6 Kasım 2021 Cumartesi

Güvenlik Kuvvetlerimize Verilen Arazi

Güvenlik Kuvvetlerimize Verilen Arazi


Prof. Dr. Ata Atun, 

Kıbrıs İlim Üniversitesi

 

KKTC Bakanlar Kurulu, Vakıflar İdaresi’ne ait Dipkarpaz Zafer Burnu'ndaki bir araziyi askeri kullanım amacıyla 30 yıllığına Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na kiraladı. Çok da iyi etti zira etrafımız ateş çemberiyken bizim huzurla uyumamız için bu tür -güven veren- hamleler şart.

 Rumların biz Kıbrıs Türklerine tam bir soykırım uyguladığı 1963-1974 yılları arasında çekmediğimiz eziyet kalmadı. Yüzlerce, binlerce şehit verdik. İnsanlarımız evlerinden alındılar, haydutça yolları kesilerek esir edildiler, dükkanlarından/çalıştıkları yerden alındıktan sonra enselerine kurşun sıkılarak şehit edildiler, ya da içi sönmemiş kireç dolu kuyulara canlı canlı atılarak, işkenceyle, kahpece şehit edildiler.

Tüm yaptıkları yanlarına kaldı çünkü Kıbrıs Türk’üne pervasızca işkence yapan, şehit eden hiçbir Rum’un tutuklandığını, mahkemeye verildiğini ve ceza aldığını görmedim.

 Biz Kıbrıs Türklerini bu soykırımdan kurtaran, canı pahasına mücadele eden Türk Mukavemet Teşkilatımız, bizlerin de aralarında olduğumuz mücahitlerimiz ve Anavatanımız Türkiye’nin, Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. 1 Ağustos 1976 gününde Türk Mukavemet Teşkilatımız ve mücahitlerimiz Kıbrıs Türk tarihine silinmez bir şekilde adını yazarak yerini Güvenlik Kuvvetlerimize bıraktı.

 Bizim jenerasyon gençliğinin en güzel dönemlerinde mücahitti. Ben,1972 yılının Eylül ayında mücahitlik görevimi tamamlayıp terhis olduktan sonra da mücahitliğim devam etti. Yunanistan’daki Albaylar Cuntasının, Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak ve Megali İdea’yı (Büyük Ülkü) gerçekleştirmek için Kıbrıs adasında 15 Temmuz 1974 günü gerçekleştirdikleri darbeye kadar, sadece haftanın 2 gecesi evimizde yatıyorduk. 3. gece de, Sancaktarlıkta gündüz görev yapan mücahitlerimiz uykularını alabilsin, ertesi gün dinç bir şekilde görev yapabilsinler diye sabaha kadar Sancaktarlıkta nöbet tutuyorduk. (Mücahitliğim döneminde Mağusa’da 20-60 yaş arasındaki toplam erkek sayısı 3 bin kadardı. Bu nedenle de terhis olsak da “mücahit kardeşlerimiz dinlensin” diye seve seve tuttuk nöbetimizi.)

 Mehmetçiğimiz ve mücahitlerimiz Mutlu Barış Harekatında el ele, Kıbrıs Türklerine yıllarca soykırım uygulayan Rumları alt edip, sınırlarımızın dışına attıktan sonra artık geceleri evimizde huzurla uyuyabilme imkanı bulduk.

 Özgürleştik, kendi egemen devletimizi kurduk, kendi sınırlarımız içinde korkusuzca yaşamaya başladık. Şükür ki bugün askerimiz, polisimiz, mahkemelerimiz, meclisimiz ve devlet dairelerinin personelinin hepsi de Türk. Bunun ne denli büyük bir kazanım ve gurur olduğunu ancak Rumların bize uyguladıkları soykırımı yaşayanlar bilir. 1974’den sonra doğanlar bu özgürlüğün ve egemenliğin içinde doğdukları için bunu olağan kabul ediyor ve gerektiği gibi takdir edemiyor maalesef.

 Özetle; KKTC Bakanlar Kurulunun, Dipkarpaz Zafer Burnu'nda Güvenlik Kuvvetlerimize kiraladığı topraklar Güvenlik Kuvvetlerimize de helaldir, Mehmetçiğimize de.

Güvenlik Kuvvetlerimize kiralanan arazinin “ Karpaz Özel Çevre Koruma Bölgesi ile Milli Park, Doğal ve Arkeolojik Sit Alanı içerisinde olduğunu” söyleyerek “ağaç kesilemez ve ekilemez” resti çekenlerin niyetinin başka olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde.

 Ağaçlar yerlerinde alınıp uygun başka bir yere ekilebilir ama özgürlük ve egemenlik bir kere elden gitti mi geri alınamaz. Özgürlüğümüzün ve egemenliğimizin teminatı da Güvenlik Kuvvetlerimiz ve Mehmetçiğimiz olduğu için vatanımızın bütün toprakları kendilerine helal olsun…

 

Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

***

Abraham Anlaşmalarının Birinci Yıldönümü Yaklaşırken

 Abraham Anlaşmalarının Birinci Yıldönümü Yaklaşırken




Yazan  Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
28 Ağustos 2021


    Trump, Uluslararası düzeni allak bullak etti. Ama hasır altına süpürülmüş bazı konuların gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Bilinçaltına sıkışmış duygu ve düşüncelerin söyleme yansımasını ve eteklerdeki tüm taşların dökülmesini sağladı.
Uluslararası ticarette korumacılığı hortlattı. Dünya Ticaret Örgütünü işlevsizleştirip, ticaret savaşlarını meşrulaştırdı. Kötü örneğin de pek ala örnek olabileceğini ispatladı. Meğer ona özenen ne çok dünya lideri varmış! Taliban ile müzakere masasına oturmasının sonuçlarını Afganistan’dan yayılan etki ile daha fazla göreceğiz. Ama terör örgütlerini kuran ABD nin onlarla zaten anlaşabileceğini de gösterdi.



Trump ABD ve dünya için bir talihsizlikti. Ama nasıl yaptıysa Arap dünyası ile İsrail arasında kurulamaz sanılan köprülerin inşaatını başlattı. Geçen yıl 15 Eylül BAE ve Bahreyn dışişleri bakanları ile İsrail başbakanı White House’ta buluştuklarında, bunun gerçek mi, yoksa kurgu mu olduğunu düşündük. Yoksa bir seçim tiyatrosu muydu? Oysa şimdi Abraham Anlaşmalarının birinci yıl dönümü yaklaşırken olumlu gelişmelerin hem Arap Orta Doğu, hem de Türkiye’nin bölgedeki rolü açısından değerlendirilmesi önemli.

İvmesi Güçlü bir Hevesin Peşinden    

Hatırlanacak olursa BAE İsrail ile ilişkileri normalleştirme anlaşmasını, 13 Ağustos 2020 de imzalamış, turizm, ticaret, teknoloji paylaşımı ve başka birçok alanda ikili işbirliğine kapı aralamıştı. Bahreyn’i de kucaklayan 15 Eylül anlaşmasını takiben, daha önce İsrail ile resmi ilişkisi olmayan Sudan’ın 26 Eylül 2020 de, Fas’ın ise Aralık 2020 de“Normalleşme”Anlaşmalarını imzalamaları önemliydi. Abraham anlaşmaları bölgede kendi köşesine sıkışıp kalmış İsrail için ufku geniş bir açılım, anlaşmaya taraf olan ülkeler için İsrail ile ilişki fırsatı, Orta Doğu için ise yeni bir düzen umuduydu. Aradan geçen bir yıl içinde Netanyahu ve Trump seçim kaybetti.  İsrail ve Filistin ilişkilerinde gerilim özellikle Gazze’de hala sürüyor. Buna rağmen Abraham anlaşmaları, İsrail’in BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas ile olan ilişkileri açısından semere vermeye başladı. BAE, Tel Aviv’de büyükelçilik açtı. İsrail ve BAE ekonomik ilişkileri özel sektör girişimleri ile adeta gökyüzüne merdiven dayamış gibi. İkili ticaret fevkalade canlanmış durumda, BAE İsrail’de büyük yatırımlar yapıyor. Özellikle İsrail’in Akdeniz’deki doğal gaz kuyularındaki çıkarım, BAE nin ilgi alanı. Son bir yıl içinde on binlerce İsraillinin BAE ni ziyaret etmesi, Dubai’de dindar Yahudilerin inançlarına uygun yemekleri menülerine alan otel ve restoranların sayılarının artması, hem ikili ilişkilerin iyi yolda olduğunun, hem de farklı tercihlere saygının göstergesi[1].

Bahreyn zaten İsrail ile ilişkilerini 2000 den beri sessiz sedasız yürütüyor, bunun için neredeyse yüz yılı aşkın bir zamandır ülkede bulunan Musevilerin de desteğini seferber ediyordu. Bu nedenle normalleşme anlaşmasının imzalanmasını müteakiben Bahreyn ticaret bakanı Kudüs’ü ziyaret ederek, ticari ilişkileri resmi hale getirdi. Tel Aviv’e yeni büyükelçi atadı. O gün bugündür, Bahreyn-İsrail ticari ilişkileri de gelişmeye devam ediyor.

Biden Yönetiminin Abraham Sürecine Yaklaşımı

Görevi Trump’dan Ocak 2021 de devir alan Biden yönetiminin Abraham anlaşmalarını desteklediğini açıklaması ile ABD'nin Orta Doğu politikası İsrail ekseni etrafında şekillenmeye başladı. BAE ye F35 satışlarının onaylanması ve Fas’a Batı Sahra anlaşmazlığında söz üstünlüğü ve egemenlik hakkı tanınması, Fas’ı da İsrail ile işbirliği konusunda daha heveslendirdi.Bu arada Fas limanlarında Türkiye’den gelen kargo gemilerine boşaltma izni verilmemesi tesadüf müydü? Ama Arap ülkeleri ile gerilen ilişkilerin Mağrip’ deki örneği oldu. Aslında Afganistan ile yeniden toz duman altında kalan Orta Doğu’da Abraham anlaşmalarının yeni ülkelere genişlemesi ile ilgili belirsizlikler sürüyor.Tabii anlaşmaya taraftar olması en fazla istenen ülke Suudi Arabistan.  Suudi Arabistan, şimdilik 2002 yılında Kral Abdullah tarafından imzalanan Arap Barış Girişiminde (Arab Peace Initiative) yer alan, İsrail ile diplomatik ilişki kurması için Filistin-İsrail barış anlaşmasını ön koşul olarak öne sürmeye devam ediyor. Bununla birlikte, Filistin konusuna karşı pekte duyarlı olmayan Suudi yönetimi şu sıralar İsrail ile ilişkilerini normalleştirme işaretleri vermeye başlamış durumda. Oysa Umman Sultanlığı ve Katar 1990 lı yıllarda bile İsrail’den sulama ve susuz tarım teknikleri öğrenip, gübre ve tohum satın alarak ilişki geliştiren iki Arap ülkesiydi. Bu iki ülke şimdilik henüz ilişkileri anlaşmaya bağlama konusunda istekli görünmüyor. İki basit ayrıntı bu üç Arap ülkesini Abraham anlaşmalarına birkaç adım daha yaklaştırabilir. Artan ve daha da şeytanlaştırılan İran tehdidi ve bu ülkelere Biden yönetiminin başka ne gibi destekler vereceği. Açıkçası, ben Katar hariç bu ülkelerin Türkiye ile aralarına mesafe koymalarının bile Abraham anlaşmaları için bir ön hazırlık olduğunu düşünenlerdenim. Yani İsrail, Arap dünyası için şimdi düşman olmaktan çıkıp, “zoraki dost” Türkiye’ye alternatif olmaya başladı bile.

