31 Ocak 2015 Cumartesi

Varlık Vergisi Gerçeği

Varlık Vergisi Gerçeği






  
 Arslan Başer Kafaoğlu

Basım tarihi: Şubat 2002

A. Başer Kafaoğlu bu kitabında, 11 Kasım 1942 yılında çıkarılan "Varlık Vergisi" hakkındaki kanunun uygulanışı ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalara ışık tutuyor.
Yazar, Salkım Hanımın Taneleri adıyla yayımlanan kitabın ve aynı isimle kamu olanakları harcanarak çevrilen, ödüllerle donatılan filmin çarpıttığı gerçekleri yerli yerine oturtuyor.
Kafaoğlu, Batı´ nın Türkiye´ye dayattığı azınlık politikalarının bir devamı olan "Varlık Vergisi ile azınlıklara baskı ve zulüm uygulandı" iddialarına karşı, aynı dönem, köylülerin ve emekçilerin çektiği sıkıntıları ve acıları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Üç bölümden oluşan kitapta yer alan bazı konu başlıkları şunlardır:
"Savaş Türkiye´yi Dünyadan Koparıyor", "Gelir Politikaları", "Harcama ve KİT Politikaları", "Büyük Kentlerin Beslenmesi", "Varlık Vergisi", "Köylüye Vergiyle Binen Yük", "Fiyat Mekanizmasıyla Köylüye Ek Yük", "Kim, Ne Ödedi? "...

İÇİNDEKİLER


ÖNSÖZ YERİNE 10

  
BİRİNCİ BÖLÜM 18

I. SAVAŞ, TÜRKİYE'Yİ DÜNYADAN KOPARIYOR 20

Savaş Tehlikesinin Yaklaşması 22

İki Deniz Subayının Romanya Serüveni 24

II. SAVAŞ VE EKONOMİMİZ 25

A. Savaş ve Ekonomi 26

B. Terk Edilen İsabetli Politikalar-Enflasyon 27

C. Çöken Yerel Yönetim Maliyesi 30

D. Vergi Sistemi de Çöküyor 31

E. Giderlerin Hızla Artısı 32

F. Ekonominin Genel Durumu 34

Sonuç 36

İKİNCİ BÖLÜM 37

I. GELİR POLİTİKALARI 37

Savaş Nasıl Finanse Edildi? 38

A. Dönemin Vergileri 39

B. Cari Vergi Uygulamalarının Sonuçları 45

C. Ne Yapılabilirdi? 47

II. HARCAMA VE KIT POLİTİKALARI 52

Ne Yapılabilirdi? . 54

III. BÜYÜK KENTLERİN BESLENMESİ 55

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 56

VARLIK VERGİSİ 56

Yasa ve Vergi Tekniği 56

Basın. Vergiyi Genellikle Beğendi 57

Niçin En Çok Gayrimüslimden? 59

Vergi Nasıl Yasalaştı, Nasıl Uygulandı? 61

Güdülen Hedeflere Ne Kadar Yaklaşıldı? 63

İs Sahiplerinin Türkiye'den Kaçtığı İddiası 64

Ülkenin ve Köylünün Acıklı Durumu 66

Köylü Enflasyonu 68

I. KÖYLÜYE VERGİ İLE BİNEN YÜK 69

Hayvanlar Vergisi 69

Toprak Mahsulleri Vergisi 69

II. FİYAT MEKANİZMASIYLA KÖYLÜYE EK YÜK 72

Maaşsız Askerlik 74

III. KİM, NE ÖDEDİ? 75

Acaba Bunları Hangi Gruplar Yüklendi? 75

Dolaylı Vergiler 77

Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi'nin

Tahakkuk Usullerinin Tartışılması 80

EKLER 83

EK 1: VARLIK VERGİSİ VE DEVLET ADAMLIĞI 85

EK 2: SALKIM HANIM: TERSİNE TARİH! 88

EK 3: SALKIM... SALKIM... TRT'LEME... 95

EK 4: VARLIK VERGİSİ HAKKINDA KANUN 100

EK 5: VARLIK VERGİSİ KANUNU'NA EK KANUN 107

EK 6: BAKAYANIN TERKİNİ HAKKINDA KANUN 108

EK 7: 1. MÜKELLEFLERİN TESPİTİ VE

İS MAHALLERİNE GÖNDERİLMESİ 109

2. MÜKELLEFLERİN ÇALIŞTIRILMASI 112


Bu kitabı İkinci Dünya Savası'nın en ağır yükünü taşıyan köylü kadınlarımıza, bugüne kadar kimsenin farkına varmadığı özverilerine, bu ulusun sade bir bireyi olarak duyduğum şükran ve minnet duygularımı ifade edebilmek için yazdım.


  
ÖNSÖZ YERİNE

  
1949 yılında Siyasal Bilgiler okulunu bitirdim. Memurluk yaşamımın ilk yılları sönük geçti. Sonra1951 yılında giriş sınavını kazanarak Maliye Bakanlığı Hesap Uzman Yardımcısı oldum. İstanbul'da görev verdiğim ilk yılda iş dünyası Varlık Vergisi'nin taze anıları içindeydi. Varlık Vergisi uygulamasında en çetin görevi Maliye Bakanlığı Teftiş Heyeti yüklenmişti, bizim grubumuzdaki kıdemliler de bazı görevler almışlardı. Aslında ne Maliye Müfettişleri, ne de bizim kıdemlilerimiz bu anılarından konuşmak istemezlerdi. Bir kötülüğe zorunlu olarak karıştırılmış olmakla, aslında öfkeliydiler bu konuda.

Uzmanların bugün de çalıştığı Karaköy'deki binasında üçüncü katta bir Büyük Salon vardı. İşten artan zamanlarda burada buluşur, sağdan solda konuşurduk. Aslında benim yaşımdaki arkadaşların bu salondan epeyce anıları vardır. Salonun bizim dönemlerdeki bülbülleri rahmetliTuğrul Bora, yine rahmetli İsmail Ertan, bir de Ramazan Göçmen idi. Vergicilik dışında günlük olaylarda konuşulurdu. En çok konuşulan da, o yılların genç iktidarı Demokrat Parti ile CHP arasındaki çekişmelerin yorumları, lig maçları olurdu. Lig maçları konuşulurken Beşiktaş'ın eski yıldızlarından Faruk ağabey de (Bilginoğlu) gelir ve zengin futbol anılarıyla bizi büyülerdi.

Ayrıca bir de Küçük Salon vardı. Genellikle Hayrullah Korgan, Cemil Uzunoğlu, Necati Karsel, Halûk Uğurlu gibi daha kıdemli üstadlarımız orada sohbet ederlerdi. Her iki salonda da yukarıda anlatılanlar dışında birçok mali, siyasi konu üzerinde söz açılırdı da, yakın anıları hâlâ sıcak Varlık Vergisi'nden söz açıldığını bir tek istisna dışında anımsamıyorum.

Karşı binanın alt katında Maliye Müfettişleri Grubu vardı. Ağabeyim Maliye Müfettişi olduğu için ziyaretine giderdim. Orada Varlık Vergisi uygulamasına katılmış Nezih Sirel, Necmi Tansu, Münir Mostar, Barık Uluğ gibi kıdemli müfettişlerle konuşurduk çeşitli konuları. Her iki kurulda, Varlık Vergisi konusunun, olayın çok yakın zamanda olmasına rağmen, konuşulduğunu anımsamıyorum. Her iki örgüt. Varlık Vergisi uygulamasında parlak bir sınav verip, basında ve kamuoyunda övgü ve itibar görmüşlerdi. Böylesine her şeyin, uygulayıcılarının takdirine bırakılmış konularda, dürüst bir uygulayıcı notunu almak kolay değildi.

Özellikle uygulamanın en sorumlu görevlerinin verildiği müfettişler, doğrusu Türk Bürokrasisi için yıllarca övünülecek bir sınav başarısı vermişlerdi (Hesap Uzmanları Kurulu, Merkez'e bağlı bir birim olarak Varlık Vergisi'nden daha sonra kuruldu).

Ben Hesap Uzman Yardımcısı olduğumda, gerek Teftiş ve gerekse Hesap Uzmanları Kurulu, Kazanç Vergisi yerine getirilen Gelir Vergisi Reform yasalarının başarıya ulaştırılması çalışmaları içindeydi. Reform yasaları 1950 yılında yürürlüğe girmişti ve henüz ben kurula girdiğimde (Şubat 1951) ilk gelir ve kurumlar vergileri yıllık bildirimleri yapılmamıştı. Ve heyecanla bekleniyordu. Bu yeni yasalardan her iki kurul çok umutluydu.

Ama Mart ve Nisan'da ilk beyanlar verildi. Sonuç büyük bir hayal kırıklığı getiriyordu. Özellikle, Hesap Uzmanları Kurulu'nda hayal kırıklığı ve üzüntü derindi. Gelir Vergisi Reform yasalarının hazırlığında görevde bulunan Maliye Bakanları Şevket Adalan olsun, İsmail Rüştü Aksal olsun, eski bir maliye müfettişi idiler.

