Anadolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anadolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 
 
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ, SÜREÇ ,BARIŞ  SÜRECİNDE , SORUNLAR , ÇÖZÜMLER, Feyzi Çelik , Öcalan, Kürdistan , Anadolu,

21 Mart 2013 Çok önemli bir gündür. Milyonların huzurunda yapılan çağrı ile demokratik siyasete geçildiğinin ilanıdır. Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “Demokratik siyaset”

Esasında yüzyıllara dayalı Kürt sorunun son otuz yıllık dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin demokratikleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu en çok dile getirenler de Kürt siyasal hareketi olmuştur. 1993’te Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde PKK’nin ateşkes ilan ederek barışta istekli olduğunu göstermiştir. 

Bu çaba o dönemde “derin devlet” olarak ifade edilen güçlerce engellenmiş, telafisi imkansız hasarlara neden olmuştur.
Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşme si ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez. 

Ancak bunu gerçekleştirmeyi sadece Kürt siyasetinden ve AKP’den beklemek yeterli değildir. Demokratik siyasetin anlamlı olabilmesi için toplumun tüm kesimlerini kapsaması gereklidir. Bu da demokratik siyaset aktörleri önünde önemli bir görev olarak durmaktadır. Kalıcı bir barışın sağlanması bu katılımı zorunlu hale getirmektedir. Kürt siyaset çevreleri AKP ile barış görüşmeleri yaparken yalnız bırakılmaması gerekiyor. Silahlı dönemin kapatılıp, demokratik siyasetin yolunun açılması sol, sosyalist ve Aleviler için büyük bir fırsattır. Kürt siyaseti ile bu kesimler arasında oluşturulan ortak payda daha da büyüyecektir. Konuya, AKP karşıtlığı penceresinden bakarak Kürt siyasetinden kaçmamaları gerekmektedir. Bu tavır, klasik laik/ulusalcı tavırdır. Bu da CHP ile birlikte hareket etmek etmenin ötesinde CHP’nin barış süreci içinde yer almayışına da meşruiyet kazandırmaktadır. Halbuki sol, sosyalist ve Aleviler barış sürecine destek verdikçe CHP de destek vermek için cesaret kazanacaktır. Bu da CHP içinde nasyonal solcuların etkinliklerini artıracaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.

Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir. Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin katkısı çok önemlidir. Öcalan’ın İslamiyet konusundaki söylemi bu ülkenin tarihsel bir gerçekliğidir. Bunu ifade etmek sosyalistleri ve Alevileri görmezlikten gelmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda sol ve sosyalistlerin CHP’deki ulusalcı kesimlerin propagandalarından kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Sosyalistler bu sürece destek verdikçe CHP de tavrını değiştirebilir. Çünkü CHP içinde de çözüm yanlısı geniş bir kesim var. Bunların sesinin etkili olması sol ve sosyalistlerin sürece desteklerini açıklamakla mümkün olacaktır.
En iyi barış kalıcı olan barıştır. Kalıcı barışın olabilmesi için toplumsal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Otuz yılı aşkın süre devam erden çatışmalı ortam toplumun tüm kesimlerini etkiledi. Şu veya bu şekilde bundan zarar görenler oldu.
1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, göz altında işkence ve kaybetme ler, köy boşaltmaları, yargısız infazlar Kürt toplumunun hafızasında kalıcı izler bıraktı. Türk toplumu daha çok sorunu asker ölümleri çerçevesinde hissetti. Kürtlere karşı yapılan hukuksuzluklar görmezlikten gelindi. Devlet, yoğun propaganda ile bunun anlaşılmasını önledi. Bu aynı zamanda savaşın sürmesinin zemini oluyordu. Türk halkı bu hukuksuzluk ve haksızlıkları kendi yüreğinde hissetmiş olsaydı barış daha erken gelirdi. Oluşturulan akil insanlar heyeti çoğunlukla ılımlı insanlardan oluşsa çoğu yerde saldırı ve hakaretlere maruz kalmaları Kürtlerin acısını hissetmemekle ilgilidir.

Kayıplar, cenazesi bulunmayanlar bu toplumun yarasıdır. Bunların sorumluları da bilinmektedir. Ortaya çıkarılmaları gereklidir. Böylece hukuksuzluklar ortaya çıkacak, hukuksuzluklar ortaya çıktıkça bu yapılanlardan dolayı özür/tazminat vs yoluna gidilmelidir.

Tetikçilerin korunmaya alınması, yaptıklarını itiraf etmesi için gerekli ortamın oluşturulması, Kürt toplumunun yaşadığı yarılma ve travmayı Türklerin de anlaması, empati ile bakması için kirli savaş döneminin deşifre edilip Türk halkına anlatılması, buna uygun bir dilin yaratılması, Adalet, sadece mağdurlar için değildir. Olayların faillerinin dahi huzura ihtiyacı vardır. Şu ya da bu şekilde çatışmalı süreç içinde yer alanların yaptıkları hukuksuzlukların hesabını verebilmeleri onlar için de geçerlidir. Onların vicdanen huzura kavuşmaları için yüzleşmeye onların da ihtiyacı vardır. Vicdan azabı çekip de bunu dile getirmek isteyenlere bu imkan oluşturulmalıdır.

Geçmişin hukuksuzlukları nın açığa çıkarılması yaraları kaşımak, külleri karıştırmak anlamında değildir. Tersine, bunların üzerine gidilmesi sorunun bir parçasıdır. Bunları ileri sürmek sorunun çözümünü zora sokmak değildir.

Toplu mezarların yerleri devlet kayıtlarında bellidir. Bunların ortaya çıkarılması, toplu mezarlarda bulunanların kendi mezarlarına kavuşabilmeleri sağlanmalıdır.
Amaç silahların susması, cenazelerin gelmemesi amasız bir barış istemektir.
Sıcak çatışma alanları dışına sıçrayarak insani ve toplumsal tahribata yol açan silahlı çatışma  toplumun geniş kesimlerini etkiledi.

Çatışmanın gerçek öznelerinin taleplerinin görmezlikten gelindiği, katılımın sağlanmadığı çözümler yeni sorunları, acıları, toplumsal çatışmaları içinde taşırlar, yeni çatışmalara zemin oluştururlar.

Çatışmanın çözümünü ateşkes/silah bırakma veya şiddetin bitirilmesi ile sınırlamak soruna güvenlik merkezli bakmak anlamına gelir. Bu şekilde oluşacak barış kalıcı bir barış olamaz. Gerçek kalıcı barış için sorunun gerçek anlamda çözümü ile mümkün olacaktır. Önce güvenlik sağlansın barış güvenlikle birlikte gelecek anlayışı bir anlamda güçlü tarafın kendi iradesini karşı tarafa kabul ettirmesidir. Bir anlamda boyun eğdirerek barışın sağlanması anlamına gelir ki bu negatif bir barış yaklaşımına neden olur. 

Türkiye toplumunun ihtiyacı beraber yaşamayı kalıcı hale getirmektir. Çatışmalı ortam nedeniyle oluşan tahribatın onarımının amaçlanması önemlidir.  Bunun için de pozitif barış anlayışının gereği olarak barış sürecinin ahlaki, hukuki, siyasi, psikolojik boyutuyla ele alınmasını gerektirmektedir. Bu barış süreci için gerekli olan toplumsal dönüşümün sağlanması anlamına geliyor. 

Bu da barışın içselleştirilmesi, herkesin tatmin edilerek yeni çatışma tohumlarının olmaması anlamına geliyor. Özelikle çatışmalardan doğrudan etkilenen kesimlerin ihtiyaçlarının öğrenilmesi, taleplerinin dinlenmesi, etkilemeden dolayı oluşan yaralarının sarılmasını gerektirir. Onlardan uzaklaşmak değil, onların yaraların sarılması amacı samimi bir şekilde ortaya konuldukça güçlü barışın oluşacağının bilinmesi gereklidir.


***


3 Aralık 2020 Perşembe

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 3

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 3


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya,Murat KÖYLÜ,


DEĞERLENDİRME

Soğuk Savaş sonrası Amerikan çıkarlarını ve bu çıkarlara yön veren güçlerin
araçamaç bütünselliğini sağlayarak, yeni bir proje ile ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.

Çünkü ekonomik, siyasal, sosyal, hangi açıdan bakılırsa bakılsın milenyumun başındaki gelişmeler, ABD için süper güç olgusuyla uyuşmayan bir eğilim göstermektedir. ABD, ürettiğinden fazlasını tüketmektedir. Bir tüketim devi olan ABD'nin bugün dorukta olan gücünün; stratejik zihniyet, kültürel, ahlaki, ekonomik vb. çeşitli yönlerden giderek daha çok erozyona uğramakta olduğu görülmektedir. ABD, tarihteki diğer süper güçler gibi, sorunlu olan ekonomisini ayakta tutmak için ulusal gücünün askeri boyutuna artık eskiden olduğundan daha fazla ağırlık vermektedir.

