doğru yaklaşılırken ilginç şeyler oluyor. Daha önceleri çeşitli vesilelerle konuya ilişkin yazdığımız yazılarla Avrupa Birliğinin “Ehli Salib” , yani “haçlı” birliğinden ve zihniyetinden öte bir şey olmadığını belirtmiştik. 

Birçok “iyi niyetli” Türk insanı hala olayın farkında değil. 

Küreselleşen dünyada azgın akan nehrin karşısında tutunmanın imkansız olduğundan tutun, AB içerisinde büyük ve etkin bir güç olabileceğimiz hayalini kuran insanlarla karşılaştım. 

Aslında günümüzde asıl tartışılması gereken husus, AB’nin ülkemizi bünyesine alıp almayacağı falı değil, Avrupa Birliğine giriş sonucunda ne alıp, ne vereceğimiz olmalıdır. İşin bu boyutu kasıtlı olarak Türk milletinden saklanmaktadır. 

Bu gün Avrupa Birliğini KİMLİK açısından değerlendirmeye çalışacağım. 

Yakın zamanda bir Alman dostum bana çok acı bir olay antamıştı: Türkiye bürokrasisinde üst düzeyde görev yapan bir kişiye “neden Avrupa Birliğine girmek istediğimizi” sorar. Aldığı cevap kanını dondurur: “Biz nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Avrupa mı, Asya mı? Kimliğimizi ve evimizi arıyoruz.” 

Bunu bana anlattığında bir an ona verecek cevap bulamadım. Sonra Türk toplumunda çok az bir kesimin, özellikle “dönme” olarak nitelenen bazı kişilerin bürokraside belli kademelere kadar gelebildiğini, Türk Milletinin büyük çoğunluğunun kimliğine ve onuruna düşkün olduğunu anlatmaya çalıştım. 

Aslında bana daha acı gelen, yetmiş yıl önce ülkemizde azınlık statüsünde olan 
insanların “Biz Türk’üz” adında kitap yazdıkları bir durumdan, Avrupa vatandaşlığı, vatansızlık ve kimliksizlik durumuna getirilen ülkemiz insanının durumudur. 

Bu noktada bir parantez açarak Türkiye’de son 60-70 yıldır ortaya çıkarılan vaziyeti tahlil etmekte yarar vardır: 

24.09.2004 tarihli Attila İlhan “Söyleşi” köşesinde konuyu tam anlamıyla izah etmiş: “a / İnönü Cumhuriyeti’nden itibaren öğretim/ eğitim sisteminin ‘aşırı’ Batılılaştırılması, sonunda Türkçe’nin, öretim dili olmaktan adeta çıkması; yeni kuşakları, ulusal kültürlerine ciddi şekilde ‘yabancılaştırmış’; kilisenin görkemli opera atmosferi –sinema ve TV’nin de etkisiyle Hıristiyanlığı çekici hale getirmiştir......” 

Bir bireyin kimliğini değerlendirmesi “kim?” sorusuna verdiği temel cevapla ilgilidir. Kimlik bilinci “Milli Kültür”ün sonucu doğar. 

Pekala, bir milletin kültürünü oluşturan değerler nedir? 

Milli Kültür; dil, halk edebiyatı, halk müziği, halk oyunları, giyimleri, elişleri, inanışları, halk hekimliği, seyirlik oyunları, töreler, gelenekler ve benzeri maddi ve manevi alanlarda bir milletin uzun bir tarihi süreç içerisinde ortaya koyduğu, günlük hayatına kattığı, tarih içerisinden süzerek bugünlere taşıdığı ürünlerin binlerce yıllık birikimidir. 

Milli kültürü yaşatan en önemli unsur ise toplum hafızasıdır. Toplum hafızası belli dönemlerde sekteye uğratıldığında ya da belli kopmalar oluştuğunda gerçek değerlerden de kopma ve uzaklaşma başlar, bunun sonucu kimlik arayışları ortaya çıkar. 

Yukarıdaki kültür değerlerinden hangisi bugün yaşamakta, ya da yaşatılmaya 
çalışılmaktadır? Aksine kendisini “soykırımdan” kurtarabilen bir avuç kültür değeri de koyu bir taasubun altında can çekiştirilmekte dir. 

Parantezi kapatarak olaya AB ve küreselleşme açısından bakalım: 

Alman dostumun bana, “peki sen AB konusunda ne düşünüyorsun?” şeklindeki sorusuna verdiğim cevapla devam edelim: 

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, toplumların birlikteliklerinde dil ve din 
birlikteliğinden daha az önemli olmayan unsur KÜLTÜR birlikteliğidir. 

İki kültürün karşılaşması, hakim kültürün yekdiğerini hakimiyeti altına almasıyla sonuçlanır. 

Avrupa Birliğini bugün oluşturan ülkeler teker teker değerlendirildiğinde hiçbirisi kadim kültür sahibi değildir. Tamamının ortak birleşkesi “Grek-Latin” kültürüdür. Bu öğreti zaten AB müktesebatında yer almaktadır. “Sokrates-Erasmus-Comenius ve Leonardo da Vinci” eğitim proğramları bunun etkin örnekleridir. Bir başka deyişle bu gün AB’yi oluşturan ülkelerin tamamının ortak bir kültürde buluşması kültür çatışmasına neden olmayacaktır. Burada kabullenilen, seçilen hakim kültür “Grek-Latin” kültürüdür. 

Tamamiyle farklı nitelikler taşıyan, en azından yaşadığı kadarıyla dahi yüzde yüz farklılıklar taşıyan Türk-İslam kültürü bu kültürle birlikte yaşamaya başladığında ne olacaktır? 
Elbette ki ciddi bir kültür çatışması sahne alacaktır. Bu durumda hakim kültürün galebe çalması kaçınılmazdır. Yani, açık-seçik kültür emperyalizmi... 

Bu açıklamaları yaptıktan sonra şu ifadelerle konuşmamı bitirdim: 

“Ben ülkemin ve milletimin kendi kültürünü ve kimliğini yaşamasını istiyorum. Çünkü bu kültür bin yılların birikimidir. Biz sizlerle dost olabiliriz. Karşılıklı işbirliği ve alışverişde bulunabiliriz. Ancak aynı kültürü ve kimliği paylaşmamız, yaşamamız mümkün değildir. Ben egemenliğimi bir başka ülke ya da ülkeler topluluğuyla paylaşmak istemiyorum. Ben bir başkasına benzemek değil, kendim olmak istiyorum. Kendim olarak büyümek, gelişmek.. 

İlişkiler karşılıklı olmak zorundadır. Bir tarafın diğerine sürekli isteklerini zorla kabul ettirmesi insanlık ahlakına aykırıdır. Bu nedenle ben Avrupa Birliğine girmekten yana değilim!....” 

26.09.2004 


***** 

SON AŞAMAYA MI GELDİK ?.,

SON AŞAMAYA MI GELDİK ?.,


Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
23.12.2003 

Rockefeller Vakfı ve Avrupa Birliği tarafından özel olarak görevlendirilen ve beslenen; 

LBS(Logo Business Solutions), Microsoft, Esselte (Leitz), Aygaz, Ray Sigorta, İstanbul.com, 

Türk Tabipleri Birliği ve TUREB gibi şirket ve organizasyonlar tarafından mali destek bulan bir vakıf var: TARİH VAKFI!.... 

Bu vakfın temelleri ve kökü elbette ki dışarıda. İçeriden bazı hazır işbirlikçiler, yoğun para ve proje desteğiyle Türkiye'nin ayakta kalabilen ne kadar değeri varsa (yaralı ve can çekişmekte dahi olsa) yıkmak için çaba harcamakta. Tarih Vakfı yöneticileri arasında üniversitelerden Profesörler, Sivil Toplum Kuruluşu yöneticileri, yazarlar var. 

1990 yılında kurulmuş. Ayşe Semiha Baban, Halim Bulutoğlu (Sayman Üye), Doç. Dr. Esra Danacıoğlu, Prof. Dr. Edhem Eldem (Başkan Yrd.), Sülün Falay (Genel Sekreter), Doç. Dr. Murat Güvenç, Ersin Salman, Orhan Silier (Başkan), Prof. Dr. İlhan Tekeli , Prof. Dr. Mete Tunçay (Başkan Yardımcısı), Bülent Ünal Yönetim Kurulu üyeleri ve yöneticiler. 

Vakfın en önemli projelerinden biri, Rockefeller vakfı ile ortak eski azınlık tapularını araştırarak kayıt altına almak. 

Bir diğeri ise; 

" ELVEDA DOĞDUĞUM TOPRAK "  FOTOĞRAFLARLA ANADOLU'NUN 150 YILLIK GÖÇ TARİHİ SERGİSİ (Rockefeller Vakfı ile). Osmanlıca Seminerleri ise bir başka etkinlikleri. 

Yerel Tarih Grupları Projesi, 2002 yılı başına kadar, Rockefeller Vakfı'nın sivil toplum kuruluşlarını geliştirmek için verdiği fondan mali destek alarak yürütülmüştür. 

SIRA GELDİ MİLLİ EĞİTİMİ KÖKTEN DEĞİŞTİRMEYE 

Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA),Tarih Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından Avrupa Komisyonu ile Açık Toplum Enstitüsü'nün mali desteğinde yeni bir proje bitirilmek üzere. "Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi". 

Bu projede farklı branşlardan 190 ders kitabı, 179 öğretmen, 91 öğrenci ve 51 ebeveyn toplam 321 kişi tarafından, insan hakları evrensel bildirgesi ve AB belgelerini dayanarak yaparak belirlenmiş kriterlere göre taranmıştır. 

Kısaca, ders kitaplarımızda bulunan; kendilerince "zararlı" terimleri bulup yok etmek, Avrupa/Dünya Yurttaşlığı ve İnsan Hakları kalıbına oturtmak. 

Ders Kitaplarımızdan ayıklanması gereken ifadelerden bazıları: 

Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Programı (8. Sınıf); "13. Madde: “Bu derste, Atatürk İlke ve İnkılâpları’nın benimsetilmesi açısından önemli eğitim ortamları hazırlanır.” 

Bu tanımlama Prof. Füsun Üstel'e göre: "resmi ideolojinin ders kitaplarını bir 
endoktrinasyon aracına dönüştürmesiyle ilgili daha genel bir sorunun (dolayısıyla da tartışmanın) parçasıdır." 

Prof. Üstel'e göre; III. Üniteyi oluşturan “Milli Güvenlik ve Milli Güç Unsurları” konusunun kesinlikle Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi (8) kitaplarından çıkarılması gerekmektedir. 

