25 Aralık 2018 Salı

BU İFADE AKP Yİ DE DEVLETİ DE SALLAR ..



BU İFADE AKP Yİ DE DEVLETİ DE SALLAR ..


16 Ekim 2017 Milli Düşünce Merkezi BASINDAN SEÇMELER, Manşet, 


MÜYESSER YILDIZ, 

15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra hemen hemen tüm devlet kurumlarında “FETÖ” operasyonu yapıldı.

Bunlardan birisi de Maliye Bakanlığı’ydı. Geçen yılki operasyonda 60 dolayında çalışan gözaltına alındı, bir kısmı tutuklandı, bir kısmı bırakıldı.

İşin ilginç yanı bu soruşturmada toplu değil, tek kişilik iddianamaler hazırlanması yoluna gidildi.

İşte bu iddianamelerin birisinde bırakın Maliye Bakanlığı’nı, doğrudan AKP’yi, devleti ve ekonomi dünyasını sarsacak öyle bir “itirafçı” ifadesine yer verildi ki, “Türkiye AKP’li belediyeleri değil, bu iddiaları konuşacak” dense yeridir.

Çünkü iddialar yenilir yutulur, isimler de inanılır gibi değil…

Çünkü alenen bir eski Cumhurbaşkanının, AKP’li bir milletvekilinin, daha önemlisi halen görevde olan iki bakanın ve de onlarca bürokratın “FETÖ’cü” olduğu öne sürülüyor…

F.K. isimli itirafçının, APS ile İstanbul’dan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği dilekçe, ifade veya “itirafname”deki iddiaları aktarmadan önce bildirdiği telefon numarasının kullanılmayan bir numara olduğuna dikkat çekelim.

-FETÖ’yü “Koruyup-Kollayan” Cumhurbaşkanı-

“Muhterem Başsavcım” hitabıyla başlayan ifadesinin girişinde F.K., “Ömrümün mühüm bir kısmını bugün memleketimizin başına kara bulut gibi çöken fitne FETÖ terör örgütüne vakfettim. Ergenekon kumpasında büyük şüphelere gark oldum. 17-25 Aralık kumpasından sonra ise bütünüyle bunlarla yolumu ayırdım. Aşağıda adlarını verdiğim başta Sayın Abdullah Gül olmak üzere bu çeteye mensup insanlara çok yakın vaziyette bulundum. Dilekçemi muhterem Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dan cesaret alarak yazmaya karar verdim. Aşağıdaki detayların tamamı hakikattır. Bizlerden bu vatan hainlerini size bildirmek, sizlerden de icabına bakmak vazifesini beklemektir. Derin hürmetlerimle” diyor ve ilk sırada Abdullah Gül hakkında şu iddialarda bulunuyor:

“Sn. Gül, gerek Başbakanlığı ve gerekse Cumhurbaşkanlığı sırasında FETÖ’cülerin koruyucu ve kollayıcısı olarak görev yaptı. Maliye, Milli Eğitim, Adalet, Sağlık ve Hazine Sn. Gül’e bağlı olarak çalıştı. Sn. Erdoğan’ın emirleri, bizzat Sn. Gül’ün bilgi ve talimatları doğrultusunda bu bakanlık bürokratları tarafından dinlenmedi. Hatta Sn. Erdoğan’ın Maliye ve Hazine’ye gönderilen işadamlarına üst düzey FETÖ’cü bürokratlar tarafından, ‘Bize yanlış kişiden geliyorsunuz. Bize Çankaya’dan gelmelisiniz’ mesajları verildi. Sözkonusu bakanlıklarda Sn. Gül’ün bilgisi ve koruması dahilinde FETÖ’cü kadrolaşma bizzat bakanlar ve müsteşarlar tarafından organize edilmiştir.”

-“Pensilvanya’ya Göbeğinden Bağlı” ve Erdoğan’ı “Kandıran” Milletvekili-

İtirafçının hedefindeki ikinci isim, AKP Milletvekili, eski Dışişleri ve Ekonomi Bakanı Ali Babacan. Babacan ve bürokratları hakkında da şunları söylüyor:

“Sn. Babacan, Sn. Gül’ün asla emrinden çıkmayan, onun prensi ve Pensilvanya’ya göbeğinden ve beyninden bağlı bir genç adamdır. Uzun bakanlığı döneminde özellikle ABD’nin (FETÖ’nün) etkisiyle tüm dünya finans çevrelerinde güven unsuru olarak sunulmuştur. Bu durum adeta ona hükümet içinde dokunulmazlık zırhı yaratmıştır. Bu zırh kendisine bağlı birimlerde FETÖ’cü örgütlenmeyi alabildiğine yapması imkânı vermiştir. Sn. Ahmet Necdet Sezer’in FETÖ’cü olması nedeniyle TCMB’nın başına atamak istemediği Sn. Başçı’nın (Erdem Başçı) kararnamesini defalarca Köşk’e göndermiştir. Sn. Sezer bu kararnamelere kararlılıkla direnmiş ve Başçı’nın TCMB Başkanlığını engellemiş ve Sn. Durmuş Yılmaz temiz, dini bütün Müslüman bir tecrübeli merkez bankalı olarak Başkan olmuştur. Bunu içine hiç sindiremeyen Sn. Babacan, Sn. Başbakan Erdoğan’ı kandırarak, Sn. Yılmaz’ın süresinin dolmasından sonra FETÖ’nün talimatını ifa etmiş ve FETÖ müridi Sn. Başçı’yı TCMB Başkanı olarak atamayı başarmıştır. Böylelikle TCMB’da FETÖ’cü kadrolaşma başlamıştır. Sn. Başçı döneminde TCMB’da yapılan tüm üst düzey atamalar Pensilvanya talimatlıdır. Sn. Babacan’ın Hazine’deki FETÖ’cü örgütlenme işlemlerini, Hazine Müsteşarı yaptığı İbrahim Halil Çanakçı birinci elden yürütmüş ve Pensilvanya’nın emrinden hiç çıkmamış ve bu sayede on yıla yakın Hazine Müsteşarı kalmış, sonrasında da Pensilvanya ve ABD desteği ile IMF İcra Direktörlüğüne atanmıştır. Orada da FETÖ örgütü adına icraata devam etmektedir. Sn. Babacan’a bizzat FETÖ tarafından adı verilerek TMSF Başkanı yapılan Ahmet Ertürk, TMSF içinde terör örgütü yararına büyük işlere imza atmış, kanuni süresini tamamladıktan sonra FETÖ mensubu Sn. Gül’ün himayesine geçerek, Cumhurbaşkanı Danışmanı olmuştur.”

-“En Büyük Vatan Haini”-

Evet, bu iddialar yıllarca kamuoyunda konuşulan ve Erdoğan’ın belirlediği “17/25 Aralık miladı” öncesine ait konular. Ancak devam var. İtirafçı F.K. sonraki Hazine Müsteşarlarının, Personel Daire Başkanı, Hazine Hukuk Müşaviri vs.’nin neler yaptığını, Hazine Kontrolörleri Başkanı’nın Bank Asya’yı nasıl koruyup, kolladığını da anlatıyor. Dahası halen görevde olan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü hakkında, 1 TL’nin üzerinden Atatürk’ü çıkarıp, Türkçe Olimpiyatları logosunu koyduğu için “en büyük vatan haini” ifadesini kullanıyor. Yine halen Ticaret Üniversitesi Rektörlüğü görevini yürüten AKP’li eski Bakan Nazım Ekren’in, “FETÖ teşkilatında mühim bir pozisyona sahip” olduğunu bildiriyor.

-“İmamlık Düzeyinde Kıymet ve Kıdemi” Olan Bakan-

F.K’nın ifadesinin asıl önemli kısmına gelirsek; Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın da isimleri geçiyor.

İşte Şimşek hakkındaki o iddialar:

“Uluslararası güçlerin FETÖ’cü propaganda ile T.C.’nin en saygın ve önemli bakanlığı olan Maliye’ye bakan yapılan Mehmet Şimşek, FETÖ’nün çok önemli adamlarından biridir. İmamlık düzeyinde kıymet ve kıdemi vardır. İngiltere ile FETÖ örgütü arasındaki en önemli bağlantılardan biridir. Ayrıca FETÖ’nün Kürt cenahına yönelik aracılarından biridir. Kürdistan’da önemli vazifelere hazırlanmıştır.”

-“Maliye Bakanı FETÖ’cü Değil Ama”-

Mevcut Maliye Bakanı Naci Ağbal’a gelince;

F.K., Maliye ve diğer ekonomi birimlerindeki örgütlenmenin, “Gül’ün desteklediği ve belirlediği FETÖ’cü Kayseri ekibi” dediği bürokratlar, “Adnan Ertürk, Mehmet Kilci, Metin Kilci ve Hacı Abdullah Kaya” tarafından yerine getirildiğini öne sürdükten sonra şöyle devam ediyor:

“Maliye Bakanlığında çok kuvvetli olan bu Kayseri ekibi, gelecek kaygısı ve çıkarcı yaklaşımı sebebiyle Sn. Naci Ağbal tarafından da desteklenmiş ve desteklenmeye de devam edilmektedir. (Örneğin Hacı Abdullah Kaya bizzat Ağbal’ca Müsteşar, Adnan Ertürk ise Gelir İdaresi Başkanı yapılmıştır. Sivaslı FETÖ’cü Hüseyin Karakum da bizzat Sn. Ağbal’ın koruması altında Vergi Denetim Kurumu Başkanı olarak çok önemli FETÖ talimatlı işlere imza atmaktadır. Sn. Maliye Bakanı Naci Ağbal, FETÖ’cü olmadığı halde ikbal kaygısı, yükseliş hırsı sebepleriyle FETÖ ve FETÖ’cülerle işbirliği yapmış ve onların işini kolaylaştırmak suretiyle kendi kariyer planlamasını garantilemiştir. Bu zirvenin bedelini FETÖ’ye kat be kat ödemiştir. Maliye Bakanlığının bütün birimlerini onlara bırakmış, Milli Emlak’tan büyük çıkarlar temin edilmiş, VDK aracılığıyla Adnan Ertürk ve Hüseyin Karakum gibi FETÖ imamlarınca rakipler ve FETÖ muhalifleri acımasız incelemelere, yönetici ve memurlar korkunç kendi hazırlattıkları senaryo iftira dilekçelerine dayanarak haksız ve hukuksuz soruşturmalara maruz bırakılmıştır. Bunların döneminde alınan müfettişlerin en az yüzde 80’ni FETÖ mensubudur.”

-Sabancı’ların Desteği İddiası-

F.K.’nın ifadesinde sadece siyasiler ve bürokratlar yok. İş dünyasından iki isme de şu suçlamalar yöneltiliyor:

“Ülkenin Maliye, Hazine, Kalkınma ve ekonomisinin tamamen FETÖ’nün eline geçmesine, çeşitli çıkar işbirlikleri sebebiyle Sn. Güler Sabancı ve Ali Sabancı da açıktan destek vermişlerdir. Bu ikili değişik zamanlarda FETÖ’yü ABD’de ziyaret etmiş ve kendisine cömert maddi desteklerde bulunmuşlardır.”

İfadesini, “Kendileri bizzat FEÖ’cü olan bu ekip tarafından Maliye Bakanlığı’nda Sn. Cumhurbaşkanımızın istediği FETÖ ayıklaması yapılabilir mi?.. Bu şahısların bu dünyada da öbür dünyada da yatacak yerleri yoktur” sözleriyle bitiren F.K., “Ekonomideki FETÖ’cülerin bir kısmı” diyerek, büyük bölümü halen görevde olan 33 bürokratın ismini de sıralıyor.

Doğru mudur, iftira mıdır bilinmez, ama iddialar kadar dilekçede kullanılan “saygın” dil, daha önemlisi bu kadar siyasinin adının geçtiği bir ifadenin iddianameye konulabilmiş olması çok dikkat çekici değil mi?

Savcıların bir dikkatsizliği midir, yoksa “sıra siyasiler” ve “iş dünyasında” mesajı mı?

http://www.millidusunce.com/bu-ifade-akpyi-de-devleti-de-sallar/

***

KANLI NOEL 1963 KIBRIS BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI

BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI 

Prof. Dr. Selçuk DUMAN 






 Kıbrıs; 4 Haziran 1878 ve 1 Temmuz 1878 Antlaşmaları gereğince, son derece yanlış bir dış politikanın sonucu olarak, Britanya İmparatorluğu’na sözüm ona geçici olarak bırakılmıştır. 

 Ancak şu iyi bilinmelidir ki geçici hükümler; iç politikayı rahatlatmaya yönelik maddeler olup, işgaline izin verilen hiçbir vatan toprağının geri dönmeyeceği tarihteki birçok örnekle sabittir. 


 Örneğin; Bosna-Hersek, Mısır ve 12 Adalar benzer şekildeki anlaşmalarla işgal edilmesine izin verilmiş ancak bir daha geri dönmemiştir. 


 Kıbrıs’ı bu şekilde işgal eden İngilizler; burada Rum nüfusun yerleşmesini teşvik ettikleri gibi Rumları idari görevlere de getirerek, Türkler üzerinde baskı kurmuşlar ve Türkler büyük oranda Kıbrıs Adası’nı terk etmek zorunda kalmıştır. 


 Böylece Kıbrıs’ta Türkler azınlığa düşmüş ve gerek İngilizlerin ve gerekse Rumların sürekli öteki olarak gördükleri Türkler, adeta yok sayılmış, birçok haktan mahrum bırakılmıştır. 


 5 Kasım 1914 tarihinde Britanya İmparatorluğu’nun Kıbrıs Adası’nı ilhak etmesinden sonra Kıbrıslı Türklere karşı öyle bir baskı dönemi başlamış ki 1919 yılına kadar Kıbrıslı Türklerin bir gazete yâda dergi yayımlanmasına dahi izin verilmemiştir. 


