28 Aralık 2020 Pazartesi

SÜRECE DEVAM, ÇÖZÜME AMA (?) VE ERDOĞAN SIKINTISI

 SÜRECE DEVAM, ÇÖZÜME AMA (?) VE ERDOĞAN SIKINTISI

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 22.05.2014 "Çözüm Süreci"nin başladığı günden bu yana süreçteki en büyük sıkıntı Nisan ayında yaşandı. Nisan ayında Öcalan'la HDP heyetinin görüşmesi defalarca ertelendi. Nihayetinde geç de olsa Nisan ayının sonlarına doğru Öcalan-HDP görüşmesi sağlanmış oldu. Görüşmede yaşanan sıkıntının en önemli nedeni BDP'nin HDP'lileşirken hükümetin bundan duyduğu kaygıydı. Çünkü bu süreci, diğer süreçlerden ayıran en önemli özellik, sürecin BDP/HDP üzerinden yürütülmüş olması ve Öcalan'ın BDP/HDP heyetine olan güveniydi. Hükümet tarafı, yasal Kürt Siyasetinin Türkiye genel siyaseti anlayışında alacağı rolün ne olacağını kestiremiyordu. Türkiyelileşme tartışmasının,HDP'nin genel muhalefetin yanında yer alabileceği şeklinde yorumluyordu. Gezi, 17 Aralık Operasyonu ile büyük tehlike geçiren AKP ile BDP/HDP-Öcalan-Qandil arasında gelişen sürecin bu anlamda AKP'nin aleyhine dönmesi halinde AKP'nin "yalnızlaşmanın zirvesine" çıkması anlamına gelebilirdi. Sürecin iki tarafının attıkları adımların geri dönüşünün her iki tarafa da zarar vereceği hususuyla birlikte değerlendirildiğinde yara alsa da sürecin devam edeceğinin işaretleri daha fazla görülüyor. AKP, HDP ile ilgili endişelerinin doğru olmadığını anladı. Çünkü AKP'nin en büyük kaygısı, HDP'nin AKP Karşıtı kampta yer alacağı şeklindeydi. Öcalan'ın müdahalesiyle HDP tartışmasının Qandil'in gündemine gelmesi, HDP aracılığıyla bu kaygının yersiz bir kaygı olduğu anlaşıldı. Bu da sürecin önünün açılması anlamına geliyordu. Tüm bu gelişmeler olurken, Rojava üzerinden oluşan PKK-PDK gerginliği ne anlama geliyor? Her şeyden önce PKK-PDK arasında ideolojik-politik farklılık vardır. Bu farklılık dün vardı. Bundan sonra da olacaktır. Burada her iki partinin dikkat etmesi gereken husus, iki partinin çatışması halinde her iki partinin de Kürtler arasında itibar kaybedeceğidir. Ayrıca süreç devam ettikçe PKK-PDK çatışması da çıkmayacaktır. Çünkü, süreci devam ettiren HDP heyeti, Qandil'e giderken, Hewler üzerinden gitmeye devam ediyor. Türkiye'den çıkışta, Hewler'den Qandil'e giderken bir zorlukla karşılaşmıyor. Bu da Barzani'nin sürecin içinde yer almaya devam ettiğini gösteriyor. Bana göre sürecin en büyük sigortası da budur. Türkiye ve Suriye Kürt siyaseti de bunun farkındadır. Irak Kürdistan'ında KCK'ye yakın parti ve diğer kurumlara baskın düzenlenmiş olması, Rojava'daki etkinlik mücadelesiyle bağlantılıdır. Konuya demokratik hukuk çerçevesinden bakıldığında Irak Kürdistan'ında çoğulcu bir siyasal yapının olduğu, yönetimlerin özgür seçimler sonucunda belirlendiği, KCK dahil olmak üzere farklı kesimlerin serbestçe çalışma yaptığı bilinmektedir. Aynı şeyin Rojava için olduğunu söylemek mümkün değildir. Rojava'da köklü bir PDK geçmişi olduğu halde PDK/PYD ilişkileri Irak Kürdistan'ındaki gibi değildir. Mutlu Civiroğlu'nun haber/yorumunda dikkat çeken en önemli noktalardan biri de "Türkiye toprağı" sayılan Süleyman Şah Türbesi ile ilgili olarak TC/YPG arasındaki ilişkiler, türbeye giden Türk askerlerine YPG'nin refakat etmesi, yine Kobani Kantonundan gelen bir heyetin Türkiye'de temaslarda bulunmuş olmaları dikkate alındığında Türkiye/Rojava ilişkilerinin düşmanca olmadığını göstermektedir. YPG ile Esad güçleri arasında Haseke'da yaşanan büyük çatışmalar, öyle Barzani'nin iddia ettiği gibi PYD ile rejim arasında bir işbirliğinin olmadığının en önemli göstergesidir. Eğer şimdiye kadar rejimle PYD çatışmıyorsa bunun en önemli nedeni, Esad'ın cepheleri artırmak istememesinden dir. 3 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken, muhaliflerden bazı yerleri temizledikten sonra Esad'ın Kürtleri rahat bırakmayacağı beklenmelidir. HDP heyeti, İmralı'ya gidiyor, Qandil'e gidiyor. Siyasal yollar sonuna kadar açıktır. Özellikle Qandil dönüşünde HDP heyetinin çözüm süreciyle ilgili olarak üç bakanla toplantı yapılıyor. Bu durumda çözüm sürecine herkesin sarıldığını gösteriyor. Kaldı ki, bazı kalekolların yapımı sorunlara neden olsa da bir buçuk yıla yakın bir süreden beri TSK ile HPG arasında çatışmanın yaşanmamış olması da ateşkese her iki tarafın ciddi baktıklarının en önemli belirtisidir. Son olarak "Murat Karayılan'ın Newroz 2013 bildirisine bağlıyız, bu süreçte kazanımlarımız" var demiş olması da sürecin devamı için olumludur. Sonuç alıcı olur mu belli olmaz. Ancak sürecin yerini sertliğe bırakması Kürt hareketi için iyi sonuç doğuracağı da kuşkuludur. Her ateşkesin bitiminde olduğu gibi çatışmaların yeniden kısır döngü yaratacağını görmek gerekiyor. Bu sadece KSH açısından değil devlet için de aynıdır. Dönemin genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un 2009'da söylediği "PKK'yi yedi kez yendik, yine bitmedi" demiş olması çatışmalı sürecin devlet için de kısır döngüye yol açtığının itirafıdır. Aynı şekilde, Kürt tarafı şiddet yöntemini ne kadar devam ettirirse etsin, devleti bu yolla ikna etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu açıdan çatışmalı süreç için can atanların geçmişi göz önünde bulundurması gerekiyor. Irak ve Suriye'de hiç bir zaman meşruiyeti olmayan rejimlerden sonra oluşan kargaşa da göstermiştir ki, dengeleri daha fazla sarsmak hiç kimse için iyi sonuçlar doğurmayacaktır.
Erdoğan, bir yandan Alevi ve Kürt sorununun dış güçler tarafından kaşındığını söylerken, Alevileri ve Kürtleri kendi içinde parçalamayı çatıştırmayı amaçladı. Alevileri, "Ali'siz" "Ali'li" şeklinde, Kürtleri de "kendisi yanında" "Kürt siyasal hareketi" yanında ikili ayırıma tabi tuttu. Çocukları PKK'ye katılan aileleri KSH'ne karşı kışkırtarak, KSH'ni bir bütün olarak çocukları dağa kaçırmakla suçladı. Çözüm sürecinin ne gibi şantajlarla, rehin tutmayla ilgili olduğunun örneklerini açıkça ortaya koydu. Dağa çıkışın koşullarını ortadan kaldırmak için siyasi/hukuki adım atamamanın sorumluluğunu BDP/HDP'nin üzerine attı. Onları tehdit ederek B ve C planları olduğunu söyleyiverdi. B planından anlaşılan KCK gibi operasyonlar, C planından anlaşılan da BDP/HDP'nin kapatılmasına kadar gider. Görüldüğü gibi KSH hareketi, değişik yönleriyle tehdit altında olduğu için kendisinden beklenen demokratik siyasi dönüşümü gerçekleştirmesi zorlaşmıştır. HPG'ye yoğun katılımların devam edişi, dağdan inmenin de o kadar kolay olmayacağını göstermektedir. Aslında, çözüm sürecini sonuca kavuşturmak Erdoğan'ın en önemli şansıydı. Erdoğan, çözüm süreci olarak ortaya koyduğu süreci çözümsüzlük sürecine çevirerek büyük bir şansı kaybetmiştir.

Öcalan'ın çözüm sürecindeki amacı "silahlı çatışmanın tamamen ortadan kalkması" ve "PKK varlığının yasal-siyasal zemine çekilerek demokratik sistemle bütünleşme"sidir. Öcalan, bunu 1993'ten beri durmadan dile getiriyor. Ne devlet bunu algılayabildi ne de PKK. Öcalan'ı zorlayan da hep bu oldu. Her defasında, yapılanlar bir tarafa bırakılıp sil baştan yapılmaya çalışıldıkça çözüm daha da zora gidiyordu. Devlet içinde olaya yargı-polis çerçevesinde yaklaşıp PKK'nin varlığının yasal-siyasal zeminine çekilmesini "paralel devlet kuruyorlar" denilerek bunu soruşturmaya konu etmiş olmasının verdiği zararın haddi hesabı yoktur. KSH'nin 1993 ateşkes sürecinin bitiminden sonraki sonuçları hiçbir zaman aklından çıkarmaması gerekir. 1993 ateşkesinden sonra çözüm yönünde adımlar atılsaydı belki bambaşka bir Türkiye olurdu. Bu dönemin heba edilmesine tek taraflı bakılmamalıdır. Bu dönemde devletin de ateşkese dair hazırlıkları vardı. Irak Kürdistan'ında KCK'ye yakın parti ve kuruluşlara yönelik baskın ve gözaltıları Türkiye'nin yaptığı KCK operasyonları arasında bir tür Güney'in KCK operasyonu gibi göstermek abartılıdır. Daha da ileri gidip bu operasyonların Türkiye güdümlü olduğunu söylemek manipülasyon amaçlıdır. Çünkü Türkiye Kürdistan'ında AKP ile KSH arasındaki ilişkilerde gerginlik yaşansa da PKK'nin ateşkesi bozmaması, devletin de operasyon yapmayışı dikkate alındığında bu şekilde oluşan yargının doğru olmadığını gösteriyor. Burada sorun, gerek devlet açısından gerek KSH açısından üzerinde düşünülmesi gereken husus devlet içinde de KSH içinde çözüm sürecini her an bitirebilecek yapılanmaların canlılığını korumasıdır. KSH açısından bazı medya organları ve gençlik, inisiyatif adı altında çalışma yapan oluşumlar ile devlet açısından ise muhalefetin de her zaman desteklemeye hazır oldukları güvenlik ve yargı içinde yer alan oluşumların varlığıdır. KCK'nin askeri biriminin başında bulunan Karayılan, sürecin arkasında olduğunu söyleyecek, Öcalan'la MİT adı altında da olsa görüşmeler devam edecek, HDP heyeti de mesaisini İmralı-Ankara-Hewler-Qandil arasındaki ilişki ve iletişime ayıracak öte yandan TC, Irak Kürdistan'ında KCK operasyonu yapacak. Eğer böyle bir şey varsa en azından HDP neden ilişki ve iletişime devam edebiliyorki. Çünkü, Irak Kürdistan'ında Türkiye güdümlü KCK operasyonu yapılıyorsa, bunun Türkiye ayağının hedefinde HDP'nin olacağı bilinmiyor mu? Kaldı ki, böyle bir şey varsa süreci yürüten HDP heyeti neden bir açıklama yapma gereği duymuyor. Bilgi kargaşası zirve yapmış durumdadır. KCK'nin Güney'de siyasal gücü var mıdır? En son seçimlerde çok düşük bir oy aldılar. Bu konu daha çok PDK ile PYD arasındaki politik güç çekişmesinin yansımalarından biridir. PYD'nin Rojava'da PDK-Suriye'ye yaptıklarına benzer faaliyetlerine karşı bir misilleme de olabilir. Türkiye'deki siyasal gelişmeler, AKP'yi HDP'ye, HDP'nin de AKP İle zorunluk dışında bir imkan bırakmamıştır. Muhalfetin başından beri HDP/BDP'ye yönelik olarak "bunlar kendi aralarında anlaştılar" propagandası gerçek olmadığı halde gerçekmiş şeklinde bir algı yarattı. Bu algıyı yıkmak mümkün gibi görünmüyor. Bu da AKP ve HDP'yi birbirine mahkumlarmış gibi bir izlenime neden oluyor. Bunun giderilmesi için her iki partinin çözüm süreci konusunda oynadıkları rollerini topluma açık ve net olarak deklare etmeleri gereklidir. Çözüm sürecine değişik kesimlerin dahil olmasının yollarını açmaları gereklidir. Her şeyden önce görüşmeler üzerindeki MİT örtüsü kaldırılmalı, siyaset etkili kılınmalıdır. MİT'in işlevi başka bir şekilde devam edebilir. Ancak siyasi boyutu açısından MİT'in varlığı sorunun önünde engel olarak duruyor. Kürt tarafında oluşan, "MİT iyi, Erdoğan" kötü argümanının bir geçerliliği yoktur. Bu olsa olsa geçmişte " Erdoğan iyi, cemaat engelliyor" şeklindeki söyleme benziyor. Oysa iyi de kötü de gidiyorsa bunun sorumlusu başbakandan başka birisi değildir. Başbakanı direkt görüşme makamı haline getirmeden bu soruna çözüm getirilemez. Erdoğan'ın gözünde Bekir Bozdağ, Efkan Ala, Beşir Atalay birer memurdurlar. Öz olarak da Hakan Fidan'dan farksızdırlar. Yaptıkları iş idari olmaktan öteye gitmez. Bu nedenle Erdoğan'ın kendisi baş müzakereci olmadıkça yapılanlar havanda su dökmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Bunun tersini söyleyenler, Erdoğan'ın söylediklerine bakması yeterlidir. Çözüm süreci için yasal düzenleme yapmayacağız konuşmasını defalarca yaptı. Ancak Beşir Atalay'a göre süreç devam ediyor, birileri de "sürecin kıymetini bilelim" deyişi... Açıklık ve şeffaflık toplumun beklediği bu. Evet, devam eden bir süreç var, çözüme gider mi? Belli değil. Ya Erdoğan başsiyasi müzakereci olarak yerini alacak ya da Erdoğansız bir süreç başlayacaktır. ***

