Cengiz Çandar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cengiz Çandar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

Cengiz Çandar'ın kaleminden Doğu Perinçek ve Erdoğan'la oluşan ittifakı

Cengiz Çandar'ın kaleminden Doğu Perinçek ve Erdoğan'la oluşan ittifakı




Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
30.01.2015 


Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi kitabında, Türkiye-Irak Kürtleri bağlantısının kurulmasındaki rolü nedeniyle, derin devletin kontrolündeki basın yayın organlarında "kişilik katli"ne uğratıldığından söz eder. Bu konuda işaret fişeğini Ertuğrul Özkök'ün ateşlediğini, Doğu Perinçek ve dergisinin de kendisini yaylım ateşine tuttuğunu yazmaktadır. Çandar kitapta, "Perinçek ekibinin bana yönelik kullandığı dilin prototip bir istihbaratçı dezenformasyonu olduğunu görüvermiştim" belirlemesini yaparak Perinçek'in kendisiyle ilgili söylediklerinin kontr-terör yetkililerinin söyledikleriyle aynı olduğunu söylemektedir.(s.162)
Türkiye'nin Irak Kürtleriyle siyasal ilişki geliştirmemesi için elinden geleni yapan derin devletin çelik çekirdeği Özel Kuvvetler Komutanı Binbaşı Aydın'ın, 2004'te Doğu Perinçek'le ilgili olarak Cengiz Çandar'a söylediği "sağ olsun Doğu Perinçek abimizin bizim için yaptıklarından haberimiz var." sözleri, o dönemde Özel Kuvvetler/Perinçek ilişkisinin boyutunu gözler önüne sermektedir. Çandar bundan hareketle, Doğu Perinçek'in Özel Kuvvetler, JİTEM gibi askeri güvenlik kuruluşları ve istihbarat örgütleriyle özel ilişkisi olduğunu söylemektedir. Kobani'nin IŞİD tarafından istila edilmesi sırasında Kobani karşıtı söylemde Perinçek ile CB Erdoğan'ın aynı görüşte olduğunun görülmesi, Erdoğan'ın "derin devletteki" rolünü açığa çıkarmaktadır. Son olarak da AKP'nin desteğiyle Perinçek'in Ermeni soykırımına karşı tezlerinin savunma görevinin Perinçek'e verilmiş olması, işbirliği ve eşgüdümün düzeyini göstermesi bakımından ilginçtir. Zaten, Erdoğan bunun işaretlerini vermekten de kaçınmamaktadır. En son, HDP'ye yönelik olarak söyledikleri, onun "çözüm süreci" konulu bir gündeminin olmadığını göstermektedir. 

Doğu Perinçek'in özel kuvvetler vs. ile ilişkisi 12 Eylül öncesine dayanmaktadır. Cengiz Çandar, kitapta Doğu Perinçek'le ilgili olarak Filistin Fetih Örgütü yöneticisi Abu Halid'in kendisine "Gün gelir Türkiye'ye dönersen, kesinlikle hapisten çıkmış bulunan arkadaşlarınla birlikte olup, eski örgüt ilişkilerini tazeleyemeyeceksin, çünkü konuştular, bir gizli örgütün lider kadrosu konuşursa o örgüt bitmiştir artık. Polisle mi çalışıyor bilemezsin, polis onlara bize çalışacaksın" önerisini getirdiğini söylemiştir.(s.284-288)

Doğu Perinçek, o zaman söylediklerini hiçbir zaman söylemediği kadar resmi bir devlet görevlisi olarak söylemeye devam ediyor. Bunu Yeni AKP ile birlikte yapıyor. AKP onun önündeki tüm engelleri kaldırıyor. Ajanlıktan, resmi devlet görevlisi olmaya doğru gidiyor. Erdoğan'ın tek adamlığını kabul etmiş Ergenekon bu şekilde yeni liderliğini bulmuş oluyor. Bu, Erdoğan için de Perinçek için de sonun başlangıcı olabilir. İlk darbe Kobani'de vuruldu. 2015 Haziran'da bunun devamı gelecektir. Çünkü Perinçek/Erdoğan ilk kez Kobani karşıtlığında "Ayn El Arap" diyerek aynı çizgide olduklarını gösterdiler. Yargı darbesi yaparak "Ermeni soykırımı" söyleminin avukatlığını yapması için Perinçek'in önünü açmakla kalmadılar. Heyetler halinde onunla birlikte Sttasbourg'daki mahkeme salonlarına kadar gittiler. Bu nedenle Cengiz Çandar'ın Perinçek için yaptığı tespitleri hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bunu öncelikle Kürt Siyasal Hareketi ve HDP'nin anlaması gerekiyor. HDP, bunu anladıkça parti olarak gireceği seçim barajını kolayca aşacaktır. Bunu Türkiye'deki toplumun gücüyle yapacağına inanarak kapalı kapılar ardında yapılmak istenenleri deşifre edecektir. Kapalı kapılar ardında yapılmak istenilenin Erdoğan/Perinçek ittifakına "sahte bir Kürt dayanağı" sağlamaktan başka bir işe yaramadığı görüldükçe, demokratik siyaset kazanacaktır. 

Hiç kimsenin Türkiye'de " Tek Adamlığın" taşlarını döşeme lüksü yoktur. 

***

21 Aralık 2020 Pazartesi

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ

AKP-BDP DİYALOĞUNUN GEREKLİLİĞİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
03.04.2013 
 
Kürt sorunu, çözülmedikçe yeni sorunlar çıkar. Daha doğrusu “çözümsüzlük çözümdür.” Diyenlerin sesi daha fazla çıkar. Bu da giderek çözüm isteyenleri sarıp sarmalar, çözüm isteyenler dahi çözüm önünde engel olmaya başlar. 2009 Yılında Habur süreci olarak adlandırılan sürece karşı geliştirilen kampanya sonunda sürecin mimarlarından olan başbakan tarafından bitirildi. Başbakan o gün kararlı olup, Habur sürecini devam ettirmiş olsaydı, peşinden Avrupa’dan barış grupları da gelecekti. 2009’dan 2012 yılına kadar yaşanan süreç yaşanmazdı. DTP, kapatılmaz, KCK adı altında operasyonlar bu düzeye çıkmazdı. En önemlisi de yüzlerce genç yaşamış olacak, dağa çıkan da olmayacaktı. Sürecin devam etmeyişinin yanlış olduğu ortaya çıktıkça, çözüm arayışları yeniden kendisini göstermektedir.
CHP ve MHP’nin yaklaşan yerel seçimlerin de etkisiyle bu sürecin ilerlememesi için ellerinden gelen her şeyi yapacakları ortada. Bu durumda süreci sürdürecek AKP ve BDP’den başka kimse de yoktur. Bu nedenle bu iki partinin soruna ciddi yaklaşım göstermeleri önemlidir. Aksi durumda Habur’un başına gelenler İmralı sürecinin de başına gelebilir. 2010 yılında Anayasa değişikliği konusunda kendisinden emin olan AKP o dönemde BDP’nin bazı yasal adımların atılması karşısında Anayasa değişikliğine destek verebileceğini teklif etmesine rağmen AKP buna yanaşmamıştı. Şimdiki durum daha da farklıdır. AKP’nin milletvekili sayısı Anayasa değişikliği için yeterli değildir. BDP’nin desteğine ihtiyacı vardır. BDP’nin de yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır. Her iki parti aynı ihtiyacı hissettiğine göre bu partiler birbirini daha fazla yıpratmadan çözümü görüşmelidirler. 

Aslında, AKP ve tabanı çözüm karşıtı da değildir. Tereddütler ve kaygılar daha çok başbakandan kaynaklanmaktadır. İkna olmamış bir başbakan sanki birileri ona bunu zorla yaptırıyorlarmış gibi davranıyor. Minderden kaçıyor. 

Sorunu birilerinin kucağına atıp kaçan bir başbakan, sürecin adını sürekli değiştiren bir başbakan onu bu kadar zorlayan güç kimdir? Daha önce de protokol aşamasına gelmişti. Neden meclise getirmek istemiyor. Meclise getirmekle PKK’yi taraf haline geleceği anlamında mı yorumluyor. Her şey başbakanın emri ile yürütülüyor. MİT’in Öcalan’la görüşmesi emirle oluyor. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin yasaklanması yine onun emriyle. İmralı’dan gelen mektup önce onun eline geliyor, daha sonra BDP’ye veriliyor. Özellikle parti içinde tek adam haline gelişi nedeniyle herkes onun ağzına bakmaktadır. Danışmanlar ona yol göstermek yerine onu anlamaya çalışarak onun suyuna gitmektedir. Örneğin Beşir Atalay ve Sadullah Ergin, geri çekilme sürecinde yasal düzenlemeye gerek olduğunu söylemesine rağmen, başbakan yasal gereksinime gerek yok gerekli güvenceyi ben veriyorum dedikten sonra başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ ve başdanışman Yalçın Akdoğan başbakan gibi görüş beyan ederek yasal düzenlemeye gerek olmadığını söylediler. Burada tehlikeli bir hususu vurgulamak gerekiyor: Başbakan, etkinliğini sadece kendi çevresi üzerinde değil, değişik çevreler üzerinde de gösteriyor, ona karşı çıkılmış gibi görünse bile en sonunda onun dediklerinin gerçekleşmesi adeta doğal bir hale geldi. Barışı getirecek tek kişi olduğu vurguları yapıldıkça etkinliğini en muhalif olanlar üzerinde de gösterdi. Ona karşı çıkmış gibi görünenler zamanla onun dediklerini kabul eder noktaya geldiler. 