Ancak bu kurulun çalışma kapasitesini düşürmemek için olacak hazırlıklarda daha çok Hesap Uzmanlarından yararlanmışlardı. Reformun stratejisi, o yıllar Türkiye'de ders okutan büyük Alman iktisatçısı Prof. Neumark ile Hesap Uzmanları Kurulu'nun, bu kurul durdukça anılardan düşmeyecek üyesi, büyük insan Ali Alaybek tarafından çizilmişti. Hatta büyük kısmıyla Reformun ana çizgilerini rahmetli Alaybek çizmişti denilebilir. Rahmetli Rasim Saydar Reform Komisyonu'nun 1943'ten beri üyesiydi. Kanunlar şekillendikçe, hatta TBMM geçmeden Vergi Daireleri'nin eğitimine başlanmış ve burada da işi kurul yüklenmişti. Yasalar çıktıkça nasıl uygulanacağını anlatan izahnameler, yine kurul üyeleri İhsan Gürsan, İlyas Seçkin, Muzaffer Egesoy gibi uzmanlarca kaleme alınmıştı. Eğitim konularında Mehmet Ali Adalan, Adil Yücefer veMuhtar Güredin rehberliğinde çalışılmaya başlanmıştı. O günlerde TV yoktu; fakat radyolar çok etkiliydi. Devlet radyolarında, Vergi Reformu'nun anlatılması için oldukça geniş saatler ayrılmıştı. Bu saatlerde Sabri Kayralcı, Sezai Kurdoğlu, İlyas Seçkin ve Tarık Hatusil son derece duru açıklamalarla aydınlık saçıyorlardı. Ayrıca her defterdarlıkta danışma büroları açılmıştı. Bir gün, bu kursa devam eden bir memurun konuşmasına rastlantıyla tanık oldum:

"Birader orada bize ders veren uzmanı görsen şaşırır kalırsın. Adam sadece muhasebe ve maliye bilmekle kalmamış. Ayakkabıcı geliyor onun nasıl çalıştığını biliyor. Şekerciyle şekerci, kumaşçıyla adeta kumaşçı, kuyumcuyla kuyumcu gibi konuşuyor. Nerede öğrenmiş, nasıl öğrenmiş bütün bunları? Bir de böylesi bilgi sahibiyken öylesine alçak gönüllü, sorma..."

Kısaca içine girdiğim ve hâlâ oradaki çalışmalarımla övündüğüm, kurul kendi çocuğu öldürülmüş ya da sakat bırakılmış bir annenin kızgınlığına benzer duygular içine girmişti. Uzmanlar arasında sakin olanlar pek azdı.

Bunlar arasında Ali Alaybek anılmaya değer. Üstadımız Gelir Vergisi'nin zamanla oturacağına inanıyordu.

Kısa sürede aksaklıklar olabilirdi, hatta mutlaka olacaktı. Sabırla, akılla, bilimle düzeltmeler yapılarak, ama hiç öfkeye ve benzer duygulara kapılmadan, o düşük tarifelerle (en düşük oran yüzde beş, en yüksek oran yüzde 35) yola devam edilmeliydi. Ama o bilge adamın bu öğütleri bile hiddet uyandırıyordu. Kolay değildi; o yıl ilk kez bütçe milyar liraya sığmamış, bir milyar eşiği aşılmıştı. Beyannameli mükellefler beyanlarına bakılırsa, sadece 155 milyon ödeyeceklerdi. Doğrusu kızmamak elde değildi. Bu kızgınlığın, hem TBMM'de ve hem de Maliye Bürokrasisi'ndeki sonuçları, çalışmasına başladığım 20. Yüzyılda Türkiye iktisat Tarihi kitabında anlatılacaktır. Buraya, Varlık Vergisi'nin ilk kez bu günlerde Maliye Bürokrasisi'nde konuşulmaya başlandığını anlatmak için geldim.

İnsanlar ve insan toplulukları, umutlarını kıran olaylarda, çok üzüldükleri dönemlerde, geçmişe bakıp oralarda işlenen hatalara yanarlar. Hele o hataları kendileri değil de başkaları işlemişse, herşeyi o hata ile açıklamayı yeğ tutarlar. Bu nedenle, grubumuzda, Varlık Vergisi ile yapılan hatalar ve Varlık Vergisi anıları konuşulmaya başlandı.

Hiç unutmam bir gün, Küçük Salon'da bizden oldukça kıdemli bir hesap uzmanı yüksek sesle anlatıyordu, bir gelir vergisi yükümlüsünün kendisine söylediklerini aktarıyordu:

"Varlık Vergisi'nde altın yumurtlayan tavuğu kestiler. Şimdi akıllanan tavuklar yumurtalarını kolay kolay vermeyecekler. R... Bey, vermem yumurtamı öyle kolayca..."

Konuşma hemen hemen salonu dolduran herkesçe onaylanıyordu.

Gelir ve Kurumlar Vergisi'ndeki düşük performansın suçunu, -eski iktidarların, kuşkusuz büyük teknik hatalarıyla da dolu- Varlık Vergisi'ne yüklemek... Bu iyi fikirdi ve hükümetle onu destekleyen basınca hemen sahip çıkıldı. İste o sıralarda piyasayı ayağa kaldıran bir kitap yayımlandı. Varlık Vergisi Faciası.

Kitabın yazarı, verginin uygulanmasında en çok payı olan eski İstanbul Defterdarı Faik Ökte'ydi. Ökte daha sonra Maliye Bakanlığı Teftiş Heyeti Başkanlığı'na atanmış ve oradan emekli olmuştu. İstanbul'da bir mali müşavirlik bürosu açmıştı ve memurken söyleyip yazamadıklarını bu kitaba dökmüştü. Kitap ilgi görerek bu konudaki tartışmaları alevlendirdi.

Kitabın Önsöz'ünde Faik Ökte söyle yazıyordu:

"Varlık Vergisi Cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartan bir sahifesidir. Bu verginin tatbikinde benimle beraber çalışan arkadaşlarımın çoğu ondan nefret ederler ve ceninin gömülmesini isterler. Ben bu fikirde değilim. Bu faciada siyaset adamlarının, memurların, mükelleflerin karşılıklı rolleri, hataları, ıstırapları vardır: onları olduğu gibi belirtmek, bu faciayı bütün çıplaklığıyla meydana çıkarmak ve bu suretle benzeri yeni yeni faciaların tekrarlanmasına mani olmaya çalışmak hepimize düsen vazifedir.

"Ben bu kitabı, iste bunun için yazıyorum. Kitabın tetkikinden anlaşılacağı veçhile, bu vergi bir siyaset adamının dimağından doğmuştur; teknik servislerin bunda hiçbir dahli yoktur. Memleketimizin bünyesi bu çeşit siyaset adamlarının doğmasına, daha doğrusu, siyaset adamlarının bu gibi ucubeler doğurmasına müsaittir. Bu sebeple, bu faciayı gömmektense, bilakis açmak ve meydana çıkarmak daha faydalı olur.

Kitapta CHP, sadece Varlık Vergisi nedeniyle değil, bütün ekonomi siyasetiyle ağır biçimde eleştiriliyordu.

Adeta iktidardaki Demokrat Parti'ye malzeme verecek yöndeydi.

Ne var ki, DP, bu malzemeye pek yüz vermedi. Çünkü onun liderlerinin silmek istedikleri kişi, yaniİnönü, bu olayla hiç bağlanmış değildi. Suç varsa yoksa zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na yükleniyordu. Bu nedenle kitabın yazdıklarıyla çok ilgilenmediler. Ama bir umutları vardı; belki Saraçoğlu bu ağır suçlamalara karşı söyle bir savunmaya geçebilirdi: "O devrin mutlak egemeni İnönü'ydü. Böyle büyük bir olaya onun haberi ve talimatı olmadan başvurulabilir miydi?"

Aslında böyle bir savunma, inandırıcı da olabilirdi. Gerçekten devletin savaş yıllarındaki egemeni İsmet İnönü'ydü. DP iktidarı, Saraçoğlu'ndan böyle bir beyan yapılmasının umudu içinde, onun dışarıda tedavi gördüğü yerden dönmesini bekledi.

Saraçoğlu daha yurda döndüğü vapurun merdivenlerinde gazetelerin soru yağmuruyla karşılandı. Ona Varlık Vergisi'nin kimler tarafından telkin edildiği soruldu; yanıt, son derece yalındı:

"Eser benimdir. O kadar benimdir ki, bugün aynı mevkide, aynı mali şartlarla karşılaşırsam, bu kanunun tecrübelerinden aldığımız dersleri de göz önünde tutarak, bir yenisini yapmakla tereddüt etmem."*

DP liderleri ve medya için işin "zevki!" kaçmıştı. DP hükümeti ve o günlerde çoğunluğu DP'yi tutan basın, bu nedenle işe boş verdi. Faik Ökte kamuoyu ilgisinden uzak kaldı, üstelik bir bilirkişilik skandalına karıştı. Varlık Vergisi tartışmaları da gündemden düştü. Ta 2000 yıllarına kadar.