Aynı kitabın s. 60 “Giriş: Bu ünitede, milli güvenliğimizi daha iyi tanımanın yollarını, güvenliğin önemini, ülkemize yönelen iç ve dış tehdit konularını öğreneceksiniz. Ayrıca terörün milletlere verdikleri zararları, insanlara verdiği mutsuzluğu, dünyaya getirdiği korkunçluğu daha iyi kavrayacaksınız. Günümüzde savaşların yerine niçin terörün tercih edildiğini, devletlerin birbirlerine karşı devamlı dost kalmalarının mümkün olup olamayacağını yorumlayacaksınız. Terörle mücadelede bizlere düşen görevlerin neler 
olduğuna karar verebileceksiniz. Ülkemizin jeopolitik öneminden dolayı, her zaman dünya gündeminde adından söz ettireceğini düşmanların ülkemiz üzerindeki emellerine bölücülük ve yıkıcılıkla ulaşmak istediklerini daha iyi anlayacaksınız. Bu yüzden, her türlü kaçakçılık olaylarına göz yumarak ülkemizi yaşanmaz bir ülke, kötü ve çirkin amaçları çok bir millet gibi göstermek istediklerini göreceksiniz. Bizim insanımızın bilmediği kötü ve çirkin davranışları 
insanlarımıza normal davranış gibi öğretmeye çalıştıklarını öğrenecek, bu üniteyi okuyunca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sevecek ve onun kurucusu Atatürk’ü daha iyi anlayacaksınız.” 

S. 62 “..Türklere ‘Ordu Millet’ denilmiştir. Ordumuz, ulusumuzun, huzur, güven ve gurur kaynağıdır. Ordumuz, demokratik bir yönetim biçimi olan cumhuriyetimizin de bekçisidir.”  s. 70. “Terörle Mücadelede Kişilere Düşen Görevler: (Diğerlerinin yanısıra) Türk milli değer ve kültürüne bağlı olmak (....); 

Türk olmakla gurur duymak.” 

s. 77. “Yıkıcı, bölücü ve irticai örgütlerin ortak oldukları nokta, Atatürk İlkelerine karşı olmalarıdır. Bu yüzden, “resmi ideolojiye karşıyız” ifadeleri, Atatürk’ün kurduğu Türk Devleti’nin temel niteliklerine karşı olmalarının bir göstergesidir.” 
bölümleri de "sakıncalı" olarak değerlendirilmektedir. 

Kitapta çok sıklıkla vurgulandığı ifade edilen "Türkler", "Millet" gibi kavramlardan rahatsız olan Prof. Üstel bu kavramların "yurttaş" kavramına baskın geldiğini söylüyor. Yine "Türk" kavramının "zaman zaman özcü bir nitelik kazandığı"nı belirtiyor. 

Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Programı (7. Sınıf) kitabını "tarayan" Gökçen Alpkaya da kitaptaki "Temel haklar, bazen yanlış anlaşılarak milli dayanışmayı zedeleyecek ya da sarsacak biçimde kullanılabilir. Örneğin, siyasi faaliyette bulunma hakkından yararlanarak kurulan bir siyasi parti, ülkeye dine dayalı bir düzen getirmek için çeşitli etkinliklerde bulunabilir. Bu durumda siyasi faaliyette bulunma hakkı, milli dayanışmayı ve bütünlüğü sarsacak şekilde kullanılmaktadır. Oysa, bu hakkın özünde insanın değerinin korunması ilkesi vardır. Yapılan uygulamada bu ilke gözden kaçırılmaktadır. Türk halkı, milli 
birlik ve bütünlüğü sayesinde yepyeni bir devlet kurabilmiştir. Bu nedenle, milli bütünlüğünün bozulmasına izin vermez. Atatürk milli bütünlüğümüzün korunması görevini öncelikle gençliğe vermiştir. Her Türk bilir ki, milli bütünlük bozulursa insan haklarının korunması mümkün olmaz." (s. 100), 

"Bu amaçlar gerçekleştirildiğinde; insan olma bilincine ve demokrasi kültürüne sahip bireylerin yetiştirilmesi sağlanacaktır. Ancak o zaman, bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğu artacak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak mümkün olacaktır. Türk milleti de çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı ve seçkin bir ortağı durumuna gelecektir." (s. 120) bölümlerini sakıncalı bulmuş. 

Alpkaya'yı ayrıca Türk bayrağı ve Mehmetçik resmi de rahatsız etmiş!.. Bakın ne diyor: "Kapak çiziminde yer alanlar şunlar: Silahlı bir “Mehmetçik”; bir Türk bayrağı; başında dört erkek ve bir kadının bulunduğu bir seçim sandığı; iki tarafında iki kadının bulunduğu bir “Vezne”: Toplumsal yaşamın “mükemmel” bir tasviri!" 

Milli Eğitim Bakanı ve birçok milletvekilinin katılımıyla TBMM konferans salonunda proje tanıtımı yapılmış ve yakında uygulamaya konulması beklenebilir. 

Bu kendini hangi milli şuura sığdırdığını bilemediğimiz sözde bilim adam/kadınlarının ders kitaplarında yer alan ve gocundukları ifadeler ne kadar insan haklarını ihlale yönelik ifadeler değil mi?!.... 

Milli Tarih, Milli Coğrafya ve Milli Kültür kavramları bunlarca sakıncalı.... 
Yurtseverliğin ve "Vatan için ölmek" kavramlarının aşırı milliyetçi bulunması ve rahatsızlık duyulması da projenin kime hizmet ettiğini çok net anlatmaya yetiyor. 

ŞİMDİ BEN BU VAKIF VE DİĞER İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ İLE AB KURUMLARINA SORUYORUM: 

AŞAĞIDA AKTARACAĞIM PASAJLAR YUNANİSTAN OKULLARINDA LİSE EDEBİYAT KİTAPLARINDA OKUTULDU, BELKİ DE HALA OKUTULMAYA DEVAM EDİLİYOR. AB ÜYESİ BİR ÜLKE OLARAK YUNANİSTAN EĞİTİM KİTAPLARINI DA TARAMADAN GEÇİRECEK MİSİNİZ? YILLARDIR TÜRK MİLLETİNE YAPILAN VE HALA BİRÇOK AB ÜLKESİNDE RESMİ YA DA GAYRİ-RESMİ SÜRMEKTE OLAN TÜRK DÜŞMANLIĞINA KARŞI NE YAPACAKSINIZ? 

KAYNAK: BİLGE DERGİSİ YAZ/1995 SAYISI, Şuayb Karabaş'ın "Yunanisan'da Oktulan Edebiyat Kitaplari Üzerine bir İnceleme” 

LİSE 1. SINIF EDEBİYAT KİTABI, 1988 ATİNA BASKISI: 

Kitabin 85-88. Sayfalarinda: 

Küçük Şükrü adlı parçada Şükrü, kara derili ve çirkin dudaklı bir Türk çocuğu olarak tasvir edilmektedir. 

"Yalvarıyorum, Dede Tanrı, eğer sarayının çevresinde kara derili bir Türk çocuğunu dolaşıyor görürsen, o arkadaşım Şükrü'dür. Onu içeri al! Dudakları biraz çirkinse de, onu affetmeni rica ediyorum, bunun için onu kötü görme." 

153-156. sayfalarında, Dimitrios Kamburoglu'nun Biron (Byron) Esir Atina'da adlı okuma parçasında Türkler'in ölü eti yedikleri, vampir oldukları ifade edilmektedir: 

"Bunun için karamsar olmayın, dedi alay ederek bir başkası onu (ölen bir Atinalıyı) Lamia (kadın vampir) yemiş olmalıdir." dedi. 

157. sayfada, Leno Boçari'nin Türküsünde, beş Türk askeri tarafindan takip edilen Leno Boçari onlara dönerek şöyle seslenir: 

"-Siz pis Türkler, siz kart zagarlar, nereye gidiyorsunuz ?" 

187-194. sayfalarda, 1922 yılında Türk ordusunun İzmir'e girmesinden birkaç gün sonra Yunanistan'a kaçan Kosmas Politis'in "Kaybolmuş Bir Memleketin Kırk Yılı" adlı romanından bir bölüm yer almaktadır. Kır gezisi başlığını taşıyan parçada yazar, İzmir çevresindeki yerleşim merkezlerini isim isim sayarak, oraların daha önce Elenler'e ait olduğunu ve gelecekte de yine Elenler'in olacağını ağlamaklı bir sesle anlatmaktadır. 

"-Bütün bunlar Elenler'in idi. Bütün bunlar, (sesi titrekti, gözleri akan yaşlardan dolayı parlaktı ki gizlemeye çalışıyordu) Elen idi, Elen'diler ve Elen olacaklardır..." 

LİSE II Ders kitabı 278-283 sayfaları: 

" Ve eğer bugün bunları Türk ayağı çiğniyorsa, yarın yine Rum'un olacaklardır. 

"Hesaplaşma Günü" gelecektir. Uzak değildir!" 
"Silah seslerinden yar ve yamaçlar yankılandı. Türk'ün kafasina ateş, Paşanın sakalına ateş!" 

"Kestiğimiz reayayı kestik, çünkü onlar bizi Türk'e sattılar. (...) Bir Grek kafasına karşılık olarak biz elli Türk kafası hesapladik." diyor. 

23.12.2003 



***** 

ÖLÜM NEDENİ : VATAN TOPRAKLARININ KURTULUŞU

ÖLÜM NEDENİ : VATAN TOPRAKLARININ KURTULUŞU 



Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
10 KASIM 2003 


Birileri vatan toprağı için hayatını feda eder, birileri verelim de kurtulalım der…. Ver kurtulculara ithaf: 

“1923 Martının 15. Pazar günü Gazi’nin mahşeri bir kalabalık içinde ve Adana 
istasyonundan şehre doğru iki taraflı uzanan kesif insan seddi arasından, yaya olarak, alkışlar, gülbankler ve coşkun sevinç tezahürleriyle ilerliyoruz…… 

… Yolun ortalarına geldiğimiz zaman birdenbire sahne değişti. Matem sembolleri gibi baştan başa siyahlara bürünmüş bir küme kadın içinden iki levha taşıyan ikişerden dört kız birdenbire yolun ortasına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskenderun’un isimleri vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcıya kendilerinin de kurtarılmasını söylüyordu. 

….. İki levha taşıyan dört kızın önüne başka bir kız geldi. Onsekiz yaşlarında sevimli bir kız, nutuk söylüyor. Elinde kağıt yok, dilinde sürçme yok, tavrında yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden nutku dinliyoruz. 

Beş dakikalık bir nutuk; fakat bu nutuk değil, bu söz şekline girmiş bir hıçkırıktı. 
Söylemiyor, inliyor. Bu Antakya’lı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o beldelerin ağlayan ve ağlatan bir maneviyatıydı. 

Herkes kendini tutamıyarak ağlamıştı. Büyük Kurtarıcıya, “kurtar” diye yalvaran kız susmuştu. Şimdi bütün gözler Kurtarıcıya dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemli miydi, bize mi öyle geldi, bilmiyorum; yağmurla yıkanmış güneşli birer gök parçası maviliğiyle ışıldayan gözlerini biran göğe dikti; söyleyeceği sözü gökten avlamış gibiydi. 

İnsana o an gökten iniyor hissini veren bir tonla tane tane şunları söyledi: 

--- Kırk Asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz. 