Geriye Kalan Arap Kaleleri ve Abraham’ın Gücü

İsrail ve ABD şu sıralar, Abraham anlaşmalarını genişletmek için önce Irak ve Tunus’u, sonra Arap olmayan Müslüman ülkelerden Pakistan ve Bangladeş’i düşünüyor olabilir. Son gelişmeler nükleer bir güç olan Pakistan’ı ve uzak coğrafyadaki Endonezya ve Bangladeş ile ilgili girişimleri ertelettirebilir. Ama Irak ve özellikle Kuzey Irak, tarihi Musul- Hayfa petrol boru hattının yeniden tasarlanmasının vereceği ivme ilehızla gündeme gelebilir. İsrail ile halen gayri resmi ilişkilerini sürdüren Umman Sultanlığı, Moritanya, Endonezya ve Katar’ın her an kafileye katılması bence beklenmeyen bir gelişme olmaz[2]. 

Tunus ise Fas gibi bünyesindeki kadim Musevi nüfusun ilişkilere destek vereceği bir başka Mağrip ülkesi. Musevi azınlıkların varlığı, İsrail için de önemli bir tarihi değer olabilir. Ama bir de Tunus’ta yönetim değişti. En Nahda partisinin iktidardan kaymış olması, İsrail’e bir kapı açılmasına yardım edebilir. Tunus’ta şimdi meclis kapalı. Tabii bu demokratik bir anlaşma süreci açısından sakıncalı. Bununla birlikte tüm yetkileri elinde bulunduran Kais Sayid, Tunus’un menfaatine olabilecek bir İsrail-Tunus normalleşme anlaşmasını düşünebilir. Buna kolayca hukuki bir kılıfda bulabilir. Nitekim iktidarı ele geçirmesinin meşru zeminini Tunus Anayasasının 80. Maddesine atfeden Sayid, ülkesinin yakın bir tehlike altında bulunması dolayısı ile gerekli her türlü acil kararı kendisinin vereceğini açıkladı[3].
Tunus için bir Müslüman kardeşler veya hatta Selefi İslam tehdidi zaten var. Ekonomik sıkıntılar ve işsizlik Yasemin devriminin 2011 den sonra çözemediği dertler. Ama Trump’ın ilham verdiği ekonomik korumacılık, şimdi Tunus’u bazı ticari ilişkileri yeniden gözden geçirmeye zorluyor. Bu bağlamda, Tunus’un her türlü ikili ticari ilişkisini bırakıp, son yıllarda kronik dış ticaret açığı verdiği iddiası ile Tunus-Türkiye Serbest Ticaret ve Ortaklık Anlaşmasını[4] yeniden gözden geçireceğini açıklaması, geçici bir korumacılık önlemi olarak düşünülebilir. Ama 2021 de 3.9 milyar dolara çıkan Tunus’ta bunun sadece 900 milyon dolarlık kısmından sorumlu Türkiye’yi hedef göstermesi, örneğin Çin ve İtalya’ya karşı olan açıklarla ile ilgili herhangi bir atıfta bulunulmaması[5],  Türkiye ile ticaretini İsrail’e kaydırmak için bir basamak olabilir. Bu ise Tunus- İsrail Normalleşme Anlaşmasına kapı aralar.

 Kaynaklar

[1]Gerald M. Feierstein, “Despite strains, the Abraham Accords have proved resilient, but what’s next?” bknz.https://www.mei.edu/blog/monday-briefing-despite-strains-abraham-accords-have-proved-resilient-whats-next
[2]Ron Kampeas( 17 August 2021) “One year on, here’s how the Abraham Accords are holding up”  https://www.timesofisrael.com/one-year-on-heres-how-abraham-accords-agreements-are-holding-up/
[3]“Populist Hero or Demagogue: Who Is Tunisia’s President?” (August 26, 2021) bknz. NewYork Times https://www.nytimes.com/2021/08/26/world/middleeast/tunisia-president-kais-saied.html
[4] Tunus ve Türkiye Ortaklık Anlaşması 2004 yılında imzalanıp, 2005 yılında yürürlüğe girmiş, ticarette tarife ve tarife dışı engeller kaldırılmıştı.Bunun dışında, kamu ihaleleri, tarım ve hizmet ticareti ve yabancı yatırım kuralları da gevşetilmişti.
[5] “Tunisia seeks urgent review of trade agreement with Turkey” (August 20, 2021), https://www.reuters.com/world/middle-east/tunisia-seeks-urgent-review-trade-agreement-with-turkey-2021-08-20/
***

12 Ekim 2021 Salı

16 NİSAN REFERANDUMU VE YENİDEN İNŞA: CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE GEÇİŞ

 16 NİSAN REFERANDUMU VE YENİDEN İNŞA: CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE GEÇİŞ



ÖNSÖZ

    Türk Dış Politikası Yıllığı yayın hayatına başladığı 2009’dan beri küresel ve bölgesel gelişmeler ışığında Türk dış politikasının nabzını tutmaya devam etmektedir. Yine yoğun bir çalışma ve emeğin ürünü olarak sizlerle buluşan elinizdeki eser ile birlikte yıllık dizimiz dokuzuncu kitabına ulaşmaktadır. Eserimizin geçen zaman içerisinde Uluslararası İlişkiler alanında çalışan uzman, akademisyen ve öğrenciler kadar alan dışındaki meraklılar ve araştırmacıların da başvuru kaynaklarından biri haline geldiğine mutlulukla şahit olmaktayız.
    Her sayıda tekraren vurgulandığı gibi makaleler temelde bilgi yoğunluklu olup olayların yorumlanması hususunda okuyucuya alan bırakmaktadır. 
Böylelikle daha nesnel içeriğe sahip ve aktüalitenin çeldiriciliğine direnebilen uzun ömürlü bir yapıt ortaya çıkmaktadır. 
Her biri yazdıkları konularda uzman olan yazarlarımız çalışmalarını uzmanlıklarının getirdiği bütünlüklü bir çerçeve içerisinde sunmakta ve analitik bakışları ile zenginleştirmektedir.
Bu anlamda da kuru ve bağlam dışı enformasyondan ziyade mantıksal bir yapı içerisinde anlam kazanan bir bilgi bütünü ortaya çıkmaktadır.
2017’de Türk dış politikasındaki gelişmelerin ele alındığı bu kitapta on altı makale ile birlikte bu yılla sınırlı kalmayan beş bağımsız makale yer almaktadır. 
Söz konusu bağımsız makaleler Türkiye’nin en can alıcı dış politika gündemlerini daha geniş bir bağlamda masaya yatırmaktadır.
Bağımsız makalelerin yer aldığı birinci bölüm Burhanettin Duran’ın “15 Temmuz Darbe Girişiminin Türkiye’nin İç ve Dış Politikasına Etkisi” başlıklı  çalışması ile başlamaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen darbe sonrası Türk dış politikasında yaşanan dönüşümün etkileri belirleyici olmaya devam etmektedir. Duran bu eserinde meşum darbe girişiminin Türk siyasetinde yarattığı konjonktürel ve yapısal dönüşümlere mercek tutmaktadır. “Türk-Rus İlişkilerinde İkinci Bahar Kalıcı mı?” başlıklı makalesiyle Nurşin Ateşoğlu Güney Türkiye ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın muhtemel geleceğini analiz etmektedir. Tuncay Kardaş “Trump Dönemi Türkiye-ABD Krizinin Analizi” isimli çalışması ile yeni ABD Başkanı Trump’la birlikte derinleşen iki ülke ilişkilerindeki krizin muhtelif dinamiklerini ele almaktadır. Hakkı Uygur Ankara-Tahran ilişkilerini analiz ettiği “Arap Baharı Sonrası Bölgesel Gelişmeler Işığında Türk-İran İlişkileri” isimli makalesinde kriz ve normalleşme ekseninde ilişkilerin seyrine odaklanmaktadır. Çağatay Özdemir ve Neslihan Saydam’ın kaleme aldığı “ Türkiye - ABD İlişkilerinde Washington’daki Türk Lobisinin Rolü ”
isimli birinci bölümün son makalesinde ise iki ülke ilişkilerini belirlemede “Türk lobisi”nin ne derece etkili olduğu sorusuna cevap aranmaktadır.

    2017’de muhtelif alanlarda yaşanan dış politika gelişmeleri ise İkinci bölümde analiz edilmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları Kemal İnat, Mustafa Caner, Recep Tayyip Gürler, Ahmet Arda Şensoy, Talha İsmail Duman, İsmail Numan Telci, İsmail Akdoğan ve Haydar Oruç imzalı makalelerde incelenmiştir. Türkiye’nin ABD ve AB politikaları sırasıyla Kılıç Buğra Kanat ve Filiz Cicioğlu, Rusya ve Kafkasya politikası da Özgür Tüfekçi tarafından
kaleme alınmıştır. Aynı şekilde Türkiye’nin Kıbrıs politikası Enes Bayraklı ve Hacı Mehmet Boyraz, Balkanlar politikası Mehmet Uğur Ekinci ve Dilek Kütük, Afrika politikası Abdurrahim Sıradağ, Orta Asya ve Pakistan politikası Tamer Kaşıkçı, Asya Pasifik politikası Muhammet Hamza Uçar ve Latin Amerika politikası da Mustafa Yetim tarafından yazılmıştır. Sadık Ünay ve Şerif Dilek ise yazdıkları makalede Türk dış politikasının ekonomi politiğini ele almışlardır.
Yıllığın bu sayısının yayımlanması hususunda yazılarıyla katkıda bulunan değerli yazarlarımıza ve kitabımıza teveccüh gösteren saygıdeğer okurlarımıza  teşekkürü bir borç biliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Mustafa Caner





15 Temmuz darbe girişiminin Türk siyasetine en kritik etkisi mevcut parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiştir. İlk defa hükümet sistemi değişikliği içeren bir Anayasa değişikliği (18 Madde) sivil siyasetin inisiyatifi olarak Meclisten 
geçerek halkın önüne koyulmuştur. Bu arayış hem devletin kurumsal açıdan yeniden yapılanmasını hem de siyasetin kodlarını değiştirecek bir çabadır.
Aslında Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş arayışının tarihi 1970’lere kadar götürülebilir. Koalisyon dönemlerinde yaşanan siyasal istikrarsızlıklar ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin krize dönüştürülmesi gibi hususlar bu arayıştaki en önemli etkenlerdir. Ayrıca Türk tipi parlamenter sistemin getirdiği istikrarsızlık askeri darbelerin yapılmasını kolaylaştırmıştır. 

