27 Haziran 2017 Salı

Kuzey Irak’ta Bağımsızlıktan Önceki Son Adım: Referandum




Kuzey Irak’ta Bağımsızlıktan Önceki Son Adım: Referandum


Serhat Erkmen
 24 HAZİRAN 2017 - CUMARTESİ


7 Haziran 2017 tarihinde IKBY Başkanı Mesut Barzani, uzun süreden beri tartışılan “ Bağımsızlık Referandum ”unun 25 Eylül 2017’de yapılacağını resmen ilan etti. Birçok gözlemci ve analizciye göre referandum kararı IKBY içindeki güç dengesi ve Bağdat-Erbil ilişkileri ile ilişkili bir siyasi manevra aracı. Referandumun sonucu şimdiden belli olsa da bağımsızlığı otomatik olarak getirmeyecek. Fakat, bu bağımsızlığa giden yolda son adım olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bölgesel şartlar ve IKBY’nin iç dinamikleri dikkate alındığında IKBY’nin Irak’tan ayrılması sanıldığı kadar uzak bir tarihte olmayabilir.

Referandum Kararına İlişkin Gelişmeler

Mesut Barzani’nin “bağımsızlık”a ilişkin söylemleri hiç de yeni değil. Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden sonra defalarca bu konu gündeme geldi. Pek çok kez, bu iddia sadece iç politikadaki özgün dengeler ve Irak’ta Kürtlerin daha fazla hak sahibi olması için bir siyasi manevra aracı olarak görüldü. Hatta, öylesine çok dile getirildi ve geçmişte buna ilişkin alarm ziller çalındı ki; artık pek çok kişi son gelişmenin de eskisinden çok da farklı olmadığını düşünüyor. Bu varsayımın altında yatan iki temel açıklama biçimi bulunuyor. IKBY’deki özgün siyasal koşullar ve bölgesel güçlerin bağımsızlığa karşı çıkacağı varsayımı

IKBY’deki Özgün Siyasal Koşullar

IKBY’de son 8 yıl içinde bilinen siyasi dengeler büyük değişiklikler geçirdi. Gorran Hareketi’nin henüz partileşmeden 2009’da parlamento seçiminde gösterdiği başarıyla KDP-KYB ortak hegemonyasına meydan okuyabileceğini göstermesi KYB’yi zayıflattı. KYB’den kopan bir hareket olara Gorran’ın bu çıkışı, aslında KDP açısından IKBY’deki iktidarını tekelleştirmesi yolunda önemli bir adım oldu. KYB-KDP stratejik anlaşması kısa süre içinde çöktü ve hükümet içinde aslan payını KDP aldı. KYB, 2 yıl süreyle başbakanlığı elinde tutmayı başarsa da bu kazanım geçici ve etkisiz oldu.

2013’te yapılan bölgesel parlamento seçiminde KYB’nin yenilgisi katmerlendi ve açıkça Gorran’ın arkasında kaldı. Uzun süren anlaşmazlıklardan sonra yeniden bir ulusal birlik hükümeti kurulsa da bu hükümet, 2015 yılında Gorran Partisi’nden bazı bakanların hükümetten atılmasıyla tamamen KDP denetimine girdi.

Ancak, parlamento ve hükümetin, Başkan karşısında son derece zayıf ve etkisiz olduğu IKBY’de asıl sorun başkanın görev süresi oldu. Normal şartlarda 2013’te Mesut Barzani’nin görev süresi dolmuştu ve “ Temel Yasa ”ya göre tekrar aday olamaması gerekiyordu. Fakat, KDP’nin Barzani’nin başkanlığı konusunda geri adım atmaması, bu soruna yasal değil siyasal bir çözüm bulunarak görev süresinin siyasal bir uzlaşıyla 2 yıllığına uzatılmasıyla sonuçlandı.

Bu süre 2015’te tamamlanınca, bu sefer de Anayasa yazım süreci başladı. Bir Anayasa yazılarak Başkanı’nın yeni yetkilerle donatılması, görev süresinin belirlenmesi ve temelde IKBY’de siyasetin “ Yasal ” zemininin ve elbette siyasal sistemin yeniden tanımlanması öngörülüyordu. Başkan’ın görev süresi ve yetkileri de bu çerçevede belli olacaktı. Yani Mesut Barzani’nin yeniden seçilip seçilemeyeceği, seçilirse ne kadar başkan kalabileceği Anayasa’ya bağlandı. Fakat, Anayasa yazım süreci sonuca ulaşmadı. Üstelik, bölgenin IŞİD saldırısına maruz kalmasıyla, partiler arasındaki ayrılıkların bir yana bırakılması önce temel güvenlik sorunun çözülmesi gerektiği söylemi KDP tarafından güçlü bir biçimde kullanılmaya başladı.

Bu süre zarfında KYB ve Gorran’da da önemli değişiklikler oldu. KYB, Celal Talabani’nin hasta yatağına düşmesinden sonra fiilen en az ikiye bölündü. Bazı gözlemcilere göre bu bölünmenin ikiden fazla kanadı olsa da parti içi ittifaklar hala ikiye bölünmeden bahsetmemize neden oluyor. Bölünen KYB’nin içinden bir grup KDP’yle ilişkiler geliştirdi. Fakat, Celal Talabani’nin karısı ve KYB’nin kurucusu İbrahim Ahmet’in kızı olan Hero Talabani, partinin büyük kısmını kontrolü altında tutmayı sürdürdü. Benzer bir biçimde Gorran’da da içsel karışıklar yaşandı. Partinin içinde bazı kanatlar oluştu. Üstelik kısa bir süre önce partinin lideri Nevsirvan Mustafa öldü. Tüm bu faktörler, KDP güçlenirken diğer partilerin zayıflamasına neden oldu.

Ancak KDP’nin parti olarak bütünlüğünü koruması ve güçlenmesi, IKBY’nin yaşadığı dönüşüm süreci ve sancılı ekonomik durumdan sorumlu tutulmasını engelleyemedi. Birkaç yıl öncesine kadar, Ortadoğu’nun yeni Kuveyt’i ya da Katar’ı olabileceği söylenen IKBY son iki yıldır maaşları doğru dürüst ödeyemeyen, ekonominin durma noktasına geldiği bir bölgeye dönüştü. 3- 4 yıl öncesinde Kerkük petrolüne bile ihtiyaç duymadan kendi kendine yetebilen bir ekonomi kurmaya yetecek petrol rezervine sahip olduğu ve 2015’te günlük 1 milyon varil petrol üretebileceği söylenen bölge hala bu hedefine ulaşmaktan uzak. Küçük ve orta ölçekteki petrol şirketleri ekonomik nedenlerle bölgeden ayrılmaya başladılar. Büyük petrol şirketleri ise jeopolitik risk ve üretim potansiyelindeki yetersizlik nedeniyle yatırımları askıya aldılar. Üstelik, IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, çatışma bölgelerinden 1 milyondan fazla Iraklı IKBY’nin kontrol ettiği bölgelere göç etti. Bu sorunlar IŞİD’in yarattığı güvenlik sorunu öne sürülerek üstü kapatılmaya çalışılsa da halkın memnuniyetsizliği rahatlıkla gözlemlenebiliyor.

Tüm bunlara rağmen IKBY’de son 2 yılda her şey o kadar da kötüye gitmedi. IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyon çerçevesinde peşmergeye pek çok ülke eğitim vermeye başladı. Bugün IKBY, 2 yıl öncesine göre daha profesyonel, daha iyi örgütlenmiş ve daha iyi silahlanmış bir silahlı güce kavuştu. Üstelik, IŞİD’i çıkarttığı yerlere yerleşti ve buralardan geri adım atmıyor. Bağdat ile Erbil arasında 2005’ten beri devam eden tartışmalı bölgelerin önemli bir kısmı bugün IKBY’nin fiili olarak kontrolünde bulunuyor. Bu bölgeler arasında Musul’un kuzeyindeki potansiyel petrol zengini bölgeler ve Kerkük’ün dillere destan petrol rezervlerini barındıran alanları da yer alıyor. Kaba bir tahminle, IŞİDle mücadele çerçevesinde IKBY’nin sınırları %35 genişledi. Bu genişleme alanları da Kürtlerin Irak’ta tarihsel olarak hak iddia ettiği alanlarla örtüşüyor. 

Özetle, IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği 2014 Haziran’ından bu yana IKBY’de çok önemli değişikliler yaşandı. Ekonomik kriz, kendi Temel Yasası’nı bile uygulamayan bir iktidar, beklentileri karşılamayan bir petrol rezervi, bölünmüş siyasal partiler, hızla genişleyen sınırlar, güçlenen askeri yapı, başarısız Anayasa yazma girişimleri, cılız toplumsal gösteriler ve bunlara karşılık uluslar arası alanda artan sempati. Yukarıda sayılan gelişmelerin hepsi son 3 yılda IKBY’de son derece karmaşık bir iç dinamikler sarmalı oluşturdu.

Barzani Referandum’da Neden Israrcı?

Yukarıda belirtildiği gibi birçok analizci Barzani’nin referandum konusundaki ısrarının bir boyutunu iç politikada yaşanan sıkışıklığı aşmak için kullanmak istemesiyle açıklıyor. Onlara göre, Anayasa başarısız olmuşken, bölge parlamentosu işlevsiz hale gelmişken, ekonomik kriz yaşanıyorken ve görev süresi çoktan dolmuşken Mesut Barzani’nin iktidarını korumasının tek yolu referandum yaparak gündemi değiştirmek ve bağımsızlığın getirdiği dinamikle halkın desteğini yeniden konsolide edip başkanlığını sürdürmek. Böylece, 6 Kasım 2017’de yapılacak seçimler öncesi gündemi daha önce nasıl IŞİD’in yarattığı güvenliğe endeksleyerek ekonomik krizden, yolsuzluklardan ve diğer toplumsal ve siyasal sorunlardan uzaklaştırdıysa bu sefer de bağımsızlık referandumunu öne sürerek milliyetçilik üzerinden gücünü konsolide etmeye çalışıyor. Öte yandan diğer bir açıklama da; bağımsızlık hamlesinin Bağdat-Erbil ilişkilerinde Erbil’in istediklerini koparmasının bir yolu olduğu üzerine inşa ediliyor. Bağdat’ta milis siyaseti ve Maliki’nin sertlik yanlısı çıkışları arasında sıkışan Başbakan Haydar Ibadi’nin, Barzani’ye tavizler vermek zorunda kalacağı ileri sürülüyor. Bu nedenle, Barzani’nin zamanlamasının 2018’deki Irak parlamentosu seçimi öncesinde bir manevra olduğu söyleniyor.

Yani yerli yabancı pek çok gözlemciye göre ortada referandum bulunsa da bağımsızlık ihtimali yok. Bu nedenle, referandum çok da önemsenmemeli. Zaten, IKBY bağımsız olsa dahi mevcut ekonomik koşullarla yaşayamaz. Ayrıca bölge ülkeleri bu bağımsızlığa karşı durumdalar. Hatta, tartışmalı bölgelerden vazgeçmeyen Irak Hükümeti gerekirse güç kullanarak bu bölgelerden peşmergeyi çıkartır ve bu bölgeleri yeniden kontrolü altına alır. Bu nedenle bağımsızlık referandumu genelde Iraklı Kürtlerin iç ve dış politikada elde ettiği avantajları, özelde Mesut Barzani’nin kişisel iktidarını korumak için oynadığı yeni bir karttan ibaret.

