29 Ağustos 2018 Çarşamba

KUL AZMAYINCA ALLAH YAZMAZ. Tepki Toplumu Olmak., BÖLÜM 2

KUL AZMAYINCA ALLAH YAZMAZ. Tepki Toplumu Olmak., BÖLÜM 2


G)    TEPKİ TOPLUMU OLMAZSAK İLAHİ İKAZLAR KAÇINILMAZ OLUR

İyilik de, kötülük de, mutlaka sahibine ulaşır. Hak etmeden insana ne iyilik gelir, ne de kötülük. İnsan çalışmasının mükafatını, ihmallerinin de cezasını görür. Bunun için Müslüman, başkaları rezaletler üretirken o, faziletler üretmelidir.

Bugün, her an ilahi uyarılar ve felaketlerle ikaz edilip duruyoruz. “Neden, niçin” demiyoruz, çaresine bakmıyoruz. Halimizle bağlantı kurmuyoruz.

Hiçbir felaket sebepsiz değildir. Kul azmayınca Allah yazmaz.

Şair:

“Kula hiç zulmeder mi Hüdâsı,

Kulun çektiği kendi cezası” demiştir.

Yunus 44 : “Allah kimseye zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder” buyrulmuştur.

Düzelmezsek, düzeltmez isek, ilâhi ikazlar ve musibetler eksik olmayacaktır.

Bilelim ki, karşı olmadığımız her kötülük, birgün mutlaka bize veya yakınlarımıza acı verecektir. Acı çekmemize neden olacaktır.

Filler, atlar yırtıcı hayvanlar saldırdığı zaman bir araya geliyorlar, yavrularını arlarına alıyorlar, hem kendileri hem de yavrularını korumuş, kurtarmış oluyorlar.

Bufalolar, aslanların yatırıp yemeğe hazırlandığı arkadaşlarını kurtarmak için bir araya geliyorlar, aslanlarına üzerine yürüyorlar, böylece hem arkadaşlarını koruyorlar hem de korktuklarından emin oluyorlar.

Bazı hayvanlar, sıra ile nöbet tutuyorlar, tehlike anında bağırıp çağırarak alarm veriyorlar, varlıklarını devam ettiriyorlar.

Hz. peygamber de bize uzanan uyarılar var:

1-     “Bir toplulukta bir takım günahlar işlenir, işlemeyenler, o günahları işleyenlerden daha güçlü ve daha çok oldukları halde engel olmazlarsa, mutlaka Allah hepsine birden cezâ verir” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; İbn-i Mâce, Fiten,20)

2-     “Bir gün peygamberimize içimizde iyi insanlar varken, helâk olur muyuz?” diye sormuşlar. O da, “Evet, ahlâksızlık ve günah çoğaldığı zaman helâk olursunuz buyurmuşlardır.” (Buhâri, !iten, 4, Müslim, Fiten, 4)

3-     “Fuhuş yaygınlaştıkça yer sarsıntısı olur” (Feyzü’l Kadir, 1/401)

4-     “Bir yerde zinâ açıkça işlenir, içıkça faiz yendiğinde yer sarsıntıları olur!” (Hakim, Müstetrek, 2/37)

5-     ibn Mes’ûd (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerife göre Peygamber sallallahü aleyhiye sellem şöyle buyurmuştur:

***

“İsrail oğulları arasında bozgunluk şöyle başlamıştır: Bunlardan birisi günah işleyen diğer birisine rastlar, be adam, Allah’tan kork, yapmakta olduğun işi bırak; zira o işi sana helâl değildir, der. ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar. Böyle olduğu halde, o adamla yiyip içmekten ve onunla düşüp kalkmaktan çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allahü Teala, onların kalplerini birbirine benzetti. Sonra, İsrail oğulları içinde kâfir olanlar isyanları ve hududu aşmaları yüzünden, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetledirler. Onlar, yaptıkları günahlardan birbirini menetmeye uğraşmazlardı. Bu ne çirkin bir şeydi. Bunlardan bir çoğunun kâfirleri dost tuttuklarını görürsün. Onların nefisleri kendilerin ne fena şeye, Allah’ın gazabına götürdü. Onlar azab da daim  kalacaklardır. Bunlar Allah Peygamber’e ve ona gönderilen Kitab’a inanmış olsaydılar, kafirler dost etmezlerdi. Fakat onların çoğu fasıkdırlar”, mealindeki ayeti okudu, sonra şöyle buyurdu.

“Hayır, ya mârufu emiri ve münkerden nehyeder, zâlimi zulmetmekten men eder, onu hakka çevirir ve hak üzerinde dururusunuz, yahud Allah Tealâ kalblerinizi birbirince benzetir. Sonra sizi de İsrail oğullarını lânetlediği gibi lânetler.” (Ebû Dâvud ve Tirmizi)

N. Fazıl’ın ifadesiyle biz görevimiz yapalım da utanan biz olmayalım:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsa, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa, bırak utansın!
Ey binbir tanede solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın!

H)    NEYE KİME TEPKİ?

Cenab-ı Allah : “Müslümanlar arasında kötülüğün, ahlaksızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette can yakıcı azaba vardır” (Nur:19) diye bildirmiştir.

Hz. Peygamber : “İyiyi kötü, kötüyü ise iyi gördüğünüz de haliniz nice olur?” (Büyük Hadis Külliyatı:7908) diyor.

“Bir kimsenin yanında bir Müslüman, alçaltılıp da, ona yardım etmeye, müdafa etmeye gücü yettiği halde, yardım etmezse, Allah onu Kıyamet gününde bütün yaratıkların huzurunda alçaltır.” (B.H. Külliyatı:7909) buyurmuş, tepkisizliğin akıbetini bildirmiştir.

-          Bugün, bizi tehdit eden en büyük tehlike, Nemelâzımcılıktır. Önce İslam’a uymayan halimize tepki, şarttır.

-          İnancımıza, kültürümüze yönelik iç ve dış düşmanlara tepki…

-          Ahlaki, milli çöküntüye, müstehcenliğe ve bunları alevlendiren yayın basın organlarına tepki göstererek, seviyesiz programlara karşı çıkmalıyız. “Ben almasam başkaları alıyor”, “Ben seyretmesem başkaları seyrediyor” diyerek ilgisiz kalamayız. Görevimizi kusursuz ve devamlı yapmalıyız.

Hz. Peygamber bir gün Ashabına:

-          “İster zalim olsun, ister mazlum olsun kardeşinize yardım edin”

-          “Ya Rasûlallah! Mazluma yardım edelim, zalime nasıl yardım edelim?” diye sorar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) :

-          “Onu zulümden vazgeçirerek” buyurur.

Halk isterse, bir çok zalimi zulmünde vazgeçirebilir. Nasıl mı, “Almaz”, “Okumaz”, “Seyretmez”, “Alkışlamaz”. Tepki gösterir, karşı olduğunu iletir. Bak ne oluyor o zaman…

Amerika’da bir İrlandalı müstehcen gazete çıkarır. Amerika vatandaşı, tepki gösterir; satın almaz. 3 gün sonra gazete çıkmaz. Kapanır. Biz ne yapalım:

-          Topluma en büyük saygısızlık olan müstehcenliğe,

-          Dini milli değerlerimize saldırılara,

-          Aile yapımıza, gençlerimize karşı faaliyetlere…

-          Kur’an’a, Kur’an kurslarına, İmam Hatip Liselerine karışı oynanan oyunlara,

-          Bu milleti Alevi, Sünni, Kürt-Türk gibi bölmeye çalışan hainlere,

-          İslâm’ın emri olan analarımızın, bacılarımızın ve İslâm kadının onuru olan baş örtüsü düşmanlarına,

-          Her gün bir yenisi sahneye konan fitne hareketlerine,

-          Müthiş bir şekilde tahrik edilen yozlaştırma ve yabancılaştırma oyunlarına,

-          Rezalet noktasına gelen ahlaksızlığa,

-          Tiksinti veren din düşmanlığına karşı çaresiz değiliz. Bizi kukla gibi oynatanlara, esir de değiliz.

Biz, ne yapıyoruz? Sadece şikayet etmekle yetiniyoruz. Devlet adımımızda bizim gibi şikayet ediyor. Halbuki o icraat adamı, şikayet adamı değildir. O çare adamıdır.

Şikayet çare değil. Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Cayır cayır kaşınmanın ne bite ne pireye faydası vardır”

Son zamanlarda vatandaş tepki konusunda sindirilmiştir. Demokratik haklarını kullanamaz hale gelmiştir. Zaman zaman tepki gösteren kimse, suçlu muamelesi  görüyor onun için sessiz kalmayı tercih ediyor.

İdealsiz insan istendiğinden, bazı şeylere tepki gösterenlere ceza verilebiliyor.

Bazen de tepki gösteren olmuyor, olsa da yalnız kalıyor. Nasreddin Hocayı Timur’a gönderen halkın çadırın kapısından dönüverdiği gibi…

İnsanlar yaşadıkları sıkıntılardan dolayı tepki göstermekten çekiniyor. Tepki gösteremeyenlerin bu sıkıntısı, yakınlarına şiddet olarak yansıyor. Eşini çocuklarını dövüyor, öldürüyor… Veya intihar ediyor.

Tepki gösteren boşalıyor, ruhî bunalıma düşmüyor. İlim adamlarının ifadesine göre Psikolojik yapısı zarar görmüyor, cinnet geçirmiyor. Gerilimden kurtuluyor, stres yükünde kurtuluyor.

Bu tepki, kırıp, yıkıp, etrafa zarar verme şeklinde olursa insan rahatlamaz, vicdanı rahatlamaz. Bir noktada zarar veren insan olarak vicdan azabına dönüşür.

Tepki, hukuki, tepki, meşru olmalıdır. Zarar vermek tepki göstermek değildir.

Tepki göstereceğim diye vatan kurtaran Şaban olmamak lâzımdır. Yani zarar da vermemek gerekiyor.

İşte bir tepki örneği:

Misyonerler broşür dağıtıyor, ücretsiz İncil dağıtıyor diye bizim dinleyicilerimiz de : “Hadis  verelim, Kur’an meali verelim” dediler. Çok üzücü ve düşündürücüdür. Birkaç kişi ile sınırlı kaldı. Vermede de almada da ilgi görmedi.

Aslında alternatiflerle karşı çıkmak en etkili cevap olacaktır.

Güzel bir tepki örneği de İngiltere’de bir mahallede hayat kadınları mesken tutar. Oradan oturan Müslümanlar da, sokak başlarına oturur, müşteri olarak gelen arabaların plâklarını alırlar. Hiçbir müdahale etmedikleri halde müşterileri uzaklaştırmış olurlar ve hayat kadınları da o bölgeyi terk eder.

Kötülükle, kötülerle mücadele edilmek istenirse yol çok ve hayra vesile olmak da kolay.

***

İ)        NASIL TEPKİ GÖSTERELİM

Şikayet, çare değil demiştim. Kızmak, sövmek, lânet okumak da çare değil. Atalarımız : “Sövmekle şeytanın sayısı artar” demişlerdir. Kızgınlık, şikayet ve öfke, acizlik ifadesidir. Bu yolla kimse kendini kurtaramaz, bir sonuç da alamaz.

Vücudumuz, mikroplara karşı savunma mekanizmasını nasıl hareket geçirip kendini koruyorsa, bizde savunma ile, tepki ile kendimizi koruyabiliriz. Değerlerimiz koruyabiliriz.

Kötü gidişatı seyretmeyip “Dur!” diyen toplumlar varlığını korur.

Tepkisiz olmak, seyretmek ve rıza göstermek, teslim olmak demektir. Bu da felâket olur. Düşünün ki, birileri gemiyi deliyor. Bu, gemideki herkesin batması demek olur. Tepki gösterilirse, herkes kurtulur.

Herkesin mutlaka yapabileceği bir şey vardır. Yapılan herşey de mutlaka bir iz bırakacak, mutlaka bir ses verecektir. Bir şeyler yapanlar da unutulmayacaktır.

Şöyle anlatırlar : İstiklâl Savaşı sonrası, bir gazi, köyüne döner şehit arkadaşlarını ziyarete gittiği mezarlıkta eski bir dostu ile karşılaşır, arkadaşı bir mezar gösterir. “Bu vurdu” der, o mezara okurlar. Bir diğer mezar için “Bu vurdu, ne vuruldu” der ona da okurlar. Üçüncü bir mezar için “Bu ne vurdu, ne vuruldu bu samanlıkta saklandı” der. “Buna işenir deyip” çiş ederler.

Tepki gösterirken çok dikkatli olalım. Kırıp, yığmak, kesip öldürmek, cezasını vermek bizim yapacağımız şey değildir. Tepki, meşru ve medenî şekilde olur. Hani “vur” deyince, öldürme örneği vardır ya, bir şeyi yaparken tepki gösterirken suçlu duruma düşmemek gerekir.

Tepki gösterirken; yeri olup olmadığına, ortamın müsait olup olmadığına iyi bakmak gerekir. Arada provakatörlerin, ajanların olup olmadığına dikkat edilmelidir.

Diyelim ki, bugün Türkiye’de 40 kadar erotik dergi var, lağım kanılımı, ne olduğu belli değil. Ne yapılacak? Efendim, gazeteler müstehcen kokuyor. Ne olacak? gayet basit, almayacaksın, okumayacaksın, beslemeyeceksin.

