3 Nisan 2018 Salı

Bir Kuşak, Bir Yol , Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ?

“Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ? 


Nesibe Flora Kurt
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Çin Halk Cumhuriyeti, Asya Pasifik Araştırmaları Merkezi
06 Şubat 2018 Salı


Çin Komünist Parti tüzüğüne yeni eklenen  "Bir Yol, Bir Kuşak” projesinde bir dizi hayal kırıklığı yaşanmaya başladı.

15 Kasım 2017’de Zimbabve'deki siyasi iklim aniden değişti. Zimbabve'de 37 yıl hüküm süren Pekin’in "eski dostu"   Mugabe devrildi ve bu ülkedeki “Bir Yol, Bir 
Kuşak” projesi politik bir tuzağa düşmüş oldu. “ Bir Yol, Bir Kuşak” projesi ağırlıklı olarak Güney Asya, Orta Asya, Doğu Afrika ve diğer bölgelerde 
yoğunlaşmaktadır. Ancak bu projeye dâhil olan çoğu ülke, kendi politik sistemlerinde geri kalmış ve demokratik normlara sahip olmayan ülkelerdir. Bu 
ülkelerde eğer hükümet devrilirse, Çin’in yaptığı büyük yatırımlar her an boşa gitme riski taşımaktadır.

Çin’i şoke eden ilk yeni gelişme Pakistan’da yaşandı. Çin’in komşusu ve sadık dostu olan Pakistan 11. Kasım 2017 günü, şaşırtıcı bir şekilde Çin'in baraj 
projelerine ayırdığı 14 milyar ABD doları yatırımını reddederek kendi yapısından kaynak aktardı. Pakistan'ın Damoa - Basha Barajı “Bir Yol, Bir Kuşak”  
girişiminde çok önemli rol oynamaktaydı. "Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" projesi hakkında yeni bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. Pakistan'ın kontrolünde 
olan Keşmir'deki Damoa-Basha Barajı’nın işletme hakkını Çin’in alacağı kesindi. Ancak İslamabad, Çin’in ileri sürdüğü koşulların kabul edilemez olduğunu ve 
Pakistan’ın çıkarlarına aykırı olduğunu gerekçe gösterdi. Çin medyası geçen ay, 43 yıllığına kiraladığı ve 46 milyar dolar sermaye koyduğu Pakistan’ın 
Belucistan sınırları içerisinde yer alan Gvadar dev derin su limanında çalışmak üzere 500 bin Çinli işçinin bölgeye nakledilmeye başlayacağını duyurmuştu. 

Çinli yorumcular, Gvadar Liman inşaatı 5 sene sonra tamamlandığında Gvadar’ın 5 milyon Çinli barındıran bir Çin şehri olarak ortaya çıkacağını, o zaman körfez ve Orta Doğu petrol, doğal gazlarının Çin’den sorulacağı ön görüsünde bulunarak Çin toplumunun milliyetçilik duygularını ateşliyorlardı. Pakistan’ı aniden saran 
tedirginlik ve Çin’e karşı bu çıkışı pek şaşırtıcı değildir.

"Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" (CPEC) projesi için Çin'in yaptığı yatırım, 62 milyar ABD dolarını bulmuştur ve ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa Rönesansı için yaptığı "Marshall Planı"na yaptığı yatırımın neredeyse yarısına denk gelmektedir. Kendi ülkesinde açlık sınırı altında yaşayan 300 milyon nüfusu görmezlikten gelen Çin, neden kendi halkının değil, diğer ülkelerin refahı için para harcıyor? Amacı ne? Bu sorular “Bir Yol, Bir Kuşak” projesine dâhil olan birçok ülkenin zihninde canlanmaya başlamıştır.

Pakistan, Çin’in Damoa - Basha Barajı projesine koyduğu 14 milyar doları reddettiğini açıkladıktan 3 gün sonra, yani 14 Kasım günü Nepal, 2.5 milyar 
dolarlık Çin sermayesi ile yapılma anlaşması olan Buda Gandaki hidroelektrik santrali projesini iptal ettiğini açıkladı.  Myanmar, Çin projesi olan 3.6 
milyarlık bir baraj projesini daha önce de iptal etmişti. Geçen ay Myanmar hükümeti, Çin’in bu baraj projesini bir daha gündeme getirmeyeceğini tekrar 
açıkladı. Çin’in “Bir Yol, Bir Kuşak”  kapsamında bu 3 ülkedeki 3 baraj projesine ayırdığı bütçe yaklaşık 20 milyar dolardı. Çin’e komşu bu 3 ülke ise, 
20 milyar parayı elinin tersi ile geri çevirdi.

Çin’e bir darbe de Sri Lanka’dan geldi. Sri Lanka'nın Çin ile yaptığı Hambantota derin liman projesinde Sri Lanka, Çin'e olan büyük kredilerini ödeyememesi 
nedeniyle arazi kiralamaya zorlanmıştı. Bunun sonucu olarak, Çin'in kamu iktisadi teşebbüsleri 500 hektarlık toprağın işletme hakkını 99 yıllığına Sri 
Lanka’dan aldı. Projeye yöre halkı şiddetle karşı çıktı. Gösteri, yürüyüş gün geçtikçe ülke çapına yayıldı. Hükümet devrilme noktasına geldiğinde Çin’in 
yatırım planını durdurduğunu açıkladı. Sri Lanka’nın, Körfez ve Orta Doğu petrol tankerlerinin Hint okyanusu üzerinden Çin’e ulaşmasında stratejik konumu son 
derece önemlidir. Bu yüzden Çin, ÇKP Merkezi Komitesi Politbürosu’na yeni seçilen bir üyesi olan Wang Yang ay başında Sri Lanka Dışişleri Bakanı Marapanar ile Pekin’de görüşürken, Çin’in Sri Lanka’daki dev liman projesini kabul etmeye çağırdı ve Çin'in Sri Lanka ile ilişkileri geliştirmeye büyük önem verdiğini, Sri Lanka'nın “Bir Yol, Bir Kuşak” projesinin vazgeçilmez bir halkası olduğunu vurguladı. Ancak halkın baskısı altında kalan Sri Lanka hükümeti, Çin 
yatırımlarını ülkede kontrol altında tutmaya zorunlu kalmıştır.

Çin’in stratejik ortak ve güvenilir komşu olarak gördüğü bu ülkeler tarafından önceden onaylanan projelerin teker, teker iptal edilmesi “Bir Yol, Bir Kuşak” 
projesinin itibarına büyük gölge düşürmüştür. Çünkü plan aslında, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa gibi gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere dünya 
çapında bir altyapı oluşturulmasını içeriyordu. Her ne kadar bu 4 ülke tarafından verilen kararın ardında farklı yerel, siyasi ve ekonomik nedenler 
olsa da, bu yoksul ülkeler, Çin'in büyük ölçekli altyapı projeleri inşa etmeyi planladığı projelerin ekolojik ve insani açıdan ülkelerine son derece pahalıya 
mal olacağının farkına vardılar.

Çin son 10 yıl içinde dünyanın değişik ülkelerinden satın alarak yatırım yaptığı liman sayısı 53’tür. Çin’in eline geçen bu limanlar Güneydoğu Asya, Güney Asya, Afrika, Avrupa, Okyanusya ve diğer yerlerde temelde Çin'in aktif olarak inşa ettiği üç "mavi ekonomik koridor" diye adlandırdığı kuşaklarda bulunuyor. Bu üç "mavi ekonomik koridor", Çin-Hint Okyanusu-Afrika-Akdeniz Mavi Ekonomik Koridoru, Çin – Okyanus kıyası ülkeler, Güney Pasifik Mavi Ekonomik Koridor ve Avrupa'yı  Okyanus'undan bağlayan Mavi Ekonomik Koridorunu kapsamaktadır.

“Bir Yol, Bir Kuşak” Projesinin Avrasya Karesini Çevreleyen Deniz Yolu Projesi Haritası

İngilizce "Belt and Road" diye adlandırılan “Bir Yol, Bir Kuşak” projesini hayata geçirmek için Çin bir trilyon dolar para aktıracağını dünyaya duyurmuş 
durumdadır. Ancak, bu bir trilyon ABD dolarını nereden, nasıl bulacağı konusundaki hikâyesi ekonomistlerin kafasında heyecandan fazla kuşku uyandırmaya devam ediyor. Çünkü “Bir Yol, Bir Kuşak” projesi zincirinin kritik halkaları şimdiden teker, teker kopmaya başlamıştır.

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu? 
  Zimbabve’deki Askeri Darbenin Düğmesine Pekin mi Bastı? 
  Pekin-Erbil İlişkisinde Bilinmeyenler 
  Çin Komünist Parti 19. Kongresi Yaklaşırken 
  Dünyadan İzole Edilmiş Bir Kuzey Kore İleri Nükleer Teknolojiye Nasıl Ulaşıyor? 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/cin-halk-cumhuriyeti/2018/02/06/8814/bir-kusak-bir-yol-projesinin-halkalari-nasil-koptu

İki Büyük Tehlike


İki Büyük Tehlike


Yekta Güngör Özden

Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’mizin de kimi sorunları çözüm beklemektedir. Ekonomik, toplumsal, hukuksal, siyasal her tür sorun iyi niyetli ve yetenekli iktidarların öncülüğünde başarıyla çözümlenir. Bunların yaratacağı güçlüklerin giderilmesi olanağı her zaman vardır, bulunabilir. Ama giderek büyüyen iki tehlike Türki­ye’mizin varlığını ve geleceğini olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Biri İRTİCA (gericilik), öbürü IRKÇILIK’tır. İkisinin de terörle yakın ilişkisi vardır. Uluslararası ortamda El-Kaide islâmcı terör örgütünün yanında Afganistan’ın Taliban’ı, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i, Filistin’in Hamas’ı hemen anımsanan gerici-dinci örgütlerdir. Türkiye’de İbda-C, Hizbullah, Kaplancılar vd. adlarla kendini duyuran yasadışı dinci örgütler ulusal bağlamdaki örneklerdendir. Günümüz siyasal iktidarı lâiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak suçundan Anayasa Mahkemesi’nce cezalandırılmıştır. Sakıncalı tutumundan dönmek yerine sık­ma­başa sarılarak, sıkmabaşlı milletvekillerine yeşil ışık yakarak, yargı kararlarına karşın sıkmabaşlı öğrencilere ve öğretim üyelerine üniversite kapılarını açarak dinsel düzenden vazgeçmediğini sık sık yinelemektedir.