Ancak, yıllardır IKBY’deki iç siyaseti ve Irak’ı inceleyen bir gözlemci olarak bu analizin doğru olduğunu düşünmüyorum. Tersine, bu referandumun kısa vadede Irak’tan IKBY’nin ayrılmasından önceki son hamle olduğunu, bölgesel şartlara bağlı olarak bu ayrılmanın 1-3 yıl aralığında ya da daha kısa vadede yaşanacağını varsayıyorum. Elbette, genelin aksine bir iddia da bulunduğunuzda bunu bazı verilerle desteklemeniz gerekmektedir. Gerekçelerimi şöyle sıralayabilirim:

Bağımsızlık Referandumu Neden Bağımsızlık Öncesi Son Adım Olarak Yorumlanmalı

Öncelikle, IKBY’deki ekonomik krizin boyutları ve olası bir Kürt devletinin sürdürülebilirliği konusundaki analizler büyük ölçüde haklı gerekçelere dayandığını kabul edilmeli. Bölgede istatistik tutulmadığından ya da mevcut istatistikler siyasal olarak yönlendirildiğinden bağımsız ve doğru ekonomik tahliller yapmak da son derece güç. Fakat, maaşların ödenmesindeki güçlüklerin piyasaya yansımasının ötesinde IKBY’nin ciddi bir borçlanma sürecine girdiği de açık. Ancak tüm bunlar bağımsızlığın önünde bir engel değil.

Bir kere, IKBY’nin sınırları içinde kalan alanlarda petrolün varlığı, kalitesi ve maliyeti tartışmalı bile olsa olası bir devletin Kerkük’ü içereceği dikkate alındığında büyük bir potansiyele ulaşacağı unutulmamalı. Kerkük gibi bir petrol denizinin varlığı hala tartışmalı alanlardan gelebilecek olan gelirlerle karşılaştırılması doğru değil. Büyük miktarda yatırım çekebileceği gibi yapılacak yatırımlar ve yenileştirmelerle üretimi 1 milyon varilin çok üstüne taşıyabilecek bir potansiyeli olduğu unutulmamalı. Üstelik, IKBY’nin büyük devletlerin temsilcisi olarak saydığı şirketlerle yaptığı petrol anlaşmalarında şirketlere karşı piyasanın ne kadar ötesinde ayrıcalıklar ve iyi şartlar sunduğu dikkate alınırsa bağımsız bir Kürt devletinin başta ekonomik sıkıntılar yaşaması ihtimali olmasına rağmen parçası olacağı ittifakın koruması altında ekonomik durumunun düzelmesi ölümcül bir soruna dönüşmeden halledilebilecek bir mesele gibi görünmektedir. Dünya tarihinde birbirine rakip devletlerin fırsatlardan yararlanmak için yaptığı girişimlerden ders çıkarılmalıdır.

İkincisi Mesut Barzani’nin kişisel kariyerine ve IKBY’deki siyasi denklemlere odaklanan analizler çok önemli bazı verileri ya gözden kaçırmaktadır ya da bilerek tersini yansıtmak için görmezden gelmektedir. Bu veriler şöyle sıralanabilir:

a.       KDP, diğer partilere göre farklı bir tabana sahiptir. Ekonomik kriz, anti demokratik uygulamalar ya da toplumsal sorunlar (istisnalar dışında) KDP’ye oy verenlerin davranışı değiştirmez. Ayrıca, yıllarca Irak’ta ve Kuzey Irak’ta seçim gözlemciliği yapan bir kişi olarak değiştirmek isteseler de mevcut seçim uygulamalarının buna izin vermeyeceğini söyleyebilirim. Üstelik, referandumun yapılması ve sonunun getirilmemesi KDP ve Barzani için başka bir riski beraberinde getirmektedir. Referandumun yapılacağı sınırlar tartışmalı bölgeleri de kapsayacaktır. Bu durumda, KYB’nin çok güçlü olduğu Kerkük, Selahaddin ve Diyala’dan IKBY’nin kontrolünde kalan bölgelerden gelecek oylar, KDP’nin göreli etkinliğindeki (Sincar’da KDP’nin güç kaybı da dikkate alınırsa) Musul civarından gelecek oylardan daha fazladır. Başka bir deyişle, referandum sonucunda IKBY’nin yeni fiili sınırları çizildiğinde yapılacak olan parlamento ve başkanlık seçimlerinde KDP başat konumunu kaybedebilecektir. O halde şu soru sorulabilir. Mevcut halde seçime gitmesi halinde birinci çıkacağı bir seçime ve çoğunluğu (azınlık sandalyelerindeki etkisiyle) kontrol edebileceği bir parlamento dengesine sahipken, Barzani neden mecliste ikinci olmaya, hatta olası bir KYB-Gorran ittifakı sonucunda hükümet dışı kalmaya razı olsun ki? Gündemi değiştirip, karizmasını artırırken başkanlık seçimi ve meclis seçiminde kaybedebileceği bir denkleme sürüklenmesinin hangi tarafı rasyoneldir?

b.      İkincisi, Mesut Barzani, yeni başkanlık seçiminde aday olmayacağını açıklamıştır. Eğer başkan olmayacaksa ve oy dengeleri değişince partisi ikinci konuma düşme tehlikesi yaşayacaksa elde edeceği kişisel karizmanın önemi ne olacaktır?

c.    Üçüncü faktör, Barzani’nin bağımsızlık referandumuyla sanki bir güven oyu alıyor izlenimi oluşturulmaktadır. Zaten oylamadan %99’a yakın bağımsızlık isteği çıkacaktır. Bu ne herkesin Barzani’yi desteklediğini ne de KDP’nin tek bağımsızlık isteyen aktör olduğunu gösterir. IKBY’de siyaset, artık bu manevralarla idare edilebilecek tecrübesizlikte değildir. İdeolojik tercihler ile birey ve grup çıkarları, aşiret tercihlerinin çoktan ötesine geçmiştir. Bu nedenle, Barzani’nin bağımsızlıktan sağladığı itici güçle partisini iktidara taşıyabileceği beklentisi bölgenin siyaseti açısından bir anlam ifade etmemektedir.

d.     Dördüncüsü, bir an için referandumun olmadığını, Barzani’nin 6 Kasımdaki seçimi kaybettiğini ve KDP’nin de KYB-Gorran ittifakına yenildiğini varsayalım. IKBY’de, Mesut Barzani kendisi o koltuktan inmediği sürece, onu oradan indirebilecek ne bir hukuki mekanizma, ne bir siyasi güç ne de bir askeri güç vardır. Patrimonyal ilişkilerin hala siyasetin temelini oluşturduğu ve bu ilişkilerin silahlı boyutunun güçlü bir biçimde devam ettiği bir bölgeye Avrupa tipi demokratik dengeler veya kişisel siyaset beklentisiyle yaklaşmak pek de gerçekçi değildir.

O halde Mesut Barzani’nin referandum yapma kararının arkasında yatan temel düşünce, referandumdan çıkacak olan “bağımsızlık kararı”yla ya 6 Kasım öncesinde bağımsızlığı ilan ederek, bölge siyasetinin denklemini bir başka dengeye taşımak; ya da referandumdan sonra yapılacak seçimde aday olmayarak geçici bir başkanı destekleyip, 2018’de Irak’ta özellikle seçim sonrasında Irak’ta güçlenen milis siyasetinin Nuri Maliki ya da benzeri bir siyasetçiyi iktidara taşıdığı şartlarda bağımsızlığı tetikleyerek Kürt devletinin ilk başkanı olmaktır.

 Bölgesel Dinamikler Bağlamında Referandum

Ortadoğu’da güç mücadelesi pek çok yönden yeni bir çatışmaya doğru evrilmektedir. Suriye’de Rusya ve ABD arasındaki gerilim ile Basra Körfezi’ndeki İran-Suudi Arabistan gerginliği bunun en önemli işaretleridir. Irak’ın parçalanması ise uzun süredir bölgesel denklemler çerçevesinde değerlendirilmiştir. Buna göre Irak’ın iç dinamikleri sonucunda ülke parçalansa ve bir Kürt devleti kurulsa dahi bölge ülkeleri ile bölge dışı güçlerin etkisiyle bu bağımsızlık engellenebilecektir.

Oysa, Ortadoğu’daki dengeler ele alındığında ;bölgede sınırlar bağlamında statükonun korunmasına yönelik ittifakların en zayıf olduğu döneme girildiği görülmektedir. Bu olgu şu biçimde ayrıntılandırılabilir:

IŞİD, sonrası, Ortadoğu’da ve Irak’ta yeni devletler ya da federal bölgeler kurulmasını neredeyse tüm ülkeler kabul etmiş görünmektedirler. Anlaşmazlık, eski merkezi devletlerin gücünün azalması ya da federal/konfederal hale dönüşmesi değil; bu olası bölgelerin sınırları ve bu bölgelerin hamilerinin hangi devletler olacağı bağlamındadır. Bu bağlamda, IKBY, IŞID sonrası Irak’ta eski şartların geçerli olmayacağını görmektedir. Fakat, bunun zamanlaması da önemlidir.

ABD’nin Rusya ile Suriye üzerinde açıkça güç mücadelesine giriştiği bir dönemde ortaya çıkan fırsattan yararlanmak istemektedir. Bugün, ABD, Kürtleri hem Suriye hem de Irak’ta müttefik olarak görmekte ve bölgedeki etkinliğinin en temel dayanağı haline getirmeye çalışmaktadır. Ancak, bunun tek başına yeterli olmayacağını gördüğünden Musul, Anbar, Rakka ve Deir Ez Zor gibi Sünni Arapların yaşadığı bölgelerde eski ve yeni ilişkilerini kullanarak federal bölge fikirlerini desteklemektedir. Bu bağlamda bakıldığında ABD’nin IKBY’deki referandum çağrısına fikren değil zamanlama olarak karşı çıkması daha anlaşılır hale gelmektedir. Şu ana kadar, ABD’den bağımsızlık referandumuna destek mesajı gelmemiştir. Referanduma itiraz bağımsızlık hakkına değil referandumun zamanlamasına yöneliktir. ABD, muhtemelen bir süre daha Irak’taki merkezi hükümetle ilişkilerini korumayı, en azından dengeli bir Irak hükümeti görmeyi arzulamaktadır. Buna karşılık, Kürtlerin bağımsızlığını ilan etmesi halinde 2018’de Irak’taki seçimde tam İran yanlısı bir Şii hükümeti engelleyemeyeceğini hesaplamaktadır. Dolayısıyla, Rakka ve Deir Ez Zor’da kurmayı planladığı düzeni oturtuncaya, Musul’da yeniden Sünni Araplar hakim kılınıncaya kadar ertelenmesi gereken bir durum olarak görmektedir. Yoksa, kesinlikle itiraz etmemektedir.

Rusya ise Mesut Barzani’nin bağımsızlık referandumu kararını ilan etmesinden birkaç gün önce IKBY ile dev bir petrol anlaşması yaparak geleceğe dair konumunu açık etmiştir. En az 20 yıl süreyle Rus petrol şirketi Rosneft’in bölgeyle dev bir ticari ilişkiye girmesini içeren anlaşma IKBY’nin kendisine yeni bir kalkan bulma hamlesi olarak değerlendirilebilir. Normalde petrol piyasalarındaki tüccarlar üzerinden piyasaya petrol satan IKBY’nin doğrudan Rusya devletini de içerecek şekilde bir anlaşma yapması ona ABD’den sonra ikinci bir kalkan sağlamaktadır. Bu anlaşma yıllardır Irak merkezi hükümetiyle olan ilişkileri nedeniyle uzak durduğu Kuzey Irak’taki sahalara doğrudan ve güçlü bir biçimde girme çabasıdır. Üstelik detayları belli olmasa da gelecekte büyük ihtimalle Kerkük’teki sahaları da kapsayabilecektir. Dolayısıyla bu anlaşma sadece bir petrol anlaşması değil, trilyonlarca dolarlık bir ekonomik ilişkiyi içeren bir siyasal müzakere metni olarak okunabilir.