Örneğin bir hukuk devletinde tutuklu veya hükümlü olan birinin avukatlarıyla görüşmeleri yasaklanamaz. Başbakan hiçbir yasa hükmünü tanımadan yasaklama getirmiş durumdadır. Buna karşı çıkış da yoktur. İmralı Adasına gidecek heyeti dahi kendisi belirlediği durumda BDP buna karşı koymuyor. Bunu benimsemiş durumda, barışın da savaşın da kaderi başbakana bırakılmış durumda. Bunun dünyada pek benzeri yok gibi. Aslında bu tedrici olarak toplumun değişik kesimlerine kabul ettirilmektedir. Bunun sonucu bir tarafın kendi çözümünü dayatmasıdır. Bunu o kadar ince yöntemlerle yapar ki, diğer taraf kendi çözümünü önemsemez duruma gelir. Bu da karşı tarafın çözümünü kabule doğru götürür. 2011 seçimlerinden sonra tutuklu milletvekillerinin durumuna dikkat çekmek için CHP ve BDP tarafından meclis boykotu yapıldı. Devam etmesi durumunda etkili olacağı biliniyordu. Başbakan bunu çok basit bir eylem şeklinde değerlendirdi. Sonradan onun dediği çıktı. Eylemlerden bir kazanım elde edilmeden eylem sona erdi. Üstüne üstlük İstanbul BDP’sine yemin töreninden bir gün sonra büyük bir gözaltı operasyonu yapıldı.

Yasal düzenlemeye gerek olduğu başbakanın CNN’deki röportajından da belli oluyor. Başbakan bir yandan yasal düzenleme yapılmasına gerek yok silahlarını bir yere gömüp silahsız bir şekilde sınır dışına çıksınlar demekte ve eklemektedir. Silahlı olmaları haline güvenlik güçleri onlara müdahale etmezse güvenlik güçlerinin örgüte yardım yataklık suçunu işleyeceklerini söylemektedir. 

Diyelim ki, gerillalar silahını bir yere gömüp sınır dışına çıkmaya karar verdi. Güvenlik güçleri de silahsız olsa da onun gerilla olduğunu bildiği halde onu yakalamak için bir girişimde bulunmadığı takdirde yine örgüte yardım suçunu işlemiş olmayacak mı? Örgüt üyesi olabilmek için örgüt üyesinin o anda silahlı olması gerekli değildir. Önemli olan örgütün silahlı bir örgüt olmasıdır. 

Bu bakımdan başbakanın söylemi kendi içinde çelişkili ve yasal düzenlemenin yapılışının sadece PKK’liler için değil güvenlik güçleri için de gerekli olduğu görülüyor. Güvenlik güçleri, yasalardan aldıkları yetki ve görevleri gereği bir suçun işlendiğini, bir suçlunun bir yerden bir yere gittiğini öğrendikleri anda harekete geçmeleri onların görevidir. Mevcut yasalar bu görevi açıkça tanımlıyor. Başbakan da bunu söylüyor, sınırı geçen kim olursa olsun, ister kaçakçı ister PKK’li olsun güvenlik güçleri ona müdahale etmek durumundadır. Anayasa’ya göre bu durumda olan birine müdahale edilmemesine dair devletin tepesinde yer alan başbakan emir verse bile bu kanunsuz emirdir. Bu nedenle yasal düzenleme şarttır.
MHP, başlattığı miting hamlesiyle şiddete yönelebilecek söylemlerde bulunuyor. CHP de ulusalcı damar giderek şahlanmakta, Anayasal vatandaşlığı temel alan Anayasa’daki vatandaşlık tanımından Türk ibaresinin çıkarılmasına karşı kampanya başlatmış durumdadır. Yıllar önce “laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor” yerini “Anayasadan Türk Milleti atılıyor” sloganını almış durumdadır. Bunun üzerinden sonuç almaya çalışacaktır. Bu söylem eski söylemden farksızdır. Bununla çözüm süreci karşısında geniş bir cephe oluşturulmak istenmektedir. AKP, BDP ile yan yana görünmemek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Silopi’deki sürecin sekteye uğramasında AKP’nin “süreç bitmiştir, sil baştan olacak” şeklindeki sözleri diyalogun kopması ve statükoya teslim olunması anlamına gelmiyor mu?
AKP aslında iktidardan nasiplenmek isteyenlerin bir ittifakıdır. “Kazan kazan” formülünü esas alan bu ittifak Kürt sorununun çözümünü de kazanç gözüyle bakmaya devam etmektedir. Geçmişte, polisi ve yargıyı Kürtlerin üzerine gönderenler eskisinden daha fazla etkili durumdalar. O dönemde Kürtlere dalga dalga operasyonlar uygulayanlar polisiyle, yargısıyla halen görevinin başındalar. Bu kesimler aynı zamanda “Kürt sorununu çözmek bizim neyimize” anlayışını sürdüren kesimdir. 2009 Habur/Silopi’deki karşılamalarda görüldüğü gibi bu kesimin engelleyici etkisi CHP ve MHP’den daha fazla olmuştur. AKP veya hükümet çözüm önünde engel olarak BDP, CHP ve MHP’yi görmek yerine bunları görmek zorundadır. Başbakan, halen kendi içindeki bu kesimlerin yalanlarına doğruymuş gibi bakmaya devam ediyor. Örneğin halen “Öcalan’ın avukatlarının Öcalan’ın görüşmelerini, avukatlar değiştirip veriyorlar” şeklinde söylemler kullanıyor. Oysa avukatlara dair iddianamenin 87. sayfasında “avukatların hazırladığı görüşme notlarıyla devletin kayıt altına tuttuğu notlar arasında farklılık bulunmadığı tespit edilmiştir.” Yine ÇHD’li avukatlarla ilgili olarak sürekli 11 kapalı hücreden bahsetmesi hususunun da bundan farkı yoktur.  

Başbakan ve hükümet Kürtleri veya PKK’yi bir taraf şeklinde görmemek adına yasal düzenleme yapmak istemiyor. Yasal düzenleme yapmak istediği zaman sanki PKK ve Kürtler taraf olacak gibi düşüyor. Doğrusu da Kürtleri taraf statüsünde olmalarıdır. Yoksa tek taraflı bir sürece doğru gidiliyor bu da çözüm değil çözümsüzlük istemektir. Dünya, Öcalan’ın mektubunu Türk-Kürt barışı diye duyurdu. Gerçekten olan da buydu. Kürtlerin onurlu ve eşit bir halk olarak barışın sağlanmasında taraf olması kadar normal bir durum olmaz. Anadilde savunmayı ve 4.yargı paketindeki tavrı AKP’yi anlamak için yeterlidir. Anadilde savunmanın alanını darlaştıran ve paralı hale getiren bir partiden daha ileri bir düzenleme beklenemez. Oturup bu partinin pratiğine ve çıkardığı yasalara bakmak yeterlidir. AKP, değişimci ve reformcu bir parti değildir. İçine girdiği devleti değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve demokratikleştirmeyi düşünmemektedir. 

AKP’nin değişimci ve reformcu yönü ilk iktidara geldiğinde olmuştu. AB’ne uyum rüzgarı estiriyor, Ahmet Necdet Sezer ve Anayasa Mahkemesi onun önünü kesiyordu. Bu şekilde statükolarını sürdürebileceklerine inanıyorlardı. Anayasa’nın kendilerine sonsuza kadar güvence verdiği inancıyla AKP’nin özellikle yerel yönetimler reformunu kuşa çevirdiler. Böyle 2007 yılında iktidarı tamamen AKP’ye devrettikleri zaman mevcut yasaları koruyarak teslim ettiler. Oysa o yıllar Türkiye için demokratikleşmenin fırsatı yıllarıydı. Çünkü demokrasiye en çok ihtiyacı olan AKP’ydi. Kapatılma ile karşı karşıya kalmışlardı. O dönem AKP’nin en azından kendisi için ancak tüm toplumun faydalanabileceği düzenlemeler karşısında sert duruş olmamış olsaydı bu gün başka bir Türkiye’de olmuş olacaktık. O dönemde tam iktidar olmamasına rağmen laiklik elden gidiyor söylemi en revaç söylemdi. Bu gün kimse bundan söz etmiyor. Başkaları için yaptıkları yasaların engellerine kendileri dolanıyorlar. Şimdi durum değişti. Devleti devir aldılar. Kendi içlerinde dahi demokrasiyi rafa kaldırdılar. İslami duyarlılık iktidar karşısında sus pus oldu. AKP değişim ve reformdan çok pragmatik davranarak mevcut durumunu sürdürmeye çalışıyor. Demokratikleşme düşündüğü yoktur.