KÜRDİSTAN'DA DEMOKRATİK HUKUK İHTİYACI

KÜRDİSTAN'DA DEMOKRATİK HUKUK İHTİYACI


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 20.05.2014 Kürtlerin ihtiyacı Kürtler arası daha çok demokrasi.
Kürtler, en az sosyalizm ve İslam için yaptıkları ve söylediklerini kendi içlerinde geçerli olacak bir demokratikleşme için yapsalar sosyalizme de İslam’a daha faydalı olurlar. Kürtler arası demokratikleşmenin olabilmesi her şeyden önce evrensel ölçütlere uygun bir Kürdistan hukukunun olmasını gerekli kılar. Kürtler arasında aşiret ilişkilerinin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde töre hukuku şeklindeki hukuk dahi Kürtler arasındaki sorunların çözümünde rol oynuyordu. Kürdistan'ın yabancı güçlerin egemenlik sergileme alanına dönüşü, kendisine özgü kargaşa içerikli modernleşme ve kapitalistleşmenin etkisiyle var olan ve kısmi olsa da çözüm üreten töre(örf ve adet) hukukunun alandan çekilmesi ve yerini başka bir hukuka bırakmaması nedeniyle Kürt toplumu kendi içindeki sorunları kendi aktör ve perspektifinden yoksun hale gelmiştir. Sorunlar içinden çıkılmaz hale gelmiş, başkasından(Avrupa dahil) "hukuk dilemek zorunda" kalmıştır.
En azından Türkiye/Rojava ilişkileri, Rojava/IBKY ilişkilerinde daha gelişkindir. Nasıl ki, IKBY, Türkiye üzerinden ekonomik ilişkiler geliştirmek zorundaysa, Rojava'nın aynı şekilde Türkiye ile ekonomik ilişkiler geliştirme zorunluluğu vardır. Bu bir anlamda zorunluluktur. Çünkü, Türkiye'nin Avrupa ve dünya ilişkileri bölgede bulunan Irak, İran'a göre çok ileridir. Irak ve İran'ın dahi ekonomik anlamda Türkiye ile ilişki geliştirme zorunluğuyla kıyaslandığında bunun KBY ve Rojava için ne kadar normal olduğunu Türkiye Kürdistan hareketinin anlaması gerekir.
Kürtler, 20.yüzyıldan farklı konumdalar, 2000'li yılların başında kendi dinamiklerini, kendi öz gücüyle Irak Kürdistan'ında, 2010'lu yıllarda ise Suriye Kürdistan'ında oluşturdular. Ancak bu oluşturma Kürtler arası demokratik hukuku oluşturamadı. İktidar olamayan iktidarcılık bu iki yerde de uygulandı. Her iki Kürt dinamiğinin birbirini beslemesi gerekirken, birbirini boğmaya doğru gidiyor. Öyle söylendiği gibi sayısallığı ön plana koyup Kürdistan Ulusal Kongresinin toplanmasıyla bu sorun çözülmez. Kürt ve Kürdistan şehitlerinin avazını duymak yeterlidir. Hele hele "Brakuji"den dolayı hayatını kaybedenlerin yaşamı ve dramı ortak demokratik hukukun kendisi ve özü değil de nedir? Brakuji'de şehit düşen Kürdistan yiğitlerininin gözü açık gidişi yeterli dersler vermiyor mu? İktidar oyununu, düşmanına karşı oynamayacaksın, kendine göre Güney'de, Rojava'da iktidar bulduğunu sanacaksın ve bunu da kendi insanına karşı kullanacaksın. Bunu yaparken hiç bir hukuka da kendini bağlı saymayacaksın, bunun sonucu hukuksuzluk ve "Brakuji hukukunun" gelişidir. Bu da Kürdistan'ı yönetmeye hazır "yabancı güçlere" davetiye değil de nedir. Bu nedenle Kürtlerin demokratik siyasetten çok "demokratik hukuka" ihtiyacı vardır.

Hasan Bildirici, Kürtlerin ve Kürdistan'ın hukuka ve adalete ihtiyacını vurgulayan yazısı önemli bir yazıdır. ***

OYALAMA SÜRECİ

OYALAMA SÜRECİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 01.05.2014
Hiçbir siyasal amaç ve düşüncenin hukuk karşısında üstünlüğü olamaz. Nasıl olsa ulus olarak özgür değiliz denilerek Kürtlerin hukuk ve demokrasi ihtiyacını belirsizliğe öteleme, ütopyaya dönüştürme hakkı yoktur.

Çözüm süreci ile bir yıl içinde peş peşe yapılacak üç seçim arasında doğrudan doğruya bir bağlantı vardır. AKP, kah seçim öncesi kah referandum öncesi hep çözüm süreci ipine sarılarak seçimleri atlatmayı başardı. Bunun en son örneği 30 Mart seçimleri oldu. Seçimlerden önce iyice gerilen çözüm sürecinin en azından seçimlere kadar devamı için seçim öncesi Öcalan'la yapılan görüşmede Öcalan'ın seçimlerden sonra çözüm süreci için gerekli yasal düzenleme yapılacağı mesajı AKP için kurtarıcı bir mesaj görevini gördü. Seçimlerden sonra Kürt siyasetinin beklentisi çözüm sürecine yönelik yasaların çıkması yönündeydi. Öyle olmadı, MİT yasası çıkartılarak MİT görevlilerine dokunulmazlıklar getirildi. Öcalan'la yapılacak görüşmeler defalarca ertelendi. Böylece Kürt siyasetine yönelik oyalamanın boyutu, yerel seçimlerden sonra cumhurbaşkanlığı seçimine doğru yeniden tekrarlama durumu ortaya çıktı. Kürt siyasetinden hiç kimse çıkıp da bunun oyalama ve beklentide bırakma olduğunu söylemedi. Aksine mecliste MİT yasası görüşmeleri sırasında BDP'li Sakık, Hakan Fidan ve arkadaşlarına teşekkür etti. Başbakan, çözüm sürecine yönelik başkaca yasal düzenlemenin gündemlerinde olmadığını belirtti. Buna rağmen Kürt Siyasal Hareketi(KSH) neden hala beklentide kalmaya devam ediyor? Bellidir ki, KSH, Öcalan'ın İmralı'da devlet tarafından muhatap alındığına inanmış durumdadır.

KSH, bu muhataplığın bir hayal olabileceğini aklına getirmek istemiyor.
Bir hareketin ideologu, örgütleyicisi ve sürdürücüsünün oyalanabileceğini kabul edemiyor. Çünkü, Öcalan'ın devletle olan bu muhataplığın sonucunda Öcalan'ın özgürlüğüne kavuşacağına, KSH'nin de İmralı'da kurulan masadan bir statü kazanma ihtimalinin suyu hürmetine buna tahammül edilmektedir. Ancak giderek sonuç alınmadığı kendisini belli ettiği ortaya çıktıkça Lice'deki gibi tepkiler kendisini gösterecektir. KSH açısından 30 Mart seçimlerden sonra seçim sonuçlarının ve çözüm sürecinin geldiği noktanın tartışılması gerekirken, tartışmanın odağına BDP'den HDP'ye geçiş oturdu.
AKP hükümetinin hukuk dışına çıkıp otoriterleşmeye doğru gidişine karşı Türkiye'deki genel muhalefete yaklaşım yerine AKP'ye daha fazla mahkum olma ya da onun iktidarını sürdürmede yardım konumunda oluşu göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle Türkiye'nin demokratik ve hukuk devleti geleceği için cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP'nin ekmeğine yağ sürecek HDP'nin kendi adayını çıkaracağını söylemesi, seçimin ikinci oylamaya kalması halinde ne yapacağı konusundaki belirsizlik KSH'ni beklentiden tükenişe doğru da götürebilir. Bunun en önemli sonuçlarından biri de KSH'nin yeniden şiddet sarmalına dönüşmesinin yolunu da döşüyor. Bunun paralel sonucu, yasal KSH'ni temsil eden partilerin kapatılmasını, kitlesel tutuklamalar gündeme gelebillir. O nedenle eğer varsa çözüm sürecine herkesin ciddi olarak yaklaşıp gerçekleri kabul etmenin zamanı gelmiştir. İmralı'da bir masa var mı yok mu bu konuda toplum bilgilendirmelidir. Bir tarafın eşitsiz üstünlüğü ve inisiyatifinde diğer tarafın her adımını bilebilecek durumunun daha fazla sürdürülebileceği mümkün değildir. Bunların tamamı, toplumsal izdüşümde basıncın yükselmesine neden olan faktörlerdir.
AKP'nin İmralı'da kurulan(?) masada asıl almak istediği sonuçlardan biri de tıpkı geçmişte Kemalistlerin yaptığı gibi siyasal/ideolojik anlamda devletin örgütlenişinde kalıcı olarak kalabilmektir. KSH'nin gösterdiği direniş sonucunda siyasal/ideolojik tahtını kaybeden Kemalizm'in yerine kendi siyasal/ideolojik mekanizmalarını Kürt direnişini bir tarafa bırakıp onu oyalayarak gerçekleştirdiği nin sayısız örnekleri vardır. Bunun oyalanma konusunda KSH'nin de önünde görmesi gereken sayısız örnekler vardır. AKP'nin Rojava'ya karşı KBY'ni de kendi yörüngesine alacak düzeyde sergilenen düşmanca tavır. Yine PYD'ye karşı sonuna kadar destek verdiği El Qaide türevleri. Devletin gündeminde Kürtlerle barışmak(?) diye bir niyeti yoktur. Kürtlerle barışmayan bir rejimin demokratikleşmesi mümkün değildir. Aynı şekilde Taksim'de 1 Mayıs'ta terör estiren bir rejimin Kürt sorununa çözüm getirmesi mümkün değildir. 1 Mayıs'taki Devleti görün de bunları yaptıran birinin bu devletin başına başkan olduğu takdirde neler olabileceğini tahmin edin. Sonuç çok korkunç olabilir. ***