Avrupa ülkelerinden gelen talepler de aslında ABD’ye benzemektedir. Avrupalı devletler de bağımsızlık fikrine ya da hakkına değil zamanlamasına karşı olduklarını ilan etmişlerdir. Şu ana kadar tek istisna görünen Almanya’dır.

Bölge ülkeleri dikkate alındığında da denklemin önceki yıllara oranla değiştiği görülmektedir. Katar Krizi sonrası Suudi Arabistan’ın IKBY’nin bağımsızlığını desteklemeye yönelik kamuoyu çalışmaları, İsrail’in öteden beri bilinen desteğini açığa çıkarması en çok göze çarpan olgular olabilir.

Türkiye ve İran referandum fikrini eleştirmişlerdir. Ancak 90lı yıllardaki açıklamaların tonuyla bugünkü açıklamaların ve girişimlerin tonu arasında büyük farklar bulunmaktadır. İşin en ilginç yanı ise Irak hükümetinin yaptığı açıklamalardır. Başbakan Ibadi, bağımsızlık referandumunu diğer Irak başbakanlarına göre çok daha yumuşak bir dille eleştirmiştir.

Ortadoğu’da verili güç mücadelesine bakıldığında IKBY, bağımsızlık için daha uygun bir bölgesel ve uluslar arası ortam bulamayacağını düşünüyor olabilir. Irak ordusu, Musul’u temizlerken hayli yıpranmıştır. Üstelik, İran’ın etkisiyle Suriye’deki güç mücadelesine dahil olmak üzeredir. Böylesine bir atmosferde, kendisi kadar donanımlı, savunulabilir sınırlar açısından coğrafi avantaja sahip Peşmergeyle dağınık Irak ordusunun ve Haşdi Şahabi’nin uğraşacak gücü olduğu şüphelidir. Suriye’de açık ve yoğun bir güç mücadelesine giren ABD ve Rusya’nın da Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak için diplomatik bir çabanın ötesine geçmesi mümkün görünmemektedir. Şu ana kadar telkinlerle Irak’ın toprak bütünlüğü korunsa da tüm devletler güç dengesini değiştirebilecek bir dinamiğe karşı olası tüm aktörleri yanına toplamak istemektedir. Suudi Arabistan ve müttefikleri ile İsrail ise İran ve Türkiye’yi zayıflatacak bu girişimi destekleme eğilimindedir. Bu durumda, son sözü söyleyecek olan İran ve Türkiye olacaktır.

Özetle, geçmişte defalarca tekrarlandığı için artık ilk çıktığı andaki kadar önemsenmeyen bağımsızlık söylemi ve bunun öncülü olan referandum, bugün başka bir yöne doğru yaşanan değişimin ayak sesleri olabilir. Gerek IKBY’deki iç dinamikler gerekse Irak ve Ortadoğu’daki dinamikler Mesut Barzani’nin önüne belki de 20 yıl daha çıkmayacak bir fırsat sunmaktadır. IŞİDle mücadele sürecinin getirdiği uluslar arası sempati, iç dinamiklerin mücadeleyi yoğunlaştırdığı iç siyasi dengeler, zayıf Irak hükümeti, Ortadoğu’da eşzamanlı ve birden çok iç savaşa bölge güçlerinin ve bölge dışı devletlerinin doğrudan ve uzun süreli angajmanı muhtemelen IKBY’ye bağımsızlık için daha iyi bir fırsat olmadığını düşündürmektedir. Bu nedenle referandumu, gelip geçici bir siyasi manevra olmaktan ziyade IKBY’nin bağımsızlığından önceki son adım olarak ciddiye alınması gereken bir gelişme biçiminde değerlendirmek daha doğru olabilir. 

Not: 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi Başkanı Doç.Dr. Serhat ERKMEN'in bu çalışmsı ilk olarak AA tarafından yayımlanmıştır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2017/06/24/8665/kuzey-irakta-bagimsizliktan-onceki-son-adim-referandum


26 Haziran 2017 Pazartesi

TÜRKİYE'YE KURULAN BÜYÜK TUZAK: EGE ORDUSU KOMUTANLIĞI LAĞVEDİLSİN KOMPLOSU


TÜRKİYE'YE KURULAN BÜYÜK TUZAK: EGE ORDUSU KOMUTANLIĞI LAĞVEDİLSİN KOMPLOSU

13 Apr 2017 05:48 AM PDT
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Ergenekon, Balyoz, Casusluk kısaca Askeri Davalar olarak adlandırdığımız süreçte sessiz ve derinden işlenen konulardan bir taneside Ege Ordu Komutanlığı idi. Süreci destekleyen birtakım odaklar Orgeneral Hurşit Tolon'unda, Orgeneral Kenan Evren gibi Ege Ordusu komutanlığı yaptığını ve Tolon'un da Evren gibi darbeci ekolden geldiğini işliyorlardı. Teorilerine  göre Ege Ordusu halk nezdinde ki milli ordu değil, darbeci zihniyeti barındıran bir sistemdi ve lağvedilmesi uygundu. Bu teoriyi incelemeden evvel Ege Ordusu'nun kuruluş evresini incelemek gereklidir. 

Türkiye'ye oldukça yakın konumda bulunan Akdeniz'in ortasında ki Kıbrıs adası 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı daha bilindik tabirle 93 Harbi sonrasında adeta İngiltere'ce el konulmuş stratejik bir yerdi. Ağır yenilgi yaşayan Devleti Aliyye, İngiltere'den yardım istedi ve İngilizler talep ettikleri güvenceye karşılık Kıbrıs'ı geçici süreliğine kiralamak istediklerini bildirdiler. Neticede bir Türk toprağının yitirilmesi 19. yüzyıla dayanıyordu. Tarihi ve kültürü olarak Türkiye'nin adeta uzantısı olan Kıbrıs'ta zamanla Rum yönetimi hakimiyet kurdu ve Türklere karşı sistemli bir yıldırma ve katliam sürecini yürüttü. Bunun üzerine 2 Haziran 1964 günü Türkiye Milli Güvenlik Kurulu adaya müdahale kararı aldı. Ancak İsmet İnönü askerlere direndi çünkü gerekli zamanın gelmediğine inanıyordu. O zamanlar sağlıklı bir çıkarma yapabilecek gemilerin bulunmadığıda belirtilmekteydi. 5 Haziran 1964 yılında ise Abd Başkanı Lyndon Johnson, Türk hükümetine bir mektup göndermişti. Tarihe Johnson Mektubu olarak geçen metinde Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale etmesinin onaylanmadığı, böyle bir durumda Nato teçhizatını kullanamayacağı ve ambargoya maruz kalacağı belirtiliyordu. Bu riskli süreç belkide biraz mecburiyetten  savunmada milli adımların hızlı atılmasını sağladı. 1965'de Milli Savunma Bakanı Esat Işık, Güvenliğimiz yalnızca ikili antlaşmalara emanet edilemez diyerek eleştiride bulunuyor ve savunmada bu tarihten itibaren gerekli girişimler gerçekleştiriliyor du. Rusya ve Mısır gibi ülkelerle askeri anlaşmalar imzalanmış, Kıbrıs'ta Mukavemet Teşkilatı hayata geçirilmişti. Şarlar hazır olduğunda ise Kıbrıs'a müdahale edildi ve bu esnada Nato'dan bağımsız olarak Ege Ordusu kuruldu. Bu sebeple Ege Ordusu halk nezdinde Milli Ordu olarak anılmıştır. Bugüne kadar Ege Ordusu komutanlarına baktığımızda 15 Orgeneralin görev yaptığı görülmektedir.  Turgut Sunalp, Kenan Evren ve Haydar Saltık'ın 12 Eylül sürecinde yer aldıkları ve Ege Ordu komutanlıkları görevlerini bu süreçten evvel ifa ettikleri birer gerçektir. Ancak bu durumun Ege Ordusu'nun darbeci ekolü var ettiği sonucunun çıkarılması bilgisizlik örneğidir. Ege Ordusu, Nato'dan bağımsız kurulmuştur ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı görev yapmaktadır. Yani Ege Ordusu Komutanlığı görevini yürütenlerden bazılarının sonradan Kara Kuvvetleri Komutanlığını yürütmeleri ya da kara ekolü içerisinde yer almaları doğaldır. Darbelerinde ana omurgasının karacılar üzerinde olduğu bilindiğine göre Ege Ordusu darbeci yaratmamıştır darbe süreçlerinde yer alan bazı karacılar zamanında Ege Ordusunda görev yapmışlardır.  Bunun dışında Ege Ordusu'nda görev yapmış ye yakın siyasi tarihte çok tartışılmış isimler önemlidir. Orgeneral Muhittin Fisunoğlu sonradan Kara Kuvvetlerindeki etkin misyonundan ötürü zehirlenmek istenmiş, suikast önlenmiştir.  Orgeneral Fikret Küpeli çalışmalarından ötürü üstün hizmet madalyasıyla ödüllendirilmiştir.  Orgeneral Hikmet Köksal da Ege Ordu Komutanlığı görevini bir dönem yürütmüş, sonrasında şu anda firari durumda bulunan savcıların yürüttüğü 28 Şubat kapsamında tutuklanmış ve serbest bırakılmıştır.  Ege Ordu Komutanlığı görevlerini yürüten Orgeneraller, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Şükrü Sarıışık, Nusret Taşdeler askeri davalar kapsamında tutuklanmışlardır. Daha sonradan tahliyeler gerçekleştirilmiştir. Askeri Lise Komutanlığı sırasında görev sahasındaki illegal örgütlenmelere göz açtırmayan Orgeneral Doğu Aktulga ise 28 Şubat kapsamında tutuklanmıştır. Ege Ordu Komutanlığı görevini yürüten komutanlardan Hayri Kıvrıkoğlu sonrasındaki Kara Kuvvetleri görevinide başarıyla sürdürmüş özellikle milliyetçi ulusalcı cephenin sempatisini kazanmıştır. Orgeneral Işık Koşaner ise astlarının özlük haklarını koruyamadaığı gerekçesiyle protesto maksatlı olarak 2011 yılında istifa etmiştir. Ege Ordusu'nda görev yapan Galip Mendi'de dönemim komuta heyeti için özel bir isimdir, Korgeneral rütbesindeyken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından tutuklu orgeneralleri ziyaret etmekle görevlendirilmiş, Ege Ordusundaki görevinden sonra ise Jandarma Genel Komutanı olmuş ve 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasında derdest edilmiştir. Burada yer vermediğimiz Ege Ordu Komutanlarıda vardır çünkü yazının maksadı Ege Ordusu'nu tanıtmaktan ziyade ordu üzerinden kurgulanan planları açıklamaktır. 