Yine de Türkiye çözümsüzlüğü daha fazla taşıyamaz. AKP’nin bunu fark etmesi lazımdır. 2002-2005 dönemine benzer hamlelerde bulunmak zorundadır. Çözümsüzlük kaosu, AKP ve BDP’yi birlikte hareket etmeye zorlamaktadır.
Başbakanın 29 Mart CNN Türk’teki açıklaması çok tehlikeli bir açıklamadır. Başbakan, güvenlik güçlerinin silahlı örgüt üyesini gördüğü anda ona yönelik yakalama veya vurma yoluna gitmemesi durumunda onların örgüte yardım ve yataklık suçunu işleyeceklerini söylemiştir. Güvenlik güçlerinin bunu bir talimat olarak algılayıp eskisinden daha fazla çatışmaya yönelebileceklerini tahmin etmek gerekiyor. Daha önceki ateşkes veya çatışmasızlık durumunda güvenlik güçleri kendi inisiyatiflerini kullanarak çatışmadan uzak durabiliyorlardı. 

Başbakan bu açıklamasıyla güvenlik güçlerinin inisiyatif kullanmaları halinde örgüte yardım suçu işleyeceklerini söylemekle güvenlik güçlerini adeta çatıştırmak için çaba harcamaktadır. Bu husus dahi geri çekilme için yasal güvencenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Bu güvenceye sadece PKK’nin değil, güvenlik güçlerinin de ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. Başbakan, PKK’ye “silahını bırakıp, evine dönebilirsin diyebilir ancak silahını bırakıp sınır dışına çık diyemez.” Bunu demek PKK’ye silahını bırakma anlamına gelir. Nitekim, KCK, “Erdoğan’ın iddia ettiği tarzda bir geri çekilme durumu Hareketimizin gündeminde değildir. Devlet tarafından gerekli adımların atılması, bu temelde yasal ve olumlu bir zeminin yaratılması sonucunda güçlerimizin geri çekilme durumunun gündeme gelmesi mümkün olacaktır.” Açıklamasında bulunarak yasal güvencenin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Cengiz Çandar da 31 Mart 2013 tarihli yazısında başbakanın açıklamasındaki yetersizlik ve çelişkiye dikkat çekmiştir.
Belli bir tabanı olan bir partinin kendi tabanının istemlerini ileri sürmesi kadar normal bir siyaset anlayışı olamaz. Newroz’da milyonlarca kişinin haykırışını hiçbir güç görmezlikten gelemez. Bu hususlar gösteriyor ki, çatışmak isteyen Kürt tarafı değildir. Kürtleri eşit bir taraf gibi görmek istemeyen AKP’dir. Kürtlerin eşit bir taraf olarak görülmesi bir yana binlerce tutuklunun hukuksuz bir şekilde tutukluluklarının devam etmiş olması, gerçek temsil önünde en önemli engellerden biri olan %10 seçim barajının indirilmesi konusunda hiçbir adım atılmayışı geçmişteki Kürtlere yönelik devletin refleksinin AKP şahsında devam ettiği söylenebilir. Kürt siyasetinin bu konudaki taleplerine bakarak BDP veya Kürt siyasetinin sürece zarar verdiğini söylemek BDP’nin siyasal varlığını inkar etmek anlamına gelir. Hatta bu konularda yaşanacak kutuplaşmanın arka planında Kürtlerle devlet arasındaki bir kutuplaşmanın görünen bir şeklidir.

Gelinen noktada Kürt sorunun kiminle çözüleceği konusunda tartışmalar bitmiştir. Kürt halkı, 21 Mart 2013 Newrozu’nda bunu ortaya koymuştur. Sorunun nasıl çözüleceği de bellidir. Ancak çözümün nasıl olacağı konusunda bakış açıları birbirinden uzaktır. Ortak noktaların bulunup çözümün hızlı bir şekilde olması zorunludur. Bunun yolu da AKP ile BDP’nin bir araya gelip gerçek bir diyalogu oluşturmaktan geçer. Öcalan’ın kolaylaştırıcı tavrı da dikkate alındığında hükümetin sorumluluğunun daha ağır olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. BDP’ye nasıl hareket etmesi gereken kesimlerin AKP’ye de bunu hatırlatmaları gerekmektedir. AKP’nin uyarılması gereken bir konu da Akil İnsanların belirlenmesi konusunda AKP’nin ortaya koyduğu devletçi tutumdur. 

Başbakanın tek taraflı belirlenmesiyle oluşacak akil adamların kim olduklarından çok nasıl atandıkları ve nasıl görev yapacakları tartışılacağından dolayı bunun sorunun çözümünde bir etkisinin olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Her şeyden önce oluşacak bu heyet sivil olmalı, devletin bürokratik bir organı haline gelen heyetin sorunun çözümü önünde engel haline geleceği de bilinmelidir. 

Bu da başbakanın her şeyi ben belirlerim anlayışından vazgeçmesini gerektiriyor. 

Görünen o dur ki, başbakan hiçbir şeyden elini çekmediği gibi bundan da elini çekmeyecektir. 
Bu da Çözümsüzlüğün kaynağının nerede olduğu konusunda bize ip ucu vermek için yeterlidir.

***

11 Aralık 2020 Cuma

NOKTA'DAN ERTUĞRUL'A BEKLEDİĞİ PAS GELDİ


NOKTA'DAN ERTUĞRUL'A BEKLEDİĞİ PAS GELDİ 


Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN
26 EKİM 2004
"Düşman bir Kaos içindeyse, Kendi kendini yener"
Sun Tzu Savaş Sanatı


Biliyor muydunuz?

Bir kaç bin satan "Agos" isimli gazetesinde "Hoş Gidişler Ola" manşeti ile AB raporunu Ermeni Milliyetçiliği adına kutsarken Mustafa Kemal ile dalga 
geçme hatasını işleyen Hrant Dink ismli şahsın; 21 Mart 2003 yılında Los Angeles merkezli "İstanbul Ermenileri Organizasyonu" isimli kuruluş tarafından 
ödüllendirildiğini ve Cengiz Çandar ile birlikte ABD'de " Ermeni Soykırımı " konferanslarına katıldığını

Kaynak: Serdar Kuru / Türkiye Dönüştürülürken,
 
Hürriyet gazetesinin iki baş yazarı; Türkiye'de devletin bölünmüşlüğünün de sembolü gibi duruyor karşımızda.

Biri Oktay Ekşi...İfadesi ve duruşu ile; Cumhuriyet'in ve bu ülkenin temellerini "moda" hezeyanlar uğruna tartışmak gibi bir gaflete düşmeyecek kadar bilinçli; hataları ve sevapları ile köklü bir yazar...

Diğeri Ertuğrul Özkök.. Komili'nin Zeytinyağı'ndan, İzmir'deki bilinçaltı anılarına kadar kendi "trendlerini" topluma yamayacak kadar narsist ve "değişim" adına gittiği yöne değil, pahalı şaraplarını yudumlayabildiği sürece bindiği kayığın konforuna bakan bir isim...

Biri AB raporunu; Türkiye adına masaya yatırıp; rapordaki tuzakları Hürriyet'in ana sayfasından deşifre edecek kadar gazetesinin çizgisine muhalif...
Diğeri; Kandil dağına muhabir yollayıp, PKK'lı terröristleri milletin gözüne "gitar çalan sevimli kızlar" portresi ile sokacak kadar kıblesini kaybetmiş bir "kalem"...
İşte bu Ertuğrul Özkök'ün ara sıra "tabu yıkan" yazılarına tanık olursunuz. 
Geçen aylardan bir tanesinde yine bu tarz bir yazı kaleme almış ve " MİT Başkanı ile hiç tanışmadığından" tutun da, " Hürriyet'in devletin gazetesi olduğu "na kadar bir çok inci ile süslediği satırların arasına; Hürriyet'in " Türkiye Türklerindir " motosunu da konu etmiş ve bunun değişmesinden kaleminin ucu ile söz edivermişti.

Ertuğrul o sırada bu konudan kaleminin ucu ile bahsedince not almayı ihmal etmedim. 

Ne de olsa Ertuğrul; özel mahzenini şişesi 400 dolar olan şaraplar ile o ince kalem darbeleri sayesinde dolduran bir "üstad" olduğu için; elbet bu kalem darbesinin de birileri için bir anlamı olmalıydı.

Ve beklenen an geldi...

Bu hafta çıkan Nokta'nın kapağına bir bakın...
Nedense artık AB'nin yıldızları olmadan resmedilmeyen bayrağımızın fon rengine; Hürriyet'in Atatürk'lü logosu bayrak rengi siyaha dönüştürülerek yerleştirilmiş ve altına bakın neler yazılmış...
"Türkiye Türklerindir; Kürtlerindir, Sünnilerindir, Alevilerindir, Çerkezlerindir, Lazlarındır, Boşnaklarındır, Rumlarındır, Ermenilerindir, Yahudilerindir, Süryanilerindir, Pomaklarındır, Gürcülerindir, Tatarlarındır"
Bu tür fütursuzluklar zamanında devletin derinlerinden duyduğum bir cümleyi hatırlatıyor : "Bırakın bölsünler, zamanı gelince hepsini toplarız". 
Türkiye'yi önüne gelene paylaştırmak konusunda bu kadar bonkör davranan Nokta'da; "GAP ve İsrail" kapağından sonra gerçekleşen ekip değişiminin aynı anda hem İsrail'in siyonist emellerine, hem de AB'nin bölücü emellerine bu kadar hizmet ediyor olduğunu görmek gözümüzü yaşartmıyor değil.
Fakat bu kapağın bir diğer özelliği var...
Nokta Dergisi; Ertuğrul Özkök'e uzun zamandır beklediği pası atıyor...hani şu ufak kalem darbesi ile " Hürriyet'in motosunu tartışmaya açmak için pas bekliyorum" diyen Ertuğrul...