Bu kaygılardan hareketle özellikle sağ gelenekten gelen siyasi liderler bu kısır döngüden çıkmak için siyasi sistemin dönüştürülmesi ve Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini savunmuşlardır. 1970’lerde Milli Görüş geleneğine mensup partilerin lideri Necmettin Erbakan ve Türk milliyetçiliği çizgisinin lideri Alparslan Türkeş bu fikri seslendirmiştir.
Benzer şekilde 1982 Anayasası’nın getirdiği hükümet sisteminin krizlerini gören Turgut Özal 1980’lerin sonundan itibaren başkanlık tartışmasına devam etmiştir.
Özal’ın önerisine ilk başta karşı çıkan Süleyman Demirel 1990’ların ikinci yarısında başkanlık sistemine geçilmeden Türkiye’nin yönetilemeyeceği görüşünü öne sürmüştür.32 

2000’lerde Recep Tayyip Erdoğan tarafından devam ettirilen başkanlık sistemi tartışması 2007’deki 367 Madde krizinden sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilmesi ile yeni bir evreye girmiştir. Cumhurbaşkanını güçlü ancak sorumsuz olarak konumlandıran 1982 Anayasası’nın çerçevesini çizdiği hükümet sistemi 2007 halk oylaması ile aslında “yönetme krizleri”ne daha da davetiye çıkarır hale gelmiştir. 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesiyle birlikte mevcut sistem fiilen yarı başkanlık sistemine yaklaşmıştır. Ancak cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi muhalefeti yeni bir sisteme
geçmeye ikna edememiştir.
Tam da bu noktada gerçekleşen 7 Haziran 2015 seçimleri yüzde 40 oy alan bir partinin tek başına hükümet edemeyeceğini göstermekle kalmamış AK Parti karşıtlığında birleşen CHP, MHP ve HDP’nin aralarında bir koalisyon kuramayacaklarını da ispatlamıştır.
Koalisyona “hayır” diyen MHP lideri 1 Kasım 2015 seçimleri ile AK Parti’nin tek başına iktidarının önünü açmıştır. 
Ancak MHP’deki asıl değişim partinin FETÖ odaklı saldırılara muhatap olması ve daha da önemlisi 15 Temmuz darbe girişiminin yaşanmasıyla gerçekleşmiştir. Darbe girişimi Türkiye’nin bekasına yönelik yeni bir farkındalık oluşturarak yeni bir uzlaşmanın önünü açmıştır.
MHP lideri Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’da partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’deki mevcut yönetim sisteminde sıkıntıların olduğunu ve gelecekte bu sıkıntıların büyük bir yönetim krizine dönüşebileceğini belirtmesiyle yönetim sistemi değişim süreci başlamıştır. 
Cumhurbaşkanının kullandığı yetkilerin fiili bir durum oluşturduğunun ve bunun hukukileştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bahçeli Anayasa’nın ilk dört  maddesi ve üniter yapının bozulmadığı bir değişiklik önerisi için müzakereye hazır olduklarını açıklamıştır.33

     Böylece AK Parti’nin hazırladığı ve MHP ile birlikte müzakere ettiği 21 maddelik Anayasa değişikliği teklifi 10 Aralık 2016’da TBMM Başkanlığına sunulmuştur. 

Anayasa Komisyonundaki görüşmelerde 18 maddeye indirilen teklif ile “Cumhurbaşkanlığı sistemi” Meclisten 339 kabul oyu almıştır. Daha sonra 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda yeni sistem yüzde 51,4 “evet” oyuyla kabul edilmiştir. Böylece Türkiye parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi  olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almıştır. 

15 Temmuz’un Türk siyasetine etkisi neticesinde bu kararın alınabildiği açıktır.

      Cumhurbaşkanlığı sisteminin anayasal tasarımında iki önemli husus göz önünde bulundurulmuştur: İlki geçmişte yaşanan siyasal krizlerin bir kez daha yaşanmaması için Türkiye’ye özgü bazı düzenlemelerin yapılması, ikincisi ise başkanlık sistemini uygulayan ülkelerde yaşanan sistem içi krizleri aşmaya yönelik iyileştirme önerilerinin dikkate alınmasıdır. Cumhurbaşkanı ve yasama organının doğrudan halk tarafından seçildiği bu yeni sistemde yürütme tek başlı hale getirilmiştir. Yürütme ve yasamanın seçimleri beş yılda bir olacak şekilde eş zamanlı olarak düzenlenmiştir. Ayrıca yasama ve yürütme arasında oluşacak bir krizle sistemin tıkanması durumunda cumhurbaşkanı ve meclisin birbirlerinin görevlerine son verebilmesi mümkün kılınmıştır. Bu durumda her iki organın seçimlerinin karşılıklı olarak aynı anda yenilenmesi zorunluluğu getirilmiştir.34

16 Nisan 2017 referandumu ile., 
24 Haziran 2018 seçimleri arasındaki dönem Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe hazırlık evresidir.

Bu evrede MHP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hem iç hem de dış politika konularında verdiği destek devam etmiştir. Devlet Bahçeli için bu desteğin temel meşrulaştırma söylemi ise “Yenikapı ruhuna sadakat” ve “Cumhurbaşkanlığı sistemini yerleştirme” isteği olmuştur. 

Bir anlamda 15 Temmuz direnişinin siyaset üzerindeki etkisi 24 Haziran seçimlerine kadar taşınacaktır.

   Nitekim Bahçeli 8 Ocak 2018’de Ankara’da yaptığı basın toplantısında MHP’nin gelecek seçimlerde cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğini ve milletvekilliği seçimlerine “olursa ittifakla, olmazsa kendi partisi olarak” gireceğini açıklamıştır. 

   Bu açıklama MHP ile AK Parti arasında kurulacak ve önce “yerli-milli” sonra “Cumhur İttifakı” olarak anılacak ittifakın ilk işaretidir. 

Daha sonra Şubat’ta partilerin seçim ittifakı yapmasını serbest bırakan ortak teklif yasalaştırılmıştır.35

Böylece yüzde 10 barajının altında kalan küçük partilerin mecliste temsil edilmesinin yolu açılmış ve buna uygun ilk ittifak da AK Parti, MHP ve BBP arasında yapılmıştır. 24 Haziran seçimlerine giderken muhalefet partileri de ittifak yapmak zorunda kalmıştır.
CHP-İyi Parti-Saadet-DP bloklaşması da “Millet İttifakı” adı altında gerçekleştirilmiştir.
Cumhur İttifakı’nın amacı Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için gerekli düzenlemeleri birlikte yapmak ve siyasi bloklaşmayı buna göre şekillendirmektir. Bu dönüşümün taşıyıcı aktörü olan Erdoğan’ın ilk turda kazanması hedeflenmiştir. Suriye’nin kuzeyindeki “terör koridoru”nu ortadan kaldırma yönündeki Afrin operasyonu gibi hamlelerin içeride meydana getireceği siyasi dalgalanmaları yönetmek ve dışarıdan oluşturulacak türbülansı göğüslemek ana gayeler arasında olmuştur. Aslında benzer amaçlar Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı yapması ve Erdoğan’ın da 24 Haziran’ı işaret etmesinin sebepleri olarak sayılabilir. 

  Böylece 15 Temmuz 2016 sonrasında oluşan Yenikapı ruhuna dayanarak AK Parti ve MHP önce Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almış, daha sonra ise bir an önce yeni sisteme geçerek siyasal istikrarı kalıcı hale getirmek için erken seçim yolunu açmıştır.

SONUÇ

Şurası açıktır ki eğer 15 Temmuz darbe girişimine gösterilen sivil-demokratik direniş olmasaydı muhtemelen ne 16 Nisan referandumu ile yeni bir sisteme geçme kararı alınabilir ne de FETÖ, DEAŞ ve PKK ile mücadelede bu kadar geniş kapsamlı bir faaliyet yürütülebilirdi. Bu itibarla 15 Temmuz gecesi, 2013 Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ile başlayan sürecin zirve noktası olduğu kadar yeni bir siyasi dönemin de kapısı konumundadır. Türkiye’nin etrafındaki türbülanstan çıkışı da, sistemsel dönüşümü de ancak 15 Temmuz  direnişinin Türk siyasi hayatına getirdiği yeni kodlar ve sermaye ile mümkün olabilecektir.
    Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya hem devlet kurumlarının güçlü olmasını hem de demokratik konsolidasyonu gerektirmektedir.
Bu zorlu arayışın siyaset kurumunu da, aktörlerini de büyük sorumluluk ve görevlerle donattığına kuşku yoktur. Bir darbe girişimini bastırmanın  verdiği öz güven ile yeni bir toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kapsayıcı politikaların üretilmesi elzemdir.
    15 Temmuz direnişinin Türkiyelilik hissini perçinleyen vatan sevgisini farklı kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir değer ve farkındalık haline getirmesi  ümit vericidir. Bu aynı zamanda Türkiye karşıtı lobilerin kampanyası ve üç terör örgütünün (DEAŞ, PKK ve FETÖ) saldırıları ile mücadele için dayanılacak zemini oluşturmaktadır.
Söz konusu zemin aynı zamanda Türkiye’nin etrafındaki tüm kaotik gelişmelere rağmen otonom dış politika yürütebilmesinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir.

Aslında Rusya ile yakınlaşma, Batı ittifakının mahiyetini sorgulama, Suriye ve Irak’taki sert güç kullanımı ve yeni bölgesel dizayna yapılan itiraz (Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine verilen güçlü tepki dahil) 15 Temmuz direnişinin siyasetimize getirdiği yeni bilinç ve algı ile irtibatlıdır. Bu bilincin parçaları arasında “saldırı altında olma”, “kendi başının çaresine bakma” ve “daha müreffeh, daha etkili” bir Türkiye muhayyilesi bulunmaktadır. AK Parti’ye gerektiğinde Batılı müttefiklerini karşısına alma cesaretini veren bu yeni bilincin modern Türkiye’nin tarihinde karşılaştırılabileceği iki dönembulunmaktadır; ilki Cumhuriyet’in kuruluşundaki zafer ve kurtuluş hissi, diğeri ise çok partili hayata geçişle kendi kaderini tayin etme iradesidir. 15 Temmuz gecesinde “vatanını koruma”, “iç ve dış vesayetlere son verme” ve “milli bağımsızlığını tüm kurumlarıyla tesis etme” isteklerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. 

Bu yeni kodlar siyasi hayatımızın bütün aktörlerini şekillendirecek kalıcı bir etkide bulunmuştur. Darbeler ile dönemlendirilen Türk siyasi hayatı artık yeni bir dönem ayracına sahiptir. Bu ayraç sadece bir darbenin millet tarafından bastırılmasına ve yargılanmasına işaret etmemekte, aynı zamanda yakın tarihimizi yeniden okuma fırsatını sunmaktadır.
 
DİPNOTLAR

32 Nebi Miş ve Burhanettin Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü 
ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi, (SETA Yayınları, İstanbul: 2017), s. 15-50.
33 Miş ve Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, s. 40.
34 Daha fazla detay için bkz. Serdar Gülener ve Nebi Miş, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, SETA Analiz, Sayı: 190, (Şubat 2017). Bkz. Haluk Alkan, 
Kurumsalcı Yaklaşım Işığında Yeni Sistemin Analizi: Cumhurbaşkanlığı Sistemi, (Liberte Yayınları, Ankara: 2018).
35 Bkz. Nebi Miş ve Hazal Duran, “Seçim İttifakları”, SETA Analiz, Sayı: 232, (Şubat 2018).

***

2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ

 2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ




2008 KOMPLOSU, TÜRK ORDUSU, TÜRK SİYASETİ , DARBE GİRİŞİMİ , Onur Dikmeci , Abdurrahman Yalçınkaya , Osman Paksüt ,Ergenekon , Balyoz , İlker Başbuğ , Necdet Özel , Onur Dikmeci ,