Kökten dinci İslam’ın böylesine yaygınlaşmasında ve bu denli ürkütücü eylem  gücüne ulaşmasında, ABD’nin 1970’li yıllarda Başkan Carter döneminde yürürlüğe koyduğu “ Yeşil Kuşak Projesi’nin katkısı büyük olmuştur. Komünizmin dinsizlik (ateizm) yaklaşımı ve bu yaklaşıma karşı İslam’ın takındığı sert tutum nedeniyle "İslam'ın komünizme karşı bir kalkan olabileceği" görüşüne dayanan ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD Başkanı Truman tarafından yürürlüğe konan “Komünizmi Çevreleme Stratejisi’nin bir parçası /uzantısı olan bu proje, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle birlikte yeniden yürürlüğe konulmuştur.

Sovyetlere karşı direnen farklı kabilelere mensup Afganların ortak kimliği “İslam” olduğu için, silah yardımları yanı sıra, İslam kimliğini güçlendirecek ilahi doküman yardımları (binlerce Kuran-ı Kerim’in bastırılıp dağıtılmış) yapılmış ve Pakistan’daki mülteci kamplarına sığınmış yüz binlerce Afgan’a dini ve askeri eğitim verilmiştir. Aynı zamanda Orta Asya'daki “İslamcı Uyanış Hareketi’ni de tetiklemeyi amaçlayan bu proje, başta El Kaide terör örgütü olmak üzere, günümüzün köktendinci İslami terör gruplarının tohumlarını atmış ve yeşermesini sağlamıştır. Kendi yarattığı canavarın öldürücü saldırılarına maruz kalan ünlü Dr. Frankeştayn
gibi, Amerika da kendi yarattığı köktendinci bir terör örgütü tarafından yıllar sonra ağır yaralanmış; Ussame Bin Laden, Amerikan halkına, 2. Dünya Savaşı’ndaki Pearl Harbour baskınından sonraki en büyük felaketi ve acıyı yaşatmıştır. "Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir" yıllar sonra ters tepmiştir.

BOP, bölgedeki enerji kaynaklarına sahip olmak için geliştirilmiş, çıkış gerekçesini
küresel terörü önleme, insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi meşru ideallerden almıştır.
Ancak, sözde adıyla Arap baharı olarak nitelendirilen bugünkü gelişmeler, bölge rejimlerinin birer birer yıkılmasına yol açmış ve ülkelerin kamuoyu tarafından da destek görmüştür. Bu durum hegemonyanın şekil değiştirdiğini göstermektedir. Uluslararası hukukun ve kurumların gelişmesinden önce hegemonya, askeri üstünlükle sağlanan açık bir faaliyetten ibaretti. Soğuk savaşla birlikte ise, ekonomik güç gibi farklı unsurlara dayanmaya başlamıştır.

Günümüzde ise hegemonik eylemler, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler adına yapılmakta, Ortadoğu ülkelerinin diktatörlerinin yerini batı ülkeleri almaktadır. 

Ortadoğu’dakibu gelişmeler, sığ bir Arap milliyetçiliği üzerine kurulan bu ülkelerin yeni dünya düzenine ayak uydurması ve Batının değerlerinin makbul pozisyonuna işaret eden tarihin sonu tezlerinin gerçeğe dönüşmesi şeklinde yorumlanabilir. Her durumda Büyük Ortadoşu Projesinin kuramsal temellerini think tank kuruluşlarında, Hungtington ve Fukuyama’da bulan farklılaşmış bir hegemonya projesi olduğunu söylemek mümkündür. Arap dünyasının yasadışı bu tarihsel dönüşümde ve BOP’ta Türkiye önemli ve aktif bir rol oynamaktadır. Bölgeyle tarihsel ve kültürel başlara sıklıkla vurgu yapan Türkiye, aynı zamanda sıkı ekonomik ilişkilerini de korumaktadır. Ancak dış politikadaki belirsizlikler Türkiye’yi de belirsiz bir duruma çekmektedir. Zira Ortadoğu’daki gelişmelerin geleceği de belirsizdir ve Türkiye başlangıçtaki komşularla sıfır sorun temelli politikasını, bugün Batının bölgedeki temsilciliğini yapan bir formata çevirmiştir. Yakın geçmişe kadar bunu yaparken ortak tarihsel ve kültürel bağlar nedeniyle Arap devletlerine sırtını dönmeyen Türkiye, bugün Arap ülkelerindeki direnişleri desteklemekte, liderlere karşı çıkmaktadır. Dış politikada görünen manzara, ne Arap ülkeleriyle ne de AB ülkeleriyle uyumludur. Türkiye’nin dengeli bir dış politika izlemesi ve AB  sürecinden vazgeçmemesi gerekmektedir.

 Arap Baharı adı verilen Arap halklarındaki uyanışı da desteklerken, bu halkların kendi ülkelerinin doğal kaynaklarına sahip olmalarına katkı sağlamalıdır. Kendi petrollerine sahip çıkamayan Arap ülkeleri halkları için bir uyanıştan ya da bahardan söz etmek mümkün değildir.

Diğer taraftan, Arap baharı rüzgarını takip ederek bir iç meseleden uluslararası bir
soruna dönüşen Suriye, geride bıraktığı binlerce ölü ve binlerce göç eden vatandaşı ile kendi kendine yeniden bir iç barışı gerçekleştirmesi çok zor gözükmektedir.Nasıl bir çözüm sorusuna Prof. Özdağ şöyle yaklaşmaktadır:

“Suriye’ye yönelik bir dış müdahale veya son dönemde verilen isim ile insani
müdahalenin Batı ülkeleri tarafından gerçekleştirilmesinin önünde de bir çok engel olduğu biliniyor. Böyle bir müdahalenin Libya’da olduğu gibi kısa bir sürede sonuçlanması pek mümkün olmayabilir. Ancak daha vahim olan husus dış müdahale askeri sonucu aldığı gün Suriye’de başlayacak olan iç savaştır. Libya’da bile Kaddafi’nin ölünden sonra Kaddafici güçler direnişi tekrar başlatmış ve bir kenti işgal etmişlerdir.

Suriye’de başlayacak bir iç savaşın Irak’ı ve Lübnan’ı içine çekecek bir bölgesel
savaşa dönüşmesi büyük bir ihtimaldir. Şam rejiminin yanındaki ve karşısındaki ülkelerin mevcut yaklaşımları terk ederek, toptancı yaklaşımların yerine farklı ve bölge barışı için en uygun olan ve uygulanabilir olan çözüm arayışı içinde olmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde Batı’nın istemediği rejimlere karşı keyfi müdahale sürecinin önü
açılacaktır. Esasen Libya’da olan budur. Batı Libya’da sivillere yönelik kitle katliamı olduğu için değil, kitle katliamını engellemek amacı ile müdahale etmiştir. Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in Suriye ile ilgili son karar tasarısını veto etmesinin nedeni de budur.
Gerçekleşmemiş veya başlamamış insanlık suçları için insani müdahale gerçekleştirilemez.
Ayrıca Suriye’de şimdiye değin çatışmalarda 5500 sivil 2000`den fazla asker ölmüştür. Sadece bu sayılarda bize Suriye olan bitenin basit bir halkın katledilmesi değil, karşılıklı çatışma olduğunu göstermektedir.

Batı’nın Suriye’ye müdahalesi sonucunda çıkacak iç savaş ve bu iç savaşın
bölgesel nitelik kazanmasından birinci derecede zarar görecek ülke Türkiye’dir. 

Bu coğrafyada gerçekleşecek bir iç savaş sırasında Suriye’nin Kamışlı bölgesinin Kuzey Irak ile birleşmesi, ikisinin birlikte Bağımsız Kürdistan’ı ilan etmeleri, Suriye’ye müdahale eden Batılı güçlerin bağımsız Kürdistan’ın varlığını güvence altında alması ve Türkiye’de PKK’nın bu süreçte ayaklanma başlatması ihtimal lerini AKP hükümetinin düşünmediğini düşünmek mümkün değildir. Böyle geniş kapsamlı bir bölgesel savaş, Batı’nın İran’a vurmasını da kolaylaştıracak, bölgesel iç savaşı daha da tırmandıracaktır. Buna rağmen bugün sürdürülen politikada ısrar edilmesinin nedenlerini anlamak zordur. Artık Ankara’nın başka politikalar  üzerinde düşünmesinin zamanı gelmiştir. Aranacak yeni politikalar bir yandan Suriye’nin egemen bir devlet olması hususuna saygı gösterirken, öte yandan Suriye’de demokratikleşmeyi desteklemelidir. Şam’ın önüne Esad’ın demokratik meşruluk içinde iktidarda kalmasının yolu korunmalıdır.