Şimdi açılacak perdeyi izleyin sevgili okuyucular...

Yakın bir gelecekte Ertuğrul Özkök; Nokta'nın kapağına gönderme yaparak ve dolayısı ile böyle bir tartışmayı tek başına açma yükünden kurtularak; Hürriyet'in "Türkiye Türklerindir" motosunu tartışmaya açacak...
Gerisini siz düşünün...
Hürriyet'teki iki başyazarın Türkiye'de devletin bölünmüşlüğünün de göstergesi olduğunu söz ederek başlamıştık yazıya...
Devlet; küresel güçlere senkron kadrolarla, küresel güçlerle asenkron kadrolar arasında ayrışırken; 
Ertuğrul'un yazıları ile Oktay Ekşi'nin yazılarını yanyana okumaya devam edin.
Çok şey öğreneceksiniz. 

K.D

***

9 Ekim 2020 Cuma

AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller!

 AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller! 


13 Aralık 2012


AB – KÜRT KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİNDEN:


“Kürt Baharı kaçınılmaz!”
“İsrail PKK’ya desteğini sürdürecektir!”
“Türkiye için yeni bir Anayasa yapılacaktır”
“Türk hükümeti Öcalan’la müzakereye devam edecektir!”
“Tüm ülkeler PKK’yı terörist listesinden çıkarmalıdır!”
AB konferansında “bölünmeyi” en çok savunanlar “Türkiyeli” gazeteciler!
5-6 Aralık’ta Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda toplanan Kürt Konferansı katılımcıları ve açıklamaları kör gözleri açacak nitelikteydi!

“AB, Türkiye ve Kürtler” adlı 9. uluslararası konferansa Türkiye’den AKP milletvekili Galip Ensarioğlu, CHP’den Rıza Türmen, BDP’den Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş, gazeteci olarak Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Serdar Akinan, Ahmet Şık, Nuray Mert, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nden Raci Bilici ve Kocaeli Üniversitesi’nden Profesör Sevtap yokuş katıldılar.
‘Türk’ gazetecilerin, İsrail / MOSSAD mensubu konuşmacılar ile hemfikir olarak ‘Sıra Kürt Baharı’nda!’ demeleri ilgi çekti..


İsrailli akademisyen Ofra Bengio, “Son yıllarda PKK bölgede güçlendi, İsrail’in geleceği için bu çok önemli. Bu süreçte Kürtler bölgede stratejik bir rol kaptı ve İsrail’in buna desteği sürecektir” şeklinde konuştu..

Gazeteci Cengiz Çandar ise İsrail görüşlerine tam destek vererek “Kürt Baharı’nın zamanının geldiğini” savundu ve “Türkiye’nin terör örgütü PKK’yı tanımak zorunda kalacağını” belirtti. “Türkiye, PKK’yı ve onun temsilcilerini tanımak zorunda kalacak. Biz bunun için çalışacağız. İsrailli dostum Ofra Bengio da bunun için çaba harcayacak” dedi.
Gazeteci Serdar Akinan da Kandil’e ve orada yerleşik terör örgütüne övgüler düzdü! Kürt 
Konferansı sonuç bildirgesinde 2012 sonunda Türkiye’nin ‘ Demokratik’ ve ‘yeni bir anayasa’ya kavuşacağının altı çizildi.



Konferansta, Türk hükümetinin Suriye’deki savaşa yaklaşımının, Kürtlerin kazanımlarını yok sayma ve anti kürt eksen yaratmaya yönelik olduğuna değinildi.
Türkiye ve Suriye’deki diğer ‘taraf’ların, bir diyalog ortamının hazırlanmasında girişken olmaları gereğinin altı da çizildi!
Ve konferansta Türkiye hükümetinin Abdullah Öcalan ile ‘diyaloğunun’ ŞART olduğuna da değinildi.

Konferans ayrıca tüm ülkelere, PKK’nın Terör örgütü olarak listelenmesine son verilmesi çağrısı yaptı!

Türkiye’nin ‘BÖLÜNME’ konferansı düzenleyicileri arasında Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı Papaz Desmond Tutu, ve İranlı ‘muhalif’ Şirin Abadi, Avrupa Konseyi iyi niyet elçisi Bianca Jagger, Türkiye’den Yaşar Kemal, ve Vedat Türkali, ve Avrupa’dan ödüllü Leyla Zana ve Amerikalı yazar Naom Chomsky de bulunuyor.


Amerikan Kongresinden, İngiltere Almanya ve Hollanda istihbaratından ve Suriyeli Kürtlerden temsilcilerin katıldığı konferansta ‘bölünmeye’ en iştahlı konuşmaları yapanlar ‘Türkiyeli’ gazetecilerdi!


Banu AVAR, 13 Aralık 2012
banuavar@superonline.com


https://banuavar.com.tr/ab-kurt-konferansinda-oten-bulbuller-banu-avar/


***

14 Ekim 2019 Pazartesi

AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi., İslamiyete Zararları.,



AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi.,
İslamiyete  Zararları.,





BU YAZI 21 ARALIK 2013 TARİHİNDE ENGİN ÖZPINAR TARAFINDAN YAZILMIŞTIR.

AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi

Türkiye’de, Yolsuzluk Operasyonuyla tırmanan siyasi gerilim dışarıda da büyük yankı uyandırdı.

AK Parti-Gülen Hareketi (Cemaat) arasındaki iktidar mücadelesi” algısı Avrupa basınındaki ortak kanı…

İngiliz basınındaki yorumlarda hükümetle cemaat çatışmasına dikkat çekiliyor ve yetkililerin Gülen Hareketi’ni “ Devlet içinde Devlet” olarak gördükleri belirtiliyor.

Guardian, gözaltı dalgasının Başbakan Erdoğan’ın üzerindeki baskıyı artırdığını ve yerel seçimlere aylar kala hükümette şok etkisi yarattığını yazıyor.

Financial Times, Başbakan Erdoğan’ın operasyonla ilgili olarak “içeride ve dışarıdaki karanlık odaklar tarafından kurulmuş bir tuzak” değerlendirmesine vurgu yapıyor.

Times, Türkiye’den bir yazarın, Cengiz Çandar’ın görüşünü aktarıyor:

“Yargı, yanına bazı Emniyet güçlerini de katarak iktidarın kalbini hedef aldı. Bunun geçmişte bir emsali yok.”

Almanya’dan Frankfurter Allgemeine Zeitung da yaklaşan yerel seçimi anımsatarak şöyle diyor:

“Türkiye’nin en güçlü iki Müslüman reformist [Grubu] arasındaki kırılmanın önümüzdeki yıl mart ayında yapılacak yerel seçimlere etkisinin ne olacağı tartışmalı hale geldi. (…) Ancak kırılma kısa vadede Erdoğan’ın gücünü tehlikeye atamaz.”

Berlin merkezli Tageszeitung yorumuysa oldukça ilginç:

“Gülen cemaati AKP’nin yükselişini 10 yıldan fazla bir süredir güçlü bir şekilde destekliyordu. Laiklerin cezaevlerine gönderilmesinde birlikte savaşmışlardı. Ancak şimdi İslamcı devrim, kendi çocuklarını yiyor.”

Bu arada Batı medyasında ortak bir kuşkuya, “siyasi istikrarsızlık” olasılığına dikkat çekildiğini belirtmekte yarar var.

Örneğin diyorlar ki, “Ekonomisi düşünüldüğünde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu en son şey politik risklerin artmasıdır.”

Yabancı bakışıyla Türkiye’de gidişat böyle, kuşkular ve uyarılar bu şekilde…

İsrail’den Uçuşlar başlıyor…

İsrail havayolu şirketleri 5 yıllık aradan sonra 2014 yazında Türkiye’ye yeniden uçmaya hazırlanıyorlar.

İsrail Ulaştırma Bakanı İsrael Katz, Türkiye ile imzalanan anlaşmanın ardından uçuşların başlayacağını açıkladı.

Bakan Katz, anlaşmayı İsrail havayolu şirketleri açısından önemli bir mesaj olarak değerlendirdi.

İki ülke arasındaki ilişkilerin iyi olduğu yıllarda binlerce İsrailli Türkiye’ye seyahat ediyordu. (Kaynak: DW)

AİHM kararı, Perinçek ve Hollande,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “Ermeni soykırımı” inkârının cezalandırılmasına yönelik çabalara “Doğu Perinçek” kararıyla ağır bir darbe indirdi.