İkinci tehlike, dinci açılımları gerçekleştirmekte kolaylık sağlanması için verilen ödünlerle kürt ırkçılığının boyutlarının artmasıdır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni olan, hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeyen cumhuriyetin yurttaşı olmayı, her yurttaşı kucaklayan “Türk Ulusu” kavramının anlam ve amacını yadsıyarak sürdürülen bölücülük ve yıkıcılık 1980’li yıllardan bu yana 40 bine yakın yurttaşımızı aramızdan almıştır. Hâlâ güneydoğudaki kimi il ve ilçelerde denenen ayaklanmalar, kolluk güçlerine karşı çıkmalar, saldırılar, terör örgütünün rengini taşıyan bezler sallayıp zafer işaretleri yaparak, örgüt başının adıyla bölücü sloganlar atıp posterlerini taşıyan kalabalıklar kürtçülük akımının geldiği düzeyi göstermektedir. Güncel durumları, gerçekleri bırakarak ekonomik ve toplumsal kimi sorunlardan söz ederek sorunu yanlış değerlendirmekle bir yere varılamaz. İktidarın 2011 seçimleri için tüm kalkışmaları, tehditleri, saldırıları, amacı açıklayan konuşmaları görmezlikten-duymazlıktan gelerek savuşturmaya çalışması yarınlarda daha büyük sorunları karşımıza çıkaracaktır. Somutlaşan amaç kürtçü liderlerin açıkladığı gibi özerk yönetimden bağımsız kürt devletine geçmektir. Geçmişin olaylarını tersine çevirerek, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve cumhuriyeti suçlayarak, Mustafa Kemal’in 85 no.lu 1921 Anayasası ile 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasını yanlış değerlendirip Lozan görüşmelerini çarpıtarak, 1924 Anayasası’nı ve kürt isyanlarını yadsıyarak bir yere varılamaz.

Güneydoğudaki genel seçimlerin ve yerel seçimlerin sonucu baskı, tehdit ve ölümle korkutulan yurttaşların kürtçüleri yeğlediğini göstermektedir. Kürtçü belediye başkanlarının, öbür yerel yönetimcilerin yanında, hattâ önünde BDP’li milletvekillerini göstermektedir. Ama hiçbirine Silivri yargısı kapsamındakilere uygulanan yöntemler uygulanmamakta, 30 yıl süren ceza dâvası da zamanaşımı nedeniyle sonuçsuz kalmaktadır. Kandil elebaşları “Sınır dışına çekilmek asla söz konusu değildir” diyerek Türkiye içindeki yuvalanmaları, destekleri, militan varlığını ve güçlerini itiraf ve ikar etmektedirler. Ne Kandil’e karşı, ne de yurt içinde etkin bir önlem, anlamlı bir tepki saptanamamaktadır. İktidara yaranma, ilişkileri düzeltme çabasındaki medyada kürtçülere destek giderek artmakta, “anadilde eğitim”le “Kürt ulusu” teriminin Anayasa değişikliğiyle gerçekleştirilmesi önerilip istenmekte, iktidar “Yeni Anayasa” çıkışıyla sanki 2011 seçimlerinden sonra bu istemleri gerçekleştirecekmiş gibi kürtçülere umut vererek oy almaya, istediklerini daha rahat yapabilme olanağı bulmaya çalışmaktadır. Kürtçülerin isteklerini yerine getirince ayrı devlet kurma, “kendilerini yönetme” ayrımcılığından vazgeçecekleri sanılarak aldanılmakta ve halk çoğunluğu aldatılmaktadır. Eşitlik olmasaydı nasıl milletvekili olacakları, nasıl asker ve sivil devlet görevini yüklenecekleri, nasıl özel kesimde varlık edinecekleri, zenginlikleri songulanmamakta, feodal yapının getirdiği sorunlar bırakılıp cumhuriyet yapısının yıkımıyla uğraşılmaktadır.

İktidar o kadar aşırı hoşgörülü sorumlular o kadar ilgisiz ki siyasal yasaklılar siyasal çalışmalara yoğun buçunde katılmakta, onbinlerce yurttaşın kanına giren teröristbaşından “Sayın” diyerek söz etmekte, sorunun çözümü için onu yetkili göstermekte, onun avukatlarınca ulaştırılan buyruklarına uymakta, uymaya çağırmakta, devleti tehdit etmekte, daha ileri giderek “Kürt halkı kendini yönetmek istiyor” sözüyle sakladıkları amacı açıklamak için iktidarın yarattığı ortamı elverişli bulmaktadır. Unutmamak gerekir, hukuk diploması ve avukat ruhsatı almakla kendini hukukçu sanan kimileriyle, muhabirlik günlerini anımsatan çocuksu yazılarıyla gelişmediğini gösteren düşünce yotksullarının “Kürt sorunu” deyişleri asla gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye’de “Kürt sorunu” değil “Kürtçülük sorunu” vardır. BDP milletvekillerinden Sırrı Sakık’ın TBMM kürsüsünde “Ben Türk değilimi” sözleri Türklük ile Türk Ulusu kavramlarını anlamadığını ya da özellikle anlamamış görünerek sömürüsünü göstermektedir. Anayasa’nın 81. Maddesi gereğince içtiği anda aykırı davranmaktan öte andını geri almış sayılacağından milletvekilliğinin düşürülmesi gerekir. Bu sonuç, Ahmet Türk’ün taşıdığı soyadını değiştirmemesi nedenini de düşündürmektedir. Korkak, çıkarcı ve lâik cumhuriyetle Atatürk karşıtı kimi bilimsel sanlı kinci ve dincilerle kimi aymazların ve sapkınların destek verdiği, kimi varlıklılarla yabancıların yardım musluklarını açık tuttukları anlaşılan kürtçülük, anayasal, ulusal ve yaşamsal ilkelerden ödünler verilerek değilaçık, kesin, gerçekçi ve yürekli duruş ve tutumlarla önlenir.

Kürtçüler iktidarın gündeme getirdiği “alt, üst kimlik” tartışmalarını da kabûl etmemekte “Türk ayrı, Kürt ayrı kimliktir, başka kimlik söz konusu değildir” demektedirler. Tüm bu durumları görmemek için görme özürlü olmak gerekir. Doğuya yapılan yatırımlar, bayındır kılma çabaları, teröristlerin yakıp yıktıkları okullar, tesisler, öldürdükleri yurttaşlarla, yalan ve iftiralarla, gizli tanıklar ve sözde itirafçılarla karşılanmıştır. Kimi sözcüklerine katılmasak bile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu konudaki eleştirileri yerindedir.

Önceki devlet yöneticilerinin “Federasyon” ve “Realite” söylemlerini AKP’nin ödünleri izledi. Habur karşılamaları durumun kötülüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ayaklanmalar, çocuklarını panzerlerin önüne süren, onları taş, molotof kokteyli, havaî fişeklerle polise ve jandarmaya saldırtan aileler, teröristlerin cenazelerini sloganlar, posterler ve zafer işaretleriyle kaldıranbinler, BDP’li milletvekillerinin kışkırtıcı konuşmaları hızından ve dozundan birşey yitirmiş değildir. Silâhlı Kuvvetleri yıpratmak, yargıyı etkisiz kılmak, giderek bölmekle uğraşmaktan teröre yeterli zamanı ayıramadığı anlaşılan iktidarın sorumluluğu ağırlaşmakta ve artmaktadır.

Dış destek, sözde dostların ve kimi komşuların yardımlarıyla şımarıp azgınlaşan kürtçülere AB ülkeleri de kapılarını açık tutmakta, onları dinleyip yönlendirmekte, kimi azınlık savlarıyla onlara arka çıkmaktadır. Bunlara karşın arap ülkeleriyle ilişkileri güçlendirmeyi yeğleyen iktidar, Türk Cumhuriyetlerine karşı soğukluğuna aldırışsızlık ekleyerek olayların ve yerine getirilmesi olanaksız isteklerin sürmesine neden olmuştur. Ermenistan, İsrail ve İran kuşatmasındaki Türkiye, bir zamanlar terör örgütünü yuvlandıran, aşırı solcu olup şimdi iktidarı destekleyen eski militanları barındıran Suriye ile Lübnan’ın koltukçusu olmuştur.

Irak egemenlerinin oyalayıcı, aldatıcı ve iki yüzlü tutumu da gereken tepkiyi görmüyor. ABD’nin gizlenen koruyuculuğu altında kabadayılık taslayan Kandil kaçakları, Türk Hava Kuvvetleri’nin onca bombardımanına karşın güçlerini korumaktadır. Demekki eksik olan, yeterince yapılamayan, yapımlak istenmeyen, başarılamayan bir şey vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutan terör örgütü varlığını sürdürebiliyorsa Türkiye yönetimi sorgulanmalıdır. Silâhlı Kuvvetler eli-kolu bağlı duruma getirilmiş, lâf ebelerinin yakınması üzerine kozmik odalarına, lomanlarına, çalışma-görev yerlerine kadar girilip araştırmalar yapılmış, gerçek dışı suçlamalarla komutanlar önüne çıkarılarak haklarını almaları engellenmiş, iktidarın kötülüklerinin, yanlışlıklarının ve sakıncalı gidişinin önüne çıkması olası güçler ve kesimleryargı kullanılarak sindirilip yokedilmek istenmiştir. Türkân Saylan öldürülmüştür. Haberal, Hilmioğlu, Yurtkuran, Özkan, Poyraz, Cihaner, Doğan, Balbay ve öbür Silivri tutuklularının da ölmelerinin istendiği anlaşılmaktadır. Çelişkili, aykırı, amaçlı uygulamalar bunu göstermektedir. Silivri’dekiler Kandil’dekilerden daha tehlikeli sayılmakta, yabancı ve dşman kuklası kürtçülere gösterilen kolaylıklar Silivri’deki komutanlardan, bilim adamlarından, yazar ve gazetecilerden esirgenmektedir. “Masumiyet karinesi” yok sayılarak tüm şüpheli ve sanıklar iktidar tarafından cezası kesinleşmiş hükümlüler gibi nitelendirilmektedir.

Kendi halkından, ulusundan çokyabancıları dinleyen iktidar, sorunu kestirip atmaktan kaçınmakta, “Gücüzüm varsa gelin, alın” demektedir. Soruşturma, kovuşturma, geçiştirme, oyalama, avutma, savsaklama, erteleme, uyutma ve bildiğini okuma birbirine karışmış durumdadır. İktidarın kendinden başkasını, ülkesini düşündüğüne inanmak güçtür. 