Bakkal içkimi satıyor. “Niye satıyorsun, satma” desen fitne çıkacak. İlerdeki bakkala gidip oradan alışveriş edeceksin. Tepkini göstereceksin. Hem görevini yapacaksın, hem de yanlış iş yapanı da hizaya getireceksin. Tepki gösterirken, fitneye sebep olmayacaksın. Taşlı, sopalı, yakıp yıkarak, zarar vererek tepki olmaz. Bu yol yıkıcı, vatan, millet düşmanlarının tepki şeklidir. İnsanımızın bölünmesine, emniyet güçleri ile sürtüşmeye neden olacak tepki şekli bizim tepki şeklimiz olmaz. Polis bizim polisimiz, ordu bizim ordumuz,bu millet bizim milletimiz, bu vatan bizim vatanımız. Hiçbirine zarar gelsin istemeyiz.

Bazı tepki şekilleri de şöyledir:

Atıp tutmakla tepki olmaz. Atıp tutan vazife yaptığını zannediyor. Hareket geçmiyor. Oturup seyretmeye devam ediyor.

Karalama, itham, insaf yolu da yanlıştır. Bazıları da böyle rahatlıyor. Köşesine çekiliyor açıyor ağzını…

Sadece tepki insanı değil, biraz da etki insanı olmalıyız. Çoluk çocuğa, hanıma, yanında çalışanlara hep bağırıp çağırmak değil, doğruya güzele çağırmak, düzeltmek gerek…

Biri Allah Rasûlü’ne laubali davranıyor:

Bu laubaliliği geriden seyreden Hz. Ömer ise her defasında izin ister:

-          Ya Rasulallah, bunun adam olacağı yok, izin ver de haddini bildireyim!

Tabi istediği izni bir türlü de alamaz.

Bir gün bakar ki işini bitirmek istediği adam mescidde hem kendinden ön safta…

Gelir:

-          Ya Rasulallah, o adamı gördüm mescide. Hem de ön saftaydı.

Tebessüm eden Efendimiz tarihi açıklamasını yapar:

-          Ey Ömer, der, senin (Tepkiselliğine) uyup da izin verseydik, şimdi cehenneme bir adamı göndermiş olacaktık. (Tepkiselliği) değil (etkselliği) tercih ettik, cennete bir adam kazandık!

Ve Efendimiz ilâve eder:

-          Hüner cehenneme bir adam göndermek değil cennete bir adam kazanmaktır.

İşte size tartışılamayacak kadar açık bir gerçekDPeygamberimiz : “Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun.” (Tirmizi Kıyamet:51)

Demek ki, ağzımızdan çıkana dikkat edeceğiz. İyi niyetli olacağız. O zaman hayıra vesile oluruz inşallah.

Tenkitte ölçüyü kaçırmamak gerekir. Küçük suça büyük ceza kesmemek gerekir. Abartmadan iyi niyetle davranılırsa, çok iyi sonuç alınacağına inanıyorum.

Hiçbir şey yapamadın; yapsan, söylesen fitneye dene olacak. işte o zaman Allah’ın şu buyruğun göre hareket edilir:

“İnkârcılara boyun eğme, onların eziyetlerine aldırma Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter” (Ahzab:48)

Demek ki çaresiz kalınınca Allah’a havale edilecek.

Bir kötülüğü ortadan kaldırmak imkânı yoksa boykot edersin. Gazali şöyle der:

“Bir yerde münker bulunursa, onu gidermek mümkün olmadığı takdirde, oraya gitmek, orada bulunmak doğru değildir. Çünkü oradaki bulunanlar üzerine Allah’ın lâneti iner.” (İhya:2/395)

Tepki göstermeden önce, inancımıza, varlığımıza ve haklarımıza saygıya davet etmeliyiz. Sonra, konuşmalıyız, anlatmalıyız, ıslahları için dua etmeliyiz. O da olmazsa Allah havale etmeliyiz. Şöyle bir olay anlatırlar:

Yatağan Medresesinde okuyan bir genci, takkeli ve elinde tesbih olduğu için bir görevli memur görür, evirip çevirip döver. Perişan halde hocasının yanına gelince hocası sorar :

-          Ne oldu?

-          Beni bir görevli dövdü, der. hocası sorar:

-          Beddua ettin mi, bir şey dedin mi?

-          Efendim, yalnız sen bilirsin Ya Rabbi, dedim deyince, hocası

-          Eyvah, der. biraz sonra Karayüz pazarında atın ürküp, o kişinin kesilen danaların asıldığı çengele takılıp kaldığı haberi gelir. Hoca talebesine “Gördün mü?” der.

Mazlumun duası red olunmayan dualardandır.

Tepki göstermenin yolları çok. Zaten kalemim manası “Uzaklaşmak, terk etmek, karşı koymak” demektir. Ayrıca bugün elimizde telefon, fak, gibi çok önemli şeyler var. Bugün, gerçekten tepki gösterilseydi, bizi üzen, canımızdan bezdiren hiçbir şey olmazdı.

Eğer tepki toplumu olsaydık, bizden oy isteyen vekillerimize: “Ey vekilim! Ben seni niye seç tim? Bunun için mi oy verdim? Beni temsil edemedin veya beceremedin?” diye sorsaydık, böyle mi olurdu?

Diyelim ki, Ankara’ya ulaşamadık, vekilimize erişemedik. Burada her partinin il başkanlığı var temsilcisi var. Ona telefon açıp tepkimizi iletemez miyiz? Partiler, il başkanları niçin vardır, ne işe yarar? Sadece seçimden seçime oy istemek için mi vardır.

-          Yapılan iyi iş için teşekkür edeceksin.

-          İstemediğin bir şeyi istemediğini bildireceksin.

-          Yapılmasını istediğin şey için teklif önereceksin.

-          Bir partiye, takdir ediyorum, oyun senin.

-          Bir partiye sen bunu nasıl yaparsın, nasıl evet dersin bundan sonra benden oy isteme diyerek yönlendirmen mümkün iken, verdiğin oyu takip etmiyorsun. Sen asilsin, onlar vekil, vekiline müdahale etmiyorsun, sonra da acı çekiyorsun, sızlanıyorsun.

Bir başka husus da birçok şeyden sorumlu olmamızdır:

-          Artan müstehcenlikten,

-          Bozulan ahlaktan,

-          Cinselliğin ön plâna çıkmasından,

-          Genel ahlaka aykırı programlardan,

-          Çocukların, gençlerin yanlış yönlendirilmesinden,

-          Boşanmaların artmasından, yıkılan aile yuvalarından,

-          Örf, âdet ve yıkılan geleneklerden,

-          Yanlış haberlerden, karalamalardan,

-          Seviyesiz program, oturum ve reklamlardan şikayet edip duruyoruz. Şikayetten başka ne yapılıyor? Hiç.

Bunlar neden kaynaklanıyor? İlgisizliğimiz ve tepkisizliğimizden değil mi? biraz hassas olunsaydı böyle olur muydu? Olmazdı.

Alo 178 RTÜK şikayet hattı var. Bundan kaçımızın haberi var? Haberi olanlar ne yapıyor? Koskoca bir HİÇ.

Radyo ve Televizyon üst kurulu halktan gelen takdirleri ve şikayetleri büyük bir titizlikle değerlendirerek, uyarma ve yayın durdurma gibi cezalar vermektedir. 
Bu işlemler için de şikayetler gerekmektedir.


***

Yüce Allah Şöyle emrediyor:


-          “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran:104)

İşte kurtuluş yolu bu. Görev de bu. Korunmak ve kurtuluş için hiç birşey yapmayacağız. Kurtulalım isteyeceğiz bu yanlış…

Şöyle bir soru aklıma geldi

-          “Nasıl ve ne ile kurtulmayı düşünüyoruz?”

Bu soruyu herkes kendine sormalı ve cevabını da düşünmelidir.


SONUÇ


Misyonerler, Siyonistler, Ateistler, Allah, Peygamber, İslâm ve Müslüman düşmanları, maddi ve manevi fedakârlıklarla, harıl harıl çalışırken, Allah’tan af, Peygamberden şefaat ve cennet bekleyen Müslümanlar olarak bizim yatmamız olmaz, olanları seyretmemiz hiç yakışmaz.

Mukaddesatımıza uzanan dillere, ellere tepki gösteremez isek, şehit dedelerimizin, şehit babalarımızın, şehit kardeşlerimizin ve manevi tasarrufları olan büyüklerimizin kemikleri sızlar.

Milli, manevi değerlerimize hergün söven gazeteleri, her gün alır, eve sokar, onları beslersek, daha şiddetli sövmeye devam ederler. Bu fırsatı onlara vermemek lâzımdır.

Ailelerimize, gençlerimize yapılan sinsi saldırılar karşısında suskun kalırsak, evimzin baş köşesinden milli manevi değerlerimize saldıran Televizyon kanallarını seyretmeye devam edersek, bu vebalin altından nasıl kalkacağız?

Kötülüklerden hicret etmezsek, iyiliklere nasıl kavuşacağız?

Bunca yıkıma daha ne kadar dayanacağız? Tahribata daha ne kadar seyirci kalacağız?

İnsan kendini, ç ocuklarını, yakınlarını ve sahip olduğu değerleri, en önemlisi de emanetleri korumalıdır. Koruma yolları aramadıkça hiçbir şeyin sahibi olunamaz. Elindeki, avucundaki şeyler birer birer çıkar gider.

Aslında günümüz insanı alternatifsiz değil, çaresiz de değildir. Birçok imkana sahiptir. Hal böyle iken ne tarafımızdan tutulursa tutulsun eski bohça gibiyiz. Çark tersine dönüyor. İslâm ülkesinde namaz kılan, başörtüsü takan, dışlanıyor. Başka inancın sahibi olunca her türlü özgürlük varda müslümana niye yok? Onun inancını yaşamak hakkı değil mi?

Müslüman her şeyi sineye çeker, hâlâ uyanmazsa, uyandıracaklardır. Müslüman, şikayet ediyor, şikayetçi olmuyor. Namus gittikten sonra kapı dayaklamanın ne anlamı kalır? Birçok şey elden gittikten sonra hak aramanın da bir anlamı kalmaz.

Haklarımıza kaybetmeden sahip çıkalım, yanlışın, kötünün takipçisi olalım. Çareler hiçbir zaman bitmez. Bizim de problemlerimizin çaresi vardır; elik kalem tutan kalemi ile, ağzına söz yakışan dili ile, telefon, telgraf, faks, mektup imkanı olan elindeki fırsatı kullanarak,tepki görevin sürdürürse, bu millet, milli ve manevi değerleri ile var olacak, ideallerin temsil edebilecektir.

İyilikler teşvik görmelidir. Kötülükler de tepki görmelidir. Kötülükler tepki görmezse çoğalır. Hastalıklara karşı yeterli ilâç kullanılmayınca hastalığın arttığı gibi tepkisizlik veya yeterli olmayan tepki de kötülüklerin artmasına neden olur.

Şer güçler nabız ölçüyor. Eğer tepki yeterli ise birçok şey durduruluyor veya geri çekiliyor. Öyleyse demokrasinin kuralları içinde tepki gösterilirse, şikayete ve sızlanmaya yer kalmayacaktır.

Ortalığın bozuk olduğu son zamanlarda Müslüman duyarlı olmalı, çok çalışmalı, meşru biçimde eliyle, diliyle tepki göstermeli, yetemediği yerde de kalbi ile buğzetmeli ve kötülüğe razı olmadığını ispatlamalıdır. Bir de elinde imkanı olmayanların dua etme fırsatı vardır.

İlgisiz ve sorumsuzluk, başta inanç, ideal ve cesaret noksanlığındandır.

Müslüman hergün kendisini sorgulamalıdır. Ben bugüne kadar ne yaptım. Bugün ne yaptım, bundan sonra ne düşünüyorum diye kendi kendine sormalıdır. Geçmişte durum iç açıcı değilse,hiç olmazsa bugün harekete geçmelidir.

Bir insan bir şeyler yapmamışsa, yapmıyorsa ve yapmama ihtimali varsa, gerçekten bu büyük bir talihsizliktir. Hayatın sonunda pişmanlığa sebep olacaktır.

Allah Muhammed ümmetine zeval vermesin. Yurdumuzu, bayrağımızı, milli ve mânevi varlığımızı korusun.

Kur’an’da şöyle bir ayet var:

-          “Eğer Allah’ın, insanlardan bir kısmını diğerleri ile savması olmasaydı. Elbette yeryüzü alt üst olurdu.” (Bakara:251)


***

Son Sözlerimiz mısraların dili ile olsun, konuyu güzel mısralarla süsleyelim.


İnsanımızı aldatanları
Her şey haber yapanları
Vatandaşı ağlatanları
Nefretle kınıyoruz

Uykularımız bölenleri
Duygularımızı sömürenleri
Beyinlerimiz kemirenleri
Şiddetle kınıyoruz

Ahlaksızlığa soyunanları
Eyyamcılıkta kalanları
Riyakarlık yapanları
Hiddetle kınıyoruz

Tiraj düşkünü basını
Şansçılar furyasını
Ortaçağ kafasını
Hayretle kınıyoruz

Sözde aydın kafaları
Siz sömürgeci babaları
Siz çifte standartçıları
Esefle kınıyoruz

Yeter artık gerçeğe dönün
Biraz olsun doğruyu görün
Bıktık bu yalanlardan her gün
Yoksa sizi hep, hep kınıyoruz

Hikmet DİNÇ



*              *              *

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal:
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal.