Bilindiği gibi, İşçi Partisi lideri Perinçek soykırımı reddeden bir konuşması nedeniyle İsviçre’de mahkûm edilmişti. Perinçek de bunun üzerine AİHM’de İsviçre aleyhinde dava açmıştı.
5 yıl sonra sonuçlanan davada AİHM Ermeni soykırımını inkârın ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi. Tersine, ifade özgürlüğünü asıl ihlal eden İsviçre’ydi.

İsviçre’nin üç ay içinde AİHM kararına itiraz hakkı var.
Karar kesinleştiğindeyse benzer davalarda emsal oluşturma niteliği kazanmış olacak.
Öte yandan Fransa Cumhurbaşkanı Françoise Hollande, Sarkozy döneminde reddedilen inkâr yasasını yeniden canlandırma çabasında…
Fransa’da Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılmasını amaçlayan yasa Anayasa Konseyi tarafından Fransız Anayasası’na aykırı bulunmuştu.

Şimdi bunun üzerine bir de AİHM kararı eklenmiş oluyor.

Ne var ki, Hollande’ın, 2014 Mayıs’ında Erivan’a yapacağı ziyaretten önce yasayı çıkarmak istediği bildiriliyor.


http://politikakademi.org/2013/12/yabanci-bakisi-ak-parti-gulen-hareketi-cekismesi/

***



AK Parti Cemaat Çekişmesi.,

Z. Abidin KIYMAZ
E-posta: zakolay@hotmail.com
18 Aralık 2013 Çarşamba 12:38




AK Parti Cemaat Çekişmesi.,

Önümüzdeki bir buçuk yıl boyunca cemaat-hizmet-Fethullah Gülen hareketi gibi değişik isimlerle anılan ve anlamaya çalıştığımız olguyu tartışarak geçireceğiz. Cemaat AK Parti ile yollarını ayırdıktan sonra kimlerle yoluna devam edecek, İstanbul'dan Mustafa Sarıgül'ü destekleyecek mi,  İdris Bal ve Hakan Şükür'ün istifalarını başkaları izleyecek mi, bir parti ile anlaşacaklar mı?

Perşembe akşamı cemaate ait BUGÜN Kanalında yayınlanan "Büyük Takip" programının takip konusu "Hizmet Hareketi" idi. Cemaat mi hareket mi bir çeşit parti mi başka bir şey mi diye yaşadığımız kafa karışıklığı Büyük Takip programı ile yerini anlaşılır bir tanıma bıraktı. Cemaate mensup ne kadar kurum, kuruluş, yayın organı var ise o programda ortak bir ses etrafında buluşmuşlardı.

Cemaat AK Parti ile yaşadığı çatışmayı hukuk ve destek vermiş olmak referansları üzerinden meşrulaştırıp gücü ve pozisyonunu korumaya, AK Partiyi bu güç ile caydırma mücadelesi veriyor. Dahası mevcudiyetinin ne kadar oya tekabül ettiğini de test etmek istiyor. Arzuladığı gibi bir netice elde ederse cemaat başka bir strateji izleyecek.

AK Parti için askerle ve vesayet sistemi ile olan mücadelesinden daha zorlu bir etap başladı. AK Parti bu sefer müzmin muhalifleri ile değil bir iç hesaplaşma ile mücadele veriyor. Cemaat'in bıraktığı boşluğu diğer cemaat ve tarikatların saflarını sıklaştırarak aşmaya çalışıyor.

Siyaseten öğretici bir süreçten geçiyoruz. Zira Türk siyaseti bugüne kadar Fethullah Gülen hareketi benzeri bir oluşumla muhatap olmadı ve daha da ötesi İslam tarihi boyunca bu tip bir yapılanmanın olduğu vaki değil. Okul, mektep, medrese diye başlayan sonra finans kurumları, spor takımlarını sahiplenmeye kadar uzanan, başbakanı yargıya teslim etmek gibi bir kudrete erişen ikinci bir örnek bulunmuyor.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin takipçiliğinden, "siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" diyen âlim ve Allah dostu Zat'ın hassasiyetini bir kenara alarak " Nurculuk " iddiası ile cemaatin geldiği bu nokta tek kelime ile hazindir.

Cemaatin çerçevesi bu denli hırpalandığında, ilgili ilgisiz her şey bu cemaat oluşumuna konmak istendiğinde Saidi Nursi Hazretlerinin neden siyaset ile şeytanı aynı kefeye koyduğu daha iyi anlaşılıyor.

Cemaat bazı siyasilere yönelik seks kasetlerini elinde bulundurmakla itham ediliyor bugün. Bir sohbetinde "üst düzey bir devlet görevlisinin bir otelde bir kadınla beraber olacağı bilgisi geldi, zaman kaybetmeden o zatı arayıp uyardım" diyen Fethullah Gülen var.

Mektep, medrese diye başlayan, "kendim için bir şey istemiyorum" diye devam eden bir cemaat olmak iddiasının geldiği noktaya bakın. Ne kadar üzüntü verici, değerlerin dejenere edilmesi bakımından ne kadar ağır bir vebal.

AK Parti-cemaat kavgası siyasete nasıl yansır, AK Parti, cemaat desteği olmaksızın oy oranlarında bir düşüş olur mu, cemaat bir başka parti ile yoluna devam eder mi sorularının benim için bir anlamı yok neticesinin nasıl çıkacağı ile de ilgili değilim. Tarih bize bir kez daha o şaşmaz hakikati öğretmiş bulunuyor. Amacınızı gerçekleştirmek için kullanacağınız vasıtalar da meşru olmak zorunda.

https://www.marasgundem.com.tr/makale/ak-parti-cemaat-cekismesi-12990

***



Gülen ve Erdoğan’ın İslami Çekişmesi ve Sonuçları.,




Aralık 3, 2018
Alon Ben Meir ve Arbana Xharra

Beş yıl öncesine kadar, Fethullah Gülen ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan birbirlerine destek veren müttefiklerdi. Her ikisi de İslam’ı, doktrinlerinin temeli olarak kullanmaktadır ve bu da onları 1923’te yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran devrimci laik devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ten ideolojik olarak farklı kılmaktadır.

Bununla birlikte, tarihsel olarak, Erdoğan ve Gülen’in İslami yönelimleri birbiriyle çelişmektedir. Gülen’den ilham alan Hizmet hareketi, İslam’ın diğer dinlerle diyaloğa açık olan Tasavvuf versiyonunu kabul ederek uygulamakta ve eğitim yoluyla aşağıdan yukarıya değişime inanmaktadır. Oysaki Erdoğan ve onun Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) otoriteyi gasp ederek ve halkı devlet güçleriyle değişmeye zorlayarak gerçekleştirebileceklerine inandıkları yukarıdan aşağıya değişime destek vermekte ve çoğunlukla ilk olarak Sünni Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği siyasal İslam’ı benimsemektedir.

Erdoğan AK Parti’yi 2001 yılında kurdu. 

Parti bir sonraki yılın seçimlerinde nisbi çoğunluğu kazandı ve Erdoğan Başbakan oldu. Erdoğan’ın, Türkiye’yi ekonomik kalkınma ve sosyo-politik reformlarla bir İslami demokrasi modeli haline getirme taahhüdü, ona, Gülen’in takipçileri de dahil olmak üzere, Türk halkı nezdinde büyük bir destek kazandırdı. Sonraki yedi yıl boyunca, Erdoğan, ilk olarak, Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan yoksul ve daha az eğitimli insanların yoğun olduğu seçim bölgelerinin acil ihtiyaçlarını karşılamak için kapsayıcı ekonomik kalkınmaya odaklandı.

Bir yandan ekonomik gelişme devam ederken, diğer yandan Erdoğan, ordunun sivil otoriteye tabi kılınmasını ve Türkiye Kürtlerinin de dâhil olduğu azınlık haklarının tanınmasını içeren sosyal ve demokratik reformlara başladı. Bu hassas alanlara hitap etme yeteneği, onun iktidarını sağlamlaştırmasına ve İslami gündemini yaymak için bir sonraki aşamaya geçmesine imkân tanıdı.

İlk zamanlarda gerçekleştirilen bu atılım ve reformlar, AK Parti’nin ülkedeki yolsuzluğu dizginleyeceği ve daha önceki Türk hükümetlerinin reddettiği demokratik reformları gerçekleştireceği beklentisi oluşturarak, Hizmet hareketi ile birlikte Türk halkı arasında AK Parti yönetimine karşı yüksek bir güven ve itimat tesis ettirdi.

Erdoğan için, kendisi de belirttiği gibi, “ Demokrasi bir tren gibidir; Hedefinize ulaştıktan sonra İnersiniz.” 

   Erdoğan’ın kendi gündemini saklayan en iyi kılıfı, Türkiye’nin AB üye ülkesi haline geleceği yönünde bir beklenti olmasa da, AB ile devam eden üyelik müzakereleriydi. 

    Erdoğan İslami gündemiyle uyuşmayacağını bildiği için bu müzakerelerde iyi niyetli değildi.