Ege Ordusundan sonra Jandarma Genel Komutanlığı görevini ifa edenlerde olmuştur. Bu bilgilerde görüldüğü gibi Kenan Evren dışında fiili bir darbede yer alan komutan  bulunmamakla birlikte tutuklananlar sonradan kumpas olduğu yüksek mahkemece kanıtlanan ve tahliye edilen komutanlar hükmündedir.  Aslında Ege Ordusu lağvedilsin kapmanyalarını başlatan merciler, bunu  genelde Hurşit Tolon üzerinden gündeme getirmişlerdir. Hurşit Tolon ile Malatya rahip cinayetleri arasında bağ kurulmak istenmiştir. Bu cinayetlerin işlendiği 2007 yılı Türk siyasi tarihinde oldukça önemlidir. Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra 2001'de hazırlanan Ergenekon şeması yeniden dönemin başbakanına sunulmuş, Ali Fuat Yılmazer İstanbul İstihbarat Şube Müdürü olarak atanmış, Malatya cinayetleri yaşanmış ve Ergenekon soruşturmalarını başlatacak Ümraniye operasyonu yapılmıştır. Yani 2007 yılı milli refleksleri hedef alan bir dönem olarak tanımlanabilir. 

Yapay darbe senaryoları adeta bir orduya dayandırılmak istenmiştir. Ege Ordusu armasında Mustafa Kemal Atatürk'ü taşıyan Kara Kuvvetleri'nden sonraki yegane armadır. Ege Ordusunda görüldüğü gibi geneli itibariyle yiğit, disiplinli, illegal örgütlenmelere göz açtırmayan ve tertip maruzu tutuklanan komutanlar görev yapmışlardır. Meselenin bir boyutu böyleyken diğer boyutuda Ege Ordusunun, 1. Ordu Komutanlığı ile tartışmaya açılması yeni konsept olarak tanımlanmıştır. Bazı odaklar bu orduların soğuk savaş ürünü olduklarını ve lağvedilmek gerektiklerini vurgulamışlardır. Numaralı ordu komutanlıklarının soğuk savaş ürünleri oldukları kesinlikle doğrudur. Ancak soğuk savaş konsepti terk edilecekse, yalnızca numaralı ordu komutanlıklarının kaldırılması bir işe yaramaz. Genelkurmay Başkanlığının diğer kuvvetlerede açılması, pofesyonelleşme, teçhizat modernizasyonu gibi meselelerinde çözüme kavuşturulmaları gerekmektedir.  Soğuk savaş konsepti prusya ekolüne dayalı kara öncelikli yapıya Türkiye'de önem vermiştir. Eğer bu konsept terk edilecekse hava ve deniz gücünede önem verilmesi gerekir. Kuzey Kıbrıs kıta sahanlığı ile Türkiye'ye akdenizde hakimiyet sağlarken, Kıbrıs çıkarması sırasında oluşturulan Ege Ordusu'nun lağvedilmesi düşünülemez.

1. Ordu ile alakalı eleştirilerden biride İstanbul'da bulunması ve bu sebeple sermaye çevresine yakın olması sebebiyle 1.Ordu'dan çıkan komutanların Genelkurmay Başkanlığı yolunun açılmasıydı. Bu çok doğru bir yaklaşım değildir. 1. Ordu'da görev yapmayan Genelkurmay başkanları olduğu gibi, 1. Ordu ile diğer kuvvetlerde komutanlık yapmış Genelkurmay başkanlarıda görülmektedir. Yalnızca 1. Ordu'da görev yapmak Genelkurmay başkanlığı için yeterli değildir.
Görüldüğü gibi Ege Ordusu, bağımsız bir güvenlik politikasının ürünü olarak doğmuştur. Ege Ordusu'nun lağvedilmesi bir ordunun dağıtılmasından çok bir gelenek ve duruşun son bulması manasını taşıyacaktır. Bir İngiliz Amiralinin dediği gibi ''Gemi üç yılda inşa edilir, gelenek ise 300 yılda oluşur'' . 1965'den bu yana süren milli savunma ve güvenlik konseptinin ürünü Ege Ordusudur. 
Ege Ordusunda görev yapan komutanlardan birçoğununda Jandarma Genel Komutanı olarak görev yaptığını belirtmiştik. Süreçlerde kurumlar arası bağlantılar bulunmaktadır.  Kısa süre evvel Jandarma her bakımdan İçİşleri Bakanlığına bağlandı. Bunda bir sakınca yoktur çünkü Afrika ülkelerinde bile jandarma teşkilatları içişleri bakanlıklarına bağlı görev yapmaktadır. Fakat bu değişiklik aceleye getirilmiş, jandarmanın kıyafet renkleri tartışılacak kadar şekilci bir noktaya indirgenmiştir. Kara kuvvetlerindeki değişiklikler ve jandarmanın durumu, Ege Ordu Komutanlığını da ileride etkileyebilir. Üst kısımda belirttiğimiz gibi Ege Ordusu'ndan sonra komutanlar karada ve jandarmada görev almışlardır. Kara ve jandarma da değişiklikelere gidilerek, Ege Ordusu'nun bundan muaf tutulacağı düşünülemez. Bu hususta Türk Devletine, orduya, Cumhurbaşkanlığına kumpas kurmak isteyecek olan güvenlik ve askeri danışmanlar süretle görevden uzaklaştırılmalıdır. 
Eşrf Bitlis suikastinden itibaren sistemli olarak Jandarma'yı yani Türk gerilla kapasitesini hedef alan odaklar, 2007'den itibaren ise Ege Ordusu'nu hedef alarak, Ege Ordusu, Jandarma, 1.Ordu ve Kara Kuvvetlerini listeye yazmışlardır. Hiçbir dış lobi kalabalık bir ordunun İstanbul'da yani batıya yakın yerde bulunmasını istemez. Cia 2030'lara kadar ortadoğu'da etkin bir gerilla savaşı öngörürken Jandarma'yı kendi haline bırakamaz ve Kıbrıs'ı-deniz hakimiyetini hatırlatan Ege Ordusunun kurumsal kişiliğinin devam etmesini istemez.

Lobilerin Türk Güvenlik Konsepti için belirlediği ordu, hava ve deniz gücünden arındırılmış, Ege Ordusu dağıtılmış, 1.Ordu dağıtılmış, Jandarma'nın tasfiye edilmiş ve kara gücünün ise ortadoğu operasyonları ile uyumlu hale getirildiği bir sistemdir. Görüldüğü gibi Ege Ordusu yalnızca Ege Ordusu meselesi değil, 1. Ordu, Jandarma, Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri ile bağlantılı bir durumdur. 

Türkiye'de hava ve deniz kuvvetlerinin etkin olduğu dönemde Balyoz davalarını başlatarak bu kuvvetleri hedef alanlar tutuklamaları ise 22 Şubat'ta çıkartmışlardı. 22 Şubat ise tarihte Kurmay Albay Talat Aydemir'in başlattığı darbe girişimiydi ve neticede idam edildi. Böylelikle 22 Şubat üzerinden orduya darbeci ve idam imasında bulunulmuş olundu. Tabi bu idam iması şahsi idamdan ziyade kurumsal manadaydı. Olaylardaki tarihler ve sembolller çok önemlidir. Kanımızca da Ege Ordusu lağvettirilebilirse, Kıbrıs meseleside lobilerin arzu ettiği şekilde noktalanacaktır. Çünkü Ege Ordusu'nun tarihi bağı da Kıbrıs konusudur. Dolayısıyla bu olayın şifresi budur. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/turkiyeye-kurulan-buyuk-tuzak-ege.html


***

TÜRKİYE'DE YAŞANAN ŞUBAT KRİZİ: OLAYLAR, KURUMLAR, AKTÖRLER



TÜRKİYE'DE YAŞANAN ŞUBAT KRİZİ: OLAYLAR, KURUMLAR, AKTÖRLER

 13 Apr 2017 03:11 AM PDT
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Türk siyasi tarihinde Cerattepe olayları olarak anılan hadiseler, kamuyounda siyasi maksat içermeyen protestolar ve Gezi süreci gibi siyasi sonuçlarıda talep eden politik dizayn maksatlı ayaklanmalar olarak iki görüş altında toplanmıştır. Olayların temeli ve sonuçlarının incelenmeleri bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte Cerattepe olayları sırasındaki bir haftalık süreç tarafımızdan Şubat Krizi olarak adlandırılmış ve incelenmiştir. Artvin Cerattepe'de maden çalışmalarının engellenmesine yönelik başlayan protestolar ile alakalı 23 Şubat ve 24 Şubat günleri hükümet cephesinden farklı açıklamalar gelmiş bu durumda kafalar iyice karışmıştır. Bununlada bitmemiş 25 Şubattan itibaren Yüksek Mahkemenin başka konuda verdiği kararlar ve tartışmaları Mart ayının hemen başında ise hükümet sözcüsü, başbakan, danışman gibi yüksek mevkilerdeki şahsiyetlerin diyalogları dikkatlerden kaçmamış bir nevi kriz mahiyetindeki gelişmelerin yaşandığı sonucuna varılmıştır. 23 Şubat günü Cerattepe çalışmalarıyla ilgili verilen beyanatla başlayan kriz süreci şu şekilde devam etmiştir: 

23 Şubat günü Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamasında "Maden tamamen korumacı mantıkla inşa ediliyor. Ruhsat ve ÇED raporları alınmış mı diye bakıyoruz önce. Madenin çevreye zarar vereceği iddiası yalan. Geri adım atmayacağız" demişti. Yalnızca bir gün sonra yani 24 Şubat 2016'de Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Yeşil Artvin Derneği ile gerçekleştirdiği görüşmesinden sonra, Cerattepe'deki çalışmaların mahkeme kararı sonuçlanana kadar durdurulacağını söyleyerek 'Cerattepe'nin rengarenk ağaçlarının zarar görmemesine özen gösterilecek. Hukuk devleti kuralları içinde kamu düzenini sağlar, yanlış bir uygulama olursa gereğini yaparız.' diyecekti. Sadece bir gün arayla bakan ve başbakan arasında uyumsuzluk olduğu görülmüş oldu. 25 Şubat günü ise Anayasa Mahkemesi, casusluk iddiasıyla tutuklanan Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında yürütülen soruşturmada 'hak ihlali' yaşandığına hükmetti. 31 Mayıs 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: '' MİT'e yönelik atılan o iftiralar bir ajan bir casusluk faaliyetidir ve bu gazete de bunların arasına girmiştir. Avukatlarıma talimatı verdim hemen davayı açtım (...) Bu haberi yapan kişinin bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu" diyerek şahıslar hakkındaki görüşlerini bildiriyordu.  Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Kasım 2015'de , "Hukuki bir süreçtir, hükümetimizin müdahil olduğu bir konu değil. Bu tür durumlarda tutuklama istisnai bir durumudur. Tutuksuz yargılanmaları daha doğru olabilirdi" diyerek tutuksuz yargılamayı savunmuştu. İşte şimdi yüksek mahkemenin kararı kimilerine göre hukuki bir adımken kimilerine göre ise başbakanlık makamıyla yargının örtülü koalisyonu neticesinde bir mesaj misyonu taşıyordu. 26 Şubat tahliyelerin gerçekleştiği tarihti. 27 Şubat günü medyanın süratle geçtiği haberde Başbakan Davutoğlu'nun açıklamaları gündemi sarsmıştı. Başbakan Davutoğlu
 ''Ben buradayken, bu soru haddi değil ama bir arkadaşınız AK Parti’nin lideri kim diye sordu. Evet, AK Parti siyasetinin 13 yıllık başarı hikayesinin efsanevi kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan... Ve ben kendisinden, ‘vefa kongresi’ adını verdiğim ilk olağanüstü kongremizde onurla, delegelerimizin tamamının oyunu alarak, partinin yeni lideri olarak seçildim. ''
diyerek kimilerine göre yasal konumunu hatırlatıyor, geniş bir zümreye göre ise siyasi bir meydan okuma gösteriyordu. 
1 Mart tarihinde AYM Başkanı Zühtü Arslan katıldığı bir programda: "Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'nın ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanarak verdiği kararlar, herkesi ve her kurumu bağlamaktadır. Bu bir Anayasa kuralıdır" demiş ve Cumhurbaşkanlığı ile aynı fikirde olmadığını belirtmişti. Çünkü 25 Şubat tahliye kararları açıklandığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:

''Ben Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" demiş, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise :

"Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa ve yasa ihlali olduğu açık olan bir karar hakkında Anayasa ve Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine göre hareket etmesi gereken mahkemenin anayasa ihlali yaptığına inandığını ve o nedenle böyle bir açıklama yaptığını zaten ifade etti" diyerek 
Cumhurbaşkanı ile aynı düzlemde düşündüğünün mesajını vermişti. 