2000'li yıllara girerken ülke çeşitli haksız saldırılara uğrama durumuyla karşı karşıya geldi. En büyük eleştiri ve yerme Türk ve Müslüman olmayanlara yapılan zulüm ve ayrımdı. Kürtlere ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelere Türk devletince oldukça ayrım ve hukuk dışı baskılar yapıldığı iddiaları ile yetinilmeyip, 85 yıl önce uygulanan Ermeni Tehciri gündeme getiriliyordu.Bazı ulusal ve yerel parlamentolar Türkiye devletinin Ermeni Tehcirini kabul (itiraf) etmesi yolunda kararları alırken, siyasette ağırlığı olan bir yazar, 60 yıl önce kabul edilip uygulanan Varlık Vergisinde gayrimüslümlere zulüm yapıldığını, kuskusuz edebi bakımdan nefisliği yadsınamayacak bir kitapla anlatıyordu: Salkım Hanımın Taneleri.

Yılmaz Karakoyunlu cidden hünerli bir yazar. Kitap kısa sürede birçok baskı yaptı.

Aslında bu iddia, ülkemizi zayıf düşürme gayretleri içinde olanların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildi. Durup durup hep Müslüman olmayan yurttaşlarımızın haksızlığa uğradığı belirtiliyordu. Ama haksızlığa uğrayan sadece onlar mıydı?

* Bkz. bu kitapta. Hasan Pulur'un yazısı. Ek 1, s.85.



1942 yılında üniversite ve lise mezunları 38 ay askerlik yaparken; memur, isçi ve emekçiler ağır bir enflasyonla gelirlerinin üçte ikisini yitirirken; bazı genç ve orta yaşlılarımız dört yıl askerlik yaparken; bunlar, ne o zaman ne de daha sonra dile getirilmedi, yazıya dökülmedi.

Hele o köylülerin çektikleri!..

Ülkemiz aydınları ve bilim adamları, köylülerimizin ve hele elleri öpülecek köylü kadınlarımızın uğradığı ve çektiği haddini aşmış haksızlıkları fark etmediler bile. Eğer bugün bağımsız bir devlet olarak yasıyorsak; bunu en çok, çocuğunun kundağını sırtına sarmış tarladan biçtiği ekinleri (askerdeki kocasının hasreti yüreğini kanatırken, kör olası sıtma nöbetleriyle tüm vücudu titrerken) kağnılarla köyün harman yerine taşıyan, döğenle daneyi samandan ayıran, uygun rüzgâr gelince savuran köylü kadınlarına borçluyuz. Varlık Vergisi'nde yapılan haksızlıklar üzerinde bu kadar kâğıt, mürekkep harcarken her birinin destansı özverilerine tanık olduğum elleri öpülesi bu bacılarımızın özverilerine ve acılı yaşamlarına dair, -gereği kadar demiyorum, çünkü gereği kadarına ne kâğıt, ne insanların ömrü yeter- hiçbir anlatıma rastlamayışımı ben büyük bir kadirbilmezlik sayarım hep. Bu nedenle Faik Ökte'nin kitabının alevlendirdiği tartışmalara, köylü bacılarımızın katlandığı onca azabı dile getiren yazılarla katılmayı, o günlerde çok istedim. Ama buna cüret edemedim. Bunun bir nedeni de, edebi yapıt verme konusundaki yeti eksikliğim oldu.

Ancak Yılmaz Karakoyunlu'nun kitabı, Salkım Hanımın Taneleri esas alınarak, hem de kamu olanakları harcanarak çevrilen ve ödüllerle donatılan aynı isimli bir filmle sinemalarda on binlerce insana Varlık Vergisi konusunda, azınlıklara hükümetimizin Hitlerimsi gaddarlıklar yaptığı anlatılmaya çalışılması hız kazanınca dayanamadım. Hamide, Şehriban, Hikmet, Şaziye, Elbis, Yeter ablaların çektiklerini anlatmaya niyet ettim.

Aslında İkinci Dünya Savası'nın sürdüğü yıllarda her sınıf ve gruptan yurttaşlar (istifçi ve o zamanın ünlü deyimiyle muhtekirler, karaborsacılar, bir de toprak ağaları dışında) büyük sıkıntı çekmiştir. Kent emekçileri, altı yıla kadar varan sürelerle çadırlı, barınma olanakları sınırlı ordugâhlarda askerlik yaptılar. Varlık Vergisi'ni ödemeyen yükümlülerinin gönderildiği Aşkale'nin berbat yaşam koşullarından çok söz edilmiştir. Ama yüz binlerce ana evladı. Aşkale'den çok beter sınır kasabalarında askerlik yapıyordu. 1910, 1911 ve 1912 doğumlular üç kez askere alındılar ve çoğu da bu yerlerdeki bazısı çadırlı ordugâhlarda vatan borcunu ödediler. Çoluk çocuğunun geçimi için çalışan esnaf, topraksız ya da az topraklı köylüler askere gidince geride kalanlar büyük sıkıntılar çektiler. Büyük kentlerde, özellikle İstanbul'da karneyle verilen ekmek o kadar azaltıldı ki, sofradan aç kalkma, her günkü yaşam biçimi oldu. Sıkıntı çeken sadece Varlık Vergisi mükellefleri değildi; Karadeniz Bölgesi'nde halk süpürge tohumu yemeye başladı. Köylerde sıtma, Karadeniz kasabalarında ve İstanbul'da eksik beslenme ve ilaçsızlıktan akciğer hastalıkları yaygınlaştı. İstanbul ve Ankara'da Birinci Dünya Savaşı'ndan beri unutulan tifüshastalığından ölenler oldu. Salgın zorlukla önlenebildi. Sadece bir savaş olgusuyla izah edilemezdi bütün bu sıkıntılar. Üç baskı yapan Enflasyon kitabımda buna değindim, bu kitapta daha genişçe ele alacağım.

Umarım bu konular ilginizi çekecek, Varlık Vergisi'nde azınlıklara zulüm edebiyatı hiç olmazsa bu gerçeklerin deşilmesine yol açarsa mutlu olurum.




İŞTE VARLIK VERGİSİ.










2. Dünya Savaşı yıllarıydı. Türkiye savaşa girmemiş ama ciddi bir ekonomik bunalıma sürüklenmişti. Karneli günler başlamış, enflasyon, vurgunculuk, karaborsa, rüşvet almış başını yürümüştü. Kaynaklarının neredeyse tamamını savunmaya ayıran Türk hükümetleri ise savaş yıllarını bütçe açığını nasıl kapatırız diye düşünerek geçiriyordu.

Işte tam bu günlerde, dönemin hükümetinin aklına bir fikir geldi. Zenginden alıp fakire vermeyeceklerdi ama devlet borçlarını kapatabilecekleri bir çare düşünmüşlerdi. Hükümetin hedefi o günün parası ile 315 milyon liranın en geç 30 gün içinde toplanmasıydı. Bu amaçla, Sükrü Saraçoğlu hükümeti, 12 eylül 1942 de deftarlıklara bir yazı gönderdi. Zenginlerin mal varlıklarının tespitini istiyordu. Zengnleri ise müslümanlar, gayrimüslümler yani Rumlar Ermeniler ve Yahudiler, Dönmeler yani sonradan müslüman olmuş vatandaşlar ve yabancılar olmak üzere 4 gruba ayırıyordu. Tüm zenginler mal varlıklarına göre değil kimliklerine göre paylarına düşeni ödeyeceklerdi. Müslümanların payına paralarının %12, 5, gayrimüslümlerin yani azınlıklar %50 si, dönmelerin %25 i, yabancıların ise %12 si düşüyordu. Ancak kimin ne kadar ödeyeceğini asl olarak komisyonlar belirliyordu. Komisyonların belirlediği miktara itiraz yolu ise tamamen kapalıydı. Yasa kısa zamanda mecliste görüşüldü ve 11 Kasım'da da kabul edildi. Adına da Varlık Vergisi dendi. Yani servet ve kazanç sahiplerinin servet ve olağanüstü kazançları üzerinden bir kereye mahsus alınacak olan vergi. Yasa metninde azınlık aleytarı hiçbir şey olmamasına rağmen uygulama çok farklı oldu. Zira ipler komisyonların elindeydi.

Vergi mükelleflerinin %87 si gayrimüslüm azınlıklardan oluşuyordu ve dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu yasayla açıkça belirtilmeyen, gizli amaçlananı CHP grubunda yaptığı konuşmada şöyle savunuyordu.

"Bu kanun...bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz."