 Ancak bu Kıbrıslı Türkleri yıldırmadığı gibi Milli Mücadeleyi başlatmalarına neden olmuştur. 


 10 Aralık 1918 tarihinde Lefkoşa’da Meclis-i Milli toplanarak Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğuna dikkat çekilmiş ve Kıbrıs Türk’ünün silkinip 

kendisine gelmesi istenmiştir. 

 1 Mayıs 1931 tarihli Milli Kongre ile de Kıbrıs Türklerinin eşitlik istekleri ile eğitim ve dini hakları talep edilmiştir. 


 1940 lar dan sonra Kıbrıs Türkü Ada da siyasi kurumlarını oluşturmaya başlamış ve Dr. Fazıl KÜÇÜK gibi önderleri etrafında birleşerek milli mücadelelerine 

devam etmişlerdir. 

 1952 yılında Makarios’un Atina’da katıldığı bir toplantı ile kurulma işlemi başlatılan EOKA terör örgütü; 1955 yılından itibaren kanlı eylemlerini İngilizlere ve Türklere karşı başlatmıştır. 


 İngiltere’nin daveti ile olaya dahil olan Türkiye, yapılan görüşmeler neticesinde bugün istenildiği gibi 1960 yılında birleşik Kıbrıs Devleti kurulmuştur. 


 %70, %30 ekseninde bir paylaşım üzerinde anlaşılmış ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğü kabul edilmiştir. 


 Ancak Rumlar, ilk günden itibaren bu durumdan tatmin olmadıkları için ne katliamlarını nede baskılarını durdurmadan devam ettirmişlerdir. 


 Bunlardan en vahimi Kanlı Noel olaylarıdır. 


 20 Aralık 1963 tarihinde başlayan olaylar, 1 hafta boyunca hız kesmeden devam etmiştir. 


 Türk köyleri ve şehirlerdeki Türk evleri basılarak Türkler acımasız bir şekilde katliama tabi tutulmuşlardır. 


 400 civarında Kıbrıs Türk’ünün katledildiği olaylarda, 9 bin civarından Kıbrıs Türk’ü evlerini bırakıp kaçmak zorunda bırakılmışlardır. 


 100 den fazla Türk köyü boşaltılmıştır. 


 Bu gün Lefkoşa’da bulunan Barbarlık Müzesi bu katliamların ibretlik vesikasıdır. 


 Günümüze geldiğimizde; gerek Kıbrıs’ta gerekse Türkiye’de büyük bir gayretle Kıbrıs’ta Rumlar ile Türklerin bir arada yaşadığı birleşik Kıbrıs Devleti kurulmaya 

çalışılmaktadır. 

 Bütün tavizler göze alınarak Annan Planı döneminde olduğu gibi Rumlarla anlaşılmaya çalışılmaktadır. 


 Neyse ki Rumlar verilen her şeye rağmen anlaşmaya yanaşmamaktadır. 


 Aynen geçmişte olduğu gibi Kıbrıs’ta Türk varlığını yok saymaktadır. 


 Tekrar bütün yetkililere hatırlatıyorum. 


 1960-1974 yılları arasında kurulan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde binlerce Kıbrıs Türk’ü katledilmiştir. 


 Her gün Türkiye’nin müdahalesi beklenmiştir. 


 Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Rahmetli Dr. Fazıl KÜÇÜK; Rumlarla anlaşmanın güneşin batıdan doğup, doğan batması kadar imkansız olduğunu söylemiştir. 


 Allah gani gani rahmet eylesin. 


 Büyük insandı. 


 Yine Büyük bir insan Rahmetli Rauf Raif DENKTAŞ, her şeyi denemiştir. 


 Kıbrıslı Türklerin eşit statüde yaşayacağı bir anlaşmayı yapmak için. 


Ancak nafile. 


Mümkün olmamıştır. 


Oysa Baylar; bu Kıbrıs Adası Rumlardan alınmadı. 


Bu Kıbrıs Adası alındığı zaman uygulanan iskan politikası neticesinde 50 binden fazla Türk tarafından vatan haline getirildi. 


Baylar; 1878 yılına kadar çoğunluğu Türklerden oluşan bu Ada, emperyalist oyunlar neticesinde Türkiye’den koparıldı. 


Rumların etkin olmasına zemin hazırlandı. 


Yani Kıbrıs Adası bir Türk vatanı iken emperyalist oyunlarla bizden koparıldı. 


Bu nedenle Kıbrıs Yunanistan için bir emperyal politika iken, Türkiye için vatan davasıdır. 


Bu davaya sahip çıkmak her Türkün vazifesi olmalıdır. 


En azından elimizde kalan %30 da kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yaşatılmalıdır. 


Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin güvenliği buna bağlıdır. 



***

24 Aralık 2018 Pazartesi

2004’ten 2019’a Yerel Seçimler.,

2004’ten 2019’a Yerel Seçimler.,


Yerel Seçimler Dosyası;

Kriter Kasım 2018 / Yıl 3, Sayı 29

2004’ten 2019’a Yerel Seçimler


AK Parti’nin seçim zaferlerinde büyük ölçüde yerel yönetimlerde ortaya koyduğu hizmet odaklı vizyon etkili olsa da bunun yanında muhalefet partilerinin 
on beş yıllık süreçte alternatif bir belediyecilik anlayışı geliştirememesi de dikkate alınmalıdır.


2004 ten 2019 a Yerel Seçimler 
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, mitinglerde kullandığı tırın içerisinde yer alan haritada, vatandaşlara hitap edeceği 
Samsun'un üzerini raptiye ile işaretledi, 18 Haziran 2018

Ahmet Baykal
Serencan Erciyas

2019 yerel seçimleri yaklaşırken geride bıraktığımız on beş yıllık süreçte gerçekleşen üç yerel seçimde partilerin neler vadettikleri, ne şekilde yarıştıkları ve nasıl bir performans gösterdikleri; bu süreçte yerel siyaset söyleminin genel siyasete paralel olarak nasıl değiştiği önümüzdeki seçimleri doğru yorumlamak 
açısından önem taşımaktadır. 
2004, 2009 ve 2014 yerel seçimleri AK Parti’nin zamanla hizmet odaklı bir belediyecilik geleneği oluşturduğu, muhalefet partilerinin ise her seçim döneminin siyasi gündemine göre söylem benimseyerek ve AK Parti’ye göre bir pozisyon alarak hizmet odağının gerisinde kaldığı bir yarışı temsil etmektedir.

2004 Yerel Seçimleri

AK Parti’nin 2002 genel seçimlerinde elde ettiği başarının ardından 2004 yerel seçimlerinde nasıl bir sonuç elde edeceği merak konusuydu. Hem Tayyip Erdoğan’ın belediyecilik konusunda İstanbul belediye başkanlığı döneminde gösterdiği başarı hem de iktidar olunması AK Parti’nin elini güçlendiriyordu. Bununla birlikte partinin 2002’den bu yana sıklıkla üzerinde durduğu “yerel kalkınma” vaadi de seçmen nezdinde büyük bir beklenti oluşturmuştu. Ayrıca kriz döneminde iktidara gelinmesine karşın kısa sürede önemli adımlar atılması da AK Parti’ye olan teveccühü artırıyordu.

2004 yerel seçimleri yaklaşırken diğer siyasal partiler de yerelde başarılı sonuçlar elde etmek üzere farklı stratejiler kurguluyordu. Ana muhalefet partisi CHP’nin gündemi başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde seçimi kazanmak ve oy oranını artırmaktı. Öte yandan solun ancak kendi çatısı altında birlik olabileceği söylemini kullanan CHP’ye karşı SHP diğer sol partilerle ittifak yaparak CHP’yi seçimlerde zorlamayı amaçlıyordu. 2004 yerel seçimlerine hazırlık yapan bir diğer parti ise 2002 genel seçimlerinde baraj altında kalan MHP idi. MHP yerel seçimlerde Türkiye genelinde yüzde 10 oranında oy alarak yeniden seçmenin güvenini kazanmak istiyordu. 2004 yerel seçimlerinde gündemdeki partilerden biri de DEHAP’tı. Doğu ve Güneydoğu’da önemli bir oy potansiyeline sahip olan DEHAP seçimlere SHP çatısı altında girerek AK Parti’nin Doğu ve Güneydoğu’daki yükselişini durdurmayı hedeflemekteydi.

2004 seçimleri AK Parti için yerel seçimleri de kazanarak “tam iktidar” ile hizmete devam anlamına gelirken diğer partiler için AK Parti ile rekabet ettikleri ve oy oranlarını artırmayı amaçladıkları bir yarışı temsil ediyordu.

Partiler 2004 yerel seçim kampanyalarında öncelikli olarak hizmet vurgusu yaptılar ve ülkenin içerisinde bulunduğu durum itibarıyla ekonomi odaklı söylemler geliştirdiler. Altyapı, işsizlik, çevre kirliliği, kaynak yönetimi gibi konular tüm partiler tarafından farklı şekillerde dile getirildi. Bu seçimlerde krizin de etkisiyle “şeffaflık” ve “karar alma süreçlerine katılım” vaatleri öne çıktı. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yeniden yapılandırılması ihtiyacını vurgulayan AK Parti köklü bir değişim vadeden tek partiydi. Buna karşın CHP ise yerel seçim sürecinde olunmasına rağmen kampanyasını çağdaşlık ve laiklik gibi o dönem hala yıkılamamış olan vesayet rejiminin sloganları üzerinden şekillendirdi.

Yerel seçimlerde oy verme davranışını etkileyen en önemli faktörlerden biri de aday profiliydi. Bu bağlamda aday gösterilecek kimselerin bulundukları şehirlerde bilinir olmaları ve siyaseten sicillerinin temiz olması önemliydi. Bu bağlamda 2004 seçimlerinden önce tüm partiler büyükşehir adayları üzerinde ciddi çalışmalar yaptı. 

AK Parti katılacağı ilk yerel seçim olması sebebiyle hem gelecekteki seçimlerde sürecek bir gelenek oluşturmak hem de seçilecek doğru adayların ortaya koyacağı hizmetler açısından AK Parti belediyeciliğine yönelik doğru bir imaj çizebilmek için adaylar üzerinde sıkı çalıştı.

Böyle bir sürecin ardından yarışın çoğunlukla AK Parti ve CHP arasında gerçekleştiği 2004 yerel seçimlerinde AK Parti’nin oyu yüzde 40’ın üzerine çıkarken CHP ise yüzde 20 ile ikinci sırada yer aldı. Öte yandan MHP hedeflediği şekilde yüzde 10’un üzerine çıktı ancak son yerel seçimle karşılaştırıldığında oyları önemli ölçüde azaldı. SHP ittifakı ise yüzde 5’te kaldı. Bu sonuçların ardından AK Parti 16 büyük şehir belediyesinden 12’sini kazanırken CHP ise yalnızca iki büyük şehir belediyesi elde edebildi.

2009 Yerel Seçimleri

2009 yerel seçimlerine giden süreçte AK Parti artık gücünü pekiştirmiş, çeşitli vesayet odaklarına karşı durmayı başarmış ve birçok alanda istikrarı sürekli kılmış bir iktidar partisi olarak yoluna devam ediyordu. İktidarının yedinci yılında AK Parti toplumsal, ekonomik ve siyasi reformlar gerçekleştirmiş, en önemlisi de 2004 yerel seçimlerinden sonra yerel yönetimlerde başarılı olmuştu. Öte yandan CHP 2002 seçimleri sonrasındaki tek muhalefet olma konumunu 2007 genel seçimlerinde MHP’nin de Meclise girmesiyle kaybetti. Bu durum ana muhalefet partisinin sahadaki gücünü önemli ölçüde etkiledi. Terörle iş birliği ve terör örgütü sempatizanlığını alışkanlık haline getiren milliyetçi Kürt siyasi hareketinin o dönemki temsilcisi olan DEHAP Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldı. Ancak bu kez de kapatılan partinin yerini Demokratik Toplum Partisi (DTP) aldı.

2009 yerel seçimleri genel siyasetin, yerel dinamiklerin önüne geçtiği bir seçim oldu. CHP bu yerel seçimlerde AK Parti karşıtlığı üzerinden siyaset yapmaya çalıştı. İşsizlik, yolsuzluk gibi vurguların öne çıktığı bir söylem benimseyen CHP aynı zamanda “çarşaf açılımı” gerçekleştirdi. Ancak CHP’nin bu sözde açılımı çok sürmeden rafa kalktı. MHP ise o dönem şartlarında parti politikası gereği “ülkenin bölüneceği söylemi” üzerinden bir strateji geliştirerek kendi seçmenini elde tutmaya çabaladı. DTP ise alışılmışın ötesine geçemeyerek “bölge partisi” olmadığı iddiasıyla kimlik siyaseti üzerinden bir kampanya yürüttü. İktidarının yedinci yılındaki AK Parti muhalefetin bu argümanları karşısında hizmet odaklı söylemini geliştirerek devam ettirdi.

AK Parti 2004 yerel seçimlerde “Yerel Kalkınma Başlıyor” sloganı üzerinden şekillendirdiği yerel yönetim vizyonunu bu seçimlerde “Marka Şehirler” olarak güncelledi. 2004 seçim beyannamesinde vadettiklerini büyük oranda yerine getiren ve hizmet odaklı siyasetin yanında halkla ilişkilere de önem veren AK Parti bu seçim sürecine önemli bir avantajla girmiş oldu. AK Parti’nin “Marka Şehirler” vizyonuna karşılık CHP “Çağdaş ve Sosyal Demokrat Belediyecilik Anlayışı” vurgusuyla yerel yönetim vizyonunu belirledi.