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl ben gideyim, son Peygamber kılavuz.

Yol O’nun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya

Necip Fazıl



*              *              *


Âti’yi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak!


Dünyada inanma, hani görsem de gözümle;

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.


Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir”

Davransana… Ellerde senin, baş da senindir.


His yok, hareket yok, acı yok… leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana sen böyle değildin.


Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin halk,

Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!


M. Akif

Özün Özü:

Bir kargaşa yaşanıyor. Varlık veya yokluk mücadelesi var. 
Bu mücadelede herkes, kimliğine göre yerini almalı ve hedefi iyi seçmelidir.



http://www.mustafaoselmis.com.tr/tepki-toplumu-olmak/?atom_print=1


..

KUL AZMAYINCA ALLAH YAZMAZ. Tepki Toplumu Olmak., BÖLÜM 1


KUL AZMAYINCA ALLAH YAZMAZ. Tepki Toplumu Olmak., BÖLÜM 1


MUSTAFA ÖSELMİŞ.

İnsanlık tarihi, asr-ı saadetin dışında huzurlu ve mutlu anlar yaşamamıştır.

İnsanlığı kurtarmak için ortaya çıkan kişiler ve öne sürülen sistemler de, insanın iki yakasını bir araya getirmemiş, esaretine aldığı insanları da kan kusturmuştur.

İnsanlık her halde kabirde rahat yatacak, tabii yatırılırsa, ahirette rahat bulacak, tabii ki bırakılırsa.

Bugünkü insanlık da iyi bir dönemden geçmiyor. Birçok sosyal felâketle her an burun burunayız. Varlık içinde yokluk çekiyoruz. Her taraf toz duman. Herkes yarınından ümitsiz. Ülkemiz, insanımız iyi yönetilip iyi idare edilmiyor. Ayrıca insanlığı kimin yönettiği belli değil.

İnsanımız, en tabii haklarından mahrum ediliyor. Düşünce, inanç gibi başta gelen haklarını kullanamıyor. Milli, manevi değerlerimiz her geçen gün azar azar yıpratılıyor.

Düşman, var gücü ile inancımıza, ahlâkımıza, Ailelerimize, gençlerimize saldırıyor ve bizi yok etmeye çalışıyor. Yozlaşma, yabancılaşma, hızla devam ediyor. İnsanımızda, olanları seyrediyor. Sahip çıkmıyor, tepki göstermiyor, elinde imkânı kullanmıyor, karamsarlığın ve boş vermişliğin içinde uyuyor.

Geçmiş dönemlerde müslümana göz altı edildi, her şeyine ambargo kondu. Müslüman sindi, içine çekildi. Buna karşılık, bir tepki toplumu ortaya çıktı. Şarlatanlık yaptılar, her şeye tepki gösterdiler ve sürekli gündemde kaldılar. Bugünde inançlı, namuslu kesim, suskunluk gösterirken, bir kesim var ki, sürekli olur olmaz şeylere, uysun uymasın tepki gösteriyor. Tepki göstermesi gerekenler ortada görünmüyor. Hak davasını savunmuyor. Böylece problemlerini de çözemiyor. Tepkisizliği onu sıkıntıya sokuyor. Halbuki Müslüman, tepki göstermekle Allah’ın  rızasını kazanır, cennete de tepki göstererek gidebilir.

Ne yazık bugün, Allah rızası, cennet beklentisi olmayanlar tepki gösteriyor da, Müslüman “Nemelâzım” hastalığına tutulmuştur, suskundur, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi yaşamaktadır.

Bir kutsi hadiste şöyle buyruluyor:

“Allah Kıyamet günü Kulunu sorguya çekecek:

-          Kötülüğü gördüğünde ona karşı çıkmana engel teşkil edecek ne vardı? Neden karşı çıkmadın? Deyince kul:

-          Korktum deyince, ona Allah:

-          Benden korkman gerekmez miydi?” diyecek. (İlahi Hadisler 26 Nolu Prog:33)

Kur’an’da da şöyle bildirilmiştir:

“Kendilerine yazık edene kimselere melekler canlarını alırken:

-          Ne işde meşgul idiniz? Derler. Onlar:

-          Biz çaresizdik, cevabını verirler.

-          Allah’ın arzı geniş değimliydi hicret etseydiniz ya? denilir.”

İşte onların barınacağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir? (Nisa:97) Devamındaki ayette de:

-          “Erkekler, kadınlar ve çocuklardan gerçekten âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.” (Nisâ:98) buyrulmuştur.

Tepkisizlik, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır. İnançsızlık hastalığıdır. Korkaklık hastalığıdır.

Bugün birçok ülkede Müslümanlar; kadın, çocuk demeden katlediliyor.

-          Müslümanlar nerede?

Bazı ülkelerde Müslümanlar açlıktan ölüyor.

-          Müslümanlar nerede?

Ekranlara bakamaz olduk, gazete okuyamaz olduk. Herşey kirli, inancımız, ahlâkımız, evimiz barkımız zarar görüyor.

-          Müslümanlar nerede?

***

Tepkiyi, uzaklaşmak, terk etmek olarak anlamamalıyız. Vurup kırmak, ortalığı dağıtmak olarak da anlamamalıyız.

Bazıları, bazı olayları bahane ederek bozgunculuk yapmayı, kırıp dökmeyi devletin güçleriyle çatışmayı tepki göstermek olarak anlıyor.

Tepki meşru yolla gösterilir. Tepkinin ölçüsü vardır, şekli vardır. Tepki, asla kızgın yapılan bir davranış değildir.

Tepki yerinde gösterilirse, insanı stresinin gitmesine, rahatlamasına sebep olur.

Gerektiği yerde tepki gösterilmezse, insan sıkıntıya düşer ve vicdan azabı çeker.

A)    TEPKİSİZ TOPLUM OLDUK

Aslında hemen hemen her canlıda kendini, kendine ait şeyi savunma ve saldırılara karşı tepki gösterme özelliği vardır. Canlılar arasında da kendisinin farkında olan ve yaptığın şuurlu bir şekilde yapan da insandır.

Ancak insan uyuşur, inancını, ideallerini yitirir, insani, ahlâki, değerleri umursamaz halde yozlaşırsa tepki gösteremez hale getir.

Her insanın insanca ve İslâmca, onurlu bir hayat yaşaması, maddi ve manevi varlığına yönelik saldırılara göstereceği savunmaya bağlıdır.

Bugüne kadar kendini, korumadan, savunmadan hiçbir toplum varlığını sürdürememiştir. Esaret altında da olsa düşmanına tepki gösteren, esaretten kurtulup hayat hakkı kazanmıştır. Bindiği gemiyi korumadan kimse varacağı yere varamamıştır.

Uyuşturulduk mu?

Aziz milletimiz, hasletleri ve taşıdığı idealler sebebiyle hep hedef millet olmuştur. Bugünde genci ile, aileleri ile, inanç ve idealleriyle milletimiz, düşmanlarının göz diktiği bir hedef halindedir.

Düşmanların gizli tamimleri, çalışma plânları incelendiği zaman çok acı ve düşündürücü gerçeklerin olduğu görülecektir.

Macarlar, bir Türk beyini öldürüp, atını yakalarlar, ama katiyen binemezler. İğdiş ederler. Ondan sonra her önüne gelen biner…

Yakın tarihe kadar, yeryüzüne sığmayan, atını üç kıtada koşturup denize süren bu milleti yok edebilmek için önce uyuşturmanın yollarını aramışlardır.

Kamu oyunun dikkatini çeken, bunun için şikayet eden, tepki gösteren, hep başkaları oluyor. Vurdukları zaman bile, vuruyorlar ardından “ne vuruyorsun”  diye bağırıyor.

Bu durumda herkesin, hepimizin yapabileceği, yapmamız gereken mutlaka bir şeyler vardır ve olmalıdır. Çünkü rahatsız olan, mutlaka bir şeyler yapar. Eğer bir şeyler yapmazsak ve çalışanlarla beraber olmaz, onlara yardım etmezsek, o zaman daha büyük belâlara müstahak oluruz.

Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Kâfir olanlar bile  birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük fesat olur.” (Enfal:73) Allah bizden ne bekliyor? Müslümanların el birlik olmasını ve birbirine destek vermesini istiyor.

Kötüye kötülüğe herhangi bir yolla hayat hakkı tanıyan, birgün mutlaka onun kahrına uğrar.

İnsanlardan çekinip, yapması gerekeni yapmayana, söylemesi gerekeni söylemeyene, kötülüklere üzülüp karşı çıkmayana Kıyamet gününde Allah soracak:

-          Niye üzerine düşen yapmadın? diyecek. Kul:

-          Bir şeyler yapmamı şu şu korku engelledi, Ya Rabbi deyince Allah:

-          Sen insanlardan değil benden korkman gerekmez miydi, diyecek.

Bugün bir çokları, gördüğünü gördüm, duyduğunu duydum diyemiyor, şahitlik yapmaktan bile çekiniyor. Efendim “Kör sağır dilsiz ol” diyor. Evet ama bu fitne ortamındadır. Mecellede : “Mücbir tehdidini ika’a muktedir olmalıdır.” Denir.

Öyle olur olmaz korku mazeret olamaz. Bahaneler yüzünden artık hiçbir olaya tepki gösteremez hale geldik. Olanlara sesiz kalıyoruz. Sokak ortasında dövülen, sövülen, öldürülen ve çantası, parası gasbedilenlere karşı bile sessiz, ilgisiz kalınıyor, destek olmuyoruz, yardım etmiyoruz. “Bana dokunmayan yılan bin yol yaşasın deyip geçiyoruz.

Hiçbir şeye tepki veremez hale geldik başka ülkelerde gösterilen tepki ne yazık bizde gösterilemiyor.tepki gösterilmesi gereken olaylara günlük, sıradan bir olaymış, gibi bakıyoruz. Adam sende, “Adam sende”, “Bir benimlemi olacak” deyip geçiyoruz.

Ağlanacak halimize gülüyoruz. Sinirler duyarlılığını kaybetti.

Geçmişte oluşturulan baskının bugünkü insanımız da meydana getirdiği ürkekliğin etkisi yok değil. Meselâ; İstiklal Madalyası sahibi 66 yaşındaki Ak Engin adlı vatandaşımız Fransa ya tepki gösterdi diye tutuklanmıştır.

Bir neden de güvensizliktir. Hani hak Nasreddin Hocayı Timurun çadırına gitmeye davet etmişlerdi. Çadırın kapısından yalnız hoca girmiş… Yalnız bırakılmış.


***

B)    HER TOPLUMUN HERKESİN KORUMASI GEREKEN DEĞERLERİ VARDIR

Bir insanı bir toplumu ayakta tutan, başkalarından ayıran milli manevi değerler vardır. Bunları koruyup, sahip çıkmayanlar, varlıklarını koruyamazlar.

İki asırdan beri yapılan Müslüman-Türk varlığına saldırıları seyretmeye devam edersek, kimlik arayışımız devam edecektir.

Bakın, dünkü dünya görüşümüz, hayat anlayışımız, Allah’ın dinine bakışımız bugün yok. Sebil toplumundan rezil toplum haline geldik. Bazıları, lokantada tıka basa yiyor; hazmedebilmek için tabakların üstünde tepiniyor, ceket yakıyor. Bazıları köpek seviyor, insan sevmiyor.

Kendi değerlerimiz korumadığımız, kültür erozyonuna karşı çıkmadığımız, yabancı kültürlere tepki göstermediğimiz için başka milletlerin temsilcisi haline geldik.

Soruyorum: Toplumumuz özünde koparılmak isteniyor, azar azar çöküyor. Bu hâl karşısında ne yapıyoruz, ne düşünüyoruz? İdeallerimiz ne oldu?

Uhud Savaşında Mus’ab (r.a.) Peygamberin dişleri kırıldığı zaman var gücü ile Peygamberi korumak isterken büyük yaralar aldı. Kılıç darbeleri ile elleri doğrandı. En sonunda yarım kalan kolları ile yüzünü kapatmıştı. Bu hali Peygamberimiz (s.a.) : “Mus’ab Allah’ın Rasûlünü gereği gibi koruyamadım. Allah’ın huzuruna nasıl çıkar ve ne cevap veririm diye yüzünü örtüyordu” diyerek anlatmıştır.

Ya şimdi Allah Rasuûlünün bize getirdiği emanetleri, gereği gibi koruyabiliyor muyuz? Ona dil uzatanlara gereken tepkiyi göstere biliyor muyuz? Biz hesabımız nasıl vereceğiz?

Hz. Ebubekir (r.a.) zekât vermeyenlere savaş açtı. Neden? Eğer bir taviz verseydi, taviz olurdu,yazık olurdu. Nasıh? Sonra gelen de bir taviz verirdi ve bunun sınırı olmazdı, durdurulamazdı.

Bir örnek geçen yıl İngilizlerin “İslamî terör” sözcüğünü sıkça kullanılması sonucu, İngilterede yaşayan Müslümanlar konseyi, resmi temaslar girişti ve “İslâmi terör” tabirinin kullanılmamasını sağladı. “Hıristiyan terörü” denmeyeceği gibi “İslâmi terör” denilemez, dendi.

Korumamız gerek çok şeyimiz var.