Diğer taraftan, Hizmet hareketinin resmi bir yapısı, görünür bir örgütü ve resmi üyeliği yoktur. Ancak dünyanın en büyük Müslüman yapılanmasına dönüşmüş tür. Hizmet, kendini kamu yararı için kalkınma projelerini ve eğitimi teşvik etmeye adamıştır. Gülen’in destekçileri, onun mesajlarından esinlenerek gevşek bir ittifak içinde birlikte çalıştıklarını savunmaktadır.

1999 yılından beri kendi rızası ile sürgün hayatı yaşayan Gülen, etkileyici bir iş imparatorluğu kurdu. Deutsche Welle, “Türkiye ve yurt dışındaki medya kuruluşları ağı giderek güçlendi; okulları gelecek nesli eğitip yetiştiriyordu… bankaları, Batı ülkeleri ile bazıları İslami prensiplerle yönetilen Ortadoğu ülkeleri arasında fonların hareketini ve transferini kolaylaştırdı.” diye yazdı.

Erdoğan’ın Gülen’in finans yapısı üzerinde baskı kurmasına rağmen, yüz binlerce takipçinin yanı sıra Türkiye’de ve dışarıda binlerce şirket, Hizmet’in finansmanına katkıda bulunmaya devam ediyor. Fethullah Gülen, o dönemlerde hala Türkiye’nin laik elitlerinin sıkı kontrolünde olan ve askeriye tarafından desteklenen, Türk hükümetini çökertmeye yönelik soruşturma altında olduğu 1999 yılında Türkiye’den ayrıldı.

2000 yılında, çeşitli devlet dairelerine sempatizan memurlarını yerleştirerek hükümeti devirmeyi planlamak suçundan gıyabında suçlu bulundu. Gülen bu iddiaları şiddetle reddetmektedir. Aynı iddianame bugünün Erdoğan döneminde de Gülen’in peşini bırakmamaktadır.

1999’dan önce Gülen, Anayasal olarak Laik bir Türkiye içinde faaliyet gösterdi ve takipçileri, son 40 yıldır Türkiye’nin kurumlarında yer buldular. 

   Savunucuları, onun insani yönüne vurgu yaparak ve kendi ideolojisini Türkiye’de ve 140’ı aşkın ülkede başarılı bir okullar ağı aracılığıyla teşvik etmesine atıfta bulunarak, Gülen’i “ılımlı İslam’ın gurusu” olarak adlandırmaktadır. Gülen, gençleri fen bilimleri ve yabancı dillerle eğitirken, Erdoğan, çoğunlukla fakir ve daha az eğitimli olan insanlara dayalı temelini yansıtan bir bakış açısıyla eğitim konusunda çok hevesli değildir.

Erdoğan hiçbir zaman Gülen’e güvenmemişti, ancak başlangıçta Gülen sempatizanlarının desteğini kazanmak için onunla işbirliği yapmaya karar verdi. Fakat arkasını sağlamlaştırıp, istediği diktatöryal güçleri anayasa değişiklikleri yoluyla kademeli olarak elde ettikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun unsurlarını diriltmek ve uzun süredir peşinde koştuğu “Hilafet” rüyasını gerçekleştirmek için, aralarında en başta Gülen’in olduğu rakiplerini ortadan kaldıracak bir konuma ulaştı.

Erdoğan’ın niyeti, başta Afrika ve Orta Asya olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki hükümetlere, kendi ülkelerindeki Gülen’le ilişkili okulları kapatma yönünde baskıda bulunmaktır. ABD merkezli Zaman Amerika muhabirlerinden Sıtkı Özcan, “Erdoğan’ın kendi ifadelerine ve son yıllarda ortaya atılan belgelere baktığımızda, Erdoğan’ın Gülen’i hiç bir zaman sevmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz…” diyor.

Türkiye’den araştırmacı gazeteci Aydoğan Vatandaş, Gülen hareketinin önderliğinin Erdoğan’ın asıl hırslarını görememesinin temel sebebinin, onların ordunun sivil otoriteye tabi kılınmasının ve yargının etkisinin sınırlandırılmasının Türk demokrasisi üzerinde önemli menfi etki oluşturmayacağı hatta demokrasiyi güçlendireceği inancından kaynaklandığını söyledi. “Bu kurumları zayıflatmanın demokrasinin ortaya çıkmasına yol açacağına inanmak yanlıştı.” Ona göre Erdoğan, toplumu yeniden şekillendirmek için gücünü pekiştirdi ve bu da Gülen hareketinin Türk toplumundan tamamen silinmesine yol açtı.

Temmuz 2016’daki başarısız askeri darbeden bu yana, yargıçlar, öğretmenler, polis memurları ve gazeteciler de dâhil olmak üzere yaklaşık 445.000 kişi hakkında Gülen hareketine yönelik düzmece suçlamalarla yasal dava açıldı. Diğer ülkelerden 100’den fazla Gülen hareketi mensubu kaçırıldı ya da Türkiye’ye iade ettirildi.

Gülen hareketinin Kosova’daki temsilcisi Nazmi Ulus, hareketinin okullarının (Mehmet Akif Kolejleri) eğitim-öğretimi sürdürmesine ve ülkedeki faaliyetlerin devam ettirilmesine rağmen, özellikle Mart ayında Erdoğan’ın Kosova’da yaşayan altı Türk’ü kaçırttırmasından sonra artık kendilerini güvende hissetmediklerini söyledi. “Kosova halkı söz konusu olduğunda, evet güvende olduğumuzu söyleyebiliriz, ama yine de Erdoğan’ın benlik davası… ve aynı zamanda [Erdoğan’ın Şantaj] kabiliyeti… bölgede faaliyet göstermesi göz önüne alındığında, evet güvendeyiz demek imkansız. ”.

Erdoğan, Türkiye’deki Hizmet hareketini neredeyse yok edebilmesine rağmen, yüzbinlerce Hizmet mensubu hâlâ tam anlamıyla ancak sessiz bir şekilde özel ve devlet kurumlarında yerleşmiş durumda. ABD’nin de dahil olduğu Erdoğan’ın elinin pek uzanamadığı bir çok ülkede Hizmet mensupları varlıklarını sürdürüyorlar.

Erdoğan ile Gülen arasındaki rekabet, Hizmet’i bitirme çabalarına rağmen, Erdoğan’ın kaybeden taraf olacağını işaret ediyor. Türk nüfusun çoğunluğu, tasfiye ve ağır insan hakları ihlallerinden büyük ölçüde acı çekti; Bunlara ilaveten ekonomide ortaya çıkan endişe verici bozulma ile birlikte, Erdoğan giderek popülaritesini kaybediyor.

Ancak tarihin hayırla yad etmeyeceği Erdoğan’dan farklı olarak, Fethullah Gülen seçilmediği bir konuma sahiptir ve yaşadığı süre boyunca takipçileri tarafından derinden saygı görmeye devam edecektir. Gülen’in sosyal yönelimli İslami felsefesi ve insani yardım hizmetleri, Erdoğan’ın siyaset sahnesini terk etmesinden sonra iyice azalacak siyasi İslam ideolojisinden kesinlikle daha uzun soluklu olacaktır.

 http://alonben-meir.com/writing/gulen-ve-erdoganin-islami-cekismesi-ve-sonuclari/?lang=tr

***




Erdoğan Ve AB Balkanlar’da Çarpışma Rotasındalar.,






Ağustos 3, 2018

Alon Ben-Meir ve Arbana Xharra 

Avrupa Birliği’nde tehlikeli İslami gündemini yayması yasaklanan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, şimdi de Balkanlar’da artan nüfuzunu Batı ülkelerine karşı kullanmak istiyor. Erdoğan’ın Balkanlara yönelik agresif yönelimi, iddialı politikalar peşinde koştuğu ve İslamcı milliyetçiliğini cami ve dini kurumlar ağı aracılığıyla stratejik olarak yaymaya çalıştığı bölge olan Güneydoğu Avrupa’daki Erdoğan muhalifleri arasında kaygıları artırdı.

AB ülkeleri, Erdoğan’ın İslami planından kaynaklanan tehlikeyi fark etmeye başladılar. Bunun bir sonucu olarak, Avusturya, Hollanda ve Almanya, Erdoğan’ın, ülkelerinde seçim kampanyaları düzenlemesini yasakladılar. Ayrıca, iki ay önce, Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz yedi caminin kapatılmasını emretti ve Türkiye’nin finanse ettiği imamları sınır dışı ettirdi. Ülkedeki onlarca diğer Türk imam sıkı gözetim ve denetim altına alındı. New York Times gazetesi Kurz’un , “Paralel toplumlar, siyasallaşmış İslam ya da radikal eğilimlerin ülkemizde yeri yoktur” dediğini aktardı.

Avusturya’nın camileri kapatmasına oldukça sert tepki veren Erdoğan, kararı İslamofobik olarak niteleyerek, misilleme yapılacağı sözünü verdi. Erdoğan, Bosna’da bir miting düzenleyerek Batı ülkelerine meydan okuma konusundaki eğilimini iyice belli etti. 12.000’den fazla destekçiden oluşan bir kalabalığın önünde yaptığı konuşmada: “ Demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden anlı şanlı Avrupa ülkelerinin sınıfta kaldığı bir dönemde, Bosna Hersek bizlere burada bir araya gelme imkânı sağlayarak, sözde değil özde demokrat olduğunu göstermiştir ” dedi.