29 Mart 2009’da gerçekleştirilen seçimlerde AK Parti yüzde 38 oy oranıyla birinci olurken CHP yüzde 23 ile ikinci, MHP yüzde 15 ile üçüncü, DTP ise yüzde 4 ile 
dördüncü parti oldu. 2004 yerel seçimlerine kıyasla AK Parti yüzde 3 civarında oy kaybetmesine karşın MHP ve CHP oylarını yüzde 5 oranında artırdı. AK Parti 2 büyükşehir, 9 il merkezi ve 36 ilçe başkanlığını kaybetti. Kaybettiği iki büyükşehirden Antalya’yı CHP, Adana’yı ise MHP kazandı. CHP, MHP ve DTP toplamda sahip oldukları belediye başkanlıkları sayısını artırdı.

Seçimin sonuçlanmasının ardından ciddi bir kayıp yaşamasa da AK Parti kendi içerisinde öz eleştiri yaptı ve yerel yönetim performansını değerlendirmeye aldı. 
Oy kaybının nedenleri üzerinde durulurken genel ve yerel siyasette izlenen birtakım politikalar da gözden geçirildi. O dönem kamuoyunda 2007 krizi ve Cumhuriyet mitingleri aracılığıyla yürütülen “laiklik karşıtlığı” propagandasının AK Parti’nin oy düşüşünde etkili olduğu söylenebilir. 2007 seçimlerinde üçüncü parti olarak Meclise giren MHP yerel seçimlerde görece başarı göstererek konumunu pekiştirirken DTP ise bir kez daha Doğu ve Güneydoğu’da başarılı olduğu seçim çevreleri dışında varlık gösteremedi.

2014 Yerel Seçimleri

2009 yerel seçimleri itibarıyla AK Parti diğer partilerin yanı sıra kendiyle de bir yarışa girdi. Refah Partisi dönemine ek olarak on yıllık yerel yönetim tecrübesiyle hizmette çıtayı yükselten partiyi bundan sonraki her seçim süreci kendini aşması gereken bir noktaya taşıdı. 
Nitekim parti seçim beyannamelerinde de vadettiği üzere yerel yönetimlerde yenilikçi yaklaşımını hiç kaybetmedi. 2014 seçimlerine giderken AK Parti marka şehirler vizyonuna “medeniyet ve gelenek” vurgusunu ekledi. 

Şehirciliği bir bütün olarak ele alan AK Parti yeni dönemde akıllı belediyecilik, göç, şehir estetiği ve şehir güvenliği gibi güncel konuları da seçim beyannamesinde vatandaşlara sundu.

Şehir estetiği CHP’nin de gündemine aldığı konulardandı. CHP seçim beyannamesinde plansız kentleşme, yaşanabilir şehirler, sosyal belediyecilik, şeffaflık gibi konulara yer verse de bu alanlarda neler yapacağını açık bir şekilde ifade etmedi. Öte yandan seçime katılan hemen her parti sıklıkla altyapı sorununa değindi ve bu konuda seçmene birtakım vaatlerde bulundu.

Son iki yerel seçimle karşılaştırıldığında 2014 yerel seçimleri genel siyasi atmosferden en çok etkilenen seçim oldu. 17-25 Aralık yargı darbesi, 
Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, Çözüm Süreci ve FETÖ’nün AK Parti karşıtı iş birliklerinin başlıca unsuru olması gibi faktörler seçimleri yerel dinamiklerden uzaklaştırdı. 
CHP geçmiş seçimlerin aksine AK Parti’ye karşı yürüttüğü laiklik karşıtlığı propagandasını artık bırakarak bu faktörler üzerinden bir söylem geliştirdi. Öyle ki MHP ile CHP büyükşehirlerde üstü örtülü bir ittifakla yarıştılar. Bu ittifak bir anlamda AK Parti’nin yerel yönetimlerdeki başarısını kanıtlamaktaydı.

Seçim gündemini büyük ölçüde partilerin büyükşehir adayları oluşturdu. CHP’nin İstanbul’da Mustafa Sarıgül’ü ve Ankara’da eski MHP’li Mansur Yavaş’ı aday göstermesi parti içerisinde fikir ayrılıklarına sebep oldu. BDP’nin, Gezi Parkı Şiddet Eylemleri sonrasında sol kesimde popülaritesi artan Sırrı Süreyya Önder’i İstanbul için aday göstermesi ise oyların bölüneceği kaygısını taşıyan CHP’yi rahatsız etti. Öte yandan MHP, CHP ile anlaşarak Ankara ve İstanbul’da düşük profilli adaylarla seçime girdi. 

AK Parti ise İzmir’de eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı aday göstererek “solun kalesi İzmir” algısını yıkmayı hedefledi. BDP ise Doğu ve Güneydoğu’da seçimlere kendi girerken Batı’da farklı bir taktik benimseyerek HDP ile birlikte seçime girdi.

AK Parti 2014 yerel seçimleri itibarıyla girdiği sekizinci seçimden de galip çıkmayı başardı. AK Parti oyların yüzde 45,5’ini alırken CHP yüzde 27,8’ini, 
MHP yüzde 15,2’sini ve BDP-HDP ittifakı da yüzde 6,1’ini aldı. Buna göre AK Parti 18’i büyükşehir olmak üzere 48, CHP 6’sı büyükşehir olmak üzere 14, MHP 3’ü büyükşehir olmak üzere 8 ve BDP 3’ü büyükşehir olmak üzere 10 il belediye başkanlığı kazandı. İstanbul’u alan AK Parti Ankara’da çok az bir farkla kazanırken İzmir’de şimdiye kadarki yerel seçimlerde en yüksek oy oranını elde etti. MHP dışındaki partilerin İstanbul’daki oy oranları yükseldi. Genel olarak ise AK Parti, CHP ve BDP-HDP 2009 seçimlerine göre oylarını artırdı.

2014 yerel seçimlerinde partilerin vaatleri genel siyasetin gündemi ve aday tartışmalarının gölgesinde kaldı. Geçmişteki iki yerel seçime nazaran bu seçimlerde adaylar daha da ön plana çıktı. Muhalefet partilerinin AK Parti karşıtı blok siyaseti yaptığı ve FETÖ’nün bu ittifakı dışarıdan desteklediği seçimler her şeye rağmen AK Parti’nin oylarını artırarak kazanmasıyla sonuçlandı.

2004’ten bu yana seçim zaferini elinden bırakmayan AK Parti’nin başarısında büyük ölçüde yerel yönetimlerde ortaya koyduğu hizmet odaklı vizyon etkili olsa da bunun yanında muhalefet partilerinin on beş yıllık süreçte alternatif bir belediyecilik anlayışı geliştirememesi de etkili olmuştur. Muhalefet partileri yerel sorunlar için etkili ve çözüm odaklı projeler geliştirmek ve gerçekleştirmek yerine genel siyasi gündeme odaklı, tutarsız ve değişken söylemler benimsemiştir. Nitekim yerel seçimlerde tek başına işe yaramayacak bu tutumla sandıkta bekledikleri performansı göstermekten geri kalmışlardır.




Yaklaşan 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde partilerin nasıl sonuçlar elde edeceği merak konusudur. Özellikle 24 Haziran seçimleri sürecinde yayımlanan beyannameler dikkate alındığında AK Parti’nin yerel yönetimler ve şehirler için yeni bir perspektif sunması beklenmektedir. Diğer siyasi partilerin ise nasıl bir yol izleyeceği şu an için belirsizliğini korumaktadır.

https://kriterdergi.com/dosya/2004ten-2019a-yerel-secimler

***

16 Aralık 2018 Pazar

HERKES KAZANIYOR - TÜRK MİLLETİ KAYBEDİYOR,

HERKES KAZANIYOR - TÜRK MİLLETİ KAYBEDİYOR,


Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com



BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Veysel Gökberk MANGA

Tarihin hiç değişmez kaideleri vardır. Bunlardan şu ân bizi ilgilendireni şu: Bir devlet, siyasî kudretini yitirdiği ânda, onunla etnik veya siyasî rabıtası olsun olmasın, başka müstakbel kudret veya devletler, güçten düşmüş devletin mirasçıları olarak ortaya çıkarlar. Bu çeşit hâllerde eski düzenin yerini bir anarşi ortamı alır. İnsanlar ilk önce ekonomik olarak kendilerini rahatsız hissederler, bunu muhtelif güvenlik kaygıları izler. Sonunda siyasî düzensizlik, karmaşa ve kargaşa, ufukları öyle bir sarar ki, gerçekten muktedir olsun veya olmasın, kurtarıcı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan herkes kendisine ciddî miktarda taraftar toplar.


Fakat eski ve köklü medeniyet ve devletlerin yerine, yeni, tarihî karşılığı olmayan, türedi devletlerin geçmesi de tarih boyunca rastlanmaz bir şey değildir. Bazen anarşi ortamı o kadar büyür, o kadar büyür ki, insanlar sadece eski düzenin yıkılması için Tanrı’ya duacıdırlar. Yerine neyi getireceğiyle hiç ilgilenmeden başlarındaki belâyı almasını isterler. Hattâ Ortadoğu gibi, asırlar boyu köklü kavimler tarafından yönetilmiş coğrafyalarda bile, tarihin ve talihin cilvesi olarak, böyle köksüz, yeni yetme horozlar, kendi iddialarına toplumsal bir taban bulabilir veya en azından kendilerini, zor yoluyla da olsa, kabul ettirebilirler.
Aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçeklerden birisi de, tarihin en başından beri devlet ve milletlerin nüfûz alanlarının genişlediği, daraldığı; hâsılı sınırların değiştiğidir. Dünyada ilk kurulduğu ândan bu yana hiç sınırı değişmemiş bir tane bile “kadîm” devlet gösteremezsiniz. Bugünün henüz çocuk yaştaki devletleri de, gençlikleriyle hadsiz hudutsuz övünen genç kızlar gibi kasılarak kendilerini dünya kazanına atmaya çalışmasınlar. Tarihin bu en büyük hakikati, en gerçek yüzünü bir gün o sonradan olma devletlere de gösterecektir.
İşin, bizim için pek de hoş olmayan tarafına geliyorum: Bir topluluğun tarih boyunca hiçbir devlet kurmamış olması, milliyetçilik denen olgunun Batı’da yalnız Batı için birleştirici, geri kalan herkes için ayrıştırıcı bir faktör olarak algılandığı ve anlaşıldığı bu çağlarda, o toplulukların devlet kuramayacakları mânâsına gelmez. Çünkü artık eskisi gibi, ortaya çıkan bir adamın devletinin devletten sayılabilmesi, meşrûluğunu ispât edebilmesi, çeşitli ve delinmez kurallara bağlanmıyor. Bir masa başında, bazen düz, bazen kavisli cetvellerle sınır çizmeye memur edilmiş adamlar, keyiflerince ve kendilerine gösterilecek mukavemetleri de hesaplayarak, daha çok da petrol şirketlerinin uzmanlarının yardımıyla, dünyanın bütün maddî zenginliklerinin üzerine kendi ülkelerini oturtuyorlar.
Koca Roma İmparatorluğu “hasta adam” konumuna düştüğü vakit, kılıç ustalıklarını mensubu oldukları yeni dini yaymak için kullanan Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Anadolu’yu Türkleştirmesini engelleyemedi. Bu, eskisinin yerine rabıtasız gelen devlet örneği.
Türk Devleti’ni Ötüken’den daha batıya kaydıran kavim, daha önce devlet kurmamış Moğollardı. Gerçi Moğolların devletleşmeleri, Türkleşmeleri ve devleti Türklerden öğrenmeleri ile doğrudan alâkalıdır. Ama yine de bu, ikinci ve köksüz devlet örneğini karşılar.



Düvel-i Muazzama Türklerin, ta 11. asırda ellerine geçirdikleri Ortadoğu hâkimiyetini Birinci Harp’ten sonra ellerinden aldı. Koskoca bir coğrafyayı, halefi olduğu devletin yönetim sistemini hiç araştırmadan, yerel beklentilere de kulak asmayarak, kendi bildiği ve uzmanı olduğu şekilde, yani sömürerek yönetti. İnsanların hürriyetlerini elinden aldı, hürriyetlerine karşılık onlara demokrasiyi öğrettiği yalanını ortaya attı. Bu sırada, elinde cetvellerle masa başlarında bekleyen adamlar sahneye çıktılar ve Osmanlı’nın enkâzını, kendi çıkarlarına göre pay ettiler. Bir hocamızın, “Türkiye’nin Suriye sınırı da cetvelle çizilmiştir.” lâfını ömrüm boyunca unutmayacağım. Hakîkaten bu sınırlar, petrol kuyularının yerleri tespit edilerek ve başka hiçbir şey dikkate alınmayarak çizilmişti. Yeni oluşturulan devletlerde yaşayacak insanların etnik kökenleri, kültürel farklılıkları büyük devletler için hiçbir şey ifâde etmiyordu.