-          İnancımız,

-          Kültürümüz,

-          Ahlâkımız,

-          Ailelerimiz

-          Gençlerimiz, korumadığımız, bizim demediğimiz herşey mutlaka elimizden çıkacaktır.

Tepe gözler yetiştiriyoruz, ama Basat yetiştiremiyoruz. Tepe göz neyimiz varsa alıp götürüyor, mani olamıyoruz.

Yetişmesine, büyümesine sebe olduğunuz her Tepegöz, ahirette yakamıza yapışacak. Peygamberimizin bildirdiğine göre:

-          “Bir adama Kıyamet günü birinin yakasına yapışır.” O adam:

-          “Sen kimsin? Neden yakama yapışıyorsun?” diye sorar. O cevap verir:

-          “Sen beni bir kötü hal üzerine gördünde beni uyarmadın beni nehyetmedin?” der. (İ.Hacer El-Hateymi, İslâmda Helal Haram:2/491)


C)    NEDEN TEPKİSİZ HALE GELDİK

Bilhassa son zamanlarda tepkisiz, uyuşmuş bir hale geldik. Olanları sadece seyrediyoruz. Nemelâzımcılık, uyuşukluk, pasiflik neredeyse vasfımız oldu.

Mazeretlerimize bakın:

“Banan ne”, “Bir benden ne çıkar”, “Ben mi düzelteceğim” “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, “Her koyun kendi bacağından asılır”, “Neme lâzım” Bu sözleri bize benimsettiler. Çıkarlarımızdan başka bir şey bizi ilgilendirmiyor. “Yıkım yapan medyayı alma, besleme” diyenlere “Ben almasam başkaları alıyor” deniyor. “Kurbanlık koyun gibi yerlere götürülüyoruz” dendi mi, “Hayır bizi kurtaracaklar” diye cevap geliyor.

Dedelerimizin, babalarımızın karşı olduğunu biz âdeta kabullenmiş durumdayız. Onların can verdiği değerlerin birer birer elden çıkışına aldırış etmiyoruz.

Yöneticilerimiz : “Yurtta sulh cihanda sulh” sözleri ile içte ve dışta milli çıkarlarımız için aktif olamıyor.

Bakıyorsunuz, 3 – 5 kişi, sokakta pankart açmış, yürüyor. “Bu ne?” diyorsunuz “Bekâret kontrolüne hayır Protestosu” diyorlar.

Allah aşkına, bizim yapacak hiçbir şeyimiz yok mu? Denizlimize Yunan gelirken Ahmet Hulusi Efendi Halık Yunan karşı çıkmaya davet edince bazıları : “Silahımız yok” deyince Ahmet Hulusi Efendi : “Taş atacak kolunuzda mı yok?” diyerek cevap vermiştir…

Cenab-ı Peygamberin müslümana talimatı şudur : “Sizden kim bir kötülük görürse, seyirci kalmayıp onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, dili ile düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile buğz etsin. Bu imanın en zayıf derecesidir.” (K.Sitte:1/89 – İ. Canan)

Unutmayın, hep savunmada kalan kaybeder. Tepkisizlik ideal eksikliğindedir, iman zayıflığındandır, Kur’an’da uzak yaşamaktandır.

Ne demiş atalarımız:

“Mert çıkmazsa meydana

Nâmert çıkar merdâne”

Namuslular, namussuzlar kadar, inananlar, inanmayanlar kadar cesur olmazsa; namus da korunamaz, iman da korunamaz.

Bazı çevrelerde bakıyorsunuz. Birçok şey bırakılmış “Bir bebek, bir köpek” derdine düşülmüş.

Bu konuda Peygamber (s.a.)‘ın bir hadisi var:

-          “Kıyamet yaklaştığı zaman evlat beslemektense, köpek beslemek daha iyidir. O zaman büyüğe hürmet, küçüğe şefkat gösterilmez. Zinadan meydana gelen çocuklar çoğalır. Öyle ki yol üzerinde zina edilir hale gelir. O zamanın iyileri, yol üzerinde zina edenlere şöyle derler:

-          Bu işi keşke biraz kenarda yapsaydınız” (Tıbb-ı Nebev Ans:1/179)

Peki ya hiçbir şey denmez hale gelindiyse o zaman ne olacak?

Zina suç olmasın diye pankart açıp yürüyenler ses çıkarılmazsa ne olur? O zaman şöyle bir şey olur:

Amerika’da zinayı önlemek için bir dernek kurulur. Bir sene sonra yapılan genel kurulda fahişeler derneği ele geçirirler.

Bugün sokakta, parkta alenen utanç verici bir şekilde davranan gençlere bir şey denmeyecek olursa, yarın ki, manzara acaba ne olur? Ne gibi gözünüzün önüne geliyor?

Tepkisizlik, ilgisizlik şer güçlerine esaret veriyor, onları güçlendiriyor, iştahlandırıyor.

Hz. Ömer (r.a.) ne demiş “Zındıkların atılganlığından Müslümanların uyuşukluğundan sana sığınırım Allah’ım!” diye dua etmiş.

Şer güçleri çalışırken, seyretmek, iman sahiplerine yakışmaz. Bakın Hz. Peygamber ne diyor:

***

-          “İçinde kötülükler işlenen bir toplum. Bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsinin saran umumi bir belâ göndermesi yakındır”

-          “Bir kötülüğü duyduğu halde üzülmeyen, mânen zarar görür” (K.Sitte:1/95, İ.Canan)

Düşündürücü bir örnek vermek istiyorum. Osmanlıya iç ve dış düşmanların saldırdığı bir dönem. Osmanlı gücünü kaybetmiş, son zamanları, tıpkı ölümcül hasta gibi… Volter, Peygamberimizi küçük düşürecek bir piyes yazar. Piyesi gören Papaz, Aforoz ettiği Volteri af eder, “Evladım Volter!” diye mektup yazar. Piyes, İngiltere’de oynatılacaktır, biletler satılır. Abdulhamit Han, derhal harekete geçer, piyesin oynatılmamasını ister, oynatılırsa, Cihad-ı Ekber ilân edeceğini bildirir. Gösterilen tepki, karşısında piyes oynatılmaz. Ardından da Fransa’da, piyesin biletleri satışa sunulur. Aynı tepki… Fransa’da da oynatılmaz.

İnancımızda ihmal yoktur, tembellik yoktur, vurdumduymazlık yoktur, nemelâzımcılık yoktur. Görev vardır, sorumluluk vardır.

İnancımızın zayıflamasıyla, karşı çıkma, tepki gösterme gücümüzde, cesaretimizde zayıflamıştır.

Eğer uyanmaz görevlerimiz yapmazsak, grup grup ilâhi ikâzlarla, ihmallerimizin cezasını çekmeye herkes hazır olsun.

Sütçü İmam “Size Cuma namazı kıldırmam” demiş, halkı uyandırmıştır.

Mehmet Akif Anadolu’ya karış karış dolaşmış, Anadolu insanını uyandırmıştır.

Kıyamet alametlerinin başı nemelâzımcılıktır. “Ne gereği var” dersek bugün sokakta olan, yarın evimizin içine girecektir. Bugün başkasına olan yarın bize olacaktır.

Şöyle bir olay olmuştur:

Bir meydana 2000 kişi toplanıp : “Hep birden bağıralım bakalım sesimiz nasıl çıkacak” demişler.

Bir demiş ki : “Bana ne ben susayım, ses nasıl çıkacak dinleyeyim” demiş. Diğeri de öbürü de aynı düşünmüş ve meydanda hiç ses çıkmamış…

Bir şeyi herkes başkasından beklerse, bir sonuç alınmaz. “Falan yapsın” denirse kimse yapmaz.

İnsanımız ve ülkemizin faydasına olan her şeyi alkışlamalıyız, desteklemeliyiz. Milli menfaatlerimize ters düşen konularda da tepkiyi elden bırakmamalıyız. “Bana mı düşer”, “Bir ben mi varım” denirse, vazife yapılmamış olur.

Uykuyu çok seviyoruz. Para kazanmasını çok seviyoruz. Bir de yemeyi çok seviyoruz. Ve bunlardan fedakârlık yapamıyoruz. İşte bu halimiz çok düşündürücüdür.

Bir husus da nefsimize esiriz. Nefsimiz bizi aldatıveriyor, şeytan bizi kandırıveriyor. Böyle olunca, onurlu ve namuslu yaşanır mı? Allah rızası düşünülerek iş yapılır mı?

D)    TEPKİ GÖSTERMEK KÜLTÜRÜMÜZÜN İNANCIMIZIN GEREĞİDİR

Deveyi “Boynun eğri” demişler, “Nerem doğru ki” demiş. Bizimde ne tarafımıza bakılırsa bakılsın insani, ahlaki çöküntü diz boyu. Durumdan birçoklarımız şikayetçi ama gereğini yapan yok.

Kötülüğe karşı çıkmak ve tepki göstermekte gecikmek, inancımızı açısından doğru değildir. Müslüman, her hareketin ve hayatın her anının hesabını verecektir. Bunun için müslümanın hayatına “değmeze”, “Nemelâzıma” yer yoktur. Müslüman, üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür.

Tepki göstermek, belirli insanların görevi olmadığı gibi, tepkinin azlık ve çoklukla da ilgisi yoktur.

Tepki gösterilmesi gereken bir durumda, tepki göstermeyen, o kötülüğe ısınır, sonra da alışır, daha sonra da o kötü ortamın içine düşer, zarar görür.

Peygamberimiz (s.a) : “İnsanlar zalimi görür de zulmüne mani olmazlarsa, Allah’ın azabı yakındır.” (R. Salihin:195) der.

Nuhun kavmi helak olacaktır.

Melekler : “Ya Rabbi, aralarında iyilerde var” deyince Allah : “Onlar kötülüklere karşı çıkmadılar” der.

Peygamber (s.a.) : ”Kim zehirli keleri bir vuruşta öldürürse, yüz iyilik yazılır. İkinci üçüncü vuruşta öldüren için daha az sevap yazılır.” (R.Salihin:1896) buyurmuştur.

Tepki, şiddetli olmalı ki, kötüler, dönüp dönüp kötülük yapma cesaretini bulmamalıdır.

Tepki göstermek, insanın günahlarına kefarettir.

Biz, uykusuz gözlerin, yorgun ellerin mirasına konduk, yoksa şu anda sahip oluduğumuz şeyleri nereden bulacaktık.

Peygamberimiz : “Allah yolunda ayağı tozlananlara cehennem ateşi haramdır” (R.Salihin:1308) buyurmuş.

Bir Türk atasözü vardır : “Sakın oturak olmayasınız” diye. Evet oturak olunmayacaktır. Felçli gibiyiz… Kalk  kalkmıyoruz…

Milli mücadele yıllarında Aydın ilinde çeşmedeki su dolduran kadın, gelenleri aldırmaz. Çete reisi sorar:

-          “Ne zamandan beri kadınlar erkeklerden çekinip kaçınmaz oldu?” Kadın cevap verir:

-          “Vatan işgal altındadır. Bu yerin erkekleri Yunanla savaş gitti. Burada benim gibi kadınlar, senin gibi kadın kılıklı erkekler kaldı” der.

Ortada bir kötülük varsa, herkesin ondan mutlak bir payı vardır.

Mevlana, idam edilmiş birini görür. Ayaklarına sarılır. Ondan özür diler. – “Beni bağışla” der. “Seni bilseydim, seninle ilgilenseydim, sen bu duruma düşmezdin” der. Uzanamadığımız insanların vebâlinin üzerimizde olduğunda unutmayalım.

-          “Ben şimdiye kadar çok çalıştım. Biraz da başkaları çalışsın”

-          “Ben emekliyim”, “Biraz başkası yapsın”

-          “Ben ne yapabilirim”

-          “Benim ne gücüm var” sözleri, kimseyi kurtarmaz her insanın yapabileceği bir iş mutlaka vardır.

İlk vahiy geldiğinde Hz. Hatice validemiz:

-          “Bir dinlensen Ya Rasûlallah” dedi. Peygamberimiz (s.a.) :

-          “Dinlenmeye vakit yok” demiş hemen tebliğe başlamıştır ve aralıksız devam etmiştir.

-          “Vazgeç bu davandan” diyen müşriklere de:

-          “Vallahi Güneşi sağ elime Ayı da sol elime verseniz bu davamdan vazgeçmem” cevabını vermiştir.



***


Yunan İzmir’e Ayak bastığı Günlerde:

İzmir Eşref Paşa yokuşunda bir Türk delikanlısı tabancasını çıkarıp işgalci Yunanlıların üzerine boşaltır. Yokuşa tırmanırken, durum seyreden penceredeki ihtiyar nineye dönerek:

-          “Gördün ya nine, mermim bitti, Ahirette şahidim ol emi” der, yoluna devam eder.

Bir anlamlı tepki örneği vermek istiyorum.

Dolmuşçuluk yapan Mehmet Güler’e radyo açıktır, ilâhi çalmaktadır. Dolmuşa binen delikanlı :

-          “İnmek istiyorum” der ve iner, arkadan gelmekte olan dolmuşa biner. Son durakta karşılaştıkları şoför arkadaşı, delikanlının:

-          “İlâhi dinleyecekse evinde dinlesin” dediğini nakleder. İnancı, ideali doğrultusunda gösterilen bu tepki, beni çok etkilemişti.