2 Mart günü Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş'un : 
"Sayın Cumhurbaşkanımız AYM kararıyla ilgili kendi kişisel düşüncelerini açıklamıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla ilgili kendi kişisel konumunu ortaya koymuştur'' sözlerine karşılık yanıt Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mustafa Akış'dan geliyor, Akış: 

'' Cumhurbaşkanı'mızın, AYM kararını eleştirmesi, kişisel konumlanma değil; devletin ve hükümetin başı sıfatıyla bir açıklamadır.'' diyerek Kurtulmuş'a tepki gösteriyordu. Bu durum başbakan Davutoğlu'na sorulduğunda ise "Cumhurbaşkanı herhangi bir vatandaş gibi eleştiri yapma hakkı vardır. Ben de aynısını söyledim. Cumhurbaşkanı başdanışmanın açıklaması bana gelmiş değil. Ayrıca o anlamda bürokratik birinin açıklamasına cevap verme tutumu içine girmedim, girmem. Türkiye'de devletin başı Cumhurbaşkanı'nın da hükümetin başı Başbakan'ın yetkilerini herkes bilir. Hele hele herhangi bir açıklamayı da bilmiyorum, yorumda da bulunmak istemem ama bir başbakanın bir bürokratın açıklaması üzerine yorum yapmasını doğru bulmam''  diyerek, net bir tepki ortaya koymuştu. 

Bu durum kimilerine göre başbakanlık makamının hüviyetinin tekrarlanmasıyken kimilerine göre ise Davutoğlu'nun yeni ve tek liderliğe soyunmak istediğinin göstergesiydi. Darbe, uyumsuzluk, çekişme benzeri terimlerde kullanılsa bu bir haftalık süreçte bir kriz yaşandığı açıktır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız bu evrede özetçe:

23 Şubat Bakan Eroğlu geri adım atılmayacağını belirtmiş
24 Şubat Başbakan Davutoğlu çalışmaların durdurulduğu açıklamasında bulunmuş
25 Şubat AYM tutuklu sanıklar hakkında kararını açıklamış ve kamuoyunda tartışma yaratmış
26 Şubat tahliyeler gerçekleştirilmiş
27 Şubat Başbakan Davutoğlu liderliğini deklare etmiş
1 Mart AYM Başkanı verdikleri kararı savunmuş
2 Mart danışman, hükümet sözcüsü ve başbakan arasında sıcak ve gergin diyaloglar yaşanmıştır.

Şubat Krizinin ne bakımdan değerlendirilmesi gerektiği hususu düşünüldüğünde, çok başlılık, siyasi çekişme, kriz, komplo, vesayet gibi kavramlardan her biri bireylerin sahip oldukları siyasi kanaatlere göre farklılık göstermektedir. Hangi  adla tanımlanırsa tanımlansın bu bir haftalık sürecin oldukça gergin geçtiği açıktır. Şüphe üzerine kurulmuş Türk siyasi anlayışına göre Cumhurbaşkanı ve ekibi köşeye sıkıştırılmak zamanla da tasfiye edilmek isteniyordu. Bu sürecin bugünün birikimine göre değerlendirmeye tabi tutulduğunda hukuki telakkilerden öte siyasi maksatlar taşıdığı kamuoyunun yaygın kanaati haline gelmiştir. Yani bu durum Cumhurbaşkanlığına yönelik siyasi ve hukuki komplolar bütünü olarak tanımlanmıştır.
Türkiye'de kurumların savaşı ve siyasi hukuki çekişmeler hep yaşanmıştır. Güvensizlik, demokrasi kültürünün yeterince sağlıklı yapılandırılamaması, asli sorumluluklar dışına yönlenilmesi temel sebeplerdendir. Türkiye'de hiçbir zaman en güvenilir kurum olarak Yargı, Yasama ya da Yürütmenin görülmemesi çok tartışılacak bir durumdur. 
Her ülkede siyasi ve yargısal uyumsuzluklar görülebilir ancak Türkiye'de ki durum diğerlerinden farklıdır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız süreç bunun somut göstergesidir. 


http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/turkiyede-yasanan-subat-krizi-olaylar.html

**

YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?


YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?


Onur Dikmeci
11 Apr 2017 04:27 
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Modern Türk siyasi tarihinin en önemli konularından birisi kürt meselesidir. Bu mesele üzerinden dış cenahlar pek çok müdahalede bulunmuş ve Türkiye içsel buhranlara sevk edilmiştir. Bir diğer önemli hususta kürt meselesinin yalnızca Türkiye ile sınırlı olmayışıdır. Çünkü Türkiye'nin komşu ülkeleri; İran, Suriye ve Irak'ta da kalabalık bir kürt nüfusu yaşamaktadır. Özellikle Irak'ın işgalinden sonra bölgeye yeni şekil vermek isteyen Abd, buradan çekilirken garantör bir ülkeye ihtiyaç duyacaktı. Irak kürtleri hem şiiler için dengeleyici bir unsur olabilirdi hem de müttefik kabul edilecek enerji politikaları yönlendirilecekti. Fakat ne denli ordulaşma sürecinede girseler kürtler, şiiler ve araplar karşısında tutunamazlardı. Türkiye bu hususda devreye girebilirdi ancak kendi iç meselesini halletmemişti. İşte Türkiye'nin hem iç ihtiyaçları hem de dış konjonktorel durum yani iç ve dış kesişme neticesinde bir sürece ihtiyaç vardı. Bu süreç uzun ve riskli olacağından geniş bir desteğin sağlanması şarttı. Çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin en büyük destekçisi Tsk olmuştu. Aslında bir anlamda açılımı da o başlatmıştı. Nisan 2009 dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akademilerindeki konuşmasında vurguladığı teröristte bir insandır onlarda vatandaşımız, Cumhuriyet'in temeli demokrasidir açıklamaları bazı çevrelerde şaşkınlık yaratsa da yeni bir dönemin işareti oluyordu. Ordunun da bu süreçten beklentisi Irak'ın Kuzeyinde hakimiyet sağlamak, Türkiye'de barış ortamı yaratmak ve bunun öncüsü telakkisiyle ayrıcalığını devam ettirebilmekti. Ardından siyasiler, medya, iş dünyası ve bölgenin ileri gelenleri sürece katılım gösterdi. Erbil'de toplantılar düzenlendi dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Neçirvan Barzani'den brifing aldı. Neticede bu aynı zamanda bir samimiyet testiydi. Ve örgüt taraftarları bunda başarılı olamadılar. Süreçte göz yumulan bazı aşırılıklar, bir kesimin kucaklanırken bu seferde diğer kesimlerin ihmal edilmeleri ve sonrasında başlayan terör eylemleri meselenin sonlandırılması gerektiğini gösterdi. Süreçteki önemli konulardan biri İmralı Heyeti ile bazı hükümet mensuplarının Dolmabahçe'de uzlaştıklarını bildiren mutabakattı. Kısa süre sonra bu mutabakat Cumhurbaşkanlığı nezdinde eleştirildi ve devlet milliyetçi politikaları uygulamaya koyarak milliyetçilerin ve ulusalcıların takdirini topladı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra geniş katılımlı bir toplumsal uzlaşı sağlandı. Yeni sistem önerisinin bu uzlaşıyı sabote ettiği bazı çevrelerce öne sürüldü. Farklı aktörlerin eyalet sistemi imaları ve bu durumun çözüm sürecindeki mutabakatlara bağlanması Yenikapı Ruhunun yerini Dolmabahçe Ruhu mu alıyor? sorularını beraberinde getirdi. Bu teoriye göre Cumhurbaşkanı ve milli zinde güçlere tuzak kurulmak isteniyordu. Bunu daha iyi açıklayabilmek için Dolmabahçe mutabakatı ve sonrasını incelememiz gerekiyor. 
Dolmabahçe mutabakatı, çözüm süreci görüşmeleri kapsamında 28 Şubat 2015’te Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile HDP’nin İmralı Heyeti arasında gerçekleştirilen görüşme sonrası ortak açıklanan metindi. Bu metin on maddeden oluşuyordu.

Madde 1. Demokratik siyasetin tanımı ve içeriği…
Madde 2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması…
Madde 3: Özgür Vatandaşlığın yasal ve Anayasal güvenceleri…
Madde 4: Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar…
Madde 5: Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları…
Madde 6. Çözüm sürecinde özgürlük-güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması…
Madde 7: Kadın kültür ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri…
Madde 8: Kimlik kavramı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi…
Madde 9: Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve cumhuriyetin demokratik ölçütlerde tanımlanması, çoğulcu yaşam, içinde yasal ve Anayasal güvencelere kavuşturulması…
Madde 10: Bütün bu hamlelerin içselleşmesini hedefleyen yeni bir Anayasa

Dolmabahçe görüşmesinden sonraki süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çözüm sürecindeki metotlara ilişkin eleştirileri görülmüştü.  Süreç kapsamında oluşturulması düşünülen İzleme Komitesi ile alakalı Mart 2015'de  '' Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum ben olumlu bakmıyorum" diyerek tepkisini dile getiriyordu. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Mayıs 2015'te katıldığı bir canlı yayında "Dolmabahçe'de ben o karenin içinde yer almayı hükümet için doğru bulmadım" dedi. İzleme komitesine karşı çıkma nedenini de "Zaten izleme komitemiz var, MİT şu an o işi yapıyor" diyerek belirtiyordu. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Nisan 2016'da yaptığı konuşmada ise  “Bugün terör örgütlerin sırtını sıvazlayanlar aynı kuyuya kendileri düşecekler. Dün biri çıkmış Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Böyle bir mutabakat yok. Bu iktidarın terör örgütüyle bir mutabakatı söz konusu değildir” diyerek Dolmabahçe sürecini eleştirmişti. Haziran 2015'de ise Pyd'yi Işid'den bile tehlikeli olarak ilan ederek milli cephenin takdirini kazanmış, dış lobilerin ise tepkilerinin sebebi olmuştu. Çünkü onlara göre Pyd bir kara gücüydü.  
Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet üyeleri arasındaki bazı uyuşmazlıklar Haziran ve Kasım seçimlerinden sonrada görüldü. Haziran seçimlerinden sonra hükümet üyelerinden bazılarının birtakım koalisyon arayışlarına yönelmeleri ve özellikle Kasım seçimlerinden sonra kabinede Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ile Efkan Ala'nın yer almaları büyük bir kriz demekti. Çünkü üç isimde Cumhurbaşkanı, halk nezdinde ise milliyetçiler ve ulusalcılar tarafından eleştirilen Dolmabahçe görüşmesine katılmışlardı. Bunun dışında dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Mardin'de yaptığı konuşmasında Mezopotamya vurgusu yapmış, herkesi muhatap alacaklarını bildirmiş Mardin'in birleştirici ruhu tanımlamasıyla ''Mezopotamya Çocuklarını'' selamlamıştı. Mardin geçmişte kilise çanları eşliğinde ezanların okunduğu dialog kenti hüviyetindeydi.