Öte yandan Apo tek seçici gibi davranıp belediye başkanını tehdit etmekte, ateşkes süresinin sınırını belirlemekte, koşullar gündeme getirerek iktidarı etkilemekte, konuklar düzeninde ağırlanarak amacından dönmediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. PKK’nın İmralı’dan yönlendirilip yönetildiğine ancak yandaşları karşı çıkabilir. Siyasal iktidar, yönetimindeki devlet kurumlarıyla PKK’nın doğrudan görüşme yaptığını dolaylı anlatımlarla açıklamaktadır. Apo’yla görüşmelerin bugüne değin neler sağladığı da bilinmemekte, sağladığı bir yarar saptanmamakta dır.

Yönetimin zayıflığı o kadar belirgin ki son günlerde PKK yararına görüş veren kimilerinin emeklilikten önce çok önemli görevlerde bulunanlar olduğu kuşku ve üzüntüyle öğrenilmektedir. BDP’lilere gösterilen aşırı hoşgörüden anlaşılıyor ki günümüz iktidarı PKK’dan da BDP’den de korkmakta, üstesinden gelemeyeceği olaylara neden olmaktan çekinmektedir. Ulusal devletin yapısını bozacak girişimleri ve kalkışmaları devleti koruyacak iktidar önleyemiyor. İktidar için ödün vermek çözüm, başarı ve beceri sayılıyor. Yarın neler olacağı kestirilemiyor, gerçekçi, kalıcı, etkin önlemler alınamıyor,cumhuriyeti koruyacak çalışmalar yapılamıyor.

PKK’nın 32. kuruluş yılı nedeniyle Hakkâri-Yüksekova’da, Diyarbakır-Lice’de yapılan taş­kın­lıklar (aslında ayaklanmalar)a iktidar önem vermiyor görünmektedir. Kışkırtıcı konuşmaları gerçek durumu bilmeyen, aldatılan yurttaşlar zafer işaretleriyle, alkışlarla karşılıyor. Kimi yargı yerlerinden kürtçülüğe açılım sayılacak öneriler, güç verecek kararlar çıkıyor, insan hakları, özgürlük, demokrasi sömürüleri sürüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımızı değil, kürtçülük yapanları eleştiriyoruz.kürt kökenliler içinde arkadaşlarımız, meslektaşımız, öğrencimiz, dostumuz var. Kürt kökenli avukatla birlikte savunma görevi aldığımız davâ oldu. Kürtçülük yapmayan, ulus bağlamındaki birlikteliğimizin ve cumhuriyetle Atatürk’ün değerini bilen yurtseverleri var. Sorunun sorumluları AB, ABD, Er­menistan, Irak ve içimizdeki PKK’lılarla yan­daşlarıdır. Bir o kadar da siyasal iktidardır, medyadır, üniversitelerdir, yargıdır.

Yeni Anayasa..” sözü kürtçülerle sıkmabaşçılara uzatılmış ucu zehirli bir oltadır. Bundan önce yapılanların olduğu gibi bundan sonra yapılacakların da demokrasiyle ilgisi olmayacaktır. İktidarın ruhunda, anlayışında demokrasi yoktur. Demokrasiyle eğitilmemişler, inançla dokunmuşlardır. Demokrasiyi bilmeyenler demokrasiden söz edemezler. “Sivil irade, askerî vesayet, yargı vesayeti” sözleriyle yolalmak isteyen iktidar, rejimi koruyup güçlendirmek, demokratik niteliğini yükseltmek yerine tehlikeye atmaktadır. Feodal yapının, topraksızlığın, şeyhe ve aşiret başına bağımlılığın çözümlenmesine önclik vermek gerekir. Yoksa kimi raporlardan söz ederek, kimi ödünler ve ayrıcalıklarla çözüm olacağı havasını basmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Türkiye bölünmez bir bütündür. Bir bölgede demokrasi olacak, öbüründe olmayacak, böyle bir çelişki düşünülemez. Etnik duyarlıklar, kültür farklılıkları, kimi özellikler elbet özgürlük içinde yaşam bulur. Kürt kökenlilerden başka kökenliler de var. Ancak etnik özellikler ve özgünlükler ulusal yapıyı bozacak zorlayıcı girişimler olamaz. Anadil öğretilir ama devletin Türkçe’den başka ikinci bir resmî dili olamaz. Yurtdışından verilen örneklerin Türkiye için uygulanmasını gerektiren benzerlikler bulunmamaktadır. Bir kez ödün verilince nerede duracağı, ne sonuçlar getireceği iyi düşünülmelidir. Çok açık olan gerçek, kimi siyasal kuruluşların içlerindeki kürt kökenlilerden kürtçülük yandaşlarının etkisiyle ya da liberal demokrat geçinenlerin kışkırtmasıyla ödünler vererek sorunu çözecekleri ne ilişkin kanılar yanılgıları dır. Yaşamı, güncel olayları, iç kalkışmaları, ayaklanma olaylarını ve dış baskılarla destekleri hep birlikte değerlendirmeden hazır reçetelerle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Ayrım, kutuplaşma giderek keskinleşmektedir. Kürtçülerin ölçüsüz, aşırı, ayrımcı çabaları dracak sanılmamalıdır. Devletle çatışmaktadırlar. Bundan daha belirgin bir kanıt olamaz. İktidar da kendi amacı ve doğrultusu için bu kesimi okşayarak susturup durduracağı inancıyla yumuşak davranmaktadır.

“Asimilâsyon” söylenti ve suçlamalarına, “özgürlük” yalanlarına kanmamak gerekir. Farklılıkların yarattığı zenginliğin ulusal dokunun özelliği olduğu bilinmeli, yıkıcılıkla, kavgayla, savaşla, ödünle, şirin görünme çabasıyla, anlayış ve hoşgörüyü aşan tutarsızlık ve zayıflıkla bir yere varılamayacağı benimsenmelidir. Teröre başvurup dışardan destek alan kürtçülerle, terör karşıtı kürtlerin ayrı duruşu bile teröristlerin ağır yanılgı ve sapkınlığını anlatmaktadır. Bize düşen, ulusal birliği, ülke ve ulus tümlüğünü korumak, yanılanlara gerçeği öğretmektir. Siyasetin ikilemleri ve ödünleri gerçek çözümü sağlamaktan uzak görünmektedir. Yepyeni Türkiye Cumhuriyeti aşırılıklara kıydırılamaz.

http://turksolu.com.tr/ileri/47/ozden47.htm

..

2 Nisan 2018 Pazartesi

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde  boğulmak mı? 


Yekta Güngör Özden
10.02.2003/Sayı:23 


Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD - İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz. 

Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır. Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması yöneltmektedirler. 

Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır: 

“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!” 

Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler, yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere ortam hazırlar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine, ‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür, dayanaktan yoksundur. Şöyle ki: 

“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür. 

Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul ve ilân etmek anlamına gelmektedir. 

Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz, sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır. 

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini, silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve benimsemek zorunludur. 


http://www.turksolu.com.tr/23/ozden23.htm

***

Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Yekta Güngör Özden 
27.01.2003/Sayı:22 

Bağımsız, hukukun güvencesi altında özgür, bilim ve teknolojinin ışıklarıyla donanıp gönenç içinde bir ulus olarak yaşama hakkımızı ve bunları bize sağlayan Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine dayalı Cumhuriyetimizi yerli ve yabancı sömürücülere karşı yiğitçe savundukları için a1çak cinayetlerle canlarına kıyılan Profesör Muammer Aksoy’un 13., değerli araştırmacı-yazar Uğur Mumcu’nun 10. öldürülüş yıldönümlerindeyiz. Ama bu namuslu ulus aydınlarının yaşamlarına kıyan asıl suçlular ortaya çıkarılıp, ülkemiz siyasal cinayetler işlenemeyen bir ortama kavuşturulamadı. O nedenle siyasal cinayetlerin arkası kesilmedi. Yurttaşlar soruyorlar: “Bu nasıl bir güçtür ki, tetiği çektirenlerin maskeleri baştan aşağıya indirilemiyor ve bir türlü adaletin önüne çıkarılamıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü neden buna yetmiyor?” 

Bu durumun baş sorumlusu, kanımızca, kendileri her türlü yasadışı eylemlerden sanık, hukuk tanımaz insanların -bir-ikisi dışındaki- siyasal partilerde ve Türk siyasal yaşamında etkin olabilmeleri, bu partilerin yapısını ve işleyişini demokratik nitelikten uzaklaştırabilmiş olmalarıdır. 

Hukukun güvenli şemsiyesi altında yaşamak, bağımsız, özgür ve uygar bir toplum olmanın en temel koşulu iken, hukukun üstünlüğü ilkesini çiğneyen siyasetçi kadrosu, Türk ulusunu bu yaşam temelinden büyük ölçüde yoksun bırakmış bulunmaktadır. 

Bu ortam bugüne değin ulusumuzu nice üstün değerden yoksun kıldığı gibi, bilim adamları ve genel olarak aydınlarımızı yurt ve ulus sorunlarıyla yakından ilgilenmekten caydırmakta, yürekli aydınlarımızı terörün tehdidi altında yaşatmakta, devlet gücümüzü zayıflatmakta, ekonomik kalkınmayı engellemekte, ulus ve yurdumuzu uluslararası sömürünün kucağına itmektedir. 

Hukuka saygı kurulup sorumluluk düzeni işletilemedikçe, yan tutuculuktan uzak kamu yönetimi sağlanmadıkça, ulusal birlik ve bağımsızlığımızın, yurt bütünlüğümüzün ve temel hak ve özgürlüklerimizin güvencede olduğunu söylemeye olanak yoktur. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün armağanı ulusal bağımsızlığımızı koruyabilmek, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı dik tutabilmek, ülkemiz kaynaklarının sömürgeciliğin ahtapot kollarına teslim edilmesini engelleyebilmek, sömürgeciliğe karşı devletimizi savunmak uğrundaki özverili, yiğit savaşımları nedeniyle canlarına kıyılan değerli bilim adamlarımız ve yazarlarımız Profesör Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun anılarını saygıyla anar, aynı davanın yılmaz savunucuları olarak ulusumuza başsağlığı dilerken, gerçek katillerinin bulunması isteğimizi yineler, siyasal yaşamımızda hukukun üstünlüğünün her türlü kuşkudan arındırılmış olarak kurulmasının, bir yaşam ve onur sorunu olduğunu bir kez daha vurgularız. 

http://www.turksolu.com.tr/22/ozden22.htm


***


Oostlander Sözde Avrupalı...

Oostlander Sözde Avrupalı...