Türk Milleti bu paylaştırmadan en fazla nasibini alan millettir. Bir kere, tarihte çok millete nasip olmayacak bir şeyini, imparatorluğunu kaybetmiştir. İmparatorluğunu, hem de çok kötü bir şekilde kaybetmiş, savunmaya çekilmiş, millî sınırları içerisinde gelebilecek her tür tehdide karşı algıları açık, fakat kendisini ciddî mânâda tehdit etmediğine inandığı şeyleri de meskût geçmeye hazır bir siyasî pozisyon almıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, yayılmacı bir siyaset gütmediğimizi bütün dünyaya anlatmakla geçmiştir. Ancak her şeye rağmen, ülkemizin sınırları içerisinde yer almayan, ama bizim için hayatî önem taşıyan bazı bölgelerle de yakından ilgilenilmiştir. Misâk-ı Millî’den söz ediyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarının bu doğru ve en az doğru olduğu kadar gerekli siyaseti, Mustafa Kemal’den sonra onun gibi bir dehânın daha maalesef gelmemesi dolayısıyla, bir miskinlik, tembellik, çekingenlik ve hattâ korkaklık politikası hâline dönüşmüştür. Kıbrıs gibi bir yeri, Akdeniz’in en büyük uçak gemisini ve güney kıyılarımızın savunulması için olmazsa olmazımızı alırken bile binlerce tereddüte düştük. Fakat bizim için bu geriye çekiliş, temkin siyaseti, “siyaset-i ebed müddet” olmamalıydı. Atatürk’ten sonraki politikacılarımız bunu kestiremediler.
Mustafa Kemal’in isâbetle işâret ettiği Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğine hazırlıksız yakalandık. İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile meşrûluğuna darbe vurduğu Türk Milliyetçiliği fikrinin hakiki fikir adamları ve romantik mensupları hariç hiç kimse, Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğini göremedi. En büyük uykuya ise dış işlerimizin daldığı âşikârdır. Bu devirde Ermenilerin Karabağ’ı işgâline sessiz kalan Türkiye, bütün dünya ülkeleri nezdinde büyük bir itibâr kaybına uğradı. Dış işlerimiz Sovyetlerin yalnızca doğusundaki yıkılışına değil, batısındaki nüfuz alanının parçalanmasından sonra oraların başsız kalacağı gerçeğine de hazırlıksız yakalandı ve Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılanlara karşı da sesini çıkaramadı.

Yirmi yıl önceki bu tedbirsizliklerimizden ders aldık mı? Maalesef! Almış gibi görünmüyoruz. Batı’nın Osmanlı’nın elinden aldığı, petrolünü ele geçirdikten sonra bir iki diktatörün insâfına bıraktığı Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da rejimler yıkılıyor, diktatörler yıkılıyor, sınırlar değişti değişecek. Ve ben sanmıyorum ki bizim miskinliği hayat felsefesi edinmiş dış işlerimizin bu konuda bir ön hazırlığı olsun.

Suriye’den bahsediyorum, anladınız.



Esad Suriye’de, muhaliflere karşı pekaka’nın Suriye kolu olan peyede’nin desteğini aldı, biliyoruz. Buna karşılık Esad, Suriyeli Kürtlere özerklik sözü vermiş olmalı. Zirâ şu günlerde verdiği sözü tutuyor veya Kürtler ona sözünü zorla tutturuyor. Türkiye’nin güneydoğusunda ikinci bir sınırdaş Kürt bölgesi kuruluyor.

İki bölgenin tarih boyu Türkmen deposu ve yurdu olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı?

Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. İşin en ilgi çekici yanı, ezelî düşmanların Kürdistan kurma konusunda hemfikirmiş gibi görünmeleri. Kuzey Irak’taki Kürt bölgesini kurup Barzani’nin emrine veren ABD’nin, Suriye’de Türkiye’ye komşu bir Kürt bölgesi kurulacağını öngörmemiş olması düşünülemez. Hattâ, kendisinin uzun vadede ulaşmak istediği Kürdistan hedefine varmasını kolaylaştıracak bu hamlenin yapılmasına, o bölgedeki muhalifleri biraz da güçsüz düşürerek fırsat vermiş bile olabilir. Tahtının derdine düşmüş Baasçı(Sosyalist Arap Irkçısı) Esad’ın da kuzeydeki bu Kürt bölgesine karşı çıkacağını düşünmek hayâlperestlik olur.

Türkiye’nin ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemesi ihtimal dâhilindedir. Böyle bir harekât bir de büyük çaplı olursa, kuzeydeki peyede’yi bastırmaya muktedir olacaktır. Ve aynı harekât, Amerika’nın baş belâsı ve Rusya’nın dostu olan Esad’ın düşmesini de sağlayabilir. Harekât, Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye ilhâkıyla neticelenebilir. Böyle bir sonuç, Amerika’nın hazır vaziyetteki Kürdistan’ı kurmayı reddetmesi değil, ertelemesi ve Esad belâsından kurtulması olarak okunmalıdır.

Türkiye ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemeyebilir. Bu hâlde Suriyeli Kürtler, AKP’nin gurur duyduğunu haykırdığı Barzani’nin de belirttiği gibi, “dört parçalı Kürdistan”ı kurmak için düzenlenen faaliyetlere katılacaklardır. Bazı arkadaşların kendilerini rahatlatmak için söyledikleri “Değil dört, iki bölgenin Kürtleri bile birleşemez, iktidar mücadelesine girişir, kavga ederler. Arkalarındaki güçlerin-ABD ve Rusya kastediliyor-mücadeleleri bu bölgesel yönetimlerin de birbirine düşmesine neden olur.” lâflarına katılmıyorum. Bu adamlar öyle hızlı vaziyette siyasî ve kültürel bağlar kurarlar ki, nutkumuz tutulur, dumûra uğrarız. ABD ve Rusya da, en kötü ihtimalle “statüko”yu korumak formülüyle anlaşmakta acele ederler. İsrail’in de bu bölgede, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “anti Arap ve non Arap” bir devleti hasretle beklediğini takdir edersiniz.

Eskiden olsa, “Böyle bir Kürdistan’ın kurulmasına Suriye, Irak, İran ve Türkiye izin vermez. Dördü de kendi topraklarından pay almaya çalışan bir Kürt Devleti’ne karşı gelirler, o devleti kurdurmazlar.” diyebilirdik. Fakat şimdi, Irak ve Suriye’nin öldüğünü, ölmediyse bile yerinden kalkmaya takatinin kalmadığını biliyoruz. Bir vekil bir özel toplantıda, bize güzel bir lâf etmişti. “Geminin yelkenleri Arap Yarımadası’nda şişirildi, istikâmet İran.” demişti. Eğer bölgesel Kürt devletçikleri siyasî bir birlikteliğe giderler de bölgedeki varlıklarını karşı koyulmaz hâle getirirler, pekiştirirlerse, İran’a karşı Kürt ve Âzerî Türk kartları oynanacaktır. Bunun da İran’ın bölünmesine yol açacağı bizce malum. Gerçi biz, Turancılar olarak, en azından İran’ın bölünmesi ve soydaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması isteğindeyiz; fakat bu bölünmeyi Türkiye’nin yönlendirmemesi, Türkiye için bir felâket olur ve üç parçası birleştirilmiş Kürdistan gerçeğine Türkiye dayanamaz. Parçalanmış bir Türkiye de Güney Âzerbaycanlıların da, bütün Türklerin de hiçbir işine yaramaz.

Bu siyasî ortam Türkiye için müthiş genişleme fırsatları da barındırıyor. Eğer insanlar, bu ortamın üzerine millî bir hükûmetle gidebilecek Türkiye’nin kazanabileceklerini hayâl edebilselerdi, dudakları uçuklardı. Ölü sevicilik yapmıyorum, bir fâniye de tapmıyorum; fakat Mustafa Kemal yaşasa, bu ortamdan güçlü ve büyük Türkiye’yi çıkarmakta hiçbir zorluk çekmezdi. Ancak bu hükûmetin ABD’nin dümen suyundan çıkmayacağı açıktır. ABD’nin politikaları ise orta vadede Türkiye’ye sadece bölünme getirir.

Hava puslu, göz gözü görmüyor. Yolun sonunda hapsolmak da, hükümdar olmak da var. Pusun içinden, doğru zamanda çıkacak ve bize aydınlığa giden yolda yolbaşçılık edecek bir kurda muhtacız.,

GENCAY DERGİSİ
www.gencaydergisi.com

***

15 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 5

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 5



 18 Nisan.da çıkarılan Yetki Yasasının çıkmasından sonra, ülkede büyük bir siyasal kaos yaşanmıştır. Bunda muhalefetin de katkısı büyüktür. CHPnin Ulus 
Gazetesi aracılığıyla gençliği göreve çağırması, siyasi tansiyonun yükselmesine yol açmıştır. Bundan sonra iktidarla muhalefet arasındaki kavga sokaklara taşmıştır. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesinde öğrencilerle polis arasında çatışmalar çıkmaya başlamış ve bu olaylardan sonra İstanbul ve Ankara.da sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bu sırada Harp Okulu öğrencilerinin dahi yürüyüşe geçmesi, sonun başlangıcının bir işareti olmuştur. Artık ordu da duyduğu rahatsızlığı dışa vurmaya başlamıştır. Üstelik müdahale için de gerekli koşullar olgunlaşmıştır (Okutan, 2011: 147). Bu dönemde muhalefet de 5 Mayıs saat 5.te Kızılay.da (555 K) ses getiren bir protesto yürüyüşünü düzenlemiştir. Ülkede iktidar-muhalefet arasındaki gerginliğin iyice arttığı, ihtilalin sıradan bir olaymış gibi konuşulduğu bir atmosferden bunalan Menderes, iç siyasetteki tıkanmaları gidermek, dolaşan dedikoduları yalanlamak ve moral toplamak amacıyla Ege gezisine çıkmaya karar vermiştir (Demir, 2010: 375). Ancak 27 Mayıs.ta Menderes Eskişehir deyken Türk Silahlı Kuvvetleri darbe yaparak yönetime el koymuştur. Menderes Eskişehir.den Konya.ya giderken Kütahya.da, Bayar ise Çankaya.da teslim alınmıştır. Saat 04:30.da Ankara.da yapılan bir anonsla ordunun yönetime el koyduğu halka duyurulmuştur (Taşyürek, 2009: 118). 

27 Mayıs Darbesini yapan subaylar ve darbeye sıcak bakan bilim adamları, DP.yi seçim sistemini bozmak, diğer siyasi partilere haksızlık yapmak, yargıçlara ve memurlara baskı uygulamak, Meclis.in hükümeti denetleme mekanizmasını zayıflatmak, Meclis araştırması kurumunu yozlaştırmak, ara seçimleri yapmamak, halkın CHP.ye oy vermesine ceza olarak Kırşehiri ilçe yapmak, Adıyaman ı Malatya.dan ayırarak il yapmak, muhalefetin varlığına ve denetimine tahammülsüzlük göstermek, parti ile devletin işlevlerini birleştirmek, devlet hizmetine girecekleri parti süzgecinden geçirmek gibi birçok kanunsuz davranışla suçladılar. Şüphesiz DP iktidarı döneminde diğer iktidarlar gibi Anayasa ve yasalara aykırı pek çok eylem ve işlem yapılmıştır. Ancak sıralanan bu sebepler iddia edildiği gibi halkın seçtiği bir iktidarın askeri darbeyle yıkılmasını meşru kılacak nitelikte değildir (Taşyürek, 2009: 119). Darbenin ardından Menderes ve arkadaşları Yassı ada.ya götürülerek aylarca yargılanmıştır. Bunlardan bazıları intihar etmiş, bazıları ise acımasız Şartlara dayanamayarak kısa sürede yaşamını yitirmiştir. Yassı adada yapılan duruşmalarda 15 idam, sayısız müebbet ve ağır cezalara çarptırılan DP. lilerden Bayar yaş haddinden idamdan kurtulurken Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış işleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir (Seyhanlıoğlu, 2011: 224). 

 27 Mayıs Darbesiyle iktidarına son verilen DP muhalefet yıllarında iktidara gelmek için demokrasinin kurallarını istemiş ve bu yönde davranmıştır. Ancak 
iktidara geldikten sonra muhalefete karGı kendisinin muhalefetteyken istediği hakları CHP.nin ifrat politikasından dolayı yeterince tanımamıştır (Şeyhanlıoğlu, 
2011: 289). CHP de muhalefet yıllarında DP.nin muhalefet yıllarındaki taleplerini ve söylemlerini anımsatırcasına oldukça benzer bir siyasal üslup ve söylem 
içerisine girmiştir. Bu çerçevede 1950-1960 yıllarının demokrasi savunuculuğu nu CHP üstlenmiş ve siyasal söyleminin temel motifi demokrasi olmuştur. Her iki parti özelinde de denilebilir ki hem CHP hem de DP, demokrasiye oldukça pragmatik bir bakış açısıyla yaklaşmış ve birbirlerine karşı yürüttükleri siyasal 
iktidar mücadelesinde demokrasi kavramının içeriğini hem dönemin konjonktürü 
hem de bu konjonktürün belirleyiciliği altında partilerin menfaatleri belirlemiştir 
(Özçelik, 2010: 186). 

  DP muhalefet yıllarında CHP.nin siyasete yaklaşımı ve muhalefete karşı tavrından hoşnutsuzluk duymuştur. Ancak iktidar döneminde geçmişin etkilerinden hiçbir zaman tam olarak kurtulamamıştır. CHP.nin zaman zaman yaptığı eleştirilere hep tek parti dönemini referans göstererek tepki vermiştir (Demir, 2010: 629). Özellikle III. Menderes Hükümeti döneminden sonra gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlardan ziyade, tek parti dönemine öykünen uygulamalara yönelinmiştir. Demokrat Parti iktidarının bu niteliği, Parti kurucularının ve önderlerinin tek parti dönemindeki deneylerle yetişmiş olmasına bağlanabilir. Bir başka ifadeyle, DP.li önderler siyasal eğilimlerini tek parti düzeni uygulamaları içinde tamamlamışlardır. Bu nedenle DP.nin tek parti düzenine karşı kurulmuş olmasına rağmen, DP.nin yöneticileri kendilerini tek parti döneminin baskıcı tutumundan kurtaramamıştır. DP.li yöneticilerin davranışları demokratik olmaktan çok, baskıcı eğilimleri vurgulamış; karşıt grup ve düşünceleri dikkate almamışlardır (Kongar, 2006: 150). Ancak 27 Mayıs Darbesi.ne gelinmesinde öncelik Bayar ve Menderes yönetiminin sorumluluğundan kaynaklansa da, İnönü ve CHP nin iktidara alternatif politikalar üretmek yerine basın üzerinden sert politikalar üretmesi, başka bir ifadeyle muhalefet alışkanlığı kazanmamasının da önemli ölçüde rolü bulunmaktadır. DP iktidarı muhalefeti ezmek için Meclis.teki gücünü kanunları zorlayarak kullanırken, CHP de Meclis dışındaki güçleri birleştirerek hükümete karşı direnerek varlığını korumak ve siyasetteki gerilimi sürekli artırmanın yollarını aramıştır (Demir, 2010: 630). 