…. O neyi söyledi de yapmadı? Yapılmayacağı söylememek ve söylediğini yapmak: 
İskenderun ve Antakya siz bizimsiniz ve bizim olacaksınız. ………Dava zaferle bitti. Fakat zaferi nasıl kazandık? 

Atatürk ciğerlerinden hastadır. Fransa’dan getirilen doktor mutlak bir istirahate kat’i lûzum gösteriyor. Hatay davasının sarp bir mahiyet aldığı demler. Fransız telsizi Atatürk’ün hasta olduğunu ilan etti. Ne? Hasta mı? O davayı halletmek için O’nun hastalığına mı güveniyorlar? 

Hasta yatağından fırladı, hasta Başkumandanlık üniformasını giymiştir; hasta trene atlıyor; hasta, hasta olmadığını ispat için Hatay yakınındaki topraklara gidiyor. On altı yıl evvel “Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” dediği topraklara. 

O topraklarda günlerce teftişten sonra tam dört saat ayakta durarak ordusuna geçit resmi yaptırdı. 

Hasta mı? Nerenin hastası? Dört saat, bir heykel metanetiyle ayakta duran adam: Öte tarafta harıl harıl telgraflar işliyor, öte tarafta telaşlı konuşmalar yapılıyor; öte tarafta panik, ve …. Hatay kurtulmuştur. 

Hatay kurtuldu, fakat Hatay’ı kurtaran? Eğer fennin dediği gibi o hasta ciğerin sahibi istirahatte kalaydı kimbilir daha ne kadar yaşayacaktı……..” 

İSMAİL HABİB’ten aktaran: Bayram Ankaralı, 

10 KASIM 2003 

***** 


YEREL YÖNETİMLER YASA TASLAKLARI.,

YEREL YÖNETİMLER YASA TASLAKLARI., 


Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
30.10.2003 

Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına uygun hazırlanmakta olduğu iddia edilen yeni YEREL YÖNETİMLER YASA TASLAKLARI çalışması AKP Milletvekili ve Konya Eski Belediye Başkanı Halil Ürün başkanlığında sürdürülmektedir. 

Seçim bildirgesinde ve parti tüzüğünde de detaylı biçimde ortaya konan yeni yasa tasarısı önümüzdeki günlerde meclise sevkedilecektir. Elde edebildiğim kadarı ile bu yasada getirilmesi düşünülen değişiklikleri ve temel bazı noktaları gündeme taşımak istiyorum: 

Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına uyum sağlayarak “Demokratikleşme-Yerelleşme Sivilleşme” ekseninde, bireyin refahı hedef alınarak hareket edilmiştir. 

Merkezi yönetimin bazı yetki ve görevlerinin yerel yönetimlere devredilmesi. 

Yerel yönetimlere daha fazla kaynak aktarılarak güçlendirilmesi. 

Yerel yönetimler üzerindeki merkezi idarenin vesayet denetiminin kaldırılması. 

Merkezi ve yerel yönetimler arasında koordinasyonun sağlanabilmesi için koordinasyon kurulunun oluşturulması. 

Yerel yönetimlere halkın katılımının artırılması ve şeffaflığın sağlanması. 

Yerel yönetimler seçilmiş organlarının etkinliğinin sağlanması ve çalışma koşullarının geliştirilmesi. 

Yerel demokrasi kültürünün geliştirilmesi ve yerel sorunların yerel yönetimlerce 
çözülmesi. 

Yerel yönetimlere personel ataması, özlük hakları ve çalışma koşullarının belirlenmesinin yerel yönetimlere bırakılması. 

Belediye Yasa Taslağı İle Getirilen Yenilikler 

Belediyelerin yetki ve gelirleri artırılmış, belediye hizmetlerinin yapılanmasında genel yetkili olarak, yerel idareler kabul edilmiştir. 

Belediye kurulması için gerekli asgari nüfus 5000’ e, mesafe de 5000 m’ye çıkarılmıştır. 

Belediyeler üzerindeki idari vesayet denetimi kaldırılıp, yargı denetimine alınmıştır. 

Belediye Başkanlarının görevden uzaklaştırılması konusunda, sadece yargı organları yetkili kılınmıştır. ( Bu konuda Anayasa değişikliği talep edilecektir.) 

Belediye encümenine katılan daire amirlerinin belirlenme yetkisi başkana bırakılmıştır. 

Encümen yapısında değişiklik yapılarak, seçilmiş ve atanmış üyelerin eşitliği sağlanmıştır. 

Başkan yardımcıları ve daire amirleri dahil olmak üzere sözleşmeli personel çalıştırma hususunda belediye başkanına geniş yetki verilmiştir. 

Belediye personelinin ataması, personele başarısına göre maaş artışı sağlanması, bir maaş kadar ek ödeme bulunma yetkisi Belediye Başkanlarına verilmiştir. 

Belediye Meclislerine, Belediye teşkilat yapısının oluşturulmasında yetki verilmiştir. 

Belediye Başkanları, Başkan Yardımcıları ve meclis üyelerinin özlük hakları 
genişletilmiştir. 

Yerel Yönetim birliklerinin kuruluşu, yetki ve görevleri, yeniden düzenlenmiştir. 

Mahalle muhtarlarına belediyelerden maaş verilmesi ve muhtarlık hizmetlerinin 
yürütülmesi için tesis ve diğer gereçlerin verilmesi hususu getirilmiştir. 

Fahri müfettişlik, Kent ve çocuk meclisi gibi birimler oluşturabilir kuralı getirilmiştir. 

Eğitim, kültür, çevre, spor, sağlık ve trafik hizmetleri kaynakları ile birlikte Yerel 
Yönetimlere devredilmiştir. 

Hazine arazileri ve orman alanları Yerel Yönetimlere devredilmiştir. 

Yukarıda ki taslak kamuoyuna yansıyan şu an için resmi sayılabilecek bir taslak dır. 

Bunun dışında Hükümet programı, Acil eylem planı ve AKP seçim bildirgesinde bu konuyla ilgili açıklamalar mevcuttur. 

Burada dikkat çekmek istediğim hususlar şunlardır: 

1) Türkiye’nin üniter yapısı yıllardır AB ve ABD tarafından sorgulanmakta, yerel 
yönetimlere daha fazla özerklik getirilmesi dayatılmaktadır. Hedef gerçekten milletin kalkınması mı, yoksa Türkiye’deki etnik ayrımcılığı belirginleştirmek midir? 

2) Taslakla, Belediye başkanlarına neredeyse “Muhtar Cumhuriyetler 
Cumhurbaşkanlarına” verilen yetkilerden daha fazla yetki öngörülmektedir. 

3) Eğitim, kültür, çevre, spor, sağlık ve trafik hizmetleri kaynakları ile birlikte Yerel Yönetimlere devledilmektedir. 

4) Yeni personel rejimi ile Belediye başkanlarına geniş yetkiler tanınmakta, yerel siyasi çekişmeler sonucu kalitesiz personel istihdamına yol açılmaktadır. 

5) Yerel Yönetimlerin denetimi kamudan alınarak sadece yargı denetimine bırakılmıştır. 

6) Hazine arazileri ve orman alanları Yerel Yönetimlere devredilmektedir. Yıllardır büyük şehirlerdeki gecekondulaşmanın birinci nedeni olan yerel yönetimler siyasi kaygılarla hazine ve orman alanlarını da aynı biçimde değerlendirebilecektir. 

30.10.2003 


***** 

KÖTÜ MİSAL EMSAL OLMAZ.,

KÖTÜ MİSAL EMSAL OLMAZ., 



Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
20.10.2003 


Bu günlerde Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları son yıllardaki politikacı ve bürokrat yanlışlıklarını, hortumlamaları tamamen Cumhuriyet'e ve ülkenin ne kadar kutsal değeri varsa onlara saldırmak amacıyla kullanmaya başladılar. 

Bu gün Türkiye'nin bulunduğu karmaşa ortamının sebebinin Cumhuriyet ve 80 yıllık yönetim olduğu tezi dudaktan dudağa yayılarak Cumhuriyet’in işleyen kurumları ve en önemlisi Türk Silahlı Kuvvetleri ve Atatürk ilkeleri hedef haline getirilmeye çalışılıyor. 

Bazı doğrularla süslenerek asıl hedef saptırılmaya çalışılıyor. Çekilmek istenen nokta "Osmanlıcılık" ve ümmetçilik noktasıdır. Üniter devletin Batı’nın emirleri doğrultusunda yıkılmasıdır. 

"Kötü misal emsal olmaz". 

Atatürk'ün adını kullanarak bu ülkede hırsızlık yapanları lanetliyoruz. Aynen Müslümanlık ya da başka kutsal kavramlar arkasında sömürü ve hırsızlık yapanları lanetlediğimiz gibi. 

Ancak bu kötü misaller doğrunun doğruluğunu değiştirmez. Atatürk'ün bu ülke için gösterdiği hedef biliniyor. Nasıl o hedefe varılacağı da açık. Bir örnek vermek gerekirse; ülkemizdeki kamu kurumlarından birinde işler iyi giderken, birden siyasi değişimler sonucu yönetim değiştirilir. Bu iş bilmez ve yeteneksiz yeni yönetim kurumda doğru olan ne varsa herşeyi tersine çevirir. 

Kurum tepetaklak inişe geçer. Kamuoyuna karşı suçlu sabittir. Devlet sistemi içinde KİT olmuyor. O zaman SATALIM gitsin. Bu işi özel sektör ya da yabancı şirketler daha iyi yapar. 

Bu harekat Türkiye'de özelleştirilmesine, yani haraç-mezat birilerine peşkeş çekilmesine karar verilen karlı KİT'lere uygulanmıştır ve uygulanmaya devam edilmektedir. 

Aynı harekat şimdi topyekün Ülke için yapılmaya çalışılıyor. 

"Türkiyelilik" kavramı da bu çerçevede ortaya atılmıştır. Tanzimat döneminde Osmanlı Devletinin kötü gidişine sorumlu aranırken hep "biz adam olmayız" fikri işlenmiş, sonuçta herşey yabancılara ve azınlıklara teslim edilmişti. (Halbuki Osmanlı yönetimi ve dışişleri Kanuni'den sonra hep yabancı, devşirme ve azınlıkların kontrolündeydi) 

Bu gün de aynı düşünce işlenmektedir. O gün olduğu gibi, bu gün de kötü gidişin sorumlusu olan "biz" kelimesi gerçek anlamda kimleri kapsamaktadır? Ben iddia edebilirim ki bu kelimenin içerdiği sorumlular Türkler değildir. Belki dolaylı olarak neden olduğumuz veya hatalı duruş sergilediğimiz olmuştur ancak asıl sebep Türk Milleti değildir. 

Asıl sebep "ehl-i salib" zihniyetidir. Yani haçlı mantığı ve bitmeyen ihtirasıdır. Ülkemizde konuşlanmış işbirlikçi ve hainlerdir. Üç kuruşluk menfaat için ruhunu, kalemini ve fikirlerini satan basın yayın ve sözde aydın kesimidir. 