Yekta Güngör Özden 
07.05.2003
Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir.
Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse, Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB Raportörü Hollandalı Arie Oostlander 'in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk' ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, Müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu'nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, anlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. ''Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları'' sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez, ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye'nin her alanda gerçekleştirdiği atılım, bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. ''Yurtta barış, dünyada barış'' ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti'nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer'in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Garaudy 'nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler 'in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit 'le Huntington' un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp İslamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk ulusudur.
Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi'dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçirilmiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa'yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye'ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Atatürk ilkeleri, Marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları İsviçre'den 40 yıl önce vermiştir.
Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgalarını, cinayetleri, Stalin' i, Hitler' i, Peten' i, Salazar' ı, Franko' yu, Mussolini' yi, Yunan cuntasını, Makarios' u, EOKA'yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye'ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk'ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB'ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupa'nın ham hayali olarak sırıtmaktadır.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos' un 12.1.1934'te Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday gösteren ve Oslo'daki yetkili Komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür ve Bilim Komisyonu'nun (UNESCO) ilki 1963'te, ikincisi 27.11.1978'de ''Atatürk'ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına'' ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır.

1 Nisan 2018 Pazar

"Bunlar beni öldürecek Güldal"



"Bunlar beni öldürecek Güldal" 


2.12.2012 20:32 , 
Güncelleme Tarihi: 
3.12.2012 11:41

Suikastın arkasındaki karanlık güçleri ortaya çıkaracak ayrıntıları ilk kez kamuoyu ile paylaşan Güldal Mumcu, "1992 yılının sonbaharında, bir sabah Uğur gazeteleri okuduktan sonra ayağa kalktı ve öldürüleceğini söyledi" dedi

ZAFER ŞAHİN

Gazeteci yazar Uğur Mumcu'nun faili meçhul bir cinayete kurban gitmesinin üzerinden tam 20 yıl geçti. Ne verilen namus sözleri ne de yıllarca devam eden soruşturma ve yargılamalar Mumcu'nun katillerinin bulunmasına yetmedi. Peki devlet içindeki çeteler, mafya -siyaset ve PKK- derin devlet ilişkileri üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Uğur Mumcu'yu kim öldürdü? Hayat arkadaşı Güldal Mumcu, suikastın üzerinden geçen 20 yılın ardından kaleme aldığı "İçimden Geçen Zaman" adlı kitapta, suikastın arkasındaki karanlık güçleri ortaya çıkaracak ayrıntıları ilk kez kamuoyu ile paylaştı. Mumcu, yakın tarihin en dramatik gelişmelerinden biri olan Uğur Mumcu suikastına ışık tutan kitabın öyküsünü Yeni Asır'a anlattı.

- Uğur Mumcu suikastına dair ezberleri bozan bu kitabı yazmak için neden 20 yıl beklediniz? 

Aslında daha önce bu kitabı yazma konusunda birkaç denemem oldu. 2000'li yıllardan itibaren kafamda vardı ama çeşitli olaylar ve sürecin tamamlanmasını bekleme arzum nedeniyle hep erteledim. Suikastın üzerinden 20 yıl geçince daha fazla bu işi ötelememem gerektiğini hissetim ve yazdım. 
- Kitabı okuyan herkes sizin olayları çok gerçekçi bir dille kaleme aldığınız tespitinde bulunuyor. Eşiniz neredeyse sizin gözünüz önünde bombalı bir saldırıda hayatını kaybetti. Zor olmadı mı o güne dönmek, her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmak? 
Tabii ki zor oldu ama ben içimdeki duygu fırtınasını kitaba aktarmanın çok doğru olmadığını düşündüm. Olayı nasıl gözlemlediysem, izlediysem öyle anlattım. Gerçekçi ve duygulardan arındırılmış bir dil kullandım. 

Tehdit alıyordu

- Eşiniz suikasttan önce de sıkça ölüm tehdidi alan bir gazeteciydi. Hiç kendi aranızda konuşur muydunuz bu konuyu? 
Uğur'un öldürülme ihtimali hep vardı. 80 öncesinde de tehditler alıyordu, sonrasında da. Kendi aramızda konuşurduk tabii bu konuyu. Suikasttan önceki yaz Ayvalık'taki yazlığımızdan Ankara'ya dönmeyi hiç istememiştim. Anlayamadığım bir şekilde canım sonsuza kadar o yaz da kalmak istemişti. O yıla kadar Ankara'ya dönerken ayaklarımın böyle geri geri gittiğini hiç hatırlamıyorum. 

- O yaz bitiminde siz Ankara'ya döndükten sonra bu sezgilerinizi haklı çıkaracak gelişmeler yaşandı mı? 

1992 yılının sonbaharında, bir sabah Uğur gazeteleri okuduktan sonra ayağa kalktı. Birden 'Güldal bunlar beni öldürecekler' dedi. 'Kim' diye sordum, Yaşar Kaya'nın Özgür Gündem gazetesindeki makalesini gösterdi. Makalede 'Kürtler, Cumhuriyet'in kurulmasında temel taş oldular. 1925'ten sonra Kürtler inkar edildi. Bu konuda Uğur Mumcu'nun Kürtlerden isteği bir şey var mı? Herkes maskesini çıkarsın. Yoksa yüzlerindeki maskeyi biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak' diyordu. 'Nereden çıkarıyorsun bunu' dedim. 'Halkın dinamiği yırtacaktır sözünden. Bundan daha açık söyleyemezler' dedi. 

- O dönem sanıyorum Kürt sorunu üzerine çalışıyordu. PKK çizgisindeki bir yayın organında böyle hedef gösterilmesi bir uyarı mıydı sizce? 
Uğur, 1992 yazı ve sonbaharı boyunca Kürt sorunu ve PKK konularına yoğunlaşmıştı. Türkiye'de yaşanan terör olaylarının, Kürt isyanlarının karmaşık arka planını araştırdıkça, tahmin edilemeyecek birçok ilişkiye ve ilginç bağlantılara ulaştı. CIA, MOSSAD, MİT, emniyet ve askeri istihbarat dahil birçok ülkenin istihbarat örgütünün varlığına ve bu arada Barzani'nin MOSSAD ve CIA ile ilişkilerinin ortaya konduğu yayınlara ulaşıyordu.

Apo-MİT ilişkisi

- Suikastten bir gün önce hangi konu üzerine çalışıyordu? 
Öldürülmeden bir gün önce, cumartesi günü Abdullah Öcalan ve PKK'yı inceleyen araştırması üzerinde yoğun şekilde çalışıyordu. Abdullah Öcalan'ın korunduğunu düşünüyordu. Zaten bunu yazdı da. 
- Buradan terörist başı Abdullah Öcalan ile derin devlet arasındaki bağı gördüğü için öldürüldüğü gibi bir sonuca varmak mümkün gibi görünüyor. Sizce de öyle mi? 
Suikasttan 1 ay sonra, benim evde olmadığım bir anda Ozan adında bir kişi kapıya gelmiş. Gençten bir adam. Uğur'un ağabeyi Ceyhan Mumcu'ya ilginç şeyler anlatmış. Enteresandır, o kişinin geldiği gün suikasttan itibaren kapının önünde duran koruma çekilmiş. Eve gelen şahıs beni sorup olmadığımı öğrenince, önemli açıklamalar yapacağım demiş. Bunun üzerine içeri almışlar. Bu şahıs Uğur'un Apo-MİT ilişkisini ortaya çıkardığı için öldürüldüğünü, benden de çekindiklerini, çünkü Uğur'un bulduğu ya da bildiği şeyleri benim de bildiğimi düşündüklerini, o yüzden de öldürüleceğimi, kendisinin de beni öldürmek için görevlendirildiğini söylemiş. Sonra da vicdan azabı çektiği için bunları anlattığını, beni kendisi vurmasa bile başkasının vuracağını, Turgut Özal'ın bunu bildiğini, Ulus'ta Hitit Otel'de bir arkadaşıyla kaldığını anlatmış. 

- Bu itiraf sizi korkutmadı mı? 

Tabii ki korktum ama ne yapabilirdim ki? Yıllarca muhtemel bir suikasta karşı iki çocuğumu korumak için 'neler yapabilirim' diye düşündüm. 
- Kitapta kendisi de bir suikasta kurban giden MİT'çi Hiram Abas ve dönemin İsrail Büyükelçisi'nin art arda eşinize 'Öldürülmekten korkmuyor musunuz?' diye sorduğunu anlatıyorsunuz. Olağan şüpheliler arasında istihbarat örgütleri ve İsrail de olabilir mi? 
Düşünün bu soruyu soran MİT görevlisi de bir suikasta kurban gidiyor. Türkiye adına üzerinde durulması gereken dramatik noktalar bunlar. Uğur, Hiram Abas kendisine bu soruyu sorunca 'Demirden korkan trene binmez' cevabını vermiş. O bunu anlatırken ağzımdan 'Demek senin için ölüm düşünüyorlar. Seni nasıl öldürmeyi düşünüyorlarsa kendileri de öyle ölsün o zaman' sözleri dökülüverdi. Bu konuşmadan 3 yıl sonra, yani suikasttan 15 gün önce İsrail Büyükelçisi ile görüştü Uğur. O da Hiram Abas'ın sorduğu soruyu sormuş. Hem MİT hem de İsrail Büyükelçisi bir anlamda 'Bu konular üzerine yazma arkadaş, yoksa öldürülürsün' mesajı veriyor. Ne acıdır ki, soru sormak bizim ülkemizde öldürülmek gibi bir sonuç doğuruyor. Eğer araştırırsan silahlar gelip sana dönüyor. 

İstenirse çözülür

- Bütün bu uyarılar Uğur Mumcu'nun birden çok düşmana sahip olduğunu gösteriyor. Siz çözebildiniz mi bu karmaşık denklemi. Kimler ne amaçla öldürdü eşinizi? 