Onur Dikmeci
19 Nisan 2017 Çarşamba

   14 Mart 2008 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya kaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma istemiyle dava açılmıştı. Bu gelişmenin kamuoyu nezdinde duyulmasıyla fırtınalar koptu. Süreç içerisinde muhalif durumda dahi bulunsalar ağırlıklı kesim kapatılma yerine siyasi yasakları savunmaktaydı. Dava sürecinde ilginç gelişmeler yaşanacağı gibi davanın açılış tarihide manidardı. Buna göre kapatılma davası hazırlıklarının 2007 yılından itibaren başlatıldığı ortaya çıkmıştı. 2007 ise Türk siyasi tarihinde bir kırılmayı anlatan dönemdi. Hrant Dink ve gayrı müslim din adamlarının cinayetlerinden sonra Cia'den eğitim alan bazı polis müdürleri Emniyet'in kritik birimlerine atandılar. 1999'dan itibaren oluşturulmaya başlanan ve 2001'de son şekli verilerek Mit'e sunulan Ergenekon şeması yeniden gündeme getirildi. Bir muhtıra ya da kimi kesimlerce Tsk bildirisi olarak adlandırılan 27 Nisan Tsk açıklaması neticesinde de bürokrasi darbe olabileceği tedirginliğiyle Cia ile içli dışlı olan gruplara teslim edilmeye başlandı. Haziran ayında da Ergenekon operasyonları başlatıldı. Akp kapatma hazırlıklarının başlatılması bu evreye denk geliyordu.  Kapatılma davası açıldıktan sonra ise generaller nezdinde bazı ses kayıtları servis edilerek Tsk yıpratılmaya çalışılıyordu. Kamuoyundaki yaygın kanaate göre parti kapatma davası ulusalcı ya da vesayetçi derin devletin tertibiyken, silahlı kuvvetler personeli hakkındaki sızıntılar ise davaya karşı rövanş olarak hükümet cephesince desteklenmekteydi. Oysa yıllar sonraki bilgi birikimi ve algımızla durumun böyle olmadığı, kapatma davası ve Tsk hakkındaki iddiaların aynı odaklarca tasarlandığı ve neticede ulusalcı ya da mütedeyyin farketmeksizin bütün Türkiye'nin yara aldığı görülmüş olmaktadır.
Kapatılma davası sürerken en fazla hedef gösterilen kişi Ağustos 2006 şurası ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış hali hazırda bu görevi sürdüren ve 2008 Ağustos'unda Genelkurmay Başkanı olması beklenen İlker Başbuğ idi. Ordudan emekli subay öğretmen Binbaşı Dr. Erol Mütercimler'in yıllar sonraki ifadesine göre İlker Başbuğ ''Amerikancı bir Subay''idi. Böyledir veya değildir ancak Başbuğ'un hedef alındığı çok belliydi. Çünkü o askeri davalardan (Ergenekon Balyoz..) rahatsızlık duyan, komuta kademesini bu doğrultuda şekillendirmek isteyen şahin sınıftan bir komutan olarak tanımlanıyordu. Hal böyleyken ideolojik kimliği farketmeksizin tasfiye edilmesi Tsk'ni itibarsızlaştıracağı gibi olayda iktidar partisinin üzerine yıkılacaktı. Gerçekte iktidar partisi kapatma sürecinde Başbuğ'un kararnamesini imzalamama resti en gerçekçi ve ciddi tepkisi olacaktı. Bu bakımdan bu durum kabul edilebilir bir stratejiydi çünkü Genelkurmay Başkanı zaten hükümet tarafından atanırdı. Ancak Tsk'ni itibarsızlaştıracak sızıntılar dış kaynaklı girişimlerin neticesiydi.

Başbuğ ile alakalı haberlerden biri Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Paksüt ile yaptığı iddia edilen görüşmeydi. Haberin içeriği şu şekilde aktarılmıştı:

''4 Mart 2008 günü saat 17:oo’da, Ankara’da, 06 LLU 81 plakalı mavisiyah Mercedes marka otomobil Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldi. Otomobilde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt vardı. Paksüt, karargâha girdi ve bir saat 15 dakika süreyle, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonrasının müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile başbaşa görüştü.

Günün moda deyimiyle, görüşmenin zamanlaması manidardı. CHP ve DSP’nin, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirmek amacıyla Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin 5735 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının üzerinden sadece yedi gün geçmişti. Ve o an itibariyle, çoğumuz henüz bunu bilmesek de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP aleyhinde kapatma davası açmasına on gün kalmıştı.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı’yla görüşmesini ilginç kılan diğer bir unsur, buluşmanın gizli tutulması, kayıt altına alınmaması, tarafların kaydı tutulan resmî programlarında görünmemesiydi. Hatta buluşma öncesinde, karargâh giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış, komuta katı da tamamen boşaltılmıştı.''

Yani görüşme kapatma davasından önce gerçekleştirilmişti. Oluşturulmak istenen teze göre davayı ordu yönlendiriyordu. Başbuğ ile ilgili ikinci sızıntı Vakit gazetesinde Yayımlanan İlker Başbuğ'un Büyük Kulüp adlı sivil toplum kuruluşuna üye olduğu haberiydi.
 Yayımlanan Belgeden, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği algısı oluşturulmak isteniyordu. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ'a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”

Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili 'güvenlik soruşturması' yapmış” şeklinde yorumlanıyordu.

Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım şeklindeydi.

Yine İlker Başbuğ ile alakalı bir haberde İsrail Ağlama Duvarı'ndaki görüntüleriyle alakalıydı. Yine Vakit gazetesinin gündeme taşıdığı haber Akşam gazetesince de işleniyor bu sefer geziden karelerde gazetede yer buluyordu.
2008'deki sızıntılardan biride Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten ile alakalıydı. 19 Şubat 2008 günü "YouTube" adlı video paylaşım sitesine bir ses kaydı yüklendi. "Cnksari" rumuzlu kullanıcının gönderdiği "Tuğgeneral Münir Ertan'dan şok açıklamalar" başlıklı videoda Irak'ın kuzeyine kara harekâtının 20-22 Şubat tarihleri arasında başlatılacağı konuşuluyordu. TSK, 2007 baharından bu yana kara harekâtına hazırlanıyordu. Irak'ın Kuzeyindeki PKK odaklarına yapılacak geniş çaplı harekât 48 saat önceden deşifre edilmişti.
Ayrıca pkk kamplarına yapılan hava operasyonlarında 5 teröristin öldürüldüğünü belirtiyordu. Oysa Genelkurmay bu rakamı 175 olarak açıklamıştı. Yani silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede başarısız olduğu, gerçeklerin halktan gizlendiği intibahı oluşturuluyordu.
Önemli bir sızıntıda dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun ile alakalıydı. Buna göre Saygun'un olduğu iddia edilen bazı sağlık raporları servis edilmiş ve Saygun'un ağır şeker hastası olduğu vurgulanmış böylelikle komuta kedemesindeki istikbaline engel olunmak istenmiştir.
O dönemde rütbesi Tümamiral olan Kadir Sağdıç'ın ses kaydı da Münir Erten benzeri servis edilmişti. Kayıtta Tümamiral Sağdıç olduğu öne sürülen bir kişi darbe imasında bulunuyor ve askerlerden oluştuğu izlenimi veren bir topluluğa konuşma yapıyor. Komutan konuşmasında ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak zorunda kaldığını ve askerin gerektiği zaman gerekli reaksiyonları gösterebileceğini söylüyordu. Sağdıç sonradan Koramiralliğe terfi etsede Balyoz davasında tutuklandı ve 3 yıl 4 ay 8 gün hapis yattı.
TSK 'nın kurumsal kişiliğini hedef alan haberler arasında en önemlilerinden olanı ise Dağlıca baskınıyla alakalıydı. 25 Haziran 2008  tarihinde Taraf gazetesi pkk'nın gerçekleştirmiş olduğu Dağlıca baskınının önceden bilindiği haberini geçmişti. Delile dayanmayan haber pkk ordu bağlantısını işlemeye çalışıyordu.

Bütün bunlar yaşanırken kapatma davası ile ilgili en sert tepkiler Avrupa Birliği ülkelerinden geldi ve kapatılma yönünde karar çıkması halinde müzakerelerin duracağı belirtildi. Abd ise bir süre şaşırtıcı biçimde sessizliğini korudu. Daha sonradan Dışişleri nezdinde Türkiye'nin laik yapısına vurgu yapıldı. Abd başkan yardımcısı Dick Chaney ise hükümet Türkiye'nin köklü kurumlarıyla çatışmamalı beyanatını vermişti.
Mesele anlaşılmıştı. Kapatma davasına, karşı etki göstermek için Abd bir takım talepler öne sürmüştü. O zaman basında yer alan köşe yazılarına göre bu talepler arasında Hamas'ın desteklenmemesi, Irak ve Afganistan operasyonlarına destek ve İran'a karşı yaptırımlar gibi öneriler sıralanmıştı. Yani Abd ve Abd kaynaklı lobiler bir yandan kapatma davası nezdinde siyaseten avantaj elde etmeye çalışırken, bir yandan da orduya karşı operasyonları destekleyerek güvenlik bürokrasisini şekillendiriyor ve hükümet taraftarlarıyla karşıtlarını daha da kutuplaştırıyordu. Operasyonlarında ise dini kisveli cemaat isimli istihbarat birimlerini kullanıyordu.
Neticede 30 Temmuz'da verilen kararla Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı ve ertesi gün ise Yüksek Askeri Şura toplandı. Şura neticesinde Başbuğ Genelkurmay Başkanı olacaktı. Münir Erten ve Ergenekondan tutuklu Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e plaket veren Tümgeneral Zekeriya Öztürk ise emekli edilecekti. Ergin Saygun, 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ancak 2009'da o da emekli edildi.
Yani Ergin Saygun, Hasan Iğsız, Aslan Güner, Bekir Kalyoncu ekolü süreç içerisinde emekli edilecekti. Iğsız YAŞ (Askeri Şura) günü ifadeye çağırılmış, Güner ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmişti.
2008 yılı yıllar sonra tahlil edildiğinde bugünleri bile etkileyen gelişmelerin kaynağı olarak gösterilebilinir.

1. Ordu terfi durumu ile ilgili topyekün en ciddi girişim bu dönemde yaşanmıştı. Fakat bu belirli oranlarda gerçekleştirildi.
2. Genelkurmay Elektronik Sistemler GES Komutanlığı ile alakalı tasavvurların işaretleri verilmişti. GES daha sonra 2012 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na devredildi. Mit ise illegal örgütlerce istila edilmeye çalışıldı. Yani GES'in devri sivilleşme değil istihbaratın topyekün belirli odaklara devredilme planını içeriyordu.
3. Siyasi kurum ve orduya yönelik komplolar aynı odak tarafından aynı dönemde gerçekleştirildi. Kamuoyu ise kendi içerisinde birbirlerini suçlamakla meşguldü.
4. 2008'den itibaren bozulmak istenen askeri silsile neticesinde yıllar sonra Necdet Özel 

Genelkurmay Başkanı oldu. Özel;

a) Şahsına muhalif komutanların orduevi giriş kartlarının iptali
b) Jandarma ziyaretinde içimizde paralel yapı yok diktesi
c) Tutuklu bazı subaylar medyada yazı yazmasın direktifleri gibi ilginç girişimlerde bulundu. 
   İşgal gerekçesi olmadığı sebebiyle ise Seferberlik Bölge Başkanlıklarının kapatılması gibi akıllara zarar uygulamalara imza attı. Neticede paralel yapı mevzusunu Jandarma ziyaretinde kapatması 15 Temmuz'da Jandarma'nın darbe içerisinde yer alması gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, tutuklu subaylarda tahliye oldular ve Özel'den daha fazla anılıyorlar.

Yıllar önce orduya ve siyasete kurulan komplonun benzeri bugün yine tekrarlanmaktadır.

    Sivil talepler neticesinde ordu da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Gözden kaçan husus ise bu düzenlemelerle ordunun oldukça Pentagon güdümüne girdiğidir. Bu durum ise darbeleri önlemek bir yana darbeye davetiye olarak kabul edilmelidir. Siyasi manada ise ülke bir sistem değişikliği yaşamıştır. Seçim neticelerine göre iktidar partisinin güç kaybettiği ve tasfiye sürecine girdiği belirli çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar sürerken siyaset kurumunu zedeleyici bazı girişimlerde bulunulabilir. Nasıl ki sivilleşme bazı gruplarca savunuluyorsa siyaset kurumunun zedelenmesi de başka gruplarca savunulma ihtimali muhtemeldir. Ancak unutulmaması gereken bu müdahalelerin aynı odaklarca uygulamaya koyulduğu ve top yekün Türkiye'nin kaybetmesinin tasarlandığı dır. Doğru bir sivil asker ilişkileri ile doğru siyasi gelişmeler sağlıklı bir düzeni doğurabilir.



***

10 Ekim 2021 Pazar

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 4

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 4




ABD ve Afganistan.. 