Tepki göstermek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, yeryüzünde kötülük kalmayıncaya kadar çaba sarf etmek, inancımızda farzdır.

İnancı zayıf olanlar, maddi kayıplara tahammül göstermezken, manevi kayıplara aldırış etmiyor. “Kıl beşi kurtar başı” diyor. Yok öyle şey.

Dine, küfre rıza küfürdür. Kötülüğe razı olunmaz.

Hz. Peygamber : “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyururken, kimse ucundan, kısa yoldan kurtulamaz.

Tepki göstermek, Müslüman kalmamızın ve gelecekteki varlığımızın teminatıdır. Gelecek endişesi taşıyan herkes, İslâm’ın emirlerin bir bütün olarak yerine getirmelidir. Yalnız kendisini değil gelecek nesilleri de düşünmelidir. Değilse; bizden sonraki nesiller bize rahmet okuma, lânet okur.

Bugün hayvanların yuvalarına, yavrularına zarar vermek isterseniz, bir çoğuna yaklaşamazsınız bile. Ama bizim yuvalarımıza, yavrularımıza yönelen yıkım ve tehditler ne yazık ki, tepki görmüyor. Aileler ve gençlik korumasız…

Unutmayın, tepkisiz kalan çocuğun elinden oyuncağını da alırlar, mamasını da… Tepki göstermeyenin ırzına geçerler. Onun için kadını göstereceği tepki, ona namuslu kalma, namuslu yaşama hakkını sağlar. Bizler de, Müslüman Türk olarak kalmak istiyorsak, bize az veya çok zarar vermek isteyen herkese, her şeye tepki göstermek zorundayız.

Tepki gösterenin ardına düşmezler. Laf atmazlar. Taciz etme cesaretini gösteremezler. Yani tepki aynı zamanda savunma yoktur.

E)    HER İNSANIN SORUMLULUKLARI VARDIR?

Canlılar içinde, yaptıklarının farkında olan ve yaptıklarından sorumlu olup, hesap verecek olan ter varlık insandır.

Sorumsuz, başıboş insan yoktur. Herkesin kendine göre; yaşına, ilmine, maddi varlığına ve yetkisine bağlı sorumlulukları vardır. Ayrıca insan, yalnız kendinden değil elinin altındakilerden, çevresinden ve yönettiği insanlardan da sorumludur.

Kur’an’da,

Tahrim 6 : “Ey İman Edenler! Kendinizi ve aile fertlerini yakacağı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.”

Ankebut 2 : “İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiç imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?”

Hz. Peygamber de : “Hepiniz çobansınız, herkes güttüğü sürüden mutlaka sorulacaktır” buyurmuştur.

Şuanda bir şeyler varsa, bir şeyler oluyorsa, bunda herkesin payı vardır. Bundan herkes sorumludur.

Mevlana, idam edilmiş birini görür, ayaklarına sarılır. “Beni bağışla. Seni bulsaydım, seninle ilgilenseydim, senin başına böyle bir iş gelmezdi” der.

Herkes, başkalarının yükünü de taşır. Ayrıca sorumlulukların süresi ve sınırı da yoktur. Bazılarını hizmete çağırıyorsun, gelmiyor : “Ben şimdiye kadar çok çalıştım, biraz da başkaları çalışsın” diyor. Bazıları : “Ben ne yapabilirim” derken bazıları da “Ben emekli, yaşlı bir adamım” diyor, sorumluluğu üzerinden atıveriyor.

İnsan, hayatının bir kısmının hesabını vermeyecek ki…

Sonra İslâm da emeklilik yok. Yaşlandım yok. Abdurrahman bin Avf, 93 yaşında Kars’ta şehit düşmüş. Ebu Eyyubel Ensari, İstanbul surları önünde 90 yaşında şehit olmuştur.

-          Sorumluluklar geçici görev değildir…

İlk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber, hemen tebliğe kalkınca O’nun terli ve sıkıntılı halini gören Hz. Hatice : “Biraz dinlensen” deyince Peygamber “Dinlenecek vakit yok” demiştir. Davasından vazgeçmesi için yapılan tekliflere de : “Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, bu davamdan vazgeçmem” diyerek reddetmiştir.

-          Mezarda yatacak vakit çok…

Çalışmak, belirli kimselerin görevi de değildir…

“Ben, inancımı yaşamaya çalışıyorum, ibadetimi yapıyorum” demek kimseyi kurtarmaz. İnanç savunulacak, geleceğe taşınacak, bizden öncekiler yalnız kendini düşünseydi çalışmasaydı, biz ne olurduk o zaman? Nereden bulacaktık buyurdu o zaman.

Sonra onlar, Müslüman olarak ölebilir miydi?

Hz. Peygamber (s.a.) : “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur.

Bazen vazife yapmamamın zilletin iyaşıyoruz.

Vatan için, millet için, çirkinlikleri önlemek insanımızı güzelliklere, iyiliklere çağırmak görevimizdir.

Biz vazifemizi yapmazsak “Köpeksiz köy bulup değneksiz gezerler. Sonrada köpekleri salıverip taşlara bağlarlar”

Yaptığımız bir şey var; kötülükleri kötüler çok konuşuyoruz ama bir şey yapmıyoruz. Gürlüyoruz yağmıyoruz. Böylece vazifemizi yaptığımızı zannediyoruz. Böyle vazife mi olur?

Hz. Peygamber (s.a.) :

“Bir ok yüzünden Allah üç kişiye sevap verir.”

1-     Oku yapana,

2-     Oku hazırlayana,

3-     Oku atana, demiştir.


***

Biz doğrudan bir şey yapamamış olabiliriz. Yapanı severiz, yapana yardımcı oluruz, bizde sevap kazanırız. Sebep olmak, vasıta olmak insana sevap kazandırır. Gücü bir şeye yettiği halde, yapması gerekeni yapmayan mes’ul olur.

Herkes kendi kendine sorsun.

-          Bugüne kadar kime? Neye tepki gösterdim? Kimi etkiledim, kime faydam oldu?

Bakın etrafınıza; her türlü kötülük cirit atıyor. Toplum toptan yozlaşıyor. Ailemiz çöküyor. Bir neredeyiz? Biz ne yapıyoruz?

Unutmayalım tepki, var olma, onurlu yaşama ve korunma yoludur. Bir yerde kötülük varsa, kötülük varsa, sorumluluk da vardır.

Ashabtan Vehb bin Kebşe (r.a.)’ı Peygamber Efendimiz Çin’e göndermiştir. Tam bir yıllık yolculuktan sonra Çin’e varan Kebşe (r.a.), uzun süre Çin’de kaldıktan sonra Allah Rasûlünü özlemişti. Yollara koyuldu. Medine’ye ulaştığında Allah Rasûlü vefat etmişti. Tekrar görevi döndü. Çünkü görev kutsaldı. Bir müddet daha çalıştı, orada vefat etti, mezarı Çin’dedir. “Gitmeyeceğim, yeter” dememiştir.

Vazife, zamanla, yerle sınırlı değildir.

Sütçü İmam, Maraş’ın işgali ve iki kadına Fransız askerlerin saldırıları karşısında gösterdiği tepki ile Maraş’ın kurtuluş destanını başlatmıştır. Uzunoluk Çarşısında dikilen anıta : 30 Teşrin 1919 da Sütçü İmam, Türk namusun burada silahı ile korudu, yazılarak Sütçü İmam hayırla yâd edilmektedir.

 F)     İNSANIN KENDİSİNİN İYİ OLMASI VE KENDİNİ KURTARMASI YETMEZ

İnsanın iyiliği başkalarına yansımadıkça, insana pek faydası olmaz. İnancımızda kültürümüzde tek başına kurtuluş, tekbaşına huzur yoktur.

Bazıları : “Ortalık bozuk, zaman kötü, zaman bunu gerektiriyor”, “Aman benden olmasın”, “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek, etliye sütlüye karışmıyor, kendi kabuğuna çekiliyor.

İnsan, kendisi iyi olacak, çevresi de iyi olacak, her şeyin herkesin iyi olması için çareler arayacak. Başkaları ile ilgilenmemek, dünyadan el etek çekmek, inzivaya çekilmek ve pasif davranarak, inancımızla bağdaşmaz. Allah, müslümana, insanlığı ıslah etme,dünyayı tanzim etme, düzene koyma görevi vermiştir.

Bazıları : “Ben temizim, bu bana yeter” deyip, kurtulduğunu ve kurtulacağın zannediyor. Bu böyle olsaydı, Allah herkesi kendisinden sorumlu tutardı. O zaman : “Gemisin kurtaran kaptan” denebilirdi.

Camide ön safta : “Ya Rabbi! Müslümanlar yardım et” duasına “Amin” deyip çıktıktan sonra “Haydi bakalım sende katıl” davetine “İnşallah, Maşallah, Allah muvaffak etsin” deyip geçme gafletine düşülüyor.

Kendi çocuğumuz bize benzemiyor. Allah : “Emaneti ne yaptın?” dese, cevap veremeyiz. Bu senin mi, bu sana mı ait dense, yutkunuyoruz.

Çevremiz kurtulmadan, biz kurtulabilir miyiz? Bir hadiste : “Bir topluluk çirkin olan bir işi görüp de onu değiştirmedikleri zaman Allah onları toptan cezalandırır” buyurmuştur.

 2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Tayyip-Perinçek Tiyatrosu Gururla sunar.,



Tayyip-Perinçek Tiyatrosu Gururla sunar.,


<  - Ama efendim ben nasıl siz Usta’ma laf söylerim? 
      Rol icabı da olsa yüzüm kızarır, Dilim Söylemez Usta!
      - Sende numara boldur kukla! Hem zaten artık başka bir yüzün olacak. 
      Getir bakalım şuradaki boyayla fırçayı işe başlayalım, malum yolumuz uzun. 
      Hem ne demişler sen bilirsin: ‘ Yol ne Kadar uzun olursa olsun İlk Adım Atılmalıdır.’ >

I. Perde Yer: Usta’nın Sarayı

    Sürekli yanan Ampüllerden her daim gündüz vaktinin yaşandığı Saray’ın koridorlarından takır-tukur sesler geliyor, tahta bacağın pahalı granitte çıkardığı
tok ses, yankılanarak bin yüz küsuruncu odadan dahi kolaylıkla duyulabiliyordu. Sesi o da duymuştu. Önünde duran Vatan Tiyatrosu’nun oyun programına
kaydı gözleri. Kapıyı vurup içeriye giren görevli kuklanın geldiğini haber verdi.

- Efendim, Kukla geldi. Başıyla “ Tamam ” der gibi bir işaret yaptı.

Kuklanın tahta bacağından gelen tak-tuk sesleri yaklaştıkça yaklaştı ve kukla sonunda kapıda belirdi.
- Saygıdeğer Ustam, diye bir giriş yaptı. Usta, koltuğundan hafifçe döndü ve karşıdaki sandalyeyi gösteren bir işaret yaptı.
Kukla, aynı takır tukur seslerle gösterilen sandalyeye doğru yürüdü ve oturdu.

Usta, bir süre daha önündeki oyun bültenlerine baktı. Kukla da bir şey söylemesini bekliyordu.
Sonunda beklediği an geldi.
- Nasıl gidiyor, diye sordu Usta.
- Sayenizde iyi gidiyor Sayın Usta. Destekleriniz sayesinde... Bu “sayenizde” lafı Usta’yı bugünden alıp, kuklayla karşılaştığı güne götürüverdi.
Dışarıdan bakan birisi için basit bir odun parçası gibi görünebilirdi belki… Etraftaki “bin”lercesinden “bir”i. Ama öyle değildi. Sayısal olarak “binde bir”di belki ama “kullanışlılığı” konusunda binbir yüzü, binbir numarasıyla değme ak kukla eline su dökemezdi.
Usta daha ilk görüşte “bu binbir suratta ne cevherler vardır” diye düşünmüş ve onu hizmetine almış, adeta evlat edinmişti. Usta’nın
şu zor günlerinde, memleketi oyalayacak, onu rahatlatacak bir kukla gösterisinden daha iyi bir şey olamazdı.

Hem bu kukla ilk günden ne kadar doğru bir karar verdiğini ispatlamıştı. Daha ilk gösterisinde
“Kınından çıkmış bir kılıç gibiyim” diye haykıran kukla, Usta’sını gururlandırmış bu şaşalı başlangıçla gelecek vaadettiğini göstermişti.
Perdeler perdeleri kovalıyor, Bin Bir Surat, Usta’sına çok kazandırıyordu. Hele saray seçimlerinde yaptığı gösteriler yok muydu… Usta
ve çevresi bile hayretler içinde kalmıştı.

Bin Bir Surat’ta numara boldu. Saray sponsorluğunda Avrupa turnesi bile düzenlediler Bin Bir Surat’a.
Usta’nın gergin ve sıkıntılı günlerinde de en yakınında hep Bin Bir Surat vardı.

Derken Usta, Krala dönüştü. Usta, krala dönüşünce Bin Bir Surat da kuklalıktan Saray soytarılığına terfi etti haliyle.

Gerçi bir süredir zaten öyle anılmaya başlamıştı. Kralın astığım astık kestiğim kestik döneminde de soytarı ona güzellemeler yazıyor, gerçekleri Karanlık’a batırıp çıkarıyor ve “AK”lıyordu. Usta, kuklasından oldukça memnundu ama yine de bir değişiklik gerektiğinin de farkındaydı. Kuklanın soytarıya dönüşmesi etkisini ister istemez azaltıyor, inandırıcılığınıki bir süre sonra bayağı bir komediye dönüşmüştü- yitiriyordu.