20.10.2003 

***** 

KIRK KATIR MI, KIRK SATIR MI ?

KIRK KATIR MI, KIRK SATIR MI ? 


Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
24.9.2003 

Şu günlerde Türkiye’nin önüne somut olarak getirilen olgu, Türkiye’yi tercihe zorlayan bir olgudur. Açıkçası; dayatılan bir teslimiyettir. 

Ya AB, ya da ABD. 

Aslında bu zorlama bize pek yabancı değil. Osmanlı Devletinin iflas ettirilmesiyle, Türkiye’nin önüne konan seçeneklerle, bugün dayatılan seçenekler çok farklı değil. 

O gün, basit ifadeyle; İngiliz mandacılığı ile Amerikan mandacılığı arasında tercih yapmaya zorlanan ülkede, daha sonra Kuvayi Milliye saflarına katılan Halide Edip, Yunus Nadi gibi aydınlar dahi başlangıçta bu tuzağa düşmüşlerdi. 

Halide Edip, Mustafa Kemal’e yazdığı 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunda; Amerikan mandacılığını “ehven-i şer”, yani kötünün iyisi olarak tarif ediyordu. 

Aslında dün ile bugün arasında o kadar çok benzerlikler var ki, biraz dikkatlice bir değerlendirme bize tarihin nasıl tekrarlandığını çok net bir biçimde anlatıyor. 

Bu gün, Baskın Oran gibi aydın geçinenler aslında o günün Said Molla’sından çok farklı değil. Baskın Oran ve gündemde yer bulan niceleri: Dünya’daki kutuplaşmadan ve soğuk savaşın sona ermesiyle yeniden şekillenen güç dengesinden yola çıkarak; Türkiye’nin artık AB ve ABD’ye yakınlaşmasını (“teslimiyetini”) savunuyorlar. 
Tarihin tekerrürü dedik ya, gelin biraz daha somutlaştıralım. Herkesin bildiği, ancak sadece bilmekle kaldığı gerçekleri. 

Dün : Kapitülasyonlar, bugün: IMF, Dünya bankası ve Gümrük birliği. 
Dün : Tanzimat, bugün: AB uyum yasaları, 
Dün : Ali Kemal, Said Molla, Şeyh Abdülkadir, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve niceleri, bu gün: Cüneyt Ülsever, Birant, Ertuğrul Özkök, Nuh Gönültaş (“.. beni Türkiye’de bilmem kim sömüreceğine Brüksel sömürsün...” diyen Zaman gazetesi yazarı), Eser Karakaş (“..dış güçlerle ittifaka hazırım..” diyen Bahçeşehir Üniversitesi profesörü), ve benzeri binlercesi. 

Dün : Azınlıklar ve Türkiye’deki mozaik, bu gün: azınlıklar ve “Türkiyelilik” kavramı. 

Bu liste daha çok uzar, gider.. 
Bugünlerde “kırk katır ya da kırk satır” seçeneğine benzer bir dayatma sahneleniyor: 

22 Eylül 2003 tarihinde ABD’de yapılan bir toplantıda “Türkiye masaya yatırılmış”. 

Toplantıya Türkiye’den; Deniz Gökçe (Boğaziçi Üniversitesi), Güven Sak (A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi), İlhan Kesici, Seyfullah Nejat Taşhan (Dış Politika Enstitüsü Başkanı) katılmış. 

American Enterprise Institute (IAE) adlı düşünce kuruluşunda yapılan "Kavşaktaki Türkiye" konulu toplantıda, Türkiye’nin önünde ya AB ya da ABD seçeneklerinin olduğu, bunlardan birini seçmesi gerektiği sonuca bağlanmış!.. 
Dünün benzeri toplantılarını anlatmaya sayfalar yetmez. Onlar artık tarih oldu. 
Ancak tarih olmayan bir şey var: Dün Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “BAĞIMSIZLIĞI”, sadece bağımsızlığı seçen ve oluşmuş tüm cephelere kafa tutan Kuvayi Milliye hareketi, bu gün de var ve seçeneklerini sadece ve sadece “TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI” yönünde kullanacaktır. 


BAYRAM ANKARALI..,
24.9.2003 

***** 

UYUM YASALARI

UYUM YASALARI 


Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
5.9.2003 


57. Hükümet tarafından Mecliste yasalaştırılan ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan AB uyum yasaları Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. 
Bu yasaların Türkiye’ye neler getirdiği hususu önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. 

Şimdi bu uyum yasaları çerçevesinde, yasalarda yapılan değişikliklere bir göz atalım: 

1) Terörle Mücadele Yasası'nın (TMY) 7. maddesinin 2. fıkrasında yapılan değişikliğe göre ''Terör örgütü mensuplarına yardım edenlere veya terör yöntemlerine başvurmaya özendirecek şekilde örgütle ilgili propaganda yapanlara fiilleri başka bir suç oluştursa bile ayrıca bir yıldan 5 yıla kadar hapis ve 500 milyon liradan 1 milyar liraya kadar ağır para cezası'' verilecek. 

Yasayla, TMY'nin, ''Devletin Bölünmezliği Aleyhine Propaganda'' başlıklı 8'inci maddesi de yeniden düzenlendi. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik propagandaya verilecek cezaların alt sınırı 2 yıldan 1 yıla, üst sınırı da 5 yıldan 3 yıla indirildi. Para cezalarında ise alt sınır 20 kat artırılarak 1milyar liraya, üst sınır 30 kat yükseltilerek 3 milyar liraya çıkarıldı. 

Yasa, önceki yasa metnindeki, ''Hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedefleyen...'' ibaresini, ''Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla....'' şeklinde değiştiriyor. 

Ayrıca, devletin bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedefleyen yazılı ve sözlü propagandanın Basın Kanunu'nda belirtilen bir mevkute vasıtasıyla işlenmesi halinde mevkute sahibine verilecek para cezası düşürüldü. 

2) DGM Kanunu'nun 16'ıncı maddesinde yapılan değişiklikle de 3 veya daha fazla kişinin katılımıyla ''toplu olarak'' işlenen suçlarda, Cumhuriyet savcısının talebi ve hakim kararıyla 7 gün olarak uygulanan gözaltı süresi, 4 güne indirildi. 

Olağanüstü Hal ilan edilen bölgelerde, yakalanan veya tutuklanan kişiler hakkında belirlenen 4 günlük süre, Cumhuriyet savcısının talebi ve hakim kararıyla 7 güne kadar uzatılabilecek. Önceki yasa hükmünde, 7 günlük sürenin 10 güne kadar uzatılabileceği hükmü yer alıyordu. 

Hakim karar vermeden önce, yakalanan veya tutuklanan kişiyi dinleyecek. 

3) İşkence ya da zalimane, gayri insani veya haysiyet kırıcı muamele suçları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen kararlar sonucunda ödenen tazminatlar, sorumlu personele rücu edilebilecek. 

4) Yasayla, Basın Yasası'nın, yasaklanmış herhangi bir dilde yayın yapılması halinde, sorumlu müdürlerle yayımlatanlar hakkındaki cezaların para cezasına çevrilemeyeceği ve ilgililerin emniyette gözaltında tutulabileceğine ilişkin maddesi yürürlükten kaldırıldı. 

5) Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hâllerinde işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 7.1.1932 tarihli ve 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 31.8.1956 tarihli ve 6831 sayılı 
Orman Kanununda yer alan idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmüştür. 

6) Türk Ceza Kanununun 159’uncu maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir. 

“Birinci fıkrada sayılan organları veya kurumları tahkir ve tezyif kastı bulunmaksızın, sadece eleştirmek maksadıyla yapılan yazılı, sözlü veya görüntülü düşünce açıklamaları cezayı gerektirmez.” 

7) Yurt dışında kurulan derneklerin, uluslararası alanda işbirliği yapılmasında yarar görülen hâllerde ve karşılıklı olmak koşuluyla, kültürel, ekonomik, teknik, sportif ve bilimsel konularda bilgi veya teknolojilerinden yararlanılmak üzere; Türkiye'de şube açmalarına, Türkiye'de kurulmuş bulunan derneklere üye olmalarına veya bunlarla işbirliği yapmalarına, Türkiye'de faaliyette bulunmalarına, Dışişleri Bakanlığının görüşü alınmak suretiyle, İçişleri Bakanlığının önerisi üzerine Bakanlar Kurulunca izin verilebilir. 

8) 5.6.1935 tarihli ve 2762 sayılı Vakıflar Kanununun 1 inci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenmiştir. 

“Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler. 

Bu vakıfların dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun, tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve diğer belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde başvurulması hâlinde vakıf adına tescil olunur. Cemaat vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar da bu madde hükümlerine tâbidir.” 

Yabancı ülkelerde kurulmuş vakıflar, uluslararası alanda işbirliği yapılmasında yarar görülen hâllerde, karşılıklı olmak koşuluyla, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının görüşleri alınmak suretiyle, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı bulunduğu Bakanlığın önerisi üzerine Bakanlar Kurulunun izniyle Türkiye'de faaliyette bulunabilirler, şube açabilirler, üst kuruluşlar kurabilirler, kurulmuş üst kuruluşlara katılabilirler veya kurulmuş vakıflarla işbirliği yapabilirler. 

Bu vakıflar, Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre kurulan vakıflar hakkında uygulanan mevzuata tâbidir. 

9) Kesinleşmiş bir ceza hükmünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlâli suretiyle verildiği saptandığında ihlâlin niteliği ve ağırlığı bakımından Sözleşmenin 41’inci maddesine göre hükmedilmiş olan tazminatla giderilemeyecek sonuçlar doğurduğu anlaşılırsa; Adalet Bakanı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunan veya yasal temsilcisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde Yargıtay Birinci Başkanlığı’ndan muhakemenin iadesi isteminde bulunabilirler. 

10) “Ayrıca, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir. Bu yayınlar, Cumhuriyet’in Anayasa’da belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamaz. Bu yayınların yapılmasına ve denetimine ilişkin usul ve esaslar, Üst Kurulca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.” 

Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4’üncü maddesinin ikinci fıkrasının (v) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 
“v) Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması.” 
11) 14.10.1983 tarihli ve 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun adı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun” şeklinde değiştirilmiştir. 

B) Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun 1’inci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. 

“Madde 1.— Bu Kanunun amacı, eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller, yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okullar ile Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğreniminin tâbi olacağı esasları düzenlemektir.” 


BAYRAM ANKARALI..,
5.9.2003 


***** 

PKK TARTIŞILIR MI?

PKK TARTIŞILIR MI? 


Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
24.03.2003 


Öncelikle, ülkemizin ve insanımızın (Doğusuyla, Batısıyla, Kuzeyiyle, Güneyiyle, bu ülkeyi Vatan bilen herkesin) sorunlarını tartışmaya ve kendi sorunumuz olarak bilmeye varım. Zaten Kuvayi Milliye de bu değil midir? 

