1 Mart 2018 Perşembe

Tayyip Bey İstifa eder mi?


Tayyip Bey İstifa eder mi?

Rahmi Turan,

Başbakan Erdoğan’ın yurt dışındaki karizması da çizildi… Artık, yabancı basın bile ona fena halde yükleniyor.
Meselâ ciddi İngiliz gazetesi Financial Times…
Yayınladığı geniş yorumda “Türkiye’deki sorunların kaynağı Erdoğan” diyor.
Bugün Türkiye’de, Başbakan Erdoğan’ın istifa etmesini isteyen çok sayıda insan var.
Bunların başında, CHP lideri Kılıçdaroğlu geliyor.
“Bu iktidarın artık meşruiyeti kalmamıştır. Erdoğan Başbakanlık koltuğunda oturamaz. Derhal istifa etmeli” diyor.

* * * *
Ancak, benim bildiğim Recep Tayyip Erdoğan, asla istifa etmez!
Kaşlarını çatarak ve gözlerinden kıvılcımlar fışkırtarak, bağıra bağıra konuşur, herkese meydan okumaya devam eder!
Onun lügatinde “istifa” diye bir kelime asla yoktur.
Nitekim bir süre önce, AKP Grup Toplantısı’nda “Avuçlarını yalarlar, avuçlarını” diye haykırmış ve şöyle devam etmişti:
“Bizi buraya millet getirdi, sadece ve sadece, açık söylüyorum, sadece millet götürür! Montaj kasetlerle milletin emanetini yere düşüreceğimizi zannedenler de ancak ham hayalle yetinir!”

* * * *
Bu konuşmadan sonra tüm AKP’liler, Başbakan’ı çılgınca alkışladı.
Neden onu böyle destekliyorlar?
Çünkü AKP demek Recep Tayyip Erdoğan demek.
Bakanlar, milletvekilleri, il ve ilçe başkanları, genel müdürler, hepsi onun ağzına bakıyor. Erdoğan giderse onlara da yol görünecek, AKP silinip gidecek! Bunu biliyorlar!
Erdoğan’ın çevresinde kenetlenmelerinin sebebi bu… Menfaat!
Son sözü sandıkta seçmen söyleyecek!
Siyaset bilgeleri şöyle diyor:
“Yolsuzluk iddialarına batmış bir iktidarın ayakta kalması pek mümkün değildir!”
Yerel değil, genel seçim havası var!
Halkın arasında dolaşmayı çok seven muhabir arkadaşlarım, yolda, kahvede, lokantada insanlara düşüncelerini soruyor, dertlerini dinliyorlar…
“Arkadaşım, ne diyorsun son durumlara?”
“Yolsuzluk ve rüşvet ülkeyi sardı. Birçok kişi küpünü doldurdu, biz ise ne haldeyiz?”
“Ya sen ne diyorsun çiftçi kardeşim?”
“Yerin dibine batsın sadaka gibi yardımlar… Bizi kandırıyorlar! Kendilerine şapur şupur, bize yarabbi şükür! Nedir o ceplerine attıkları milyonlarca dolarlar?”
“Sen emekli yurttaşım… Sen memur kardeşim… Sen ne diyorsun?”
“Açız, aç! Ay sonunu getiremiyoruz. Aç insan lâfla doymaz… Bunlar ise meydanlarda hep lâf söylüyor.”
“Ya sen işçi kardeşim?”
“Ben her şeye bozuluyorum. Hâlâ sefalet ücretiyle sürünüyoruz… Emeğimiz sömürülüyor! Hakça bir düzen istiyorum!”

* * * *
Üç aşağı, beş yukarı böyle konuşuyor insanlarımız…
Bu Pazar, sandığa gidiyoruz!
30 Mart, belediye seçimleri olmasına rağmen, ortalıkta bir “Genel seçim havası” var!
Bazı okurlarım da yazlıkları maillerde “Artık umudumuzu kaybettik” diyorlar…
Hiçbir zaman umutsuz olmayınız!
Her karanlık gecenin sonunda aydınlık vardır.
Kaybedilen para fazla önemli değildir. Kaybedilen namus çok şeydir. Kaybedilen umut ise her şeydir. Cesaretinizi ve umudunuzu asla yitirmeyin sevgili okurlarım…
Acele işe rüşvet karışır!
Ülkemiz rüşvet ve yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor.
İktidar ise, bu iddiaları araştıracağı yerde, yolsuzlukların üzerini örtme çabası içinde görülüyor!
Atalarımızın çeşitli sözlerini günümüze adapte ederek naklediyorum!