Azınlıkların korkuyla bekledikleri başına gelmişti. Komisyonlar kısa zamanda çalışmalarını tamamladılar. Artık Rumlar, Ermeniler Yahudiler tek tek gidip vergi dairelerinin camlarına asılı listelerde korkuyla adlarını arıyorlardı.

Isimlerini bulanlar tam bir şok geçirdi. Zira ortada bir haksızlık vardı. Kimisi ödeyebileceğinin 3 misli bir vergiyle cezalandırılmış, kimisinin ise mal varlığı neredeyse görmezlikten gelinmişti.

Herkese vergisini ödemek için yalnızca 15 gün süre tanınmıştı. Sonrası ise gayrimüslümler için tam bir bilinmeyendi. Parası olan veya komisyonların biraz olsun insaflı davrandıkları azınlıklar vergilerini ödedeyebildiler. Ancak bu arada neredeyse tüm mal varlıklarını elden çıkardılar. ve çoğu da  iflas etti. Ödeyemeyenleri ise çok daha zor bir süreç bekliyordu.

Vergisini ödeyemeyenler gazetelerin yazdığına göre sürgüne gönderilecekti. Sürgün yeri ise azınlıkların hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri Erzurum ve ilçeleri idi. Borçluların önce evlerine işyerlerine gidildi mallarına el konuldu o da yetmeyince başka bir çare bulndu. Varlıkları yetmeyenler borçlarını çalışarak ödeyeceklerdi. önce sirkeci'de sevk merkezlerine götürüldüler. Sürülecekleri günü ve saati beklemeye başladılar.

Ilk kafile 27 ocak 1943 yılında önce Sirkeci’den Haydarpaşa'ya, oradan da trenlerle Anadolu'ya doğru yola çıktılar.

Resmi rakamlara göre 1400 kişi Aşkale’ye yollandı. Ancak oraya gidip dönenlerin anlattıklarına göre ise 5, 6 bin kişi odaydı. Erzurum'da onları soğuk, karlı bir kış ve çalışma kampları bekliyordu. Önce kendilerine tahsis edilen yerlere yerleştirildiler. Kimisi şehir merkezinde kaldı, kimisi Aşkale’ye, kimisi köylere gönderildi. 5 er 6 şar kişilik gruplar halinde o zamanın Erzurum’unda çalışıp devlete borçlarını ödeyeceklerdi. Kimi iddilara göre sürgünler, taş kırdılar, yol yaptılar, bazılarına göre ise sadece küreklerle yolları açtılar. Ama kimisi 6 ay kimisi 1 yıl Erzurum'da azınlık olmanın bedelini ödediler.

Bu uygulama azınlıkları tam bir paniğe sürükledi. Herkes ödeme süresini kaçırmamak için mallarını bir an önce elden çıkarmak istiyordu. Tabii bu da gayrimlenkul fiyatlarının hzla düşmesine ve iflaslara yol açtı ve belki de en önemlisi bir çok kişiyi kimlik bunalımına sürükledi.

Aşkale’de 21 gayrimüslüm hayatını kaybetti. Zira oraya gönderilenlerin yaş ortalaması 50 civarındaydı. Coğu karla kaplı yollara, dağlara yani Erzurum'un soğuğuna dayanamadılar. Azınlıkların Erzurum günleri yaklaşık 2 yıl sürdü. 1943 yılının Haziran ayına gelindiğinde sağlanması düşünülen gelirin %80 e yakını toplanmıştı. Gayrimüslimlerden 166 milyon, yabancılardan 33 milyon, ve müslümanlardan ise 1115 milyon TL gelir sağlanmıştı. 17 eylül 1943 te toplanan TBMM borçları silmeye başladı. O tarihten itibaren de Varlık Vergisi uygulamadan kalkmaya başladı. Aşkale’dekiler bir bir evlerine dönüyorlardı. Yaşadıkları, gördükleri, hissettikleri ise yanlarına kalıyordu. 15 mart 1944 te çıkan bir kanunla Varlık Vergisi tamamen ortadan kalktı. Ancak hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı.

Bu vergi azınlıkların ülkeyle bütünleşmesini engelledi. Ve asıl amacına da büyük ölçüde ulaştı. Zira arzulanan Milli Sermayenin önü açılmıştı. Koçlar, Sabancılar artık bir bir adlarını duyurmaya başlıyorlardı. Daha sonraki yıllarda da azınlıkların çilesi sürdü, coğu Türkiye'den göç etti. Örneğin 1948 ile 50 yılları arasında yaklaşık 300000 Türkiyeli Yahudi Israil’e yerleşti. Yani azınların bitmeyen  sürgünlüğü yıllar boyu devam etti.


MEDYADAKİ VARLIK VERGİSİ ŞARLATANLIĞI

Varlık Vergisi, Kasım 1942-Mart 1944 tarihleri arasında, ticaret erbabı, çiftçi, esnaf ve ücretlilere tarh edilerek bir defaya mahsus olmak üzere toplanan olağanüstü bir vergidir.

İkinci Dünya Savaşına girilmediği halde ülke yüksek bir enflasyonla sarsılmış; karaborsa ve stokçuluk, toptancı tüccarın ve pazara açılmış büyük çiftçilerin kazançlarını çok şişirmişti.

Yürürlükteki vergi sistemi, vergi yükünü esasta ücretli kesimlere yüklediğinden, vergilendirilmemiş büyük gelir ve servet sahiplerini vergilendirme amacıyla acele olarak hazırlanan Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942 tarihinde onaylanarak hemen yürürlüğe girdi. Varlık Vergisinin matrahı esas olarak savaş sırasında gerçekleştirildiği kabul edilen gelirleri ve serveti içeriyordu.

Vergi matrahları ile oranlarının tespitinde, mahalli mülkü amirler ve maliyecilerden oluşan vergi taktir komisyonları yetkili kılınmıştı.

Vergilerini 30 gün içinde ödemeyenler, tutuklanabilecek, çalışma kamplarına gönderilebilecek ve hiçbir dava hakkı tanınmaksızın mülklerine haciz konulabilecekti.

Maliye Bakanlığı dört tür vergi yükümlülüğü belirlemiş ve bunları belirli harflerle tanımlamıştı. Bu tanımlamada Müslümanlar (M) belirlenen matrahın % 12,5'unu gayrimüslimler (G) %50'sini, dönmeler (D) %25'ni vergi olarak ödemekle yükümlüydü.

Ecnebi olarak (E) anılan yabancı ülke vatandaşlarının vergi oranı başlangıçta yüksek iken yabancı elçiliklerin araya girmesiyle Müslümanlarla aynı düzeye, %12.5'a indirilmişti. Çiftçilere ise %5 oranı belirlenmişti

Müslüman mükellefler de vergilerini ödemekte fazla güçlük çektiler. Yüksek vergi borcunu ödemeyen gayrimüslimler, Ocak 1943'te kovuşturmaya tabi tutuldular ve 1380 kadarı Erzurum ilinin Aşkale ilçesindeki bir çalışına kampına gönderildiler. Orada demiryolları ve karayollarında çalıştırıldılar.

1944 yılının Haziran ayına kadar, planlanan Varlık Vergisinin %80'i toplandı. Eylül ayında ise yoksul gayrimüslimlerin çoğunun kalan vergi borçları affedildi. 1944 yılının Martında ise Varlık Vergisinin uygulanmasına son verildi ve ödenmemiş tutarlardan vazgeçildi. Müslüman mükellefler genellikle borçlarını ödediklerinden, vergi borçlarını en uzun süre geciktiren gayrimüslimler verginin kaldırılmasından en büyük kazancı elde ettiler.

Müslümanlar dışındakilere yüksek oranda vergi tarh edilmesindeki gerekçe, Osmanlı'da eli silah tutan her ferdin savaşa gitmesi sonucu Türklerin, savaşta gerek maddi, gerekse manevi olarak çok zarara uğramalarına karşılık, askere alınmayan gayrimüslimlerin ve dönmelerin, savaş gerisinde yaptıkları ticaret sonucunda elde ettikleri fazla kârlardı.

Gerçekten de ülkenin kurtarılması için ailenin her ferdini feda eden Türklerle, savaşa alınmadıklarından ötürü ailesinden bir ferdi dahi kaybetmeyen gayrimüslimler arasında savaş sonucunda elbette bir fark olması gerekiyordu.

Nitekim tarh edilen vergiyi ödemedikleri için, Aşkale'ye sürülen bazı gayrimüslimlerin, şimdi ne kadar çok zengin oldukları ve ülke ekonomisini kontrol ettikleri göz önüne alındığında, o tarihlerde ne kadar zengin oldukları anlaşılacaktır.