2009-2014' E KÜRT SİYASETİNE BİR YOLCULUK VE ÖCALAN'LA 26 NİSAN'DA YAPILAN GÖRÜŞMENİN DEĞERLENDİRİLMESİ

2009-2014'E KÜRT SİYASETİNE BİR YOLCULUK VE ÖCALAN'LA 26 NİSAN'DA YAPILAN GÖRÜŞMENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 27.04.2014 2009-2014 Anayasa Mahkemesi tarafından 2009 yılının son ayında kapatılan DTP'den sonra KSH'nin gideceği adresin ne olacağı tartışılıyordu. Diyarbakır merkezli KCK Operasyonları en yoğun şekilde devam ederken, gazetecilerden avukatlara kadar yapılacak operasyonların hazırlığı tüm hızıyla devam ediyordu. Gözler, partisi kapatılan DTP milletvekillerinin üzerindeydi. Genel kanı, milletvekillerinin sinne-i millete dönecekleri yönündeydi. Milletvekillerinin sinne-i millete dönüşünün siyasal sonuçları hem KSH açısından hem de devlet açısından ağır olabilirdi. Habur'a kadar getirilen ancak Habur'un yönetilememesi nedeni ile bir tarafa bırakılan süreç böylece geri gelmeyecek şekilde gündemden çıkabilirdi. KCK operasyonları, DTP'nin kapatılması gibi uygulamalar devletin tavrını net olarak ortaya koyuyor idiyse de devlet eskisinden farklı, ince bir politikayı da yedeğinde bulunduruyordu. O dönemin genel kurmay başkanı Başbuğ bunun ipuçlarını veriyordu. Başbuğ'un en önemli özelliği, Kürt sorununa ilk kez siyasi teşhis koyan asker olmuş olmasıydı. Ona göre, devlet PKK'yi dağda 7 kez yok etmişti. Ancak 7 kez de örgüt yeniden doğmuştu. Örgütün savaşla bitmesi mümkün değildi. Örgütün dağdan indirilmesi gerekiyordu. Bunun için de siyasi kanalların açık tutulması gerekiyordu. 2009'da Öcalan'ın çağrısı üzerine DTP Milletvekillerinin BDP'de devam kararları yeni dönemin işaretiydi. Bu dönemin en önemli özelliği, "terörle mücadele, siyasetle müzakere" şeklindeydi. Ancak her ikisini ayırmak kolay değildi. Siyasetle de mücadele verilmeye devam ediyordu. Bunun ince, ayarlanmış yöntemlerle yapıyordu. Öcalan'ın ilişki kanalları etki altına alınmıştı, Öcalan'ın görüşleri sanki yanlış aksettiriliyor anlamında görüşler ileri sürülüyordu. Özellikle Silvan olayından sonra avukatlarla yapılan son görüşmeden sonra bir daha avukat görüşünün olmayışı, sonrasında avukatların tutuklanması dönemin yeni karakterini açığa vuruyordu. Bir süre boyunca kamuoyuna yansıtıldığı kadarıyla bir yıla yakın bir süre boyunca bir kez aile görüşü dışında Öcalan'la hiç bir görüşme yapılmadı.
Öcalan'ın son görüşmesinden çıkan önemli sonuçlarından biri de DTK'nın geleceği ile ilgilidir. Kürt sorununun çözümünün demokratik özerklikten Yerel Yönetimler Özerklik yasasının çıkarılması kadar çıtanın aşağıya çekildiği çekildikçe 2009'da DTK'ya uygulanan sınırlama yeni bir boyut kazanarak siyasi bir topluluk olan DTK'nin sivil toplum örgütüne dönüşecek olmasıdır. İnanç komitesinden, tarım işçileri komitesine kadar değişik meslek ve siyasi yapıların içinde yer aldığı DTK'nın kongre tarzı örgütlenmesi böylece tarihe karışmaktadır. Halkların Demokratik Kongresinin ise ne olacağı merak konusudur. Milletvekili ve belediyelerin HDP'ye katılmasıyla birlikte HDK'nin de DTK gibi sivil topluma geri dönüşümüne katılmasından başka bir sonuç beklenmeyecektir.

Öcalan'ın 26 Nisan 2014 tarihli görüşmede dile getirdiği "derinlikli çözüm imkanları da çatışma olasılığı da devrededir." Demiş olması daha önceki görüşmesinde dile getirdiği "araf" söylemine benzer bir söylemdir. Bunun ağırlık noktasının çözüm imkanı yönünde olacağı görülmektedir. Çünkü süreci getirdiği yön itibarıyla pişman olmadığını söylemekle niyetini ortaya koymuştur. Yine her iki tarafa seslenme şeklindeki duruşu ile taraflar üstü olduğunu da söylemeye devam ediyor. Bu da sürecin devam edeceğini gösteriyor. Öcalan, sürecin ilerlememesini sadece hükümete yüklemiyor. Tarafları uyarmakla sürecin ilerlememesinde KSH'ne de gerekli göndermeleri yapıyor. KCK Eş Başkanı Cemil Bayık'ın Newroz'daki konuşmasında bu yönde öz eleştiriler vardı. Öcalan'ın son açıklamasında geçen "çözümün yeni formatı" ne demektir? Format, kelime anlama olarak özü koruyup bozulan biçimi yeniden biçimlendirmek, şekillendirmek demektir. Sürecin ana aktörleri olan Öcalan ve Erdoğan öz olarak önceki dönemden daha çok süreç üzerinde hakim olacaktır. Hatta Erdoğan, MİT yasasını çıkararak konumunu hukuksal yönden güçlendirmiştir. BDP'lilerin HDP'ye geçişiyle birlikte mecliste bazı yasal düzenlemeler gündeme gelebilir. Ancak daha önceki deneyimlerden anlaşılacağı gibi bunun kolektif haklar şeklinde değil de bireysel haklar şeklinde olacaktır. Tam bu sırada Cemil Bayık'ın "Kürt halkının bu hükümetten Kürt sorununu çözecekmiş beklentisi bir gafleti ifade edebilir." beyanı ne anlama geliyor? Qandil ile İmralı arasında çelişki mi var? Soruları sorulabilir. Her şeyden önce Qandil'in rahat olduğu söylenemez. Irak merkezi hükümeti ile KBY arasındaki sorunlar, KBY-Rojava çekişmesi, Rusya-ABD çekişmesinin bölgeye yansımaları, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik "Suriye ile savaştayız" beyanı ile birlikte değerlendirildiğinde KCK'nin içinde bulunduğu pratik ve üzerindeki yükün ağırlığı nedeniyle sırf Öcalan'ın istemleri var diye dönüş yasası çıksa bile dönüşün o kadar kolay olmayacağı görülüyor. Olsa olsa PKK güçlerinin ateşkesi sürdürüp sınır dışına yeniden çıkışların olması şeklinde olabilir. Ortadoğu'da en küçük azınlık veya dini grupların giderek silahlandığı, çetelerin giderek türediği bir ortamda hiçbir güç var olan gücünü dağıtma yoluna gidemez. Bundan sonraki süreçte hiç kimse PKK'ye silah bıraktırma karşılığında bazı hakları tanıyacağını da söyleyemez. Nasıl ki, Suriye'de şu veya bu şekilde bir düzenin kurulduğu düşünüldüğünde bunun sonucunda YPG'nin dağıtılması nasıl söz konusu olmayacaksa HPG'nin dağıtılması da söz konusu olmayacaktır. Öcalan-Erdoğan müzakereleri bu yönlü devam edecekse bunun başarı şansı yoktur. HDP'nin bunun bilincinde olması zorunludur. Süreç devam edecek ancak tarafların süreçten beklentileri farklı oldukça, çözüm her zaman olduğu gibi olmayacaktır.
Ateşkes konumunun sürdürülmesi konusunda üç kritik noktada gerilim sürekli yükselmektedir. Diyarbakır Lice, Hakkari Şemdinli ve Dersim'de yapılan kalekollara karşı gösterilen tepkiler her an çatışmaya dönüşebilir. Özellikle inisiyatif veya gençlik hareketi olarak kendisini gösteren özerk grupların kontrolü zora girdikçe geri dönülmez sonuçlara neden olabilir. İlk kez çatışmanın olmadığı bir ortamın seçim sonuçları üzerindeki etkileri belirlenmelidir. Çözüm süreci boyunca yer yer çatışma ihtimali olan Hakkari, Şırnak ve Diyarbakır'da BDP'nin oylarındaki düşüşün bununla ilgisi nedir? Çatışma ihtimali hiç olmayan veya az olan Urfa, Ağrı, Erzurum'da BDP'nin oylarının artışı nasıl izah edilebilir? KSH'nin seçim sonuçlarını her yönden analiz etmeleri gerekli olduğu halde daha fazla merkeziyetçi bir bakış açısını ön plana alıp konuyu BDP'den HDP'ye geçişe odaklamaları seçimlerin gerçek anlamda analizini ikinci plana atılmaktadır. İki farklı parti olarak seçimlere giren BDP ve HDP'nin genel kurullarının formalite icabı toplanıp önceden alınan kararları onaylamak için toplamaları bu partilerin genel kurullarının ne kadar güçsüz olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Legal Kürt siyasetinin kendi içinde bu kadar demokratik yoksunluk içinde oluşu KSH'nin geleceği için tehlikelidir. Hele hele kuruluş süreci on yılı bulan HDP konusunda bu kadar ani karar vermekte neden acele ediliyor? ***