 Amerika 20 yıldır yani bir insan nesli süresince Afganistan‟ı bombalıyor. Usame Bin 
Ladin‟in ekibi Afganistan‟ı çoktan terk etti, kendisi de uzun zaman önce öldü. Taliban ise 
ABD‟ye hiç saldırmadı. O zaman ABD ve NATO neden hala orada? 20 yıllık Afgan macerası 
ABD‟ye 2.26 trilyon dolara mal oldu26. Bu süre zarfında çocuklar okula gidemedi, ABD‟nin 
ülke inşası başarısız oldu. Afganistan‟ın tek kazananı uçak ve bomba üreten Amerikan 
şirketleri. 
 Biden, 11 Eylül‟ün 20. Yıl dönümünde Afganistan‟ı terk edeceklerini açıkladı. Ancak, 
ABD askeri çekilse de CIA, paralı askerler ve özel askeri şirketlerin artan bir güç ve rolle 
Afganistan‟da kalacağı biliniyor. Halen CIA, Afganistan içinde kendine yerel güçlerden bir 
ordu kurmuş durumda ve Kabil‟deki Afgan istihbaratı da CIA‟nın kontrolünde. 
Doha‟da yapılan ve ABD, Rusya, Çin ve Pakistan‟ın katıldığı görüşmeler de Aşraf 
Gani hükümeti ve Taliban ile istişare edilerek, barış için bir yol haritası oluşturuldu. Buna 
göre, ABD kuvvetleri 1 Mayıs‟ta çekilmeye başlayacak ve 11 Eylül‟de çekilme tamamlanmış 
olacak. Üzerinde anlaşılan müşterek bildiriye göre; çekilme sürecince taraflar çatışmayacak, 
barış görüşmeleri devam edecek, NATO askerleri ve büyükelçiliklerin güvenliği sağlanacak, 
BM Güvenlik Konseyi Taliban‟da uygulanan yaptırımları gözden geçirecek, barış 
görüşmelerinde BM daha çok rol alacak. 

 Bildirinin en önemli yanı; “Bağımsız, egemen, birleşik, barışçı, demokratik, tarafsız ve 
kendi kendine yeterli bir Afganistan” vurgusunun yapılması. Afgan topraklarında yabancı güç 
kalmayacak ve Afganistan herhangi bir askeri ittifaka veya bloka katılmayacak. Ancak, Orta 
Asya‟da başlayan büyük oyunda Afganistan‟ın tarafsız kalması zor gözüküyor. 
 ABD ve Taliban arasında yapılan görüşmelerde Afgan hükümeti ile iktidarı 
paylaşması, bunun içinde ortak bir geçici hükümet kurulması tartışılıyor27. Bu da aslında bir 
süre sonra Kabil‟den başlayarak Taliban‟ın ülkeye tamamen hâkim olması demek. 
 ABD‟nin Afganistan‟dan çekilmesinin arkasında yeni bir plan olduğu ortaya çıkıyor. 
Bu yeni bir ABD-Cihatçı işbirliği olabilir. ABD‟nin çekilmesini müteakip ülkede tekrar iç 
savaşın başlaması ve ülkeye gelecek diğer cihatçılar ile birlikte Çin‟e karşı planların 
yürürlüğe sokulacağı konuşuluyor28. Bu plan ile sadece Çin‟in Afganistan ile bağlantıları 
değil, İpek ve Kuşak Yolu üzerindeki projeleri de hedef haline gelecek. Çin ile ilgili planların 
hedeflediği Harita-4 aşağıda görülmektedir. Detaylarını Büyük Avrasya Projesi başlıklı 
makalemizde anlatmıştık. 

Harita 4: Gerçek Çin 



En büyük hedef, Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru. Her yanı her çeşit cihatçı ile 
dolacak Afganistan‟ın Çin ile olan dağlık sınırı uygun bir savaş ortamı da sağlıyor. 
Afganistan; Orta-Güney-Batı Asya üçgenini kontrol eden merkezi bir coğrafyaya sahip. 
 Sonuç olarak, ABD on yıldır küresel terör örgütleri listesinde en başa koyduğu Taliban 
ile şimdi barış görüşmeleri yapıyor. Moskova ve Pekin‟in de Afganistan için ayrı ayrı 
hesapları var. Afganistan‟da yeni dönemde özel askeri şirketlere sonsuz savaş için daha çok 
görev verileceği düşünülüyor. Bu şirketlerin Orta Asya‟da yeni düşük yoğunluklu savaş 
senaryolarında kullanılacağı konuşuluyor29. Yani işler Asya‟da da daha kötüye gidecek gibi. 
Taliban olsun ya da olmasın ABD çoktan Çin‟e karşı ayaklanma stratejilerinin sahnesini 
hazırlamaya başladı. ABD, buraya Çeçenleri ve Uygurları yerleştirerek, Orta Asya-Kafkasya 
ekseninde örtülü operasyonlar planlıyor30. Hedefte Doğu Türkistan ve Kuzey Kafkasya vd. 
bölgeler var. 

 Rusya ve Orta Asya; en zayıf halka Kırgızistan… 

Çin ise İpek Yolu projesi üzerinden Orta Asya‟da sürdürülebilir müttefikler edinerek 
kendi eksenini Avrupa‟ya kadar uzatmak peşinde. ABD ise kuşatma ve istikrarsızlaştırma 
stratejisi izliyor. Bu coğrafyada kritik eksen Orta Asya-Afganistan-Pakistan hattı ve bu hattın 
en zayıf ve kırılgan kesimi ise Tacikistan-Kırgızistan arasında. Rusya, burada oyunu yeniden 
kurguluyor. Rusya, Hazar Denizi‟nin doğu ve batısını kontrol etmek istiyor. Bu nedenle, 
Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasındaki sorunlarda çözüm istemiyor, sınır ihtilaflarını sürekli 
hale getirmek, Rus askeri varlığının kalıcılığı demek. 

Kırgızistan, Orta Asya ülkeleri içinde en sıkıntılı ülke. Bu kara ülkesi tamamen dağlık 
olduğu için ekonomik kalkınması çok zor. Sınırlarında Çin, Kazakistan, Özbekistan ve 
Tacikistan var. Ülkede biraz altın maden var ama diğerlerindeki gibi petrol ve doğal gazı yok. 
Sonuçta eski Sovyet coğrafyasındaki en fakir ülke. Bu dağlık ülkede aynı zamanda iç siyasi 
ve sosyal bölünmeler var. Özellikle kuzey ve güney bölgeleri arasında, birbirinden ayrı iki 
nüfus ve iki siyasi merkez var. Biri başkent Bişkek‟te, diğer Oş ve Celal-Abad arasındaki 
koridorda. Bu durum ülkede sürekli istikrarsızlık yaratıyor. 

1924 yılında Stalin, Orta Asya‟nın sınırlarını çizerken bölgedeki Fergana Vadisi‟ni 
kasıtlı olarak üçe böldü, üç ayrı siyasi kimliğe ayırdı. Kırgızistan‟da büyük bir Özbek nüfus 
ve azınlık olarak güneyde Tacik nüfus bıraktı. İlave olarak, Kırgızistan ve Tacikistan 
arasındaki sınırlarda sınırlı su kaynakları üzerinde anlaşmazlık konuları yarattı ki, bugünkü 
çatışmalarının kaynağını teşkil ediyor. 

 Coğrafi nedenlerle ekonomik, güvenlik ve siyasi sorunlara rağmen, Kırgızistan 
stratejik konumu itibarı ile büyük güçlerin rekabet alanı içinde. Rusya, Kırgızistan‟ın en 
büyük ticaret ortağı ve Kant‟ta Rus askeri üssü var. Manas‟ta ise ABD üssü var ve bu üs 
yakındaki Afganistan‟da NATO harekâtı için kullanılıyor. 
 Tacikistan ve Kırgızistan arasına 29 Nisan 2021‟de sınır sorunu nedeni silahlı çatışma 
yaşandı. Sovyetler Birliği çöktüğünden beri Orta Asya bölgesindeki sınır sorunları nedeni ile 
bu tür düşük yoğunluklu çatışmalar sık sık yaşanıyor31. 
Kırgız-Tacik sınırında yaşanan olaylar, ABD‟nin Afganistan‟dan çekilme sürecinde 
Orta Asya‟da yaşanan en önemli çatışmalardan ilkini oluşturmaktadır. Bu çatışma, yeni bir 
dönemin başlangıcı olmakla birlikte, aslında Rusya ile ABD arasındaki rekabette devrilen ilk 
domino taşlarından biri olarak okunabilir. 
Bundan sonraki süreçte toplumsal hareketler, terörizm faaliyetleri ve sınır sorunları 
gibi konuların Orta Asya gündemini daha da meşgul edeceği öngörülebilir. Dolayısıyla artık 
Fergana merkezli gelişmeler üzerinden Orta Asya‟yı kontrol altında tutmayı amaçlayan bir 
güç mücadelesi başlamıştır. Fergana, “Büyük Oyun”un kalpgâhıdır 32. 

Harita 5 : Fergana Vadisi 
 

Kaynak: Stratfor, Kyrgyzstan's Geographic Challenge, (October 16, 2012). 

Kırgız-Tacik Sorunu, en temelde bölge devletleri arasındaki sınır ihtilafı gibi 
görünmekle birlikte, asıl hedef bu ülkelerin aralarındaki olası bir uzlaşmanın yol açacağı 
“Fergana Birliği”nin önüne geçmektir33. Yani hedef, kalpgâhı kontrol etmektir ve bölge 
devletlerinin bu bağlamda Fergana‟da söz sahibi olması istenmemektedir. Bu, en temelde 
Rusya ve ABD‟nin bölge ile ilgili hedeflerine uygun düşse de “Çin faktörü”nü de göz ardı 
etmemek gerekmektedir. “Çin faktörü”, daha çok bölgede artan bir gücün önünü kesmeye 
yönelik olarak görülmektedir. 

Rusya ve Azerbaycan.. 

Kırgızistan gibi özellikle son zamanlarda hassas konumda olan diğer bir ülke Azerbaycan. Önce Rusya-Ermenistan ilişkileri ile ilgili yeni gelişmeleri özetleyelim, sonra Azerbaycan neden hassas anlatalım. Ermenistan‟ı Dağlık-Karabağ ile yola getiren Rusya, bölgeye yerleştikten sonra şimdi meyvelerini topluyor. İki önemli gelişme var. 

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, geçen hafta Ermenistan'ın başkenti Erivan'da 
Ermenistan başbakanı Nikol Paşinyan ile görüştü. Paşinyan‟ın açıklaması ilginç; “Dağlık 
Karabağ ihtilafına AGİT Minsk Grubu tarafından yapılan ilkeler temelinde nihai bir çözüme 
ulaşmak için barış sürecini yeniden başlatma ihtiyacına ilişkin tutumumuzu vurgulamak 
istiyorum.” Arkasından Paşinyan, Rusya ordusunun Ermenistan'ın güneyinde Azerbaycan sınırı 
yakınında "ek güvenlik garantisi" olarak iki yeni askeri üs kurduğunu açıkladı. 
Ruslar, sanki bundan sonraki süreçte Ermenileri kollama sözü veriyor. Ermenistan‟ın 
güneyine askeri olarak iyice yerleşmesi ise Azerbaycan-Nahçivan-Türkiye arasını kontrolüne 
alması anlamına geliyor. 
Rusya-Azerbaycan ilişkilerine gelince, Ruslar, artan Türkiye etkisi karşısında yeni 
bazı şeyler denemek, Aliyev rejimini değiştirmek derdindeler. 
Azerbaycan konusunda Rusya‟nın çevirdiği dolaplar ile ilgili elimizde uzun bir liste 
var. Bunları başka bir makaleye bırakıp, kısa bir özet yapalım. 
Azerbaycan‟ın 1991 sonrası dış politikasında başlangıçta Rusya ve Batı arasında bir 
denge politikası izlemeye başladı. İki tarafla da askeri ittifak ve tam bir bölgesel ekonomik 
entegrasyondan kaçındı. Tercihini enerji işbirliği için Batı‟dan yana kullandı ve bu dönemde 
Moskova‟nın güç projeksiyonu azaltmak isteyen Batının siyasi desteğini aldı. Ancak, 
ABD‟nin Kafkasya politikası 2008 yılındaki Rusya-Gürcistan Savaşı‟ndan sonra radikal 
olarak değişmeye başladı. Bu durum Obama‟nın ikinci dönemi ve Trump döneminde daha 
belirgin hale geldi. Daha öncesinde Rusya‟nın etkisine karşı bir güçlü alternatif oluşturan 
ABD, bölgenin Moskova‟nın arka bahçesi haline gelmesine göz yumdu. 2013 yılına kadar 
Azerbaycan‟ın denge politikası başarılı oldu. 2014 yılındaki Ukrayna krizinden sonra 
Moskova‟nın baskısı artınca Azerbaycan, Rusya ile ilişkileri derinleştirme ihtiyacı duydu. 
Özellikle Kırım‟ın işgalinden sonra Azerbaycan, Rusya‟ya kapıları daha çok açtı ve Rus 
yumuşak gücü ülkeye yerleşti. Azerbaycan yönetimi böylece Rusların Dağlık-Karabağ 
sorununda tavrını kendi lehine değiştireceğini umdu. 