Aslında çok basit ama bize karmaşık gösterilen bir suikast bu. Sadece Hiram Abas ve İsrail Büyükelçisi uyarmadı Uğur'u. MİT Müsteşarı Teoman Koman, 1992 yılının Temmuz ayında MİT Müsteşarlığı'nda gazetecilere bir yemek vermişti. O yemekte toplumda sansasyon yaratacak kişilere yönelik suikastlar düzenleneceğini haber aldıklarını söylüyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve 'İçinizden biri hedef seçilebilir' diyor. Yine suikasttan önce Mehmet Eymür evimize gelmişti. Ayrılırken apartmanda gördüğü alt komşularımızın İran gizli servisinden olduklarını söyledi. Araştırdık, adamlar bir Alman şirketinde çalışıyor görünüyordu. Uğur'a bir Almanya seyahati sırasında metro istasyonunda tanımadığı bir şahıs 'Bu sıralarda bir hazırlık içindeler. Seni de takip ediyorlar, dikkatli ol' demiş. Bütün bunların üzerine suikastı araştıran savcının 'Devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer' dediğini de ekleyin. Suikastın çok boyutlu, çok ülkeli, karmaşık bir yapısı olduğunu görürsünüz. 
- Bir de Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın evinize gelmesi olayı var. Yeşil neden eve gelip garip mesajlar vermeye çalıştı size? 
Bir bayram günüydü, masum olduğuna inandırmak için yanına iki çocuk alıp gelmiş. Tabii biz kendisinin kim olduğunu çok sonradan öğrendik. Yarı meczup ifadesi ile ve bozuk bir Türkçeyle bana 'Ben adam öldürdüm biliyor musunuz' dedi. Sonra ilginç şeyler söyledi, kitapta anlattım hepsini. Ancak tam kapıdan çıkarken konuşması birden düzeldi. Şimdi onu evimize kim, niye yollar bilmiyorum. Ancak bizim kafamızı karıştırmak, korkutmak ya da yanlış bir noktaya çekmek için yapmış olabilirler. 

"Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını istedim"

- Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'la aranızda geçen diyalog yıllardır tartışılıyor. Cinayeti örtbas etmek için örülen duvar neden kaldırılamadı size göre?
Kendisine bizi ziyarete geldiğinde 'Karşımıza sürekli engeller çıkıyor, adeta bir duvar örülüyor sanki' dedim. Hafifçe bana döndü ve 'Evet Güldal bir duvar örülüyor' dedi. O zaman bir tuğla çekin, duvar yıkılsın' dedim. 'Çekemem' dedi. O zaman tuğlayı çekin, kenara çekilin' diye ısrar ettim. 'Yapamam, onu da yapamam' dedi. Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını istedim, 'Kusura bakma Güldal yapamam' dedi. Bunun üzerine 'O zaman, başkaları çeker altında kalırsınız' dedim, 'Ona kimsenin gücü yetmez' gibi müstehzi bir ifadeyle gülümsedi. Sonra da gitti. 
- Ağar'ın ve savcının açıkça ifade etmeseler de derin devleti işaret ettiği açık. Sizce de devlet isteseydi çözülür müydü bu suikast? 
Devlet hiçbir zaman bu işin ortaya çıkması için yeterince çaba göstermedi. Zaten böyle bir arzusu da yoktu devletin. Bu süreçte derin devleti somut olarak gördüm diyebilirim. Devlet içinde bir yapılanma var ve bu yapılanma suç işliyor. Ne dramatiktir ki, bu yapıya karşı kendisini koruyamayan bir devlet var ortada. Suç işlediğini görüyor ama müdahale edemiyor. 

"Kennedy'i bile vurdular"

Suikasttan hemen sonra o sırada TBMM Başkanı olan Hüsamettin Cindoruk geldi. "Başınız sağ olsun, zaten bekliyorduk" dedi. Soğuk ve sert bir üslupla, eğer bekliyor idiyseler neden tedbir almadıklarını, gereğini yapmadıklarını sordum. Hafif soğuk bir hava esti. Sonra Necmettin Erbakan geldi. Beni Uğur'un kızı, Uğur'un ablasını da eşi zannetti. Uyarıp 'kızı değil eşi' dediler. Başınız sağ olsun dedi, teşekkür ettim. Oturmadı, ayakta karşımda durup birkaç nezaket cümlesinden sonra beraberindekilerle ayrıldı. Sonra o sırada Başbakan olan Süleyman Demirel geldi, birisi kalktı yer verdi. Oturdu. 'Başınız sağ olsun' dedi. Teşekkür ettim. Kameraların ışıkları yandı. O anda fark ettim ben de kameraları. Yüzümü ona dönerek, bulunacak mı yapanlar diye sordum hafif bir sesle. O ise başını kameralara çevirerek, "Şimdi bakın böyle şeyler oluyor. Kennedy'yi bile vurdular. Akıllarına koymasınlar yaparlar" dedi. Sadece dinledim.

https://www.yeniasir.com.tr/gundem/2012/12/03/bunlar-beni-oldurecek-guldal

***

YÖK’te Yeni Dönem,

YÖK’te Yeni Dönem;


Özgür Erdem
19.01.2004/Sayı;48

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte YÖK ve üniversite sistemi yeniden tartışılmaya başlandı. Tartışma geçtiğimiz Ekim ayında AKP’nin üniversiteler üzerinde tahakküm kurma çabasına girişmesiyle alevlenmişti. Hükümetin YÖK’ü tasfiye etmeyi amaçlayan tasarısını YÖK ve üniversitelerin direnişi nedeniyle geri almasıyla sonuçlanmıştı. Kemal Gürüz’ün emekliye ayrılması, yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Cumhurbaşkanı’nca atanmasıyla üniversitelerde yeni bir dönem başladı. Teziç tarafından kamuoyuna sunulan ve Üniversitelerarası Kurul ile YÖK’ün ortak çalışmasının sonucu olan yeni YÖK Yasası taslağıyla YÖK ve üniversiteler yeniden gündemin ön sıralarına yerleşti.

Öncelikle bu tartışmanın basit bir mevzuat değişikliği tartışması olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Üniversiteler Türkiye için bir eğitim kurumundan öte anlamlar taşır. Türkiye’de hocasıyla öğrencisiyle üniversite hem toplumu ilerleten, hem de uyandıran bir işleve sahip olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nda, 27 Mayıs döneminde, 68’lerde üniversitenin direnişi Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Bu nedenle üniversiteler Türkiye için hâlâ çok önemlidir ve yüksek öğretimi etkileyecek tüm düzenlemeler bu yüzden tüm toplumun müdahil olduğu siyasi tartışmalara dönüşmektedir.

AKP’ye karşı Üniversitenin direnişi

Üniversitelerin AKP iktidarı için ise farklı bir önemi var. Türkiye’yi bir halifeliğe dönüştürmeye kalkışan AKP’nin emellerine ulaşabilmek için tasfiye etmesi gereken kurumların başında üniversiteler geliyor. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde üniversiteler Atatürkçü güçlerle şeriatçı güçlerin mücadelesini yaşamış ve üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma ve örgütlenme engellenmişti. AKP’nin öncelikle 28 Şubat’ın rövanşını en azından üniversitelerde almak gibi bir amacı var. 28 Şubat’tan sonra üniversitelerde yaşanan değişimlerin geri alınması AKP için oldukça önemli.

28 Şubat süreciyle birlikte, imam-hatip mezunları üniversitelerde istediği bölüme giremez olmuştu. Türban genelgesi üniversitelerde uygulanmaya başlamış, şeriatçı terör örgütlerinin üniversitelerdeki gücü önemli ölçüde kırılmıştı. 28 Şubat öncesinde üniversitelere bile hakim olmaya başlayan şeriatçı harekete en büyük darbe yine üniversitede vurulmuştu. AKP ile birlikte yeniden iktidara gelen şeriatçı hareket 28 Şubat’ın (kendince) hesabını görmeye üniversitelerden başladı.

Üniversiteler AKP için yalnızca rövanş değil, aynı zamanda Türk siyasetinde hakim olma, devlet içine kadro sokma ve imam-hatip mezunları gibi militan kadrolarını yetiştirme gibi işlevleri de görebilecek. Tabii bunun için de üniversitenin AKP’ye karşı yürüttüğü laiklik mücadelesinin kırılması gerekiyor.

Üniversitelere hakim olanın Türkiye’ye de hakim olacağını bilen AKP, üniversitelerin yeniden yapılanmasını bu yüzden öne çıkarıyor.

YÖK’ün 28 Şubat’tan beri sürdürdüğü misyon

AKP ile üniversiteler arasında yaşanan mücadelenin önemini tam olarak anlayabilmek için bu mücadelenin keskin bir biçimde yaşandığı 28 Şubat öncesini hatırlamak gerekiyor. Toplu namazların kılındığı, Ramazan aylarında oruç tutmayan öğrencilerin ellerinin satırlarla kesildiği, türban politikasıyla başı açık kız öğrenciler üzerinde baskı kurulduğu günleri unutmamak gerekiyor. Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşma da 28 Şubat öncesinde yoğun bir şekilde yaşanmıştı.

28 Şubat Türkiye’yi şeriatçı idareden kurtardığı gibi üniversitelerde de hocalar ve öğrenciler üzerindeki şeriatçı baskıyı ortadan kaldırmıştı. YÖK de bu dönemde 28 Şubat’ın kararlılığının üniversitelerde uygulanmasını sağlamıştı. Bu anlamda şeriatçı ve bölücü çevrelerin YÖK’e karşı çıkmasını ve “demokrasi” çığlıkları atmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu çevrelerin çığlıklarına aldanan kesimlere ise 28 Şubat öncesi üniversitelerin durumunu hatırlatmaktan başka bir çare kalmıyor.

AKP’nin hayali: Federal Türkiye federal üniversiteler

AKP iktidarı Türkiye’de bir halifelik rejimi kurmaya çalışmakta. Bu rejimi tesis edebilmek için devletin gücünü kırmayı ve kendisine direnecek güçleri zayıflatmayı hedefliyor. AKP bir yıllık icraatıyla ve çıkardığı yasalarla bu yönde önemli adımlar da attı. Son olarak, Meclis gündemine gelen Kamu Yönetimi Reformu yasasıyla da Türkiye’yi 81 eyalete bölmeyi hedefleyen AKP, böylelikle devletin merkeziyetçi üniter yapısına bir darbe daha vurmayı planlıyor. AKP’nin planı aslında çok açık, Türkiye’yi bir eyaletler federasyonuna çevirerek bölücülüğe ve şeriata karşı direniş olanaklarını zayıflatmak. Ve gerekli yasal değişikliklerle de direnişin elini kolunu bağlamak.

Üniversiteler açısından da durum çok farklı değil. Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldırmak isteyen AKP, üniversitelerde de üniter yapıyı yok etmeye çalışıyor.

AKP’nin asıl istediği üniversite sistemini rektörlerin büyük direnişiyle rafa kaldırılan AKP’nin ilk YÖK Yasa tasarısında görebiliriz. Bu taslakta AKP, YÖK’ün merkeziyetçi yapısını tasfiye ederek üniversite sisteminde federal bir yapıyı tesis ediyordu. Hatta, bir adım daha giderek büyük üniversiteleri 4-5 parçaya bölerek üniversitelerin gücünü de önemli ölçüde kırmış oluyordu.