Ancak özellikle son günlerde, Marksist, bölücü , liberal ve İslam'ı siyasete alet eden bazı kişiler tarafından film, yazı, haber, sohbet, makale vb. şekilde 57 yıl sonra Varlık Vergisi dramatik bir şekilde gündeme getirilmekte, gayrimüslimlere haksızlık yapıldığı ileri sürülerek Türk Devleti ırkçılıkla suçlanmaktadır

Bunun sonucu olarak ta, Varlık Vergisinin gayrimüslimler üzerinde yaptığı olumsuz etki duygusal bir şekilde işlenerek, ülke topraklarının dörtte birini alarak ayrı bir devlet kurmak isteyen PKK'ya ve onun lideri Abdullah Öcalan'a aftan başlayarak, Kürtçe televizyon kurulması ve kültürel haklar verilmesi gibi ülke ve millet bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek bazı konular gündeme getirilmeye çalışılmaktadır.

İşin ilginç yönü ise Varlık Vergisi ile haksızlık yapıldığı söylenen gayrimüslim vatandaşlarımızın ve cemaat liderinin özellikle de Yahudi asıllı vatandaşlarımızın vecemaat liderlerinin, iletişim araçlarında yer alan beyanları incelenecek olunursa, medyadaki şarlatanların aksine Varlık Vergisini anlayışla karşıladıkları görülecektir.

Nitekim, Toplumsal Tarih dergisinin Eylül/I996 tarihli 33. Sayısındaki araştırmacı yazar Rifat N. Bali'nin, Osmanlı / Türk Yahudiliği Tarihi ile ilgili Yayınlar ve İçerdikleri Tarih Söylemi-II isimli incelemesi tetkik edildiğinde ,yazarın, Yahudi Cemaati liderleri ve yazarlarının, Varlık Vergisi konusundaki düşüncelerini :

a)Derginin 57. Sayfasında, Yahudi Cemaat Lideri ve tarihçi Avram Galanti ile ilgili olarak; "Galanti kitaplarında Türk Yahudiliği tarihi açısından çok önemli olan 1927 yılında meydana gelen Elzo Niyago olayı, 1934 Trakya olayları gibi olayları ya birkaç satırla değinerek geçiştirir veya Varlık Vergisinde olduğu gibi hiç söz etmez. Galanti'nin savunmaya yönelik ve özür dileme kısmının çok ağır bastığı tarih söylemini iyice anlamak için dönemin Sanayii Tetkik Heyeti Başkanı olan Şevket Süreyya Aydemir ile Varlık Vergisi konusunda yaptığı görüşmeyi okumak gerekir. Bu görüşmede Galanti, Aydemir 'in yanına Varlık Vergisinin haksızlığını şikâyet etmek için gider. Aydemir'in ona Yahudilerin "Orduya asker dahi vermediklerini" sadece para ve sermaye biriktirdiklerini dolayısıyla bu verginin bu yapılmayanların yanında az olduğunu ve bir nevi "Kan Vergisi" olduğunu hatırlatmasına ve "Sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım" sözlerine karşılık Galanti haykırarak şu yanıtı verir: Asla! Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz. Çünkü o zaman yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatımızın bütün fertlerinin canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi,ve senin dediğin işler teraziye dökülünce, bizim ödememiz lâzım gelen, bir zerre bile değildir."

b)Derginini 58. Sayfasında; Yahudi yazar Moshe Sevilla Sharon'un Türkiye Yahudileri adını taşıyan eseri ile ilgili olarak : "... Duyarlı konularda "tatsız olaylar" diye nitelendirilmiş ve "devrim yaşayan her ulusun için de oluşan geçici bunalımlar göz önünde tutularak değerlendirilmelidir" cümlesi ile geçiştirilmiştir. Herhalde bu "tatsız" olaylardan kasıt kitapta yüzeysel olarak söz edilen Varlık Vergisi olayı, Elzo Niyago olayı, hiç değinilmeyen 1934Trakya Olayları, Cevat Rıfat Atilhan'ın önderliğini yaptığı Yahudi karşıtı akımlar ve benzeri olaylardır."

c)Yahudi Yazar Moşe Grosman'ın Dr. Markus adlı kitabıyla ilgili olarak: "Galanti'nintarih yazımı ve geleneğine uygun olarak kitabın içeriğinde olmasa da kapağında Osmanlı / Türk devlet adamlarının devlete sadakatlarını teyit eden sözleriyle, Yahudilerin devlete karşı minnet duygularını ifade eden sözlerine yer verilmesi ihmal edilmemiş, aynı araştırmacı kitabında Varlık Vergisine niye hiç yer vermediği konusundaki bir eleştiriye getirdiği açıklamada "birlikte yaşanmış'' ve "huzurlu bir geçmişin izleri" ni taşıyan bir birliktelikte bu tür olaylardan "hiç söz edilmemelidir" deyip bunlardan söz etmeninin de "hiç bir yararı olmayacağını" vurgulamaktadır),

Derginin 6l. Sayfasında ise bu konuya ilişkin değerlendirme "..Tarih Vakfının 3l Mart 1994 tarihinde düzenlediği "Varlık Vergisi" panelinde Yahudi Cemaatini temsil eden kişinin ağzından şöyle ifade edilmiştir. `Bu çalışmalarda Türkiye'yi karalamaya çalışan malum odaklar için, malzeme teşkil etmeyecek şekilde dengeli ve dikkatli olunmasını da temenni ederim" biçimindeki örneklerle ortaya koyduğu görülecektir.

Yine son günlerde televizyonlarda, radyolarda açık oturumlarda ve panellerde, Varlık Vergisi gündeme getirilmekte, bu verginin o tarihlerdeki gerekçesi dikkate alınmadan, herolayın kendi şartlarında değerlendirilmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilerek, olumsuz görüş belirtenler medyada yer bulabilmektedir. Fakat bütün bu çarpıtma gayretlerine rağmen çoğu gayrimüslim vatandaşlarımız, bu etkinliklerde Varlık Vergisini o günkü şartlarda normal bulduklarını söylemektedirler.

Görüleceği üzere, Yahudi Cemaati liderleri ve yazarlarının, her olayı o günkü şartlarında değerlendirerek Varlık Vergisi konusunda Türkiye'yi anlayışla karşılamalarına rağmen, adı geçen yazar ve medyada bazı köşeleri işgal etmiş bir kısım Marksist, bölücü, liberal ve İslam'ı siyasete alet eden yazarlar, 57 yıl sonra konuyu üzücü bir şekilde canlı tutarak gayrimüslim vatandaşlarımızı rahatsız ve tahrik ve çalışmaktadırlar.

Gayrimüslim ve Müslim vatandaşlarımızın, mezkûr bozguncu şarlatanlara itibar etmeyip, ülkemizin uygar devletler düzeyine çıkarılmasını sağlamak için gerekli çalışmayı canla ve başla yapacakları hususunda ümidimiz sonsuzdur.



Sümer KÜRŞAD - Yeni Hayat, Mart 2000





Pandora'nın kutusu 

Azınlıklara yapılan haksızlıklar çalışma kampı, icra ve haciz demek olan Varlık Vergisi'yle sınırlı değildi
Kutu bir kez açıldı. Tarihte yaşananlara dair bütün olumsuzluklar, toplumsal hafızaya nakşetmiş anılar birer birer canlanıyor. Kimileri yaşadıklarını, kimileri de yorumlarını anlatıyor. İlk kez sınırlı bir tarih tartışmasının ötesinde, daha kamusal alanda Cumhuriyet döneminde yaşanan 'Türkleştirme politikaları' gündeme geliyor. Bu politikalar sadece Varlık Vergisi'nden ibaret değildi. Sadece Varlık Vergisi ile azınlıklara dönük ayıp/haksız/yanlıß/ırkçı (bunlardan istediğinizi seçebilirsiniz. Zira her bir yorum bir ideolojik bakışı yansıtıyor) politikalar uygulanmadı. Bu politikaların geçmişi ve sonrası vardı. Dolayısıyla Pandora'nın kutusu açıldı. İçinden mağdurlar çıkıyor. Tarihi yargılıyor. Kutudan şöhret ve popülarite çıkacağını umanlar ise telaşla yeniden kapağını kapatmaya çalışıyor. Artık çok geç.

Neydi Varlık Vergisi?