Çoğunlukla geri kalmış ülkelerin yer aldığı İslam coğrafyasını, hem ekonomik hem
de sosyal yönden çağdaş değerlerle buluşturmak gibi yüksek bir amaca hizmet için ortaya atıldığı öne sürülen bu proje, bu amaca sadık kalındığı sürece, bütün dünya için, insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilecek unsurlar içermektedir. Ancak üzerine stratejik enerji kaynaklarının kontrolüne yönelik “sömürgecilik ruhu taşıyan” ulusal çıkarlar ile ideolojik dayatmalar monte edilirse, sona eren “Soğuk Savaş” döneminin ardından, bütün dünyaya daha büyük acılar getirecek “Yeşil Savaş” döneminin başlaması kaçınılmaz olacak ve; 21. yüzyılın savaşlarının medeniyetler arasında bir savaş olacağını, savaşın taraflarının Müslümanlarla Hıristiyanlar olmakla birlikte, bunun dinler savaşı değil, dinlerde kendisini
gösteren farklı uygarlık düzeyleri arasında geçeceğini ileri süren Huntington hep
hatırlanacaktır. (Huntington, 1993: 22-49)

SONUÇ

Günümüze gelindiğinde, yaşanan terör, dünyanın süper güçlerininin
vatandaşlarını bile tehdit edecek boyuta ulaşması, korkutucu bir gerçeği ortaya koymuşur:

Ülke çıkarları bile olsa illegal yapıları muhattap almak, affetdilemez sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Temmuz 2015 ayında Suruç`ta, Ekim 2015 ayında Ankara`da ve bu çalışmanın
hazırlandığı Kasım 2015 ayında Paris`te meydana gelen eylemler sonucunda masum silahsız insanların terör örgütlerince katledilmeleri, Ankara ve Paris Hükümetleri gibi, terörü kendi amaçları için finans eden tüm BOP çerçevesi ülke yönetimlerine bir uyarı gibiydi.

Aslında bu uyarı, 11 Eylül eylemlerini bahane ederek ABD ve müttefiklerin önce
Afganistan ve sonrasında Irak`ı işgal etmesi döneminde İspanya, Fransa ve İngiltere`de yaşanan büyük çaplı terör eylemleri ile kendini göstermiş, bu ülkelere; küresel hiçbir boşluk yaratılmamasının, eğer yaratılırsa bu boşluğun illegal yapılar tarafından kolaylıkla doldurulabileceğini anlatmaya çalışmasına rağmen, BOP çerçevesinde ki ülkeler başta ABD olmak üzrere Kuzey Afrika`yı kendi çıkarları uğruna şekillendirmek maksadıyla 2011`de harekete geçmeleriyle tüm kırılgan ve hassas dengeler bozulmuş, dağılmış ve günümüzde ki geleceği belirsiz bir süreci doğurmuştur.

Oysa, temel anlamda İslami coğrafyada bulunan (Ortadoğu ve Kuzey Afrika)
ülkelerin yönetim esasları, baskı, sindirme ve korku sistemiyle karışık, görünürde
demokratik ancak özünde anti-demokratik dikta rejimleri tarafından uygulanmaktaydı. 

Bu tip ülkelerdeki muhalif yapılanma, güçlü diktatörler ve destekleyicileri tarafından çok sert güvenlik önlemleri ile sindirilerek, baskı altında tutulması, sindirilmesi, basit olayların dışında küresel bir terör tehdidi yaratmıyordu.
BOP`un, Afganistan ile başlayan müdahale ve kontrol altına alma zihniyeti, hedef
ülke içinde bulunan muhalif yapıyla yakın ilişki ve teması, maddi ve silah desteği ile onlara bir nevi güç kazandırma faaliyetleri, korkulan diktatör yapıların yıkılmasıyla, birbirlerine karşı husumet besleyen ancak baskıcı diktarör yapı altında bu niyetlerini ortaya çıkarmayan etnik ve dinsel yapılar arasında iç çatışma, güç savaşı ve doğal olarak terörizmi de birlikte getirdi.

Özellikle otorite zaafiyeti, bu tip illegal yapıların büyümesi ve gelişmesi için sivrisinekler için bataklık kadar önemli bir ortam hazırlamıştı.
Aslında BOP`un bu planı Irak`ta ve tüm Kuzey Afrika ülkelerinde işlemesine rağmen, son kale Suriye`de aksamaya başladı.

BOP`u planlayan ülkeler (ABD, İngiltere, İsrail vb.) ile BOP karşıtı ülkeler (Rusya, Çin, İran) arasında ki çıkar çatışması Suriye`de ki kavganın bir türlü 
sonuçlanmamasına yol açmış, kısa sürede planlan rejim değişikliği, bir türlü amacına ulaşılmamıştı.

      BOP ülkelerinin, daha önce Irak ve Kuzey Afrika ülkelerine karşı yürüttükleri operasyonlar daki gibi açık bir müdahale yapamayacaklarını anladıklarından, 
Suriye muhaliflerini destekleyerek sonuca gitme çabaları ve bu tehlikeli oyuna Türkiye üzerinden ve katkısyla gidilmesi, affedilemez, geriye dönülmez 
bir sürecin başlamasına neden olmuştur.

Milyonlarca evsiz Suriyeli mülteci, yaşanan insanlık dramları ve patlamalarla, eylemlerle yok olan insanlık…

Gelinen nokta; BOP ülkeleri ve karşıt ülkeleri aynı masaya oturtarak, yapılan vahim hatadan dönülerek, tekrardan Suriye`de ki Esat Rejimini canlandırmak, mülteci krizini sonlandırmak ve bölgede kendi yarattıkları otarite boşluğunu, tekrar eski yönetimle doldurma yönündedir.
Yaşamsal döngü içinde tarih derslerle dolu olmasına rağmen, çıkarların kör ettiği gözler bu dersleri görememesi yüzünden binlerce masum insan ölmüş ve ne yazık ki ölmeye de devam edecektir. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği düşünce siteminin doğduğu Fransız İhtilali`nin bile anavatanı olan Fransa bu tarih dersinden sınıfta kalmasını önce 12 Karikatürüstini sonrada yüzden fazla vatandaşını kurban ederek acı bir şekilde öğrenmiştir umarım.

KAYNAKÇA

Arı, T. (2005), Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Baskı İstanbul Alfa Yayınları .
Arslan, A. (2006), Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci Yahudi Göçü, İstanbul, Truva Yayınları, s.151.
Atatürk, M. K. (2006), Nutuk, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, ss.515-517
Chomsky, N. (2002), Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık
Davutoğlu, A. (2004), Stratejik Derinlik, 17.Baskı, İstanbul, Küre Yayıncılık, s.324-361
Değer, M. E. (1994), Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Ya da Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Araştırma Yayınları, İstanbul, s. 92.
Demircan, E. ve Ener, M. (2008), “IMF’nin Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Uygulanan
İstikrar Programları Üzerine Etkileri”, (Çevrimiçi) http://biibf.comu.edu.tr/ edemircanmenerm. pdf
Dibner, G. (1999), “My Enemy’s Enemy”, Harvard International Review, Winter 98/99, Vol. 21, Issue 1, s.34.
Günal, A. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Akademik Bakış Dergisi, 4, 1, s.158-159
Huntington, S. P. (1993), “The Clash Of Civilizations?”, Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3,
İnönü, İ. (2006), Hatıralar, Ankara, Bilgi Yayınevi, ss.359-360.
Kelidar, A. (1993), “States without Foundations: The Political Evolution of State and Society in the Arab East”, Journal of Contemporary History, 
Vol. 28, No. 2, , s.320.
Lewis, B. (1996), Ortadoğu, Çev.Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Kitapları.
Özdağ, Ü. (2012), Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012
Parlar, S. (2006), Ortadoğu Vadedilmiş Topraklar, 3.Baskı, İstanbul, Mephisto Kitabevis.375.
Şahin, A. (2004), Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, İstanbul, Truva Yayınları.
Uzgel, İ. (2005), “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran(ed.), Cilt II, 8.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, s.265.
Turan, Ö. (2002), Tarihin Başladığı Nokta Orta Doğu, Step Ajans yayınları, İstanbul, s.16-17

DİPNOTLAR;

1 Ümit ÖZDAĞ, Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012
2 “ Erdogan ABD'den Mutlu Döndü”, Radikal, 2 Şubat 2004. 
3 “ Başbuğ: 'Ilımlı İslam' Laik değil ”, Radikal, 20 Mart 2004, (Çevrimiçi)
    http://213.243.28.21/haber.php?haberno=110235&tarih=20/10/2015

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE ve SURİYE ULUSLARARASI İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER DERGİSİ 2 (1) 2015, 85-100


***

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya,Murat KÖYLÜ,Condoleezza Rice, Davos Zirvesi, Dick Cheney, Eisenhower Doktrini, Arap-İsrail savaşları,



Lübnan'daki muhalefetin Suriye'nin bir an önce askerlerini çekmesi için protesto
gösterileri düzenlemesi etkili olmuştur. Suriye, askerlerini belirli bir plana göre çekmeye başlamıştır. Şubat 2005'in son haftasında düzenlenen gösteriler sonrası Lübnan'da Suriye yanlısı hükümet istifa etmiştir. Suriye'nin, Lübnan'da siyasal, ekonomik, ticari çıkarları bulunmaktadır. Irak'ta başlatılan savaşın yayılması için işaretler vardır. Powell, Suriye'nin Irak'ı desteklemekle risk aldığını söylemiştir. 