Merkezi bir YÖK’e hâlâ ihtiyaç var

28 Şubat öncesinde ve AKP iktidarı boyunca üniversitelerin şeriatçı iktidarlara direnişini olanaklı kılan bir anlamda merkeziyetçi yapının varlığıydı. AKP’nin hayal ettiği gibi tek tek birbirinden kopuk ve bağımsız üniversiteler tek başına siyasi iktidarın baskılarına direnecek gücü kendilerinde bulamayacaktır. Türkiye’deki üniversiteleri birarada tutan ve merkezi bir yapıyla denetleyen ve düzenleyen bir yüksek öğretim kurumunun varlığı üniversitelerin şeriatçı baskıya direnmesini mümkün kılan şeydir. Dolayısıyla üniversitelerdeki merkezi yapı çokça sanıldığı gibi demokrasiyi ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Tersine şeriatçı yönetime direnme olanaklarını güçlendirdiği için aslında önemli bir demokrasi mevzisidir.

Aynı şekilde 28 Şubat sürecinde görüldüğü gibi özellikle taşra üniversitelerinde üniversite yönetimlerinin öğretim üyeleri üzerindeki siyasi baskı hâlâ akıllardadır. Kılık-kıyafet yönetmeliklerini bir türlü uygulamayan ve üniversiteleri şeriatçı örgütlerin devlete meydan okuduğu kurtarılmış bölgelere dönüşmesine seyirci kalan kimi üniversite yönetimleri, Atatürkçü ve ilerici pek çok öğretim üyesi üzerinde de büyük baskılar uyguluyordu. Ancak 28 Şubat sürecinden sonra YÖK’ün merkeziyetçi yapısı sayesinde bu üniversitelere müdahale edilebilmiş, üniversitelerdeki şeriatçı-bölücü terör örgütleri önemli darbe almış, şeriatçı kadrolaşma da engellenmiştir.

Görüldüğü üzere, YÖK’ün merkeziyetçi yapısı üniversitelerin şeriatçı hükümete karşı direnişini sağlamada önemli bir silaha dönüşmektedir.

“İki Kemal”in

Mustafa Kemal’e verdiği zarar

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son 2 yıldır YÖK’e atadığı yeni üyeler ve son olarak yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, YÖK’te yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. AKP’nin halifelik rüyaları ve bu rüyaların gerçekleşmesi için üniversiteleri teslim alma projesi sürmektedir. Ancak üniversiteler önündeki AKP tehlikesi 28 Şubat öncesindeki tehlikeden farklıdır. 28 Şubat ile birlikte üniversitelerin şeriatçı terör örgütlerinden ve şeriatçı kadrolaşmadan temizlenmesi gerekiyordu. Türban genelgesinin uygulanmaya başlanması, imam-hatip mezunlarının istediği bölümlere girmesinin engellenmesi bu çabanın bir ürünüydü. Ancak, bugün üniversitelerin önünde bir “temizlik” değil, savunma görevi bulunmaktadır. Şeriatçı tehdidin azalmadığını, hatta arkasına ABD’yi almış AKP iktidarıyla birlikte artttığını unutmadan, uyanıklığı elden bırakmadan laiklik konusunda taviz vermemek gerekiyor. Fakat, 28 Şubat döneminin sert idari tedbirlerine dayanmak ve bununla yetinmek artık çıkar yol değil ve üniversitelerin artık farklı bir kimlikle toplumun önüne çıkması gerekiyor.

Bir dönem artık kapandı. 28 Şubat sonrası şeriatçılarla yaşanan hesaplaşma süreci Atatürkçü güçlerin başarısıyla sonuçlanmıştır denebilir. Ancak bu başarıda esas pay sahibinin son dönemde üniversiteleri yöneten kadrolar mı olduğu sorusunun da sorulması gerekmektedir. 28 Şubat ile birlikte Atatürkçü kesilen, Atatürkçü kimlikle kendini topluma tanıtmaya çalışan, 28 Şubat’ı var eden irade sayesinde uygulanabilen türban genelgesini, kendi başarısıymış gibi sunan ekip artık miadını doldurmuştur. Üniversitelerin adeta kendilerine muhtaç olduğunu düşünen ve aslında hiç de Atatürkçü olmayan bu ekip, geldiği mevkilerine tanıdığı ayrıcalık ve yetkileri kendi kişisel siyasi ve ekonomik ihtirasları için kullanmıştır. 28 Şubat’tan sonra Atatürkçü gözüküp kimi mevkilere gelenler, Atatürkçülüğün tek adresi olduğunu iddia ederek mevkilerini adeta işgal etmiştir.

İsmen “Kemal” olmanın Mustafa Kemal olmak için yeterli olmadığı ortadadır. Kemaller 28 Şubat’tan beri Atatürkçülüğe büyük zarar vermişlerdir. Atatürkçülük maskesiyle yaptıkları Atatürkçülüğe ve gerçek Atatürkçülere mal edilmiş, Atatürkçülüğü salt laikliğe indirgemişlerdir. Kemallerin sahte Atatürkçülüğü Mustafa Kemalleri de engellemeye çalışmıştır.

YÖK’te son yıllarda yaşanan değişiklikler ve son olarak Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığına getirilmesi, üniversitelerde belli mevkilerde tutunmuş sahte Atatürkçülerden kurtulunacağı yolunda bir umut ve beklenti yaratmıştır. Sahte Atatürkçülerin yolsuzlukları, adam kayırmaları, siyasi baskıları, keyfi uygulamaları, intihalleri engellenmelidir. Hele hele sahte Atatürkçülerin yaptıklarının Atatürkçülüğe mal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmelidir.

YÖK’teki yeni yönelim

Teziç’in göreve başlar başlamaz kamuoyunun tartışmasına sunduğu yeni YÖK Yasa Tasarısı da YÖK’ün yeni yönetiminin önümüzdeki dönemde alacağı yönelimi gösteriyor.

Yeni yasa tasarısını incelediğimiz zaman, Teziç’in daha demokratik, daha katılımcı, daha hukuki bir YÖK anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Taslakta, YÖK’te özellikle rektörler ve dekanlar üzerindeki denetim arttırılıyor, YÖK Denetleme Kurulu’nun üye sayısı ve yetkileri arttırılıyor. Ayrıca Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay’dan seçilecek üyelerle birlikte Denetleme Kurulu’nun hem hakkaniyeti, hem de güvenilirliği arttırılmaya çalışıyor.

Aynı şekilde, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite ve fakülte yönetimlerindeki söz ve karar hakları arttırılıyor, rektör ve dekan seçimlerinin daha demokratik hale gelmesi sağlanıyor. Teziç’in öğrenci temsilcilerinin ve öğretim üyesi derneklerinin görüşlerini de alması üniversitelerin bundan sonra daha demokratik olacağının göstergesi.

Yeni taslakta düzenlenmese bile, disiplin yönetmeliğinin Türk yargısındaki son değişikliklerle uyum içerisinde yeniden düzenlenmesinin gereğinden açıkça bahsediliyor. Mevcut disiplin yönetmeliğinin ne kadar baskıcı ve anti-demokratik olduğu ortada. Öğrencilerin en ufak siyasal faaliyetinin istendiğinde okuldan uzaklaştırmaya varacak kadar ağır şekilde cezalandırılması hem üniversitelerin geldiği noktanın, hem de mevcut yasaların çok gerisinde kalıyor. Üstelik yönetmeliğe göre bir öğrencinin eğitim yaşamı ya da bir öğretim üyesinin akademik kariyeri bir rektörün ağzından çıkacak kelimelere bağlı oluyor. Çılgın bir rektörün yürüttüğü bir siyasi linç kampanyasının sonucu olarak okulundan atılan Atatürkçü gençler mevcut mevzuatın nerlere yol açacağının güzel bir göstergesi. Bu yüzden disiplin yönetmeliğinde bir iyileştirmeye gidilmelidir.

Teziç’in YÖK’ü:

AKP’ye direniş devam edecek

Dikkat çeken bir başka nokta da AKP’nin iktidarının ilk gününden itibaren ısrarla savunduğu kimi değişikliklerin Teziç’in taslağında yer almaması. Örneğin ÖSYM YÖK’e bağlı olarak çalışmaya devam ediyor. İmam-hatip mezunlarının istediği bölüme girmesini sağlayan düzenleme de rafa kalkıyor. Hükümetin üniversiteler üzerinde baskı kurmasını engelleyen YÖK’ün merkeziyetçi yapısı da gerekli kimi demokratik düzenlemelerle birlikte korunuyor.

Teziç’in sunduğu taslakta, YÖK’ün yapısının AKP’nin istediği şekilde değiştirilmesinin Anayasa’ya bile aykırı olan gereksiz bir uygulama olarak görülmesi üniversitelerin direnişinin süreceğinin önemli bir işaretidir. Zaten Teziç’in göreve başladığında laiklik ve türban konusunda taviz vermeyeceğini beyan etmesi de tüm Atatürkçülerin alkışladığı bir tutumdu. Üniversitelerde demokratik bir açılım yaşanması, keyfi idareye son verilmesi hocasıyla öğrencisiyle tüm üniversite kamuoyunun isteği. Ancak bunu yaparken laiklik konusunda uyanıklığı elden bırakmamak ve üniversitelerin laiklik konusunda direnmesinin idari olanaklarını ortadan kaldırmamak gerekiyor.

Vakıf üniversiteleriyle laiklik korunmaz

Teziç’in tasarısının yukarıda sıraladığımız önemli doğrularının yanında değinilmesi gereken bir yanlışı da bulunuyor. Tasarı, vakıf üniversiteleri hakkında ayrıntılı bir düzenleme içermekte ve yıllardır eksik kalmış yasal dayanağı sunmakta ve vakıf üniversitelerini Türk yükseköğreniminin önemli bir parçası olarak tanımlamaktadır.

Herşeyden önce vakıf üniversitelerinin öğrenciler arasında nasıl bir eşitsizlik yarattığı tartışma götürmez bir gerçektir. Liberal ekonomiyi savunanların vakıf üniversitelerini onaylaması doğaldır. Ancak kendisini Atatürkçü olarak tanımlayanlar arasında bile vakıf üniversitelerini savunanların, hatta vakıf üniversitelerine destek olanların yer alması ilginçtir. Özel bir eğitim kurumu hiçbir şekilde Atatürkçülüğe sığmaz. Paralı eğitim hem Atatürk’ün son verdiği, hem de Atatürkçülüğün özüne ters bir sistemdir. Bu nedenle kimi hocalarımıza Atatürk’ün Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini hatırlatmak istiyoruz.