Ancak, konu PKK'yı tartışmak olunca iş değişir. 

Bu canilerin dağa çıkma sebebi ülkemizin sorunları değil ki. İçlerinde elbette kandırılmış insanlar olabilir. Ama büyük çoğunluğunun bölücü ve kötü niyetli olduğundan kuşkum yok. 

Avrupa'da ilginç bir olayla karşılaştım. Kamu oyunda reklam aracı olabilecek her noktada Kürt kimliğini reklam eden, ama bir suç işlediklerinde Türk kimliğini kirleten ve bunu da AB ve örgüt politikası olarak geliştiren insanlar var. Müthiş de bilinçliler. 

İhanet bilinçli olur. Ve ben ihaneti tartışmam. 

Kendini Türk sayan herkesin sorunu var bu ülkede. Bunu tartışırım. Ama her sorunu olan, silah alıp dağa çıkmaz. Ülkesinin temeline dinamit koymaz. 

Mustafa Kemal, Şeyh Sait isyanını tartışmadı. Gereğini yaptı. O ihanetin de kaynağı dışarısıydı, bugün de öyle. Aksini iddia etmek safdillik olur. 

Mustafa Kemal, Yunan orduları komutanının elini sıkmıştır. Bunu büyük bir vakarla yapmıştır. Keşke bugün de başkalarının elini aynı vakarla sıkabilsek. Ama bizim elitlerimiz ve diğer işbirlikçiler, yalakalık ve yalama işinden başka birşey bilmiyorlar. 

Çocuklarımıza AB kapısında yalvaran Türkiye resimleri yaptırıyorlar ve bunları yarışmalarda yayınlıyorlar. 

Bizim önceliğimiz, bu ülkede hızla yayılan Kuvay-ı Milliye ruhunu doğru noktada yönlendirmektir. Çünkü her harekette olduğu gibi bu harekette de provakosyon ihtimali mevcuttur. Artık kavgada yumruklar belden aşağı iniyor. 

Bakın bugünlerde Meclisten geçirilmeye çalışılan "Uyum yasaları"na. Türkiye'nin Ulus devleti yapısının ruhuna fatiha. Laiklik kavramı Hıristiyanlara ve diğer dinlere ve onların örgütlerine özgürlük verme numarasıyla uçurulmak üzere. 

BAYRAM  ANKARALI..,
24.03.2003 

****


BAD’NİN (Birleşik Avrupa Devletleri) TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ BİTMEYEN OYUNLARI

BAD’NİN (Birleşik Avrupa Devletleri) TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ  BİTMEYEN OYUNLARI 

Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
24.03.2003 

Son gelişmeler ışığında BAD’nin iç sıkıntılarını ve kutuplaşmalarını değerlendirme dışında tutarak 12 Mart 2003 tarihinde Türkiye masasının yayınladığı “MÜSVETTE” raporu değerlendirmek istiyoruz. 

Bu rapor, 11 Eylül 2002 tarihinde Avrupa Birliği Dış İlişkiler, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komitesi tarafından atanan Arie M. Oostlander tarafından kaleme alınmıştır. 

Rapor gerekli düzeltme ve değişikliklerin yapılması sonrasında Avrupa Komisyonunun Türkiye için hazırlayacağı İzleme Raporuna da temel teşkil edecektir. 

Şimdi birileri çıkıp “Bu rapor nihai görüşleri yansıtmıyor, değişecektir” gibilerinden laflar edecektir. Bu hiçbir şeyi değiştirmeyeceği gibi, her zaman olduğu üzere Avrupa Türkiye’ye bir başka tartışma konusu sunmuş olacaktır. 

Raporun genel içeriği zaten Türkiye’yi bir müstemleke biçiminde değerlendiren uslup taşımakta, değil içişlerine karışmak, tarihine ve en önemli değerlerine dahi dil uzatma pervasızlığını taşımaktadır. 

Mensubu olduğum Büyük Türk Milleti adına ülkemi bu kadar aciz ve zayıf duruma getirenlere söyleyecek çok şey var. 

Şimdi bu “Müsvette” raporun içinde yer alan temel maddelere ve yaptırım isteklerine biraz daha detaylı bakalım: 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Askeri Rejim ürünü bir anayasadır. Avrupa değerlerini model alarak yeni bir demokratik Anayasa yapılmalıdır. 

TÜRKÇESİ; ANAYASANIZI DA AVRUPA BELİRLEYECEKTİR. 

Türk Devletinin temel felsefesi olan “Kemalizm”, Türk Devletinin güvenirliğini zedeleyici abartılı bir korku salmaktadır. Bu felsefe Milliyetçiliği vurgulamakta, aynı zamanda Devletçilik yapısıyla Orduya önemli bir rol biçmekte, dine karşı çok katı bir tavır sergilemekte, 
bu felsefe AB için başlı başına bir engel teşkil etmektedir. 

TÜRKÇESİ; LAİKLİKTEN VAZGEÇİN, ORDUNUN CUMHURİYETİ VE ÜLKENİN ÜNİTER YAPISINI KORUMA REFLEKSİNİ SIFIRLAYIN. 

Avrupa Birliğinin siyasi değerleri büyük ölçüde YAHUDİ-HRİSTİYAN ve hümanist Avrupa kültürünü temel almıştır. Bu temel değerler kimsenin tekelinde olmadığı gibi Müslüman toplum tarafından da kabul edilebilir ve savunulabilir. 

TÜRKÇESİ; AVRUPA YAHUDİHIRİSTİYAN BİR KÜLTÜRÜN TEMEL ALINDIĞI ÜLKELER BİRLİĞİDİR. SİZ DE ÇOĞUNLUĞU MÜSLÜMAN BİR ÜLKE DAHİ OLSANIZ BU DEĞERLERİ KABUL EDEBİLİRİSİNİZ. 

Son 15 yıldır Ordu Türk Devleti ve toplumu içerisinde artan bir merkezi rol oynamış, Türk Halkı Ordu’ya meclis de dahil diğer Devlet kurumlarından daha fazla güvendiğini ortaya koymuştur. Ordu’nun bu rolü Türkiye’nin demokratik ve çoğulcu bir yapıya doğru gelişmesini yavaşlatmıştır. Bu nedenle, seçilmiş sivil otoritenin siyasi karar mekanizması olarak ortaya çıkması gerekmekte, “derin devlet” denilen bürokrasi ve Ordu’nun geleneksel etkisi diğer üye ülkelerdeki normal düzeye indirilmelidir. 

TÜRKÇESİ; TÜRKİYE’DE ORDU HALKIN HİÇ VAZGEÇEMEDİĞİ VE EN FAZLA DEĞER VERDİĞİ KURUMDUR. BU GELENEKSEL TAVIR YOK EDİLMELİDİR. 

Devlet yapısında yapılacak reformlar içinde, uzun vadede Milli Güvenlik Kurulu’nun halihazırdaki konumu ve biçimi yok edilmelidir. Böyle bir değişikliğin sindirilmesinin zor olacağı da aşikardır. 

TÜRKÇESİ; ÜLKENİN EN ZOR DÖNEMEÇLERİNDE GELECEĞİ İLE İLGİLİ KARARLARIN ALINDIĞI ANAYASAL KURULUŞ OLAN MİLLİ GÜVENLİK KURULU KALDIRILMALIDIR. 

YÖK ve görsel medya gibi sivil oluşumlardaki askeri temsilcilerin, bu kuruluşların tam bağımsız olabilmesi için geri çekilmesi tavsiye edilir. Türk yetkililerin, askeri bütçenin milli bütçenin parçası olarak meclis tarafından tam kontrol altına alınmasını, sağlamasını teşvik ederiz. 

TÜRKÇESİ; EMEKLİ ASKERLERİN YÖK, MEDYA VE SİVİL KURULUŞLARDA GÖREV ALMALARI ENGELLENMELİDİR. ORDUYA AYRILAN BÜTÇENİN DE SİYASİLER TARAFINDAN KUŞA ÇEVRİLMESİ UYGUNDUR. 

Devlet yapısında hükümetin yapacağı başarılı reformlar Anayasanın 13 ve 14’üncü maddelerinde de yansıtılan İRTİCA ve BÖLÜCÜLÜK konularındaki abartılı korkudan kurtulunmasına bağlıdır. Hükümete İslam ve diğer dinlere genelde daha sakin yaklaşılmasını tavsiye ederiz. Toleranssız İslamcılık gibi antidemokratik tepkilerin artmasını sağlayan katı Laiklik anlayışını redderiz. 

TÜRKÇESİ; ASLINDA İRTİCA VE BÖLÜCÜLÜK TÜRKİYE İÇİN TEHLİKE DEĞİLDİR. BIRAKIN BÖLSÜNLER. 

Tüm bu taleplerin çok köklü değişimler olduğu dikkate alındığında yeni bir anayasanın düzenlenmesi gerekmektedir. Bu anayasa Kemalist bir felsefeye değil, Avrupa Konvasiyonunun İnsan Hakları ve Temel Hakların Korunması hususunda belirlediği Avrupa standartları ve Avrupa gelenekleri doğrultusunda belirlenmelidir. 

TÜRKÇESİ; BÜTÜN BUNLARI BAŞARMANIZ YENİ BİR ANAYASA İLE MÜMKÜNDÜR. HATTA BU ANAYASAYI BİZ SİZİN İÇİN HAZIRLATIRIZ. 

Türkiye’de milliyetçiliğe verilen önem ve laikliğin tek taraflı algılanması, Avrupa’nın toleransçı entegrasyon ve Müslüman olmayan toplumlara ve azınlıklara bakış açısıyla örtüşmemektedir. Yeni bir Anayasanın hazırlanmasıyla bu engeller ortadan kaldırılacaktır. 

TÜRKÇESİ; TÜRKİYE’DEKİ EN BÜYÜK TEHLİKE MİLLİYETÇİLİK VE LAİKLİKTİR. 

Kürtlerin ana dillerinde eğitim hakları ve Kürtçe yayın yapabilmeleri hususunda 3 Ağustos 2002’de kanunda yapılan küçük değişiklikler not edilmiştir. Bununla birlikte, Türkiye’nin bu hususta Bölgesel ve Azınlık dilleri ile ilgili Avrupa yönergeleri ruhuna uygun hareket etmesini 
duyururuz. 

TÜRKÇESİ; KÜRTÇE İLE İLGİLİ ÇIKARDIĞINIZ İLK YASA DEĞİŞİKLİĞİ İDARE EDER. ANCAK AB’YE GİRMENİZ İÇİN DAHA FAZLA HAK VE ÖZGÜRLÜK VERMELİSİNİZ. 

Türkçe’nin birinci milli dil olmasına saygı göstermekle birlikte, vatandaşların demokratik hakları olan (süryanice gibi) başka yaşayan ana diller için de aynı hakların tesis edilmesini gerekli görmekteyiz. 