* * * *
- Her yiğidin bir rüşvet yiyişi vardır!
- Sakla rüşveti, zamanı gelince yersin!
- Yanlış rüşvet Bağdat’tan döner!
- Rüşvet rüşvete baka baka kararır!
- Rüşvetin sesi, uzaktan hoş gelir!
- Acele işe rüşvet karışır!
- Kumarda kaybeden, rüşvette kazanır!
- Rüşvet, rüşvetten üstündür.
- Rüşvet gelecek yerden tavuk esirgenmez.
- Adam olacak çocuk, rüşvet yiyişinden bellidir!
- Tatlı rüşvet, yılanı deliğinden çıkarır!
- Rüşvet ye, bağını sorma!
- Rüşvet yiyen kılıfını hazırlar!
- Rüşvet rüşveti çeker!
- Anlayana sivrisinek saz, anlamayana bu sözler bile az!
Günün Sözü
Yalnız Aptallarla Ölüler, Düşüncelerini Değiştirmezler!

***

Sayın Kılıçdaroğlu, Ey CHP’liler,

Sayın Kılıçdaroğlu, Ey CHP’liler,

Şahin Mengü,

Genel Yerel Seçimlere tam yedi gün kaldı, Pazar günü sandık başına gidiyoruz.
Böyle bir seçim, demokrasi tarihimizde hiç yaşanmadı.
Hiçbir muhalefet partisi, bugünküler kadar şanslı bir seçim yarışına giremedi.
Rahmetli Bayar’dan tutun, bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir muhalefet lideri, böyle bir şansı yakalayamadı; böyle lime lime dökülen bir iktidara karşı seçim yarışına giremedi.
İktidar üyeleri hakkında yolsuzluk, rüşvet, görevi kötüye kullanma, nüfus suiistimali ortalara döküldü.

Karşınızda rezil bir iktidar var.

Başbakan, kendisiyle ilgili sosyal medyada patlayacağı iddia edilen ses ve görüntülerin korkusu içinde, yönetimindeki medyada ön alırcasına “silikonla” kişilere bire bir benzeyenin yaratılabileceğini yazdırıyor ve hemen arkasından da sosyal paylaşım sitesi “Twitter”ı dünyaya meydan okuyarak kapatacağını söylüyor ve böyle bir karar aldırıyor.
Aldırıyor ama onun bu yasağını önce ülkenin Cumhurbaşkanı ve sonra kendi milletvekilleri tanımıyor ve deliyorlar.
Yani tam bir iktidarsızlık ve tam bir kepazelik hâkim.
Aynı zamanda ülke bölünmeye doğru süratle sürüklenirken, PKK’nın uzantısı olan siyasi partinin sözcüleri kırk bin kişinin katilinin bir sene sonra tahliye olacağını söylüyorlar.
AKP iktidarı ile böyle bir uzlaşmaları olmadan, bu sözü almadan, bunu söylemeleri mümkün değildir.
Yani sözün özü, CHP’nin karşısında, rezillikleri boylarını aşmış bir iktidar bulunuyor.