IRAK KÜRDİSTAN’INDAKİ GELİŞMELER VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE SİYASAL BİR ANALİZ

IRAK KÜRDİSTAN’INDAKİ GELİŞMELER VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE SİYASAL BİR ANALİZ

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 21.04.2014 Bu imkan Türkiye'nin lehine görünse bile Türkiye'nin Ortadoğu'da sürekli kaybedişi Irak Kürdistan'ında da kendisini gösterecektir. Bu kaybın sonuçları Barzani açısından görülmeye başlamıştır. Irak'ta 30 Nisan'da yapılacak merkezi seçimler de bunu değiştirmeye yetmeyecektir. Büyük olasılıkla İran'a yakın duruşu ABD'nin desteğiyle Maliki'nin başbakanlığı devam edecektir. Talabani'nin Irak siyasetinde yarattığı boşluk giderek daha fazla Kürtlerin aleyhine işleyecektir. Barzani'nin Türkiye ile ilişkileri nedeniyle Irak merkezi hükümetiyle yaşadığı çelişkiler bir sonraki cumhurbaşkanlığına bir Kürd'ün seçilmesi de zora girecektir. Petrol satışı nedeni ile karşı karşıya gelen KBY ile Irak Merkezi yönetimi arasında ki ilişkiyi sağlayan Cumhurbaşkanının Kürtlerin dışında biri olursa bağlar giderek zayıflayacaktır. Kürtler aleyhine olduğunda Anayasa'dan söz eden Maliki, Kürtler lehine olduğunda Anayasa yokmuş gibi davranıyor. Bunun en bariz örneği Anayasa gereği yapılması gereken Kerkük Referandumunun sürekli ertelenmesidir. Barzani'nin Irak merkezi hükümetinin Kürtlere yönelik bu olumsuz tavırlarına karşı "Bağımsız Kürdistan Devleti" restine karşı Maliki'nin bunu tehdit olarak niteleyip karşı çıkışı Irak'ta Kürt-Arap savaşı mı çıkacak? Sorusunun sorulmasına neden oluyor. Arapların yaşadığı bölgelerde dahi güvenliği sağlayamayan Maliki'nin Kürtler söz konusu olunca Kürtlere yönelik tehditlerde bulunmasında Maliki'nin İran ve ABD'den aldığı cesaret etkili olmuştur. Bu duruma gelişinde Barzani'nin uyguladığı yanlış politikaların özellikle Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak adına kendi dışındaki Kürtlerle yaşadığı çelişkiler de buna katkı sunmuştur. Özellikle Barzani'nin Rojava'ya yönelik uyguladığı yanlış politikalar bunun tuzu biberi olmuştur.
Süreç, BDP üzerinden yürütülecekti. Yeni sürecin karakteri gereği Öcalan-BDP birlikteliği olacaktı. Kürt hareketinin ideolojik-önderliği ile kitlesel yönünü temsil eden BDP arasında oluşan doğrudan ilişki, KSH'indeki denklemde Qandil'in rolünü ikinci plana atıyordu. Qandil'le ilişki kanalları da BDP'nin eline geçiyordu. Bu Qandil'in istediği bir şey değildi. Bu isteksizliğini Öcalan'a yönelik olarak dile getirmesi de mümkün değildi. Qandil, eleştirilerini BDP'ye yönelik olarak yapıyordu. Bu da BDP/Öcalan, BDP/Qandil ilişkilerinde sarsıntıya neden oluyordu. Dengeleme kaygısının ilk firesi BDP Eş genel başkanının heyetten ayrılışı oldu. Bir anlamda Demirtaş bu dönemin günah keçisi haline getirildi. Süreç devam etsin diye gerektiğinde hükümeti savunmak zorunda kaldı gerektiğinde Cemil Bayık'a itiraz etti. Yaptıklarıyla süreci ayakta tuttu ancak kendisi de çok enerji kaybetti. İşte böyle bir süreç sonunda gelinen nokta, döneme uygun Kürt siyasetinin yeniden yapılandırılmasıdır. Tıpkı 2010 yılında BDP yapılanmasına benzer bir süreç HDP şeklinde geliştirilecektir. Ancak öz olarak değişen bir şey olmayacaktır. Milletvekilleri nasıl ki, BDP'ye geçtilerse HDP'ye de aynı şekilde geçecektir. Büyük olasılıkla HDP Eş genel başkanlıklarına Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan getirilecektir. Dönemin karakterindeki değişim bu boyutla yaşamakla yetinecektir.
Irak'ın İran'la yakın oluşuna rağmen ABD'nin Irak merkezi hükümetine destek vermesinin en önemli nedeni Irak'ın Rusya'nın etkisi altına girmesini önlemek içindir. Rusya'nın Suriye ve İran'la ilişkileri dikkate alındığında Rusya'nın etkisine girecek bir Irak'ın Ortadoğu'da düz bir hat üzerinde ABD'nin etkisiz hale geleceği bir Ortadoğu demektir. ABD, Irak'ta varlığını sürdürmek adına Irak'ı işgali sırasında en önemli mütefiki olan Kürtleri böylece yüzüstü bırakması akıllara Kürtlerin 1974 bozgununu getiriyor. Bozgun ihtimali, KBY'ni Türkiye'ye daha fazla yaklaştırıyor. Irak Kürdistanının bağımsızlığa da sürekli karşı çıkan Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'a benzer bir statü karşılığında Irak Kürdistanının bağımsızlığını(?) tanıyabilir. Bu da Kürtlerin ulusal birliği için iyi değildir. Rojava'da olduğu gibi Türkiye ile birlikte eş zamanlı hendek/duvar gibi uygulamalarla Kürtler arası çatışmalara da neden olabilir. Nerede olursa olsun, Barzani'nin Türkiye ile gerçekleştirmek istediği bu politikaya karşı Kürt halkının uyanık olması gerekir. Özellikle Goran ve YNK'nin KDP ile kuracakları hükümete bu koşulla katılacaklarını deklare etmelidirler. Irak Kürdistan’ındaki bu gelişmeler, çözüm sürecinin geleceğini de doğrudan doğruya etkilemektedir. Barzani'nin Erdoğan'ı adım atması için uyarma gereği duymazken sürekli olarak KCK'den adım atmasını istemesi başlangıçta Kürtler arası bir hakem olarak görülen Barzani'nin giderek yıpranmasını beraberinde getirmiştir. Barzani'nin hakem konumunda oluşu, çözüm sürecinin devamını sağlıyordu. Ancak aradan uzun zaman geçmesine rağmen Türkiye'nin gerekli Anayasal ve yasal düzenlemeler yapmayışı "çözüm süreci halen var mı?" sorusunun haklı olarak sorulmasına neden oluyor. Öcalan'la BDP'li milletvekillerinin rutin görüşmesinde yaşanan engelleme/erteleme yaşanan sıkıntının en önemli belirtisidir. Başbakan Erdoğan, kendisine göre Öcalan üzerinde baskı kurarak Barzani'nin Kürtlerin geneli üzerinde etkili bir aktör yapmak için uğraşıyor. Barzani'nin "elimde olsa Öcalan'ı bir günde özgürleştiririm" şeklindeki mesajını da bununla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Nerede olursa olsun Kürtlerin öncelikli olarak kendi aralarında barışı sağlamaları gerekiyor. Kendi dışındaki güçlerle ilişkilerin Kürtler arası barışı yok etmemesinin yolu Kürtler arası etkili ulusal birlik düşüncesi ve örgütlülüğünden geçtiği unutulmamalıdır. ***

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 14.04.2014
Türkiye-Irak/Irak Kürdistan’ı/ABD ilişkileri 2010 yılına kadar uyum içindeydi. ABD'nin Irak'tan askerini çekmesiyle birlikte bölgesel güçlerin etkinliği ABD'ye göre arttı. Irak üzerinde İran, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın etkisi görülmeye başlandı. ABD, gittikten sonra Irak'ın İran'ın kontrolüne girmesini önlemek için Iraklı ılımlı şii ve Sünnileri esas alacak bir yönetim kurması için Türkiye ve Suudi ile birlikte hareket etti. Buna göre içinde Maliki'nin başbakan, Kürtlerin de cumhurbaşkanı olmadığı bir yönetim planlandı. Buna göre başbakan ılımlı Şii İyad Alavi, cumhurbaşkanı da Sünni Haşimi olacaktı. Kürtlere ise meclis başkanlığı bırakılacaktı. O dönemde Talabani henüz hastalanmamıştı. Kürtlerin Irak'taki kazanımlarını yok sayan bu plana karşı Kürtler İran'ın desteğini alarak Maliki ile birlikte hareket etme kararı aldılar. Bunun sonucunda Maliki yeniden başbakan, Talabani de cumhurbaşkanlığına devam etti. Aslında Türkiye'nin Ortadoğu'da yaptığı hamlelerde ilk başarısızlık da burada görüldü. Müslüman Kardeşlere de yakın olan Haşimi'nin Irak'taki başarısızlığı Türkiye'nin başarısızlığıydı. Daha sonra bu başarısızlık Suriye, Mısır ve Filistin'de kendisini gösterdi. Türkiye ve Türkiye'nin destek verdiği hiç bir güç başarılı olamadı. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik politikası iflas etti. Kürtler açısından en büyük şanssızlık ise Talabani'nin hastalanıp siyaset sahnesinden gitmiş olmasıdır. Ortadoğu'da dengeli bir politika yapan aynı zamanda KDP ve KCK ve TC arasındaki dengeyi sağlayan Talabani'nin yokluğu ve bunun sonucunda KYB'inde yaşanan düşüş KDP ve Barzani'nin ulusal Kürt birliğine aykırı politikalara savrulmasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunun en büyük nedeni, onca olumsuzluklarına rağmen KDP'nin Türkiye'ye yakınlaşmış olmasıdır. ABD açısından ise yenilgili durumu kabul etmekten başka bir yol kalmamıştı. ABD'nin bundan sonraki politikası Irak'ın İran'ın etkisine girmesini önlemek üzerineydi. Bundan sonraki süreçte ABD ile Türkiye ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktı. Bu da haliyle Türkiye ile ilişki geliştiren Barzani ile ilişkilerin bozulması anlamına geliyordu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(IKBY) kendi bölgesindeki petrolü, Irak merkezi yönetiminin itirazına rağmen Türkiye üzerinden satmaya çalışması IKBY ile Irak arasını iyice bozdu. ABD'nin bu tartışmada Irak merkezi hükümetinden yana tavır alışı Barzani'yi zora soktu. Barzani'nin statüsünü borçlu olduğu ABD ile çelişkiye düşüşü, statü kazanmasında sürekli engel oluşturan Türkiye ile iyi ilişkiler kurması aslında Barzani'nin en büyük açmazıydı. Kürt ulusal birliği ve Kürdistan ulusal kongresinin toplanacağı bir dönemde Türkiye için önemli bir fırsat doğmuştu. Türkiye, Barzani'yi rehin alacak şekilde onu hem Türkiye Kürdistanında hem de Rojava'daki Kürt kazanımlarının karşısına çıkartma imkanı elde etmişti.

Çözüm koşulları oluşmadan çözüme yönelik adımlar atmak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çözüm olacak diye bir tarafın kendisini çok rahat hissetmesi ortama güven duyarak bazı etkinliklere girmesi karşısında diğer tarafın güçlü taraf olmasının avantajlarını kullanarak bu durumu tespit ve fişleme amaçlı kullanması ve sonrasında çözümün tıkanması halinde bir kimsenin rehine olarak alınmasına beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda devlet adına çözüme aracılık edenleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi sorumluların desteğini çektikleri anda meydana gelecek sonuçlar her iki taraf açısından yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yalancı bahar gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Nasıl ki, erken bahar gelince ona güvenerek ağaçlar çiçek açıyor sonradan fırtına ve soğuklar başlayıp çiçekler dökülüyor ve o yıl ürün verilmiyorsa burada olan da budur. Kürtlerin yalancı bahar yaşadıkları ortaya çıktıkça vereceği ürünü bir yıl daha da gecikeceği ortada. Çözüme oturacakların gücü gerçekten de olmalıdır. Kendi içinde belirli bir politika yaratamayanlar sırf bu nedenle güçsüz sayılırlar. Ve bu durumda bulunanlardan bir grup diğer grubun teklemesini bekler. Başarısızlık onunda hemen devreye girip krizden güçlü bir şekilde çıkarlar. Depremde yıkılan/zayıflayan binaların ekonomik değeri iyice dibe vururken ayakta kalan binaların değeri bir anda artar. Ancak o binalar sağlam oldukları için değil diğerlerine göre daha az hasar gördükleri için değer kazanırlar. İşte bu şekilde henüz deprem olmadan önlemini almak gerekiyor. Şimdilik ayakta kalan ayakta kalmanın ona verdiği öz güvenle kendisini kamburlar ülkesinin kralı ilan eder. Yeni bir değişim düzeni ayağa kaldırma amacı olmaz. O zayıfın düşüşü karşısında mevcut gücünü şişirmekle övünür durur. ***

25 Aralık 2020 Cuma

Dağda kurşun yerine kuş sesleri duymak istiyorum

Dağda kurşun yerine kuş sesleri duymak istiyorum




16/07/2012 02:00


Ağar, 'düz ovada siyaset' ten sonra ikinci adımını hapiste 'Kürt raporu' yazarak atıyor. Raporu hükümete sunacak olan Ağar'ın çözüm formülleri, 'geçmişten ders almaya' dayalı

Haber: 
ÖMER ŞAHİN - omer.sahin@radikal.com.tr 
Arşivi

Mehmet Ağar, Susurluk davası mahkûmu. Nisan ayından beri Aydın’daki Yenipazar Cezaevi’nde yatıyor. Cezaevi personeli Ağar’dan çok memnun. Ondan bahsederken “Mehmet Bey” diyorlar. Geldiği gün ilk söylediği, “ İmtiyaz istemiyorum. Görevinizi yapın” olmuş. Ağar’ın gelişi birçok şeyi değiştirmiş. Cezaevinin statüsü müdürlük haline gelmiş. Cezaevine ufak tefek tadilatlar yapılmış. Doğal olarak güvenlik tedbirleri arttırılmış.