Sonuç itibariyle geniş halk desteğini arkasına alarak art arda üç kez iktidara gelen DP nin darbe yoluyla iktidardan indirilmesi, Türk siyasal hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. DP yöneticilerinin trajik sonları Türk halkının hafızasından hiç silinmemiş, idam edilen Menderes siyasi bir sembole dönüşmüş (Bulut, 2009a: 44), Menderes.in anısı her politikacı ve parti tarafından siyasal amaçlarla kullanılagelmiştir (Ahmad, 2011: 164). 

 27 Mayıs Darbesiyle ordunun siyasete bu şekilde müdahalede bulunması, Cumhuriyet.in ilk günlerinde temel bir ilke olarak kabul edilen silahlı kuvvetlerin 
tarafsızlığı ilkesini sona erdirmiştir. 27 Mayıs Darbesi, Osmanlı geleneğine de aykırı bir nitelik taşımıştır. Zira Osmanlı döneminde yeniçeriler, iktidara doğrudan el koymak yerine yönetici grup içerisinde değişiklik yapmaya yönelik bir baskı yapmakla yetinmişlerdir. Bu bakımdan 27 Mayıs Darbesi, gelenekten ciddi bir kopuşu simgelemekte ve uzun vadeli etkilere neden olabilecek bir örnek teşkil etmektedir. 27 Mayıs Darbesi, Cumhuriyetin ilk otuz yılında kurulan siyasal dengenin toplumsal temellerini zayıflattığı gibi, toplumsal örgütlenme ve devlet otoritesine ilişkin geleneksel anlayışın son kalıntılarının ortadan kalkmasına neden olmuştur. Ayrıca ekonomik ve sosyal çatışmaların yüzeye çıkmasını sağlamış ve bu konular hakkındaki düşüncelerin billurlaşmasına da katkı sağlamıştır (Karpat, 2009: 111). 

   Ancak sonuçta Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs,ülkemizde daha sonra askeri darbe anlayışının yerleşmesinde önemli bir dönüm 
noktası olmuştur. Ülke ilerleyen yıllarda çok sayıda darbe girişimine tanıklık etmiştir (Buran, 2005: 108). 


SONUÇ 

 Ülkemizde partileşme sürecini başlatmak amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan, ulus devletin kurulmasında ve şekillenmesinde önemli işlevler üstlenen CHP.den sonra Atatürk.ün de desteğiyle 1924 ve 1930 yıllarında TpCF ve SCF olmak üzere iki kez çok partili hayata geçiş denemesi gerçekleştirilmiş; ancak birtakım sosyo-kültürel ve konjonktürel nedenlerden dolayı bu girişimler başarısız olmuştur. Atatürk.ün ölümünden sonra CHP.nin başına geçen İnönü ise, Parti içindeki konumunu güçlendirmek ve Atatürk.ün Parti.deki izlerini silmek için birçok antidemokratik girişimde bulunmuş, çok partili bir hayattan ziyade Parti içinden milletvekillerinden oluşan bir Müstakil Grup.un kurulmasını sağlamıştır. İnönü döneminde izlenen sıkı iktisat politikası ve tek parti döneminin baskıcı uygulamalarından dolayı toplumda beliren hoşnutsuzluk, Batı ülkelerinin tek parti rejimlerine karşı olumsuz tavrıyla birleşince ülkemizde tek parti rejimi derinden sarsılmıştır. 1945.de Toprak Reformu Kanunu ile bütçe görüşmeleri sırasında Mecliste yaşanan tartışmalardan sonra, Parti içinde yükselen muhalefet kanadı tarafından Parti uygulamalarından duydukları hoşnutsuzluğu dile getirmek amacıyla verilen Dörtlü Takrir.le Parti.den kopmalar başlamış ve ülkemizi fiili anlamda çok partili hayatla tanıştıracak olan DP.nin temelleri atılmıştır. İnönü.nün icazetinin alınmasıyla Bayarın başkanlığında kurulan DP, CHP tarafından kendisine meydan okumadan faaliyette bulunacak sembolik bir muhalefet partisi olarak addedilip, ilk başlarda DP ile sıkı ilişkiler tesis edilmeye çalışılmıştır. Ancak DP.nin gerçek bir muhalefet partisi olacağı anlaşılınca partiler arasındaki ilişkiler bozulmaya başlanmıştır. CHP.li yöneticiler DP.nin güçlenmesine fırsat vermemek ve seçmenleri kendi safına çekmek için CHP.yi demokratik bir görünüme kavuşturmak ve parti-devlet anlayışnı sonlandırmak için önemli revizyonlara gitmiştir. Ayrıca bir yıl sonra yapılacak olan yerel ve genel seçimleri öne alarak DP.yi hazırlıksız yakalamak istemişlerdir. DP.nin katılmama kararı aldığı yerel seçimlerden sonra, genel seçimler için her iki parti de seçim çalışmalarına başlamış olup, bu seçimlerde ilk kez adaylar meydanlara inerek halkın ayağına gitmiştir. 

Ancak 1946 seçimleri, 4918 sayılı yasa gereği açık oy-gizli sayım, çoğunluk sistemi ve sayım sonrası oy pusulalarının yakılması ilkelerine göre seçim 
güvenliğinden yoksun olarak yapılmıştır. 1946 daki haksız yenilgiden sonra muhalefette kalan DP nin örgütlenmesini ve büyümesini engellemek amacıyla, 
CHP tarafından birçok girişimde bulunulmuş, partiler arasındaki ilişkiler gittikçe bozulmuştur. Ancak 1946-1950 döneminde DP, yaptığı ciddi muhalefetle CHP 
yönetiminin ve ülkemizin daha demokratik bir görünüme kavuşmasına birçok katkıda bulunmuştur. DP Kongrelerinde alınan kararlar, CHP yönetiminin birçok 
dini liberalizasyona gitmesine ve halk önceliğine önem vermesine, Parti Program ve Tüzüğünü değiştirmesine yol açmıştır. DP tarafından yapılan etkili muhalefet ten dolayı, demokratik nitelikli seçim yasaları çıkarılmış ve diğer siyasi partilerin de seçim propagandaları için radyodan yararlanmasının yolu açılmıştır. Bu dönemde CHP, DP ile rekabet edebilmek için ülkedeki birçok anti-demokratik nitelikteki yasaları ve uygulamaları kaldırmıştır. 

Günaltay Hükümeti döneminde çıkarılan seçim yasasından sonra, 1950 seçimlerinin hazırlıklarına başlanmıştır. DP.nin tek parti idaresinin din üzerindeki baskısı ve ekonomi üzerindeki sıkı denetimi üzerine kurulu bir seçim kampanyasını yürüttüğü, Türk siyasi hayatına damgasını vuran “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını kullandığı 1950 seçimlerinde DP, oyların %53.3.ünü alarak 420 milletvekiliyle tek başına iktidar olmuştur. DP 1950-1954 döneminde, dini ve ekonomik liberalizasyona yönelik birçok yasal düzenlemeyi gerçekleştirmiş olup, İnönü.nün Atatürk.ün izlerini silmek için yaptığı birçok düzenlemeye son vermiş ve CHP.den farksız olarak laiklik konusundaki hassasiyetlerini de göstermekten çekinmemiştir. Ancak 1946-1950 dönemindeki gibi siyasal özgürlüklerle ilgili çatışmalar, bu dönemde de görülmeye başlanmıştır. DP iktidarının ilk yıllarında demokratik prensipler yerleştirilmeye çalışılmış, ancak daha sonradan bunlardan uzaklaşılmıştır. İktidarla muhalefet arasındaki ilişkiler giderek sertleşmiş ve muhalefet birçok engellemeyle karşılaşmıştır. Birçok kamu yatırımının gerçekleştiği, ekonomik verilerin düzeldiği bir dönem olan 1950-1954 döneminde arkasındaki toplumsal desteğe güvenen DP, CHP.nin elindeki malları hazineye devrederek, Halk evlerini, Köy Enstitülerini kapatarak ve radyoyu DP.nin tekeline alarak CHP ile hesaplaşmasına devam etmiştir. Ayrıca yaptığı yasal düzenlemelerle CHP.ye yakın olan askeri, bürokrasi ve basını da cezalandırmıştır. 1954 seçimleriyle en büyük siyasi zaferini elde eden DP, 1954-1957 döneminde sert ve otoriter, muhalefete karşı tahammülsüz bir tavır benimsemiştir. Şöyle ki bu dönemde seçimlerde CHP ve CMP.nin çoğunluk sağladığı iller cezalandırılmış, muhalefet partilerinin işbirliğini önlemek amacıyla karma liste oluşturmaları önlenmiş, CHP.ye yakın olan asker, bürokrasi, akademisyen, yargıçların ve basın organlarının cezalandırılmasına devam edilmiştir. 1957 seçimleriyle üçüncü kez tek başına iktidara gelen DP ile önceki dönemlere nazaran Meclis içinde güçlenen CHP, 1957-1960 döneminde birbirine karşı oldukça hoşgörüsüz bir tavır içine girmiştir. Bu dönemde muhalefet partileri arasında görülen birleşmelere karşı Vatan Cephesi kurularak siyasi kutuplaşmalar devam etmiş; basına karşı ciddi yaptırımları uygulayan, başta İnönü olmak üzere birçok CHP.li millet vekilini cezalandıran ve siyasi faaliyet yasağı getiren Tahkikat Komisyonu kurulmuştur. Bu uygulamadan sonra, CHP.nin ve CHP.ye yakın basın organlarının aracılığıyla ülkedeki siyasi tansiyon yükselmiş, İstanbul ve Ankara.da öğrenci olayları çıkmış ve buralarda sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bunu da 27 Mayıs Darbesi izlemiştir. 

 Sonuç olarak Türk siyasal hayatının çok partili hayatla ve muhalefet olgusuyla tanıştığı 1946-1950 döneminde, iktidar olan CHP ile DP arasında oldukça sert ve ciddi bir muhalefet yaşanmış olup, bu dönemde DP, demokrasinin kurallarını sürekli vurgulamış ve bu yönde davranmıştır. CHP de bu dönemde DP ile rekabet edebilmek için Parti içinde önemli revizyonlara gitmiş, ülkedeki birçok anti-demokratik yasa ve uygulamalara son vermiş, daha demokratik ve eşitlikçi bir siyasi ortamı Şekillendirmek durumunda kalmıştır. 1950.den sonra üç kez ardarda tek başına iktidara gelen DP, muhalefetteyken iktidardan istediği hakları iktidara geldiğinde muhalefete tanımamıştır. Her iki parti de demokrasi kavramının içeriğini pragmatist bir bakış açısıyla doldurmuş, her iki partinin muhalefete karşı olan tutumu da birbirinden farksız olmuştur. Devletçi-seçkinci yaklaşıma karşı olan DP, halktan aldığı siyasi güce dayanarak tek parti dönemine öykünen uygulamalara yönelmiş, baskıcı bir tutum içinde karşıt görüşe sahip olanları dikkate almamış, Meclis çoğunluğundan dolayı elde ettiği gücünü kanunları zorlayarak kullanmıştır. Ancak CHP de alternatif politika üretmek yerine sert eleştirilere dayanan, Meclis dışındaki güçlerini devreye sokarak siyasi gerilimleri tırmandıran bir politika izlemiştir. Muhalefet ve iktidar arasında izlenen bu yanlış politikalar; Cumhuriyetin ilk otuz yılında kurulan siyasi dengeleri zayıflatan, halkın özgür iradesini hiçe sayan ve demokrasiyi rafa kaldırarak toplumsal gelişmeyi sekteye uğratan, partileşme sürecimizi ve modernleşme serüvenimizi dinamitleyen 27 Mayıs Darbesini doğurmuştur. 