Tutarlı ve istikrarlı olmak gerekir.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, CHP’nin bu seçimden birinci parti olarak çıkması, olmadı, en az yüzde otuz beş oy alması gerekir.
Seçimlerden birinci parti çıkılmaz, oylar da yüzde otuz beşin altında kalırsa bunun tek müsebbibi partiyi yönetenlerdir.
Demokrasi tarihimizde hiçbir genel başkan bu kadar şanslı bir seçime girmemişti. Ne Ecevit’i, ne İnönü’sü ve ne de Baykal’ı.
Bu nedenle kimse çıkıp da, “Baykal kaç alıyordu?”, “Geçmişte ne olmuştu” diye savunma yapmaya kalkmasın.
30 Mart’ta alınacak oyların geçmişle mukayesesi mümkün değildir; zira hiç böyle bir iktidarla yarışmamışlardı.
Ayrıca, geçmiş dönemlerde düşük oy alınmış olması, bugün alınacak düşük oyu savunur kılmaz.
Aday belirleme sürecinde yapılan yanlışlar, parti üst yönetiminde Atatürk Milliyetçiliğini ırkçılık olarak niteleyen bir bölücünün bulunması, Cemaat’le iç içe olmak, Tunceli’de “Dersimliyim” deyip, Ankara’da “Bozkurt selamı vermek” tutarsızlığı, başarısızlığın sebebi olur.
Yani her şeyden öte tutarlı ve istikrarlı olunması gerekirdi.
CHP tabanı, insanların etnik kökeninin kendilerinin şerefi olduğunu, ama Türkiye’de bir tek halk olduğunu, onun da “Türk Halkı” olduğunu kabul eder. Onun dışında bölücülerin ağzıyla “Halkların kardeşliği”ni kabul etmez.
Muhalefet partileri halkta umut yaratmak zorundadır. Umut yaratmıyorsanız, seçmen tercihini etkileyemezsiniz.
Seçim meydanlarında, partinin yerel yönetimler politikasını anlatmanız ve ön plana çıkartmanız gerekir.
Miting meydanlarında herkesin bildiği, “dört bakan bir başçalan” lafı umut yaratmıyor. Hırsızlık, rüşvet, nüfus suiistimali, sokakta oynayan çocukların ağzında, başka şeyler söylemek gerekir, malumun ilanı kitlelerde heyecan yaratmıyor.
Miting meydanlarında gittiğiniz her yerde yörenin sorunlarını anlatacaksınız; aşı, işi anlatacaksınız; imar soygunlarının önüne nasıl geçeceğinizi anlatacaksınız; kent rantını nasıl vergilendireceğinizi anlatacaksınız.
Bölücülerin zekâsından değil, Gezi Parkı gençliğinin pırıl pırıl zekâsından istifade edeceksiniz.
Sayın Kılıçdaroğlu, bu kadar olumlu gelişen şartları, lehe çevirip yüzde otuz beşleri yakalayamıyorsanız, geçmişle mukayese yapmadan önce kendinizi sorgulayacaksınız.
Ey Cumhuriyet Halk Partililer, Türkiye’yi kurtarmak için önce Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurtarmak gerekir, siz de bunu unutmayacaksınız.

***

Laiklik Herkese Lazım,

Laiklik Herkese Lazım,

Tuna Kiremitçi


Bugünlerde iktidar yanlısı kalemlerin en bomba iddiası: “AKP giderse şeriat gelir, ona göre!”
Mesela Engin Ardıç açık açık yazdı bunu. Atılgan Bayar da Twitter’da epey dillendirdi.
Amacın, Atatürkçü kesimi korkutup AKP’nin yanına çekmek olduğu bariz.
Bu kardeşiniz saf bir kişi olduğundan, iktidarın laikliği aslanlar gibi savunduğuna inanmaya vallahi de hazır.
Sadece kafamın basmadığı bir nokta var. Laikliğin özü, dinin siyasete alet edilmemesi değil mi yahu?
Eğer öyleyse, durum biraz karışık. İktidar bu konuda pek çırpınmış sayılmaz çünkü.
Tam tersine, dini hassasiyetleri kullanarak epey prim yapmaya çalıştılar diye hatırlıyorum.
“Dindar nesiller” muhabbetinden “CHP camilerimizi yıktı” söylemine, oradan “minareler süngümüz” şiirine kadar.
Hatta bizzat müezzin tarafından yalanlanan “camide içki içtiler” iddiası bunun son örneği.
Başbakan’ın kankası Akit gazetesinin son on yılda yazıp-çizdiklerine zaten hiç girmeyelim.
Bunları bencileyin bir saftorik bile hatırlıyorsa herkes hatırlıyor demektir.
Peki şimdi ne oldu? AKP’li arkadaşlar neden “laiklik elden gidiyor” muhabbetine daldılar? 
Ani bir aydınlanma sonucunda Atatürk devrimlerinin anlam ve önemine mi vakıf oldular?
Yoksa “dün dündür, bugün bugündür” diyen Demirel bir siyaset bilgesi miydi?
Hemen söyleyeyim, bu satırların yazarı dinin süper bir şey olduğuna tüm kalbiyle inanmaktadır.
Sadece İslam değil, hatta sadece semavi dinler de değil, tüm dinler süperdir bence.
Çünkü hepsi de Marx’ın deyimiyle “ruhsuz bir dünyanın ruhu, vicdansız bir dünyanın vicdanı”dırlar.
Bunu anlamak için Noel zamanı Montparnasse’da ya da Ramazan’da Fatih’te takılmak yeter.
İnsanlar gönül bağlarını hatırlar, bir pozitif enerji patlaması sarar sarmalar herkesi.
Meditasyon yapan bir Şaolin rahibinin zihin berraklığı, her türlü mutluluğun ötesindedir. 
Ama siyasete alet edersen din din olmaktan çıkar, “kitlelerin afyonu” olur.
Sonra da günün birinde bunu senden daha iyi yapan birileri çıkar. O zaman ayıkla pirincin taşını!
Atatürk cumhuriyeti de zaten bu yüzden laikliği düstur bellemiş. Yoksa keyfinden değil!
Son on yılda laikliği savunanlar hep aşağılandı. Onların itibarıyla, ekmeğiyle, özgürlüğüyle oynandı.
Ama pirimiz Yunus Emre ne demiş? “Biz kimseye kin tutmayız, kamu alem birdir bize.”
Son yaşananlar bazı arkadaşlara laikliğin kıymetini hatırlattıysa ne âlâ. 