TÜRKÇESİ; KÜRTLERİN HAKLARINI KISMEN DE OLSA ALDIK ŞİMDİ SIRA SÜRYANİLERDE. ONLARA VE DAHA NİCE BULACAĞIMIZ AZINLIKLARA DA KENDİ DİLLERİNDE EĞİTİM VE YAYIN HAKKI VERMELİSİNİZ. 

Hıristiyan organizasyonlarının dini okullar açmasına, toplumu bilgilendirmek için seminerler düzenlenmesine izin verilmelidir. Bu noktada yasaklanan Yunan Ortadoks Halkı seminerine izin verilmelidir. 

TÜRKÇESİ; HIRİSTİYAN KİLİSE VE VAKIFLARININ MAL MÜLK EDİNMESİNE, DİNİ OKULLAR AÇMASINA İZİN VERİN. TÜRKİYE’DE ORTADOKS DEVLETİ KURMAK İSTEYENLERE DE FAZLA ENGEL ÇIKARMAYIN. 

Alevi ve Bahai toplumlarının eşitlikleri, korunması ve tanınması gereklidir. 

TÜRKÇESİ; TÜRKİYE’Yİ YUTMAK BÖLMEKTEN GEÇER. BİR DE ALEVİ VE BAHAİ TOPLUMLARI YARATALIM DAHA KOLAY OLUR. ONLAR DA AYRI TOPLUM OLSUN. 

Diyarbakır ve Şırnak’ta uygulanmakta olan olağanüstü hal uygulamasının sona erdirilmesini sevinçle karşılamakla birlikte, Kürt halkıyla olan tansiyonun sona erdirilmesi, bölgenin yeniden inşa edilmesi ve AB bünyesinde bulunan sığınmacıların geri dönüşlerinin özendirilmesi gerekmektedir. Kürt ve Suriye Ortadoks köylerindeki silahlı köy korucularının doğal işgali sona erdirilmelidir. 

TÜRKÇESİ; KÜRTLERİN YANINDA BİR DE SURİYE ORTADOKSLARI VARDIR. YANİ SÜRYANİLER. ŞİMDİ BU AZINLIK SORUNUNU DA KAŞIMAYA BAŞLIYORUZ. 

Ermenistana uygulanan ambargonun kaldırılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi gereklidir. 

TÜRKÇESİ; HER NE KADAR AB İLE DOĞRUDAN İLGİLİ DEĞİLSE DE ERMENİSTAN BİZİM KARDEŞİMİZDİR. ONLARA AMBARGO FİLAN UYGULAMAYIN. HATTA ERMENİ TEORİLERİNİ DE KABUL EDİN. 


BAYRAM ANKARALI..,
24.03.2003 

***** 

BU KURTULUŞ SAVAŞI DAHA ZOR

BU KURTULUŞ SAVAŞI DAHA ZOR 



Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
16.11.2002 


Türk kelimesinden rahatsız olup tiksinti duyanlar artık asgari müşterek değil, azami müşterekte birleşmeye başladılar. Avrupa sevdası ve hayali ile Türk Milletini içerden kandırmakla görevli güçler dün uyum yasaları adı altında kabul ettikleri ve ettirdikleri yasal değişikliklerin ikinci aşamasını sahnelemeye koyuldular. 

Avrupa’nın asırlardır hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan “ehlisalip” zihniyeti, kurtuluş savaşı sonrası şekil değiştirmiş, mücadele yöntemini tamamen farklı zeminlere taşımıştır. 
Bunu idrak etmek için dış ilişkiler uzmanı olmaya da gerek yoktur. Biraz dikkatli bir gözlemle bunu tesbit etmek fazla zor bir husus değildir. 

Savaş, Makyavel adlı düşünürün dediği gibi “ Türkleri içeriden çökertme” planı dahilinde gerçekleştirilecektir. 

Her milletin bünyesinde taşıdığı bilinen zayıf ve şuursuz kişilikler çok özenli bir biçimde yönlendirilmiş, yıllardır özel olarak belli kilit noktalara yerleştirilen elitler günü geldiğinde birer birer efendilerinin yönergelerini uygulamaya başlamışlardır. 

Tüm bunlar bir paranoyadan ibaret olabilir mi? 

Türk adının büyüklüğü, genişliği, dev manası ve tarihin her sahnesinde oynadığı rol iyi değerlendirildiğinde görülecektir ki, bu düşünceler asla paranoya olarak değerlendirilemez. 

Tarih içerisinde çıkacağımız kısa bir yolculuk bu resmin netleşmesine yardımcı olacaktır. 
Dünya tarihinde ismi silindiğinde büyük boşluklar oluşacak milletleri saymaya kalktığımızda karşımıza, Türkler, Çinliler, İngilizler, Araplar, Japonlar, Ruslar ve son dönemlerde Almanlar ve Fransızlar çıkmaktadır. Bu milletlerin olmadığı bir tarih neye benzer, bir tahayyül edelim!.. 

Kurtuluş savaşının büyük galibi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bakın bir konuşmasında günümüze ışık olan ne sözler söylemiş: 

“Efendiler! Bir şeyin zarârıyla, bir şeyin imhâsıyla yükselen şeyler, bittabi' o şeyden zarâra uğrayanı alçaltır. Hakîkaten Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vâdîsine yuvarlanıp durmuştur. 

Artık vazîyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasîhat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi BİR TAKIM ZİHNİYETLER BELİRDİ. 

Halbuki HANGİ İSTİKLÂL VARDIR Kİ ECNEBÎLERİN NASÎHATLERİYLE, ECNEBÎLERİN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN ? Târih, böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir!" 

"Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz." 

Fazla değil bu sözlerden 20 yıl sonra Türkiye’de önce eğitim sisteminde yapılan köklü değişikliklerle Türkçe üzerinde oyunlar oynanmaya başladı. 

Öyle ya, bir milletin yok edilmesindeki en önemli ayak o milletin dilini yok etmektir. 

Dili olmayan bir Milletin Dini, Kültürü ve şuuru da yok olacaktır. 

16.11.2002 


***** 

ÇOBAN ATEŞLERİ

ÇOBAN ATEŞLERİ 



Bayram Ankaralı 
Çoban Ateşleri., 
Mayıs, 2007 

Vatan Toprağı için Toprağa düşen Şehitlere, 
B.A. 


İLK SÖZ 

Ülkemizin yıkım dönemecine hızla ulaştığı 2002 yılından bu yana düzensiz aralıklarla, ulaşabildiğim kadar ülke insanına kendi değerlendirmelerimi makaleler aracılığıyla taşımaya çalıştım. 

Geri dönüp baktığımızda 2007 yılının ortalarında 5 yıl önce yaptığımız değerlendirmelerin hala geçerli, daha önemlisi hala okunması gerektiği sonucu üzüntüyle karşımıza çıktı. 

Toplumsal hafızamızın çok dar bir süreyle sınırlı oluşu, olayları çok küçük zaman dilimleriyle değerlendirme alışkanlıklarımız, milletimizi tarih boyunca ciddi yanlışlara mahkum etmiştir. 

Yıllardır Milli Birlik temelinde oluşturulmasını arzu ettiğimiz “Ulusal Mutabakat” hep ifrattefrit çizgisinde dolaşmış, Türkiye’nin gerçek “Ortak Paydası” bir türlü zuhur edememiştir. 

Ülkenin temel taşları bir macera ya da intikam uğruna birer birer yıkılırken hala kasaba politikaları gündemi meşgul etmekte, çıkar ve ihtiras uğruna geleceğimiz karartılmaya devam etmektedir. 

Kimileri kafalarının içindeki din düşmanlığı fikriyatını Cumhuriyetin olmazsa olmazları ile harmanlayarak, ortaya çıkabilecek olası milli hareketleri aşındırmaya çalışmakta, kimileri milletin egemenliğini Avrupa Birliği’ne ve Uluslararası organizasyonlara teslim etmekten çekinmezken, ülke içinde Cumhuriyete ve Milli değerlere sahip çıkılma reflekslerini Milli İrade ihlali olarak değerlendirebilmektedir. 

Bizler, bu binanın basit tamiratlarla kurtulabileceğine inancını gitgide yitiren bir avuç insan, ülkemiz üzerinde oynanan oyunları ibret ve acıyla izliyoruz. İktisadının, sanayisinin, maliyesinin ve daha önemlisi politikasının yabancılaştığı bir ülkede, bizim diyebileceğimiz neyimiz kalmıştır? 

“Temeli yüksek Türk Kültürü” olan Atatürk Türkiye’sinin temel kültür değerleri yokedilmişken, tarih şuuru, dil bilinci, güzel sanatları başkalaştırılmışken topyekün bir kurtuluş savaşından öte “halas” var mıdır? 

Bu küçük kitapta tamamen kendi küçük dünyamdan fışkıran fikir kırıntıları ve değerlendirmeleri 5 yıllık bir toplumsal hafıza yenileme biçiminde paylaşmak istedim. 
Akan suyun kendini temizlediği dönemler yakındır. Bu millet tarihte vardı, yarın da var olacaktır. 
Saygılarımla, 

Bayram Ankaralı 
Mayıs, 2007 

***** 

29 Mart 2020 Pazar

SİVİLLERE GÜVENLİĞİ SAĞLAMA YETKİSİ VERİLEMEZ

SİVİLLERE GÜVENLİĞİ SAĞLAMA YETKİSİ VERİLEMEZ

Prof. Dr. Cihan Dura

Hükümet son bir KHK ile “terör olaylarını bastıran sivillere yargı muafiyeti” getirmiş bulunuyor. İlgili maddeler şöyle:
- 27 Temmuz 2016  tarihli kararname, Madde 37: 15.7.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar ve tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.
- (Bu maddeye son kararname ile şu ekleme yapıldı): Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın, 15.7.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci madde hükmü uygulanır.
Bu, ne anlama geliyor?
- Sivillere darbe kalkışması bahanesiyle silah kullanma yetkisi veriliyor.
- Bir takım milis güçler kurularak bunları sahaya sürmek için yasal zemin hazırlanıyor.
- Bilerek veya bilmeyerek, Türkiye'yi iç savaşa sürükleyecek şartlar oluşturuluyor.
* ** *
Getirilen mevzuatı ATANAME ışığında nasıl yorumlayabiliriz? Konuyla ilgili hatırıma gelen veya arayarak bulduğum başlıca yöneltileri kısaltarak aşağıya alıyorum:
- Devletin ve hükümet teşkilatının, yurttaşlara karşı görevleri iki esas görev olarak karşımıza çıkar: Bir, yurttaşın özgürlüğünü korumak; iki, milletin bağımsızlığını korumak. Daha açık bir deyişle, birincisi, yurttaşların her türlü özgürlüğünü dokunulmaz kılmak; bunun için ülke içinde güvenliği ve adaleti sağlayıp devam ettirmektir. İkincisi, milletin bağımsızlığını güvende ve koruma altında bulundurmak; bunun için de dış politikayı ve diğer milletlerle ilişkileri iyi yönetmek, içerde her türlü savunma kuvvetlerini daima hazır bulundurmaktır. Denilebilir ki, devlet kurulmasından amaç, bu iki görevin yerine getirilmesini sağlamaktır. Çünkü onlar yurttaşların birey olarak yapamayacakları işlerdir. Hatta yurttaşların bu görevlerin bir bölümünü bile yapmaya kalkışmaları doğru değildir. Zira o zaman anarşi olur, ortada devlet diye bir şey kalmaz. [Devletçilik, 14]
- Bireysel özgürlüğün derecesinin devlet faaliyetini zaafa düşürmemesi lazımdır. Devletsiz bir toplum veya zayıf bir devlet hayatının sonucu herkesin herkese karşı mücadelesidir. [Özgürlükler, 9]
- Bir yurttaşın kendi kendine yapamayacağı işler vardır. Örnek vereyim: Bir yurttaş kendi kendine, yabancı bir devletle siyasi bir temasta bulunabilir mi, ilişki kurabilir mi? Elbette hayır! Bir yurttaş ülke savunmasında etrafına toplayabileceği birtakım kimselerle kendi başına harekete de yetkili değildir. Kendi özgürlük ve hakkını, kendi maddî kuvvetine dayanarak sağlamaya kalkışamaz. Bunlar bireylerin kuvvet ve girişimleri ile değil, milletin iradesine sahip bulunan devletin kudret ve nüfuzu ile sağlanabilir. [Devletçilik, 15]
- Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet; halkın özgürlüğünü, güvenliğini ve rahatını düşünmekten ve temine çalışmaktan başka bir şey yapmazlar. Çünkü bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki mevkiine belirli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. 