Öte yandan, bugüne kadar Batının ekonomik ve demokratik reform istekleri bölgenin 
ve ülkenin şartları ile uyumlu değildi ve kötü niyetli olarak algılandı. 2013 sonrası Batı‟nın 
Azerbaycan‟ı demokratik reform isteği ile eleştirmesi Rusların komplo teorilerini 
destekliyordu. Batı düşmanı eski elit, sadece ülke içinde değil hükümet içinde de güçlü bir 
Rusya yanlısı kadro kurdu. 2014 yılında ABD‟nin Ukrayna‟daki başarısız darbe girişimi 
deneyimi Batı karşıtı söylemin artmasına yaradı. Azerbaycan yönetimi, ülkedeki NGO‟ları 
baskı altına alacak yeni bir yasa çıkardı, yabancı ülkelerden fon alan NGO‟ları kapattı. Batılı 
kurumların yerel ofisleri kapatıldı. Azerbaycan, böylece Rusya‟nın gücünü tanımış oldu, Batı 
karşıtı elit ülke içinde güçlü bir hale geldi ve artık Batı ile ilişkilerde denge arayışı yoktu. 
Aliyev yönetimine göre, Batı ülkedeki rejimi de değiştirmek istiyordu. Rus yanlısı elit istediği 
propaganda ortamını bulmuş, güçlenmişti. 

Azerbaycan‟ın Rusya ile olan ilişkilerinin arkasında gittikçe güçlenen bir grup 
Azerbaycanlı elit var. Rusya ise ülke içinde algıları değiştirmeye ve kendine uygun koşullar 
ortaya çıkarmaya yarayan bazı vasıtalar geliştirdi. Rusya, özellikle Azerbaycan‟ın medya ve 
eğitim sektörlerinde etkili. Azerbaycan içinde Rus dilinin kullanılmasını ve halkın Rus 
medyasından haber almasını istiyor. Rusya‟da iş imkânı bulacağını düşünen yeni nesil 
Azerbaycanlılar, Rusça kurslarına katılıyor. 

Bir de diaspora konusu var. Rusya içinde çoğu işçi göçmeni yaklaşık 1 milyon 
Azerbaycanlı yaşıyor. Azerbaycan‟ın yönetimi için diaspora bağımsızlığın kazanıldığı 
günlerden beri hep bir endişe konusu oldu ve Rusya‟nın manipülasyon aracı olarak görüldü. 
Ülkeden kaçan eski Azerbaycan yöneticileri de Bakü yönetimi aleyhine güçlü bir muhalif ağı 
kuruyordu. Rusya, diasporayı iki nedenle kullanmaya devam etmek istiyor. Öncelikle 
Azerbaycanlı göçmenlerin geri gönderilmesi Azerbaycan‟da önemli ekonomik gelir kaybına 
ve sosyal istikrarsızlığa (muhalefete) neden olabilir. Bu kozu elinde tutmak istiyor. İkincisi, 
diaspora Azerbaycan‟ın Avrasya Ekonomik Birliğe katılımına vasıta olabilir. Üye ülkeler 
arasında serbest işçi akımı, diasporanın da işine gelebilir. Sonuçta, Ruslar için eski Sovyet 
coğrafyasında diaspora sadece siyasi bir manivela.
 
Rusya‟nın Azerbaycan‟ı manipüle etme stratejisi etnik gerilimleri kullanma üzerine 
olagelmiştir ve bu diğer komşu ülkeleri için de böyledir. 1990‟larda Rusya, Azerbaycan‟daki 
etnik azınlıklara finansal ve lojistik destek sağladı. Amaç, Aliyev ve etrafındaki iç halkaya 
karşı bir kalkışma sağlamaktı. Bu amaçla, Rusya içinde Lezgin, Avar ve Taliş azınlıklarının 
hakları için konferanslar düzenledi. Sonraki adımda Rusya içinde bölücü örgütler kuruldu; 
Dağıstan‟da Lezgin Ulusal Hareketi (Sadval) ve Taliş Gençlik Örgütleri. Sadval, 
Azerbaycan‟da yasaklandı. Rusya‟nın bu örgütlere desteği aktif ve görünür idi. Rusya, 2012 
yılında Azerbaycan‟da kurulacak Rus radar üsleri için yapılan görüşmelerde istediği sonucu 
alamayınca hem muhalif diasporaya hem de bölücü örgütlere desteğini artırmaya başladı34. 
Rusya‟nın yumuşak güç uygulamasına gelince; Azerbaycan‟da birkaç Rus Üniversitesi 
çeşitli bölümler açtı. Ayrıca, propaganda amaçlı enstitüler kuruldu ve Rusya Avrasya 
Çalışmaları Kalkınma Fonu tarafından finanse edilen proje çalışmaları yapıyorlar. 2011 
yılında Bakü‟de Rus Bilgi ve Kültür Merkezi kuruldu. Okul müfredatlarında Rus dil eğitimine 
yer verilmesi için Bakü‟de Rus büyükelçiliği, Azerbaycan Milli Eğitim Bakanı ile anlaşma 
imzaladı. Böylece 50 okulda Rusça öğretilmeye başlandı. Azerbaycanlı öğrencileri Rusya‟ya 
çekmek diğer bir öncelikli konu oldu. ABD destek programlarının azalması Rusların işine 
yaradı. Rusya Eğitim Bakanlığı, Rossotrudnichestvo yolu ile Rus üniversitelerine gidecek 
Azerbaycanlı öğrencilere burs veriyor. 
Rusya‟nın diğer bir önemli hedefi Azerbaycan‟ı Avrasya Ekonomik Birliği‟ne 
çekmek. 2012 yılından beri Rusya, Azerbaycan dâhil tüm aday ülkelerde medya ve Avrasya 
Kulübü gibi NGO kurgusu ile propaganda yapıyor. Üniversite öğrencilerini “Avrasyacılık” 
fikirleri ile bir araya getiriyor. Ülkelerde kurulan Avrasya Hareketi örgütleri doğrudan 
Rusya‟daki askeri ve siyasi yapılarla bağlantılı çalışıyor. 2015 yılından itibaren Rusya, 
Azerbaycan‟da bu tür gayretlere yoğunlaştı. Önce Mayıs 2015‟de Sputnik Haber internet 
portalı kuruldu. Sputnik bir yandan Azerbaycan hükümetini destekleyen yayınlar yapıyor, 
diğer yandan Batı karşıtlığını pompalıyor. 
 Bütün bunların ötesinde Rusya, eski Sovyet Cumhuriyeti döneminden kalan bu 
ülkelerdeki KGB bağlantılarını yeniden kurgulayarak ülkenin iç işlerine ve egemenliğine 
müdahale etmektedir. Azerbaycan içinde de Rusya‟nın dediğinden çıkmayan kukla bakanlar 
ve Rus istihbaratı tarafından işkence gören generaller ve subaylar ya da Dağlık-Karabağ 
çatışmalarında savaşın başarısız olması için çalışan askerler bulunmaktadır. Azerbaycan-
Rusya dengeleri özellikle Türkiye için çok hassas bir şekilde takip edilmesi gereken bir 
süreçtedir. 

Sonuç.. 

Devletleri yönetenlerin asıl vazifesi, tarihin kırılma noktalarından geçerken ülkelerini 
bekleyen fırsat ve tehditleri önceden görmek ve bu kapsamda ulusal gücü hazırlamak ve 
zamanı geldiğinde tereddüt etmeden kullanmaktır. Her ülkenin kısa ve orta vadeli politikaları 
yanında asıl “büyük oyun”u var. Ama önemli olan öndeki hükümet yetkilileri değil sahnenin 
gerisinde oyunu kuranlar çünkü oyunu kuran kazanacak olanlardır. Bu alanda her türlü hile, 
tuzak, barbarlık ve delilik geçerlidir. Büyük oyunların oynanmasında yol haritası çoğu kez 
kazaya uğrar, planlar değişir. Tarihi değiştiren genellikle liderlerin kabiliyetleri değil, 
tesadüfler ve yapılan hataların ortaya çıkardığı yeni durumlardır. Yanlış kararların arkasında 
ülkeleri yöneten liderlerin durumu nasıl algıladıkları, kişisel özellikleri ve insanlığın 
geleceğini nasıl hafife aldıkları gibi faktörler bulunur. Ancak, günümüzde artık para ve güç 
arayışı devletin önüne geçmektedir. Ülke çıkarları lafta kalmış, siyasi iktidarı ve statüsünü 
korum endişesi yönetimlerin içinde egemen olmaya başlamıştır. Bu yüzden, dünya genelinde 
otokratik eğilimler artmaktadır. Dünyamızın evrensel yani tüm insanlığı düşünen bilge 
liderlere ihtiyacı var. Bunun olması için de dünyanın yeniden tuzla buz olması ve büyük 
hesaplaşmadan yeni ve evrensel bir kahraman doğması gerekiyor. 

DİPNOTLAR:

1 E.C. Knuth, The Empire of The City, 1946, aktaran Kevin Cahill: Who Owns the World: The Surprising Truth 
About Every Piece of Land on the Planet, Grand Central Publishing, 2010, p.144. 
2 Caroll Quigley, Tragedy and Hope: A History of the World in Our Time, GSG and Associates, (1975), p.267. 
3 Nicholas Shaxson, Treasure Islands, Tax Havens and the Men Who Stole the World, The Bodley Head, 
(London, 2011), p.147. 
4 Charlie Edwards, National Security for the Twenty-first Century, Demos, (London, 2007), 60. 
5 Peter Harris, Keys to the Kingdom: Who Will Govern the UK? Politics at Earlham College, (April 30, 2015). 
6 Alan Duncan, In the Thick of It, William Collins, (April 2021). 
7 Chris Mullin, Alan Duncan Diaries: An Insider’s Account of Boris Johnson, Middle East Eye, (May 3, 2021). 
8 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
9 Paul R. Pillar, Foreign Election Interference and the Other Ills of American Democracy, (April 28, 2021). 
10 Ted Galen Carpenter, Joe Biden’s Foreign Policy Dream Team Is Disappointing, Cato Institute, (January 6, 2021). 
11 Brett Wilkins, Counter-Terrorism’?: Two Decades after 9/11, New Interactive Map Details Footprint of US War Machine in 85 Countries, Common Dreams, (25 February, 2021). 
12 Rick Rozoff, Pentagon Adds Africa to Global Battleground with China and Russia, Anti-bellum, (19 April, 2021). 
13 Robert A. Manning, Peter A. Wilson, Offshore Balancing Strategy Can Correct America’s Middle East Approach, Atlantic Council, (February 26, 2021). 
14 Manning, ibid, (February 26, 2021). 
15 Jan Oberg, Biden Bombs in Syria — Helping to Steal Its Oil but What Is There to Talk About? (March 02, 2021). 
16 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
17 Will Lowry, Fear and Unknowing in the Indo-Pacific Region, Press the Button, (May 4, 2021). 
18 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
19 Paul Antonopulos, Washington to Organize Ukraine, Georgia and Moldova to Challenge Russia in the Black Sea, InfoBricks, (February 15, 2021). 
20 Brian Kalman, Will the Montreux Convention Prevail? South Front, (18 April 2021). 
21 Stratfor, Russia: Moscow to Withdraw Troops Near Ukraine, But Keep Weapons, (April 22, 2021). 
22 Lyle J. Goldstein, The Shadow of a New Cold War Hangs over Europe, U.S. Naval War College, (March 30, 2021). 
23 Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies, What Planet Is NATO Living On? CODEPINK for Peace, (February 24, 2021). 
24 Sonja van den Ende, EU Provoking Russia by Attempting Color Revolutions in Belarus, Ukraine and Crimea, InforBricks, (April 06, 2021). 
25 Bonnie Kristian, Four Pivots Joe Biden Should Make with Russia, The Week, (May 2, 2021). 
26 Brown University‟s Cost of War Project has detailed, the US has wasted $2.26 trillion dollars 
27 Michal Senk, Whether America Stays or Goes, the Taliban Will Control Afghanistan, Charles University, (April 7, 2021). 
28 Bob Goush, Biden’s Afghanistan Withdrawal Is A Blow to China, Blooomberg, (April 15, 2021). 
29 Andrew Korybko, What’s the Future of Afghanistan After Trump? US Troops Replaced by Private Military Contractors? OneWorld, (January 13, 2021). 
30 M.K. Bhadrakumar, Breakthrough in Afghan Peace Process! Indian Puncline, (May 1, 2021). 
31 Stratfor, Tajikistan, Kyrgyzstan: Militaries Exchange Gunfire at Border in Water Dispute, (Apr 29, 2021). 
32 M.Seyfettin Erol, Kırgız-Tacik Sınır Çatışmaları Ya Da “Büyük Oyun”un Dönüşü, ANKASAM, (30 Nisan, 2021). 
33 Erol, (30 Nisan, 2021). 
34 Zaur Shiriyev, Azerbaijan’s Relations with Russia Closer by Default, Chatham House, Russia and Eurasia Programme Research Paper, (March 2019). 

***

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 3

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 3




 Çin’in Büyük Planı.. 

Çin, on yıllardır ABD ile rekabet konusunu derin derin düşünüyor. Xi Jinping‟in işlediği “ortak kader topluluğu” mottosu aslında ABD‟nin müttefik ağını diplomatik yollarla kırmak ve kendi yörüngesine çekmek için geliştirilmiş Çin Planı‟nın bir parçası. Xi‟nin vizyonunun tehlikesi, Batının özgürlük ve demokrasi değerlerini sahiplenirken kendi bindiği dalı kesecek olması. Çin Komünist Partisi, tabii ki ülkeye özgürlük ve demokrasi ya da evrensel insan haklarını getirmek istemiyor. Çin‟in yeni dünya vizyonunun merkezinde “Tek Yol Tek Kuşak (TYTK)” inisiyatifi var ve bu projeye dayalı dış politika ile ABD‟nin hegemon konumunun yerini alacaklarını hesaplıyorlar. Öte yandan Pekin, Tek Çin prensibi ile Tayvan ile birleşmek istiyor, ada devletini savunmayı ABD‟ye pahalıya getirmek istiyor. 

Avrasya coğrafyasını Çin pazarı haline getirmek için her limana her ulaştırma yoluna 
el atmak, kendi planlarına entegre etmek istiyorlar. Bunun için “21. Yüzyıl Marshall Planı” 
denilen bir fon ile para akıtıyorlar. TYTK üzerindeki ülkelere cömert yatırım projeleri sunarak 
para dağıtıyor ve etki sahasında yeni nüfuz bölgeleri açıyorlar. COVİD-19 nedeni ile ülkelerin 
mali sıkıntılar yaşaması Çin parasını daha cazip kılıyor. 

Tek Yol, eski İpek Yolu‟na benzer şekilde Çin‟den Avrupa‟ya uzanan güzergâhta Rusya, Orta Asya, Güneybatı Asya ve Ortadoğu‟ya da uğrayan rotalara sahip. Tek Kuşak adı verilen deniz rotası ise Güneydoğu Asya‟yı Batı‟ya bağlıyor. Son altı yılda TYTK kapsamında pek çok Avrasya projesi ortaya çıktı. Hatta bunların bazıları Afrika ve Latin Amerika‟yı da kapsamayı hedefliyor. TYTK ile Xi Jinping‟in izlediği yöntem ve dünyaya mesajı Çin‟in küresel hegemonya ya doğru yürüdüğüdür. Bu başarı Çin Komünist Partisi için tartışılamaz bir gerçektir. 

TYTK‟nın en büyük önceliği Hint Okyanusu‟na olan kara rotalarının güvenliğini 
sağlamaktır. Hint Okyanusu‟na Pakistan ve Burma üzerinden gidilerek Malakka Boğazı ve 
Hindistan by pass edilecektir. İkinci büyük öncelik Tayland Körfezi‟ni kontrole almaktır. 
Böylece Güney Çin Denizi‟nde çıkacak bir çatışmada Kamboçya‟da konuşlanan Çin Ordusu 
unsurları ile birlikte Tayland ve Vietnam etkisiz hale getirilecektir. Tek Kuşak‟ın diğer bir 
amacı da Hint Okyanusu‟ndan başlayarak ABD‟nin 5. ve 7. Deniz filolarının engellenmesidir. 
ABD ile tek tek güç kıyaslaması yapıldığında Çin‟in pek çok asimetrik hassasiyeti var. 
Çin Komünist Partisi her alanda yaratıcı ve saldırgan taktikler izliyor. Kendi stratejik 
avantajlarını artırmak için ABD‟nin zaaflarından faydalanıyor. Çin‟in Güney Çin Denizi‟nde 
suni adalar işgal ederek Vietnam, Filipinler ve diğer ülkelere egemenlik hakkı iddia etmesi 
doğrudan bir yaklaşım değil, salam taktiğidir. Böylece kendine karşı koymayacak güçlere 
karşı “de facto” münhasır ekonomik bölgeler inşa ediyor. 

ABD-Çin çekişmesi.. 

ABD ve Çin arasında bir yanda hegemonik rekabet diğer yanda ideolojik farklılıklar 
var. ABD içindeki milliyetçi ve küreselci kanat, bugüne kadar savunmacı olan anlayıştan 
“dayak atan” bir stratejiye geçme, tembelliğe ve tevazuya son verme konusunu tartışıyor. 
ABD‟nin TYTK ile başlayan Çin‟in uzun vadeli oyununa karşı politikası henüz netleşmedi. 
Çin‟in dolarına karşı dolar öne sürmek pek akıllıca değil, bunun yerine saldırgan bir yöntem 
seçilerek, Çin‟i masaya oturtmak ve albatros (yani avcı büyük kuş) konumuna düşürmek bir 
seçenek 16 olarak görülüyor. 

ABD‟nin öncelikli çıkarı, stratejik deniz yolları üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek ve 
Avrasya‟dan bir hegemon güç çıkmasını önlemek. Şu anda Avrasya‟daki durum 19. Yüzyılda 
Orta Asya ve Güney Asya‟yı kontrol etmek isteyen İngiltere-Rusya “Büyük Oyun”una 
benziyor. Ancak, Çin bir de denizden kesintisiz bir deniz güzergâhı kontrolü (Tek Kuşak) 
istiyor. Bu, ABD Deniz Kuvvetleri‟nin uluslararası ticaretin güvenliğini sağlama görevine bir 
meydan okuma. Çin bu planda savunmacı değil, İran Körfezi ve Doğu Akdeniz‟de düzenli 
devriye uygulamaları yaparak ABD‟yi test ediyor. Pasifik‟te ise meydan okuma daha belirgin. 
ABD; Palau, Mikronezya ve Marshall Adaları ile yeniden masaya oturmaya hazırlanırken, Çin bölgeye para akıtmaya başladı, liman inşaatı planlıyor ve temaslarını sıklaştırıyor. 

Sonuç olarak, TYTK; ABD için jeopolitiğin ötesinde bir meydan okumayı temsil ediyor. Yani sadece ABD‟nin Asya‟da statüsüne değil küresel düzendeki değerlerine de rakip oluyor. Çin, kendisinin merkezinde olduğu, hem de fiziksel hem de entelektüel olarak yeni bir dünya kurmak istiyor. 

 ABD‟de Çin karşıtlığı anti-Çin ırkçılığına ve „Asyalı‟ hatta „Asyalı Amerikan‟ düşmanlığına dönüşüyor. Korona virüs döneminde bu daha belirgin hale geldi. Şimdilerde ABD‟deki Çinli öğrencilerin ülkeye nüfuz etmesinden duyulan rahatsızlık ve ülkelerine geri gönderilmesi konuşuluyor. Ülke içinde Asyalı Amerikalılara artık şüphe ile bakılıyor. İşin ilginç yanı Çinlilerle ayırt edilmesi güç olan Japon ve Güney Koreliler de bundan nasibini alıyor. Bunlara “ebedi yabancı” ya da “beşinci kol” gözü ile bakılıyor. Doğu Asyalıları güvenilmez, sırlı ve tuhaf gösteren karikatürler yayınlanıyor 17. 

ABD ve Çin hatta bütün dünya ile Çin arasındaki sorunun temeli aynı; 
“bilinmemezlik”. Tıpkı Kuzey Kore veya Soğuk Savaş döneminin Sovyetler Birliği gibi. Ve 
birlikte yaşamayı öğrenmek yerine, “bilinmeyen” problem olarak görülüyor ve yok edilmek 
isteniyor. Daha pragmatik ve daha az ırkçı çözümden gittikçe uzaklaşıyoruz. ABD; Çin, 
Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerle birlikte yaşamak yerine yıllardır “havuç-sopa” stratejisi 
uyguladı ama sonuç yok. 

 Gelinen aşamada, ABD-Çin ilişkileri Korona virüs dönemi ile birlikte geçen 40 yılın 
ardından önemli bir dönemece geldi. Geçmişin görünüşte işbirliği ve “kazan-kazan” süreci 
Biden yönetimi ile birlikte hızla “karşı olma” ve “savaşçı kurt diplomasisi”ne dönüştü 18. 
Korona öncesi ABD, Çin ile ilgili itirazlarını insan hakları ve gümrük vergilerini artırması 
şikâyeti ile sınırlı tutuyordu. Kırılmanın nedenlerinden birisi Çin‟in Hong-Kong‟a olan baskısı 
ve şehrin otonomisi ile ilgili beklentiler. ABD tarafı artık Çin ile ilgili acemilik ve pasiflik 
döneminin bittiğini söylüyor. Trump yönetimi, Çin‟in eşit olmayan ticaret koşulları ve 
entelektüel bilgi hırsızlığı karşısında “karşılılık” politikası başlatmıştı. Ardından ilişkileri 
yeniden tanımlamak gündeme geldi. 2019‟da ABD, Çin‟i adil olmamak ve kötü niyetle 
suçlamaya başladı. Hedefte düşman olarak ifade edilen Çin Komünist Partisi var. Nixon 
döneminden beri süren ama arka plana itilen derin güvensizlik sözlere de yansıdı. 
 2020 yılında ortaya çıkan COVİD-19, stratejik kaymaya neden oldu. Çin‟in virüsün 
ortaya çıkışını saklaması ve devamında bilgi paylaşımını sansüre tabi tutması, kişisel koruma 
cihazlarını stoklayıp kar etmeye kalkması ve virüsün orijini hakkında dezenformasyona 
başlaması ABD tarafında sinirleri bozdu. Amerikalı politika yapıcılar hızla Çin‟e karşı iyi 
düşünülmemiş seçeneklere odaklandılar ve Çin‟e kapıyı göstermek istiyorlar. Biden ve 
danışmanlarının yeni Çin politikası, Çin Komünist Partisi‟ne karşılık verecek bir strateji 
üzerine kurulu. Bir yandan Çin ile olan tedarik zincirlerinin yollarının değiştirilmesi 
planlanıyor, diğer yandan Trump‟ın düşündüğü gibi Dünya Ticaret Örgütü‟nden de çıkmak tasarlanıyor. Amaç, Çin‟i uluslararası ticaret sisteminden dışlamak, izole etmek. Ancak, 
Çin‟in de kozları var. Örneğin dünya üzerinde az bulunan mineraller ve eczacılık maddeleri 
Çin‟de önemli miktarda var. Çin Komünist Partisi‟nden sonra ABD‟nin hedefinde Çin 
şirketleri ve Konfüçyüs Enstitüsü var. Kissinger‟ın Çin‟e yönelik pragmatik politikasının 
arkasında büyük planda Çin‟e angaje olmak vardı. Şimdi ABD bundan vazgeçiyor. 
ABD ve Rusya arasında gelişmeler.. 