Sonuçta her şerde bir hayır var!


***

Bir şey mi yapacaksın Kemal ? Evet Paşam bir şey yapacağım


‘Bir şey mi yapacaksın Kemal?’ ‘Evet Paşam bir şey yapacağım’


Orhan Bursalı
obursali@cumhuriyet.com.tr

Doğum günümüzün 100. yıldönümü kutlu olsun. O her yönüyle büyük adamın Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs 1919, Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcı kabul edilse de, “Bir şey yapmak..” kararlığı ve inancının, Atatürk’ün aklında en ölümcül bir şekilde yer etmesi ile başlıyor Kurtuluş.

Memleketi, vatanı kurtarmak, Atatürk’ün hayatına bütünüyle yön veren temel düşüncedir. Parça parça İmparatorluğun neredeyse tüm cephelerinde çarpışmış, ama hep kendi düşüncesini ve kişiliğini heykel gibi inşa etmiş bütünüyle lider bir insandan söz ediyoruz.
Zamanın hep doğru anını bekledi Atatürk.
Hayır bu tam doğru değil, doğru zamanı, anı, bizzat yaratmaya her zaman çaba gösterdi, buna cesaret etti.. Gerektiğinde İstanbul’a meydan okudu, isyan etti..

***

Yıldırım Orduları Başkomutanlığı lağvedildiğinde döndüğü İstanbul’daki 6 ay boyunca, Samsun’a yola çıkışın kozasını, ağlarını ördü. Çıkacağı yer Samsun olmayabilirdi, ama mutlaka Anadolu olacaktı.
Anadolu’ya çıkacaktı, ama Anadolu’yu toparlayacağı mümkün olan en büyük imparatorluk - padişahlık, hükümet yetkisiyle..
Bu yetkiyi, Kurtuluş Savaşı’nı başaracağı ve sonunda, çürümüş, kendisinin ve tahtının varlığını İngilizlere teslim olmakta bulmuş Padişahlığı yıkacak bir silaha dönüştürecekti.

‘Evet paşam bir şey yapacağım.’

Ordu Müfettişi olarak, Samsun’a gönderilme kararında aslında İngiliz işgal kuvvetleri rol oynamıştı. İngilizler Samsun ve çevresinde Rumlara yönelik saldırıların artarak sürdüğünü, ve bu durumun engellenmesi gerektiğini Padişah’a bildirmişlerdi; İzmir’i işgal ettiren İngilizler Samsun’dan da Anadolu’yu işgal sinyalleri veriyordu.
Mustafa Kemal, İngilizlerin de İstanbul’da bulunmasından korktukları bir askerdi. Babıali, kafa kafaya vermiş ve Mustafa Kemal’i Samsun ve çevresinde huzuru sağlayabilecek ve İngilizleri memnun edecek komutan olarak seçmişti. Hem böylece Kemal’den de kurtulmuş olacaklardı.
İngilizler şikâyet ve tehditleriyle, aslında Mustafa Kemal’e Samsun’un, Anadolu’nun ve Kurtuluş Savaşı’nın yolunu açacaktı.
Atatürk her durumda Anadolu’ya çıkmaya hazırlanıyordu. İstanbul’da bulunduğu 6 ayını Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak büyük ağı kurmakla geçiriyordu.
Samsun’da huzuru sağlama önerisi bulunmaz bir fırsattı ve üzerine atladı Atatürk. Ayrıca hangi yetkilerle Samsun’a gideceğine ilişkin yetkilendirme belgesini de hükümette - devlette var olan vatansever arkadaşlarına bizzat yazdıracaktı. Bunlardan biri Kazım İnanç Paşa’ydı.
Paşa’ya yetki belgesine onların istediğini yaz, fakat şu iki maddeyi de ekle, diyecekti. İnanç Paşa gülerek soracaktı:
- Bir şey mi yapacaksın..
- Kulağını bana uzat, evet bir şey yapacağım, bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım.
- Vazifemizdir, çalışacağız..