Günde 15 ziyaretçi
Ağar’ın geleni gideni eksik olmuyor. Polis şefi iken de, siyasette de farklı kesimlerle ilişkileri vardı. Ziyaretçileri de enteresan. Yenipazar şöhretlerin akınına uğruyor. Sanatçı, sporcu, işadamı, siyasetçi orada. Her ziyaretçisi ‘ünlü’ değil. Halktan isimler de geliyor. Günde ortalama 15 kişiyle görüşüyor. Bu görüşmeler izinle oluyor. Adı listede olanlar cezaevinin bahçesindeki kamelyada sırasını bekliyor. Bekleme süresince personel çay ikram ediyor. Sıra gelince güvenlik aramasından geçip görüşülüyor.


Mehmet Ağar’a aslında 20 gün önce gitmiş, merak edilen her soruyu sormuştum. Ağar, medyaya mesafeli duruyor. Röportaj taleplerini geri çeviriyor. O görüşmenin haber olmasını istemedi. Çok ısrarcı olduğumu görünce de “Bir süre bekle, ilk sana konuşacağım” diyerek beni uğurladı. Perşembe günü cezaevine gidişimde ‘Ağar’la ilk görüşme’ haberi çıkmıştı. Şaşırdım, bozuldum ve Ağar’a sitem ettim. Ağar da haberden rahatsızdı. Ziyaret sırasındaki konuşulanların haber olacağını bilmiyormuş. Artık olan olmuştu…

‘Burası Hilton değil’
Yine bir ünlü oradaydı. Adnan Şenses benden önce girdi görüşmeye. Ağar moralli fakat biraz da yorgundu. Küslüğü, kızgınlığı yok. Hakkında çıkan yalan haberlere üzülmüş. Kendisine karşı şartlanılmış bir düşmanlık olduğuna inanıyor. “Burası Hilton değil, çok merak eden varsa gelsin. Özgürlük bize kalsın” sözü çıktı ağzından. Yenipazar’a helikopter pisti yapılmasıyla ilgisi yokmuş. MHP’li belediyenin yardımıyla CHP’li belediye yapmış. Ağar’ı ziyarete helikopterle sadece bir kişi gelmiş. Cezaevinde oluşunu ‘kader’ olarak görüyor. Selçuklu’dan Osmanlı’ya ‘güvenlik’ görevi yapanların başına geldiğini anlatıyor. “Kimi sürüldü, kimi öldü, kimi hapse atıldı. Sonunda hak yerini buldu” diyor. Içeride ne yaptığına gelince. Karşımda ‘milliyetçi’ olduğu kadar ‘muhafazakâr’ birisini gördüm. Düzenli namazını kılıyor, dini kitaplar da okuyor. Günde dört saatini dış politika , tarih, güncel ağırlıklı olarak kitap okumaya ayırıyor. Kilo vermeye çalışıyor. Sabah düzenli spor yapmaya başlamış. Sigarayı da azaltmış. Mütevekkil bir hali var. “Allah bir sabır veriyor. Dışarda gezmek dahil canımın çektiği hiçbir şey yok” diyerek tahliye gününü bekliyor.

Kürt sorununa çalışıyor
‘Burada benim tek bir düşüncem var. Memleket iyi olsun, huzurlu olsun. Bunun için çalışıyoruz” diyen Ağar’ın neye ‘çalıştığı’nı da öğrendim. Ağar, ‘Kürt sorunu’na odaklanmış. Yılların deneyimi var. Bu konuda yazılıp çizilenleri okuyor, söylenenleri takip ediyor. DYP’nin başındayken ‘düz ovada siyaset’ diyerek beklenmedik bir açılım yapmıştı. Ikinci bir adım daha atıyor. Mehmet Ağar, cezaevinde bir ‘Kürt raporu’ hazırlıyor. Içeriğini öğrenmeye çalıştım. “Güvenlik ağırlıklı mı?” diye sordum. “Güvenlik de var, özgürlük de. Ülke müşterekliği, vatanın bölünmez bütünlüğü içinde her türlü fikir konuşulmalı” dedi. Peki, Ağar’ın sorun çözücü formülü var mı? Bu soruya yanıt verirken kendinden emindi:

“Tarihi formüller kafamda ve üzerinde çalışıyorum. Geçmişin hatalarını tekrar mı edeceğiz, yoksa yaşananlardan ders alıp vizyon mu geliştireceğiz? Ben ikincisini tercih ediyorum.”

PKK’nın silah bırakmasını önşart görüyor. Yazdığı raporun geleceği konusunda “Yıl sonuna kadar bu çalışmayı tamamlayıp Adalet Bakanlığı’na sunacağım. Sayın Bakan isterse Başbakan’a takdim eder” bilgisini veriyor.

Çözüm geciktikçe maliyetin arttığını vurgulayan Ağar da çözümün anahtarı olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı görüyor. Leyla Zana’nın sözlerini ve girişimini destekliyor. “Kürt sorununu Başbakan çözer” sözlerine, “Bunu görmemek için kör olmak lazım” diyerek karşılık veriyor. CHP, MHP ve BDP’nin de süreçte görev alması gerekliliğine işaret ediyor. Ağar’ın sürekli tekrar ettiği cümle, “Herkes aynı kaderin içinde. Silah ve terörle sonuç alınamayacağı görüldü. Huzur bütünlüktedir. Hepimiz samimi olalım. Çok laf söyleniyor. Biraz sükûnet lazım. Önce güven iklimini oluşturalım” oluyor. Ve Ağar’dan jeneriklik bir söz: “Dağda kurşun sesi yerine kuş cıvıltıları olsun.”

Siyasete dönecek mi?
Ağar, cezaevinden çıkınca siyasete girer mi? Çok net ‘hayır’ diyor. Siyaseten jübile yaptığını söylüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmamalarının büyük hata olduğunu saklamıyor. “Devleti biliyorduk ama siyaseten acemiydik” özeleştirisi yapıyor. Daha sonra kendisine ceza keserek siyaseti bıraktığını söylüyor.Turgut Özal’a olan sevgi ve hayranlığını anlatan Ağar’a göre, bundan sonra da ‘dindar, geleneğe bağlı ve modern’ çizgideki siyasi partiler iktidar olacak.

Nöbetçi pideciler
Son bir not. Mehmet Ağar’ı ilçede ağırlamaktan en fazla esnaf memmun. Pidesiyle ünlü Yenipazar’a her gelen pidecilere uğruyor, yaz sıcağında kar helvasıyla serinliyor. Perşembe günleri esnafın tatili. O gün ‘nöbetçi pideci’ uygulaması var. Her hafta dokuz pideciden altısı tatilini o gün yapıyor.

‘Güldal Mumcu’ya öyle demedim’
Güldal Mumcu, eşi Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra evlerine gelen Ağar’ın “Bir tuğla çekersem devlet yıkılır” dediğini aktarmıştı. Ağar’ın gizemini arttıran bu söz 20 yıla yakın zamandır kullanılır. Ağar, Mülkiye’den sınıf arkadaşı olduğunu söylediği Güldal Hanım’ı tekzip ediyor, “Kendisi sınıf arkadaşımdır. Aileyi de tanırım. Böyle bir sözü söylemedim” diyor.

Kürt işadamları listesi
Susurluk’tan bugüne kadar Mehmet Ağar’ı belki de en fazla eleştiren gazete Radikal olmuştur. Radikal okurlarının duyarlı olduğu konuları da sordum. ‘Susurluk, derin devlet, mezara kadar gidecek 1000 operasyon’ Ağar, “Hizmetlerimizde kusur olabilir ama suç atfedilemez” deyip iddiaların hesabını yargıya verdiğini hatırlatıyor: “Mahkeme kararları vicdanımızda yer bulmasa, içimize sinmese de saygı duyuyorum.”
1990’lı yıllarda faili meçhuller oldu, peş peşe Kürt işadamları öldürüldü. Ağar, o dönemin emniyet genel müdürüydü. Sonra da Içişleri ve Adalet Bakanlığı yaptı. MGK’da infaz kararı verildiği iddia edilen ‘Kürt işadamı listesi’ni sordum. Işte cevabı:

“Bizim görev yaptığımız zamanlarda böyle bir liste olmadı. Başka zaman olmuş mudur, bilmiyorum. Biz MGK toplantılarına memur olarak katıldık. Takdim bölümünde bulunduk. O zaman böyle bir şeye şahit olmadım.”

Sonra Kürtlerle sorunu olmadığını söylüyor. Ziyarete gelenlerin önemli bölümü Kürt ve Zaza imiş. Yasalar çerçevesinde görev yaptığını söylüyor, “Pişmanlık duyacak iş yapmadım, geçmişime kefilim” diyor.

Futbolcular niye geliyor?
Ağar’a ‘geçmiş olsun’ ziyaretinde bulunanlar arasında futbol dünyasının ayrı bir yeri var. Fatih Terim, Arda Turan, Rıdvan Dilmen, Hakan Şükür, Emre Belözoğlu gibi birçok yönetici ve futbolcu Yenipazar’a gitti. Ağar, futbol dünyasının bu ilgisini, aralarındaki ilişkiye bağlıyor. “Resmi görevim dışında tek hobim, keyfim futboldu” diyen Ağar, yıllarca maçlara, antrenman izlemeye gittiğini hatırlatıyor. Bu hobi tek başına güçlü bir vefa oluşturabilir mi? Ağar, futbol camiasıyla ilişkisinin saha dışında da sürdüğünü anlatıyor:

“Yıllarca sıkıntıları olduğu zaman bana geldiler. Acı, tatlı günlerde beraber olduk. Bizim Türk geleneğinde yüz kızartıcı suç işlemedikçe cezaevine ziyarete gidilir. Onlar da karakterlerinin gereğini yaptılar.”

Ağar, “Yakın arkadaşım, dostum” dediği Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın tahliyesine çok sevinmiş. “Inşallah Yargıtay’da da sorun yaşamaz” diye temennide bulunuyor.

https://www.bursaport.com/guncel/agar-dagda-kursun-yerine-kus-sesleri-duymak-istiyorum-24851

***


23 Aralık 2020 Çarşamba

İsmail Beşikçi den Bülent Arınç a Cevap - Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir?

İsmail Beşikçi den Bülent Arınç a Cevap - Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir? 