Balkanlarda Erdoğan’ın sadık yandaşlarına sağladığı genişlik ve rahatlığın yıllardır keyfini süren birçok yozlaşmış politikacı, imam, STK temsilcisi ve akademisyen, Erdoğan adına kampanya yapma konusunda kararlı bir şekilde birleşmiş durumdalar. Bu yolla Erdoğan, özellikle bölgenin Müslüman nüfusu içinde kalpleri ve zihinleri kazanmayı başardı.

Arnavutluk parlamentosundaki en büyük ikinci grup olan Demokrat Parti temsilcisi Grida Duma bize, “ Arnavutluk Başbakanı Rama’nın Erdoğan’ın gönlünü hoş tutarak AB’ye karşı meydan okuması tehlikeli… ve ciddi sonuçlar doğuracak… Rama ile Erdoğan arasındaki yakınlık Arnavutluk’un jeostratejik çıkarlarına hizmet etmiyor. ” dedi.

Balkan ülkelerinden gazeteciler ve sivil toplum temsilcileri, özellikle Erdoğan’a daha önce benzeri görülmemiş bir güç veren Türk anayasasındaki değişiklik ve sonrasında Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin ardından, bir sonraki aşamada neler olacağı konusunda derinden endişe duyuyorlar.

Arnavutluk’tan bir gazeteci ve yayıncı olan Andi Bushati, Duma’nın gözlemlerini doğrulayarak, “Bu yakınlık kendini, yalnızca Rama’ın Erdoğan’ın ‘Kosova Türkiye’dir ve Türkiye Kosova’dır’ şeklindeki ifadesini alkışlaması gibi sembolik hareketlerle değil, aynı zamanda örneğin, Erdoğan’ın, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesini kınamasını desteklemek gibi siyasi eylemlerle de kendini göstermektedir” dedi.

Sırp, Makedon, Kosovalı, Arnavut ve Bosnalı liderler Erdoğan’ın yeniden seçilmesini memnuniyetle karşılayıp, dayanışmalarının bir göstergesi olarak onun için düzenlenen yemin törenine katılarak bu otoriter lidere hayranlıklarını ifade ettiler.

Bu arada, Kosova’nın Erdoğan’ın İslami gündemine boyun eğmesi giderek daha da belirgin hale geliyor. Birkaç hafta önce yüzlerce Kosovalı, Türkiye’nin Kosova’daki Büyükelçisi Kıvılcım Kılıç’ın önderliğinde “Türk demokrasisi ”ne destek amacıyla yürüdü.

Kosovalı tecrübeli bir gazeteci olan Bekim Kupina, Kosovalı liderlerinin Erdoğan’ın, ülkelerini Avrupa’ ya bir sıçrama tahtası olarak kullanmalarına izin vermemesi gerektiğini ifade ederek, “ Kosova’nın Türkiye’nin inşa ettiği dini kurumlara değil okullara, ana okullarına ve iş imkanlarına ihtiyacı var.” dedi.

AB, Balkanlar’daki nüfuzunu artırmaya çalışırken, Rusya ve Türkiye de bölgeyle olan bağlarını güçlendirmek için çok çaba sarf ediyor. AB’nin güneyindeki arka bahçesine olan ilgisinin artması, Moskova’nın Balkanlar’da yükselen etkisinden duyulan korkudan da kaynaklanmaktadır.

Belgrad’daki Avrupa-Atlantik Çalışmaları Merkezi başkanı Jelena Miliç, Erdoğan ve Sırp cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç’in gittikçe artan güçlü bağlar geliştirdiğini doğruladı. Miliç, “Sırbistan’ın hükümet kontrolündeki medyası Erdoğan’ın sicilini eleştirmedi. Erdoğan ve Vuciç, Bosnak Müslüman nüfuslu Sırbistan eyaleti Sancak’ı ziyaret ettiler, ancak Erdoğan bu ziyarette, yalnızca ekonomik ilişkileri ve yatırım fırsatlarını vurgulama konusunda çok dikkatli davrandı” diye konuştu. Miliç’e göre, Türkiye’nin bölgedeki etkisi endişe verici bir hızla büyümekte.

Ürdün, Hırvatistan, Irak, Suriye ve Lübnan’da büyükelçi olarak görev yapan, eski Bosnalı diplomat Zlatko Dizdarević, Türkiye’yi, Bosna’daki iç bölünmeleri derinleştirerek daha da güçleştiren bir “tehdit” olarak tarif ediyor.

Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı konseyinin Boşnak üyesi Bakir İzetbegović yeniden seçilmesinin gecesinde, Erdoğan’ı zaferinden dolayı kutlayarak, “Siz sadece Türkiye’nin cumhurbaşkanı değil, hepimizin başkanısınız” dedi. Bosnalı gazeteci Sead Numanoviç, bu türden açıklamaların Saraybosna’da son zamanlarda bir AKP ofisi açmış olan Erdoğan’ı, Bosna’daki müdahalelerini yoğunlaştırma konusunda daha da teşvik ettiğini ifade etti.

Numanovic,Erdoğan, Saraybosna, Novi Pazar ve Belgrad’ı birbirine bağlayan bir otoyol ve hızlı yol inşa etme sözü verdi. Bu iki projenin tek başına maliyeti 3 milyar avronun üzerinde” dedi. Numanoviç, Turkiye’de yapılan son seçimlerin sonuçlarının Balkanlar’daki siyasi etkisini artırmak için kendi gücünü ve itibarını kullanan Erdoğan’ı cesaretlendirdiğine inanıyor.

Erdoğan, mali imkânlar ve yatırımlar yoluyla bu amacını gerçekleştirmeye çalışıyor. Onu bu hedefinden alıkoyabilecek çok az şey var, çünkü Erdoğan, fazla riske girmeden AB ile tartışmaya girebileceğine inanıyor.

Grida Duma, “ Ana projeler Türk şirketlerine verilirken, son zamanlarda Arnavutluk’a yatırım yapan bir Amerikan şirketi yok ” dedi. Arnavutluk Başbakanı Rama ile Erdoğan arasındaki yakınlık konusunda hiçbir kuşku yok. Dostluk ilişkilerinin yanı sıra, birbirlerini seçimlerde de destekliyorlar.

Erdoğan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamlı günlerindeki kadar güçlü ve etkili bir ülke olacağını ifade ederek, ilkelerden yoksun pozisyonunu Batılı güçlere açıkça beyan etmiş oldu. Erdoğan’ın, Osmanlı dönemine ait unsurları yeniden yapılandırma isteği, aktif ikili ilişkiler geliştirmek istediği her ülkede ürpertici bir etki yaratmalı.

Özellikle Sırbistan ve Makedonya’nın üyelik için aday olarak kabul edildiği ve Balkanlar’daki ülkelerin çoğunun Avrupa Birliği’ne giriş müzakereleri sürecinde olduğu göz önüne alındığında, Erdoğan’ın, bölge ülkeleri ile dostane ilişkiler geliştirme siyaseti arkasında sinsi niyetleri olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin AB üyesi olma kapısı her bakımdan kapandığı bir dönemde, Balkanlar, özellikle İslami gündemini AB ülkelerinde yaymaktan alıkonan Erdoğan için AB’ye karşı kullanabileceği bir koz kartı niteliğindedir.

Batı Balkan ülkeleri AB ile uzun süreli ilişkiler arayışında olduklarından, AB, bu ülkelerde bir taraftan sosyal, politik ve ekonomik reformları teşvik etmeye devam ederken, diğer taraftan maddi destek sağlayarak ve büyük projelere yatırım yaparak Balkan ülkeleriyle ilişkilerini daha da güçlendirmelidir.

Bununla birlikte, Brexit, göç ve şiddet yanlısı aşırılıklar gibi mevzularla meşgul olmalarına rağmen, AB’nin Batı Balkan ülkelerinin entegrasyonuna yönelik istikrarlı bir ilerleme kaydetmesi gerekiyor. AB, Avrupa komisyonuna göre katılıma hazır olan Makedonya ve Arnavutluk ile katılım müzakerelerini başlatmakla, diğer Balkan ülkelerine muhtemel üyeliklerinin ciddiye alındığı konusunda açık bir mesaj gönderecektir.

Bu, Balkan liderlerine AB üyeliği yolunun açık olduğu konusunda ciddi bir mesaj verecektir. Bu hedefi gerçekleştirebilmeleri için, Balkan liderleri, AB’nin kurucu ilkelerine ihanet eden ve bölge ülkelerini İslamcı milliyetçi yörüngesine çekmeye çalışan Erdoğan’a karşı çıkmak zorunda kalacaklardır.


http://alonben-meir.com/writing/erdogan-ve-ab-balkanlarda-carpisma-rotasindalar/?lang=tr


*******





Diyanet: Erdoğan’ın Balkanlardaki İslami Aracı.,




Ekim 22, 2018

Alon Ben-Meir ve Arbana Xharra

Bugünlerde Kosova’nın başkenti Priştine’nin merkezinde bulunan bir inşaat alanına, dört minareli Osmanlı tarzı bir cami ve Türkiye bayrağı fotoğrafı içeren bir pano dikildi. Nüfusu 2 milyondan az olan Kosova 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmişti. Ülke 800’den fazla cami barındırmakta. Kosova İslam Toplumu’nun inşa ettirmekte olduğu ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) tarafından finanse edilen “Merkez Camii”nin proje maliyetinin 35-40 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.