Ve yine bilirler ki, 
İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Millete karşı konum ve görevlerini suistimal ettikleri takdirde, şu veya bu şekil de, Millî İrade’nin kendileri hakkında da tecellisine maruz kalırlar [Hükümet, 9]

* ** *
Demek ki:
- Meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet; yalnızca halkın özgürlüğünü, güvenliğini ve rahatını düşünmek ve teminle görevlidir. Ülkede güvenliği ve adaleti hazır bulundurduğu kuvvetlerle, ancak devlet ve hükümet teşkilatı sağlar, yurttaşlar yani siviller değil. Yurttaşların bu görevleri yapmaya kalkışmaları anarşi doğurur, ortada devlet diye bir şey kalmaz. Zayıf bir devlet hayatının sonu, herkesin herkese karşı mücadelesidir.
- Bir yurttaş etrafına toplayacağı birtakım kimselerle kendi başına harekete yetkili değildir. Kendi özgürlük ve hakkını, kendi maddî kuvvetine dayanarak sağlayamaz. Bunlar bireylerin kuvvet ve girişimleriyle değil, ancak devletin kudret ve nüfuzu ile sağlanabilir.
Bir Atatürkçü bu son derecede tehlikeli olan uygulamaya derhal ve şiddetle karşı çıkmalıdır.

***

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler.,




" İKİZ SÖZLEŞMELER" İN OYUNU
Cihan Dura 

Bir yolcu yalnız Ufku değil,
Ufkun ötesini de görmelidir.
M. K. Atatürk

Tarih 14 Temmuz 2011… PKK’nın 13 askerimizi daha şehit ettiği o kara perşembe… Demokratik Toplum Kongresi(DTK) Genel Başkan Yardımcısı ve bağımsız Van Milletvekili Aysel Tuğluk, BDP Diyarbakır İl Başkanlığında yapılan DTK olağanüstü toplantısının ardından sonuç bildirgesini “demokratik özerklik”lerini ilan ederek bitiriyor: ''Uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak demokratik özerkliğimizi ilan ediyoruz … Uluslararası camiayı, uluslararası hukukta da yeri olan bu hak esas alınarak Kürt halkının ilan ettiği demokratik özerkliği tanımaya çağırıyoruz”.

Dikkat ederseniz, sözde “Demokratik özerklik”lerini bir hukuki dayanağa oturttuklarını özellikle vurguluyorlar: Uluslararası insan hakları belgeleri!... Uluslararası camia dedikleri de haydut ABD ile Avrupa Birliği’nin elebaşı ülkeleri…

Neyin nesidir bu “uluslararası insan hakları belgeleri?”

Bu belgelerden kasıt,“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” ile “Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri”dir!

I) Ben bundan altı yıl önce, 2005’de yayınlanan bir kitabımda[i] İkiz Sözleşmeler’den ve bunların içerdiği tehlikelerden söz etmiş, -diğer ulusalcı yazarlarımız gibi- ilgilileri uyarmaya çalışmıştım. Bir sonuç mu alındı, ne gezer: Kös dinlediler, bildiklerini okumaya devam ettiler ve devletimizi, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu tehlikeli noktaya, uçurumun kenarına kadar getirdiler.

Tarih 4 Haziran 2003… İktidarda A.K.P. Hükümeti var: Bir gündem maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden AKP ve CHP’nin oylarıyla,  yangından mal kaçırır gibi alelacele geçiriliyor. Nedir o diyeceksiniz…, ne olacak bölücülerin bugün cankurtaran simidi gibi sarıldıkları “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi! Oysa Türkiye, Birleşmiş Milletler’in 16 Aralık 1966’da kabul ettiği bu sözleşmeleri, ulusal çıkarlarına aykırı bulduğu için tam 37 yıl boyunca imzalamamıştı.

Peki bu iki sözleşme neyin nesidir? Kimi ulusalcı yazarlarımızın, o günlerde kullandığı şu nitelemeler,  ne olduklarını en iyi şekilde anlatacaktır sanırım: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah... ABD’nin Türkiye’ye Yugoslavya benzeri bir müdahale için hukukî gerekçeler zemini…

“İkiz sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme kastediliyor:

- Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.

- Birleşmiş Milletler Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesi

Bunların her ikisi de iç hukukun üzerinde yer almaktadır. Türkiye gibi bir ulus-devlet açısından, büyük tehlike içeren yönleri ise şudur: 

Sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içermektedir.

II) İkiz Sözleşmeler Avrupa Birliği’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Sözleşmelerin Türkiye tarafından da kabulü 
Batıcı işbirlikçiler tarafından, Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak nitelendi. Çünkü bu kabul “Kopenhag Kriterleri ve 
Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında 
yer alıyordu. 

Ne var ki sözleşmelerin gözden özenle kaçırılan korkunç bir yönü vardı ki işin püf noktası asıl oradaydı. Şöyle ki İkiz Sözleşmeler 1966’da kabul 
edilmişti. O tarihte dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batı’nın zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için 
gerekliydi. Sonra koşullar değişti. Günümüzde dünya ülkeleri, özellikle Türkiye gibi “sanayileşmesi engellenmiş ülkeler” Neoliberal küreselleşmenin 
tehdidi altında bulunuyor. Derin Merkez bugün yaklaşık 200 olan devlet sayısını 5000’lere çıkartarak bir “dünya kentler federasyonu” kurmayı 
hedeflemektedir. Eğer ortada bir hedef varsa, elbette, onun gerçekleştirilmesinde kullanılacak bir araç da gereklidir. 

Bu araç ne olabilirdi? 

Derken, 

Neo-emperyalist saldırganlar araç olarak İkiz Sözleşmeler’i kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek -Türkiye gibi- 
Ulus Devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara (AB’nin yeni deyişiyle “azınlık”lara) bölünebilir, yıkılabilirdi.

Peki, Derin Merkez, sözleşmeleri kendi çıkarlarına hizmet eder hale nasıl getirdi? 

İşte yanıt: 

Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden bu yana gerçekleşen burjuva demokratik devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist 
devrimlerin temel bir ilkesi, “ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı” idi.  

Ne var ki Derin Merkez bu ilkeyi 21. yüzyılın başında tersine çevirdi: 

“Ulus” sözcüğünün yerine “halk” sözcüğünü koydurttu. Uluslara değil, halklara vurgu yaptırttı. Daha sonra da -çıkarlarına daha uygun buldukları 
için- “azınlıklar” demeye başladılar! Doğal olarak hak kavramını da değiştirdiler: “Halkların kendi kaderini belirleme hakkı” örtüsü altında, 
Emperyalizm’in Çevre ülkeleri köleleştirme hakkını uygulamaya koydular. Böylece bir ulus devlette “birden fazla halk”tan söz etmek, dolayısiyle 
“birden fazla devlet kurma iradesi”nden söz etmek mümkün hale getirildi[ii]. Kavramlar, görüş ve değerlendirmeler; bilim ve hukuk kisvesi altında 
ABD’nin, AB’nin, daha doğrusu Derin Merkez’in küresel çıkarlarına hizmet edecek bir içerikle dolduruldu.

III)  Önemle kaydedelim ki İkiz Sözleşmeleri uygulamak ABD için, Avrupa Birliği’nin elebaşıları Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler için fazla bir sorun yaratmıyor. Çünkü bu ülkeler yalnız demokratik devrim ve sanayi devrimlerini değil, “uluslaşma” süreçlerini de tamamlamış bulunuyor. Bu ülkelerde dinler, cemaatler, etnik yapılar, kapitalizmin serbest piyasa çarkları arasında ortak bir dil ve kültür oluşumuyla kaynaşıp homojen, yekpare bir bütün haline gelmiştir. Zaten yeni kavramlaştırmalar, “kirli bilim”e ve diplomatik jargona yapılan eklemeler de aynı merkezin çıkarlarını koruyacak şekilde yapılmıştı, yapılıyor[iii].

Merkez ülkeler bakımından hiç mi sakınca yok? Elbette var, ancak sağlanan getiri daha fazla olduğu için emperyalist ülkeler onları göze alabiliyorlar. Peki nedir bu getiri? Ekonomik sömürüyü sürdürmek için Çevre ülkelerini parçalama imkânı! Ezilen Dünya’yı olabildiğince küçük parçalara, kukla devletçiklere, emirliklere, beyliklere bölme[iv] imkânı... Kendilerinin geçmişte yaptığını, başka ulusların yapmasını önlüyorlar. Daha ileri bir noktaya çıkmak, yükselmek için kullandıkları “merdiven”i, diğer ülkeler kullanmasın diye itip deviriyorlar. Yani şu bildiğimiz “Merit stratejisi”ni[v] uyguluyorlar.

***

İkiz Sözleşmeler’in uygulanması, Türkiye bakımından hangi olumsuz sonuçları doğuracaktır? Ana çizgileriyle bir kez daha vurgulayalım:

Türkiye bu sözleşmeleri onaylamakla “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş oldu. İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -“ulusal çıkar”ın yerini “yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması” alacağı için- Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkileri olacağı açıktır. Başka bir deyişle, Türkiye “halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oluyor. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini serbestçe belirleme hakkı tanınmakta.
Yurtsever yazarlar çok uyardı: Bu sözleşmeler bahane edilerek, dışardan ve içerden birileri, “Kürt sorunu” diye bir sorunu alevlendirebilir.