KAYNAKÇA 

AHMAD, Feroz (2011), Modern Türkiyenin Oluşumu, 9. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul. 
AKŞĞIN, Sina (2008), Kısa Türkiye Tarihi, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. 
ALTAŞ, Sedat (2011), Çarıklı Demokrasi, 1. Baskı, İkinci Adam Yayınları, İstanbul. 
BAYAR, Celal (2010), Başvekilim Adnan Menderes, Hazırlayan: İsmet BOZDAĞ, Truva Yayınları, İstanbul. 
“1957 Yılı Genel Seçim Sonuçları” (2011), http://www.belgenet.net/ayrinti.php?yil_id=3, Erişim Tarihi: 13.01.2011. 
BİNGÖL, Yılmaz, Şener AKGÜN (2005), “Demokratlıktan Muhafazakâr Demokratlığa: Demokrat Parti ile Adalet ve Kalkınma Partisinin Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Vol 9; 1-33. 
BURAN, Hasan (2005), Seçim Sistemleri ve Türkiye için Yeni Bir Seçim Sistemi Önerisi, Siyasal Kitabevi, Ankara. 
BULUT, Sedef (2009 a), “Üçüncü Dönem Demokrat Parti iktidarı (1957-1960): Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu”, Gazi Akademik Bakış Dergisi, Vol 2, Issue 4; 125-145. 
BULUT, Sedef (2009b), “27 Mayıs 1960.tan Günümüze PaylaGılamayan Demokrat Parti Mirası”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Vol 19; 73-90. 
CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) (2012), “CHP Tarihi”, http://www.chp.org.tr/?page_id=67,  Erişim Tarihi: 14.07.2012. 
DEMİR, Şerif (2010), Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes, Paraf Yayınları, İstanbul. 
DİLİPAK, Abdurrahman (1990), Menderes Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul. 
KAHRAMAN, Hasan Bülent (2007), AKP ve Türk Sağı, 1. Baskı, Recep Yener, Agora Kitaplığı, İstanbul. 
KARPAT, H. Kemal (2009), Osmanlı.dan Günümüze Kimlik ve Gdeoloji, (Çev. Güneş Ayas), 2. Baskı, Timaş Yay, İstanbul. 
KAŞTAN, Yüksel (2006), “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Partili Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte CHP.nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938-1950)”, 
A.K.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Vol 8, Issue 1; 123-140. 
KEYDER, Çağlar (1979), “Türkiye.de Demokrasinin Ekonomik Politiği”, İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak (Der.), (1987), Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul; 38-75. 
KIRKPINAR, Leyla (2002), “Demokrat Parti ve Muhalefet Stratejisi”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Vol 1; 85-98. 
KONGAR, Emre, (2006), 21. Yüzyılda Türkiye 2000.li Yıllarda Türkiye.nin Toplumsal Yapısı: Remzi Kitabevi, İstanbul. 
İNAN, Süleyman (2007), “Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)”, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Süleyman İnan, Ercan Haytoğlu (Der.), (2007), Anı Yayıncılık, Ankara; 117-145. 
OKUTAN, Çağatay (2011), “Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)”, Yusuf TEKİN-Çağatay OKUTAN (Der.), (2011), Türk Siyasal Hayatı, Orion Kitabevi, Ankara; 
134-147. 
ÖZÇELİK, Pınar Kaya (2010), “Demokrat Partinin Demokrasi Söylemi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Vol: 65, Issue: 3; 163-187. 
ŞEYHANLIOĞLU, Hüseyin (2011),Türk Siyasal Muhafazakarlığı nın Kurumsallaşması ve Demokrat Parti, Kadim Yayınları, Ankara. 
TAŞYÜREK, Muzaffer (2009), Adnan Menderes, Anonim Yayıncılık, İstanbul. 
TOROĞLU, Celal (2007), “DP ve Demokrasi Yalanı (8)! Son”, 
http://blog.milliyet.com.tr/dp-ve-demokrasi-yalani--8---son/Blog/?BlogNo=66682,  Erişim Tarihi: 16.07.2012. 
TUNÇAY, Mete (2000), “Siyasal Tarih (1959-1960)”, Mete TUNÇAY vd., (Ed.), (2000),  Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İstanbul; 177-184. 
YETKİN, Çetin (1983), Türkiye.de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, Altın Kitaplar  Yayın evi, İstanbul. 
YILMAZ, Hakan S. (2007), “İdris Küçükömerin Siyasal Tezleri Bağlamında AKP ve CHP  Parti Programlarının Analizi”, Selçuk iletişim, Vol 5, Issue 1; 156-173. 



***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4



B. 1954-1957 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 


1950-1954 dönemini sonlandıran 2 Mayıs 1954.de gerçekleştirilen genel seçimler, DP tarihinin en büyük siyasi zaferi olmuştur. Bu seçimlerde DP aldığı 
sandalye sayısıyla, adeta Mecliste tek parti haline gelmiştir. Seçimlerde DP, Türkiye genelinde oyların %58.42.sini alarak 503 milletvekili çıkarmıştır. Oyların %35.11.ini alan CHP 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ise %5.28 oranında oy alarak 2 milletvekili çıkarmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.yi ezici bir çoğunlukla yeniden siyasal iktidar yapan 1954 seçimlerinden sonra DP, tek başına iktidar olmanın verdiği avantajlarla ülke genelinde sürdürdüğü faaliyetlerde hesap verme zorunluluğunun olmadığına dair bir kanaat edinmeye başlamış (Okutan, 2011: 141), sert ve otoriter davranarak her türlü aykırı düşünceye karşı tahammülsüz ve muhalefeti ezici bir tavır takınmıştır (Özdemir, 1995: 215, aktaran; Demir, 2010: 227). 

 1954 seçimlerinde, CHP üç ilde (Malatya, Konya ve Sinop), CMP ise bir ilde (Kırşehir) çoğunluk sağlarken, geriye kalan diğer illerde seçimi DP kazanmıştır (Tunçay, 2000: 172). Ancak seçimlerin üzerinden henüz 48 saat geçmeden Kırşehir den milletvekili seçilen CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Meclis tarafından kınama cezasına çarptırılmıştır. 

Ayrıca Bölükbaşı.nın memleketi olan Kırşehir, CMP.ye destek verdiği için 30 Haziran.da çıkarılan 5429 sayılı yasayla ilçe düzeyine düşürüldükten sonra Nevşehir e bağlanarak cezalandırılmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 284). Seçimlerin ardından 14 Haziran.da çıkarılan 6418 sayılı yasayla DP, Malatya.ya bağlı olan Adıyaman ı bu ilden ayırarak il haline getirmiştir. Bu yasayla CHP.nin güçlü olduğu Malatya cezalandırıldığı gibi, 1954 seçimlerinde DP.ye destek veren Adıyaman da ödüllendirilmiştir (Altaş, 2011: 98). 1954 seçimlerinden sonra DP, seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin bir araya gelip karma liste oluşturmalarını yasakladığı gibi, muhalefet partilerinin devlet radyolarından yararlanmalarını da engellemiştir (Tunçay, 2000: 183). 1954 seçimlerinin ardından kurulan III. Menderes Hükümetide, I. Menderes hükümeti gibi kurulduktan sonra CHP.ye yakınlık duyan bürokratları cezalandırmaya yönelik girişimlerde bulunmuştur. DP iktidarı, 5 Temmuz.da profesörleri ve meslekte 25 yılını geçirmiş veya 60 yaşını doldurmuş yargıçları da kapsayan kamu görevlilerini geçici olarak görevden alma ve bir dönem sonra emekliye ayırma yetkisini hükümete veren yeni bir yasayı çıkararak, bürokrasinin yürütme üzerindeki baskını sona erdirmiştir (Taşyürek, 2009: 75). 

 1954-1957 yılları arasındaki dönemde, başta yabancı sermaye akıGının azalması ve yerli sanayinin ağır yatırımlara yetmemesi ve üç yıl boyunca süren 
kuraklık nedeniyle ekonomide daralmalar görülmüştür (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomik sıkıntıların başladığı bu dönemde, bir deliberasyon politikası izlenmiştir. 
Bu bağlamda dış ticaret rejimi sıkı kayıtlar altına alınmış, ödemeler dengesi açığını kapatmak için ABD.den ek kredi talebinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 183). 
Ekonomide yaşanan sıkıntıların yanı sıra, Parti içindeki sert muhalefet de DP.nin işini zorlaştırmıştır. 29 Kasım 1955.te Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış işleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlunun istifa ettirilmesinden sonra, Menderes de istifa dilekçesini vermiştir. Ancak DP milletvekili Mükerrem Sarolun geliştirdiği 
formülle, Menderes.in kürsüye çıkarak ateşli bir konuşma yapması sağlanmış ve ardından tam kadrodan güvenoyu alınarak IV. Menderes hükümeti kurulmuştur (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.nin otoriterleşme si bu hükümet döneminde de hızlanarak devam etmiştir. 1956.da 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu fiyatları, mal ve hizmetleri denetlemek için tekrar yürürlüğe konmuştur. Aynı yılın Haziran ayında, Basın Kanununda yapılan değişiklikle hükümetin basın ve yayın üzerindeki denetimi artırılmıştır. Ayrıca seçim kampanyaları dışında yapılacak siyasal toplantılar yasaklanmıştır. Hükümet bu önlemleri alırken muhalefet de birleşme hazırlıklarına girişmiştir. CHP, Hürriyet Partisi (HP) ve CMP birleşmek için çalışmalarını başlatmıştır. DP Hükümeti, muhalefetin bu çabalarını da engellemiştir (Bingöl ve Akgün, 2005: 22-23). Hükümetin muhalif basını kontrol altına almak çabalarına da 26 Kasım 1957.de yayınlanan bir kararname ile bir yenisi daha eklenmiştir. Bu kararname ile gazete ve dergi kâğıtları nın tek elden ithali getirilmiştir. Bu şekilde gazetelerin kâğıt temini ve kullanacakları kâğıt miktarı da denetim altına alınmıştır (Demir, 2010: 527). 1955-1956 yılları Menderes.in siyasi hayatında son derece yoğun ve yıpratıcı yıllar olmuştur. 

     Menderes bu yıllarda bir yandan muhalefetle, diğer yandan Parti içi muhalefetle uğraşmıştır. Bu iki güce karşı mücadele ederken, siyasete DP den ayrılan milletvekillerinin kurduğu Hürriyet Partisinin katılmasıyla Menderes iyice yıpranmıştır. Menderes sağlıklı ve huzurlu bir siyaset ortamından umudunu yitirdiği bu günlerde, seçimlerden bahsetmeye başlamıştır (Demir, 2010: 234-325). 1958 Mayısında yapılması gereken seçimler 27 Ekim 1957.ye alınmıştır. 1950 dönemiyle başlayan ekonomik ve sosyal gelişmeler bu dönemde daha çok partiler arası sert ilişkiler ve mücadelelere yerini bırakmıştır. 1957 seçimlerine yaklaşılan dönemde ülkemizde muhalefet; İnönü.nün CHP si, Bölükbaşının başkanlığını yaptığı CMP ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu nun başkanlığındaki Hürriyet Partisinden oluşmaktadır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). 

C. 1957-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

Muhalefetin giderek güç kazanmaya başladığı 1957 seçimleri öncesinde, iktidara karşı yoğun bir kampanya başlatılmıştır. Oldukça yıpranmış bir görüntü ile 
seçimlere giren DP.nin en çok eleştirilen uygulamalarının başında, DP.nin muhalefete yönelik sert tutumu gelmektedir. CMP Genel Başkanı Osman 
Bölükbaşının tutuklanması, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülekin göz altına alınması bu dönemde büyük tepki almıştır (Albayrak, 2004: 294-302, aktaran; 
Bulut, 2009 b: 78). Menderes seçimlere giderken halkın dini duygularına hitap etmeyi ihmal etmemiştir. Genel seçimlerin öncesinde Menderes, yedi yıllık 
iktidarları esnasında on beş bin caminin yapıldığını, Süleymaniye başta olmak üzere 86 caminin de onarıldığını söyleyerek halktan oy istemiştir (Taşyürek, 2009: 91). Ayrıca mitinglerde sanayileşmenin dört kat arttığı, kalkınma, büyüme ve inşaat alanındaki icraatları halkla birlikte gerçekleştirdiklerini dile getirmişlerdir. Seçimlerde, kısa bir süre içinde birçok kuruluşun açılışı gerçekleştirilerek, bir yandan tek parti dönemindeki ekonomik çöküşün hesabını sorma eğilimine girilmiş, diğer yandan DP iktidarları dönemindeki kalkınma hamlesinin halk tarafından takdir edileceği bir seçime girme gayreti taşımışlardır. DP enflasyona karşı tarım ürünlerine yüksek fiyatlar vermiş, çiftçilerin borçlarını ödemiş, böylece seçmen kitlesinin büyük bir bölümünü teşkil eden kırsal kesimdeki seçmenlere yatırım yapmıştır. Okul ve cami inşasına önemli oranda fon ayırması ve devlet radyosundan icraatlarını duyurabilmesi diğer partiler karşısında DP.yi ayrıcalıklı kılmıştı (Altaş, 2011: 111). 

 Cumhuriyet tarihinin en sert seçimlerinden olan 1957 seçimlerinde DP, ilk kez oy kaybına uğrayarak oy oranını %50.nin altına (%47.3) düşürmesine rağmen, 
uygulanan çoğunluk sisteminden dolayı 424 milletvekili çıkarabilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). Seçimlerde CHP de %41.12 oy oranıyla 178 
milletvekili, CMP ise %7.08 oy oranıyla 4 milletvekili, HP de %3.84 oy oranıyla 4 milletvekili çıkarmıştır (1957 Yılı Genel Seçim Sonuçları, 2011). 