Hükümetin kendi içerisindeki durumlar sebebiyle bir kongreyle Başbakan Davutoğlu yerini Binali Yıldırım'a bırakmıştı. Açıklanacak yeni kabineye göre Dolmabahçe görüşmesinin isimleri zamanla yerlerini başkalarına bırakacaktı. Sistem ve yeni anayasa tartışmalarınında yaşandığı günlerde 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve kalkışma bastırıldı. Kalkışmadan sonra bazı tedbirler alınmak zorunda kalındı, Ohal ilan edildi, darbe ile ilnitlili kişiler tutuklanmaya başlandı. Bu uygulamaları halkın çok büyük orandaki bölümü destek verirken, Yenikapı Mitingi ile siyasi parti liderleri yeni bir tablo ortaya koyuyorlardı. Bu uzlaşı tarihe Yenikapı Ruhu olarak geçti ve hemen her parti mensuplarınca desteklendi. Türkiye böyle bir uzlaşıya uzun zamandır tanık olmamıştı. Gündem darbe ve terörle mücadele olduğu için haklı olarak anayasa çalışmaları süresiz ertelendi. Fakat ne olduğu anlaşılamayan biçimde sistem değişikliği önerisi bir başka parti liderince gündeme getirildi, çalışmalar yapıldı ve referandum süreci başlatıldı. Herkes Türkiye'nin yeni bir modele ihtiyacı olduğu hususunda hemfikirdi. Ancak bunun doğru zamanı konusunda çekincelerde bulunmaktaydı. Herkesin bütünleştiği bir ortam tarihinde nadir görülecek biçimde zedelenmeye başladı. Bazı yabancı medya kuruluşları Cumhurbaşkanlığını diktatörlükle andı Cia'ya yakın gazete Washington Times yeni sistemle beraber Cumhurbaşkanının yargılanması gerektiğini yazdı. Terör örgütü yöneticisi Cemil Bayık ise farklı bir açıklamada bulunarak Dolmabahçe ruhuna bağlı olduklarını belirtti ve gündemden kaldırılmış olan meseleyi yeniden hatırlattı. 

Bir ülkede birlik ve beraberlik en üst düzeyde sağlanmış, OHAL hiç olmadığı kadar desteklenmiş, terörle mücadelede herşeyin yapılması gerektiği kamuoyunca dile getirilmişken neler olmuştuda yeni süreçle Diktatör bir Türkiye havası estirilmişti?

Referandum tercihine göre Evet diyenler iki gruba ayrılıyorlardı. Birinci grup Türkiye'nin daha da yanlış adımlar atmasını umarak yalnızlaşmasını, yaptırımları ve belkide idam sehpalarının kurulmalarını tasarlayarak yıkıntı evresine girmesini isteyenlerdi. İkinci grup ise milli ruh sabotesinin bir plan olduğunu idrak ederek destek veren ve planların bozulması için desteklerini belirtenlerdi. Referandum tercihleri hayır olanlarda iki gruba ayrılıyordu. Birinci grup yeni modelin kabul edilmemesi ile birlikte Cumhurbaşkanı ve hükümetin itibarsızlaştırılması, köşeye sıkıştırılması ve tasfiye edilmesi sürecinde yer almak isteyenlerdi. İkinci grup ise kaygıları bulunan ve eski yeni birliğin ancak bu şekilde tesis edileceğini düşünenlerdi.  Bu iki karardan (evet ya da hayır) birinci gruptakiler aslında Türkiye'nin felaketini tasarlayanlardı. Bu sebeple süreç ve sonrası çok hassas olacaktır. 

Eski veya yeni sistem farketmeksizin Türkiye'de federatif bir modelin hayata geçirileceği bir gerçektir. Buna yeni sistemin daha uygun olacağıda açıktır. Fakat iç ve dış kamuoyu baskısıyla terör örgütü ile müzakereler üzerinden bir model Türk devlet yapısını oldukça zedeleyecektir. Yine islami temelli bir federasyon fikri yıkıcı etkilere haiz olacaktır. Çünkü ideolojik veya dini birliktelikler dünya üzerinde varlıklarını sürdürememişlerdir. Hulasa yeni sistem ve süreçten pay çıkartmak gayretli niyetlerin önüne geçilmeli, terör örgütü yurtiçinde ve yurt dışında tamamen yok edilmelidir. Bundan sonra yerel yönetimler değişiklikleri konuşulabilir. Önümüzdeki süreç bir anlamda Yenikapı Ruhu mu? Dolmabahçe Ruhu mu? sorusuna yanıt aranacağı evre olacaktır. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/yenikapi-ruhu-mu-dolmabahce-ruhu-mu.html?


***

Affedilen Apo değil Fethullah Gülen.,



Affedilen Apo değil Fethullah Gülen.,


Kemal GÖKTAŞ   
28 Nisan 2006 Cuma - 23:05 
Son Güncelleme : 
28 04 2006 - 23:05

Terörle Mücadele Yasası tasarısının büyük tartışma yaratan 6. Maddesi ile 'silahsız terörörgütü suçu' ortadan kalkıyor. 

Eğer tasarı yasalaşırsa, bu suçtan yargılanan Fethullah Gülen beraat edecek. Apo'nun 'etkin pişmanlık'tan yararlanması söz konusu değil

CHP'nin, Terörle Mücadele Kanunu'nda değişiklik yapacak tasarı için " Öcalan'a af getiriyor " iddiası hukukçulardan yeterli desteği bulmadı ancak bu maddeye 
ilişkin tartışmalar yeni bir iddianının ortaya atılmasına neden oldu. Yargı kulislerinde yapılan bir değerlendirmeye göre, 6. madde ile " silahsız terör örgütü " suçu ortadan kaldırılıyor. Tasarının 6. maddesiyle mevcut TMY'nin 7. Maddesi değiştiriliyor. Bu madde, halen, "silahsız terör örgütü" suçunu düzenliyor. 

Ancak tasarı, silahsız örgüte ceza veren bu maddeyi değiştirerek "terör amacıyla örgüt kuran, yöneten veya üye olanlara TCK'nın 'silahlı terör örgütüne' 
ilişkin 314. maddesinin uygulanmasını getiriyor. Tasarının gerekçesindeki" TCK'nın 314. maddesine yapılan yollama, sadece ceza yaptırımları ile sınırlı değildir. 

Suçun unsurları terör örgütü bakımından da göz önünde bulundurulacaktır" ifadesi yer alıyor. Bu ifadeye göre bir örgütün terör örgütü olabilmesi için "silahlı" olması kriteri gerekecek.

Fethullah Gülen, Şartla Salıverme Yasası kapsamına alınarak ertelenen davasında " Silahsız terör örgütü kurmak " suçundan yargılanıyordu. 
Gülen'in avukatları bu davada verilen " Erteleme " kararının kaldırılarak beraat talebiyle mahkemeye başvurmuşlardı. Kulislerdeki bu yoruma göre, tasarının 
yasalaşması ile "silahsız örgüt" suçu yaptırmışız kalacak. Böylece Gülen'in davası da tamamen ortadan kaldırılacak.

" Kurucular " için etkin Pişmanlık

Bu arada tasarı ile atıfta bulunulan yeni TCK'nın "silahlı örgüt kuranlara" yönelik 314. maddesinin gerekçesinde de silahlı terör örgütü kuranların etkin pişmanlık tan yararlanabileceği belirtiliyor. TCK'nın 314. maddenin gerekçesinde "Bu suça ilişkin diğer hususlar hakkında, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak suçuna ilişkin madde gerekçesi ile bu suçla bağlantılı etkin pişmanlık hükmünün gerekçesine bakılmalıdır" ifadesi yer alıyor. 
Yani etkin pişmanlık hükümlerinin düzenlendiği 221. madde, silahlı terör örgütleri açısından da uygulanmak zorunda.

Bu ifade, Öcalan'ın pişmanlıktan yararlanması sonucunu doğurmuyor. 
Çünkü Öcalan, TCK'nın 314. maddesinden değil, 302. maddesinden Mahkum oldu. 

Bu olanaktan herhangi bir şiddet eylemine karışmamış ve talimat vermemiş, işlediği suç sadece " Örgüt kurmak veya yönetmek" olarak kalmış sanıklar için 
uygulanabilecek.

http://www.gazetevatan.com/affedilen-apo-degil-fethullah-gulen-76797-gundem/

***

KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU., TSK



KENDİ ÜLKESİNDE KUŞATILAN ORDU., TSK




Gülenci Darbe ve Bir Kitabın Önsözü
Yazar: Ümit Özdağ

Aşağıdaki satırları Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı kitabımın Nisan 2016’da yeniden yapılan baskısına önsöz olarak hazırlamıştım. 15 Temmuz 2016’da Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk sözde SİYASAL İSLAM’cı darbe girişimi gerçekleşti. Basına sızan ilk açıklamalarda, subay elbisesi giymiş darbeciler Mehdi saydıkları Fethullah Gülen’in emri ile yaptıklarını açıklamaya başlamışlar. Bu ilk açıklamalar doğru olsa da olmasa da, darbe Nurculuğun sapkın bir kolu olan Gülencilik tarafından gerçekleştirilmiştir.  Bundan dolayı ilk SİYASAL İSLAMCI darbedir. Şimdi Nisan  2016’da yazılan satırları okuyabiliriz.    


Yeniden Türk Milliyetçiliği adlı bu kitabın ilk baskısı 2004'te, ikinci baskısı 2005 yılında çıkmıştı. Üçüncü baskı 2006’da yapılmıştı. Bu üç baskıda özellikle dış 
gelişmeler ile ilgili kısa ve küçük ekler yapmıştım. Bu kitabın yayımlandığı ilk günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti "En Uzun On Yılını" yaşadı. Bu en uzun on yıl, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun en uzun yüzyılı olan 19. Yüzyıl'a benziyor. 19. Yüzyıl, Türk Devleti için ihanetin ve geri 
çekilmenin yüzyılı oldu. 2003-2015 de  geri çekilmenin ve ihanetin on yılı oldu. 2015 Ağustosunda Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en 
kritik döneminden geçiyoruz" derken, Başbakan Davutoğlu da, "Türkiye Cumhuriyeti'nin beka sorunu yaşamakta olduğunu" ifade ediyordu. 
Erdoğan 2016 yılı başında Türkiye’nin İstiklal Harbi verdiğini ifade ediyor, öğretmen adaylarına yaptığı konuşmada: "Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırın"  talimatını veriyordu.

Türkiye’yi beka  sorunu yaşama noktasına getirip, İstiklal Savaşı vermeye zorlayan, Güneydoğu Anadolu’yu tekrar vatanlaştırma gereğini ortaya çıkaran ise, AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun on yılında uyguladığı politikalardı. Bu politikalar ile Türk Ordusu’na komplo kurulmasına izin verilmişti. 
Önce Türk Ordusu'nun PKK terörü ile mücadelede ön plana çıkan bölümleri ve subayları hedef alındı. Bir diğer hedef ise, PKK terörüne karşı entelektüel 
mücadele  veren milliyetçi aydınlar oldu. Bu subaylar ve aydınlar Ergenekon adlı AKP+Gülen cemaatinin ürünü olan sanal bir terör örgütü iddianamesi ile 
yargılanmaya başladılar.