Diyanet ayrıca, komşu ülkelerdeki onlarca başka cami ile birlikte, Arnavutluk’un Tiran kentinde, George W. Bush Caddesi üzerindeki 10.000 metrekarelik bir arazi üzerinde Balkanlar’ın en büyük camisi olan benzer bir caminin inşaatını da finanse etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkesinin Balkanlar’daki İslami nüfuzunu artırmak amacıyla iki devlet örgütü; Diyanet ve Türk Kalkınma Ajansı’nı (TİKA), bir araç olarak sahaya sürdü.

Diyanet, görevi “inanç, ibadet ve İslam ahlakı ile ilgili çalışmaları yürütmek, halkı dinleri hakkında aydınlatmak ve kutsal ibadet yerlerini yönetmek” olan resmi devlet kurumudur. Bu kurum ayrıca Türk diasporasının dini işlerinden de sorumludur. Sadece Almanya’da, kurum tarafından eğitilen imamların görevlendirildiği 970 cami Diyanet tarafından yönetilmektedir.

Erdoğan’ın Parasıyla inşa edilen camilerin.,  İslami gündemi desteklemek amacıyla siyasi hedefler için kullanıldığını fark eden ilk ülke Avusturya olmuştur. Haziran 2018’de Şansölye Sebastian Kurz, Diyanet’in inşa ettiği yedi caminin kapatılmasını emretti ve Türkiye ile bağlantıları olan 60 imamı ve ailelerini “siyasi İslam’a karşı savaş”ın bir parçası olarak Sınır dışı ettirdi.

Şubat 2016’da, Alman yasa uygulayıcısı, Diyanete bağlı din adamlarının Gülen’in takipçilerine karşı casusluğa karıştığını ortaya koydu. İki yıl önce, bağımsız bir Türk gazetesi olan Cumhuriyet, Almanya ve Balkanlar dâhil olmak üzere Avrupa’daki 38 ülkede Diyanet’in özellikle Gülen sempatizanlarının faaliyetleri hakkında istihbarat toplamada çok aktif olduğunu bildirmişti. 1990’lardan beri Diyanet örgütü hakkında casusluk suçlamaları bulunmaktadır, ancak bu yeni bulgular örgütün daha önce düşünülenden çok daha kapsamlı operasyonlar içinde bulunduğuna işaret etmektedir.

Bu arada Diyanet, Türkiye dışında 100’den fazla cami inşa ederek, dini programını, Osmanlı tarihi ile bağlantısı zayıf olan ülkelere de genişletti. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Balkan ülkeleri ile son derece güçlü ilişkilere sahip olduklarını ve bu işbirliğinin gelecekte özellikle din eğitimi, hizmetler ve yayınlarla ilgili olarak devam edeceğini vurguladı. Türkiye’nin Balkanlar’a gösterdiği önemi ve ilgiyi vurgulayan Erbaş, “Balkanlar’ın bizim için özel bir yeri var. Tarihsel bağlarımız geçmişte olduğu gibi devam edecek.” dedi.

Balkan ülkelerinin çoğu işsizlik, yabancı yatırım eksikliği ve yaygın yoksulluktan mustarip olmasına rağmen, işsizlik oranının %30 olduğu Kosova’da, Erdoğan’ın yatırımları, ironik olarak, cami ve dini eğitim kurumlarına odaklanıyor.

Kosova’nın eski İsveç Büyükelçisi ve Kosova Politika Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü (KIPRED) Genel Müdürü Lulzim Peci, Erdoğan’ın siyasi İslam planına karşı Kosova’daki en kritik muhalif seslerden biri. Kosova’da inşa edilen camilerin Erdoğan’ın İslamcı vizyonunu yayma amaçlı siyasi kurumlar olduğunu kabul eden Peçi, “Kosova ve Arnavutluk’ta, cami inşa etmek için on milyonlarca dolarlık yatırım yapmak, Türkiye’nin üstünlüğünün ve nüfuzunun sadece dini değil, aynı zamanda politik olarak da sembolü anlamına geliyor” diyor.

Erdoğan’ın Osmanlı sembolizmine yönelik muazzam yatırımları, Kosova’daki nüfusun zihniyetini etkilemek ve mevcut ve müstakbel nesiller üzerinde Türk-İslam yanlısı duyguları arttırmak için bilinçli olarak tasarlanmıştır. Diyanet’in desteklediği İslami ideoloji, Türkiye’de bile geniş çaplı infiale ve tepkiye neden olmaktadır. Örneğin, Diyanet, kızların 9 yaşında hamile kalabileceklerini ve dolayısı ile bu yaşta evlenebileceklerini, erkelerin ise 12 yaşında evlenebileceğini görüşünü açıkladı. Bu nedenle, Diyanetin faaliyetleri üzerindeki kaygılar, cami inşaatları ile sınırlı değil, aynı zamanda bu kurumun radikal İslam’a dayanan kültürel ve toplumsal etkisi ile de ilgilidir.

Türkiye’deki başarısız darbe girişiminden bir gün sonra, Arnavut ve Boşnaklar kalabalık gruplar halinde Makedonya, Bosna, Arnavutluk ve Kosova’da Erdoğan ve hükümetine destek gösterileri yaptılar. Tarihçi ve Güneydoğu Avrupa meseleleri uzmanı olan Kemal Ahmeti, “Bu, Erdoğan’ın Balkanlar’da ve diasporada istediği zaman kullandığı potansiyeli ve mekanizmaları açıkça ortaya koydu” diyor.

Ahmeti, “Arnavut camilerinin mevcut durumu, İsviçreli İslamcı Saida Keller-Messahli’nin Islamic Centrifuge in Switzerland adlı kitabında ileri sürdüğü ‘Arnavut camilerinin aslında Arnavut Müslümanların Erdoğan lehine radikalleşmesi için bu türden İslami gündemlere hizmet eden radikal merkezler olduğu’ tezini, ne yazık ki, teyit ediyor” diyor.

Din işlerinde uzmanlaşmış bir Kosovalı gazeteci olan Visar Duriki, Türkiye’nin finanse ettiği cami inşaatı projeleri vasıtasıyla Erdoğan, bu bölge üzerinde kontrol sahibi olduğu yönünde net bir siyasi mesaj gönderiyor dedi. Duriki “Kosova, Erdoğan tarafından finanse edilen daha fazla dini binaya kesinlikle ihtiyaç duymayan, bir ülke” diyor.

Camiler gittikçe artan bir yoğunlukla Siyasi İslam ideolojilerini yaymak için kullanılıyor ve bu da camilerde gerçek ibadet için çok sınırlı bir alan bırakıyor. Makedonyalı deneyimli bir araştırmacı gazeteci olan Xhelal Neziri, “Artık soru bu kuruluşların gerekli olup olmadığı değil, çünkü hedef mümkün olduğu kadar çok kurum inşa ederek bunlar vasıtasıyla Ortadoğu ülkelerinin ve Erdoğan Türkiye’sinin bölgedeki siyasi nüfuzunu güçlendirmek” diyor.

Türkiye, nüfusun çoğunluğu Hıristiyan olan Sırbistan, Makedonya ve Hırvatistan gibi Balkan ülkelerinde büyük kalkınma projelerine yatırım yapıyorken, Arnavutluk’taki Türk yatırımları ağırlıklı olarak İslami dini kurumlar oluşturmaya yöneliyor. Neziri, “Bu bölgede, özellikle Arnavutlar arasında, en güçlü ve sürdürülebilir etkinin, dinin araçsallaştırılmasıyla tam olarak oluşturulduğu görülmüştür” diyor.

Erdoğan’ın Balkanlar’daki emellerini az da olsa takip eden herhangi bir kimse bile, Türk liderin kendine özgü İslami gündemini, camiler inşa ederek ve buralara onun doktrinine bağlı imamlar atayarak Balkan halklarının ruhuna yerleştirmeye kararlı olduğu sonucuna kaçınılmaz olarak varacaktır. Bu, Erdoğan’ın, bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun unsurlarını kendi önderliğinde yeniden kurma vizyonunun bir parçasıdır.

Erdoğan’ın bizzat kendisi ve diğer birçok Türk yetkili, modern Türkiye’nin yüzüncü yılı olan 2023 yılına kadar, ülkenin bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu genişlikte nüfuz ve etkiye sahip olacağı hayallerini açıkça dile getirdiler. Erdoğan, Diyanet’i bu hedefi için ana araçlarından biri olarak kullanıyor.

Bu durum, Balkan devletleri İslam’ı kendi uzun vadeli tehlikeli planına araç olarak kullanan Erdoğan’ın onları Allah adına istismar etmesini ve önlemedikleri sürece, bölge ülkelerinin kesinlikle en büyük kâbusuna dönüşecektir.


http://alonben-meir.com/writing/diyanet-erdoganin-balkanlardaki-islami-araci/?lang=tr

***