***

Benzer bir diyalog, yola çıkmadan önce davet edildiği Sadrazam Konağı’ndaki yemekten sonra, beraber çıktığı Cevat Paşa ile aralarında geçer. Konak’tan çıkmışlar, kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru yürümekteler.
- Bir şey mi yapacaksın Kemal.
- Evet Paşam bir şey yapacağım.
- Allah muvaffak etsin!
- Mutlaka muvaffak olacağız.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine evrenin ışıkları Samsun’da doğacaktı.
Atatürk, zamanın en doğru anını yakalamış ve bu anı hazırlamıştı.
Atatürk, silah arkadaşları ve Anadolu halkıyla Kurtuluş Savaşı’nı yapacaktı.



***

Dolmabahçe Palas

Dolmabahçe Palas


Afet Ilgaz


Cumartesi sabahı şimdi palas olan Dolmabahçe Sarayı’nda gazetecilere verilen kahvaltı sonrası duruma bir göz atan ve konuları özetleyen gazetecileri dinlerken aklıma şu geldi: 

Erdoğan’dan önce Atatürk’ten sonra her hangi bir devlet adamı, başkanı Dolmabahçe Sarayı’nda ofis açmayı düşünmüş müdür. Hafızam beni yanıltıyor mu acaba öyle bir örnek var da hatırlamıyor muyum?

Mesela Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz, Demirel, daha öncekilerinden Menderes, Celal Bayar... Sıra Ecevit’e geldiğinde gülmeye başladım. Oran’daki bahçeli evinde oturup, Rahşan Hanım’ın çayını içerek ve kedilerinden söz açarak yaşamak ona daha zevkli gelmekteydi. Bunu aklından bile geçirmediğinden eminim.
İnönüler Pembe Köşk’te, Demirel Güniz Sokak’ta, Tansu Çiller Yeniköy’deki yalısında otururdu ve çalışmak için de başka bir yer aramak, seçmek akıllarına gelmezdi, özellikle bir saray akıllarına bile gelmezdi. Hiç öyle bir vak’alarına rastlamadık. Başbakanlık makamı yeteri kadar elverişli ve gurur vericiydi herhalde.

***
Konuşmalar ise bomboştu öğrendiğim kadarıyla. TIR’ın Türkmenlere gittiği ama aslında Türkmenlere gitmeyen kapıdan geçtiği o kadar belliyken bunda ısrar edildi. Savcı Akkaş tekrar tekrar hedef gösterildi. Ama Bilal’in niye çağrıyı kabul etmediğine dair makul bir açıklama yoktu. Yargıyı eleştiriyor ama yargıya uymayan oğlunu eleştirmiyor.

***
Adana savcısının raporu da bir çığlıktı.
“Herkes gitti, kurbanla ben yalnız kaldık”  diyor.
Jandarma, Başbakan hiyerarşi falan diyor ya, komutanından erine kadar hiyerarşiye uymak şöyle dursun kaçıştılar. MİT’in adamları, polisler, vali ve diğer savcılar, daha ne yazayım, hepsi hiyerarşi miyerarşi tanımadan dağılıp gidiyorlar. Adana savcısı bunlara karşı. Yine de yaptığı iş tebriğe değerdi. Tutanak tuttu ve direndi. 

***
Yeni gelen bakanlar da işin kolayına kaçıyorlar. Bir tanesi demeç vermeye kalktı, milli iradeden başka laf edemedi. Ve konuşması aynı hafiflikte ve kolaylıkta devam etti.
Devlet Bahçeli, Bilal’in vakfı için hanedanın vakfı diyor ya tam yerine oturuyor. 
Atatürk’ten sonra “saray, palas oldu.” 
* Palas; yabancı dillerde saray demektir. Türkler bunu, mizahla karışık, saray olmayan ama olmaya özenen yerler falan için kullanırlar.


***

Konsometris Gazeteci,

Konsometris Gazeteci!