Varlık Vergisi ilk bakışta bir iktisat politikasıydı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ekmeğin fiyatı yüzde 284, etin yüzde 336, şekerin yüzde 1107, odunun yüzde 255 arttığı günlerdi. Vurgunculuk ve karaborsanın piyasayı ele geçirdiği bu dönemde Meclis'te bir konuşma yapan milletvekili Kazım Duru, vekillerin bile stokçuluk yaptığından yakınıyordu. Ülkede verimli işgücünden bir milyon kişi askerdeydi ve hükümetin gelirlerinin yarısı milli savunmaya gidiyordu.
İşte bu kaotik günlerde Rüşdü Saraçoğlu hükümeti, gizliden gizliye bir önçalışma başlattı. 1942 yılının eylül aylarıydı. Maliye Bakanlığı azınlıklarla ilgili bilgileri defterdarlıklardan istemeye başladı. Bu bilgilere dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı olan Milli Emniyet tarafından elde edilen veriler, vergi daireleri, bankalar, CHP il ve ilçe örgütlerinin raporları ve 'güvenilir' işadamlarından alınan istihbaratlar eklendi. Fişleme tamamlanmıştı.
Saraçoğlu projesini hayata geçirmeden önce cepheyi genişletmek istiyordu. Tek parti dönemiydi. CHP'nin gizli oturumunda milletvekillerine projesini açtı. Söylediği şuydu: "Piyasaya hakim olan yabancılar ortadan kaldırılarak, Türk piyasası Türklere verilecekti."
Seçmenlerinden gelecek tepkiden çekinerek vergiye tavır alabilecek milletvekilleri böylece uygulamanın azınlıklara dönük olacağını öğrenerek ikna edilmiş oluyordu. Ancak bu projeden azınlık cemaatleri de haberdar olmuştu. Gidip Saraçoğlu'nun kapısını çaldılar. "Siz ne kadar vergi toplamak istiyorsunuz? 300 milyon mu? Siz bunu bize bırakın kendi aramızda toplayıp verelim" dediler. Ancak Osmanlı'nın millet sistemini çağrıştırabileceği kaygısıyla Saraçoğlu bu teklifi reddetti. Zira parayı toplasa bile 'piyasa Türkleşmiş' olmayacaktı.
1942 yılının kasım ayında kanun çıktı. Kanunun çok önemli özellikleri vardı.
1. Kimin ne kadar Varlık Vergisi ödeyeceğine takdir komisyonları karar verecekti. Daha sonra bu komisyonların bütünüyle Müslüman-Türk işadamı, bürokrat ve politikacılardan oluşturulduğu görüldü.
2. Takdir komisyonunun belirlediği vergiye 'kesinlikle' itiraz hakkı yoktu.
3. Takdir komisyonu kimin ne kadar vergi ödeyeceğine 15 gün içinde karar verecek, mükellefler de 15 gün içinde 'nakit olarak' parayı vergi dairelerine yatıracaktı.
4. Vergisini öde(ye)meyenlerin bütün mal varlıkları, ev eşyaları hatta birinci dereceden yakınlarının servetleri haczedilecek ve icra marifetiyle satışa çıkarılacaktı.
5. Vergisini öde(ye)meyenler zorunlu çalışmaya tabi tutulacaktı. Günlük 2.5 lira karşılığı çalışacaklar. Bu paranın yarısı barınma ve yemek masraflarına sayılacak, yarısı da vergiden mahsup edilecekti.
Kanun, Meclis'te oy birliğiyle kabul edildi. Oylamaya sonradan Demokrat Partisi'ni kuracak olan kadrolar katılmamıştı. Kanunda "bu kanun azınlıklara daha yoğun uygulanacaktır" gibi bir madde yoktu.
Ancak uygulama neredeyse bütünüyle azınlıkları içeriyordu. Vergi mükelleflerinden 4.195'i Müslüman (yüzde 7), 54.377'si gayrimüslim (yüzde 87) ve 4.003'ü de (yüzde 6) ecnebi - Müslüman ve gayrimüslim şirketleri ve şahıslardı.
Vergi sadece gayrimüslimleri kapsamıyordu. Özellikle Nazi Almanya ve mihver ülkelerinden (Bulgaristan, Romanya, Avusturya vd.) Türkiye'ye sığınan başka ülkelerin vatandaşlarına da gayrimüslimler kadar vergi konmuştu. Dönmeler yani Sabetay Sevi'yi mesih olarak gören, sonradan Musevilik'ten Müslümanlığa geçmiş ve Selanikli olarak bilinenlere de Müslümanların iki misli vergi konmuştu.
Varlık Vergisi ile 465 milyon lira toplanması öngörülmüştü. 315 milyon lira toplandı. Bu paranın yüzde 53.5'ini nüfusun yüzde 2'sini oluşturan gayrimüslimler, yüzde 36'sını Müslümanlar ve yüzde 10.5'ini de ülkedeki yerleşik yabancılar ödedi.
Varlık Vergisi'nin en dramatik uygulamaları çalışma kampı ile icra ve haciz süreci oldu. Kamplara sadece gayrimüslimler yollandı. Resmi verilere göre 1.400, kamplarda yaşayanlara göre 5-6 bin kişi Aşkale ve daha sonra da Eskişehir Sivrihisar'daki kamplara gitti. Bunlardan 21'i orada yaşamını yitirdi. Vergisini öde(ye)meyenlerin ev eşyaları dahil bütün servetleri icrada haraç-mezat satıldı. Dönemin basını evlere hücum eden ve koltuklara, masalara ayaklarıyla basarak açık artırmaya katılan 'açıkgözlerden' söz etti.
Varlık Vergisi sadece 'varlıklı' olanlara uygulanmadı. Amele, hizmetçi, kapıcı, seyyar satıcı olan gayrimüslimlerden 26 bini de bu vergiyi ödedi. Oysa aynı alanlarda çalışan Müslümanlar vergiden muaf tutulmuştu.
Varlık Vergisi bir duraktı
Bir duraktı zira geçmişte de azınlıklara yönelik politikalar vardı. 1932'de çıkan bir kanunla, emek - yoğun bazı işlerde sadece Türk olanların çalışması kararı alındı. Bu işler amelelik, kapıcılık, garsonluk, hademelik türünden işlerdi. Kentlere göçü hızlandıracak ve burjuvaziye ucuz işgücü sağlayacak bu karar nedeniyle 35 bin Rum Türkiye'yi terk etti.
1934'te Trakya'da Turancıların kışkırtmasıyla 15 bin Yahudi'ye dönük vandalizm uygulandı. Evleri yakıldı, yağmalandı ve kadınlar taciz edildi.
1938-1940 yıllarında azınlıkları terörize eden "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyaları düzenlendi. Kimi yazarlara göre o dönemde azınlıklara saldırılar oldu.
1940'da anti-semit bir kararla 26 Musevi kökenli Anadolu Ajansı çalışanı işten atıldı. Bu dönemde, Nazi Almanyasının işbirlikçisi Romanya'dan kaçarak Türkiye'ye sığınmak isteyen 778 Yahudi'nin Türkiye'ye girişine izin verilmedi. Bir yıl boyunca Struma gemisinde izin bekleyen bu insanlar gerisingeri açık denize gönderildi. Açık denizde bekleyen bir denizaltı gemiyi torpilledi. Biri dışında hepsi öldü. Dönemin Başbakanı Refik Saydam, "Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz" diyordu.
1941'de 25 ile 45 yaş arasındaki bütün gayrimüslim erkekler aynı anda askere alındı. 500'er kişiden oluşan "amele taburlarında" çalışmaları istendi. Çoğu birlik bulaşıcı hastalıklarla boğuştu. Azınlıklara "beşinci kol" muamelesi yapıldı. İsrail resmi arşivleri bu kararın Nazi Almanyasının isteği üzerine alındığını yazdı.
1942'de Varlık Vergisi uygulandı.
1955'te İstanbul'da emekli bir generalin itirafıyla "özel harp dairesi" 6/7 Eylül olaylarıyla ilk deneyimini yaşadı. Azınlık vatandaşlarının yaşadığı 4.348 dükkân, 2.000 ev, 73 kilise, 110 restoran, 26 okul, 5 spor klubü tahrip edildi. Üç kişi öldü, yüzlercesi yaralandı.
1964'te 12 bin Yunan pasaportlu Rum sınırdışı edildi. Oysa onların Türkiye'de kalması kararı 1930'da Atatürk ve Venizelos tarafından imzalanan bir anlaşmayla garanti altına alınmıştı. Bu insanların da gitmesiyle Türkiye'den ayrılanların sayısı 40 bini buldu. Bu insanların bütün mal varlıklarına, bankalardaki paralarına el kondu. Sadece 20 kilo kişisel eşya ve 22 dolar da para götürmelerine izin verildi.
Bugün hâlâ 1936 yılından sonra mülk edinen gayrimüslim vakıflarının malları yağmalanıyor. 1936'da verdikleri servet beyannamesi baz alınarak son 63 yılda bu vakıfların edindiği gayrimenkuller ilk sahiplerine iade ediliyor.
Son sözVarlık Vergisi, uygulanan ilk ve son "azınlık karşıtı" devlet politikası değildi. Bütün bu anlatılan olayların filmi yapılacak mı bilinmez ama hepsi gerçekti. Yaşandı.
Ancak bu tarihsel gerçekleri ifade ettiğimiz bir televizyon programında ANAP milletvekili Yılmaz Karakoyunlu bunları "kişisel fantezilerim" olarak niteledi. Fantezi sözlüklerde, "eğlenceli, eğlendirici davranış" ya da "tabiattan ve gerçekten çok hayale dayanan eser" olarak tanımlanıyor. Geriye tek soru kalıyor. Bu olaylar "hayal miydi?"
Karakoyunlu, Pandora'nın kutusunu açmak cüretini gösterdi. Şimdi içinden çıkanlardan rahatsız oluyor. Zira ufku, ikbali ve dünya görüşü daha fazlasına tahammül edemiyor.
O nedenle de "Varlık Vergisi'nin olumlu tarafı Müslüman-Türk kitlesine yeni iş sahaları, yeni bir güç kattı" (Hürriyet- 28.11.1999) ya da "Varlık Vergisi'ni hazırlayan kadro çok milliyetçi, vatanperver insanlardı... Vergiyi uygularken bunu ırkçı bir yaklaşımla değil de, 'aman devlet biraz daha para alsın bunlardan' fikriyle milliyetçi bir yaklaşım içinde yaptılar... Tekrar ediyorum, bunların hiçbiri ırkçı değildi" (Şalom - 1.4.1992) diyebiliyor.
Oysa dönemin Başbakanı Saraçoğlu bile Karakoyunlu kadar "itidalli" değildir. Zira Saraçoğlu, "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar - altını biz çizdik. R.A. bir kültür meselesidir" diyordu.
Şimdi Karakoyunlu, "ayıp" diye eksik - kusur haline getirdiği bir tarihsel olayın "ırkçı" olarak nitelenmesinden rahatsız oluyor. Zira İshak Alaton'un dediği gibi "Yılmaz Karakoyunlu'nun bulunduğu pozisyon itibariyle böyle konuşması normal. Çünkü devletin devamlılığı var, devlet de bugüne kadar açık ve kabul eder pozisyonda konuşmadı" (Hürriyet-28.11.1999).