Güncel Hayat ve Siyaset, Öteki Tarih, İsmail Beşikçi, Bülent Arınç, Medeniyet, Kürdleri Asimile Etmek midir,


İsmail Beşikçi’den Bülent Arınç’a Cevap: Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek midir?
cafrande.org -
14/02/2012

Hem Kürdçe’nin geri kalması, asimilasyonu için baskı zulüm yapacaksın, hem de, 
“Kürdçe çok geridir, medeniyet dili değildir, eğitim dili olamaz…” diyeceksin. 
bu çok pişkince bir tutum, şaşırtıcı bir tutum.
 Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkçe’nin medeniyet dili olduğunu söylüyor. 
Kürdçe’nin medeniyet dili olmadığını söylüyor. “Kürdçe ilkel bir dildir”demek 
istiyor. Kürdçe’yi yasaklıyorsun, Kürdleri asimile etmek için her türlü baskıyı 
zoru kullanıyorsun. Medeniyet bunun neresinde? Devletin ideolojik ve zorlayıcı 
baskı araçlarını bu yönde kullanıyorsun. Etkin ve sistematik bir şekilde 
kullanıyorsun, medeniyet bunun neresinde? Kütüphanelere girip Kürdçe kitapları, 
gazeteleri, dergileri ayırıp öbek öbek yakıyorsun, imha ediyorsun Katalogları 
değiştiriyorsun. Medeniyet bunun neresinde?
“Medeniyet Dili” Üzerine Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Kürdçe eğitim olmaz. Çünkü Kürdçe  medeniyet dili değildir. Ancak uygun bir zamanda, seçmeli ders olarak okutulması gündeme gelebilir” açıklamasını duyunca çok şaşırdım. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bu açıklamayı, 4 Şubat 2012 de, CNN Türk’de, Şirin Payzın’ın, “Neler Oluyor” programında yaptı. Bülent Arınç Kürdlere şunu da söylüyor. “Türkçe medeniyet dilidir. Türkçe öğrenin medeni dünyaya dahil olun. İlkel dil Kürdçe’yle medeni dünyada yer alamazsınız.”

Halbuki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 22 Aralık 2011’de, TBMM de, hükümet 
adına bütçe görüşmelerini kapanış konuşmasını yaparken, “Kürdlerin, eğitim, dil, 
bilgi, kültür ve kimlik haklarını vereceğiz” demişti. Bülent Arınç Kürd kimliğinin 30 sene önce çıkmadığının altını çizerek “3 bin yıllık bir gerçektir. 

Bunu inkar ederseniz, 1980’lerin öncesine dönersiniz. Kimliğini tanıdığımız 
insanların tüm haklarını vereceğiz.” demişti. (Gazeteler, 23 Aralık 2011)
Bülent Arınç, 3 Mart 2011 tarihinde de, “Bir sanık savunma hakkımı Kürdçe yapmak istiyorum diyorsa, buna izin verilmeli” demişti.
Son iki açıklamayla birincisinin birbirleriyle çeliştiği açıkça görülmektedir. 
Kürdlere bütün hakları verilecektir diyen Bülent Arınç, son açıklamasıyla, 
Kürdlerin hiçbir hakka sahip olamayacağını söylemiş olmaktadır. Bu, hükümetin, 
AKP’nin yöneticilerinin kafalarının ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Kafası 
bu kadar karışık bir hükümetin Kürdleri, Kürd sorununu doğru dürüst yönetmesi 
mümkün değildir.

Bu arada, Genelkurmay Başkanı, Org. Necdet Özel’in, Milliyet’den Hikmet Bila’ya, 
5 Ocak 2012’de, yaptığı “Kürdçe eğitim olmaz” açıklamasını da kaydetmek gerekir. (Gazeteler, 6 Ocak 2012)

İkinci açıklama pişkince yapılmış bir açıklamadır. Başbakan yardımcısı pişkin 
bir tutum sergilemektedir. Şöyle ki, Kürdler ve Kürdçe 80 yılı aşkın bir 
zamandır çok ağır zulüm altındadır. Kürdleri Türklüğe asimile etmek için, 
Kürdçe’yi yok etmek için, Kürdlerin Kürdçe’yi unutmaları için, Cumhuriyet 
hükümetleri her türlü önlemi almıştır. Cumhuriyet yönetiminin, Cumhuriyetin 
Kürdlere kattığı hiçbir değer yoktur. Cumhuriyet, Kürdlere, baskı, zulüm 
asimilasyondan başka hiçbir şey vermemiştir. Pazara inen yoksul Kürd 
köylülerinden, Kürdçe olarak konuştukları kelime sayısına göre para cezası 
alınması, bu cezanın anında tahsil edilmeye çalışılması Cumhuriyet’in bir 
buluşudur.
Devletin ideolojik baskı araçları, devletin zorlayıcı baskı araçları Kürdlerin 
Türklüğe asimile edilmeleri için, Kürdçe’nin yok edilmesi için etkin bir şekilde 
kullanılmıştır. Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarı, Kürdçe’nin gelişmesini 
engellemek için her türlü önlemin alınması Cumhuriyet’i kuranların en önemli 
düşüncesi ve eylemi olmuştur. İnkara dayalı operasyonlar da sergilenmiştir. 
Örneğin devlet kütüphanelerindeki Kürdçe dergiler, gazeteler, imha edilmiş, 
kataloglar değiştirilmiştir. Sık sık yapılan güvenlik aramaları sırasında, 
evlerdeki Kürdçe kitaplara, gazetelere, dergilere anında el konulmuş, bunlar, 
uygun ortamlarda imha edilmiştir. Kürdleri ve Kürdçeyi, küçümseme, horlama, 
aşağılama, Türk batılılaşmasının, Türk aydınlanmasının çok önemli bir düşüncesi 
ve eylemidir.
Osmanlı yönetimi sırasında, 19. yüzyılın sonlarından itibaren, Kürdçe gazeteler, 
dergiler, kitaplar yayımlandığı biliniyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, 
birçok dergi, gazete, kitap yayımlanmıştır. İnkar, imha, Cumhuriyetle başlayan 
bir süreçtir.
Bu kadar baskı ve zulümden sonra, bu kadar, küçümseme, aşağılama ve horlamadan sonra, ”Kürdçe geri kalmış bir dildir, medeniyet dili değildir” demek pişkin bir tutum oluyor. Bu pişkin tutum, sadece, fiili olarak yaşananları yok saymak anlamına gelmiyor, aynı zamanda, o zulme ortak olmak anlamında geliyor.
Hem Kürdçe’nin geri kalması, asimilasyonu için baskı zulüm yapacaksın, hem de, 
“Kürdçe çok geridir, medeniyet dili değildir, eğitim dili olamaz…” diyeceksin. 
bu çok pişkince bir tutum, şaşırtıcı bir tutum.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Türkçe’nin medeniyet dili olduğunu söylüyor. 
Kürdçe’nin medeniyet dili olmadığını söylüyor. “Kürdçe ilkel bir dildir”demek 
istiyor. Kürdçe’yi yasaklıyorsun, Kürdleri asimile etmek için her türlü baskıyı 
zoru kullanıyorsun. Medeniyet bunun neresinde? Devletin ideolojik ve zorlayıcı 
baskı araçlarını bu yönde kullanıyorsun. Etkin ve sistematik bir şekilde 
kullanıyorsun, medeniyet bunun neresinde? Kütüphanelere girip Kürdçe kitapları, 
gazeteleri, dergileri ayırıp öbek öbek yakıyorsun, imha ediyorsun Katalogları 
değiştiriyorsun. Medeniyet bunun neresinde?
Bugün, Siirt, Bitlis, Hakkari, Bingöl, Diyarbakır, Van, Mardin, Şırnak, Batman, 
Dersim gibi Kürd bölgelerinde toplu mezarlar var. 3 binden fazla Kürt işkenceli 
sorgularda katledilmiş toplu mezarlara gömülmüş… Bu mu medeniyet? 1915’de, 
Ermenilere yapılan soykırım, zamana ve mekana yayılmış bir şekilde bugün de 
Kürdlere karşı sürdürülüyor.
Kürd dili uzmanları, Kürd diliyle birlikte, Batı dillerini, Doğu dillerini de 
bilen uzmanlar, Kürdçe’nin niteliği hakkında, gelişkinliği hakkında birçok 
açıklama yaptılar. İbrahim Seyidani’nin, “Bülent Arınç, Kürdçe ve Dil Problemi” 
başlıklı yazısı bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Bu yazı, 7-8 Şubat 2012 
tarihinden itibaren, internette, pek çok sitede asılı duruyor. Bu yazı, bazı 
sitelerde, “Bülent Arınç’a Kürd Şaplağı” başlığıyla yer almış.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın, İddianameye cevap metninde Kürdçe’yi ve 
Türkçe’yi karşılaştıran, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’ne dayanarak Türkçe 
sözcüklerin kökenlerini analiz eden bir bölüm vardı. DDKO Davası’nın, 12 Mart 
rejimi’nde (1971), Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri 
Mahkemesi’nde görülen bir dava idi. İbrahim Seyidani’nin yazısı, bana o 
savunmaları hatırlattı.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, ana okullarından üniversiteye kadar, üniversite 
dahil, Kürdçe eğitim yapıldığı biliniyor. Gülen Cemaati’nin bu bölgede açtığı 
okullarda Kürdçeyle eğitim yapıldığı da bilinmektedir. Kürdistan Bölgesel 
Yönetimi’nde resmi dilin, Arapça yanında, Kürdçe olduğunu da söylemek gerekir.
Bu yazılar şüphesiz çok değerli. Ama şöyle düşünmek de önemli. 90 yılı aşkın bir 
zulme ve baskıya rağmen, yasaklamalara, aşağılamalara, horlamalara rağmen, Kürd dili, hala yaşayabiliyorsa, gelişkin bir dildir. Kürd dili bu sistematik yok 
etme sürecine dayanabilmişse, varlığını hala sürdürüyorsa, günden güne 
gelişiyorsa, gelişkin bir dildir. 
Son birkaç yıldır, Kürd dilinin, hem yazılı olarak hem konuşma olarak epeyce yaygınlaştığı, geliştiği dikkatlerden uzak değildir.

Medeniyet Deyince…

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Türkçe medeniyet dilidir” açıklaması bende 
şu düşünceleri ve duyguları da uyandırdı. Medeniyet deyince benim aklıma Ermeni medeniyeti geliyor. 1915 ve sonrasında, soykırımla birlikte yok edilmeye 
çalışılan, yağmalanan Ermeni medeniyeti… Osmanlılarda matbaa 1830’larda kuruldu. 

İlk gazete 1830’larda yayına başladı.

Ermenilerdeyse matbaa çok daha eski yıllarda belki bir asır önce kuruldu. 
Venedik’te, İstanbul’da, İzmir’de, gazete, kitap, dergi yayını başladı. 19. 
yüzyılda, İstanbul, İzmir, Van, Diyarbakır, Trabzon, Harput, Sivas, Çukurova 
gibi alanlarda, düzenli gazeteler, dergiler, kitaplar yayımlanıyordu. 1915’de, 
soykırım sırasında, ve sonrasında, bu koleksiyonlar da imha edildi, yırtıldı, 
çamurlara atıldı, çiğnendi, yok edildi. Bu medeniyeti İttihat ve Terakki 
çeteleri, Türkçe konuşanlar yıktı. Bülent Arınç bu yıkım sürecinden hangi 
muhakemeyle bir medeniyet, Türk medeniyeti üretebiliyor?

Kürdlerin rolünü de unutmamak gerekir. Ama, Kürdler tetikçiydi. Tetikçiydi 
diyerek Kürdlerin rolünü küçültmek doğru değil. Ama operasyonu planlayanların, 
yaşama geçirenlerin yanında tetikçilik elbette, çok küçük kalır. 
Ayrıca, 
Ermenilere zulmedenlere, tetikçilere verilecek ödüller de çok büyüktü, cazipti.
Metin Aktaş’ın, Harput’daki Hayalet romanında okumuştum. 19. yüzyıl sonlarında, 
20. yüzyıl başlarında Harput Ermenileri anlatılıyordu. Yazar, romanın bir 
yerinde şöyle söylüyordu. “Her Ermeni evinde kütüphane vardı. Her Ermeni evinde, keman, piyano, ud, bağlama gibi müzik aleti kullanan bir kişi vardı. Her evde, geçerli Batı dillerinden birini konuşan bir kişi vardı. İşte, medeniyetin, 
uygarlığın önemli bir göstergesi budur. Bu medeniyet, uygarlık nasıl yıkıldı?
Araştırmacı-Yazar Temel Demirer, Hrant Dink anmasında yaptığı bir konuşmada, 
“Hrant Dink’in katili devlettir” demişti. Temel Demirer bu sözünden dolayı 
yargılanıyor. Yargılama devam ediyor.