Usta, meseleyi her ikisi de çok iyi biliyor olsa da- laf arasında sordu.

- Dükkanı kapatmışsın...
- Kapatmadık Usta’cığım, tabela değişikliği… Diğeri artık çok eskimişti, kimse gösteriyi izlemeye gelmez oldu, izleyici düştü. Siz efendimizin desteği olmasa çoktan iflas bayrağını çekmiştik ya... Farklı bir yüzle çıkacağız. Şimdi tabela değişince, yeni bir gösteri var diye ilgi olur sanıyorum… Bir süre de böyle götürürüz. Bizde numara çok yeter ki size faydamız dokunsun, dedi sinsice gülerek.
- Onda şüphe yok, dedi Usta. 
– Bilmez miyim… Kısa bir sessizlikten sonra Usta:
- Şimdi yeni bir gösteri tertipliyoruz. Hazırlıklar tamamlandı. Bu gösteri sonunda sen de çok ünlü olacaksın.
-Pinokyo gibi mi Usta?
- Pinokyo kim ki, onu bile geçeceksin. Bu yeni oyun emin ol çok iş yapacak.
- Ve biletleri de siz keseceksiniz değil mi Usta, dedi Bin Bir Surat.

Usta alındı, çünkü memleket 17.25 ölçeğinde depremle sarsılmış, Usta enkazdan paçayı zor kurtarmıştı. Para meselesinde o günden beri çok alıngandı ve bazı kelimelerden huy kapıyordu.

Bin Bir Surat cesaretini toparlayıp sordu:

- Nasıl bir gösteri olacak Sayın Ustam?
- Yine yurtdışı turnesi... Uzun bir oyun olacak diye düşün, çok perdeli. Şöyle seçime kadar idare etmeli anlıyor musun? 
   Bu kez oyun Şam’da başlayacak, burada devam edecek.

- Yoksa Şam Taciri’ni mi oynayacağım Saygıdeğer Usta’m!
- Hayır, Şam elçisi olacaksın. Belki daha sonra Kahire falan da olabilir. Senin şu “5 Ülke 5 Deniz” oyunun var ya, ona da eklemeler yapabiliriz yani. Şimdilik çok uzatma, ayrıntılarını sana bildirecekler. Ama bundan sonra muhalefeti oynayacaksın.
- Efendim, zaten -af edersinizmuhalefeti oynuyorum ya.
- Öyle değil, basbayağı muhalefeti oynayacaksın. Rol icabı sen bana laf atacaksın ben sana…
Atış serbest. Bak o zaman senin gösteri nasıl dolacak, nasıl bilet satacağız? Şan şöhret de cabası...
- Ama efendim ben nasıl siz Usta’ma laf söylerim? Rol icabı da olsa yüzüm kızarır, dilim söylemez

Usta!

- Sende numara boldur kukla! Hem zaten artık başka bir yüzün olacak. Getir bakalım şuradaki boyayla fırçayı işe başlayalım, malum yolumuz uzun. Hem ne
demişler sen bilirsin: ‘Yol ne kadar uzun olursa olsun ilk adım atılmalıdır.’
- Çok haklısınız efendim. Mao Zedung ve siz şu fakir kuklanın yolunu aydınlatmaya devam ediyorsunuz. Hemen geldim Usta!
(Usta eline fırçayı alıp, kuklanın yüzünü boyamaya başlar.)
- Kutsiyetperahları... Bir de şey vardı..
- Ne vardı?
- Şeyy, yolladığınız harçlık bitti de. Malum yeni oyun yeni kostümler falan … Biraz masraf olacak…
- Tamam hallederiz, kıpırdayıp durma…
- Gazetelere de çıkacak mıyım Usta? Ha çıkacakmıyım?
- Merak etme, sen uslu bir kukla ol yeter!
- Ya burnum Pinokyo gibi uzayıverirse Usta? Ya uzayıverirse...
- Sen Usta’na güven! Hah bitti işte! “Yüz çiçek yan yana açsın, yüz fikir birbiriyle yarışsın”, binbir surat Usta’sına çalışsın! Hadi bakalım.

- PERDE KAPANIR -

(Kukla, Usta’nın desteğiyle yeni oyunu için Şam’a gitmiştir. Hem oyun uzasın hem de merak uyandırsın diye, oyundaki esas sahne, yani Şam’ın Ustası’yla
oynayacağı sahne elbette ki son perdededir. Kukla, Şam Dış İlişkiler Komiseri ve Şam İnanç İşleri Komiseri ile yaptığı görüşmelerde Şam’ı över de över.
Malum, oyunu izleyen Şamlıların memnuniyeti önemlidir. Daha çok gelip gidecektir buralara. İlişkileri iyi tutmak lazımdır.)

Perde II

Yer: Şam Dış İlişkiler Komiserliği

- Efendim mis gibi Şam Havası ne iyi geldi bir bilseniz… İyi ki de gelmişiz.
- Hoş geldiniz tekrardan.
- Bir söz vardır “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın…” derler ya hani, hiç de öyle değil. Hem yediğimiz Şam şekerleri hem de Arap şeyleri… neydi… yüzünüz yüzünüz
ne güzel, ne güleç, ne kadar da dost…
- Sizin buraya gelip de bu gerçekleri görüp anlatmanız ne iyi bir hizmet. Yani bizim dış temsilcimiz gibi çalışıyorsunuz desek abartmış olmayız.

- Aman efendim, görevimiz. Dışarıdan konuşuyorlar, yok ölüm varmış, yok katliam varmış. Ama işte geldik gördük, insanların kalbinin attığı yerdeyiz.
Okyanuslar ötesinden, Himalaya Dağları’ndan bizi duysunlar! 7 Ülke 7 Deniz birleşiyoooor!!!

- PERDE KAPANIR -

(Kuklanın haykırışlarıyla perde yavaş yavaş kapanır. Daha önceki oyunlarında hep 5 Ülke 5 Deniz diye haykırarak bitirdiği oyunu, şimdi 7’yle bitmektedir. Bu dikkatli izleyiciler için ilerideki Ortadoğu turnesinin de müjdesidir.)

Perde III

Yer: Şam’da bir oda

- Hoşgeldiniz, hoşgeldiniz dostlarımız. Valla gözlerimiz yollarda kaldı. Ne zamandır ne gelen var ne giden.
- Hoşbulduk sayın Usta. Usta diyorum çünkü laf aramızda sizi de en az gerçek Ustam kadar severim, sayarım. Hanımınız da iyi inşallah?
- Bilmez miyim, bu ziyaretiniz de kardeşliğimizi bir kez daha dosta düşmana duyurdu.
- Tanıştırayım Usta, bizim ekibin üyeleri. Kimisi zamanında başka yerlerdeydi ama geldik “Vatan”da birleştik.
- Sizler de hoşgeldiniz.. İsterseniz hemen gürüşmemize başlayalım. Şöyle buyurun… (Görüşmeye geçmek için hep beraber kalkılır. Herkes girip kapı
kapanmadan önce kuklanın sesi duyulur…)
- Bizim Usta’nın size çok çok selamı var. ‘Canım bir türbenin lafı mı olur’ dedi...3

- PERDE KAPANIR -


TUĞRUL ÇELİK
tugrulcelik@turksolu.com.tr
22/03/2015
TÜRKSOLU
Haftalık Siyasi Gazete
Yıl: 13 Sayı: 484
22 Mart 2015


***



12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


Toplumsal hareketlerin uzun-dönemli başarısı ayrıca birçok genel koşula da dayanır. 

Herşeyden önce bu hareketlerin sürekli siyasal etkinliğe heves ve bağlılık 
uyandırabilecek bir öğreti formüle etmesi gerekir. Ulusal kurtuluşu, bir sınıfın 
özgürleşimini, kadınların özgürleşimini veya çok sayıda insanın önemli gördüğü 
başka bir genel amacı konu alabilecek olan bu öğretinin belli başlı sorunları 
açıklayabilen amaçları ve amaçlara ulaşma yollarını gösteren ve alternatif toplum biçimlerinin geneI hatlarını çizebilen bir toplumsal kuramı içermesi veya böyle bir kuramın üzerine kurulmuş olması gerekir. Ondokuzuncu yüzyılda işçi hareketi ve daha dar bir çerçevedeki milliyetçi hareketler bu yolu izleyerek gelişmiştir. 1960'ların toplumsal hareketleri böylesi öğretiler üretmede görece başarısız kalmışlardır; keza öğrenci hareketleri özel olarak işçi sınıfı hareketiyle ilişkisi üzerine, toplumdaki ekonomik ve yapısal değişmelere karşı kültüreI değişimin önemi üzerine ve toplumsal değişim hareketlerinde şiddetin işlevi üzerine tartısmalarla kuşatılan, radikal toplumsal değişmenin etkenleri ve amaçlarına ilişkin çatışan görüşler kargaşasında son bulmuştur. ABD 'deki zenci hareketi de sadece Beyazların radikalizm ile olan ilişkisi ve şiddet kullanımı konusunda değil, daha temelde nihai amacının diğer azınlık kümeleriyle eşit koşullar altında Amerikan toplumuyla tamamen bütünleşmek mi yoksa bir biçimde ayrılık ve bağımsızlık mı olacağı konusunda ikiye bölünmüştür. 
Toplumsal bir hareketin başarısı için önemli bir ikinci gereklilik bulunmaktadır. 
Toplumsal bir hareket gelişiminin bir noktasında bir iktidar savaşımına doğrudan 
katılabilecek, iktidarı ellerine geçirdiklerinde de toplumu yeniden-kurmak amacıyla kullanabilecek daha örgütlü siyasal kümeler yaratmalı veya varolan siyasal örgütleri değiştirmeli veya ele geçirmelidir. 1960'lardaki hareketlerin çoğu, genellikle geleneksel partilerin bürokratik niteliğine karşı düşmanlıkları nedeniyle bu adımı atmakta isteksizdi; kaldı ki, göründüğü kadarıyla bunlar ekonominin, siyasal sistemin ve kültürel kalıpların istenen dönüşümünün etkili bir şekilde fiilen nasıl gerçekleştirilebileceği hakkında açık bir fikir oluşturmuş da değildiler. 

Sık sık gerilla etkinliklerine ve doğrudan eyleme duydukları sempatiyi dile 
getirirlerken, başarılı gerilla hareketlerinin, ya (Çin 'de olduğu gibi) örgütlü ve disiplinli bir parti tarafından denetlendi ğ ini veya yönetimlerini belirtmek ve siyasalarını yürütmek için gerekli hale geldiğinde, kendilerini (Küba'da olduğu gibi) geleneksel türde bir partiye dönüştürdüklerini görmezden gelmişlerdir. Birçok üçüncü Dünya ülkesinde, etkili siyasal partiler yaratmayı başaramayan ulusal kurtuluş hareketleri, ya askeri seçkinlerin eline geçmiş, ya da oluşturdukları hükümetler askeri darbelerle devrilmiştir. Öte yandan, endüstriyel ülkelerdeki milliyetçi hareketler, İskoç Ulusal Partisi veya Parti Quebiecois örneğinde olduğu üzere, güçlü parti örgütleri kurabildiklerinde bazı başarılara ulaşmışlardır. 

1960'ların toplumsal hareketlerinde etkin olanların çogu partilere güven duymaz bazı durumlarda topluma -ideal bir topluma-sürekli hicbir yerleşik kurumu olmayan bitimsiz bir imgesel yaratım etkinliği süreci olarak bakarlarken, parti siyasasına iyice girmiş olanlar da bu hareketleri sadece bozguncu ve sorumsuz olarak görme eğilimindeydiler. Yirminci yüzyıl sonlarının hiç değilse asgari söz ve dernek kurma özgürlüğünün mevcut olduğu toplumlarında, toplumsal hareketler toplum üyelerinin dolaysız ve aracısız bir tarzda karşıtlığını dile getirebildiği, parti makinelerinin ilgisizliğine, uzaklığına veya ihmalkarlığına meydan okuyabildiği bir araçtır. Diğer yandansa, partiler iktidarı elde etme veya elde tutmanın, böylelikle de uzun dönemler boyunca karmaşık toplumsal siyasaları yerine getirebilme ve yürütebilmenin vazgeçilemez araçlardır. Bu iki siyasal eylem biç imi arasında, bizzat partilerin gelişimini incelediğimizde doğası daha fazla açığa çıkacak sürekli bir gerginlik bulunmaktadır. Toplumsal hareketler gibi, siyasal partiler de modern bir olaydır. 
Demokrasiyle birlikte, -parlamentoların ve seçimlerin gelişmesiyle- Amerikan ve 
Fransız Devrimlerinden sonra ortaya ilk kez çıkan partiler ilkin "soyluların partileri", yani kendi çevresinde veya seçim bölgelerinde saygınlık ve servet sahibi olan bireylerden oluşan görece küçük seçim kurullarıydı. Oy hakkının giderek yaygınlaşması ve seçilmiş meclislerin iktidarlarının artmasıyla, partiler ulusal çapta daha sürekli bir örgüt halini aldı; ama bundan sonraki büyük gelişme ancak ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, sadece seçim kampanyalarının finansman aracı olarak değil, siyasal eğitim ve katılımın bir aracı olarak da kitlesel üye kaydınıhedefleyen işçi ve sosyalist partilerinin (ilkin Almanya ve Avusturya'da olmak üzere) ortaya çıkışıyla gerçekleşti. 