Gene Aynı şey,

Medyamız Salkım Hanım tartışmasını yürüttüğü üslupla kendini bir kere daha kanıtladı.
Tartışmayı MHP'nin milletvekili, o zaman da yazdığım gibi, erişilmesi güç bir üslupla açmıştı. Ama medyamız, en güzel başlıkları seçmeyi bilen yazı işleri uzmanlarıyla ve bu konuyu ele alan nice tanınmış yazarıyla, bu konulara gelindiğinde öyle MHP'liye filan da pabuç bırakmayacağını gösterdi.
Hamidiye Paşası'ndan girmiştik konuya, hangi etnik kökenden gelen paşaların ırza geçebileceğini, hangilerinin geçemeyeceğini tartışmaya başlamıştık (MHP milletvekilinin katkısıyla). Medya bu konu üstünden nahoş sonuçları olabildiğini sezdi
-sezgileri kuvvetlidir- ve Etyen Mahçupyan'a açmaya kararlı olduğu davayı başka maddeden açtı: Yahudi'yi Ermeni yapma maddesinden. Bu konu, film yeni piyasaya çıkmışken de tartışılmıştı. Ama ne gam! Unutkan Türk milleti nasıl olsa çoktan unutmuştur. Üstelik bu sefer Yahudi cemaatinden de kaçınılmaz bir pas gelmişti.
"Romanda Yahudi olan iki kardeşin Ermeni'ye çevrilmesi, ucunda Ermeni Kıyımı olan bir komplonun bir aşamasıdır" dendi bir kere. Birkaç gazete açıkça 'Yalancı' diye yazmaktan çekinmedi- 'birkaç'tan fazla kalem ve sütun sahibi de.
Bugün İshak Alaton Yahudi cemaatinin bu filmle ilgili herhangi bir rol oynamaktan titizlikle kaçındığını açıkladı. Ben de söyleyeyim: bunun böyle olduğunu ben de izledim o günlerde (izlemeden önce de böyle olacağını tahmin ediyordum). Yahudi tiplerden Ermeni tiplere dönüşün tamamen bu nedenle verildiğini biliyorum.
Buna itiraz etme hakkına sahip dünyada tek bir kişi var: romanın yazarı! O, bu seçimi beğenmezse, sözgelişi, "Benim romanımdan senaryo yazdığınızı söylüyorsunuz. O halde romanıma bağlı kalın. Ben şu şu nedenlerle o iki kardeşin Yahudi olmasını uygun gördüm" diyebilirdi. Ama Karakoyunlu kendisine yapılan açıklamayı yeterli buldu ve bu değişikliğe ses çıkarmadı.
Ondan başkasının bu değişikliğe itiraz etmeye hakkı yok. Biri yazıyordu: "Nazilere Yahudi yerine Ermeni öldürten film çekilse ne olurmuş?" Bu bir mugalata! Naziler Ermeni öldürmediler. Varlık vergisi Ermenilere çıkartılmadı mı? Aşkale'ye Ermeniler sürülmedi mi? Varlık vergisi üstüne bir filmde, bu zulme uğrayanların Ermeni veya Yahudi veya Rum olması neyi değiştiriyor, neyi 'tahrif' ediyor?
Ha, bir de bunu estetik düzeyde tartışabilirsiniz. Gadre uğrayan üç ana unsur varken (dördüncüsü de Selanikliler ama onların ödediği yüzde daha düşüktü) filmde birinin biraz fazla öne çıktığı ya da öteki iki unsurun da anlatıma dahil edilmesi için yeterince çaba gösterilmediği için eleştirebilirsiniz.
Ama böyle bir şey yapıyorsanız, bu zaten kendi başına 'düzeyli' bir şeydir. Şu kaç gündür yürürlükte olan üslupla olmaz bu. Ve dediğimiz gibi yazarın itirazı yoksa, sütunundan bar bar bağıran beylerin böyle bir gerekçeyle onu bunu 'yalancı' diye suçlamasının âlemi yoktur. Karakoyunlu kendisi böyle yazmış olamaz mıydı? Onun Nora'sı da bir Ermeni olamaz mıydı? O zaman neye takacaktı bu beyler?
Bulurlardı, neye takacaklarını. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Çünkü burada olan, şu bu roman kahramanının etnik kökenindeki isabeti tartışmak falan değil. 'Büyük Türk Milleti'nin büyüklüğüne yakışmayan bir iş olmuş. 'Olmadı' diyemiyorlar, ama 'oldu' denmesinden de hoşlanmıyorlar- hele diyenler arasında bir de haddini bilmez Ermeni varsa! Onun için, öyle olmazsa böyle, bir kulp bulunacak ve 'vatan haini' edebiyatı yapılacak.
Ki Büyük Türk Milleti büyük kalsın. Nasıl olacak bu? Büyük Türk Milleti'nin işlediği ayıpları örterek ve saklayarak... Bununla sorun çözdüğüne inanmak ne kadar acınası ve ne kadar 'küçük' bir şey. 

Aynı zamanda korkunç bir şey, çünkü bu gün böyle konuşan insanlar, dün o işleri yapanların yaptığını tekrarlamaya her an hazır olduklarını gösteriyorlar.       


Murat Belge, Radikal   08/12/2001 



YAHUDİ SALKIM  HANIM T.C.’Yİ   SALLIYOR
 
Murat Belge
1940’lı yıllarda konan ve adına "Varlık Vergisi" denen kanun, 60 yıl sonra T.C.’yi sarsmaya başladı.  Devlet Bakanı   Yılmaz Karakoyunlu’unun romanı üzerine çekilen, ve 1940’lı yıllarda azınlıkların mal varlıklarının ellerinden çıkmasına yolaçan tatbikatı eleştiren "Salkım Hanımın Taneleri" isimli film, düzenin yapısını oluşturan, Dönme- Sabataist unsurlarla Millici Kemalst unsurlar arasındaki kavgayı iyice hızlandırdı. M.K. döneminde onunu Selanik’li olmasını vesile kılarak ve devrim(!) tatbikatlarının getirdiği zoraki uygulamalarla köşeyi dönen başta, Yahudi - Sabataist dönmeler olmak üzere tüm İstanbul’un ve T.C.’nin kaymağını yiyen azınlıkların ekarte edilip, yerine Millici-Kemalist burjuvazi oluşturmayı hedefleyen Varlık Vergisi tatbikatı, aynı  zamanda, Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasındaki kavganın da bir uzantısıdır. Nitekim, bugün  varlık vergisini bir zulüm tatbikatı olarak gören-gerçekten bir zulme dönüşmüş ve Anadolu halkı bu zulümden de çok çekmiştir- basındaki  Yahudi-Sabataisler, bu uygulamaya gerçekte bir zulüm olduğu için değil de kendilerinin iktidarına ket vurulmaya çalışıldığı için karşı çıkmaktadırlar. Nitekim, İnönü’nün ölümünden beri ilk defa bir C.başkanı -Sezer- geçen yıl onu mezarı başında anmıştır. Bugün basındaki Sabetaycıların Sezer’e karşı çıkmalarının arkasında yatan en önemli sebeblerden birisi de onun İsmet İnönü ile aynı zihniyete sahip olmasından dolayıdır. Yani düzenin yapı taşları birbir çatlamaya devam etmektedir.