AKP, Türk Ordusu’na kurulan komployu hukuki zeminler sağlayarak güçlendirdi. Gülen cemaati ise Harp Okulları’ndan başlayarak Türk Milliyetçisi Harbiyelileri 
ve Türk Milliyetçisi ve Türk Ulusalcısı subay kadroları Ergenekon ve casusluk iddiaları ile tasfiye etmeye başladı. Türk Ordusu içinde Gülen cemaatine mensup subaylar, tasfiye etmek istedikleri subaylara karşı başlattıkları iftira/komplo saldırısı ile bir orduyu çökertecek en ağır darbe olan "silah arkadaşlığı" kavramını yıktılar. Bir orduda silah arkadaşlığı düşüncesi yıkılır ise ordunun ruhu ölür.  Türk Ordusu’nun olduğu gibi, Türk Devleti’nin harem-i ismeti olan Özel Harp Komutanlığı’nın arşivine, cemaatçi polis ve  hakim-savcı komplosu ile girildi. Türk Devleti’nin sırları ortaya döküldü. 

Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki Gülen cemaati örgütlenmesi, sanki Türkiye bu iki gücü ile savaşa girmiş ve bu savaşta yenilmiş gibi, bu iki gücünde özüne ağır bir darbe vurdu. Kara Kuvvetleri personel sayısı çok olduğu için cemaatin verdiği zarar ilk bakışta belirgin olmasa da  
Türk Kara Kuvvetleri’nin muharip/savaşçı kadrolarının ağır zarar gördüğünü ve bu durumun bir savaşta Türkiye’ye pahalıya mal olacağını bilen biliyor. 

Türk Ordusu hala Gülen Cemaatinin ağır etki alanı altında olmaya devam etmektedir.

Türk polisi de AKP Hükümeti’nin " ne istediniz de vermedim " yaklaşımı sonucunda Gülen cemaatinin polisi olmuştur. Aslında kendi ordusuna, kendi istihbarat teşkilatına, kendi aydınlarına komplo kuran, delil yerleştiren, delil üreten kişilere ne kadar polis denilebilir ki? 19 Mart 2016 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde 54  hakim ve  savcı hakkında "silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak", " siyasi ve askeri casusluk ", "cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etmek", "suç uydurmak", "özel hayatın gizliliğini ihlal etmek"  gibi iddialar ile iddianame hazırlandığı haberi verilmekteydi. Bütün bunlar, AKP Hükümetleri’ nin Gülen cemaatine mensup,  subay, polis ve hakim-savcılar ile işbirliği yapması sonucunda oluşmuştur. Türk polis teşkilatının çok önemli bir bölümü de Gülen cemaatinin denetimi altına girmiştir.

AKP Hükümetleri, Genelkurmay Başkanı’nın terörist örgüt yöneticisi olarak tutuklanmasını seyretmekle kalmamış, 34 Mehmetciğin şehit edilmesinden sorumlu bir teröristin Genelkurmay Başkanı aleyhine sanıklık yapmasını mümkün hale getirmiştir. Türk Ordusuna komplo  kurulur,  ordu ve  polisin eli kolu bağlanırken, AKP Hükümetleri, Oslo’da gizli bir şekilde PKK ile müzakerelere başlamış ve bu müzakereleri İmralı’da Öcalan ile sürdürmüştür.

PKK,  AKP Hükümeti’nin gizli onayı ile Güneydoğu Anadolu’da kentlere yerleşmiş, silah ve cephane yığınakları gerçekleştirmiştir. 2016 kış ve ilkbaharında Sur, 
Cizre, Şırnak merkez, Nusaybin, Yüksekova güvenlik güçlerinin PKK’lı teröristleri yerleşim merkezlerinden çıkarmak için düzenledikleri operasyonlar ile geçmiştir.   

AKP’nin çok yanlış Suriye politikası, PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde bir devletçik coğrafyası hediye ederken, IŞİD politikası ise bu terör örgütünün Türkiye’ye 
saldırılarının önünü açtı. Ankara, İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerimiz terör örgütü tarafından bombalanıyor. Türkiye-Suriye sınırı, Afganistan-Pakistan 
sınırına benzemiş durumda. Suriye’den Türkiye’ye kaçan 2.7 milyon Suriyeli Türkiye’nin geleceğini tehdit eden bir demografik bomba niteliği taşıyor.

AKP’nin Türkiye’ye geçtiğimiz 12 yılda verdiği tahribatın boyutları sınırlarımızı zorluyor. Ege Denizi’nde 16 Türk Adası ve bir kayalık Yunan Ordusu tarafından 
AKP’nin onayı ile işgal edildi.

Bu satırların amacı bir kitabın girişini yazmak değil. Sadece yeni bir baskıya önsöz yazmak. Okuyucu en son 2006’da  üzerinde küçük değişiklikler yapılmış olan bu kitabı 2016’da okuduğunda yazarın tespitlerinin doğruluğu ve yanlışlığı konusunda bir değerlendirme yapacaktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8475/gulenci-darbe-ve-bir-kitabin-onsozu


***

NATO Lizbon Zirvesi Sonuçları, Füze Savunma Sistemi ve Türkiye


NATO Lizbon Zirvesi Sonuçları,  Füze Savunma Sistemi ve Türkiye 



Dr. Sait YILMAZ
* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 




Portekiz’in başkenti Lizbon’da, 19-20 Kasım 2010 tarihlerinde yapılan NATO Zirvesi’nde alınan kararlar, NATO’nun 10 yıllık süreçteki yol haritasını açıklamakla birlikte bu yüzyıla damgasını vuracak çok önemli tarihsel gelişmelere ve kırılma noktalarına yol açacak gelişmelerin habercisi olma niteliğini taşıyor. 
Devlet adamlığı, bu kaçınılmaz kırılma noktalarını görerek, ulusal çıkarlarını maksimize edecek fırsatları değerlendirmeyi, ülkesini kriz yönetimine hazırlamayı, güvenlik ortamını şekillendirmeyi ve gerektiğinde çatışmaya girerek, kazanmayı gerektirir. Son 20 yıldır Avrasya coğrafyası ve Irak’ta örnekleri görüldüğü gibi, Türkiye, bu fırsatları algılayacak, ulusal gücünü hazırlayacak ve kullanacak devlet adamları ve vizyon sahibi entelektüel birikimden yoksun olarak yeni döneme adım atarken, suni iç ve dış gündem meseleleri ile ülkeye zaman kaybettirmeye ve kamuoyunu oyalamaya devam etmektedir. Bununla beraber henüz zaman çok da geç değildir. Lizbon Zirvesi kararlarının hayata geçmesi için daha aşılacak yakın ve uzak önemli dönemeçler vardır. Bu makalede son NATO Zirvesi’nde neler olup bittiği, ABD’nin (özelde Pentagon’un) NATO kapsamına taşıdığı hevesleri, dünyayı ve bizleri nelerin beklediği ile ilgili bir değerlendirme yapacağız. 

NATO Lizbon Zirvesi’nde neler oldu? 

NATO Lizbon Zirvesi sonuçlarını bir cümle ile özetleyecek olursak; NATO’nun ABD’nin gelecekteki niyetleri ve tehdit algılaması doğrultusunda yeniden 
yapılanması ve konseptinin değişmesi, bu kapsamda Batı Avrupa’dan Asya’nın doğusuna kadar olan bir coğrafyanın füze savunması çerçevesi altında savaş 
alanı haline getirilerek, tehdidin ABD anavatanından uzaklaştırılması, Rusya’nın da bu işe ortak edilmesi olarak özetleyebiliriz. Zirve sonunda yayınlanan yeni 
NATO stratejisi ve zirve sonuç dokümanları ABD’nin on yıldır hazırlamaya çalıştığı geleceğin ordusu ve bu ordunun hazırlandığı savaş senaryolarının gerektirdiği kuvvet ihtiyaçları ile tamamen uyumludur.1 Kısaca, ABD kendi düşmanlarını ve konseptini NATO müttefiklerine satmış ancak Avrupalı müttefiklerini ve İsrail’i korumak için füze savunma sistemi (füze kalkanı) projesini öne sürerken Asya coğrafyasındaki kendi senaryolarını gözlerden uzak tutmuştur. Her şey savunma adına yapılmaktadır ama içlerinde kısa vadede İran, orta vadede Kuzey Kore, uzun vadede ise Çin ile yapılacak karşılaşmalar için Rusya ile stratejik işbirliği zorunlu görülmekte, bu da yetmeyeceği için ‘işbirlikçi güvenlik (cooperative security)’ kavramı ile (Avrasya doğusunda) yeni ortaklar bulunması gerekli görülmektedir. Türkiye ve Kıbrıs Rum tarafının vetoları ile sistematik olma özelliği taşımayan NATO-Avrupa Birliği ilişkilerine son kararların nasıl yansıyacağı önümüzdeki dönemin merak edilen konuları arasında yer alacaktır. 

NATO Lizbon Zirvesi’nde yayınlanan strateji dokümanı 2 ve açıklanan resmi sonuçları 3 değerlendirdiğimizde temel olarak şu değişimler öngörülmektedir; 



- NATO’nun temel görevleri olan ‘kolektif savunma’ ve ‘kriz yönetimi’ne ‘işbirlikçi güvenlik’ eklenmiştir. Yeni stratejik konseptte NATO için barıştan itibaren 
angajman (peace engagement) ile komuta ve kuvvet yapısının (teknolojiye dayalı) sürekli dönüşümü öngörülmekte ve bunun vesayeti doğrudan ABD’ye 
geçmektedir. 
-Yeni strateji dokümanında konvansiyonel tehdit olasılığı düşük olarak görülmekte; NATO’ya yönelik olarak balistik füze tehdidi, siber saldırılar, enerji güvenliği ve uzaya yönelik girişimler ana tehdit kategorisine alınmaktadır.

- NATO kolektif savunma anlayışının temeline füze savunması yerleştirilmekte dir. NATO kuvvet yapısının ana unsurları artık ‘konvansiyonel’ ve ‘nükleer kuvvetler’ yanında ‘füze savunma sistemleri’nden meydana gelecektir. 

-NATO yeniden yapılanacak; personel yüzde 35 azaltılırken (5.000 kadro), NATO’nun odağı artık konvansiyonel savaş uzmanlarından füze savunmacılarına ve siber güvenlikçilere geçecektir. 
-ABD tarafından geliştirilen füze savunma sistemleri NATO bünyesine entegre edilmekte, Zirve’de (gizli) yayınlanan siyasi rehber (political guidance) 
çerçevesinde sistemlerin detayları ve eylem planı ile ilgili çalışmaların Haziran 2011’de yapılacak Savunma Bakanları Komitesi toplantısında tamamlanması 
öngörülmektedir. 

-Rusya ile stratejik ortaklık öngörülmekte, Avrupalı demokrasilerin ittifakın üyeliğine açık olduğu ifade edilmekte, diğer coğrafyalarda yeni ortaklıklara olan 
ihtiyaca vurgu yapılmaktadır. 
-Afganistan’da 2011’den itibaren görevin yerel kuvvetlere devredilmeye başlanması ve 2014 yılına kadar NATO’nun bu ülkeden çıkması öngörülmekte dir. 