Bu tarihten itibaren, devamlılığı olan kitle partileri Batılı kapitalist toplumların 
siyasasında başat etken haline gelip, yirminci yüzyıl boyunca birbirinden farklı 
biçimlerde olmakla birlikte, dünyanın diğer alanlarına da yayıldı. Kitle partilerinin çeşitli oluşum şekillerini birbirinden ayırtetmek çok önemlidir. Baştaki ivmeyi kazandıran sosyalist partiler örneğinde, parti genellikle mevcut bir kitle hareketinin seçim siyasası alanına uzantısıydı; buna karşılık zaten parlamento ve hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmekte olan tutucu ve liberal partiler, kitlesel örgütlerini esas olarak yukarıdan ve parlamenter önderlerin denetiminde oluşturdular. Bu farklı gelişme yönleri farklı siyaset ve siyasal kurum anlayışlarına vücut verdi. Sosyalist partiler kendilerini yeni bir tür toplum oluşturmak için çabalayan bir sınıfın öncüsü olarak görüyordu; üstelik bunlar için işçi sınıfının iktidar savaşımı, ilke olarak varolan herhangi bir kurumdan daha önemliydi. Bu bakış açısından, seçim siyaseti savaşımın sadece bir yönü olup, parlamento önderlerinin, aynı zamanda işçi sınıfının da önderi olan kitle partisinin buyruğu altında oldukları düşünülmekteydi . Tutucu ve liberal partiler, gerçekte sınıf çıkarlarını ne kadar çok temsil ediyor olsalar da, kendilerini yerleşik bir toplumsal düzeni içinde ve parlamentonun üstün olduğu bir 
siyasal kurumlar sistemi içinde işlev gören partiler olarak görüyorlardı. Dolayısıyla, parlamenter önderler sadece seçimlerde yarışma aracı olarak düşünülen kitle partisine egemendiler. Sosyalist bir parti anlayışı. Alman Sosyal Demokrat Partisinin gelişiminin başlarında çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Partilerin kendilerinden bağımsız olarak çalışan İmparatorluk Hükümetinin oluşumunda doğrudan hiçbir rol oynamadığı 1914 öncesi Almanya'sındaki siyasal durum, esas olarak SPD'nin etkinliklerini parlamenter koşullar içinde düşünmesine hiç bir neden olmaması demekti. Tersine, SPD 1878-90 arasındaki yasa-dışı döneminden sonra, varolan siyasaal sistemin dışında kalan (1914 'e gelindiğinde bir milyondan fazla üyesi bulunan) bir kitle partisi olarak hızla büyüdü, "katılımcı-olmayan muhalefete girişti ve 1914 'den itibaren "devlet içinde bir devlet görünümü" aldı. 
……………. 

Bu yüzyıldaki siyasal olayların gözlemlenmesi sonucu elde edilen izlenim, siyasal çıkarların örgütlenmesi ve dile getirilmesinde büyük bir istikrar veya devamlılık değil, daha çok hatırı sayılır bir kargaşa ve değişebilirlik izlenimidir. Elbette ki, siyasal partiler bazı ülkelerde diğerlerine göre çok daha fazla olmak üzere önemli bir süreklilik unsurunu barındırmaktadır lar, ama her yerde partiler değişen ekonomik koşulların, toplumsal katmanlar ve çıkar kümeleri bakımından toplumun kompozisyonundaki değişmelerin ve yeni kültürel yönlimlerin etkilerine çok fazla açıktır. Toplumsal hareketlerin büyük önemi işte burada ortaya çıkmaktadır; çünkü bu hareketler -ister sendika hareketi gibi geniş çaplı ve kalıcı olsun ister 1930' lardaki işsizler hareketleri gibi tarihsel bir dönemdeki özgül konularla ilgili daha özel hareketler olsun-kimi durumlarda sadece örgütlü siyasal formasyonların ortaya çıkışı veya dönüşümü için ön-koşulları koymakla kalmamakta, aynı zamanda siyasal savaşımlarda genellikle çok etkin özsel bir öge olan bağımsız bir siyasal bağlılık ve eylem biçimini oluşturmaktadırlar. Örneğin, Piven ve Cloward, ABD 'deki dört alt sınıf protesto hareketine ilişkin hayranlık uyandırıcı incelemelerinde, kitlesel protestolara, kitle tabanı olan kalıcı örgütler oluşturma çabalarından daha fazla etkililik yüklemektedirler: "Alt-sınıf kümeleri zaman zaman Amerikan siyasasında her ne etkide bulunuyorlarsa, bu etki örgütlenimden değil, kitle protestosundan ve protestonun yıkıcı uzantılarından kaynaklanmaktadır. Şili 'de Salvador Ailende'nin Halk Birliği Hükümeti'ni değerlendirirken toplumsal hareketlerin önemine ilişkin benzer bir görüşü benimseyen Touraine, koalisyon iktidarının içindeki çeşitli 
hareketlerin etkinlik ve faaliyetleriyle, yoksulların şikayetlerini, yekpare bir yönetici partinin resmi kanalları içinde sapmaya uğraması (belki de tıkanıp kalması) yerine, dolaysız ve sürekli olarak dile getirilebildiğini öne sürmektedir. Belki de geçen iki onyılın en çarpın özelliği, farklı türden toplumsal hareketlerin Batı demokrasilerindeki siyasal yaşamın kabul edilen bir parçası haline gelme şekilleri; bir ölçüde de eleştirinin, huzursuzluğun ve muhalefetin biçimsel siyasal kurumlar aracılığıyla dile getirilmesine fiilen olanak bulunmayan ülkelerdeki hareketler için model sağlamalarıdır. Bir dereceye kadar şematik bir biçimde, modern toplumsal hareketlerin gelişimindeki üç temel evreyi ayırtetmek mümkündür . İlki, avrupa'daki demokratik hareket veya işçi hareketi , daha sonraki bir dönemde kadınların oy hakkı hareketi ve sömürge bölgelerindeki veya günümüz otokratik devletlerindeki bağımsızlık hareketleri gibi hareketlerin sadece şikayetleri dile getirme ve siyasal değişmelere yol açma çabası için etkili araçlar sağladığı evredir. İkinci evre temsili hükümet, genel ve eşit oy hakkı ve özgür seçimlerle ilgili kazanımlar biçimsel kurumlar alanı dışındaki siyasal eylemin önemini azaltmış göründüğünde ortaya çıkar; bununla birlikte, bunalım dönemlerinde, işsizlerin hareketlerine veya bazı Avrupa ülkelerinde faşist hareketlere benzer toplumsal hareketler gelişebilir. Batı demokrasilerinde şimdiki durum olan üçüncü evre, bana öyle geliyor ki, toplumsal hareketlerin siyasal yaşamın (daha genel bir demokrasiyi yaygınlaştırma hareketini 
yansıtan) az çok daimi bir özelliği olarak önemli ölçüde yeniden'-canlanışı ve çoğalışı evresidir. Temsili hükümetin, partilerin ve seçimlerin bugün vazgeçilmez bir çerçeve sağladıkları ama kendi başlarına halk tarafından yönetim şeklindeki daha radikal anlamda bir demokratik toplumu kurmakta yetersiz kaldıkları giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Ulusal düzeyde ekonomik ve toplumsal yaşamın ve diğer ulus devletlerle ilişkilerin genel düzenlenimi karmaşık bir hükümet ve idare aygıtını, geniş şekilde formüle edilen hedef ve siyasaları olan partileri ve partiler arasındaki yarışmayı gerektirmektedir; ama daha dolaysız ve ivedi siyasal eylem araçlarına da gereksinim bulunmakta olup, bu araçlar özgül şikayet ve çıkarların etkili şekilde dile getirilmesine imkan verecek, merkezileşme ve bürokratik yönetimin bazı uzantılarına karşı koyacak 
ve çok sayıda yurttaşın yaşam niteliklerini belirleme konusuna daha sürekli olarak pratik katılımını sağlayacaktır. Bu konunun bir başka ifade tarzı, gerek ekonomik olarak ileri, gerekse oldukça uzun bir demokrasi geleneği olan bu toplumlarda toplumsal hareketlerin yeniden-canlanması ve gelişmesinin bir ölçüde zaten mevcut olan toplumun "kendini-üretimi"nin belli başlı bir özelliği olduğunu; daha da önemlisi, topluluğun (collectivity) kendisini eşit yurttaşlar arasındaki ussal tartışma usulleriyle yönettiği, "egemenliğin bulunmadığı" ideal bir gelecek toplum biçiminin tasarımı olduğunu söylemektir. Günümüz toplumlarının bu yönde ne kadar yol alabilecekleri bir tartışma konusudur ama hiç değilse, son yıllarda siyasal eylem fikrinin bir hayli genişlediği; böylelikle de, şimdiden bireylerin ve birey kümelerinin muhalefetlerini her düzeyde öne sürebilmeleri nin ve kamusal tartışma alanına alternatif siyasaları  getirebilmelerinin çeşitli yollarına ilişkin oldukça yaygın bir bilinçliliğin bulunduğu kabul edilmelidir.

https://ismetparlak.files.wordpress.com/2015/02/tom-bottomore_toplumsal-hareketler.pdf

***

12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1



12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1


İSMET PARLAK


https://ismetparlak.wordpress.com/kitap-ve-kitap-bolumler/

Siyasal eylemi çözümlerken tikel bireylerin etkisi özgül bazı olayların incelenmesinde gözönüne alınmak gerekse de, esas olarak bireylerin eylemlerinden çok toplumsal kümelerin etkinliklerine bakmamız gerekir. Bu çözümlemede atılacak ilk adımlardan biri, toplumsal kümelerin siyasete katılabilme yollarını ve bu kümelerin doğasını belirlemektir. Zaman zaman ortaya çıkan protesto, ayaklanma ve kargaşalar veya coups d'etat'larda örgütlü siyasal partilerin, baskı kümelerinin veya politize subayların daha sürekli etkinliklerine kadar uzanan büyük bir çeşitlilik bulunduğu açıktır; ama bu olayların (fenomena) çoğu bence, "toplumsal hareketler" ve "örgütlü siyasal 
oluşumlar (formasyonlar)" olarak adlandıracağım iki genel kategori altında toplanabilir. 

1960'lardan bu yana. Aralarında öğrenci hareketi, çeşitli ulusal ve etnik hareketler ve kadın hareketlerinin bulunduğu, ç ok sayıda yeni toplumsal hareket siyasal yaşamda çok etkin hale geldiğinde, sosyologlar bu çeşit siyasal eylem tarzlarına daha fazla önem vermeye başlamışlardır. Bu eylemler sadece daha örgütlü siyasal etkinliklerin gelişmesinin temelini veya bağlamını oluşturan değil, yerleşik partilerin ve baskı kümelerinin yanı başında, kimi zaman ise bunlarla çatışma halinde bulunan kendi başlarına siy asal güçler olarak da görülebilirler. Genel olarak bir toplumsal hareketi, bir parçası olduğu toplumdaki değişmeyi özendirmeye ya da değişmeye direnme amacına yönelik kollektif bir çaba olarak tanımlayabiliriz: ama bir "hareket" ile bir "parti" arasındaki açık bir farkı gözden kaçırmamak istiyorsak, bu ifadenin bazı bakımlardan sınırlandırılması gerekmektedir. Bunun yollarından biri, hareketin daha örgütsüz karakterine dikkat çekmek olup, bir harekette düzenli veya kolayca  belirlenebilen üyelik ("parti kartı" veya ödentileri) bulunmayabilir; merkezi, bir büro ya da personel olarak da pek bir düzenlilik görülmeyebilir. B ir harekete mensup olmak daha çok belli bir toplumsal bakış veya Öğretiye sempati .duymak, bu sempatiyi gündelik siyasal tartışmalarda dile getirmek ve gösteriler veya "her kafadan bir ses çıkan meclisler" gibi zaman zaman yapılan etkinliklere katılmaya hazır olmak meselesidir. Ayrıca parti gibi örgütlü siyasal oluşumların, siyasal bir birimin yönetimini elde tutma veya ele geçirme çabası anlamında, doğrudan iktidar savaşımına katılmalarına karşılık , toplumsal hareketlerin daha dağınık bir şekilde eylem yaptığı, şayet başarıya ula şırlarsa, varolan siyasal sistemin (kısmen veya bütün olarak) meşruiyetini sorgulayarak , farklı bir görüş iklimi yaratarak ve alternatifler önererek siyasa ve rejim değişikliği için ön-koşulları oluşturduğu öne sürülebilir. 