Bir Yahudi topluluğa yaptığı konuşmada, Suriye'yi suçlamıştır. Suriye Dışişleri Bakanlığı, "İşgalcilerin Irak'ta yenildiklerini görmeyi umut ettiklerini " söylemiştir. Suriye Devlet Başkanı, Beşar Esad, Arap rejimlerinin ABD'nin liderliğindeki savaşa karşı çıkmaya çağırmıştır. 

Esad, "Suriye'nin oturup bir sonraki olmayı bekleyemeyeceğini" söylemiştir. 

Öte yandan, medya Saddam’ın kitle imha silahlarını Suriye’ye kaçırdığı ve orada sakladığı konusunda ısrarlı yayınlar yapmıştır.

Libya’yı bölen güçler şimdi Suriye üzerine odaklanmış durumda. Suriye’de Esad
rejimini zor kullanarak devirecek bir askeri müdahalenin Irak benzeri bir iç savaşa neden olması kaçınılmaz. Irak’ta nasıl iktidarı elinde tutan Sünni Arap azınlık (%20-25) temsilcisi Saddam’ın devrilmesinden sonra bugüne kadar devam eden bir iç savaşı sürdürdü ise, Suriye’de de Nüsayri azınlık, kendilerine yönelik intikam, dışlama ve cezalandırma politikalarına tepki olarak Esad öldürülse bile savaşı sürdürecektir.

İsrail de Suriye’de, Müslüman Kardeşler’in iktidarı yerine parçalanmış bir Suriye
tercih edecektir. Washington ne düşünür ise düşünsün, İsrail, Mısır ve Suriye’de iki Müslüman Kardeşler iktidarı arasında yaşamak istemeyecektir. 1982’de Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organında çıkan bir makalede İsrail’in güvenliği için Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere üçe, Suriye’nin ise Nüsayri, Dürzi, Şam ve Halep Cumhuriyetleri olmak üzere dörde ayrılması fikri savunulmuştur. Irak bölünmüştür. Suriye; bu dört bölgeye Kamışlı bölgesinde beşinci bir parçalanma bölgesi olan Kürt bölgesinin katılımı ile beş parçaya bölünmeye doğru ilerlemekte dir. Suriye’nin bölünmesi, Türkiye’nin toprak bütünlüğü üzerinde olağanüstü bir yük oluşturacaktır.

Bu arada PKK, İran ile yapılan pazarlık neticesinde ve yüklü bir para alarak, 2000
teröristi Esad rejimine destek vermesi için Suriye’ye kaydırmıştır. Esad da PKK’nın önemli bir gücünü, Halep’in kuzeyine, Türk bölgelerine baskı yapacak şekilde yerleştirmiştir. PKK, bugün için Esad’ın yanındadır. Ancak Esad’ın devrilmesi durumunda Kamışlı bölgesinde en etkin politik-askeri güç haline gelmesi muhtemeldir1.

Türkiye açısından bakıldığında ise son dönemde bölge ülkeleriyle ilişkilerin,
özellikle de Bağdat, Şam, Tahran, Kahire gibi önemli başkentlerle olan münasebetlerin gerginleştiği görülmektedir. Bu durumun çok farklı nedenleri vardır. Kısaca anımsatmak gerekirse Irak, Türkiye’nin içişlerine karıştığını, kuzeydeki Kürt Bölgesel Yönetimi’ni doğrudan muhatap alıp, onu bağımsızlık yönünde teşvik ettiğini düşünmektedir. Suriye, ülkedeki iç savaşta Türkiye’nin aktif olarak silahlı muhalif gruplara destek vermesini, Esad karşıtlarını tek
bir çatı altında toplamak, aralarındaki sorunları çözmek için çabalamasını eleştirmektedir.

   İran, Türkiye’nin genelde Ortadoğu, özelde ise Irak ve Suriye politikalarında Türkiye ile karşı saflardadır. Ayrıca Türkiye’nin füze kalkanı radarına ve patriot füzelerine topraklarını açmasını, doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Türkiye’nin İslam dünyasında ve Arap aleminde öne çıkmaya çalışmasını, kendisinin önünü kesme çabası olarak yorumlamaktadır. Mısır ise Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesi sonrasında Türkiye’nin takındığı tutumdan rahatsızdır ve bunu içişlerine müdahale olarak gördüğünü yetkili ağızlardan açıklamaktadır.

Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin yakın komşularından başlayarak bölgede hızla
yalnızlaştığı yönünde bir algının doğmasına neden olmuştur. Sık sık dillendirilen “örnek ülke”, “yükselen güç”, “küresel oyun kurucu”, “yeni Türkiye modeli” gibi iddialı sıfatların beklenen ilgiyi ve etkiyi yaratmadığı, tersine endişeye neden olduğu görülmüştür. Türkiye’nin sözleri ile yapabilecekleri arasındaki uyum, devlet kapasitesinin sınırları, Ortadoğu’da ve İslam ülkelerindeki yumuşak gücünün, itibarının, nüfuzunun boyutları sadece bölgede değil, Batıda da sorgulanmaya başlamıştır. Suriye örneğinde olduğu gibi, iktidardaki rejimle tüm ilişkileri kesip, silahlı muhalif grupları teşvik edip, desteklemek yerine, diplomatik kanalları muhafaza etmek, Türkiye’nin güvenliğine öncelik vermek gerektiği daha yüksek sesle dillendirilir olmuştur.

Atatürk, Milli Mücadele dönemini anlattığı Nutuk adlı eserinde Sevr Antlaşması,
Gümrü Ateşkes Antlaşması ve 1.İnönü Muharebesi sonrasında toplanan Londra
Konferansı’nda belirlenen esaslar doğrultusunda İtilaf Devletleri’nin yapmış olduğu 12 Mart 1921 tarihli teklif, Sakarya zaferinden sonra yapmış oldukları 22 Mart 1922 tarihli teklif ve Lozan’da kabul edilen mali esasları karşılaştırmıştır. Böylece Türkiye’ye kabul ettirilmesi düşünülen mali esaslar ile Milli Mücadele sayesinde ulaşılan sonuç ortaya konmuştur. Buna göre Sevr Antlaşması’nda İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden kurulu bir Maliye Komisyonu oluşturulması, bu komisyonda bulunmasına müsaade edilen Türk komiserin sadece danışman olarak görev alması kararlaştırılmıştır. Meclise sunulacak bütçenin bu komisyonun onayını almış olması, Meclis’in yapacağı değişiklikleri yürürlüğe girmesi için komisyonca uygun bulunması, Duyun-u Umumiye idaresi ve Osmanlı Bankası aracılığıyla
Türkiye’nin mali faaliyetlerini düzenlemesi, Duyun-u Umumiye’ye ayrılan gelirler dışındaki tüm gelirlerin Maliye Komisyonu’nun emrine verilmesi öngörülmüştür. Mali Komisyon sahip olduğu bu geniş yetkilerle öncelikle kendisinin ve Türkiye’de kalacak İtilaf Devletleri’ne ait giderlerin karşılanması, sonra da Türkiye’nin savaşa girmesi sebebi ile zarar görmüş İtilaf Devletleri uyruklu insanların zararlarının ödenmesi planlanmıştır. Kapitülasyonların savaştan önce uygulandığı şekilde devam etmesi de düşünülmüştür. 1921 ve 1922 Mart’larında verilen tekliflerde bu ağır koşullar, İtilaf Devletleri’nin Anadolu’da üstünlüklerini kaybetmelerine
bağlı olarak tedricen hafifletilmiştir. Ancak “tam bağımsızlık” hedefleyen Türkiye Devleti bu şartları kabul etmemiş ve imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm bu ağır şartlar ve kapitülasyonlar kaldırılmıştır (Atatürk, 2006:515-517)

 Lozan görüşmeleri esnasında Türk heyetinin başkanı olan İsmet İnönü’nün
anlattığı, İngiltere temsilcisi Lord Curzon’la yaşadığı bir vaka İtilaf Devletleri’nin ekonomik denetime bakış açısını ortaya koymaktadır. Bir toplantı esnasında Curzon İsmet İnönü’ye:

“Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakin de (Amerikalı temsilci Mr.Chaild). Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimde dir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?... İhtiyaç sebebi ile yarın para
istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkarıp size göstereceğiz (İnönü, 2006:359-360).”