Bugün bu öngörü gerçek oldu.

Bu noktada rahatlıkla “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu” diyebilirsiniz.
Ne demiş hikmet sahibi, o büyük önder:
Bir yolcu yalnız ufku değil, ufkun ötesini de görmelidir.

Nerede öyle yöneticiler…, tersine sorumsuzluklarıyla, yanlış kararlarıyla, ufuksuzluklarıyla, basiretsizlikleriyle başımıza bela oldular, belalar sardılar. Her biri bir tarafından kemirdi, kemirtti devletimizi, bağımsızlığımızı, birliğimizi, bölünmez bütünlüğümüzü!
Ve korkunç sonuç, birikip birikip, bütün ağırlığıyla işte karşımızda!

[i] Cihan Dura, Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst., 2005, ss.517-524

[ii] Mehmet Ulusoy, “İkiz Yasalar ve Azınlık Hakları: Halkların Kaderini Tayin Hakkının Gerici Bir İçeriğe Dönüştürülmesi,” Teori, S.179, Aralık 2004.

[iii] Bu konuda şu yazıma bakabilirsiniz: “Çirkin Batı’nın Kavram Emperyalizmi”, http://www.cihandura.com/index.php?option=com_content&task=view&id=719&Itemid=60

[iv] Mehmet Ulusoy, aynı makale.

[v] Bakınız: “Batı’nın Merit Stratejisi”, http://www.cihandura.com/index.php?option=com_content&task=view&id=508&Itemid=60


http://www.cihandura.com/tr/makale/-IKIZ-SOZLESMELER-IN-OYUNU592

***

ALİ RIZA PAŞA KABİNESİ GÖRÜŞÜNDE DİRENİYOR.,


      ALİ RIZA PAŞA KABİNESİ GÖRÜŞÜNDE DİRENİYOR.,


     Nutuk - İstanbul Hükümeti İle İlişkiler..,

      Efendiler, 2 Kasımda, Harbiye Nâzırı Cemal Paşa'dan aldığım bir şifreli telgrafta: «Zaten az olmayan dedikodulara biri daha eklendi. Ziya Paşa'nın Ankara'ya kadar gitmemesi, destek lûtfedilen hükûmetin otoritesini kırmaktan başka bir anlama gelemez.

Bu konuda hükûmet, görüşünde ısrarlıdır» denilmekte ve bunun cevabının acele beklenmekte olduğu bildirilmekteydi. Ziya Paşa'nın gönderilmemesi ile ilgi ricamıza hükûmet iltifat etmemişti. Ziya Paşa'yı görevlendirmiş ve göndermişti. Ziya Paşa Eskişehir'e kadar gelmiş ve oradan izin alarak geri dönmüştü.

Cemal Paşa, aynı telgrafında «Bozkır olayından dolayı basına verilen bildirinin tarzını, hükûmet, aramızdaki uzlaşmaya aykırı görmektedir» diyordu. Oysa, böyle bir bildirimiz yoktu.

Cemal Paşa'nın bu telgrafına şu karşılığı verdik:

Şifre İvedi Sivas, 3.11.1919
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri'ne
İlgi: 2.11.1919 tarih ve 501 sayılı şifre:


     Hükûmetle millî teşkilât arasında samimî bir uzlaşmaya ve gerçek bir görüş birliğine vardık. Zâtıdevletleri vasıtasıyla pek önemli bir istirhamımız vardı. O da meşru bir gayeye yönelen millî teşkilâtın zarar görmemesi için, bütün yüksek dereceli memurların bu görüşe göre seçilmesi, karşı olanların değiştirilmesiydi.
Bunlarla ilgili olarak birbiri ardınca yaptığımız istirhamlara cevap alamadık. Trabzon ve Diyarbakır valileri ile Antalya mutasarrıfı hakkında ne yapıldığını daha bilmiyoruz. Yalnız, durumu yerinde incelemeksizin, Dahiliye Nezareti, Konya'ya Muhipler Cemiyeti üyelerinden, pek yetersiz ve güçsüz olan Suphi Bey'i vali olarak gönderdi.

      Dahiliye Nâzırı'nın bu gibi konularda bizimle hiçbir temas ve ilişki kabul etmediği; sanki millî teşkilâta karşı imiş gibi davrandığı kanaati uyanıyor. Bu düşüncemizde yanılıyorsak, durumun açıklanmasını ve aydınlatılmamızı rica ederiz. Ankara Valisi Ziya Paşa'nın kendi isteği ile izin aldığını arz etmiştim. Tabiî yine kendi kendisi, resmî olarak Ankara Valisi sayılmaktadır.
Ancak, arz ettiğim noktadaki şüphe ve zan ortadan kalkıncaya kadar, adı geçen valinin izinli oluştan yararlanmaya devam etmesi en iyi şekil olarak kabul edilmelidir. Polis Müdürlüğü'nün hâlâ Nurettin Bey gibi bir kimsenin elinde bulunuşu, zâtidevletinizin de bu pek önemli noktaya karşı kayıtsız davranmakta olduğunuz kanaatını vermektedir. Halbuki, bu hoşgörürlüğün sonucu hem hükûmete hem de millî teşkilâta zararlı olacaktır. Hey'et-i Temsiliye'nin millî teşkilâtı ve millî birliği bozacak en ufak bir durum karşısında görmezlikten gelemeyeceğini elbette hoş görürsünüz.

Bozkır olayı hakkında, Hey'et-i Temsiliye'ce basına bir bildiri verilmemiştir. Bunda bir yanlışlık olacaktır. Belki de, bu haberler, İrade-i Milliye gazetesinin aldığı bilgilere dayanmaktadır. Hey'et-i Temsiliye'nin bir gazeteye sansür koyma yetkisinin bulunmadığı yüksek malûmunuzdur. Bununla birlikte gazetenin dikkati çekilmek üzere, bu haberde, hükûmet ile aramızdaki uzlaşmaya aykırı görülen noktaların açıklanmasını istirham ederiz.
Hey'et-î Temsiliye adına

Mustafa Kemal.,

Hey'et-i Temsiliye'nin temsilcisi ve Millî Mücadele'den yana olduğunu iddia eden Cemal Paşa'nın telgrafımıza cevabı şudur:
Harbiye, 4/5.11.1919

Sivas'ta 3'üncü Kolordu Komutanlığı'na.,

     Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne: Resmî bildiride yazıldığı gibi, bugünkü hükûmet, böyle bir zamanda, sırf vatan ve memlekete hizmet emeliyle büyük bir sorumluluğu üzerine almış ve bu görevini yerine getirmek için tam bir tarafsızlık ve samimiyetle hareket etmekte bulunmuş olduğundan, aşağıdaki noktaların acele olarak açıklanmasına gerek duyuldu:

Birincisi; milletvekili seçimlerine azınlıklar katılmadığı gibi, bugün çeşitli partiler de çekingen durumdadır. Çeşitli partiler, memlekette iki hükûmetin bulunduğunu, seçimlerin tarafsız yapılmadığını buna sebep olarak göstermekte ve azınlıkların da, sonradan, bu sebebe dayanarak seçime katılmadıklarını ileri sürmeleri büyük bir ihtimal dahilinde görülmektedir... Seçimlerin tarafsızlık içinde yapılmadığı konusundaki şikâyet ve söylentiler artarak, yabancı basın ve çevrelere kadar uzanmıştır.
Meclis-i Meb'usan, milletin bütün unsurlarını temsil etmediği ve özellikle Kuva-yı Milliye'nin etkileri ile kurulduğu takdirde, bunun dünya kamuoyunda nasıl karşılanacağı açıklanmaya muhtaç değildir. Bu bakımdan, milletvekili seçimlerinde baskı yapılmasına meydan verilmemesi zarurîdir.

İkincisi; tekrarı gereksiz sebeplerden dolayı, Meclis-i Meb'usan'ın hükûmet merkezinin dışında bir yerde toplanması, içte ve dışta çeşitli sakınca ve zararlar doğuracağından, Meclis'in mutlaka İstanbul'da toplanması memleketin hayatî çıkarlarının gereğidir.

Üçüncüsü; taşralarda, bazı kimseler tarafından, millî teşkilât adına hükûmet işlerine karışılmakta olduğu biribirini kovalayan bilgi ve haberlerden anlaşıldığından, bu karışmaların bir an önce ve sür'atle önlenmesi zarurîdir.

Bugünkü hükûmet, bu üç isteğinde ısrar etmektedir. Bunun dışında bir formülle hükûmet işlerini yürütme imkânı yoktur.
Harbiye Nâzırı Cemal


Cemal Paşa'nın bu telgrafına - Başyaver Salih Bey tarafından açılacaktır kaydıyla - verdiğimiz karşılığı olduğu gibi bilginize sunmak isterim:
Sivas, 5.11.1919

Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri'ne..,

İlgi : 4/5.11.1919

Azınlıklar ile, bu vatan ve bu millet için azınlıklardan daha da zararlı olan bazı siyasî partilerin seçimlere katılmayışlarını, onların kasıtlı ortaya attıkları sebeplere dayandırmak elbette doğru olamaz. Hristiyan azınlıkların, daha millî teşkilâtın adı bile yokken, seçimlere katılmayacaklarını ilân ettikleri bilinmemekte midir? Yaygara koparan siyasî partilere gelince, bunlar yalan söylüyorlar.

Çünkü, her yerde seçimlere katılmışlardır. Ancak, beşer onar kişiden ibaret olan bu partilerin millet gözünde bir değerleri olmadığından ve millet, temsilcilerini, bu defa İstanbul'daki politikacılardan değil, kendi bağrındaki öz vatandaşları arasından seçmekte olduğundan, bunlar kendilerinin başarı elde edemeyeceklerini anlayarak telâş ediyorlar. Buna karşı bizim elimizden ne gelebilir? Bu noktadaki gerçek karşısında, kabinenin kararsızlık içinde oluşu çok şaşırtıcıdır. Sözü edilen baskı nerede, kimin tarafından ve nasıl yapılmıştır? Lûtfen açıklanmalıdır ki, Hey'et-i Temsiliye görevini yerine getirebilsin. Asıl iddialara önem vererek telâşa düşmek doğru değildir.

Meclis'in nerede toplanacağı konusundaki görüşte, hükûmetin direnmesinin yerinde olup olmadığını zaman ve olaylar ispat edecektir. Bu konudaki son düşüncelerimizin merkezlerden alınacak cevaplar üzerine arz edileceğini bildirmiştik.
Millî Teşkilât adına, hükûmet işlerine nerede ve kimin tarafından karışılmışsa, derhal bildirilmelidir ki, gereken işlemler yapılabilsin. Ancak, Dahiliye Nâzırı Paşa Hazretleri'nin şüphe uyandırabilecek tarzdaki davranışlarına yüksek dikkatlerinizi çekmeyi gerekli görürüz, efendim.
Hey'et-i Temsiliye adına

Mustafa Kemal.,

http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/4/48.html


***