Geniş çaplı hareketlerin, ondokuzuncu yüzyıldaki işçi hareketinde olduğu gibi, kendi içlerinde az çok doğrudan bir siyasal kümeler çeşitliliği yaratma eğiliminde olmaları bir hare ket ile parti veya diğer örgütlü kümeler arasındaki farkı ortaya koymaktadır; siyasal eylemin sonraki gidişatının da kısmen daha genel hareket ile çeşitli örgütlü kümeler arasındaki ilişki aracılığıyla anlaşılması gerekir. Marxist düşünce ve pratikte bu ilişki sınıf ile parti arasındaki ilişki olarak ortaya konmakta olup, bu konu ondo kuzuncu yüzyılın sonundan beri bir tartışma konusu olarak, Michels'in "oligarşinin demir yasası" üzerine düşüncelerinden, Lenin 'in Lukacs tarafından kuramsal olarak ayrıntısıyla islenen Bolşevik Parti anlayışına ve Avrupakomünizminin en yeni "çoğulcu" bildirgelerine kadar uzanan cok farklı biçimlerde dile getirilmiştir. Toplumsal hareketler ile örgütlü siyasal oluşumlar arasında bir ayrım yaptıktan ve toplumsal hareketlerin karakteristik lerini giriş kabilinden olmak üzere ortaya koyduktan sonra, çok sayıda yazarın denemiş olduğu gibi, bu hareketlerin büyüklükleri (katılanların sayısı), alanları (yerel, ulusal, uluslararası), süreleri, amaçları (özel veya genel, bireyleri veya birey-üstü sistemleri dönüştürmeye yönelik olma) ve buna benzer özellikleriyle bir tipolojisini oluşturmak çok güç Ama bu tür sınıflandırmalar ampirik araştırmalara yol göstermede kimi zaman yararlı olabilmekle birlikte, bana öyle geliyor ki, bunlar toplumsal hareketlerin tümcül toplumsal sistemlerin yeniden-üretimi ve dönüşümü sürecindeki anlamlarıyla ilgili en önemli soruları doğrudan ele almamaktadırlar. Yani, bir toplumsal hareketler kuramına çok 
önemli bir katkıları yoktur. 

Böylesi bir kuramın nasıl oluşturulabileceğini anlamak için, toplumsal hareketlerin esas olarak modern toplumların bir olayı (fenomen) olduğunu kabul ederek yola çıkmamız gerekir. Bu deyimin kendisi Batı Avrupa'da ancak ondokuzuncu yüzyılın başlarında genel bir kullanıma kavuşmuş olup, ilk sistemli tartışmalar toplumsal hareketi proleteryanın sınıf savaşımıyla doruğuna ulaşan, daha fazla toplumsal bağımsızlık kazanma savaşımı olarak betimleyen Lorenz von Stein'ın 1789'dan Günümüze Fransa'daki Toplumsal Hareketlerin Tarihi başlıklı kitabında bulunmak tadır. Stein 'in kitabı, Marx 'ın kapitalist toplumdaki proleterya formülasyonunu etkilemiş olabilir; ama etkisi olsa da olmasa da, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa toplumlarındaki başat siyasal konulara iliş k in genelde savunulan fikirleri çok açık veetkili bir şekilde d ile getirdiğine kuşku yoktur; toplumsal hareket özellikle Almanyada büyük ölçüde işçi hareketiyle özdeş hale gelmiştir. Kuşkusuz, bu özdeşlik tam değildi; çünkü görmüş olduğumuz gibi, Tocqueville işçi sınıfından çok orta sınıf tarafından canlandırılan ve desteklenen demokratik harekete daha fazla önem veriyordu, ama 
işçi hare ketinin etkisi düzenli olarak gelişti ve "sosyal demokrasi " deyiminin gösterdiği gibi, büyük ölçüde demokratik hareketin yaygınlaşması olarak 
tasarımlandı. 

Böylesi yorum farklılıklarının ötesinde, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın devrim- sonrası toplumlarındaki çok sayıda insanın toplumlarının kurulmasına ve yeniden kurulmasına şu ya da bu şekilde etkin ve bilinçli olarak katılmaya başlamış oldukları genel kabul görmektedir. Bu tarihsel durumu kitle hareketleri çağının başlangıcı olarak betimlemek mümkündür ve işçi hareketi bu kitle hareketlerinin içinde, 19. yüzyılın son bölümünde toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. 

Bu tarihten başlayarak ilkin Avrupa ve Kuzey Amerika'da, daha sonra da dünyanın geri kalan yerlerinde çok sayıda toplumsal hareket gelişirken Orta ve Güney doğu Avrupa'daki, daha sonra da sömürgelerdeki milliyetçilik hareketleri; başlangıçta oy kullanma hakkıyla ilgili olan kadın hareketleri; gençlik hareketleri ve özgül amaçları savunan daha küçük, daha kısmi birçok hareket- işçi hareketi yaygınlaşmayı sürdürerek ulusal ve uluslararası ölçekte çeşitli yeni örgütler yarattı. Toplum bilimciler ve tarihçiler, modern toplumsal hareketlerin bu tarihseI deneyimine dayanarak ve bu hare ketleri anlamak için ortaya atılmış olan kavramların yardımıyla, söz gelişi köylü ayaklanmaları, "kalabalıkların" ve "güruhların " eylemleri gibi diğer toplumlardaki daha sınırlı türde, ama benzer nitelikteki hareketleri incelemeyi sürdürmüşlerdir. 
Bu incelemelerin değeri, dağınık, bölük pörçük, belirgin şekilde formüle edilmiş bir öğretiden yoksun olabilen veya kendisini esas olarak dinsel veya kültürel açıdan dile getirebilen, ama her zaman siyasal örgütlerin elverişli koşullarda  ortaya çıkabildiği bir matriks sağlayan siyasal halk eyleminin yaygınlığını açıkça 
göstermelerindedir.    
Nedir ki, bu tür hareketlerle modern toplumsal hareketler arasında hala büyük bir uzaklık bulunmaktadır; çünkü ikinci tür hareketler. ç o k daha geniş çaptadır, siyasal çatışmayla daha doğrudan ilgilidirler; daha katı ve gelişkin ideolojiler  den etkilenmekte olup, bir kural olarak daha kalıcı, daha sürekli bir yapıya  sahiptirler. Bu hareketlerin özgül önemi, modern toplumun "kendini-üretmesi" olarak adlandırılan bir süreçte canalıcı bir unsuru oluşturmalarından dır. Bu anlayışa göre, toplumlar artık kendilerini" bir toplumsal eylemin, karar ve işlemlerin, egemenlik veya çatışmaların sonucu olarak" görmeye başlamışlardır. Bu kendini-yaratma sürecinde, toplumsal hareketler tarihsel olarak yerleşik bir eylem sistemine karşı çıkan ve toplumun gelişimin i farklı bir yöne doğru çekmeye çalışan güçlerdir. Hareketlerin yenileyici gücüne ilişkin bu fikir, 1960'lann birdenbire geniş çaplı hareketler olarak ortaya çıkıp, varolan toplumsal ve siyasal düzene karşı kitlesel hoşnutsuzluğu ve muhalefeti d ile getiren olaylarına besbelli ki çok şey borçludur. 

Bu olaylar, Batılı kapitalist dünyadaki "istikrarlı demokrasi"lerle Doğu Avrupa'nın 
sosyalist dünyasındaki sözde "istikrarlı otokrasiler"in güçlendiği iki onyılın ve çoğu Batılı siyaset bilimcileri tarafından, tedrici bir "modernleşme " ve "sanayileşme " sürecine girdiği düşünülen (birçok yeni bağımsızlığına kavuşmuş devletin dahil olduğu) bir "üçüncü Dünya"nın ortaya çıkışının ardından gelişmiştir. Bu ayaklanmada başı çeken unsur öğrenci hareketiydi; keza öğrenciler dünyanın her yanında Batı'da olduğu kadar Doğu Avrupa'yla Üçüncü Dünya'da da -siyasal yaşamda bağımsız olarak etkin hale gelmekle birlikte, farklı bir radikal öğreti ve siyasal eylem tarzı, esas olarak ABD 'de, Demokratik bir toplum için öğrenciler birliği ifadesini bulmuş olup, bu öğreti ve siyasal eylem tarzı uluslararası hareketin tümü için geniş ölçüde bir model oluşturmuştur. 

SDS hareketi, 1959 yılında, eski Endüstriyel Demokrasi Cemiyeti'nin yeniden 
canlandırılan gençlik kesimi olarak, mütevazi bir çapta başlamıştır; ama Yeni Sol'daki radikal fikir ve hareketlerin genelde yeniden-doğuşunun bir parçası olarak, daha özgül bir şekilde de, öğrencilerin yurttaşlık hakları (civil rights) hareketine katılmalarıyla kısa zamanda gelişmiştir. SDS'nin ilk manifestosu olan, Port Huron Bildirisi, ilkin topluluk eylemi projeleriyle, daha sonra da üniversitelerde Vietnam savaşına karşı çeşitli doğrudan eylem biçimleriyle siyasal pratiğe çevrilen "katılımcı demokrasi" fikrini ortaya atmıştır. 


Öğrenci hareketi ABD’de olduğu gibi Avrupa'da da .doruğa 1968'de ulaşmış; bunu en çarpıcı olarak Fransız öğrencilerinin, işçi-sınıfı hareketinin büyük bir bölümü tarafından kısa süre desteklenen Mayıs ayaklanması imlemiştir. Daha sonra hareket hemen her yerde, genellikle aralarında Sovyetlerin Çekoslovakya’yı askeri işgali; de Gaulle'ün tam bir iç savaş durumunda Fransız ordusunu kullanacağı tehdidi; radikallerin, özellikle ABD ve Batı Almanya'da (ki buralarda, polis soruşturmaları ve radikal örgütlerle bağı olan bireylerin kamu görevlerinden dışlanması günümüzekadar gelen bir uygulamadır) genel olarak taciz edilmeleri gibi eylemlerin bulunduğu baskıcı önlemler sonucunda gerilemeye başladı. Bu sıkıntılara katlanan sadece öğrenci hareketleri değildi; ABD'deki Siyahların hareketi, özellikle Kara Panter Partisi (Black Panther Party) halinde devrimci bir biçim aldığında şiddet kullanılarak bastırıldı; Latin Amerika'daki demokratik ve radikal hareketler yok edilerek en belirgini Şili'de olmak üzere çoğunlukla Amerika'nın yardımıyla askeri diktatörlükler kuruldu. 
Oluşum dönemimdeki işçi hareketi - Çartizm veya ilk sendikalar veya ütopyacı 
topluluklar- gibi 1 960'ların toplumsal hareketleri de, içinde geliştikleri toplumların en baskıcı özellikleriyle savaşacak uygun bir öğreti ve siyasal eylem tarzı arayan özgürleşim hareketleriydi ; böylelikle etkinliklerini ayrı ayrı sömürgeci yönetime, dış ekonomik güçlerin egemenliğine, feodal -askeri seç kinlerin yönetimine, azınlıkların ikinci sınıf olmalarına, kadınların bağımlılıklarına veya toplumun katı, merkezi ve bürokratik bir aygıtın egemenliğinde olmasına karşı yönelttiler. Bu hareketlerin şu andaki sönük durumları olasılıkla uzun sürmeyecektir, çünkü karşı çıktıkları koşullar hala varlığını sürdürmektedir ve dönüştürülmeleri gerekmektedir. Kaldı ki, daha az çarpıcı biçimlerde olmakla birlikte hareketlerin bazıları gelişmeyi sürdürmüştür; bazı milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, İskoçya ve Quebeck'de olduğu gibi daha güçlenmiştir; kadın hareketinin, genel hedeflerine ulaşmaktan uzak olmakla birlikte 
etkisi artmıştır. 

1970'lerin ortalarında, birçok ülkede, özellikle de İngiltere 'de gözlenen siyasal 
duyumsamazlık bir ölçüde bizatihi varolan siyasal rejimlerin istikrarsızlığının bir 
göstergesiydi : çünkü yerleşik siyasal örgütlerle onların siyasetlerine ilişkin sihirin çözülmesini dile getiriyordu . Dahası, bu sihirin çözülmesi daha etkin biçimler almaya devam etmiştir. İspanya, Portekiz ve Yunanistan 'da önemli siyasal hareketler ve değişmeler olurken, Fransa ve İtalya'da da güçlü sosyalist hareketler ivme kazanmaktaydı; ve tüm bu siyasal eylemlerde tıpkı diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partilerin gençlik kesimlerinde olduğu gibi önceki onyılın hareketlerinin etkisi hissedildi. Ne var ki bu bugün i ç in 1960'ların ölçüsünde yeni siyasal eylem deneylerine girisme yönünde çok yaygın bir eğilim olduğu anlamına gelmemektedir. 

Toplumun üyelerinin kitlesel katılımını içeren "kendi kendini üretimi" belki 
bugünkünden daha canlı ve iyimser bir ruh durumunu gerektiren karmaşık ve zor bir girişimdir. 1960’lar boyunca endüstriyel toplumlarda toplumsal hareketlerin hızla gelişmesi kısmen sürekli ekonomik büyümeye, tam istihdama, yüksek öğretimin yaygınlaşmasına ve bu toplumların temeI üretim sorunlarının çözümlenerek yeni bir boş zaman ve eğlence toplumunun gelişim koşullarının yaratıldığı genellikle "kıtlık sonrası" diye adlandırılan bir döneme girilmiş olduğu şeklindeki genel bir düşünceye dayanıyordu. Bu radikal bolluk inancı şimdi zayıflamıştır; doğal kaynakların kullanımı konusunda daha derin bir kaygı bulunmaktadır. On yıl önceki siyasal tartışmaların çoğunda dile getirilmeyen öncüllerden biri olan sınırsız ekonomik büyüme olanağı giderek daha kuşkulu görülmektedir. 
Bu sorulardan bazılarına sonraki bir bölümde yeniden döneceğim. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***