Üniversitelerde AKP’ye karşı direnmek isteyen, kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan pek çok hocamızın bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu hocalarımızın bir kısmının Atatürkçülüğü laikliğe indirgemesi, AKP’ye karşı verilen Atatürkçü mücadeleye zarar veren bir tutumdur.

Deli Dumrullar Engellenmeli

Tasarıdaki denetimle ilgili maddelerin artması, rektörlere ve dekanlara geniş yetkiler vermesi, ancak bu yetkilerin de denetime açık hale getirilmesi, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite yönetimine katılımını arttırması, disiplin yönetmeliklerinin yeniden düzenlemeye tutulacağının savunulması şüphesiz çok olumlu adımlardır.

Bugün kimi üniversitelerde ortaya çıkan “Deli Dumrul”lar üniversiteleri kendi kişisel şeyhliklerine dönüştürmüştür. Yolsuzlukların, hukuksuzlukların, keyfiliklerin, haksızlıkların haddi hesabı yoktur. Denetleme mekanizmalarının yetersizliği nedeniyle Deli Dumrullar engellenememektedir. Mağdur olanların eğitim hayatları veya akademik kariyerleri heba olmaktadır. YÖK Yasası’nda “Deli Dumrul”ları engelleyecek düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır.

Kemaller gidecek Mustafa Kemaller gelecek!

Türk üniversitelerinin bir değişime ihtiyacı olduğu ortada. Ancak bu değişim mevcut YÖK sistemini tasfiye eden bir yönde değil, üniversitelerin AKP’ye karşı layıkıyla direnmesine olanak veren yönde olmalı. YÖK’ün merkezi yapısını sulandırmak yerine, sistemi suistimal edenler temizlenmeli, yapısal sorunlardan kaynaklanan kimi tıkanıklıklar ve eksiklikler yeni bir yasal düzenlemeyle giderilmeli, üniversiteler Atatürkçü mücadeleyi gerçekten verecek kadrolara teslim edilmelidir. Deli Dumrulların oluşmasına olanak veren kimi antidemokratik hükümler düzeltilmelidir. Kimi üniversitelerimiz zaten gerçek Atatürkçülerin yönetimindedir, ancak kimilerinde sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülerin önünde engel olmaktadır.

AKP iktidarına karşı üniversiteler başından itibaren direndi. Ancak bu direnişin takıyyeci değil tam anlamıyla Atatürkçü bir içerikte devam etmesi gerekmektedir. Bu nedenle giden bir Kemal hayırlı olmuştur. Üniversiteler diğer Kemaller’den de kurtulacak, yerlerine Mustafa Kemaller gelecektir.




Siz kimin “Atatürk”ünden yanasınız?

Siz kimin “Atatürk”ünden yanasınız?


































Geçen hafta 32. Gün programından geldiler. Atatürkçülükle ilgili özel bir program yapacaklarmış. Bizim de “farklı bir Atatürkçülük anlayışımız” olduğunu düşündükleri için görüş almak istiyorlar. “Farklı Atatürkçülükler yoktur, Atatürkçülük tektir ve biz de ondan farklı bir şey savunmuyoruz” dedik ve hemen sorduk; sahi siz durup dururken niye böyle bir program yapma ihtiyacını duydunuz?
Hüsrev Kutlu’nun sözlerinden yola çıkmışlar. Asker Atatürk mü, sivil Atatürk mü? sorusundan başlayarak soruları sıralıyorlar.
Hüsrev Kutlu Atatürk’ün Mareşal resminden rahatsız olmuştu ya, 32. Güncüler de hemen kalpaklı Atatürk’ü soruyorlar: Niye Atatürk’ün kalpaklı resimlerini tercih ediyorsunuz?
Gazetede veya eylemlerimizde kullandığımız Atatürk resimleri için böyle bir ısrarımızın olmadığını söyledik, gerçekten de yok ama düşünmeden de edemiyoruz; peki siz neden “kalpaklı Atatürk”ten bu kadar rahatsızsınız?
Şeriatçılar asker Atatürk’ten neden rahatsız?
Ya Hüsrev Kutlu, neden tam da böyle bir zamanda “asker Atatürk”ten rahatsız oluyor?
Gerçi şeriatçı biri Türkiye’de Allah’tan çok askerden korkar bu yüzden herhangi bir sebeple askerden rahatsız olması hiç de şaşırtıcı değil. Değil ama şeriatçıların “Asker Atatürk”e karşı “cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunmaları eminiz ki şeriatçıların bu ülkedeki tarihini biraz olsun bilen herkesi bayağı güldürmüştür.
Nedenine gelince;
Şeriatçılar yıllardır Atatürk’e açıkça saldıramadıkları için kaçak güreşiyorlar. Vatan kurtaran bir kahramanın düşmanı olmak kolay değil. Adınız gavura, vatan hainine çıkar, insan içine çıkamazsınız. Onun için de ya Atatürk’ün vatan kurtaran bir kahraman olduğunu her şerefli Türk gibi içten gelen bir minnet duygusuyla kabul edeceksiniz, yok bundan rahatsızsanız bu sefer mecburiyetten paşa paşa kabul edeceksiniz. İşte şeriatçılar ve mandacılar da hep bunu yaptılar. Bu yüzden de Türkiye’de hep “asker Atatürk”ten yana oldular.
Yani Dumlupınar’daki Atatürk’e mecburiyetten tamam ama hepsi o kadar.
Atatürk düşmanları asker Atatürk ile devrimci Atatürk’ü birbirinden ayırıp Atatürkçülüğü milletin hafızasından silmeye çalıştılar. 

Ne demişti geçenlerde AKP’li Bakan; “Atatürk’e evet, Atatürkçülüğe hayır”.
Kurtuluş Savaşı sırasında da muhaliflerin izlediği yol buydu. Sakarya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ü orduların başına geçirip meclisten uzaklaştırmaya çalıştıklarını hatırlarsınız. Atatürk’ün bu saldırıya verdiği akıllıca bir yanıtla hem orduların başına geçip hem de mecliste tüm yetkileri elinde topladığını da...
Peki sonra ne oldu? Mecliste kaybedince bu sefer birden “asker Atatürk”e karşı çıkmaya başladılar. Bu dönem boyunca tüm dertleri Atatürk’ü başkomutanlıktan almaktı. Çünkü bu başkomutanlık onların da elini kolunu bağlıyordu.
Kurtuluş Savaşı bitip de Mustafa Kemal Türk Ordularının muzaffer komutanı olarak İzmir’e girdiğinde ise “bizimkiler” yine eski senaryoya dönmüştü. “Mustafa Kemal Ordularının başındaki zaferleriyle tarihteki yerini alsın, Allah O’ndan razı olsun, artık vatan kurtuldu, bundan sonrası Halife efendimizin işi.”
Bundan sonrasını herkes biliyor. Muhalefetin programında hep tek bir madde oldu: “Cumhuriyete ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığına muhalefet”.
Tüm bunlardan sonra Hüsrev Kutlu’nun tutup “asker Atatürk”e karşı “Cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunacak noktaya gelmesi ilginçtir.

Ne değişti?

Niye sivil Atatürk istiyorlar?

Değişen bir şey yok. Ancak şunu görmek gerek. Atatürk düşmanları Atatürk’ü bu toplumun hafızasından silemeyeceklerini anladılar. Sadece bu da değil, Türk milletinin Ordusuna Atatürk’ün yadigârı olarak baktığını, Mustafa Kemal tavrını bu ocaktan beklediğini ve bu ocağın da bu tavrı alabilecek yegâne kurum olduğunu gördüler. Şimdi yalnız şeriatçılar değil tüm Atatürk ve Ordu düşmanları AB yolundaki “sivilleşmemize” koşut bir “sivil Atatürk” yaratmaya çabalıyorlar. Türkiye’nin sömürgeleşmesini ancak Atatürkçü millet ve ordunun engelleyeceğini bildikleri için işe buradan başlıyorlar. Önce yapay bir sivil-asker ayrımı, sonra da Atatürk ile Ordu, Atatürk ile emperyalizmle mücadele ruhu arasındaki bağlantının silinmesi. Yani olmayacak bir düşün peşindeler. Hem Atatürk deyince akla Atatürkçülüğün, devrimciliğin değil sadece vatan kurtaran bir askerin gelmesini istiyorlar, hem de bu askerin emperyalizmin ve şeriatçılığın karşısında bir Ordu mensubunu değil sivil bir siyasetçiyi çağrıştırmasını istiyorlar. Bakın bu neden mümkün değil.

















Hüsrev Kutlu’nun rahatsız olduğu Mareşal giysili resimden yola çıkalım. Asil ve mağrur duruşuyla bir Mareşali en iyi şekilde yansıtan Atatürk resmini hepiniz görmüşsünüzdür. Öyleyse bir önceki kareyi de hatırlamalısınız. Atatürk’e Mareşal ünvanı Sakarya zaferinden sonra Meclis tarafından verilmişti. Bu sırada Atatürk tam da Nâzım’ın tarif ettiği gibi sarışın bir kurda benziyordu, mavi gözleri çakmak çakmaktı ve şayak kalpaklıydı. Bu “şayak kalpaklı adam” yalnız cephelerde komutanlık yapmakla kalmıyor Meclis’te de başkanlık yapıyordu. Yani şimdiki terminolojiyle hem sivildi hem asker, hem kalpaklı Kuvayı Milliyeci hem de iyi bir devrimci. Hüsrev Kutlu onda sadece sıradan bir askeri görebilir ama Erkin’in dediği gibi emperyalizmle savaşan mazlum milletlerin içindeki generaldi Mustafa Kemal.

Türk toplumunda sivil-asker ayrımı yoktur

Sivil-asker diyerek yarattıkları yapay ayrım bizim gibi toplumların hiçbirinde hiçbir zaman varolmadı. Bugün de yok. Atatürk bizim için hem devrimcidir, hem askerdir, hem düşünürdür, hem başöğretmendir, hem liderdir, hem Türk’ün Atasıdır, yani bunların hepsidir. Hepsinden önemlisi de Türk milletinin bir evladıdır.