Burada özel bir paragraf açmamız gereken husus, basında pek yer almayan, Rusya ile 20 Kasım 2010 tarihinde NATO-Rusya Komisyonu kapsamında yapılan 
görüşmeler ve ilişkilerin geleceğidir. Bu görüşmeler ile ilgili ilk öne çıkan husus NATO ve Rusya Federasyonu arasında ‘ 21. Yüzyıla İlişkin Ortak Güvenlik Endişeleri’ dokümanının imzalanması yani Rusya ve NATO’nun işbirliğinin ortak bir vizyona oturtulmasıdır.4 
Ancak bundan sonra Rusya’nın füze savunma sistemine destek ve işbirliği, Afganistan’da NATO’ya yardım gibi hususlarda diğer anlaşmalara yöneldiği anlaşılmaktadır. 

Özetle, Avrasya Coğrafyasında NATO ve Rusya kendi güvenlik endişelerini gidermek için birbirilerinin önünü açmaktadır. Artık, Rusya gerek kendi
içindeki ayrılıkçı hareketler, gerekse yakın coğrafyasında kendi çıkarına uygun olmayan gelişmeler için Batı baskısı olmadan hareket edebilme inisiyatifini oldukça artırmıştır diyebiliriz.

Öte yandan, NATO strateji dokümanı nükleer silahsız bir dünya vaat ederken, yeni savaşlarda ABD’nin taktik nükleer silahlar kullanmak için yeni bir konsept 
geliştirdiğini göz ardı ediyor. Yani artık nükleer silahlar savunma amaçlı değil, taarruz amaçlı kullanılacak. ABD ve Rusya arasında imzalanan ‘Yeni START’5 ise sayısal azalma getiriyor gibi gözükse de ölümcül özelliklerde artış ve çeşitlilik getirmektedir.

< Türkiye, fırsatları algılayacak, ulusal gücünü hazırlayacak ve kullanacak devlet adamları ve vizyon sahibi entelektüel birikimden yoksun olarak yeni döneme
adım atarken, suni iç ve dış gündem meseleleri ile ülkeye zaman kaybettirmeye ve kamuoyunu oyalamaya devam etmektedir. >

 Füze Savunma Sistemi Kapsamındaki Gelişmeler ve Türkiye

Bugün dünyada 30 kadar ülkede füze teknolojisi bulunmaktadır. Hedef olarak görülen İran’ın Kuzey Kore’den teknolojisini aldığı orta menzilli Şahap3 
(1.500-1.800 km. menzilli) ve Şahap 3B (2.000 km.den fazla) füzelerine nükleer başlık takabileceği öne sürülmektedir. Gene aynı ülkeden aldığı 18 adet 
Rus orijinli R-27/REM-25 füzelerine (2.500 km. menzilli) sahip olduğu ifade edilmektedir. ABD’nin geliştirmekte olduğu füze savunma sistemi ise sadece 
İran ile sınırlı kalmayacak, Kuzey Kore’ye kadar uzanacak ve bir gün yönünü Çin’e çevirebilecek daha geniş bir coğrafya için temel olarak üç ana sistemden 
meydana gelmektedir; 

- (Bir savaş alanındaki kuvvetleri korumaya yönelik) Aktif Katmanlı Harekât Alanı Füze Savunma Sistemi (ALTBMD);6 3.000 km.ye kadar korunma sağlayacak bu sistemin 2018’e kadar hazır olması beklenmektedir. 

- (NATO topraklarını korumak için) Bölgesel Koruma Füze Savunma Sistemi;  ABD’den Avrupa’ya taşınan üç safhalı savunma sisteminin ilk halkasında ve 
en önünde Türkiye bulunmaktadır. 

-Rusya ile işbirliği halinde gerçekleştirilecek harekât alanı füze savunması; 2003’de başlayan bu çalışmalar ile ilgili şimdiye kadar dört test aşamasından geçildi. 

Füze savunma sisteminin ana unsurlarını, radarlar, füze sistemleri, komuta-kontrol unsurları ve haberleşme sistemleri oluşturmaktadır. 

Söz konusu sistemin çalışma sistemi şu şekilde özetlenebilir, hedef ülkeden atıldığı anda füzenin konumunun radarlar tarafından tespit edilerek bilgisayarlara aktarılması, komuta-kontrol unsurunca en yakın füzenin ateşlenerek hedefin mümkün olduğunca füzenin atıldığı hedef ülke içinde, en azından hedef ülkeye en yakın bölgede düşürülmesi. 
Ancak, bu reaksiyonun çok kısa bir sürede gerçekleşmesi gerektiğinden radarın en uygun yerde, önleyici füzelerin de mümkün olduğu kadar hedef ülke 
sınırına yakın olması gerekmektedir. 
Atılacak füzeler, nükleer, kimyasal, biyolojik ya da radyolojik harp başlığı taşıyabilir. Bu füzelerin düşeceği yer, en yakın olması nedeni ile öncelikle Türkiye veya yakın coğrafya (Karadeniz, Akdeniz vb.) olacaktır. Söz konusu füzelerin vurulması esnasında füze harp başlığının faaliyete geçmemesi için özel bir teknoloji düşünülüyor olsa da üzerimize kaç füze düşeceği vebunların etkisinin ne olacağı ile ilgili bir garanti yoktur. Üstelik Türkiye dışından örneğin 
Bulgaristan’dan ateşlenen füzenin Türkiye üzerinde yaratacağı riski de hesaplamak kolay değildir. Komuta-kontrol ile ilgili Türkiye’ye bazı kolaylıklar getirilse bile bu riskin azalacağını söylemek mümkün değildir. 

NATO Lizbon Zirvesi Sonuçlar›, Füze Savunma Sistemi ve Türkiye 

Türkiye, füze savunma sistemi konusunda Lizbon Zirvesi’nde diğer ülkeler ile birlikte evet demiştir. 

Taşıdığı risk ve ülke çıkarları açısından bu projeye ‘hayır’ demesi gereken, en azından kendisini ilgilendiren hususlarda kuvvetli rezervler koyması gereken 
ülke Türkiye idi. Çünkü ne İran Savaşı ne füze savunma sistemi Türkiye’nin yararınadır ne de girilecek riskin karşılığı alınacaktır.

Türkiye, Batı bağımlılığına bir kez daha esir düşmüş, kamuoyuna bunu kelime oyunları ile mazur gösterme yolunu seçmiştir. Gelinen aşamada halen radarlar 
ve füze atıcıların testleri devam etmektedir. 2011 yılı içinde NATO bünyesi içinde alınacak kararlar doğrultusundammuhtemelen gelecek yıl Doğu Akdeniz’e ilk 
gemilerin gelmesi (Aegis Class) beklenmektedir.

2015 yılından itibaren ise planlanan ülkelere radar ve füze sistemlerinin yerleştirilmesi öngörülmektedir.

2011 yılı içinde füze savunma sisteminin komuta-kontrol, radar ve ateşleyici sistemlerinin yerleştirilmesi ile ilgili esaslar belirleneceğinden Türkiye bu 
dönemde ev ödevine iyi çalışmalıdır.

Yapılması gereken, füze savunma sisteminin ‘barıştan itibaren kurulması’nın önüne geçilerek bu kabiliyetlerin jenerik savunma planlaması içinde ve ancak 
tehdit ortaya çıktığında standart ‘kuvvet oluşturma süreci’ içinde ele alınacağı bir sürece evet demektir. Böylece bu kabiliyetlerin kullanımına
gelecekte ve gerektiğinde ‘hayır’ diyebilme ve günün şartlarına uygun olarak rezerv koyma imkânı elimizde tutulmalıdır.

<   Taşıdığı risk ve ülke çıkarları açısından bu projeye  ‘ Hayır ’ demesi gereken, en azından kendisini ilgilendiren hususlarda kuvvetli rezervler koyması
gereken ülke Türkiye idi. Çünkü ne İran Savaşı ne füze savunma sistemi Türkiye’nin yararınadır ne de girilecek riskin karşılığı  alınacaktır.>

Sonuç Yerine

NATO Lizbon Zirvesi’nin tartışmasız galibi, NATO’ya kendi tehdidini, teknolojisini, kuvvet yapısını, savunma anlayışını satan, dünya hegemonyasını 
sürdürmek ve başta savunma sanayi olmak üzere ekonomisi kurtarmak için NATO’yu bir manivela haline getiren ABD olmuş, Avrupa ülkeleri ve
Rusya’yı kendine göre hizaya sokmuştur. 

Önümüzdeki yıllar, ABD güvenlik anlayışı ile NATO’nun diğer ülkelerinin figüran ve hedef hale getirildiği yeni savaş ve çatışmaların habercisidir.
ABD’den sonra kazananlar ise onun leş yiyicileri AB’nin büyükleri ve kendi coğrafyasında daha fazla inisiyatif kazanacak ve güçlenecek Rusya
olacaktır. Türkiye, kendi çıkarlarına bakmadan ve girdiği riski hesaplayamadan -kendi kamuoyunu yanıltmaya yönelik manevralar dışında, kararlara ‘evet’ demiştir. 
Türkiye, ‘hayır’ diyebilseydi, hem Batı’da hem de Doğu’da çok daha prestijli ve sözü dinlenen bir ülke olacak, bölgesel gücü daha iyi anlaşılacaktı. Türkiye, NATO’da veto hakkı olmasına rağmen bu özelliğini kullanmamış, gene almadan veren ülke olmuştur. 
NATO içinde hem ABD’nin hem de Avrupa’nın çıkarlarına en çok hizmet ettiği için zirvenin en başarılı ülkesi olmuştur(!). Yunanistan Başbakanı Papandreou bile (uyuduğu için)7 Türkiye’yi takdir etmiştir.8 Artık ‘kediye kedi diyebilecek’ yeni bir diplomasi anlayışına, yeni tür devlet adamlığına ve  diplomasi istihbaratına ihtiyacımız olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır. Tabii, öncelikle de ABD ve AB’ye bağımlı olmayan, korkmayan, vizyon sahibi yönetimlere...


DİPNOTLAR;


1 ABD’nin gelecekteki savaş senaryoları sırası ile İran, Kuzey Kore ve Çin ile yapılacak füze savaşlarına odaklanmaktadır. 
Bkz. Sait Yılmaz: Ulusal Savunma Strateji, Teknoloji, Savaş, Kum Saati Yayınları, (İstanbul, 2009), s.545-552. 

2 “Strategic Concept For the Defence and Security of The Members of the North Atlantic Treaty Organisation” Adopted by Heads of State and Government in 
Lisbon Active Engagement, Modern Defence, 
http://www.nato.int/lisbon2010/strategic-concept-2010-eng.pdf, 19 Nov. 2010. 

3 Lisbon Summit Declaration: Issued by the Heads of State and Government participating in the meeting of the NorthAtlantic Council in Lisbon, 
www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_68828.htm, 20 Nov. 2010. 

4 NATO-Russia set on path towards strategic partnership, 
http://www.nato.int/cps/en/SID-83139AEC53408DAC/natolive/news_68876.htm, 20 Nov. 2010. 

5 Eski START’ın (Stratejik Silahlarda İndirim Anlaşması: Strategic Arms Reduction Treaty) süresi Aralık 2009’dadolmuş olup, halen ABD; 3.696, Rusya; 4.237 stratejik savaş başlığına sahiptir. Yeni START ile stratejik kapsamdaki 
savaş başlıklarının 1.500-1.675 civarına indirilmesi öngörülmektedir. 

6 ALTBMD: Active Layered Theatre Ballistic Misilse Defence System. 

7 Türkiye’den füze kalkanı kapsamında Yunanistan aleyhine Ege hava Sahası, yeni NATO Karargahları ve Kıbrıs konularında 
rezervler bekliyordu. 

8 Papandreou hails results of NATO summit, 20 Nov 2010, http://www.athensnews.gr/portal/10/33937 

http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/5.pdf


***