Türkiye’nin dış borçlarının artması ve Uluslararası Para Fonu(IMF) ile yürütmekte
olduğu ilişkiler, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nden bağımsız bir gelişme göstermekle birlikte çalışmanın kapsamına ve amacına uygun düşmesi sebebi ile çalışmaya dâhil edilmiştir.

Türkiye’nin IMF ile ilişkileri 1947 yılına kadar uzanmaktadır. Bu dönemden
itibaren Atatürk’ün temellerini atmış olduğu ekonomik bağımsızlık ilkesinden ödünler verilmeye başlandığı görülmektedir. IMF’den kredi sağlanmaya başlanmış bunun için de IMF ile anlaşma yapma yoluna gidilmiştir (ÖZEN ve ÖZPENÇE, 2006). IMF’nin temel kuruluş amacı, ülkelerin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve uluslararası para istikrarını sağlamaktır. Bu amaçlarla birlikte; 1950’li yıllarda fon, sermaye ve mal hareketleri üzerine konan engellerin kaldırılması, fiyat teşvikleri, piyasa güçlerinin işlevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli serbestinin sağlanması, devlet müdahalelerinin ortadan kaldırılması, sanayilerin korunması gibi amaçları da bulunmaktadır (Topallı, 2006:92).

IMF-Türkiye ilişkileri başlangıcından bugüne Türkiye’nin ekonomik bunalıma
girdiği hemen her dönemde IMF’den kredi alınmış ve ortalama her üç yılda bir stand-by düzenlemesi yapılmıştır. IMF ile sık aralıklarla ve çok fazla stand by düzenlemesinin yapılmış olması Türkiye’nin ödemeler dengesi sorununu kalıcı olarak çözemediğinin kanıtı olarak görülmektedir (Demircan, 2008). Sonuç olarak kendi çalışanlarının dahi eleştirdiği IMF ve Dünya Bankası’nın kuruluş amacından uzaklaşmış olduğu, ABD gibi ekonomisi güçlü, gelişmiş ülkelerin çıkarlarının savunulduğu, politikalarının dayatıldığı örgütler haline geldiği değerlendirilmekte dir.
"Büyük Ortadoğu Projesi" olarak adlandırılan, bölge ülkelerin demokratikleşmesi
projesi aslında dört bölgeyi kapsamaktadır. Bunlar (Şahin,2004: 172),

1. Merkez Ortadoğu (Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölge)
2. Kafkasya (Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan eden ülkeler)
3. Afrika (Fas'tan Mısır'a kadar Kuzey Afrika)
4. Asya (Endonezya'ya, Güney Asya'ya ve Çin'e kadar olan Orta Asya)
 
  Proje’nin Türk kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması, Başbakan Erdoğan’ın 28 Ocak 2004'te Washington’a yaptığı ziyaretle başlamıştır.

Erdoğan’ın ziyaretinden dört gün önce, 24 Ocak 2004 tarihinde de Amerikan
Başkan Yardımcısı Dick Cheney, İsviçre’nin Davos kentinde yapılan “Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada projeden bahsetmiştir. Erdoğan, Türkiye dönüsü, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi’ndeki basın toplantısında, “Sayın Bush ile görüşmede, ABD'nin global çerçevede büyük yeni kuvvet yapılandırması, büyük Ortadoğu veya genişletilmiş Ortadoğu vizyonu gibi konulardaki yaklaşımlarını en etkili ağızdan dinleme imkanı bulduk, yaklaşımımızı ifade ettik.” diyordu 2. Bu sözler, aynı zamanda, Türkiye'nin projeye sıcak
baktığı anlamına da gelmekteydi.

2. Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye

Coğrafi konumu nedeniyle Ortadoğu projesinde Türkiye’nin tutumu önem
taşımaktadır. BOP’un uygulanması konusunda Türkiye, diğer ilgili devletlere göre daha karmaşık bir durum ile karşı karşıya kalıyor. Çünkü; Türkiye bir taraftan projeyi hazırlayan ve uygulayan kanadın önemli bir üyesi (Nato’ya üye, AB’ye üyelik çalışmaları yapıyor ve ABD’nin uzun yıllara dayanan bir müttefiki) iken diğer taraftan da projenin hedef ülkeleri ile coğrafi olarak komşu ve aralarında yüzyıllara dayanan siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel ilişkisi var.

Bu şartlar, Türkiye’yi iki ucu keskin bir bıçağın üzerine yerleştiriyor. ABD‘nin Ankara eski büyükelçisi Eric Edelman, ABD ve Türkiye’nin konumu açısından projeyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Ortadoğu’da, demokrasi ve insan hakları temelinde uygulanmasını planladıkları BOP, son 50 yılın en büyük projesidir. 
Bu projenin uygulanması uzun sürebilir.

Bu zaman içerisinde Türkiye, örnek devlet olacaktır.” (Şahin, 2004:101). 

2002 yılında İstanbul’a konferans vermek için gelen Bernard Lewis, kendisine yöneltilen “Türkiye, Ortadoğu Projesi’nin neresinde yer alacaktır?” sorusunu şu şekilde cevaplandırmıştır:
“Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin uygulayacağı politikalara bağlıdır.” Aynı şekilde CIA'nın 1980'li yıllarda Ortadoğu şefi olan Graham E. Fuller, “Siyasal İslamın Geleceği ve Türkiye” adlı son kitabında Türkiye’nin Müslüman karakteriyle önemli bir devlet olacağına vurgu yapmaktadır.

Bu projede Türkiye’nin rolü için şunları dile ifade etmektedir: “Türkiye Batı’ya her
yanaştığında bir ‘kenar’ (diplomatik dilde ‘perifer’) ülkesi olarak görüldü. 

Bu günde Türkiye’ye ikincil ama riskli görevlerin ötesinde bir rol öngörüldüğünü sanmıyoruz… “.
Türkiye; tarihî, coğrafi ve kültürel açılardan Doğu’nun olduğu kadar; Batı’nın da
bir parçasıdır. Avrupa ile asırlardır süren mevcut ortak tarihî, bunun en belirgin kanıtıdır.

Karadeniz ile Akdeniz'i, gelişmiş devletler ile gelişmekte olan devletleri, değişik ekonomik sistemleri ve farklı kültürel yapıları birbirine bağlayan Türkiye, dinler arasında da bir dostluk ve iş birliği köprüsüdür.

Türkiye’nin söz konusu projeye olan bakış açısının gelişimi şu şekilde
özetlenebilir; soğuk savaş döneminde Batılı devletler, ABD ile SSCB arasında bir cephe görevi görmekten dolayı çıkılmaz bir karmaşa içerisine girmiştir. Bazı Avrupa devletleri SSCB tarafında yer alırken bazıları ise ABD yanında bulunmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin dış politikasında ise, bir taraftan müttefiki ABD ile olan ilişkileri diğer taraftan Ortadoğu’ya yönelik hareketlenmede ön planda olan Sovyet etkisi ve bunun Türkiye için bir tehdit olarak görülmesi önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikasını tek taraflı bir tercih olmaktan ziyade, çok yönlü etkiler altında oluşan bir dış politika olarak değerlendirmek gerekir (Arı, 2006:115-140). 

1980’li yıllarda ise dış politikada, SSCB’nin yıkılarak dağılma olasılığına karşı Kafkaslar ve Orta Asya’da Türki Cumhuriyetler ile birlikte olma düşüncesi ön plana çıkmıştır.

ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin Türkiye’ye yansımalarının bir diğer boyutu
ise “rejim tehdidi” olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’ye yönelik “rejim tehdidi”ni ortaya çıkaran temel sebep olarak ABD’nin İslam dinini siyasallaştırma çabaları görülmektedir. 

Bir dönem ABD tarafından, Afganistan’da Sovyet Rusya’ya karşı kullanılan radikal İslam silahının günümüzde ABD’ye çevrilmiş olduğu görülmektedir. 1990’ların ikinci yarısında Kenya ve Tanzanya’daki büyükelçiliklerinin bombalanması ile küresel terörizm tehdidi ile tanışan ABD’nin durumun vahametini tam olarak kavrayamadığı düşünülmektedir. 11 Eylül saldırıları dünyaya ABD’nin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu göstermiş ve bu saldırılar Büyük Orta Doğu Projesi’nin gerekçesi olarak gösterilmiştir. ABD’ye yönelen “radikal İslam
tehdidi”nin bertaraf edilebilmesi maksadıyla RAND Corporation adlı düşünce kuruluşu tarafından bir rapor hazırlanarak Bush yönetimine sunulmuştur. “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasi değerlerine uyumlu hale getirilmezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezi ortaya atılmış ve İslam coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji önerilmiştir (Günal, 2004:158) Dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernistler (ılımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılmış, ılımlı İslamcıların desteklenmesi tavsiye edilmiştir (Benard, 1996:37). Mevcut siyasi yönetim altında Türkiye'nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu saptaması yapılarak, bu konuda  Türkiye'deki iktidarın desteklenmesi gerektiğinin altı çizilmektedir 
(Günal, 2004:159). 

Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, ABD tarafından Türkiye’ye “demokratik ve ılımlı İslam ülkesi” olması savıyla “model ülke rolü“ verildiği görülmektedir. Ancak ABD’ye yönelik terör tehdidin önlenmesi maksadıyla Türkiye’ye biçilen ılımlı İslam rolünün, Cumhuriyet’in temeli olan laiklik ilkesinin zaman içerisinde aşınmasına yol açacağı öngörülmektedir. Bu tehdidi algılayan dönemin Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da bu ifadeye tepki göstermiş 3 ve Türkiye’nin İslam devleti değil, laik bir devlet olduğunu tüm dünyaya bir kez daha ilan etmiştir. Bu tepki neticesinde ABD “model ülke” tanımlamasından vazgeçmiş tir. Her ne kadar  tanımlamadan vazgeçilmiş olsa da zihinlerin arka planında bu “ılımlı İslam modeli” olduğu düşünülmektedir.



***

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 1

 
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE., BÖLÜM 1


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya, Murat KÖYLÜ,


Murat KÖYLÜ*
* Yrd. Doç. Dr., Toros Üniversitesi İ.İ.B.F., 
    murat.koylu@toros.edu.tr

ÖZET:

     Amerika Birleşik Devletleri tarafından 2004 yılında uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi, Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika'yı dönüştürmeyi, bu alanları küresel pazarlara açmayı ve Batı demokrasisi standartlarına ulaştırmayı
amaçlamaktadır. Proje kapsamındaki ülkelerin çoğunun Müslüman nüfusa ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmaları, projenin kültürel ve ekonomik boyutunu yansıtmaktadır. BOP yeni bir girişim olarak görülse de, temelleri I. ve II. Dünya Savaşları ve sonraki gelişmelere kadar dayanmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesi, aslında tarihi niteliği olan bir projedir. 

Orta Doğu' da yer alan bölgelerin bir bütün olarak görülmesi ve bu bölgede otoriteyi sağlayacak bir siyasal yapılanmanın gerçekleştirilmesi doğrultusunda her dönemde ve her siyasal güç açısından Orta Doğu'yu genel olarak büyük sınırlar
içerisinde ele alan bazı yaklaşımlar ve projeler geliştirilmiştir. İran, Anadolu, Mezopotamya ya da Mısır merkezli siyasal yapılanmalar daha büyük bir güç olmak için ortaya çıktıklarında, dünyanın jeopolitik merkezi olan Orta Doğu alanını daha
büyük sınırlar çerçevesinde kendi kontrolleri altına almak istemişlerdir. Sümerler, Babiller, Persler, Memluklar, Selçuklular ve de Osmanlılar aynı yoldan giderek, bütün bölgeye egemen olmak istediklerinde kendilerine göre ve gene kendilerinin
merkezinde yer aldıkları bir Ortadoğu hegemonya alanı oluşturmanın çabası içerisinde olmuşlardır. Bölge içinde, yanında ya da bölgeye yakın bir konumda kurulmuş olan bütün devletler daha fazla büyümek amacıyla Orta Doğu alanını kendi denetimleri altına almak ve böylece bir büyük imparatorluğu kurmak istemişlerdir. Orta Doğu bölgesi sahip olduğu konumu gereği böylesine büyük siyasal yapılanmalar için, elverişli olduğundan, büyümek isteyen devletler Orta Doğu alanında daha büyük bir Orta Doğu arayışı içerisinde olmuşlardır. 

Bölge ülkeleri bütün bölgeyi kendi kontrolleri altına alabilmek için böylesine bir projeyi her zaman için kendi güvenlikleri açısından zorunlu görmüşlerdir. 

Bu çalışmanın amacı; yaşananlar Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)`nin bir parçası mı? 

Ve Batının Ortadoğuyu yeniden şekillendirme çabası mı olduğunu ortaya koymak tır.

1. GİRİŞ

Ortadoğu, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusunu, Rusya ile sıcak denizleri
birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticari ve kültürel
bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu‟yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. “Kara altın” olarak tanımlanan petrolün 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu‟nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artmıştır (Turan, 2002:16-17)

20.yüzyılın başında Balkanları da kapsayacak kadar geniş şekilde tanımlanan Orta
Doğu günümüzde daha dar bir coğrafyayı ifade etmeye başlamıştır. Buna göre bu tanımlama en dar anlamıyla Mısır’dan İran’a uzanan Nil ve Mezopotamya havzalarının arası için, en geniş şekliyle de Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan, başka bir deyişle Atlantik’ten Ganj havzasına kadar yayılan coğrafyayı ifade etmektedir. 

Geniş ve dar anlamda tarif edilen bu coğrafya genel olarak değerlendirildiğinde medeniyet kimliği ve jeokültürel olarak İslam kimliğini, jeoekonomik kaynak alanı olarak petrolü, fiziki coğrafya olarak bozkır ve çöl iklimini, stratejik olarak Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşak(rimland)’ı ifade ettiği görülmektedir (Davutoğlu,2004:324)

Ortadoğu‟nun önemi, Rockefeller Kardeşler Fonu olarak bilinen ve Amerika
Birleşik Devletleri ekonomi politikasının ilkelerini saptayan örgütçe hazırlanan 1952 tarihli bir raporda vurgulanarak, emperyalizm için vazgeçilemez olduğu ifade edilmiştir. Raporda şöyle denilmiştir: “Asya, Ortadoğu ve Afrika milliyetçiliği, Sovyet Bloğunun tahrikleriyle yıkıcı bir güç haline gelecek olursa, Avrupa‟nın petrol ve diğer hammadde ikmal kaynakları tehlikeye girebilir. Şu halde, bölgeyi güvenlik altına almak için bölge ülkeleriyle ilişkiler kurmak ve yaşamsal önemdeki kaynakları böylece güvenceye almak gerekir. 
Bu nedenle, Ortadoğu,  emperyalizmin ilgi odağı olmuştur ve bu bölgeyi kendi etki alanı içinde tutmak gereklidir (Değer, 1994:92) ”
Orta Doğu’yu önemli kılan başlıca özelliklerden biri de bu coğrafyanın Avrupa,
Asya ve Afrika’dan oluşan dünya anakıtasının kesişim alanını oluşturuyor olmasıdır. Bu bölge; kara havzası açısından Asya’nın batısını, Avrupa’nın doğusunu ve Afrika’nın kuzey sınırlarını barındırmaktadır. Buna bağlı olarak Avrupa, Asya ve Afrika’yı birbirine bağlayan deniz, kara ve hava ulaşım hatlarının düğüm noktasını teşkil etmektedir. Bununla beraber dünyada birinci derecede önemi haiz olan üç stratejik deniz yolu olan Süveyş Kanalı, Babel Mendeb ve Hürmüz boğazları bölgeyi önemli kılmaktadır (Davutoğlu, 2004:325-326)

20.yüzyılın başlarında Orta Doğu’nun Osmanlı egemenliği altında olduğu
görülmektedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin ise zayıflamış otoritesi ile hayatta kalma mücadelesi içerisinde olan bir devlet durumunda olduğu görülmektedir. Hem içeride hem de dışarıda pek çok düşmanla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Zor durumda bulunan Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’da mutlak hâkim olduğunu söylemek güçtür. Arap liderler ise sadece iki bölgede sınırlı bir özerklik elde etmeyi başarabilmişlerdir. Bu iki bölgeden biri Lübnan’dır. Lübnan genel olarak bazen Hıristiyan bazen Dürzî olan yerel liderlerin kontrolünde kalmıştır. Arapların özerklik kazanmayı başardığı bir diğer bölge ise Arabistan yarımadası dır.    

Özellikle Osmanlılar, İranlılar ve İngilizler arasında tartışmalı olan Körfez, esas
mücadele alanı olarak ortaya çıkmıştır. 18.yüzyılın sonlarına doğru Körfez bölgesindeki aşiret reisleri mücadelede öne geçmiş ve kısmî bir özerklik elde etmişlerdir (Kelidar, 1993:263)

20. yüzyılın başlarında Orta Doğu’nun panoramasını değiştiren en önemli
olaylardan biri de Filistin’e yönelik Yahudi göçüdür. Daha sonraki dönemde İsrail Devleti’ne dönüşecek olan bu göçler sonucunda bölgede zaten var olan gerilim çok daha üst seviyelere tırmanmıştır. İngiltere’nin 1838’den itibaren “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Orta Doğu’yu ele geçirmek üzere kendisi ile işbirliği yapacaklarını öngördükleri Yahudilerin Filistin ve çevresine yerleşmesini desteklemiştir. Bu dönemde Yahudiler de Filistin’e yerleşmek üzere harekete geçmiştir. 1870 yılından başlamak üzere 1908 yılına kadar Filistin’de 33 Yahudi yerleşim birimi kurulmuştur (Arslan,256;151). Özellikle
1897 yılında Basel’de Theodor Herzl başkanlığında toplanan 1.Siyonist Kongresi’n de “Yahudiler için Filistin’de bir vatan yaratmak” hedefi ortaya konulması ile bu hareket daha organize hale gelmiştir. Theodor Herzl’in 1896 yılında yazmış olduğu “Der Judenstaat(Yahudi Devleti)” adlı kitabında yaptığı tespitte Filistin’e yapılacak Yahudi göçünün hem Yahudilerin hem de Yahudilerle sorunu bulunan Batı dünyası nın çıkarlarına hizmet edeceği vurgulanmıştır (Parlar, 2006:275) Yapılan bu tespite istinaden İtilaf Devletlerinin desteğinin de sağlanabileceği öngörülmüştür.
ABD’nin 2000’li yıllardan itibaren önceleri kısaca BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)
denilen, sonrasında GOKAP (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) olarak anılan projeyle, görünürde bölgede insan hakları, demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, sivil toplum ve piyasa ekonomisini egemen kılmak istediği savunulmuştur. Gerçekte ise Washington, kimi ülkelerin sınırlarını, kimilerinin rejimlerini, kimilerinin de hem sınırlarını hem de rejimlerini değiştirmek istediğini açıklamıştır. Sonradan dışişleri bakanlığı yapacak olan Condoleezza Rice, “Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değişeceğini” yazmıştır . ABD bu yolla, Ortadoğu’da kendi güdümünde rejimler yaratmaya, zaten öyle olan rejimleri de tahkim etmeye çalışmaya yönelmiştir. BOP, ilk kez 2000 yılındaki Davos Zirvesi’nde Dick Cheney, 2004’te ise Bush tarafından dillendirilmişse de öncesinin olduğu bilinmektedir. Fikri hazırlığını yapan isimler arasında Türkiye’de de yakından tanınan Bernard Lewis, Zbigniew Brzezinski gibi uzmanlar öne çıkmışlardır. BOP’un kapsama alanına 35 ülkenin girdiği, bunlardan 22’sinin Arap ülkesi, 5’inin Arap olmayan Ortadoğu ülkesi, 5’inin Orta Asya ülkesi, 3’ünün ise Trans Kafkasya ülkesi olduğu çokça ifade edilmiştir.

BOP’un hazırlanış gerekçelerini anlayabilmek ve uygulamanın nasıl olabileceğini
dair öngörülerde bulunabilmek için, konuya ışık tutabilecek bazı tarihi saptamalar yapılması uygun olacaktır. Aslında daha eskilere dayanmakla birlikte BOP’un diriliş noktası, 11 Eylül 2001’deki uçaklı intihar saldırılarıyla ABD’yi çok ciddi şekilde sarsan ve bütün dünyaya korku veren “küresel terörizm”dir. Ünlü Amerikalı gazeteci-yazar Robert Fisk’in “ezilmiş ve aşağılanmış insanların şeytani ve korkunç zalimliği” (Chomsky, 2002: 198) olarak nitelediği küresel terörizmin temel nedeni ve kaynağı ise, köktendinci İslami değer yargılarının yanı sıra, günümüz dünyasının zengin ve yoksul ülkeleri arasında var olan uçurum boyutlarındaki
gelir dengesizliğidir. Nedeni Batı sömürgeciliği olan bu dengesizlik farklı bir şekilde olmakla birlikte günümüzde de sürmekte ve özellikle İslam coğrafyasını vurmaya devam etmektedir.

ABD, sömürü düzeninin bu acımasızlıkta sürdüğü sürece, küresel terörizmi bitirmenin imkansız olduğu gerçeğini anlamıştır. Zira bu sömürü düzenine başkaldıran insanların, sömürgecilerin modern silahlarına karşı verilecek bir mücadelede kendi göğüslerinden başka silahları yoktur.

Bu analiz, Tunus’tan başlayıp Suriye’ye kadar sıçrayan olaylar için geçerli olabilir.
Ama mesela, 1960’ta iç savaşla Sudan’da, 1984’te bölücü PKK terörüyle Türkiye’de, 2003’te ABD-İngiliz işgaliyle Irak’ta meydana gelen kanlı olayları ve yaşanan bölünmeleri izah edebilir mi? Hayır. Çünkü sayılan bu çatışmaların mahiyetini çok iyi biliyoruz; BOP çerçevesinde başlamış ve sürüp gitmektedir. 

Eş zamanlı ve tesanüt içinde yürüyen PKK bölücü terörü ve AB uyum yasaları adı altında yapılan düzenlemeler, BOP çerçevesinde ve ABD güdümünde  gerçekleşmektedir.

Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan Büyük Ortadoğu Projesi,
ABD’nin Fas, Moritanya, Orta Asya ve Moğolistan, Kafkasya ve Türkiye ile Arap Dünyası ve Somali’yi içine alan “İslam Coğrafyası” dönüşüm stratejisidir. Uzun bir vadede gerçekleştirilmeye göre planlanmıştır. ABD’nin, yeni-muhafazakârlar (neokonlar) denilen ekibinin 1997’de geliştirdiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) bir alt unsurudur.

Aslında BOP, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” planının devamından ibarettir. Bugün BOP çerçevesinde öne çıkan “Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı” ve “Ortadoğu Ortaklık Girişimi destek programları” son yıllarda siyasi söylemlerde sıkça dile getirilmekte dir.
Diğer taraftan Suriye`de yaşanan siyasi kriz ve iktidar zaafiyeti, bölgeyi terör
örgütlerinin rahatlıkla tüm faaliyetlerini yürütebildiği bir alan haline getirmesini Dünya endişe ile izlemektedir.

1. Türkiye-Suriye İlişkileri

Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi yakından etkilemektedir. Türkiye’nin en uzun
kara sınırına sahip olduğu komşusu olan ülkedeki tüm gelişmelerin Türkiye’ye yansıması, siyasi, iktisadi, toplumsal anlamda yankı bulması doğaldır. Suriye’deki iç savaşta Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Esad karşıtlarını desteklemesi nedeniyle siyasi ve diplomatik ilişkilerin yanında, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de, sınır ticareti başta olmak üzere kesilmiştir.

Bu süreçte Türkiye, kimi hesaplara göre en az 30 milyar dolar kaybetmiştir. Suriye’de olaylar patlak verdiğinde ilk aşamada açıktan tavır almayan, bir süre sonra ise rejim karşıtlarına destek veren Türkiye’ye karşı Suriye’nin de politikası değişmiştir. Yıllarca gerginlik yaşayan iki ülke (Hatay meselesi, su sorunu ve Şam’ın yıllarca terör örgütü PKK’ya verdiği destek nedeniyle) hem Suriye’nin geri adım atması hem de dünya ve bölge dengelerindeki değişimler nedeniyle ilişkilerini normalleştirdikten, ikili ilişkileri belli bir düzeye taşıdıktan sonra yeniden gerginlik yaşamaya başlamışlardır. İlişkilere özel önem verildikten, ikili ticaret,
sınır ticareti arttıktan, karşılıklı olarak vizeler kaldırıldıktan, 2009’da ortak bakanlar kurulu düzenlendikten sonra, ilişkilerin hızla gerilmesi, turizmden ticarete dek her alana yansımıştır.

Orta Doğu’nun bölge içi dengelerine bakıldığında ise oldukça kaotik bir durum arz
ettiği değerlendirilmektedir. Bölgedeki devletlerin çoğunluğunun Arap olmasına rağmen Araplar arasında dayanışma ve işbirliğinden söz etmek mümkün değildir. Körfez krizinin görünür nedeni iki Arap devleti- Irak ve Kuveyt- arasındaki anlaşmazlıktır. Her ne kadar Arap-İsrail savaşları Arap ve Müslüman devletler arasındaki anlaşmazlıkları bastırarak, bu ülkeleri bir araya getirmiş olsa da zamanla bu birlik çözülmüştür. Davutoğlu’na göre bölgedeki kaotik ortam, “Osmanlı egemenliğinden sonra dağılan, ancak Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu yapısı içerisinde NATO-Varşova Paktı ve Arap-İsrail gerginliği zeminine oturan bölge içi güç yapılanmasının yeni bir dengeye oturamamasının bir sonucudur.” (Davutoğlu, 2004:361)

Bölge içerisindeki bu denge arayışına bağlı olarak ülkeler arasında “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi ilişkilerin temeli haline gelmiştir (Dipneh,34). Örnek olarak 1990’lardan İran ve Suriye’nin PKK/KONGRA-GEL terör örgütüne verdiği iddia edilen destek, Türkiye ve İsrail’in yakınlaşmasına yol açmıştır. Bunun da ötesinde 1996’da yılında Irak’ın kuzeyinde Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çatışmalarda, zor durumda kalan Barzani, Kürtlerin can düşmanı Saddam ile ittifak kurabilmiştir (Uzgel, 2005: 265).

ABD ve Alman kaynaklarında son dönemde sık sık Suriye ordusunun kaybettiği
mevzileri yeniden kazandığı, muhaliflerin güç kaybettiği yazılmaktadır. Öte yandan terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin, ülkenin kuzeyinde özerklik ilan etmeye hazırlandığı, Suriye muhalefeti içindeki kimi İslamcı gruplarla silahlı çatışmalara girdiği bilinmektedir. PYD hem terör örgütü El Kaide’ye bağlı El Nusra’ya karşı hem de Özgür Suriye Ordusu’na karşı çatışmaktadır. İlk toplantısını 160 ülkenin katılımıyla yapan “Suriye’nin Dostları” grubunun, Mayıs 2013’te Ürdün’ün başkenti Amman’da ancak 11 ülkenin katılımıyla toplanması da
Esad’ın elinin güçlendiğine ve muhalefetin durumuna ilişkin önemli bir göstergedir.
Suriye de BOP kapsamında bölünmesi ve ortadan kaldırılması planlanan bir
ülkedir. Beşar Esad'ın İsrail'e ve ABD'ye uzattığı zeytin dalları sürekli geri çevrilmektedir.

Önümüzdeki dönemde tepkilerin göğüslenebilmesi için İsrail ile birlikte yapılacak eş zamanlı bir harekâtla Suriye ve İran sorununun aynı anda çözülme girişiminin büyük olasılıkla gündeme geleceğine dair işaretler bulunmaktadır.


***

17 Eylül 2020 Perşembe

MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici.

MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici. 



Sedat ERGİN

HÜRRİYET

06 NİSAN 2019


Yerel seçime ittifaklarla girilmesinin partilerin tek başına siyasi gücünü ölçmeyi zorlaştırdığı  aşikâr. İttifak yapılan yerlerde oylar sandıklarda ortak adaylar ve ortak listeler üzerinde iç içe geçtiğinden partilerin performansını tek başına ayrıştırabilmek güç. Ancak partilerin ittifak yapmayıp rakip olarak yarışa girdikleri yerlerde rekabetin nasıl seyrettiğini okuyabilmek pekâlâ mümkün.

Bugünkü yazımızda AK Parti ile MHP’nin bu seçimde ittifaka girmedikleri 30 ilde aralarındaki rekabetin geçen pazar günü nasıl sonuçlandığını okumaya çalışalım.

Bunu yapmak için iki partinin söz konusu 30 ilde 24 Haziran 2018 genel seçiminde aldıkları oy miktarlarıyla 31 Mart yerel seçiminde aynı merkezlerde il genel meclisi sandıklarında kendilerine çıkan oyları kıyaslamamız bize gerçekçi bir karşılaştırma imkânı sağlayacaktır.

Bu verileri incelediğimizde karşımıza çıkan tablo 30 ilin çoğunluğunda AK Parti oyları gerilerken MHP oylarının belirgin bir şekilde yükselmiş olmasıdır.

İki partinin oyunun da yerinde saydığı ya da gerilediği istisnalar olmakla birlikte, tablodaki başat yöneliş bu doğrultudadır.

*

Anlattığımız bu durumu iller bazında somut örnekler üzerinden açıklamaya çalışalım. Kaynak olarak 24 Haziran seçimleri için Yüksek Seçim Kurulu’nun web sitesini, son yerel seçim için Anadolu Ajansı’nı kullanacağız.

Önce Doğu Anadolu Bölgesi’nden Elazığ ile başlayalım. Bu ilde AK Parti’nin 24 Haziran genel seçimi ile 31 Mart yerel seçimi arasında uğradığı oy kaybı

-Rakamı yuvarlarsak- 48 binin üzerindedir. Buna karşılık MHP’nin geçen genel seçimde Elazığ’da 47 bine yaklaşan oyu, bu seçimde 91 binin üzerine çıkmıştır.

MHP’nin neredeyse iki katına yaklaşan 44 binin üzerinde bir oy artışı söz konusudur. Tabloda görüleceği gibi CHP ve HDP’nin oyları da gerilerken, İYİ Parti ve SP sandıkta oylarını arttırmıştır.

Elazığ’dan söz ederken katılımın oranındaki düşüş ve ayrıca geçersiz oyların da 15 bin dolayında artmış olması da yine bu ilde sandıktaki dip akıntıları anlamak bakımından hesaba katılmalıdır.

*

Bir başka örneği Karadeniz Bölgesi’nde Kastamonu’dan verelim. Bu ilde katılım oranı hemen hemen aynı kalırken, AK Parti’nin oyunda dokuz ay öncesine kıyasla

20 bin kadar bir gerileme meydana gelmiştir. MHP ise oyunu 34 binin üzerinde artırmıştır. Buradaki çarpıcı nokta, CHP ve İYİ Parti’nin de oy kaybına uğramış  olmalarıdır. İlginç olan, AK Parti, CHP ile İyi Parti’nin kayıplarının toplamının MHP’deki artışı eşitlemesidir. Bu durumda MHP’nin Kastamonu’da her üç partiden de oy aldığı ortaya çıkıyor.

İç Ege Bölgesi’nde AK Parti’nin 50 bin civarında oy kaybettiği Afyon’daki seçim denklemi özellikle dikkat çekiyor. AK Parti’nin oyu 248 binden 198 bine inerken, MHP oyunu 33 bin dolayında yükseltip 63 binden 96 bine çıkmıştır.

Aynı bölgeden Kütahya üzerinde durmamız gereken bir başka çarpıcı örnektir. Bu ilimizde katılım oranı 91.33’ten 89.19’a düşmüştür. AK Parti, geçen yıl

genel seçimde Kütahya’da 207 bin oy alırken, geçen pazar günü oyu 162 bine düşmüştür. Aradaki fark 45 bindir. MHP ise aynı dönemde oyunu yaklaşık 71 binden 93 bine yaklaştırmıştır. CHP’nin 4 bin, SP’nin de 12 bin dolayında artışları söz konusudur. Kütahya’nın il merkezinde belediye seçimini MHP kazanmıştır.

Keza Aksaray’da AK Parti’nin oyu 127 binden yaklaşık 99 bine inerken, MHP’nin oyu 45 binden 75 bine yükselmiştir. Yine İç Anadolu’da Tokat’ta AK Parti

cephesinde bir düşüş göze çarpıyor. İktidar partisinin Tokat’taki oyu 186 binden 160 bine düşerken, MHP’nin oyu kayda değer bir artışla 62 binden 102 bine gelmiştir.

AK Parti’nin son seçimdeki İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı Binali Yıldırım’ın memleketi Erzincan’da AK Parti 64 binden yaklaşık 49 bine düşerken,

MHP 27 binden 41 bine yükselmiştir. AKP 15 bin düşmüş, MHP ise 14 bin çıkmıştır.

*

Tabii bütün illerde aynı kalıbın geçerli olduğunu söyleyemeyiz, istisnalar da var. Örneğin, Sivas’ta bir önceki seçime kıyasla hem AK Parti hem de MHP’nin oyları  birlikte düşmüştür. AK Parti’de 47 bin kadar bir kayıp görünüyor. MHP deki kayıp ise 22 bin dolayındadır. Geçen yıl AK Parti ile ittifak yapan

BBP bu kez seçime tek başına girmiş ve Sivas’ta il genel meclisi için 81 binin üzerinde oy alarak her iki rakibinde de ciddi bir kayba yol açmıştır. Güneydoğu’daki Adıyaman da benzer şekilde hem AK Parti hem MHP’nin gerilediği bir ildir. Birincisi 17 bin, diğeri 4 bin kadar gerilemiştir. Bu ilde HDP’nin oyunun da 51 binden 18 bine inmesi dikkat çekicidir. Bu ilde kazançlı çıkan parti ise oyunu 5 binden 46 bine tırmandıran SP’dir.

Ancak bu gibi istisnalar Türkiye genelinde ittifak yapılmayan merkezlerde ölçülebilir bir şekilde gözlenen şu kalıbı değiştirmiyor: Anadolu’nun önemli bir kesiminde AK Parti azımsanmayacak bir oy kaybına uğrarken, bu durumdan büyük ölçüde yararlanıp zemin kazanan parti MHP’dir.

Ekonomik koşullar kuşkusuz bu tablonun ortaya çıkmasında rol oynayan belirleyici faktörlerden biridir. Bununla birlikte milliyetçilik rüzgârının kuvvetlenmesi ve beka söyleminin ön plana çıkmasının Anadolu’da MHP’nin yelkenlerini doldurduğunu söylemek mümkündür.

MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici.,


***