Bu yargılamanın başlaması için Adalet Bakanı’nın “olur” demesi gerekiyordu. 
Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, (2007-2009) bu izini verdi. Mehmet Ali 
Şahin bu izini verirken, “ben devletime katil dedirtmem” demişti.

Son yıllarda, “faili meçhul” denen cinayetler konusunda çok önemli gelişmeler 
oldu. Ergenekon soruşturmaları sürecinde, “faili meçhul” cinayetlerin failinin 
devlet olduğu, bu cinayetlerin, Ergenekon tarafından ve Ergenekon’un Kürd 
bölgelerindeki kolu JİTEM tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Abdukadir 
Aygan gibi, Ayhan Çarkın gibi itirafçıların açıklamaları da, bu cinayetlere 
büyük bir açıklık getirdi. 19 Ocak 2012 de, Hrant Dink anmalarında, bu durum 
“katil devlet hesap verecek” sloganıyla ifade edildi. İstanbul’da, Taksim’den 
Agos’a kadar yürüyen onbinlerce insan bütün yürüyüş boyunca bu sloganı bağırdı. 
Aynı slogan, Ankara’da, TBMM önünde düzenlenen bir mitingde de kullanıldı. 
Kanımca bu daha anlamlıydı.
Yalnız, burada şu notu da koymak gerekir. Hrant Dink’i katleden Ergenekon 
örgütüydü. 
Gerek İstanbul’da, gerek Ankara’da düzenlenen gösterilerde, Ergenekon’u hatırlatan hiçbir slogan, konuşmalarda Ergenekon’u dilde getiren hiçbir ifade yoktu. AKP devletleşti, denerek bütün sloganlar, konuşmalar AKP’ye 
karşı yapıldı. Bu, Ergenekon’u gizlemek anlamına da geliyor. Bu çelişkili 
tutumun da üzerinde durulması gerekiyor.

Türk yöneticiler, Kürdler karşısında neden fütursuz

Şunca mücadeleye rağmen, Türk yöneticiler Kürdleri önemsemez, umursamaz 
tutumlarını sürdürüyor. Bunun önemli bir nedeni, Kürdlerin, özellikle Kürd 
aydınlarının Kürdçe’ye sahip çıkmamaları, ilgisiz kalmalarıdır. Aydınların, 
yazarların, Kürdlerin ve Kürdçe’nin neden aşağılandığını, neden engellendiğinin 
bilincine varmamalarıdır.

Kürd yazarlarının, aydınlarının birçoğu, şu şekilde anlatımlarda bulunuyor: 7-8 
yaşlarında ilkokula başladığımda hiç Türkçe bilmiyordum. Tek kelime Türkçe 
bilmiyordum. Türkçe’yi bize, okulda döverek, çeşitli cezalar vererek öğrettiler. 
Ailemiz, Kürdler, Kürdçe öğretmenler tarafından her gün aşağılanıyordu. 
Öğretmenler, güvendikleri bir öğrenciyi, Kürdçe konuşanları tesbitle 
görevlendirirdi. Bu arkadaş, teneffüste, evden okula gelirken, okuldan eve 
giderken, yolda, Kürdçe konuşanların adını bir kağıda yazar öğretmene verirdi. 
Öğretmen hemen veya ertesi gün Kürdçe konuşanlara sınıfta, çok ağır cezalar 
verirdi. Ellerimize cetvelle vurur, kulaklarımızı çeker, kafamızı duvara 
vururdu…
Kürd yazarların aydınların çoğu, bir muhabirin sorusu üzerine, benzer anılarını 
ayrıntılarıyla anlatıyorlar. Cezalardan örnekler veriyorlar.
Söyleşinin bir yerinde, muhabir yazara, Kürdçe yazın ve yayın ile ilgili sorular 
soruyor. Örneğin, yazılarını, eserlerini neden Kürdçe yazmadığını soruyor. Kürd 
yazar, aydın, ona şöyle cevap veriyor. “Ben Türkçe’nin Türk dilinin hayranıyım.” 
Böyle cevap veren birçok yazar, aydın var.
Bu kadar dayaktan, aşağılamadan, horlamadan, küçümsemeden, inkardan sonra nasıl böyle bir hayranlık doğabiliyor?

Özel harekat timleri, JİTEM, sabaha karşı köye baskın yapıyor. Kadın-erkek, 
çoluk-çocuk yaşlı-genç herkesi evlerinden çıkarıyor. Köy meydanında topluyor. “3 
saate kadar/üç güne kadar köyü boşaltacaksınız. Aksi halde, evlerinizi 
içindekilerle birlikte yakarız. Çocuklarınıza, kadınlarınıza, kızlarınıza, şunu 
yaparız, bunu yaparız…” diye tehdit ediyor. Emirler, direktifler veriyor. 
Herkesin gözü önünde bazı aile reislerini sopalıyor….
Pek çok Kürd kadınının, çocukların duyduğu ilk Kürdçe sözcükler, cümleler, belki 
de bunlardır. Bu ortamdan nasıl bir hayranlık üretilebiliyor?

Kendi Kendini Yönetme Hakkı

Türk yöneticiler, Türk üniversitesi, Türk basını, Türk aydınlarının yazarlarının 
önemli bir kısmı, Kürdlerin, Kürdçe’nin olmadığını söylüyorlardı.
1980’lerin sonlarında, “ Kürdçe diye bir dil var ama, bu ilkel bir dildir. 

Bu ilkel dille bilim felsefe yapılamaz bu ilkel dille roman yazılamaz. Bu ilkel 
dille Kürdler medeni dünya ile bütünleşemez. Kürdler en iyisi Türkçe öğrenip 
medeni dünyaya doğru açılım yapsınlar…” demeye başladılar.

2000’lerde, Kürd diliyle, bilim felsefe yapılabildiği, romanlar yazılabildiği de 
görüldü. Bunlar zaten vardı ve Kürdler bunları biliyordu. Türk inkarcılar da 
öğrenmiş oldular. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki gelişmeler dikkate değer.
Ama Türk yöneticiler, bu gelişmelere hala gözlerin kapalı tutuyorlar, “Kürdçe 
medeniyet dili değildir” diyerek, Kürdçe eğitimi engelliyorlar.

O zaman, kendi kendini yönetme, kendi geleceğini belirleme savunulması gereken temel ilkeler olmalıdır. “Kürdçe tahsil görüp de ne olacak. İleride memur olmak için, gireceği Türkçe sınavını kazanamadıktan sonra…” yollu itirazları önlemek için Kürdlerin kendi kendilerin yönetme, kendi geleceğini belirleme öne 
sürülmesi gereken temel ilkeler olmalıdır. Sık sık toplu mezarları gündeme 
getiren bir yönetimi Kürdler her zaman sorgulamak durumundadır. Bu kötü yönetime karşı kendi kendini yönetme isteği elbette doğal bir istektir.

İsmail Beşikçi.

İlgili yazılar:

  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… paradigmasının iflas ettiğini  kabullenmeliyiz 
1989 yılında Deniz Baykal başkanlığında hazırlanan SHP’nin Kürt Raporu ve  Çözüm Önerileri 
Paradigmanın İflası | Milli Mücadele Anti Emperyalist Bir Hareket Değildi – Fikret Başkaya 
Sivas Katliamı öncesi ve sonrasına dair iki belge: kışkırtıcı bildiriler ve  valinin itirafları 
Ahmet Nesin: “Sevgiyle kal Deniz Gezmiş, sevgiyle kal Ömer Sandıkçı…” 
Sokrates, Thoreau, Gandhi, Martin Luther King ve ‘sivil itaatsizlik’ eylemleri   – Ayşe Hür 
Anadolu’da Nefret ve Nefret İfadesi Olarak Şiddet’in Tarihine Yolculuk – Zahit  Atam 
Faşizme sempati duyan Knut Hamsun’a Norveç halkının tepkisi 

https://www.cafrande.org/ismail-besikciden-bulent-arinca-cevap-medeniyet-kurdleri-asimile-etmek-midir/

***

Binbaşı Cem Ersever i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 2

  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,


    Mustafa Deniz belki biraz daha yakın gözükmek ya da belki kendine göre avantaj elde etmek adına JİTEM subaylarına ve Jandarmaya gitmişti. Zaten onlarla çok iyi tanışıp görüşen bir insandı. Onlara Cem’in ayrılırken beraberinde götürdüğü kırka yakın uzaktan kumandalı patlayıcının Kemal Sadık’ın evinde bulunduğunu, KemalSadık’ın çok güvenilir bir insan olduğunu, sadece Ali Balkan Metel isterse bilgi vereceğini bunun dışında kimseye bilgi vermeyeceğini ama bu patlayıcı maddelerin Cem tarafından alınıp kullanılması halinde kötü bir şeyler 
olabileceğinden korktuğunu söylemişti. Aslında o patlayıcı maddeleri Cem elinden 
çıkarmak istiyordu, fakat bu patlayıcıları Cem’in kullanabileceği yönünde 
Mustafa Deniz’in korku ve endişesi vardı,bunu gidip Jandarma yetkililerine 
söylüyordu. Mustafa Deniz farkında olmasa da Jandarma yetkilileri zaten Cem’in 
Aydınlık gazetesinden Soner Yalçın’a Güneydoğudaki infaz olayları ve başka 
kanunsuz işler dahil olmak üzere birçok gizli bilgileri vermesinden dolayı son 
derece rahatsızdı. Cem daha çok Kuzeyde Sekizinci Kolordu bölgesindeki, Bingöl 
ve Tunceli Bölgesinde Yeşil’in karıştığı olayları anlatıyordu. Fakat sıra Diyarbakır sırasına gelirse, eski OHAL ve Diyarbakır bölgesinde, o tarihlerde Jandarma Genel Komutanlığında görev yapan diğer Jandarma Komutanlarının isimlerinin de verebileceği korkusu vardı. Bu yüzden Cem’i oratadan kaldırmayı düşünüyorlardı.

Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla Cem’i öldürmek için aslında daha önce de epey plan yapılmış. Cem’in peşine epey düşmüşler, onu kovalamışlar. Cem birlikte olduğu kızın Suriye’de Tıp tahsili yaparken gelip kendisinin yanında itirafçı 
olması sonrasında Türkiye’de tahsiline devam etmesi için Samsun’da Tıp 
Fakültesine kaydetmek için Samsun’a gitmiş. Bu durumu öğrenmeleri üzerine bazı itirafçılarla birlikte Yeşil, Cem’i öldürmek üzere Samsun’a giderken Merzifon 
yakınlarında bir jiple kaza yapmış. Tabii böyle bir plandan o zamanlar Cem ve 
arkadaşlarının haberi olmamış. İşte tam JİTEM’de Cem’i ortadan kaldırmanın 
yolları aranırken, Mustafa Deniz gelip Cem’e ait malzemelerin Kemal Sadık 
Uzuner’de olduğunu söyleyince planlarını uygulayabilecekleri bir fırsat 
yakaladıklarını düşünüyorlar, JİTEM yöneticileri hemen Ali Balkan Metel’le 
görüşüyorlar, onun vasıtasıyla Kemal Sadık Uzuner’e ulaşıyorlar. Uzuner onlara 
Cem’in ne zaman geleceği hakkında bilgi veriyor. Ayrıca mahkemeye gideceğini, 
öncesinde gelip kendisinden eşyalarını alacağını söyleyince de Kemal’in evine 
pusu kuruyorlar. Cem gelince Cem’i hemen yakalıyorlar. Ankara Emniyeti Cem’in 
kaybolmasıyla ilgili olarak Kemal’i Emniyete çağırdığında, olay ortaya çıkacağı 
için hemen Emniyete bizim elemanımızdır dokunmayın diye baskı  yapıyorlar. 

Bildiğim kadarıyla o zamanki Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunun 
Jandarmayla diyalogları iyi olduğundan onlar da etkileniyorlar ve müdahalede 
bulunmuyorlar. Oysa o zaman Kemal’in evine polis baskın yapmış olsa Cem 
kesinlikle kurtarılabilirdi, ama maalesef yapılamadı. Aslında Emniyetin bu 
yaklaşımı gayet makul, tabii ki elemanlarının deşifre olmaması için uzak durmayı 
tercih ediyorlar. Ama Cem işte orda kaçırılıyor.

Mustafa Deniz de bilgi almak için Kemal Sadık Uzuner’in evine gidiyor ama ondan 
da bir daha haber alınamıyor. Oda vurulacağını tahmin etmiyor. Bir müddet sonra 
İstanbul’daki Neval Boz Cem gelmeyince meraklanıp Kemal’i arıyor. Kemal ona 
Cem’in iki kişi ile beraber gittiğini söylemesi üzerine kız bu iki kişinin 
eşkallerini öğrenmek, olay hakkında daha teferruatlı bilgi almak üzere Kemal’in 
evine gidiyor ama ondan da bir daha haber alınamıyor. Birkaç gün sonra ise 
kafalarına kurşun sıkılmış olarak her birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine 
atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.

Bugün bu olay yeniden konuşulsa adı geçen insanların hiç biri şahitlik yapmaz, 
hatta yaşananları inkar bile edbilirler. O tarihte JİTEM’i ve Yeşil’i bilen 
Emniyet görevlileri ” Jandarma Mustafa Deniz’i öldürdü, Cem’i öldürdü, onlarla 
beraber istifa eden ve şimdi Emniyette çalışan Ali Ozansoy’a da böyle bir şey 
yapabilirler. Sakın böyle bir şey denenmesin, biz buna karşı çıkarız havası 
içerisinde Jandarma Genel Komutanlığına gittiklerinde, Yeşil ile karşılaşıyorlar. 
Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka tabancayı göstererek, ” Bununla ateş 
ettim, gerekirse size de ateş ederim,” diyecek kadar rahatlıkla cinayeti kabul ediyordu. 
Bu olay bana o tarihte buna şahit olanlar tarafından anlatılmıştı ama bugün sorarsanız hepsi gördüklerini kesinlikle inkar edecekleridir. 

İşte böylesi herkesçe malum olan, herkesin alenen bildiği bir olaydı Cem ve 
üç kişinin öldürülmesi. Ama herkes Simonlaşmıştı, karşı tarafın cinayeti suç ama bizim yaptıklarımız suç değildi. Benim ifademe rağmen de maalesef olay ciddi olarak ne adliye tarafından ne Jandarma tarafından tahkik edilmedi.

Eğer bir Jandarma subayı gerçekten kayıp olsaydı hemen inceleme başlatılır, 
aranır, sorulur, yollar kesilir, insanlar sorgulanır, bir dizi araştırma ve 
soruşturma yapılırdı. Cem’in kaybolması ve öldürülmesi ile ilgili bir tek yazı, 
failleri şunlar olabilir arayın bulun diye bir tek not bile yazılmadı. Devlet 
için bu kadar önemli üst düzey görevlerde yer almış bir subay kaçırılıyor( 
oluşturulmaya çalışılan görüntü itibarıyla örgüt tarafından kaçırılıyor) ama 
hiçbir yerde aranmıyor, kaçırılan kişinin bulunması yönünde herhangi bir adım 
atılmıyor. Halbuki o tarihte en ufak bir olay olsa yollar kesilir, hemen Türkiye’nin muhtelif illerine en ücra köşesine kadar tüm birimlere mesajlar çekilir, her yer didik didik aranır, her tarafa eşkaller yazdırılır, bir ton işlem yapılırdı. Ben Cem’in kaybolması ile ilgili ne Emniyetten ne de Jandarmadan tek bir yazı ya da mesaj bile almadım. Cem Binbaşı gibi biri görevinden dolayı kaçırılıyor, ama hiçbir araştırma ve soruşturma işlemi yapılmıyor. 

Tek başına bu durum bile bu araştırma ve soruşturmayı yapmayanların,  yaptırmayanların fail olduklarını gösteriyor. Bu durum hukuki tabiri ile hayatın olağan akışına uygun değildir.
Bildiğim kadarıyla zamanın Genelkurmay Başkanı, Genel Komutanlıkta bulunan tüm üst düzey yöneticiler bu olayın kimin tarafından, nasıl gerçekleştirildiğini 
biliyordu. Sadece öldürme sebebi olarak Neval aracılığıyla Suriye’ye bilgi 
sızdırmak olduğunu zannediyorlardı, çünkü bu yönde yalan ve yanlış bilgilerle 
aldatılmışlardı. Emniyetin Merkez İstihbarat ve Terörle Mücadele ile Özel 
Harekat birimleri yöneticileri ve Ankara Emniyetinin yöneticileri de belli 
oranda olayı biliyorlardı. Ama kimse bu cinayeti çözmeye, olayı aydınlatmaya 
yanaşmıyordu, çünkü o zamanki güç merkezleri bu cinayetin çözülmesinden yana 
değildi, bu olayın bu şekilde kapanmasını istiyorlardı. Yeşil’in Cem’den aldığı 
patlayıcı maddeleri MİT’e getirdiği Mehmet Eymür’ün ifadelerinden de net olarak 
biliniyordu. Ayrıca Yeşil’in kullandığı mobil telefonla o tarihte bütün Jandarma 
ve Emniyet yetkilileriyle görüştüğü belliydi, o telefonu Cem’den aldığı 
aşikardı. Bunun yanında Kemal Sadık Uzuner’in mobil telefonla kimlerle 
konuştuğu, tek tek bütün görevlilerle irtibatları belliydi. Bugün bile bunları 
ispatlamak mümkün, araştırılırsa tüm bunlar ortaya çıkarılabilir ama maalesef 
hiç kimse ilgilenmedi ve olay o şekilde kapandı.
Evet Cem Binbaşı herkesin gözü önünde, herkesin bildiği bir şekilde yok edildi 
ve maalesef cinayet her şeyi ile ortada olmasına ve var olan bütün delillere 
rağmen bu sistem kendi suçlusunu yakalayamadı ve hesap soramadı.
Bu bence pek çok açıdan önemli bir olaydı çünkü devlet kendi elemanını 
öldürmüştü. JİTEM ‘in var olup olmadığı yönündeki tartışma hala daha devam 
ediyor. Muhtelif defalar söylendi ama bir kere daha kaydetmekte yarar görüyorum. 
O tarihte Cem’ler veya diğer subay arkadaşlar JİTEM mensubu olarak istihbarat 
değerlendirme toplantılarına JİTEM adına katılıyorlardı. Jandarma Genel 
Komutanlığının terörle mücadele için böyle bir birim kurmasında hiç bir mahsur 
bulunmazken var olan bir birimi inkar etmesinin akılla izahı yoktur. JİTEM’in 
kurulması değil, çalışma yöntemleri yanlıştır ama bu teşkilatın kurulmasında 
hiçbir mahsur yoktur.
 Çetin Ağaşe isimli bir gazeteci JİTEM Gerçeği adlı bir kitap yazmıştı. Bu 
kitapta da basit ama aslında çokönemli belgeler vardı. Bu araştırma için Ağaşe, 
Cem’in çevresindeki bazı insanlarla, dostlarıyla görüşmüştü. Hatta eşi Işık 
Hanım’la da görüşmüştü. Cem’le ilgili bir belge alabilir miyim diye sorduğunda 
Işık Hanım iyi niyetle Cem’in iki tane Takdirnamesini vermişti. O tarihteki 
Asayiş Kolordu Komutanı daha sonra Kara Kuvvetleri Komutanı olan Hikmet Köksal Paşa’nın imzasının olduğu takdirnamede Cem Ersever’in unvanı JİTEM Grup Komutanı olarak belirtiliyordu. Ağaşe yine Jandarma Genel Komutanlığı telefon rehberinin bir kopyasını da kitabına koymuştu. Hem Jandarma merkezinde Genel Komutanın hem de illerdeki JİTEM grup komutanlıklarının telefon numaraları yazılıydı. 

Sonuç olarak bu ve buna benzer yüzlerce, hatta Jandarmada çalışan bazı arkadaşların söylediğine göre Genel Komutanlıkta JİTEM ibareli bir tır dolusu evrak olmasın rağmen JİTEM’in varlığı inkar ediliyordu.
Esasen yanlış yapsa bile resmi olarak hiçbir zaman yalan söylemezdi, mahkemelere ya da ilgili kurumlara yazılı cevap verirken mutlaka doğrular söylenirdi. İlk defa Jandarma Genel Komutanlığı (bence tarihi bir hataydı) JİTEM yoktur diye yalan bir yazılı beyanda bulundu. O yazıyı hazırlayan, paraf eden, imzalayanlar herkesin yüzüne karşı devletin yalan söylediğini itiraf etti. Halbuki böyle bir yazının Jandarma Komutanlığından çıkmaması gerekirdi. Böyle bir birimin var olduğu herkesçe malum olmasına rağmen siz bir devlet kurumu olarak bunu inkar ediyorsunuz, bu kabul edilecek normal bir olay değildir. O tarihe kadar devlet kurumları resmi yazılarda hakikat hilafına resmi olarak cevap vermezlerdi, bir şey inkar edilecekse bile dolaylı sözlerle ifade edilirdi. Böyle bir yalan beyanat nedeniyle devletin sözlerine de itimat sarsıldı.

Bence yazıyı yazanlar, gerçek devlet adamlığı vasıflarından mahrum insanlardı. 
Çünkü devlet asla yalan söylememeliydi, hele ki böyle hassas bir konuda devletin 
yalan söylemesi ve yanlış bilgi vermesi asla kabul edilemez ama maalesef bu 
şeklilde bir davranış sergilenerek hata edildi. 

Bugün bile Jandarma Genel Komutanlığı aransa, bir tır dolusu JİTEM ibareli evrak bulmak mümkün. Bugün hala şu tarihler arasında JİTEM’de çalıştım diyebilecek pek çok insanın var olduğu biliniyor.

Uzun sözün kısası, Cem Ersever cinayetinin faillerini bulması gerekip de 
bulmayanlar, bunun için hiçbir adım atmayanlar Cem’in failleridir.
Hanefi Avcı Cem Ersever Olayı Haliç’te yaşayan Simonlar

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat 
  Aydın’ın öldürülmesi 
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter 
  Cinayeti 
  Siyasi ve sıradan bir açmaz | Kemalizm ve Türk Aydını – Kutsiye Bozoklar 
  İsmail Beşikçi’den Bülent Arınç’a Cevap: Medeniyet Kürdleri Asimile Etmek 
  midir? 
  İdealleri Uğruna Ölme Kudreti, Açlık Grevi: İrlanda Deneyimi – Denis O’Hearn 
  Vedat Türkali’den Muhteşem Yüzyıl yazısı: “Keşke Kanuni’nin tek günahı bu 
  olsaydı” 
  Emperyalist Savaşları Anlama Kılavuzu – F. Başkaya “Savaşlarının gerçek 
  nedenini gizlemek kuraldır” 
  Faşizme sempati duyan Knut Hamsun’a Norveç halkının tepkisi 





***