 ABD ve NATO, dünyanın her yerinde Rusya ve Çin‟e karşı mücadele başlattı. 
ABD‟nin Rusya ile olan gerginliği artırma stratejisi Çin ile ilişkilerinde de izleniyor. ABD‟de 
2014 yılında Ukrayna darbesini planlayanlar iktidarda. Biden yönetimi dış politikada oldukça 
hırslı, Çin ve Rusya‟yı hedef listesine koyarak Washington‟un dünya liderliğini kanıtlamaya 
çalışan, şahinlerden oluşuyor. Bunların başında da Dışişleri Bakanı Antony Blinken geliyor. 
Böyle olunca da ABD, bildik örtülü işlere, sonsuz savaşlara yönelme eğiliminde. Biden‟ın 
Obama döneminden kalma özellikle Ukrayna‟da olanlarla ilgili Ruslara karşı özel bir hıncı 
var. Rusya, olabilecek her istikametten ve her yöntemle köşeye sıkıştırılıyor. Ve bu işte ABD 
ile işbirliği yapmayanları da hedef tahtasına konuyor. 

 ABD‟nin ekonomik yaptırımları Rusya, Kuzey Kore ve İran‟ı hedef alıyor. Rusya‟ya 
uygulanan yaptırımların arkasında şunlar var; 

 - ABD seçimlerine müdahale etmesi, 
 - Ukrayna‟nın doğusundaki örtülü işgali ve Kırım‟ın ilhakı, 
 - Suriye‟ye müdahale ve ABD‟nin desteklediği güçlere saldırı. 

 ABD ve Rusya ile arasında artan gerilim sadece Ukrayna değil Arktik bölgeden 
başlayarak tüm coğrafyayı geçip Doğu Avrupa ve Kafkasya‟ya oradan Ortadoğu‟nun 
derinliklerine ulaşıyor. Amerikan uçakları Rusya‟nın kanatlarında düzenli olarak uçuyor, 
denizaltıları çevreliyor ve NATO tatbikatları sınırları dibinde gövde gösterisi yapıyor. Rusya 
ise beş ana modernizasyon programı ile karşılık vermeye hazırlanıyor; nükleer saldırı 
kuvvetleri (yeni ICBM‟ler dâhil), bombardıman uçakları, drone‟lar ve taktik nükleer silahlar. 

    15 Mart 2021 tarihinde yapılan NATO Tatbikatında (Defender Europe 2021), 27 
ülkeden yaklaşık 28 bin kişi katıldı. Bunun yaklaşık 20 bini Amerikan askeriydi. Tatbikatın 
amacı Ukrayna‟nın savunulmasıydı ve bu tür tatbikatlara Polonya, Bulgaristan, Romanya ve 
Ukrayna‟da devam edilecek. 

ABD, Karadeniz‟de kıyısı olan NATO üyeleri Romanya ve Bulgaristan dışında 
Ukrayna için Karadeniz bölgesinde yeni ittifak arayışları içinde. Türkiye‟nin konumunun 
belirsiz olması nedeni ile Ukrayna, Gürcistan ve Moldova‟yı bir araya getirmeye çalışıyor19. 
Moldova‟nın Karadeniz‟de kıyısı olmamasına rağmen, Tuna Nehri‟ndeki Giurgiuleşti Limanı 
ile geçiş sağlıyor. Ancak, bu ülkelerin ateş gücü sınırlı olması nedeni ile beklenti daha çok 
NATO‟ya destek olmaları yönünde. 

Son gerilimde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, eğer ülkesinin işgal altındaki 
Donbas bölgesine müdahale etmeye kalkarsa Ukrayna‟yı yok ederiz tehdidinde bulundu. 
Ardından iki ordu askeri Ukrayna sınırına gönderdi ve denizden kuşattı. 
 ABD, Montrö Anlaşmasına göre olması gerekenden 15 gün önceden Boğazlardan iki 
savaş gemisi için izin istedi ve Türkiye izni verdi20. Aslında ABD‟ni 6. Filosu rutin olarak 
Karadeniz‟e savaş gemileri göndermekte ve geçen ay Ukrayna‟ya destek gösterisinde 
bulundular. 15 Nisan 2021 günü Biden ve Putin‟in telefon görüşmesinden sonra transit geçiş 
isteği reddedildi. Bu gerginliği azaltan bir adım oldu. Rusya‟nın sözde Ukrayna sınırına 
tatbikat için gelen birlikleri çekilse de ağır silahlarını bıraktılar 21. 

 Montrö Anlaşması olmasaydı Ukrayna‟da bizi yeni bir Normandiya çıkarması ya da 
bizim de katıldığımız 1856 Kırım Savaşı gibi bir savaş bekliyor olabilirdi. Konuya diplomasi 
ile çözüm bulmak yani büyük pazarlıkta Rus tarafı Kırım‟a karşılık Ukrayna‟nın NATO‟ya 
girmesini kabul edebilir22. Ukrayna‟nın tarafsız kalması da iki tarafı rahatlatabilir. 

 ABD‟nin Rusya yönelik askeri planı, çoklu-ortam operasyonları dâhilinde Rus komuta 
merkezleri ve savunma birliklerini füze ve topçu ateşleri ile vurduktan sonra, teslim olana 
kadar Rusya‟da seçilmiş anahtar bölgeleri ve şehirleri işgal etmek23. Buna karşılık Rusya‟nın 
niyeti ise teslim olmamak, ABD ve müttefiklerine nükleer silahlarla karşılık vermek. Çin‟e 
karşı planlar da benzer şekilde öncelikle Pasifik‟teki gemiler ve üslerden atılacak füzeler ile 
Çin‟i vurmak. Çin‟den de nükleer reaksiyon bekleniyor. 

 Rusya ile çekişmede Avrupa’nın konumu.. 

 Avrupa Birliği (AB); Beyaz Rusya ve Kırım‟da renkli devrimler peşinde. AB, Kırım 
Tatarlarını melez savaşa ikna etmeye çalışıyor. Haziran 2020‟de AB; ABD ile işbirliği içinde 
Beyaz Rusya‟da bir renkli devrime girişti. Hollanda ve İngiliz istihbaratı kritik roller 
edinmişlerdi. Hollanda‟nın Minsk‟te bulunan büyükelçiliği İnsan Hakları Fonu ve Hollanda 
Bölgesel Ortaklık Fonu (NFRP-Matra) kapsamında gençliği eğitmek ve örgütlemek için 50 
bin Euro harcadı24. ABD tarafında ise Soros vardı. Renkli devrim girişimi başarılı olamadı 
çünkü seçilen muhalif lider Sviatlana Tsikhanouskaya yetersiz kaldı. Öğretmen olan 
Sviatlana, bir ülkeyi yönetecek siyasi birikime sahip değildi. Sokaklara çıkan gençlik ise 
Beyaz Rusya rejimini destekleyen Rusya‟yı korkutacak kadar kalabalık değildi. Bir tarafta 
melez savaş adı altında başka ülkelere ordusunu sokan ve işgal eden Rusya var, diğer tarafta 
hala rejim değişikliği ile etki ve kontrol sağlamaya çalışan Batı. Tabii ki zor oyunu bozuyor. 
 Rusya‟ya karşı Avrupa içinde de ABD ile dayanışma var. Bu özellikle son zamanda 
Rus diplomatların ABD‟den kovulması döneminde de yaşandı. Çek Cumhuriyeti 18 Rus 
diplomatı sınır dışı etti. Gerekçe Vrbteice bölgesindeki mühimmat deposunun uçurulması. 
Mühimmat deposunu patlatma işi Ruslara ait bir eylem tipi ve Türkiye‟de pek çok kez 
yaşanan bir olay. Suçluların GRU mensubu olduğu iddia ediliyor. Ancak, olay 2014 yılında 
meydana gelmiş yani zamanlama ABD-Rusya ilişkilerinin en gergin olduğu dönem. 
Rusya‟nın açıklaması daha da ilginç. Çekya‟nın Biden yönetimi ile birlikte Beyaz Rusya 
başkanı Alexander Lukaşenko‟ya yönelik suikast girişimini Rus FSB‟nin ortaya çıkardığını 
iddia ediyorlar. Bu da yeni bir girişim değil. Çekya‟nın Rusya‟ya yönelik suçlamalarının 
arkasında casusluk meseleleri var. Ruslara göre, Beyaz Rusya‟da darbe girişimine katılan iki 
kişiyi teslim etmedikleri için bunlar oldu. Bu arada Ruslar da 20 Çek diplomatı sınır dışı etme 
kararı aldı. Ancak, Ruslarla arası oldukça bozulan sadece Çekya değil, Bulgaristan ile de 
benzer durum var. 

ABD ve İngilizlerin karanlık gündeminde uzun vadede Rusya‟yı bölmek var ve bu 
olana kadar zayıflatmak ve provoke etmek stratejisi izleniyor. Avrupa‟da Rusya‟ya karşı 
Amerikan örtülü savaşında CIA‟nın yanında İngiliz MI6‟nında aktif rol aldığı örnekler 
çoğalıyor. Bu işbirliği en çok Avrupalıların Rusya ile yakınlaşmasını önlemeyi amaçlıyor. 
İngilizler, ABD‟den sonra Rusların ikinci en önemli düşmanı konumundalar. 
Avrupa Birliği‟nin lideri Almanya ise Rusya ile ilişkiler konusunda endişeli. Kuzey 
Akımı II projesine (Harita 3) getirilen yaptırımlar ABD ile Almanya‟nın arasında bir sorun olabilir. 

Harita 3: Kuzey Akım Doğal Gaz Hatları 


 Haziran‟da G7 ve NATO Zirveleri var. Biden ve Putin, bu toplantılar esnasında 
yapacakları görüşmenin detaylarına hazırlanıyorlar. Görüşme teklifi Biden‟dan geldi25. 
Hâlbuki Biden, yakın zaman önce Putin‟e “katil” demiş ve Rus siber saldırılarına karşı yeni 
yaptırımlar yürürlüğe koymuştu, Ukrayna krizinin tırmanması sonrası durum soğumuşken 
şimdi kartlar yeniden açılacak. ABD niyetini ilişkileri normalleştirme, çatışma ve tırmanma 
döngüsünden kurtarma şeklinde belli etti. Ama Yeni START, Açık Semalar ve Orta Menzil 
Nükleer Silahlar anlaşmaları konusunda bir gelişme olmadıkça gerilim hep olacak. 
Arkasından Ukrayna, Suriye ve İran konuları geliyor. Rusya tarafında ise masada canını uzun 
zamandır acıtan Amerikan yaptırımları olacak. İki ülke dünyanın en büyük nükleer silah 
envanterine sahip.