Onun elinden başkomutanlığı almaya çalışanlara şöyle demişti: “Başkaca ikinci bir saadetim olacaktır ki o da mukaddes davamıza başladığımız gün bulunduğum mevkiye yeniden dönebilmem imkanıdır. Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır?”
Gerçekten de Türk milletinin bir evladı olmak Atatürk için en büyük makamdı. Onun için Ordu Türk milletinin silahlanmış haliydi, bunun için de sivil-asker gibi bir ayrım gütmedi.
Türklerin tarih boyunca kurduğu Ordular soyluluğa dayanmaz, hep halk ordusudur. Bunun için de Attila kendisinin ne kadar aristokrat olduğunu kanıtlamak için bilmem kaç göbek sülalesini sayan Roma İmparatoru’na “ben de soylu bir milletin evladıyım” demekle yetinmişti. “Benim için en büyük şeref Türk olarak doğmuş olmamdır” diyen Atatürk de bu milletin bir evladıydı.
Şimdi bize zorla dayatılmak istenen sivil-asker ayrımı aslında Batıdan kopya edilmiş bir modele dayanıyor. Batı toplumlarında Ordu hakim sınıfların bir baskı gücüdür. Halktan ayrı, halka kapalı ve halka karşıdır. Orada gerçekten sivil ve asker ayrımı vardır ancak bizim gibi toplumlarda devlet emperyalizme karşı milletin tek vücut halinde direnişinden doğduğu için asker, aydın, emekçi ve gençliğin hepsi sivildir, emperyalizmin ve onun ordularının işbirlikçileri ise sivil olmayan güçlerdir. Ordu da halkın ordusudur.

Peki Atatürk?

Atatürk de halkın içinden çıkmış bir kahramandır. Onun için de daha Kurtuluş Savaşı başlamadan Anadolu köylerinde bir “Sarı Paşa” efsanesi dolaşmaya başlamıştır. Halk Kurtuluş Savaşı’nı başlatan lideri kendisinden ayrı bir kurumun mensubu olarak değil kendinden biri olarak görmüş, “Sarı Paşa” diye çağırmıştır.
Atatürk Mussolini’yi Mareşal üniformasıyla korkutmuştu

“Sarı Paşa” için de asker veya “sivil” olmanın pek bir önemi yoktur. Önemli olan verilen mücadeledir. Tüm görevlerinden istifa edip Sivas Kongresi’ne “sivil” olarak katılan ama buna rağmen Sivas halkı tarafından coşkuyla karşılanıp koruması sağlanan da aynı Mareşal değil miydi? Hüsrev Kutlu’ya göre Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk bir daha asker kıyafeti giymemiş, bu yüzden o resim Atatürk’ü yansıtmıyormuş.

Ben Atatürk’ün asker kıyafetini tekrar giydiği birkaç olay hatırlıyorum. Acaba AKP’liler neden hatırlamazlar. İşte bir tanesi; bir gün İtalyan Büyükelçisi “Cumhurbaşkanı Atatürk”ün makamına gelir ve laf arasında üstü örtülü biçimde Antalya ile ilgili isteklerinden bahseder. “Cumhurbaşkanı Atatürk” hemen izin ister ve iki dakika sonra “Mareşal Atatürk” olarak geri döner, kıyafeti değişmiştir. Sonra da büyükelçiye dönüp asker kıyafetini değiştirmenin kolay ama taşımanın zor olduğunu söyler.

Mesaj verilmiştir.

Bir an düşünün Kıbrıs, Güneydoğu ve Kuzey Irak...
Acaba Atatürk bunları görse sivil mi kalırdı yoksa yine Mareşal kıyafetini mi kuşanırdı?

32. Gün’den gelenler belki hâlâ kalpağı merak ediyorlardır. Onlara da Atatürk cevap versin.

Ölmeden hemen önce Hatay görüşmeleri tıkanınca bakın Atatürk’ün aklına ne geliyor; çete kıyafetlerini kuşanıp, Hatay’da çeteciliğe başlamak, hatta diyor ki bu Fransız Suriye’ye bağımsızlığını vermeyecek gidip orada da savaşmak lazım. Çete kıyafeti dediğiniz nedir, başta Astragan Kalpak, omuzda çapraz fişeklik. Ama dikkat edin, bunları söyleyen Atatürk’ün sırtında şık bir takım elbise vardır yine de ve CHP Kongresi’nde Laiklik ilkesini programa eklemekle uğraşmaktadır. Halkevleri açmaktadır, çağdaşlaşma kavgasını sürdürmektedir. Bunlar farklı “Atatürk”ler değil ki...
Şapka ve kalpak neleri simgeler
Kalpaklı da olsa, fötr şapka ve takım elbiseli de olsa Atatürk şüphesiz aynı Atatürk’tür. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürk’ün resimlerinin de bir imaj yaratmak üzere Atatürk karşıtı güçler tarafından kullanıldığını ortaya koymak gerek.
Bize “niye kalpaklı Atatürk resmini kullanıyorsunuz” diyenler acaba neden hep şapka ve fraklı Atatürk resimlerini kullanırlar?
Sahte Atatürkçülerin yayın organları Kalpaklı Atatürk resmini unutturmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Neden?
Çünkü onlar Atatürk’ün giydiği şapkadan Atatürk’e taban tabana zıt bir karakter yaratma peşindedirler.
Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinden biliyoruz; Osmanlı’nın son yıllarında şapka giyenler halk arasında hoş karşılanmazdı. Şapkayı Atatürk giymiyordu ki kozmopolit alafranga züppelerin simgesiydi şapka.
Cumhuriyet döneminde ise gericiliğe karşı mücadelenin simgesi oldu. Böyle dönüşümler toplumların hayatında sık yaşanır. Örneğin Fes ilk giyilmeye başladığında modernliğin simgesiydi, sonra ise taassubun simgesi haline geldi. Şimdi dönüp fese bakan kimsenin aklına modernliğe ilişkin bir şey gelmeyeceği açıktır.

Kalpak niye geri döndü?

Cumhuriyet döneminde şapka giyen Atatürk daha bir yıl önce kalpağıyla emperyalizme karşı muzaffer olmuş ve bu mücadelesini diğer sahalarda sürdüren devrimci, antiemperyalist bir liderdi. Türk milletinin sarı paşasıydı. Onun için de kafasındaki şapkayı kimse yadırgamadı, tersine bu halkın gericiliğe karşı tepkisinin simgesi oldu.
Ama şimdi antiemperyalist-devrimci ve halkçı bir Atatürk silinip yerine “şapkalı Atatürk” geçiriliyor. Şapkayla simgelenen Atatürk artık Atatürk’e taban tabana zıt bir kişiliktir: Batıcı, aydınlanmacı, “sivil”, statükocu bir “devlet adamı”.
Atatürk’ü altedemeyenler O’nu kendilerine benzetme yoluna gitti. Şeriatçılar ve komprador solcular ise bu sahte Atatürk portresinin üzerinden bir Atatürk düşmanlığı propagandasına girişti. Böylece elele kalpak unutturuldu.
Kalpağın geri dönüşü Türkiye’de devrimci, milliyetçi ve Atatürkçü bir uyanışın başlamasıyla birliktedir. Madem ki Türkiye 1919 koşullarındadır Atatürk yeniden dirilmelidir, tam da 1919’daki kalpaklı haliyle. Kalpaklı Atatürk’e daha fazla yer verenlerin kalpaksız Atatürk’ü sevmediklerini nereden çıkardınız. Tersine onlar gördüğümüz bütün Atatürk resimlerinin o aynı kalpaklı resimden türediğinin bilincindedir. Ancak o kalpağın nasıl ve ne amaçla sansürlendiğini anlayacak kadar da uyanıktırlar.

Kalpak, bugün Türkiye’deki Atatürkçü, milliyetçi, devrimci uyanışın simgesidir. Bu simgeler çoğu zaman gerçek bir askeri tedbirden çok daha etkilidir, Atatürk Mussolini’nin elçisine silah falan çekmemiştir, harp de ilan etmemiştir, sadece üniformasını giymiştir o kadar.

İşte Meclis’teki o Mareşal resmi emperyalist Batıya ve Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı “haddini bil” mesajının simgesidir. Bunun için onlar “şapkalı ve sivil!” Atatürk’ü pazarlamaktadır.

Rahatsız olduğunuz bütün Atatürkler geri geliyor Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı bitirince üniformasını çıkartmış bir daha da giymemiş! Bak sen; demek ki sizin “sivil Atatürk”ünüz istediği zaman üniformasını giyip Mussolini’ye “posta koyuyor”, sonra kalpağını giyip 56’sında çeteciliğe soyunuyor. Herhalde siz böyle bir sivilliği kastetmemiştiniz.
Deniz Gezmişlerin 68’lerde temel sloganlarındandı “Mustafa Kemaller geliyor”.
Gazeteci de sanki bunu biliyormuşçasına soruyor; Atatürk gelse bu Atatürk’lerin hangisi olurdu?
Bir daha söyleyelim, farklı Atatürkler yok, Atatürk bir tane ama sizin rahatsız olduğunuz ne kadar Atatürk varsa hepsinin tek tek geri geleceğini bilin.
Bilin de korkunuz artsın.
Mareşal Atatürk geldiği gibi kıyafetini giyecek ve Kıbrıs’ta Rumun planını bozacak, Kürt devletini kurdurtmayacak,
Devrimci Atatürk bakalım bu cici demokrasiye kaç saat tahammül edebilecek
Kalpaklı Atatürk pek yakında Kuzey Irak’ta Türkmen ve Arap’larla beraber çeteciliğe başlayacak,
Solcu Atatürk gelince bu kapitülasyonlar bu yeni Duyun-u Umumiyeler ne kadar dayanır varın siz düşünün,
Halkçı Atatürk sizin işbirlikçi patronlarınız hakkında hiç de iyi düşünmeyecektir.
Laik Atatürk’e gelince “maalesef” bütün tarikatlarınız da kapanacak, şeyhleriniz Hocaefendinin yanına taşınır artık, bir daha dönmemecesine.
Milliyetçi Atatürk gelince de, deneyin “Türkiye Türklerin değildir” demeyi, O Türkiye’nin sahibinin kim olduğunu kanıtlayacaktır, denemesi bedava...
Ama en çok Büyük Şeytan korksun Atatürk’ün gelişinden çünkü “Ortadoğu’da Filistinli çocuğun da Irak’lı köylünün de içindeki general Mustafa Kemal’den başkası değil. ABD’nin “köpek generalleri” bu gerçeği anladıklarında onlar için çok geç olmuş olacak.”
Atatürk’ün kim olduğunu merak ediyorsanız, tüm bunları toplayın, zaten tek bir Atatürk çıkar ortaya.
Sizi de korkutan bu değil mi?


***