Radikal Iki'de önceki hafta yayimlanan yazimda 'Salkim Hanimin Taneleri' filmindeki tarihsel hatalarin altini çizmis, romanin filme uyarlanmasi sirasinda senaryoda yapilan degisikliklerin gerekçesini anlayamadigimi belirtmistim. Filmin senaristi -ve siyasi komiseri- Etyen Mahçupyan bana geçen hafta önce bir TV kanalinda ve daha sonra da Radikal Iki'de yanit verdi. Ne sasirtici ki 'baktiklari nesneye mesafe koymasini bilmeyen entelektüellerden' sikâyetçi olan Mahçupyan, kendi yazisinda her türlü nezaket ve hakkaniyet mesafesini sifirlamis görünüyor. Simdi, bu düsündürücü ve hazin yanitlara bakalim:

1. Mahçupyan, roman ile film arasinda pek bir iliski olmadigi konusundaki elestirilere, 1 Aralik tarihinde Prima TV'deki konusmasinda söyle cevap verdi: "Karakoyunlu'nun romanini sadece bir kez -ama çok siki (!)- okudum, bir daha da etkilenmemek için romana bakmadim!" (Tembellige övgünün bu kadari fazla!) Benim sorum su: Peki, o zaman neden yepyeni bir senaryo yazip ona uygun bir film çekmediniz de, filmin basina büyük harflerle 'Eser: Yilmaz Karakoyunlu' yazdiniz? Toplumda belli sayginligi olan bir iktidar partisi milletvekilinin isminin getirecegi koruma semsiyesine mi sigindiniz?
2. Romandaki Yahudi Lui'nin, filmde neden Ermeni Levon oldugunu sormus ve bu degisikligin filme bir derinlik katmadigini belirtmistim. Cevap su: "Yahudi Lui, filmde Ermeni Levon oldu; çünkü Yahudi cemaatinden bu filme destek saglanamadi, sinagogda ve mezarlikta geçecek olan sahnelere izin alinamadi."
Peki, bu filme Ermeni cemaati de destek vermeseydi de, örnegin Süryaniler veya Yehova Sahitleri yardim etseydi ne olacakti? O zaman, Varlik Vergisi 'Süryanileri veya Yehova Sahitleri'ni ezmek için çikarilmis bir vergi' olarak mi sunulacakti? Filmde azinliklardan bir tek Musevi Moiz var, hiç Rum da yok! Bu islerden hiç anlamayan birisi, filmi görüp kolayca "Bu vergi Ermenileri ezmek için çikarilmis herhalde" sonucuna varabilir.
Nitekim, Musevi cemaatinin gazetesi Salom'da çikan bir yazida söyle deniliyor: "Ermeni asilli senaristin, anlasilir nedenlerle romanin Musevi kahramanlarini, Ermeni vatandasina dönüstürmesi, senaristin kendi tasarrufu olmasi nedeniyle bizi ilgilendirmemekle beraber, bu 'dönüstürme'nin sonuçlarini gözlemlemek ayri bir ilginç noktaydi... (filmde) Yahudilerden hiç bahsedilmemis olmasinin yorumunu, senarist hariç herkese birakiyorum!" (Ivo Molinas, 1.12.1999) Mahçupyan açisindan tatsiz bir elestiri, ama maalesef Molinas hakli!
Varlik Vergisi'nin bir bütün olarak azinlik - karsiti nitelikleri agir basan bir uygulama oldugu bilinirken, bu tarihsel gerçek Mahçupyan tarafindan tiplerin çiziminde ve diyaloglarda göz ardi ediliyor. Varlik Vergisi'ni uygulayan Faik Ökte anilarinda Askale'ye gidecek ilk kafileye dahil edilenlerin listesini verir. Listedekilerin dini kökenlerine göre dagilimi söyle: 24 Yahudi, 11 Rum ve 10 Ermeni! Kusura bakilmasin, ama tarihsel gerçek böyle!
Peki, Yahudiler filme yardim etmediler, malum onlar 500. Yil Vakfi ile memleketimizin yurtdisinda tanitimini üstlenmisler. Bu konularin tartisilmasini istemiyorlar. Rumlar da zaten 1500 tane kalmis, onlarin da önemi yok. O zaman, filmde bir tek Ermenilerden bahsedelim! Bu nasil bir mantik? Mahçupyan, yasanmis tarihi çarpitmak konusunda züccaciyeci dükkanina girmis bir fil gibi davranma cüretini nereden aliyor?
Mahçupyan, Yahudi cemaatinin mezarlikta yapilacak çekim için izin vermedigini belirtiyor. Romanda ise o bölüm aynen söyle: "Nora'yi, Ortodoks Merasimi ile gömdüler ... Musa'nin kollarina atilmak isteyen inançli Yahudi Kizi, Isa'nin ellerine teslim edildi. Balikli Ihtiyar Evi'nin ... pencerelerinde, bir akibet izleyen yasli gözlerin çogu islakti." (s. 124) Silivrikapi çikisindaki Balikli Hastanesi'nin Rum Ortodoks cemaatine ait oldugunu herkes bilir. Eger Nora'nin cenazesi romana uygun olarak filme çekilmek isteniyorsa, izin için Yahudi cemaatine degil, Rum cemaatine basvurulmasi gerekiyordu! Mahçupyan yanlis adrese gitmis! Malum 'büyük entelektüeller' biraz dalgin olurlar, ne de olsa roman bir kez okundugu için pek akilda kalmiyor!
3. Yazimda, 'Selanik Dönmeleri' ile din degistirenlerin (mühtedi) karistirildigini belirtmistim. Buna verilen cevap da pek komik: filmde 'Selanik Dönmesi' denirse, Atatürk  http://www.ataturk.org üzerinden bagnazlik üretilen bir ülkede bu yanlis anlasilirmis! Aman efendim, Atatürk'ün hocasi Semsi Efendi'nin torunu oldugunu söyleyen Ilgaz Zorlu, "Evet, Ben Selanikliyim" diye kitap yazdi. Bir sey olmadi. Bu bana biraz asiri 'birinci cumhuriyetçi hassasiyet' gibi görünüyor.
4. Gelelim Mahçupyan'in deyimi ile kendimi önemseyerek 'Varlik Vergisi konusunda otorite olarak' görmem konusuna. Bilmem kendisi farkinda mi, ama filmin basin için hazirlanmis tanitim brosürlerinde benim yazilarimdan alintilar var! Ayrica, 9 Aralik 1997 tarihinde STV'deki 'Açik Görüs' programinda Mahçupyan, Ali Bayramoglu ve Kürsat Bumin ile birlikte Varlik Vergisi'ni tartismistik. Bu konuda ben yayin yaptigim için, Karakoyunlu da roman yazdigi için programa davet edilmistik. Filmi elestirmeseydim otoritem pek tartisilmayacakti, ama saniyorum yazi yazinca isler degisti!
5. Mahçupyan yazisinda, "kimse elestiri adina aldigi tutumun ahlaki sorumlulugundan kaçamaz" diyor. Burada esas sorun ahlaki sorumlulugun kime veya neye karsi olduguna karar vermek. Varlik Vergisi konusunda arastirma yaparken azinliklardan birçok yasli insanla konustum. Hem maliyecilerin hem de mükelleflerin hayatlarinda pek hatirlamak istemedikleri bir dönemi sorguluyordum. Yasli insanlar, bazen o tatsiz günleri tekrar yasadilar. Içim bulanarak dönemin gazetelerini okudum. Ingiliz ve Amerikan arsivlerinde çalistim. Bu isten kimlerin kârli çiktigini tespit edebilmek amaciyla tapu kayitlarina baktim. Bütün bunlarin sonunda, entelektüel olarak, konuya ve sadece bu konunun dogru anlatilmasina karsi ahlaken kendimi sorumlu görüyorum.
Son olarak sunu söylemek istiyorum. Bugüne kadar Varlik Vergisi konusunda resmi görüsün hamliklariyla ugrasiyorduk. Simdi ise baska bir asamaya geçtik galiba: bir azinlik grubuna mensup entelektüellerin 'bu vergi sadece bize karsi çikarildi!' türü iddialari! Bu yaklasimi o azinlik grubunun yasli üyelerinin bile benimsemedigini ben biliyorum. Renan'in milliyetçilikle ilgili güzel bir sözü var: "Bir millet olusturmanin ayrilmaz parçasi da tarihi yanlis anlamaktir." Yanlis anlama ve anlatmalardan 'Türk milleti' çok çekmistir, baskalarinin da ayni hatayi tekrar etmesinde bir yarar yoktur. Tarihin sinema yolu ile yanlis anlatilmasina karsi çikmak lazim geldigini düsünüyorum. Tartisma benim için bitmistir. Etyen Mahçupyan'a seçtigi yolda basarilar dilerim.

Doç. Dr. Ayhan Aktar
MÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü