Hasan Cemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan Cemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

YENİ DÖNEMDE KÜRT SİYASETİNE DÜŞEN GÖREVLER

YENİ DÖNEMDE KÜRT SİYASETİNE DÜŞEN GÖREVLER     


Feyzi Çelik 
01.04.2013 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ

Yerel seçimlere bir yıldan az bir süre kaldı. Demokratik siyasetin en önemli alanları yerel yönetimlerdir. Yerel yönetimlerdeki başarı demokratik siyasetin başarısı olacaktır. Geleceğin Kürt siyasetinin olgunlaşması burada olacaktır. Kürtler yerel yönetimlerde gösterecekleri başarı ile genel Kürt siyaseti üzerinde de etkili olacaktır. Yerel yönetimlerin ne kadar önemli olduğu Diyarbakır Newroz’u ile ortaya çıkmıştır. Yerel yönetim Kürt siyasetinin elinde olmamış olsaydı Newroz bu kadar başarılı olmazdı. Yerel yönetimdeki örgütlü yapı sayesinde kusursuz bir program yapılmış, çağrının amacına ulaşmasında etkili olmuştur. 

Siyasette örgütlülüğün ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin Güney Kürdistan ve Suriye üzerinde etkili olmak istediği bilinmektedir. Ta Turgut Özal’dan bu yana buraların yeni Osmanlılık adı altında hinterland kabul edilerek Türkiye’ye dahil edilmesi çabası gizli de değildir. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’daki durumu da dikkate alındığında buna destek verebilecekleri de ön görülebilir. Suriye ve İran’ın yeni sürece uyumu için ABD’nin bu konuda Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Küresel ekonominin önemli güçlerinden biri olan küresel ekonomiye uyumu da dikkate alındığında bunun finans kapitalle bir çelişki oluşturmadığı da dikkate alındığında böyle bir planının hayatiyet bulacağı ihtimal dahilindedir. Özal’ın bundan yirmi yıl önce dile getirdiği federasyon tartışmaları gündeme gelebilir, Kürtlerin federasyonu tartışmaları gerekmektedir. Oldu bittiye getirilmiş bir federasyon tartışmasına hazırlıksız yakalanmamalıdır. Federasyonun kapsamı ne olacak, Kürdistan bir bütün olarak mı federasyona dahil olacak yoksa Rojava ile birlikte Güney Kürdistan şeklinde mi olacak? Bunların mutlaka tartışılması gerekiyor.

Demokratik siyasetin en önemli gereği demokratik tartışma kültürünün yaratılmasıdır. Öcalan’ın çağrısının içeriği ancak tartışma ve eleştirilerle doldurulabilir. Çağrının olduğu gibi kabul görmesi ne kadar yanlışsa tamamen yok sayılması da o kadar yanlıştır. Bazen bir şeyi boşa çıkarmanın yolu onu tartışmadan muaf tutarak kabul ediyor gibi görünmektir. Şunun da bilinmesi gerekir ki, çağrıyı kabul etmek demek onu pratiğe geçirecek adımlar atabilmektir. Bu anlamda Öcalan’ın çağrısını en iyi anlayanların başında KCK gelmektedir. KCK, derhal ateşkes ilan etmiş, yasal zemin/akil insanlar oluşması halinde sınır dışına çıkma sürecine hazır olduğunu deklare etmiştir. Karayılan’ın, Hasan Cemal ile yaptığı röportajda söylediği gibi yasal düzenleme yapılmaması halinde Hakan Fidan ve diğer MİT yetkililerinin ifadeye çağrılmasına benzer olayların olabileceğinin tahmin edilmesi gerekir. Aynı durum, bu süreç sırasında “akil insanların” hukuki statüleri için de önemlidir. Çekilme döneminde görev alan akil insanlar gerektiğinde güvenlik güçleriyle HGP gerillalarının çatışmasını önleyecek çalışmaları dahi örgüte yardım ve yataklık olarak suçlanabileceğinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu açıdan bakıldığında süreçte yer alacak akil insanların dahi hukuki güvenceye ihtiyacı olacaktır.

KCK’nin kısa sürede bu uyumuna ne yazık ki BDP gerekli mesajı alamamıştır. Çağrı ile silahlı bırakmanın Kürtler için %99 sağlandığını söylemekle hatalı davranmıştır. %1’i de devlete bırakmıştır. Peki BDP’nin yüzdesi nerededir. Diye sormamak elde değildir. Basit bir örnek verelim: 

BDP tarafından yaklaşık iki yıldır tertip edilen alternatif Cuma namazları na bakalım. Öcalan, 21 Mart Perşembe günü İslami birlikteliğe vurgu yapan açıklamaları vardı. 

BDP ertesi günü bu çağrının gereği olarak alternatif Cuma namazını tertip etmeyip, camilerde hep birlikte Cuma namazını teşvik etmiş olsaydı çağrının ruhuna uygun davranmış olacaktı. O zaman bayrak asılıp asılmaması tartışmasına da girmeyecek İslam üzerinden etkili bir çalışma olacaktı. BDP, çağrıyı anlamaktan uzaktır. Gerilla çağrıyı hemen anlamlandırıp derhal ateşkes ilan edecek, sınır dışı için ciddi hazırlıklara girecek, BDP olarak sen alternatif cumalara devam edeceksin. Bu bir çelişki ve sürecin anlaşılmayışıdır. Tıpkı müzakerelerin kopması sürecinde demokratik özerkliğin ilanı gibidir. Nasıl demokratik özerklik ilan edildiği gün, demokratik özerklik tartışmasıyla birlikte bittiyse BDP bu tavrı ile demokratik siyasete yer almasının tehlikeye girmesi anlamına gelecektir.

Silahların devreden çıktığı anda alan demokratik siyasetin alanı haline gelecektir. Bu sadece BDP ile ilgili değildir. Değişik Kürt topluluklarının örgütlenmesinin önünün açılmasıdır. Kürt toplumu içinde liberal, İslamcı, Sosyalist, Komünist, Milliyetçi Kürt partilerinin siyaset sahnesine çıkışı da sağlanacaktır. Bu beraberinde AKP’nin Kürdistan’da gerilemesi sonucunu da doğurabilir. AKP’nin Kürdistan’da gerileyişi daha önce BDP’nin genişlemesi sonucunu doğuruyordu. Bu nedenle BDP’nin şimdiye kadar Türk partileri üzerinden yürüttüğü muhalefetin biçimini de gözden geçirmesi gerekiyor. Bu da daha fazla parti içi demokrasinin gelişimi ile mümkün olabilir. Barış havasının sadece devletle yaşanması yetmiyor, Kürtlerin kendi içinde de barış havasını sağlaması gerekiyor. Bu da şu veya bu nedenle siyasetin dışında kalmış, küsmüş, küstürülmüş Kürtlerin yeniden demokratik siyasette yer alması için iç barışı gerektiriyor.

Bu günkü siyasal hareket yani BDP mecliste grubunu kurmuş, yüzlerce belediyeyi kazanıp başarılı bir şekilde yönetmektedir. Bu başarı siyasal mücadelenin bir ürünüdür. Silahlı mücadele ve direniş de siyasal mücadelenin yöntemlerinden biridir. Kazanımlarda silahlı direnişin etkisinin olmadığını söylemek mümkün değildir.

Kürtlerin silahı bir yöntem olmaktan çıkarmaları Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkından vazgeçtikleri anlamına gelmez. Silahlı mücadele olmadan da bağımsızlık mücadelesi verebilirler. İspanya’da Katalonya’nın bağımsızlık mücadelesinin silahsız yürütüldüğü biliniyor bunun sayısız örnekleri vardır. Bağımsızlık dahil olmak üzere kendi kaderini tayin etme hakkı bu günle sınırlı bir hak değildir. Hiç kimse hiçbir parti bir toplumun geleceği konusunda şimdiden karar veremez. Gelecekteki nesillerin hangi şartlarda yaşayacağını şimdiden bilmek mümkün değildir.

Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez.

*************

9 Ekim 2020 Cuma

AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller!

 AB Kürt Konferansı'nda Öten Bülbüller! 


13 Aralık 2012


AB – KÜRT KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİNDEN:


“Kürt Baharı kaçınılmaz!”
“İsrail PKK’ya desteğini sürdürecektir!”
“Türkiye için yeni bir Anayasa yapılacaktır”
“Türk hükümeti Öcalan’la müzakereye devam edecektir!”
“Tüm ülkeler PKK’yı terörist listesinden çıkarmalıdır!”
AB konferansında “bölünmeyi” en çok savunanlar “Türkiyeli” gazeteciler!
5-6 Aralık’ta Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda toplanan Kürt Konferansı katılımcıları ve açıklamaları kör gözleri açacak nitelikteydi!

“AB, Türkiye ve Kürtler” adlı 9. uluslararası konferansa Türkiye’den AKP milletvekili Galip Ensarioğlu, CHP’den Rıza Türmen, BDP’den Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş, gazeteci olarak Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Serdar Akinan, Ahmet Şık, Nuray Mert, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği’nden Raci Bilici ve Kocaeli Üniversitesi’nden Profesör Sevtap yokuş katıldılar.
‘Türk’ gazetecilerin, İsrail / MOSSAD mensubu konuşmacılar ile hemfikir olarak ‘Sıra Kürt Baharı’nda!’ demeleri ilgi çekti..


İsrailli akademisyen Ofra Bengio, “Son yıllarda PKK bölgede güçlendi, İsrail’in geleceği için bu çok önemli. Bu süreçte Kürtler bölgede stratejik bir rol kaptı ve İsrail’in buna desteği sürecektir” şeklinde konuştu..

Gazeteci Cengiz Çandar ise İsrail görüşlerine tam destek vererek “Kürt Baharı’nın zamanının geldiğini” savundu ve “Türkiye’nin terör örgütü PKK’yı tanımak zorunda kalacağını” belirtti. “Türkiye, PKK’yı ve onun temsilcilerini tanımak zorunda kalacak. Biz bunun için çalışacağız. İsrailli dostum Ofra Bengio da bunun için çaba harcayacak” dedi.
Gazeteci Serdar Akinan da Kandil’e ve orada yerleşik terör örgütüne övgüler düzdü! Kürt 
Konferansı sonuç bildirgesinde 2012 sonunda Türkiye’nin ‘ Demokratik’ ve ‘yeni bir anayasa’ya kavuşacağının altı çizildi.



Konferansta, Türk hükümetinin Suriye’deki savaşa yaklaşımının, Kürtlerin kazanımlarını yok sayma ve anti kürt eksen yaratmaya yönelik olduğuna değinildi.
Türkiye ve Suriye’deki diğer ‘taraf’ların, bir diyalog ortamının hazırlanmasında girişken olmaları gereğinin altı da çizildi!
Ve konferansta Türkiye hükümetinin Abdullah Öcalan ile ‘diyaloğunun’ ŞART olduğuna da değinildi.

Konferans ayrıca tüm ülkelere, PKK’nın Terör örgütü olarak listelenmesine son verilmesi çağrısı yaptı!

Türkiye’nin ‘BÖLÜNME’ konferansı düzenleyicileri arasında Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı Papaz Desmond Tutu, ve İranlı ‘muhalif’ Şirin Abadi, Avrupa Konseyi iyi niyet elçisi Bianca Jagger, Türkiye’den Yaşar Kemal, ve Vedat Türkali, ve Avrupa’dan ödüllü Leyla Zana ve Amerikalı yazar Naom Chomsky de bulunuyor.


Amerikan Kongresinden, İngiltere Almanya ve Hollanda istihbaratından ve Suriyeli Kürtlerden temsilcilerin katıldığı konferansta ‘bölünmeye’ en iştahlı konuşmaları yapanlar ‘Türkiyeli’ gazetecilerdi!


Banu AVAR, 13 Aralık 2012
banuavar@superonline.com


https://banuavar.com.tr/ab-kurt-konferansinda-oten-bulbuller-banu-avar/


***

29 Eylül 2018 Cumartesi

HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI

HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI



Tesadüf bu ya, günler öncesinden belirlenmiş bir randevu gereği tam Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile buluşacakken, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can'ın 'türban kararı' olarak bilinen anayasa değişikliği ile ilgili raporunu başkana sunduğu haberi geldi.

Oysa Ankara temsilcimiz Erdal Sağlam'la birlikte makamında ziyaret ettiğimiz Haşim Kılıç, cuma günü saat 3 itibariyle 'rapor henüz bana ulaşmadı' diyordu.

Biz Anayasa Mahkemesi'nden çıktıktan 2 saat sonra ise raporun nihayet başkana ulaştığı bilgisi geldi.
Niye anlatıyorum tüm bunları?
Cuma günü Ankara'da bir randevudan diğerine koşarken gün boyu şiddetli başağrısı ile dolaşmama sebep olan akıl almaz kapatma senaryolarının basit bir gelişmeyle nasıl yerle bir olduğunu gösterebilmek adına.
Tıpkı iki kallavi ağrı kesiciye rağmen gün boyu peşimi bırakmayan şiddetli başağrısının, daha uçağım İstanbul'a doğru yeni havalanmışken kendiliğinden Ankara'da kalmaya karar vermesi gibi!
Şaka bir yana Ankara tam anlamıyla cadı kazanı.
Ve bu kazanda herkes pozisyonuna uygun senaryo üretiyor.
Şundan emin olun, hiç kimse kapatma davası ve sonrasına ilişkin tam olarak ne olacağını bilmiyor. Buna Erdoğan, Baykal hatta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve diğer üyeler de dahil.
Çünkü taraflar hala gönüllerinden geçen sonucun çıkması için uğraşıyor.
Geçen hafta yazdım, kabaca iki senaryo var.
Bir, kapatma ve sonrasında dibine kadar hesaplaşmaya devam.
İki, kutuplaşma hepimize zarar veriyor karşılıklı uzlaşma tek çıkar yol!
Ankara'da 'bu son şans sonuna kadar hesaplaşalım' diyenlerin sesi daha çok duyuluyor. Fakat tüm bu karamsar senaryolara rağmen geçen hafta yazdığım uzlaşma senaryosunun içeriği biraz daha netleşmiş.
Mesele AK Parti'nin kapanması ya da kapanmamasıyla sınırlı değil.
Çok daha ötesinde bir pazarlık ve uzlaşma arayışı var.
En büyük sorun güven ortamının fazlasıyla zedelenmiş olması. İşe oradan başlanacak ama fazla zaman yok. Bu yüzden şu anda türban ve kapatma davasıyla ilgili karardan daha önemli olan süreç, yani takvim.
Mesela türban kararının geciktirilmesi üzerine senaryo kuranlar yanıldı, karar haziran başında çıkıyor.
Parti kapatma davasına gelince orada takvim en erken Ağustos'un ilk haftasına ayarlı.
Geçen hafta 19 Mayıs'a dikkat edin demiştim. Başbakan bizzat kendisi bir çıkış yapacaktı. Son anda sağlık gerekçesiyle Erdoğan resmi törenlerde kendisini Cemil Çiçek'in temsil etmesine karar verdi.
Başbakan adına şimdiye kadar süreci yöneten Cemil Çiçek'ti.
19 Mayıs itibariyle Çiçek'in üstlendiği 'gizli misyon' resmiyet kazanmış oldu.
Anlayacağınız kaotik senaryolara rağmen takvim işliyor.
Tekrar ediyorum, mesele parti kapatmayla sınırlı değil!
O kararın nasıl çıkacağını Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesi dahil hiç kimse şimdiden bilmiyor. Zaten bilmesi de mümkün değil.
En büyük yanlış, siyasi anlamda ülkenin kaderini etkileyecek önemde bir kararın 11 hukukçunun sırtına bindirilmiş olması.
80 yıldır siyaseten çözemediğimiz din-devlet ilişkisi 11 hukukçunun vereceği bir kararla çözülebilir mi?
Demokrasi adına kapanmama kararı isteyenler de, laiklik adına 'bu son şans kapatılsın' diyenler de büyük bir illüzyon içinde.
Haşim Kılıç'a bir dost olarak söz verdim, 1 saati aşan sohbetimizi aktarmayacağım.
Fakat konuşmamız sırasında tam 3 kez tekrar ettiği şu cümleyi tarihe not düşmek adına kayda geçirmem gerekiyor.
'Eyüp Bey inanın çıkacak karar ne olursa olsun. Göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil!'
Başkana sözüm var.
O, başkanlığını yaptığı kuruma yakışır yeni Anayasa Mahkemesi binasının açılışını 29 Ekim'e yetiştirecek.
Ben ise ilk kutlayanlardan olacağım.
Sadece yeni bina için değil, 29 Ekim'de Anayasa Mahkemesi'ne 3 kez tekrarladığı 'demokrasi-laiklik ve hukukun' gerçekten daha da güçlenip güçlenmediğini görmek için gideceğim. 
Eyüp CAN/REFERANS
---------
Bir yorum:

Fullerin son kitabi Yeni Turkiye Cumhuriyeti'ni yeni bitirmis olmasaydim, Hasim Kilic'in sozlerini anlamakta zorluk cekebilirdim.
 
Ancak Fuller'inki sadece bir envanter. Amerikan Hava Kuvvetleri icin RAND'a ismarlanmis bir raporda F. S. Larrabee, Mahir Kaynak, Hasan Cemal, Fehmi Koru da bu envanteri tamamladilar.
 
KApatma davasinin anatomisini anlamak icin TC-ABD, TC Israil iliskilerinin 1997'den sonraki seyrine bakmak gerekir.
 
Cevik Bir'in katkilariyla zirve yapan TC-Israil iliskileri o tarihten sonra hizli dususunu surduruyor. Turkiye'nin bolgesel guc olma istikametinde attigi adimlar, Ortadogu ve Merkezi ve Dogu Asyada cicek acip meyveye dururken, Israil-Turkiye iliskileri surunuyor.
 
2003 tezkere reddinden sonra cok daha belirgin hale gelen Turkiye ABD iliskilerinde 'emir erligi' doneminin sona ermesi, Mart 2008 cikisli RAND ABD HAVA Kuvvetleri raporunda 'Turkiye guvenilmez muttefik' yazilacak asamaya ulasmis.
 
Israil gelismeyi, guvenligi icin buyuk tehdid olarak algilarken, ABD, Buyuk Ortadogu'daki planlari icin tam bir gedik degerlendirmesi yapiyor.,
 
Israil'in guvenligine birinci oncelik veren dar kafali Siyonizm, BASORTUSU'nun Cankayaya cikmamasi icin her seyi yapmaya kararli. ABD'den aldigi sinirli 'ama demokratik kilifli olsun' izni ile Cumhuriyet Mitinglerini baslatiyor.
 
Temmuz secimlerinde bu mudahele ters tepince, ABD de alana iniyor ve Turkiye'deki MAsonlar ve diger Siyonist aparatlarin olanaklari seferber edileren 'adli mudahele' tezgaha konuyor.
 
ABD ve Israil icin amac, AKP'yi yok etmek degil. AKP kapatildiginda 'Gelen gideni aratabilir'. Üstelik Fullerin analizinden de goruldugu gibi, Turkiye'deki diger siyasi mekteplerle AKP arasinda Amerikan ve Israil Politikalarinda mutabakat var.
 
Onun icin Eyup Can'in Gazetecilik diye yaptigi kepaze calismada da gordugunuz gibi, ABD ve Israil, AKP'yi kapatmak degil, 'Bolgesel Guc olma' istikametindeki cabalarindan vazgecirmeye indeksli bir operasyonun içindeler.
 
Yine Eyup Can ve ayni kulvarin kosucusu diger yazar cizer takiminin kalemlerinden tekrarlattirilan 'uzlasma' da bundan ibaret.
 
Kilic milic, gordugunuz ibi sadece ABD-Israil ile AKP-Turkiye arasindaki muzakerelerin sonucunu bakleyen noter katipleri.
 
Turkiye adaleti adina yaziklar olsun.
A.Deyam                       


***

8 Ocak 2017 Pazar

Öcalan Şahit ki (!)



Öcalan Şahit ki (!)


Selcan Taşçı


PKK/KCK’daki “görev değişikliği!”nin “sürece zeval getirmeyeceğini” izah yarışı başladı gazeteciler arasında...
Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi “korkulacak bir durum” olmadığını anlatabilmek için “PKK’daki değişiklikler Öcalan’a rağmen yapılmış değil. Öcalan’ın iradesi doğrultusunda yapılan bir düzenleme...” diyor.
Oh be!

Gerçekten çok rahatladık şimdi!

Karayılan’ı “silahlı güç” dedikleri PKK’lı katillerin başına Öcalan getirdi demek; valla içimize su serpildi!

“Kafanız mı güzel” diyeceğim ama bunlar güya herkesten dindar arkadaşlar ya... Hele ki şu mübarek ayda... Yok yok  “oruç” vurdu zahir kafalarına!
PKK’nın Güneydoğu’da  “hakimiyeti ele geçirdiğinden”söz ediliyor,  “devlet”i gören cennetlik; kayıplarda!

Hükümet Öcalan’la İmralı’dan yönettiği terör örgütü arasında -elçiye zeval olmaz mı sanıyorlar neyse- mektuplaşmayı  “güvencesi”ne almış durumda!
Öcalan’a ev, Öcalan’a sekreter, geçenlerde MHP Iğdır Milletvekili Sinan Ogan söyledi arada kaynadı gitti Öcalan’a -evcilik oynamayacak herhalde- bebek isteniyor! Salıverileceği söyleniyor!

Yukarıdan aşağıya sıraladığım bütün bu fiiller suç!

Siyasi iktidar ve hükmettiği kamu kurumları dahil yargısı, askeri, polisi, siyasisi, gazetecisi hepsi suç işliyor.
Ve bütün bunlara rağmen, nasıl bir kanıksama haliyse, Selvi gibiler “her şeyin güzel olacağına” inanalım diye Öcalan’ı şahit gösteriyor!
PKK’yı kuran, yöneten Öcalan’ı. Unuttuysanız diye hatırlatayım Abdullah Öcalan hani; Apo, bebek katili, İmralı’daki cani, teröristbaşı... Hani 40 bin insanın katlinin birinci derecede sorumlusu... Hani devletin sınırları içindeki toprakların bir bölümünü ayırmaya kalkışmaktan yani vatana göz dikmekten ağırlaştırılmış müebbete mahkum kişi... Hani binlerce Mehmet’in katili...

Sırf Selvi mi?

Daha dün KCK’nın yeni ve eski yöneticileri bas bas tehdit ederken Türkiye’yi Aslı Aydıntaşbaş  “Çekilmenin yavaşlığından rahatsız olan Öcalan, silahlı unsurlar üzerindeki kontrolünü güçlendirecek”  yazabiliyor.

Aynı Aydıntaşbaş önceki gün Akif Beki’yle yaptıkları programda ne dedi biliyor musunuz?

“Güneydoğu’dan bazı haberler geliyor... PKK’lılar taciz ateşi yapıyor ve başka şeyler de... Medyanın ’PKK şunu da yaptı. Bunu da yaptı’ diye bu haberleri vermemesi güzel. Süreçe zarar vermemek lazım...” 
Düşünebiliyor musunuz, bir gazeteci çıkmış televizyona PKK saldırıyor, yakıyor, yıkıyor ama ne mutlu bize ki bu haberleri vermiyoruz diye anlatabiliyor gururla!
Biz şimdi  “Öcalan’ın PKK’lı katillerin başına en güvendiği adamını getirdiğine göre her şey yolunda” mantığı kurabilen kafaya mı yoksa alenen  “İşin aslı bu değil ama olsun biz yazmayalım, halkı kandıralım”  itirafı yapabilen kafaya mı yanalım!

Ha bir de bildireyim; bu taşın altından da Kandil müdavimi Hasan Cemal çıktı iyi mi?

Cengiz Çandar PKK/KCK’daki değişimin sürpriz olmadığını belgelerken  “ Hasan Cemal’in 24 Mayıs’ta başlayan ve 30 Mayıs’a dek süren T24.com.tr haber sitesinde yayımlanmış röportajları bir kez daha okunsa, ilginç ipuçları bulunabilir. Hasan Cemal’in o röportajları, Cemil Bayık, Murat Karayılan ve Sabri Ok ile, üçüyle birlikte yapılmıştı.” yazdı.

Bu, Hasan Cemal’in kamuoyunu  “yeni duruma” hazırlamak için yapılan operasyonun parçası olduğu anlamı taşımaz mı?
İstanbul Cumhuriyet Sevcısı Mehmet Demir, Mısır’daki darbeyi övmenin TCK 215. Madde gereğince “suçu ve suçluyu övme”  suçunu oluşturacağını söylüyor.
Koca yazı boyunca anlattıklarım ne peki?
Yoksa Öcalan hükmü sabit bir “suçlu” değil mi?

“Masum” mu?

Sayın Demir aylardır bir teröristi ve terör örgütünü kutsayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı düşünmez mi?



***


13 Haziran 2016 Pazartesi

Ergenekon Davası ve Türk Ordusu BÖLÜM 2





Ergenekon Davası ve Türk Ordusu 

BÖLÜM 2



Yazar: Ümit Özdağ
06 AGUSTOS 2013 SALI “Adalet TANRI’nın, Hüküm Sizindir.” 
E. Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ

Talat Aydemir tarafından düzenlenen 21 Mayıs askeri darbe girişimi sonrasında gerçekleşen Mamak Sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan savunmanın son sözü, (1963) 



“Millenium-Challenge 2002”:Hedef Türkiye mi?

Bu çalışmaların ışığında ABD Kaliforniya Nevada Çölünde 24 Temmuz-15 Ağustos 2002 tarihleri arasında gerçekleşen ve 13.500 Amerikan askerinin katıldığı “Millenium Challenge 2002”adlı Amerikan askeri tatbikatı çok daha farklı bir önem ve anlam kazanmaktadır. Çünkü tatbikatın senaryosu, Ankara'da yapıldığı dönemde ciddî bir tepki uyandırmıştı. Senaryoya göre, Amerikan Ordusu, ağır bir depremden sonra ordunun yönetime el koyduğu deniz aşırı bir ülkeye müdahale edecektir.

Ordunun müdahalesi sonrasında, uluslararası bir mahkeme bu ülkenin taraf olduğu sınır ihtilâfında bu ülkenin aleyhinde bir karar alacaktır. ABD de BM'nin bu ülkeye yaptırım uygulaması için Güvenlik Konseyinden karar çıkaracaktır. Bunun üzerine anılan ülkedeki askeri yönetim seferberlik ilân edecektir. ABD Ordusu, bu ülkenin 96 saat olan seferberlik süresi (Türkiye'nin seferberlik süresi 96 saattir) sona ermeden önce ülkeye hava saldırısı başlatmış ve bazı kentlerini işgal etmeye başlamıştır. Senaryodaki ülkenin Türkiye'ye benzemesi(deprem, deniz aşırı, 96 saat seferberlik süresi), Türkiye'de tartışmalara neden olmuştur.




ABD, 1 Mart 2003'te TBMM’de, ABD birliklerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine izin veren 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden Türk Ordusunun ve Türk Ordusunda bir süreden beri kendisini rahatsız eden bağımsızlıkçı çizgiyi sorumlu tutmuştur. Bir anlamda Amerikan Ordusunun açık istihbarat raporu olarak nitelendirilebilecek olan yukarıda söz ettiğimiz çalışmalarda ileri sürülen Türk Ordusu’nun tehdit olduğuna dair istihbarat öngörüsü doğrulanmıştır. 
1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve TSK: Ergenekon Operasyonu’nun piminin çekilmesi, 12 yıl süren kontrollü yüksek tansiyon politikası, 1 Mart 2003 sonrasında “yapısallaşmış krize” dönüşmüştür.[42]  Artık Türk Ordusu’na karşı bazı etkili önlemler almanın zamanı gelmiştir.

ABD güçlerinin bir Beyaz Saray-Pentagon senaryosu çerçevesinde Süleymaniye'de 4 Temmuz 2003'de Türk Özel Kuvvetleri üzerinden Türk Ordusuna karşı başlattığı “stratejik nitelikli psikolojik operasyon” ikili ilişkilerde olduğu kadar ABD'nin Türk Ordusuna yönelik politikalarında da bir aşama noktası oluşturmuş ve Ergenekon Psikolojik Operasyonubaşlamıştır.[43]

Süleymaniye Baskınından sonra Başbakan Erdoğan, bu notanın müzik notası olmadığını söyleyerek, ABD'ye nota vermeyi reddetmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, diplomasi kurallarını çiğneyerek Başbakan Erdoğan'ı muhatap almak suretiyle yazdığı yazısında Süleymaniye Operasyonu'nun AKP hükümetine karşı değil, “AKP hükümetinin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapıldığını” ileri sürmüştür.[44]

Türk Ordusu, ABD ve AB için tarihsel anlamda Batı emperyalizmini yenen güç, siyasal anlamda millî devlet anlamına gelen “Kemalizmin“ direnç noktasıdır. Bundan dolayı, 1990'ların ikinci yarısından itibaren Türk Ordusunu siyasal sistem içinde yıpratacak ve etkisizleştirecek her eylem ABD ve AB'den destek görmektedir. ABD'nin ılımlı İslam'ı bir müttefik olarak oluşturmasından sonra zaten laikliğin kalesi olarak bilinen Türk Ordusu'nun asker ve jeopolitik değil ama siyasal-stratejik değerinde ABD açısından bir düşme olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde Türk Ordusu'nu Orta Avrupa'daki Kızılordu ağırlığını Orta Avrupa'dan Anadolu üzerine çekecek bir enstrüman olarak gören AB, Soğuk Savaş sonrasında hızla Türk Ordusu'na bakışını düşmanca bir zemine oturtmuştur. Türkiye'nin yapay bir ülke olduğunu ve sınırlarının tekrar çizilmesi gerektiğini düşünen AB bu yolda önünde en büyük engel olarak gördüğü Türk Ordusu'nu yıpratmak için bir dizi eylem geliştirmiştir. Sonuç olarak, ABD gibi AB de, Türk Ordusu’na karşı geliştirilecek bir psikolojik operasyonu desteklemektedirler.

Özetle, ABD ve AB, Türk Ordusu'nun Türkiye'de millî devletin ve Batı'nın dayatmalarının karşısındaki en temel engel olduğunun bilinci içinde Ordunun yıpratılmasını sağlayan her sürece, 2007-2011 arasındaki dönemde yoğun destek vermiştir. Bu anlamda, fikri kökenleri 1990’ların sonuna uzanan Ergenekon Operasyonu 2003 Temmuz'unda Süleymaniye baskını ile başlatılmıştır. 2007’de Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan arasında Vashington’da yapılan görüşme sonrasında ise Ergenekon Operasyonu başka bir aşamaya taşınmıştır.

2007-2011 arasında yaşanan süreçte Türkiye’deki gelişmelere ne ölçüde ve nasıl müdahale edildiği konusunda ortaya bu satırların yazarının kapsamlı veriler koyması mümkün değildir. Ancak Balyoz Davasında yargılanan Kur. Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin tarafından yazılan “TSK’ya Karşı 12 Komplo” adlı kitapta dış müdahaleler ile ilgili çok ilginç bazı veriler ortaya konulmuştur. Küçükşahin, Balyoz Güvenlik Harekat Planı’nın son sayfasında “b. Muhabere” başlıklı bölümde  “esas muhabere vasıtasının radyo, yedek muhabere vasıtasının ise Kral Tv mesaj bant sistemi” olduğu cümlesinin yer aldığını kaydetmektedir. Türk Ordusu’nda bütün ordularda olduğu gibi ana muhabere vasıtası telsizdir. Ancak İngilizcede radyo kelimesinin iki anlamı var. Birisi radyo öbürü ise telsiz. Türkçe bir “belgede” böyle bir ifadenin kullanılması için ancak İngilizceden tercüme edilmesi gerekir.[45]

Küçükşahin’in dikkat çektiği ve bir deniz subayı tarafından hazırlandığı ileri sürülen bir diğer belgede ise şu ifade yer almaktadır: “Ramazan ayının ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosundan Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an dan bölümler yayınlanmasına izin vermiştir.” Nüfusun % 95’inin belki de daha fazlasının Müslüman olduğu Türkiye’de kimse Kuran’ı kerim’in ne olduğunu ayrıca izah eden bir cümle yazmaz. Böyle bir cümle ancak Türk ve Müslüman olmayan birisinin yazdığı ve Türkçeye tercüme edilen ve tercüme kokan motomot bir tercüme cümledir.[46]
Keza Balyoz belgeleri arasında bulunduğu iddia edilen bir başka belgede şu cümleler yer almaktadır: “Malzemeler yurtdışına giden bir gemiye verilmiş veokyanusa atılması istenmiştir.” ; “Yapılan arama sonucu ele geçirilen mühimmatlar yurtdışına giden bir gemiye verilerek okyanusa atılması istenmiştir.”[47] Bu cümlelerin de bir Türk askeri belgesinde yer alması mümkün değildir. Türk gemileri okyanusa değil, Akdeniz, Karadeniz veya Ege’ye açılırlar. Ayrıca Türkçede “okyanusa atmak” denmez, “denize atmak” denilir. Benzeri örnekler artırılabilir ancak bu çalışmanın konusu değildir.  

AB Sürecine Kadar TSK’nın Konumu ve Dönüşümü 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu ve ABD ile çatışma sürecine girdiği için Batı karşıtı  Rusçu-Avrasyacı bir eksene kaydığı veya içinde etkili bir kliğin TSK’yı bu noktaya çekmek istediği iddiaları ancak tarihsel bütünlük içinde incelenir ise daha iyi anlaşılacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlar, TSK’nın AB’ye karşı çıkışının nedeni olarak da güçlü konumunu yitirmek istememesi olarak göstermektedirler.





TSK’nın rejim içindeki konumu Cumhuriyet tarihi boyunca istikrar göstermez. Şöyle ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın hukuki statüsünü belirleyen ilk yasa 3 Mart 1924 tarih ve 249 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair kanun”dur. Bu yasa ile Genelkurmay Başkanlığı devlet içinde otonom bir kuruluş olarak örgütlenmiştir. Fiiliyatta cumhurbaşkanına bağlıdır. Başbakanın ordu üzerinde bir otoritesinin olduğu söylenemez. Yasa, Atatürk, Mareşal Çakmak ve dönemin olağanüstü koşulları için hazırlanmıştır. 1924-1927 arasında TSK devrim sürecinin silahlı öncü gücüdür. 1927 yılında ise bu statüsü değişir. Artık öncü güç değil, devrimin koruyucu gücüne dönüşür ve bu durum 1938’e kadar sürmüştür.
Atatürk’ün vefaatinden 1944 senesine kadar geçen süre içinde ordu devrimin bekçisidir. 1927-1938 arasında olduğu kadar siyasette etkin değildir. Siyasette Atatürk’ün yakın kadrosunu tasfiye eden İnönü Orduya dokunmamıştır. Çünkü İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi kararı Mareşal Çakmak’a rağmen 1. Ordu’da yapılan “Paşalar Meclisi”nde alınmıştır. Mareşal ise sonuca itiraz etmeden kabul etmiştir.

12 Ocak 1944’de Mareşal Çakmak Cumhurbaşkanı İnönü’nün yolladığı mektup ile yaş haddinden emekliye sevk edilmiştir. Hemen ertesinde çıkarılan 4580 sayılı kanun ile Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsü değiştirilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı başbakanlığa bağlanmış ve sorumlu tutulmuştur. Artık 1944’den itibaren iktidar ortaklığından çıkarılmış bir TSK vardır.     
30 Mayıs 1949 tarih ve 5396 sayılı “Milli Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair kanun” ile Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Oral Sander, bu konuda ABD’nin baskı yaptığını kaydetmektedir.[48]Yaşanan bu sürece TSK’dan görünürde bir tepki gelmemiştir. Ancak artık ortaklıktan çıkarılan TSK, Türkiye 1950’de seçimlere girerken DP’den yanan tavır almıştır.

1949-1960 arasında geçen 11 sene Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına bağlı olması gerek ordu içinde gerek ordu ile iktidar arasında büyük bir gerilim yaratmıştır. Amerikan Ordusundan çok farklı bir tarihi ve kültürü temsil eden TSK’yı bir farklı devlet kültürünün içine itmenin doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.

1961 Anayasa ile Genelkurmay Başkanlığı,  başbakana karşı sorumlu hale getirilmiştir. Ancak 61 Anayasası’nın illi Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini düzenleyen 111. maddesi ile TSK bir anlamda hükümetin  “örtülü ortağı” haline gelmiştir. 1982 Anayasası’nın 118. Maddesi ile düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu maddesi ayni örtülü ortaklığı sürdürmüştür. Bu ortaklık anayasanın ruhunda “milli güvenlik” meseleleri ile sınırlı ise de darbeler sonrası psikolojisinin hükümetler üzerinde ayrı bir baskı yaptığı şüphe götürmez.[49]

1990’larında sonunda TSK Öcalan’ın yakalanmasına giden süreçte kazanmış olduğu askeri yeteneklerin sağladığı bölgesel üstünlük ve SSCB’nin çökmesinin yarattığı güç boşluğunun verdiği güven ile davranmaya başlamıştır. TSK, başlayan AB tam üyelik sürecine destek vererek kendi konumunun yeniden tanımlanmasına itiraz olmadığını ortaya koymuştur. Bu çok önemli noktanın Türkiye’de siyaset analizcileri tarafından bilinçli-bilinçsiz atlanıldığı görülmektedir. Oysa,  TSK, AB sürecini destekleyerek kendi konumunu ve siyasetteki tarihsel/doğal ağırlığından çok darbe sürecinden kaynaklanan etkisini oto-sınırlandırma süreci içerisine girmiştir. 

Bu noktada TSK’nın muhtemelen beklentisi AB tam üyelik sürecinin merkez sağ partiler tarafından yönetilecek bir süreç olmasıdır. Ancak 2002 seçimlerini AKP’nin kazanması TSK için bir sürpriz olmuştur. AKP Hükümeti ile ilişkilerini sağlıklı düzenleyemeyen TSK, AKP Hükümetine karşı etkisiz, sistemsiz ve anlamsız bir muhalefet geliştirerek, iktidarı ABD-AB çizgisine belki de AKP iktidarının girmek istediğinden daha fazla itmiştir.
Eğer, 2002 Kasım’ında Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Org. A. Nafiz Gürman’ın Bayar’ı ziyaret ederek TSK’nın seçim sonuçlarına saygı göstereceğini bildirmesi gib bir adım atsaydı, 2002-2011 Türkiye tarihi hem dış hem iç politik açıdan daha farklı şekillenebilirdi.[50]

Bu ilk yanlış adım sonrasında TSK, ana dinamikleri Türkiye dışında olan değişik şekil, neden ve boyutlarda bir politik-psikolojik baskı altında kalmıştır.

Türk Ordusu'nun Saldırılara Fikrî Direnişi


Türk Ordusu, bu politik-psikolojik baskıya karşı tepki geliştirmiştir. TSK,   ABD ve AB'nin kendisine ve Türkiye'ye yönelik operasyonlarını teşhis ettiğini göstermek ve tepkisini ortaya koymak amacı ile genellikle Harp Okulu ve Harp Akademilerinde düzenlenen sempozyum ve açılışları vesile olarak kullanmıştır. Türk komutanlar eleştirilerinde, ABD ve AB demek yerine “küreselleşme” kavramını kullanmışlar, eleştirilerini ve karşı çıkışlarını bu kavramlar üzerinde gerçekleştirmişlerdir. Türk Ordusu'nun en üst düzey komutanları, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası ideolojisi olan küreselleşmenin gizlenmek istenen ve Türkiye için tehdit oluşturan boyutlarını, eleştirisel bir söylemle, açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Türk Ordusu'nun Avrasyacı-Rusyacı bir çizgiye kaymasının temel göstergesi olarak ileri sürülen MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın 2002'de Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirirken, NATO'yu da göz önünde tutmak gerektiğinin altını çizdiği unutulmamalıdır. Ancak bu şekli ile bile Org. Kılınç'ın açıklaması Batı'ya yönelik bir psikolojik operasyon niteliği taşımaktadır.

Rusya Başkanı Putin'in 2007'de Münih'te Güvenlik Konferansında yaptığı ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenini eleştiren ve çok kutuplu dünya düzenini savunan konuşmasının yapıldığı akşam bu konuşmanın Türk Genelkurmay Başkanlığının internet sitesine konması da bir başka Türk Genelkurmay tepkisi olarak yorumlanmalıdır. Diğer bir ifade ile Türk Ordusu, tek kutuplu dünya düzenini, Türkiye'nin menfaatleri açısından bir tehdit olarak görmektedir.
Org. Büyükanıt, Nisan 2007'de Amerikan Ordusu'nun Kuzey Irak'a yerleşmesinin bölgeyi bir terör üssü haline getireceğini açıklamıştır. Bu açıklamanın ABD'nin Irak ve Kuzey Irak politikaları ile PKK'ya örtülü desteğe sert bir tepki olduğu görülmektedir. Öte yandan Org. Başbuğ'da Kara Kuvvetleri Komutanı iken yaptığı açıklamada İran ile askeri ilişkilerin çok iyi ilerlediğinin altını çizmiştir.
Türkiye, Karadeniz'e ABD savaş filosunun girmesi ve Karadeniz'de üsler kurmasına da şiddetle muhalefet etmiştir. Vashington, bu konuda Ankara ile Moskova arasında bir ittifak olduğunu ileri sürmüştür.[51] 2008 Yazında Kafkaslar'da çıkan Rus-Gürcü çatışması sonrasında da Türkiye'nin Amerikan savaş gemilerinin Karadeniz'e girmesine zorluk çıkarması ve Amerikan savaş gemileri Karadeniz'de iken Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı ile bir gemide buluşması doğru okunması gereken mesajlardır.

Moskova’da yayınlanan ABD dergisi, “Türkiye, Rusya’nın Stratejik Müttefiki Olabilir” başlıklı bir makale yayınlamış ve makalede, “Türkiye, Osetya Savaşı’nda NATO gemilerinin Boğazlar’dan geçişini birkaç gün geciktirerek, Rusya’nın Poti ve Batum’da anahtar pozisyonlara sahip olmasına yardım etti” yorumunu yapmıştır. Karayiplere giden Rus Savaş filosunun Türk Deniz Kuvvetlerinin ana limanı olan Aksaz'da misafir edilmesi de dikkatle okunmalıdır. 9 Ocak 2009'da Rus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sözcüsü Akdeniz'de Türk ve Rus Deniz Kuvvetlerinin ortak operasyon yapacağını açıklamıştır.

Altı çizilmesi gereken husus, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi, Türkiye'nin Türk Dünyasına açılması, Çin'e artan Türk ilgisi, ABD'nin muhalefetine rağmen İran ile gelişen ilişkiler sadece TSK'nin yaklaşımı olarak da izah edilemeyeceğidir. Türk-Rus ilişkilerinde 2004-2005 ileriye atılmış adım anlamında dönüm noktası kabul edilmiştir. Putin, 2004 senesinde Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 2006 yılında 12 Milyar Dolar'a çıkan ticaret hacminin 25 milyar Dolar'a çıkarılması hedeflenmiştir.[52]

Başbakan Erdoğan, “Son beş-altı yılda ilişkilerde gözle görülür bir ilerleme sağlandığını” açıklamıştır. Aynı hususlar, Türk Dünyası, Çin ve İran için de geçerlidir.[53] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şubat 2008'de gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, iki ülke arasındaki ticarette Dolar yerine Ruble ya da TL. kullanılması kararının alınması da ilişkilerde çok önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir.[54]Ziyaret sonucunda imzalanan 12 sayfalık metinde ikili ilişkiler “güçlü ortaklık” kavramı ile tanımlanmıştır.[55] Peki, bu gelişmeler, AKP Hükümeti içinde “Ergenekoncu -Rusçu” bir kliğin olduğu anlamına mı gelmektedir? Tabii ki hayır. AKP Hükümetinin izlediği Rusya politikası doğru bir politikadır ve doğal sürecin bir sonucudur.

Türk Ordusu ve Avrasyacılık/Rusçuluk İddialarının Tekrar Değerlendirilmesi


TSK'nın yukarıda anılan Soğuk Savaş sonrası açılımları, Türk Ordusu'nun ABD ve NATO ile bütün bağları koparmayı, Avrupa ile kültürel bir kopuşu hedefleyen bir çizginin mi göstergesidir? Bu konuyu değerlendiren E. Tuğg. Nejat Eslen Türkiye'nin önünde üç jeopolitik seçenek olduğunu söylemektedir. Eslen'e göre, “Birinci seçenek, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu ile ilgilidir ve bu seçenek mevcut yönetim tarafından derin dondurucuya yerleştirilmiştir. Ayrıca AB, Türkiye'nin sorunları, nüfus ve coğrafyasının büyüklüğünü hazmedilemez bulmakta ve zaman içinde çıkarlarına ters düşecek olsa da Türkiye'yi dışlamaktadır. İkinci seçenek, ABD'nin arzu ettiği seçenektir ve bu seçeneğe göre Türkiye'nin Avrasya'ya kayması önlenecek, bu amaçla Türkiye AB'nin yapısına demirletilecek, ılımlı İslam kimliği ile Ortadoğulaştırılacak ve modernleşmek isteyen Ortadoğulu ülkelere yeni jeopolitik kimliği ile model olacaktır. Bu seçenek doğal olarak dayatılan yeni kimlik nedeni ile Türkiye'nin mevcut rejimini zora sokarken, AB üyeliği şansını sıfırlayacaktır. Üçüncü seçenek ise birinci ve ikinci seçeneği uygun görmeyen, yeni uluslar arası sistemi daha iyi okumaya çalışan ve bağımsız politikalarla Avrasya'ya açılmak isteyenlerin seçeneğidir ve bu seçeneği benimseyenler potansiyel Ergenekon suçlusudur.”[56]

Peki,  üçüncü seçenek, yani dünya sanayi ve finans merkezlerinin Pasifik alanına kaydığı bir dönemde Uzakdoğu'ya, Türk Dünyası'nın bir gölü olan Hazar Denizi etrafında ikinci bir Kuveyt olmaya hazırlanan Azerbaycan'a ve Kazakistan'a, doğalgaz deposu olan Türkmenistan'a, bakir Rusya pazarına, dünya ekonomisinin yeni merkezleri olmaya hazırlanan Çin ve Hindistan'a sırtını dönen bir Türkiye ve Türk Ordusu söz konusu olabilir mi?

Clinton döneminde Mayıs 1997'de açıklanan “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesindeki şu cümleler çok önemlidir: “200 milyon varillik petrol rezervleriyle Hazar Denizi bölgesi gelecek on yıllarda dünyanın artan enerji ihtiyacını karşılamada daha önemli bir rol oynayacak” [57] ABD ve AB, Avrasya ve Asya'ya yönelirken, Türkiye'nin bu alana yönelmesinin NATO'dan, Batı ittifak sisteminden kopuşu, “Rusçu ittifak” şeklinde suçlanması “psikolojik operasyondan” başka hiçbir şey değildir.[58]

E. Genelkurmay Başkanı H. Kıvrıkoğlu, Türk Ordusu'na(veya içindeki bir kliğe) Avrasyacı/Rusçu suçlamasını yapanların “ne pahasına olur ise olsun AB ve ABD ile işbirliğini savunduklarını” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk Silahlı Kuvvetleri NATO, ABD ve AB'ye karşı değildir. Ancak çıkarlarına aykırı davranışlarda bu ülke ve örgütlerin yanında değil, ülkesinin yanında yer almak başta gelen görevidir. Yani biz bu ülke ve örgütlerle eşit şartlarda işbirliğine her zaman evet diyoruz. Eğer fedakârlık yapılacaksa bu taraflar arasında eşit şekilde yapılmalı, fedakârlık yapan sadece Türkiye olmamalıdır.”[59]

Özetle, Türk Ordusu içinde Rusçu bir klik olmamıştır. Türk Ordusu’nun ideolojik Avrasyacı olduğunu söylemek dahi yanlıştır. Türk Ordusu, bağımsız, güvenli ve zengin Türkiye hedefi için 2000’lerin değişen dünyasında Türkiye için yeni menfaat alanlarını Batı’dan bağımsız hatta zaman zaman Batı’ya rağmen aramış ve savunmuştur. ABD ve AB ise Türkiye'nin bu ölçüde bağımsız olmasını ve menfaatlerini tamamen kendisinin tanımlamasını kabullenmemektedirler. Temel sorun budur.

Sonuç


AKP iktidarı Ortadoğu-Kafkasya ve Balkanlar arasında “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye tanımlanabilecek kadar zor bir coğrafyada dış politika da küçümsemeyecek hedefler içeren iddialı bir dış politika izlemektedir/izlediği iddia edilmektedir. Bu iddialı politika son altı ay içinde diğer bir ifade ile 2013 başından buyana büyük bir çöküş içerisine girmiştir. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “merkez ülke” tasarımı bu iddialı politikanın kavramsallaştırmasıdır. Böyle iddialı bir dış politik hedefin gerçekleştirilebilmesi için buna uygun bir stratejik kültürün /uygulamanın hâkim olması gerekmektedir.

AKP’nin hedeflediği/hedeflediği iddia edilen sonuca ulaşabilmesi sadece yumuşak güç uygulamaları (kültürel-psikolojik güç) ile mümkün değildir. Hedefe ulaşabilmek açısından yumuşak gücün sert güç yani ekonomi ve ordu ile desteklenmesi gerekebilir. Yumuşak güç ile ulaşılabilecek sonuçlar çok sınırlıdır.
AKP iktidarı iddialı dış politik hedeflerine rağmen, bu iddiaları gerçekleştirebilmek için benimsemesi gereken stratejik kültür ve uygulamalardan uzak durmakta hatta böyle bir kültüre ve kültürün unsurlarına savaş açmış görünmektedir. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı GES Komutanlığı Milli İstihbarat Teşkilatına devredilmiştir.

Her ne kadar haberin kaynağı olan gazeteci Murat Yetkin’e bu haberi veren kaynaklar böylelikle çok pahalı olan istihbaratta “duplikasyon”a gidilmeyeceği ve tasarruf edileceğini ileri sürseler de dünyada elektronik istihbaratını kendi istihbarat servisine bırakmış olan bir ikinci ciddi ordu yoktur. Üstelik elektronik istihbarat askeri istihbarat merkezlidir. NATO üyesi olarak elektronik istihbaratı da NATO ile bir şekilde entegre olan TSK’nın yerine bundan sonra MİT mi katılacaktır? Bir ordunun elinden elekronik istihbaratın alınması o ordunun körleştirilmesi anlamına gelmektedir. 

Ordunun başbakanlığa “sorumlu” halden çıkarılıp Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması da yanlıştır, çünkü Türk siyasi kültürüne aykırıdır. 1949’da CHP’nin ABD’nin baskısı ile bu kararı alması hiç olumlu bir uygulama sonucu vermemiştir. Her millet devletini kendi tarihinin birikimi olan siyasi kültürünün gereklerine uygun bir şekilde şekillendirir. Kıta Avrupası ve Amerikan ordularının tarihlerinden çok farklı bir yaşanmışlığı temsil eden Türk siyasi kültürüne uygun bir çözüm bulmak zor değildir. 

Yapılması gereken Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa “bağlı ve sorumlu” hale getirilmesidir. Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı’nın protokolde aynı seviyeye çekilmesi şekilsel sorunu da halledecektir. Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakana bağlı olmasının demokrasiye uymadığını söylemek ise tamamen boş laftır. Demokrasinin beşiği İngiltere’de kraliyet sistemi ile demokrasi uyum içindedir de Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakanlığa bağlı olmaması mı demokrasiye aykırıdır? 

Diyanet İşleri Başkanlığını Başbakanlıktan alarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlayarak özerkleştirmenin fikir jimlastiğinin bakan seviyesinde yapıldığı bir Türkiye’de TSK’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması akıllara doğal olarak başka amaçlar olduğu düşüncesini getirecektir. 

Kamoyuna AKP Hükümetinin TSK ile ilgili gelecek planları arasında olduğu iddiası ile taşınan bazı planları anlamak ise daha da zordur. Özellikle gazeteci Mehmet Baransu’nun açıkladığı Genelkurmay Başkanlığı karargahının lağvedilmesinin,  Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargahlarının başka şehirlere yollanmasının planlandığı şeklindeki haberi ciddiye alınması gereken bir haberdir.[60]
Bütün bu adımlar ortaya daha güçlü değil, daha zayıf bir TSK çıkaracaktır. 2. Abdülhamit büyük bir devlet adamıdır. Tarihe geçerken şanssız ve tartışmalı şekilde geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi yaşadığı çağdır. Bir başka hatası da Sultan Abdülaziz’e karşı darbede rol aldığı için deniz kuvvetlerine karşı aldığı olumsuz tavırdır. Bu tavır, deniz kuvvetlerini Haliç’e kapamış, modernizasyonunu engellemiştir. Bir savaşta deniz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunda ise Ege’ye doğru ilerleyen gemiler Marmara’da batmıştır. Artık batacak gemi yoktur ancak bu başka dış felaketlerin Türkiye’nin başına gelmeyeceği anlamına gelmez.   AKP Hükümetinin de tarihten dersler çıkarması gerekmektedir.

Öte yandan Ergenekon davasında verilen bu ağır kararlar ile Öcalan’ın ve PKK’nın affedilmesi için bir toplumsal zemin oluşturulduğu iddiaları da ciddiye alınması gereken iddialardır. Birilerine “yeni bir beyaz sayfa açalım” deme fırsatının verilmesi için adeta, TSK’nın bir dönem yöneten kadronun rehin alındığı iddiaları yeni de değildir. Bu iddia gerçekleşse yani bir genel af ile Ergenekon ve PKK davalarında tutuklu bulunanlar serbest kalsalar dahi bunun Türkiye’ye barış getirmesi söz konusu olmayacak, aksine daha kırılgan bir toplumsal yapı oluşacaktır.    

Bu noktada bu satırların yazarı 1991 senesinde yayınlanan “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” kitabının hala geçerli olduğunu düşündüğü son iki paragrafına geri dönecektir: “Kanaatimizce sağlıklı bir diyalog için iki tarafın da belirli ön yargılarını terk etmesi gerekir. Asker kesimin, öncelikle politikacıya olan güvensizliğini terk etmesi, kendisini tek milliyetçi/yurtsever kesim olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. Sivil otoritenin ise, her şeyden önce orduya ve ordunun devlet içindeki konumuna, onun tarihsel rolüne ve bu rolden kaynaklanan bugüne yönelik taleplerine, çok daha değişik bir toplumsal evrimin ürünü olan Batı aydınının gözü ile bakmaması gerekir. Böyle bir bakış, başka bir uygarlığın tarihinin, sosyal, ekonomik, kültürel, politik gelişmesinin sonuçlarını başka bir tarihe sahip bir topluma uygulama çabasını getirir. Bu tür bir çaba başlangıçta diyalog ortamını ortadan kaldırır.

Halbuki sağlıklı bir demokratik sistem, değişik sosyal güçlerin çok geniş anlamda ancak asker ve sivillerin uzlaşma ve ortak çabaları ile sağlanabilir. Her iki tarafında, böyle bir uzlaşma ve ortak çaba sarf etme girişimini terk ederek, sistemi sözde sivilleştirmek/militerleştirmek görünümü altında yapacağı hamleler bir süre sonra karşı tarafın sert tepkisiyle karşılaşabilir. Ve bu tür tepkilerin, kanunlar ile, ancak sınır taşlarının savaşları engellediği ölçüde engellenebileceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Toplumsal gerçekliği kanunlar değil, toplumsal güçler şekillendirir. Sağlıklı bir demokrasinin yerleşmesi için toplumsal güçlerin işbirliği şarttır. Ve demokrasi toplumumuz için acil bir ihtiyaçtır.”[61]

Bu satırların yazılmasından 6 yıl sonra sözde militerleşme süreci olan 28 Şubat yaşanmıştır. Bugün ise sözde “sivilleşme ve ileri demokratikleşme” adı altında ve 28 Şubat’ın intikamı niteliğini de taşıyan bir başka süreç, dış dinamiklerin TSK’yı yeniden yapılandırması ihtiyacı çerçevesinde yaşanmaktadır. O gün 28 Şubat’ı destekleyenler, bugün Ergenekon operasyonunu desteklemektedirler.

İntikam Süreçlerinin birbirini beslediği bir ülkeniz toplumsal barışa ulaşması imkânsızdır. 

Böyle bir ülkede sadece dönemsel galipler olur. Ve çoğu kez dönemsel galipleri iç dinamiklerin kendi güçleri değil, dış dinamikler belirler. 





[1] Zaman, 3 Ağustos 2011, Ahmet Turan Alkan, “Ordular ve Ülkücüler
[2] Zaman, 23 Eylül 2008, Mümtazer Türköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[3] Aktaran Cumhuriyet, 25 Eylül 2008, Gün Zileli, “Dünya Operasyonu”
[4]Milliyet, 24 Ekim 2008, Hasan Cemal, “Ergenekon Davası, hukuk ve demokrasi sınavı”;
[5]Hürriyet, 11 Ocak 2009, Ahmet Hakan, “İster İnan İster İnanma” A. Hakan, Prof. Dr. Dağı'nın NTV'de Yazı İşleri programında yaptığı konuşmayı nakletmektedir.
[6]Zaman, 13 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Rus yanlısı darbe ve Ergenekon”
[7]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[8]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[9]Taraf, 14 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ordunun Ergenekon'u tasfiye çabası”  
[10]Zaman, 23 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Ergenekon'un Amerikancısı yok mu?”
[11]Taraf, 28 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ergenekon, nekonlar ve Obama”
[12]Star, 16 Ocak 2009, Eser Karakaş, “Obama, Ergenekon, AK Parti”
[13]Taraf, 20 Nisan 2009, Neşe Düzel, “Bülent Orakoğlu:İtalya’da 1 numara cumhurbaşkanıydı”
[14]Zaman, 30 Haziran 2008, Ahmet H. Arslan, “ABD’den Darbecilere Yeni(lenen) Mesajlar”
[15]İhsan Dağı askerler Batı ile ilişkilere eleştirisel bakma hakkına sahiptirler demektedir..
[16]Metnin tercümesi için bkz. Aydınlık, 6 Nisan 2008, Sayı 1081, s. 40-41,“Türkiye’yi kaybettik. Bu Gerçeğe Alışalım”
[17]Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ile ilgili olarak küçümsenmeyecek bir literatür oluşmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Türk siyasetçilerinin okuması gereken makalelerin başında Ian O. Lesser,“Turkey, the United States and the Delusion of Geopolitics” adlı makale gelmektedir. Survival, Vol. 48 no 3, Autumn 2006.

[18]Bu süreci inceleyen ilginç bir derleme için bkz. Morton Abromowitz, (ed.) Turkey's Transformation and American Policy, A Century Foundation Book, New    York 2000
[19]Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri,(1947-1964), Ankara Üniversitesi SBP Yayınları: No:427, Ankara 1979, s.232-26

[20] Bu konuda bkz. Faruk Sönmez, ABD'nin Türkiye Politikası, (1964-1980), Der Yayınları, İstanbul 1995, s.71-121

[21]Servet Cömert, Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Mart 2000, s.xııı

[22]Deniz Kurmay Albay Dursun Turan ve Deniz Kurmay Albay Tayfun Uraz, “Türkiye-ABD İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını” Türk Harb Akademileri Yayını İstanbul 1994, s.75-77.
[23]Yeniçağ, 20 Ocak 2009, “TSK'yı bölmek istiyorlar tespiti”
[24]Michael Robert Hickok: “Hegemon Rising:The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization”, Parameters, Sommer 2000, http://carliste-www.army.mil/usawc/parameters/00summer/hickok.htm.

[25]Hickok, M. R. a.g.e., s.71. Makalede savunulan temel görüşler burada önemine binaen ayrıntılı olarak özetlenecektir.

[26]a.g.e., s.69.
[27]a.g.e., s.70-71.

[28]a.g.e., s.68.

[29]a.g.e., s.70.

[30]a.g.e., s.68.
[31]a.g.e., s.71.

[32]a.g.e., s.67.

[33]a.g.e., s.68.

[34]a.g.e., s.77.
[35]F. Stephan Larrabee ve Ian O.Lesser: Turkish Foreign Policy in an age of Uncertanity, RAND, 2002.

[36]a.g.e., s.1.

[37]a.g.e., s.6.

[38]a.g.e., s.157.

[39]Galina Schneider, Greek takes over Western Policy Center
[40]Bu makale internetten kaldırıldığı için Lale Sarıibrahimoğlu'nun Taraf  14 Ocak 2009, “Ergenekon'da ABD ile uzlaşı oldu mu?” ve Milliyet, 1 Kasım 20002, Yasemin Çongar, “ABD, Özkök'ü sevdi” başlıklı yazılarından özetlenmiştir
[41] Belgeden aktaran Milliyet, 5 Ağustos 2011, Malih Aşık, “ABD ve TSK

[42]1 Mart öncesi ve sonrası için bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004 ve Murat Yetkin, Tezkere-Irak Krizinin Gerçek Öyküsü, Remzi Yayınevi, İstanbul

[43]Şanlı Bahadır Koç, “Çirkin Amerikalı ile Güven Bunalımı”, Stratejik Analiz, Ağustos 2003; Washington'da bazı kaynaklar, bu operasyona karşı olan Pentagon yetkililerinin Türk özel kuvvetlerinin direnmesi sonunda iki taraftan da çok insan kaybı olacağını, bunun neticesinde Wolfowitz başta olmak üzere bazı yeni muhafazakar yetkililerin görevden alınacağı umudu içinde olduklarını ileri sürmektedirler.

[44]Hasan Böğün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu-12 Eylül 1980'den Çuval Olayına, Kaynak Yayınları, Ankara 2007, s. 20
[45]Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin, TSK’ya Karşı 12 Komplo, Togan Yayınları, İstanbul 2011, s. 70
[46] Age, s.70
[47] Age, s.71
[48] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri (1947-1964), AÜSBF Yayınları, Ankara 1979, s.39
[49] Burada anlatılan tarihi süreç için bkz. Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri, İkinci Baskı, Bilgeoğuz Kitapevi, İstanbul 2006
[50][50] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İkinci Baskı,  İstanbul  2004, s. 23
[51]Bu konuda bkz. Ariel Cohen, “ABD'nin Karadeniz Politikası”, 21. Yüz Yıl, Üç Aylık Dergi, Ocak-Şubat-Mart 2007, Sayı 1, s.189-210
[52]1991-2003 arasındaki Türk-Rus ekonomik ilişkileri için bkz. Cihangir Gürkan Şen, “Türk-Rus İlişkileri:Mevcut Durum, Sorunlar ve Perspektifler”, Stradigma, aylık strateji ve analiz dergisi, Ağustos 2003, Sayı 7

[53]Yeniçağ, 30 Ocak 2009, Arslan Bulut, “NATO kafalara: Tayyip Erdoğan Rusçu, Putin de Ergenekoncu mu?” Richard Holbrooke, Washington Post'da yaptığı değerlendirmede “Rusya, bizim çok kritik bir müttefikimiz olan Türkiye'nin sempatisini kazanmak ve Türkiye ile yeni ve özel bir ilişki kurabilmek için önemli bir atak başlatmıştır” demiştir. İlyas Kamalov, “Türkiye'de Rusya Yılı ve Türk-Rus İlişkileri” asam.org.tr, 20 Mart 2007

[54]Yeniçağ, 16 Şubat 2009, Arslan Bulut, “Gül’e Tebrikler; Dolar’ın Yerine Ruble ve TL Dünyayı Sarsar”

[55]Milliyet, 17 Şubat 2009, Sami Kohen, “Güçlü Ortaklık Ne Demek?”

[56]Radikal, 21 Ocak 2009, Nejat Eslen, “Ergekon neyin nesi?
[57]A National Security Strategy for A New Century
[58]Türk Ordusu'nu Rusçu kliklerle suçlayanların Genelkurmay Başkanlığı SAREM uzmanı Dr. Hv. Kdm.. Bnb. Kutay Karaca'nın yazdığı “Şanghay İş Birliği Örgütü ve Türkiye'nin Örgüte Yaklaşımı” başlıklı makaleyi okuması faydalı olacaktır. Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2008, Sayı 396, s.28-39

[59]Milliyet, 24 Ocak 2009, Fikret Bila, “Kıvrıkoğlu: Yüzümüz Batı'ya dönüktür”
[60] Taraf, 8 Ağustos 2011, Mehmet Baransu, “TSK yeniden yapılandırılacak
[61] Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi, (Atatürk ve İnönü Dönemleri, Birinci baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara 1991, s.178
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/08/06/7147/ergenekon-davasi-ve-turk-ordusu


..