 1957 seçimlerinin ardından V. Menderes Hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde CHP muhalefette kalmasına rağmen önceki dönemlere nazaran Meclis 
içinde daha güçlü bir konuma gelmişti. Özellikle CHP.nin eski seçmen kitlesini meydana getiren ordu, bu dönemde CHP.nin arkasında daha kuvvetli durmuş, bu kitleye üniversiteler ve basın da eklenerek CHP.yi bu dönemde silik görüntüsünden uzaklaştıracakları nın sinyallerini vermeye başlamışlardır. DP ise bu dönemde arkasındaki geniş halk kitlesine güvenerek, CHP.ye karşı daha sert bir tavır takınmıştır. Her iki partinin birbirlerine bakışlarının keskin bir çizgiye oturduğu bu dönemde DP, CHP.yi iktidarı seçim yoluyla teslim etmekten hoşlanmayan ve bu nedenle kargaşa çıkarmaya çalışan bir zihniyet olarak görürken, CHP.nin algılaması ise cahil halkın DP tarafından kandırıldığı yönündeydi. Bu bakış açısı her iki tarafın da birbirlerine karşı hoşgörüsüz tavırlar içine girmelerine neden olmuştur (Altaş, 2011: 127). V. Menderes döneminin hemen başında, TBMM İç tüzüğünde değişiklik yapılarak, milletvekillerinin denetim olanakları kısılmış, dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılmış, onlara verilebilecek cezalar ağırlaştırılmıştır. Seçimi izleyen 1958 yılında ise, bir önceki dönemde baş gösteren ekonomik bunalım iyice yoğunlaşmıştır. Birçok mal bulunmaz olmuş, kuyruklar ve karaborsa doğmuştur. Başbakan ilkbaharda ticari ilişkileri geliştirmek için bir Uzak Doğu gezisine çıkmış, ancak elde edilen sonuçlar çekilen sıkıntıların üstesinden gelinmesini sağlayamamıştır (Tunçay, 2000: 185). Daha önceki dönemlerde Hükümetin iktisadi büyümeyi sürdürmek amacıyla yabancı fonlar ödünç alma politikası, karşılığını yurt içindeki enflasyoncu politikada bulmuştur. Tarım sektöründeki yüksek gelirleri korumak için Hükümet, azalan dünya fiyatlarına rağmen çiftçinin ürününe yüksek fiyatlar vermeyi yeğlemiştir. Tarımsal sübvansiyonlar için basılan paranın, şehir sermayesinin su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluğunu hafifletmek amacıyla da etkili bir kısa dönemli önlem olduğunun ortaya çıkması, politika saptayıcılarının da hoşuna gitmiştir. 

   Ancak 1958.de %40.a varan enflasyon oranı, bürokrasinin daha belirgin olarak da askerlerin, gerçek gelirlerinde keskin bir düşüşten zarar görmelerine yol açmıştır. 

1950-1954 döneminden sonra, aşırı değerli bir para politikası benimsenmiş, fonların özel kesime dağıtılacağı yerde git gide devlet işletmelerine yöneldiği bir 
beceriksiz politikalar dönemi izlenmiştir. Ticaret sermayesi ile çiftçiler yüksek düzeyde kâr ederken, burjuvazinin bir bölümü sanayi kesiminin daha da 
büyümesine olanaklı bir ortamı yaratmakta DP.nin başarısızlığa uğradığını düşünmeye başlamıştır. Düş kırıklığına uğramış aydınlarla İstanbullu iş adamları Hürriyet Partisi bayrağı altında birleşmişlerdir (Keyder, 1979: 58-59). 1957 seçimlerinden önce engellenen muhalefetin güç birliği, 1958 sonunda görülen partiler arası birleşmelerle gerçekleşebilmiştir. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi.ne, Kasım ayında da Hürriyet Partisi CHP.ye katılmıştır. 12 Ocak 1959.da toplanan 14. CHP Kurultayında “İlk Hedefler Beyannamesi” kabul edilmiştir. Bu beyannameyle iktidardan, “partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu, memurların mahkemeye başvurma haklarının tanınması, basın özgürlüğünün Anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, Yüksek İktisat şurası kurulması, sosyal adalet kavramının Anayasaya girmesi” taleplerinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 185). Sıralanan bu taleplere ve muhalefetteki güç birliğine DP nin yanıtı ise, Vatan Cephesini kurmak olmuştur. Vatan Cephesi.ne katılanların adları radyodan teker teker okunarak bu kişiler teşvik edilmiş ve hatta belli konumlarda yer alan bazı kiGiler katılması yönünde zorlanmıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

17 Şubat 1959.da Menderes.in başkanlığında  Londradaki Kıbrıs görüşmelerine giden delegasyonu taşıyan uçak Londra yakınlarında aşırı sisten dolayı düşmüştü. 14 kişinin şehit olduğu bu uçak kazasında Menderes.in yara almadan kurtulması, iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açmıştır. Ankara Garında Menderesi, Bayar ve İnönü.nün de bulunduğu devlet erkânı ve büyük bir kalabalık coşkuyla karşılamıştır. 
İnönü nün Menderesi tren garında  karşılaması ve ona geçmiş olsun dileklerini iletmesi iktidar-muhalefet arasındaki çatışmanın bir süreliğine yumuşamasına neden olmuştur. Menderese DP.nin ileri gelenlerince İnönü.ye nezaket ziyaretinde bulunması yönünde telkinlerde bulunulmuştur. Ancak bu girişim Bayar tarafından “CHP.ye güven olmaz” gerekçesiyle engellenerek, iktidar-muhalefet arasındaki yumuşama sürecine son verilmiştir (Altaş, 2011: 133). 

 Bu sıralarda TBMM düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da ya toplantılar kısa sürmüş, ya da iktidar-muhalefet arasındaki kavgaya varan gerginlikler yaşanmıştır. Bu durum muhalefetin faaliyetlerini daha çok Meclis dışına kaydırmasına yol açmıştır. Nitekim İnönü, Nisan 1959.da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenlemeye karar vermiştir. İnönü.nün bu geziyi Büyük Taarruz.da Yunan Başkomutanı Trikupisi esir aldığı Uşak ta başlatması DP lilerin tepkisini almış ve İnönü Uşaktan İzmir e giderken DP.li kızgın kalabalığın saldırısına uğramış ve başından yaralanmıştır. Sonradan Uşak Olayı olarak tarihe geçecek bu olaydan sonra iktidar-muhalefet ilişkileri iyice gerilmiştir. 1960 yılında da politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak oldukça zorlaşmıştır. 1960.ın başında İnönüyü Kayseri.ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü.den Ankara.ya geri dönmesi istenmiştir. Ancak İnönü nün bu teklifi kabul etmeyerek, yoluna devam etmesi iktidarı zor durumda bırakmıştır. (İnan, 2007: 121). Bu dönemde iktidar muhalefeti “ihtilal kışkırtıcılığı”yla, muhalefetse iktidarı bir “istibdat idaresi kurmakla” suçlamıştır. Bu dönemde CHP.nin 15 Mart.ta Güney Kore Diktatörü Syngman Rhee.ye karşı ayaklanmaların başlamasını, basına örnek alınması gereken bir davranış gibi yansıtması iktidar-muhalefet arasındaki gerginliği iyice artırmıştır. DP Meclis Grubu 18 Nisan 1960.da, CHP.nin yasadışı yöntemlerle siyasal mücadele yaptığını, bir kısım basın organlarının da onu bu yolda desteklediğini ileri sürerek tamamı DP.li 15 kişilik bir soruşturma kurulu olan Tahkikat Komisyonunu kurmuştur (Tunçay, 2000: 186). Bu Komisyonun kararları kesin nitelikte olup, Komisyonun kararlarına karşı başvurulacak bir üst makam öngörülmemiştir. Komisyona bütün yayınlara sansür koymak, her türlü toplantıyı ve siyasal eylemi yasaklamak gibi birçok olağanüstü yetki verilmiştir (Kongar, 2006: 154). 

Muhalefeti ve basını soruşturmakla görevlendirilen, gazete kapatılması ve hatta muhaliflerin tutuklanmasına kadar varabilen geniş yetkilerle donatılan bu 
Komisyona, muhalefetin tepkisi gecikmemiştir (Okutan, 2011: 146). Tahkikat Komisyonunun oluşturulması için hazırlanan önergenin Meclis görüşmeleri 
esnasında, İnönü.nün yaptığı konuşma, 27 Mayıs.ta yapılacak askeri müdahalenin de ilk işaretini teşkil etmiştir. İnönü Meclis konuşmasında şöyle demiştir: “Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimini kurarsa, o memlekette ihtilal behemehâl olur. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. şimdi arkadaşlar, Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir hak olarak kullanılacaktır” (Tunçay, 2000: 187). Bu konuşmanın yapıldığı gün kurulan Tahkikat Komisyonu, muhalefetle basın aleyhinde ortaya atılan iddiaları soruşturmak üzere görevlendirilmiş ve soruşturmalar bitene kadar bütün siyasi toplantılar yasaklanmış, Meclis görüşmeleri ve önergelerin Resmi Gazete dışında hiçbir yayın organında yer almamasına karar verilmiştir. Tahkikat Komisyonu Meclis.ten aldığı bir kararla Meclis.teki görüşmeleri yayınlayan gazetelere karşı tedbirler almış ve Komisyona karşı çıkan nitelikteki yazılara yer veren dergi ve gazeteler kapatılmıştır (Dilipak, 1990: 251). Daha sonra da 27 Nisan 1960.da Tahkikat Komisyonunu ek yetkilerle donatan bir yasa çıkarılmıştır. Bu yasayla Tahkikat Komisyonu, sivil ve askeri savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olmuş, istediği ev ve kuruluşu basarak, öngördüğü bilgi ve evraka el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve hatta matbaalarıyla birlikte kapatılmasına karar verebilecek yetkilere kavuşturulmuştur. Komisyonun kararlarına karşı gelmenin veya kararlarının savsaklanması nın ise üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması öngörülmüştü. Bu yasanın kabulünden sonra 12 CHP millet vekiline 3 ile 6, İnönü.ye de 12 oturum Meclis.ten çıkarılma cezası 
verilmiştir. İnönü.nün 18 Nisan daki konuşmasının Meclis tutanaklarından silinmesine karar verilmiştir. Oturumlardan çıkarılma cezası alan milletvekillerinin direnmesi üzerine, söz konusu milletvekilleri Meclis Genel Kurulu Salonundan polis zoruyla çıkarılmıştır (Toroğlu, 2007). 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3



 II. TÜRKİYE’DE 1950-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: DP İKTİDARI-CHP MUHALEFETİ 

A. 1950-1954 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

 16 gubat 1950.de çıkarılan 5545 sayılı yasadan sonra, 1950 seçimlerinin hazırlıklarına başlanmıştır. 1950 seçimleri öncesinde CHP, Atatürk tarafından 
kurulan, Cumhuriyeti ilan eden, bürokrasi ve ordu tarafından desteklenen, laiklik ve modernleşmenin öncülüğünü yapan parti olarak iktidar yarışında kendini daha Şanslı görmüştür. Seçmenler ise CHP yi kendisi için bir ayrıcalık olarak addettiği misyonundan değil, bu misyonu edinebilmek için uyguladığı baskılardan, savaş 
yıllarında yüklediği ekonomik külfetlerden tanımıştır. DP nin 1950 seçimleri için yürüttüğü seçim kampanyası; tek parti idaresinin din üzerindeki baskısına ve 
ekonomi üzerinde devletin ezici nitelikli denetimine son verilmesi şeklinde sıralanabilen iki temel üzerine konuşlanmıştı (Taşyürek, 2009: 45). DP seçim 
bildirgesinde; üretimi artırıp, vergileri azaltacağını, dengeli bir bütçe ile ülkenin ekonomik durumunu düzelteceğini, ülkeye yabancı sermaye çekmek için ülke 
şartlarının düzeltileceği, özel sermayenin geliştirileceği, ekonomide hükümet tekelinin kaldırılacağı şeklinde birtakım vaatlere yer vermiştir. CHP.nin seçim 
bildirgesinde yıllardır devam eden devletçi ekonominin yerini özel mülkiyetin alacağı, yabancı sermayenin girişinin özendirileceği, paranın değerinin korunacağı gibi vaatler yer almıştı. CHP nin seçim bildirgesinde yer alan asıl dikkat çekici husus ise, CHP nin dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devrimlerinin temelini oluşturan altı ilkenin Anayasadan çıkarılmasıdır (Altaş, 2011: 54-55). DP seçimlerden önce radyo konuşmaları, yazılı açıklamalar ve halka doğru bir dizi mitingler yaparak büyük bir seçim kampanyasına girişmiştir. 1946.dan itibaren hürriyet ve demokrasinin sembolü haline gelen DP, verdiği mücadelede milli iradenin sancaktarlığından, demokrasinin öneminden sıklıkla söz etmiş olup, DP.li adaylar yurdu karış karış gezerek halk ile her zaman ve zeminde iletişim kurmak için büyük çaba harcamışlardır (Demir, 2010: 206). 1950 seçimlerinde DP, Türk siyasi tarihine damgasını vuran, halkın tek parti iktidarına ve baskıcı 
uygulamalarına duyduğu tepkinin de ifadesi olan “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını kullanmıştır (Altaş, 2011: 55). Türk siyasal hayatında ilk kez sıradan bir demokrat ülke standartlarında, hâkim teminatı altında gizli oy, açık tasnif usulü ile yapılan ilk çok partili genel seçim olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinde (Şeyhanlıoğlu, 2011: 191), DP oyların %53.3.ünü alarak 420 milletvekili, CHP %39.9.unu alarak 69 milletvekili, Millet Partisi (MP) %3.1.ini alarak 1 milletvekili çıkarmıştır. 
Ayrıca seçimlerde 1 de bağımsız milletvekili seçilmiGtir. Birden çok partinin ve bağımsız adayların katıldığı bu seçimde “adi çoğunluk seçim sistemi”nden dolayı 
aGkın ve eksik temsil gerçekleşmiştir (Buran, 2005: 107). Ancak buna rağmen 14 Mayıs 1950 seçimleriyle DP.nin barışçı yollarla ve müdahaleye yol açmadan 
iktidara gelmesi, dönemin şartlarında gelişmekte olan ülkeler için benzersiz bir deneyim olmuştur (İnan, 2007: 117). Özetle DP, kuruluşundan itibaren her türlü aşırılıktan imtina ederek, kanun dışına çıkmadan, halka dayalı, ortak tarihe ve kültüre vurgu yapan pragmatist bir siyaset izleyerek iktidara gelmiş, bu şekilde de büyük bir toplum mühendisliğinin yaşandığı 27 yıllık tek parti iktidarına kansız ve muvazaasız olarak son vermiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 193). 

Seçimlerin ardından TBMM.nin 22 Mayıs 1950 tarihli oturumunda Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan ise Meclis Başkanı seçilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 
195). Sıra Başbakanın atamasına gelince Menderes Bayar a Köprülü yü teklif etmiş, fakat Bayar hükümeti kurması için Menderes.i görevlendirmiştir. Ayrıca 
Partinin liderliğini de Menderes e devretmiştir (Bayar, 2010: 142-143). Menderes.in başkanlığındaki DP.nin ilk kabinesi, 2 Haziran 1950.de oylamaya 
katılan 282 milletvekilinin oy birliğiyle güvenoyu alarak göreve başlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 197). Ancak 2 Haziran 1950.de beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM.de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes.in son konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP.li 
milletvekillerinin salonu terk etmesi, gelecekteki partiler arası ilişkiler bakımından iyiye yorulmayacak bir emareyi teşkil etmiştir. Teorik düzlemde DP ve CHP.nin çok fazla sayıda ortak noktaları olmasına rağmen, on yıl süren DP iktidarı boyunca iki parti arasında sürdürülen ilişkinin biçimi, her geçen zaman partiler arasındaki çekişmenin şiddetini artırmıştır. Bu ise Türk siyasal kültüründe aktif muhalefetin yapıcılığının ve eleştirinin hoş görülmesi alışkanlığının yerleşmemesiyle açıklanabilir (İnan, 2007: 118). 

DP işbaşına gelir gelmez dinin toplumun en önemli sosyokültürel öğesi ve hücrelerine nüfuz etmiş temel özelliği olduğunun farkına varmıştır. Marksizm.in 
tersine dinin toplumsal, ekonomik altyapıları belirleyeceğine inanan, Weberyen bir perspektife sahip olan DP, CHP.nin yaptığı gibi dinin bu özelliğini bastırmaktan ziyade bunu açığa çıkarmanın yararlı olacağını düşünmüştür (Kahraman, 2007: 28-29). Bu bağlamda seçim vaatleri arasında yer alan 1932 yılında çıkarılan Arapça ezan okunmasını yasaklayan yasayı yürürlükten kaldırarak, ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlayan 5665 Sayılı yasayı muhalefetin de desteğiyle çıkarmıştır. 
Ayrıca baskı altında olan diğer hürriyetler de teker teker hayata dönmeye başlamıştır. 

Radyoda dini program yasağı kaldırıldığı gibi, Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli veya aleni dershane açanlar hakkındaki 23 Eylül 1931 tarih ve 12073 Sayılı 
Kararnamedeki yasaklara da son verilmiş, ayrıca 4 Kasım 1950.de Roma da imzalanan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi gereği din dersleri ilkokul programına dahil edilmiştir (Taşyürek, 2009: 60). 

 Dini liberalizasyonlar konusunda oldukça yol kat eden DP.nin 1950 seçimleri sonrasında CHP.ye karşı tutumu, muhalefette iken CHP.nin kendisine 
karşı olan tutumundan farklı olmamıştır. I. Menderes Hükümetinin güvenoyu aldıktan sonraki ilk icraatları arasında orduda CHP.ye yakınlık duyan üst düzey 
komutanların ve bürokratların tasfiyesi yer almıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 22). Hükümetin ilk ayı içinde Genelkurmay Başkanı dahil ordunun birçok komutanı 
emekliye sevk edilip, siyasete bulaşmamış ordu komutanları atanarak, DP üzerindeki baskı unsurlarından biri yok edilmiştir. Ordudaki bu değişikliğin 
ardından iki hafta içinde, ilk önce valiler arasında geniş çaplı bir rotasyon gerçekleştirilmiş, ardından da neredeyse yurdun her tarafında kaymakamların 
tamamının yerlerini değiştiren kaymakam kararnameleri çıkarılmıştır (Altaş, 2011: 67-68). Ayrıca bu hükümet döneminde, Kore Savaşına asker gönderme kararı alınmış, yerel yönetim seçimleri yenilenerek, muhtarlık, belediye ve il genel meclisi seçimleri yapılmıştır. Yapılan yerel seçimlerde de DP, oyların çoğunu alarak birinci parti gelmiştir. Şöyle ki, DP 13 Ağustos 1950 Muhtar Seçimlerinde 19.052 muhtarlık kazanırken, CHP ise 13.152 muhtarlık, MP ise 130 muhtarlık kazanmıştır. 3 Eylül 1950.de yapılan belediye seçimlerinde DP 600 belediyenin 560.ını kazanmıştır. 15 Ekim 1950.de yapılan il genel meclisi seçimlerinde de DP 51 ilde mutlak çoğunluk sağlamayı başarmıştır. Ancak büyük değişikliklere ve başarılı icraatlarına rağmen DP parti içinde yaşanan çatışmalarla sarsılmıştır. Parti içindeki istifaların artmasından dolayı I. Menderes Kabinesi 8 Mart 1951.de istifa etmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 201-203). 

8 Mart 1951.de istifa eden Menderes, Bayarın tekrar görevlendirmesi üzerine 29 Mart 1951.de hükümeti tekrar kurmuştur. II. Menderes Hükümeti döneminde, başta CHP olmak üzere, bazı egemen güçler iktidarı irtica suçlamasıyla yıpratmaya, halkın üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır. 
Ancak Menderes Hükümeti, irtica yanlısı bir parti olmadığını ve Atatürkçü çizgiden uzaklaşmadıklarını göstermekten çekinmemiştir. Şöyle ki, Atatürk heykellerine yönelik olarak Ticaniler tarikatı tarafından yapılan saldırılardan sonra 1951.de Atatürk ü Koruma Kanunu çıkarılarak, bu tarikat cezalandırılmış, Atatürk e yönelik saldırılar önlenmiştir. Ayrıca 1953.de İslamcı gazetelerin yazılarından etkilenerek laik ve liberal fikirleriyle tanınan gazeteci Ahmet Emin Yalman a suikast girişiminde bulunan Hüseyin Üzmez.in bu girişiminden sonra, birçok İslamcı yayın ve teşkilat yasaklanmış, gerekli olan yasal düzenlemeler 
sertleştirilmiş ve laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla MP kapatılmış tır (Taşyürek, 2009: 60-62). 
Cumhurbaşkanı Bayar tarafından her Cumhurbaşkanı değiştirildiğinde devlet dairelerine yeni Cumhurbaşkanının resminin asılmaması, devlet dairelerinde yalnızca Atatürk.ün resminin bulundurulması, paraların üstünde de sadece Atatürk.ün resminin bulunması istenmiştir. Ayrıca Bayar, Çankaya. nın oda ve salonlarının da Atatürk.ün zamanındaki şekline sokulmasını tamim 
ettirmiştir (Bayar, 2010: 169). Bu dönemde Atatürk.ün Meclis.teki silah arkadaşlarının ve Kemalistlerin yapamadığını Menderes ve arkadaGları yapmıştır. 
Atatürk.ün naşı Etnografya Müzesinden, Menderes ve Bayarın sürekli uyarı ve çalışmaları neticesinde yapımı tamamlanan Anıt kabire nakledilmiştir (Taşyürek, 
2009: 74). 

 1950-1954 dönemindeki iktidar muhalefet ilişkilerinde partilerin rollerinde belirgin değişiklikler gözlenmiştir. Tıpkı 1946-1950 döneminde olduğu gibi, 
siyasal özgürlüklerle ilgili çatışmalar belirginleşmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin 1950.de iktidar oluşu, ülkede demokratik prensiplerin hızlı bir şekilde yerleşeceği umudunu yeşertmiştir. Bu umut DP iktidarının ilk yıllarında pratik edilmiş, ancak zamanla meydana gelen bazı hadiseler demokratik prensiplerden tavizleri beraberinde getirmiştir. Meclis.teki „çoğunlukçuluk., „çoğulculuğa. galip gelmiş, iktidarla muhalefet arasındaki ilişki her geçen gün sertleşmiştir. CHP.nin muhalefeti ise, sürekli ve etkili bir şekilde sürmüştür. Ülkenin durumu, 1950 ler den itibaren muhalefete siyasal malzeme sağlayacak durumda olmuş, fakat DP.nin uyguladığı politikalar CHP.nin muhalefet yapma yollarını tıkamıştır. Ancak bu dönemde, toplumun iktidar partisine olan sempatisi canlı tutulmuştur (Okutan, 2011: 139). Bunda sağlanan ekonomik rahatlama ve büyüme etkili olmuştur. 1950-1954 yılları arasında, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması için çok sayıda kamu yatırımlarına girişilmiştir. Bu dönemde ekonomi alanında kaydedilen gelişmeler sayesinde, kırsal kesime para akarken, ülke içinde ve dışında tüketici mallarına talepte büyük bir artış gözlenmiştir (Ahmad, 2011:141). Bu dönemde başta tarım sektörü alanında olmak üzere yaşanan ekonomik büyüme, Anadolu sermayesinin birikmesine imkân tanımış, buradan sanayiye aktarılan sermaye birikimi güçlü 
işletmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomide kaydedilen gelişmelerden dolayı toplumsal desteği güçlenen DP, bu dönemde CHP ile hesaplaşmaya devam etmiştir. Bu alanda atılan adımlardan biri de CHP.nin elindeki mallara yönelik olan girişimlerdir. Tek parti döneminde 
CHP, büyük miktarda mal edinmiştir. Özellikle il özel idaresi ve hazineden halk evlerine ciddi miktarlarda kaynak aktarılmış ve bu kaynağın büyük bir bölümü de CHP.ye aktarılmıştır. DP grubunda oy birliğiyle alınan bir kararla, halk evlerinin mallarının tamamı ve CHP. nin elinde bulunan malların bir bölümü (57.629.491 
lira), 8 Ağustos 1951.de kabul edilen bir yasa tasarısıyla hazineye devredilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 205). CHP.nin malvarlığının ikinci kısmına da 9 Aralık 
1953.de çıkarılan 6195 Sayılı CHP.nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri Kanunuyla el konulmuştur. Bu yasayla CHP.nin elindeki Genel Merkez Binası ve 
Ulus Gazetesi olmak üzere birçok mal varlığına hazinece el konulmuştur. 
Bu yasa, bir anlamda Halk evlerinin de sonu anlamına geliyordu. DP muhalefetteyken en çok eleştirdiği noktalardan biri olan radyonun parti propagandası için sadece hükümet tarafından kullanılmasıydı. Ancak DP iktidara geçtikten sonra, o da devlet radyosunu kendi tekeline almakta gecikmemiştir (Tunçay, 2000:179). Ayrıca bu dönemde DP Komünizm Propagandası yapıldığı ve ders programlarının liyakatli öğretmen yetiştirmeye elverişli olmadığı ve köylerde CHP.nin eli kulağı olarak tek parti rejimini yerleştirdiği gerekçesiyle, 27 Ocak 1954.de çıkardığı 6234 sayılı yasa ile Köy Öğretmen Okulları adı altında, diğer öğretmen okulları ile birleştirerek Köy Enstitülerinin varlığına son vermiştir. Böylece DP, sandıkta CHP.yi sildiği gibi, tek parti döneminin hem ekonomik hem de toplumsal dönüştürme araçlarının başında gelen ve devrimlerin köylere inmesine ön ayak olan kurumları ve mallarıyla da halkın desteğiyle tarihten silinmiş oluyordu (Albayrak, 2003: 373; Karpat, 2010: 323, aktaran; Şeyhanlıoğlu, 2011: 206). 


 Gerek siyasal gerekse ekonomik anlamda liberal bir platformla iktidara gelen DP.nin bazı konulardaki tutumu, partinin liberalizminin sınırlarını ortaya 
koymuştur. Yasal çerçevedeki anti demokratik öğeleri ayıklamayı vaat eden DP.nin bu yönde bazı çalışmaları olmuş, ancak DP özellikle basına karşı gerekli 
hoşgörüyü gösterememiş, eleştirilere katlanamamıştır. Henüz 1951.de bir resmi ilanlar kararnamesi çıkararak, gazeteleri hükümetin takdirine göre ödüllendir mek ya da cezalandırmak imkânına kavuşmuştur. 1953 Temmuzunda Ceza Kanununda değişiklik yaparak, bakanların basında küçük düşürülmesine karşı uygulanan yaptırımlar adeta otomatik hale dönüştürülmüş, bu dönemi takip eden 1954 seçimleri öncesinde de Basın Kanunu tadil edilerek, basın karşısında hükümet ispat hakkı tanınmaksızın güçlü bir konuma erişmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin akademisyenlere karşı olan tutumu da basından farksızdır. Akademisyenlerin ilk yıllarda DP.ye olan desteği, zamanla CHP ye doğru kaymıştır.  
DP.nin vaat ettiği hürriyet ortamı ve temel reformların gerçekleşmemesi akademik çevrelerde büyük bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır. DP iktidarı da sert bir şekilde eleştirilerde bulunan ve CHP.ye destek veren öğretim üyelerini daha iyi denetlemek amacıyla 5 Temmuz 1954.te, öğretim üyelerini Milli Eğitim Bakanlığı emrine almaya yönelik olan 6535 sayılı yasayı çıkarmıştır. Bu yasayla DP.ye muhalif olan bazı öğretim üyeleri Bakanlık emrine alınarak cezalandırıl mıştır (Demir, 2010: 501). Sıralanan tüm bu olaylar, her geçen gün DP muhaliflerinin sayısını artırmıştır. Ağırlıklı olarak 1954.den önce gerçekleşen bu olaylar tesadüfî değildir. Çünkü bu dönem yukarıda da değinildiği gibi hükümetin ekonomik alanda başarılı olduğu ve arkasında ciddi bir halk desteğinin olduğu bir dönemdir. 

Bu dönemde Meclis.te ciddi bir muhalefet olmadığı gibi, Meclis aritmetiği de DP.nin lehinedir ve DP dışında bir hükümetin kurulma ihtimali yoktur 
(Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

 4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***