Necati Doğru,

Baktım da gençlik yıllarımı hatırladım. Büyüyüp, benliğime kavuştuğum Adana’da o yıllarda pamuk hacıağalarının, buğday tüccarlarının, küncü (susam) ve karpuzun iyi para yaptığı yıllarda tarla sahibi para babalarının gittiği gece pavyonları vardı.
Pavyonlar akşam dolardı.
Sabah 03:00’te boşalırdı.
Çukurova’nın güç ve kudret sahipleri gerilim atmak, öfke boşaltmak, derdini dökmek, rahatlamak için konsomatris kızlara koşardı.
Zennube sahne alır.
İbrahim Tatlıses türkü söyler.
Para babası kızar.
Anlatır, öfkelenir.
Gerilimini kusardı.

* * *
Konsomatris kızın işi bu; para sahibinin kızdığına kızar, küfür ettiğine küfür eder, öfkelendiğine öfkelenir, yarı çıplak gece elbisesi içinde İskenderun Soğukoluk’ta öğrendiği seksi kıvrak dişi figürler yaparak ve memesi ile kalçalarını elleterek hacıağaları memnun ederdi.
Baktım da…(!)
Konsomatris kıza benzettim.
Önceki gün Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde basın toplantısına özel davetli çağırılan 47 gazeteci-yazar (bunların 7’si akademisyen tüccar) Adana pavyonlarının konsomatris kızları gibiydiler.
Tam 4 saatlerini verdiler.
Başbakan’ın öfkesini aldılar.
Kızgınlığını emdiler.
Stresini boşalttılar.
Yazarlıklarını ellettiler.
Gazeteciliklerini okşattılar.
Başbakan’ı rahatlattılar.
Türkiye yolsuzluktan, rüşvetten çürümüştü. Başbakan, yolsuzluk ve rüşveti örtmek için baskı ve yalanı kullanan bir gücü temsil eder olmuştu. Adalet çökmüş, savcı polisin esiri yapılmış, dosyalar rafa kaldırılmış, belgeler, kanıtlar karartmaya alınmış, ülke ciddi bir ekonomik ve adalet (hukuk) krizine yelken açmıştı. Türkiye bodoslama sivil dinci diktatörlüğe gidiyordu. Bu 40 gazeteci yazar ve

7 Akademisyen tüccar, Başbakan’a halkın merak ettiği 1 tek soruyu dahi sormadılar.

* * *
Dün teşekkür ettin.
Bugün inine gireceğim dedin.
Dün altına zırhlı araba verdin.
Bugün kumpasçı savcı dedin.
Dün Hoca Efendi diye sarıldın.
Bugün paralel devlet dedin.
Dün rüşvet almaz o dedin.
Bugün kutu işi yanlış dedin.
Dün benim bakanım temiz diyordun.
Bugün rüşvetçinin uçağına bindirdin.
Umreye günahtan arınmaya gönderdin.
Dün hortumları keseceğim dedin.
Bugün öz oğlunu adaletten kaçırdın.
Bunun gibi milyon tane soru var.
Konsomatris olmayan gerçek bir gazeteci 47 kişilik davetliler arasında olsaydı; bu soruların cevabını, halk merak ettiği için, Başbakan’a sorar, sonra gazetesinde yazar, TV’sinde halka anlatırdı.

* * *
Dolmabahçe’de gazeteci- yazarlığı “Başbakan’ın konsomatrisliğine” dönüştürdüler. Toplantıya katılanlardan biri olan Ali Bulaç; “…(!) Beni dehşete düşüren, toplantıya katılan gazetecilerin ve köşe yazarlarının Sayın Başbakan’ı bir tür tahrik etmeleri, şahin bir dil kullanmaları…” oldu diye yazdı.
Aynı konsomatrisler gibi.
Güç sahibini rahatlatacak.
Gazeteciyim diyor.
Yaptığı konsomatris figürü!

Yazdığımız gibi!

Başbakan’ın Dolmabahçe Ofisi’ndeki toplantıya Star Gazetesi’nden 11, Yeni Şafak’tan 7, Sabah’tan 5, Akşam’dan 4, Yeni Akit’ten ve Türkiye’den 3, Zaman’dan 2, Hürriyet, Milliyet, Habertürk, Vatan ve Takvim’den 1 gazeteci yazar katıldı. Niçin Star’dan 11 kişi? Star Gazetesi en az okuru olan gazete olmasına rağmen son 3 yılda devlet bankaları ile devlet ağırlığı olan şirketlerden en yüksek reklam akıtılan gazete oldu. Her halde bunun için 11 kişiyle Dolmabahçe’ye doluştular. Gör beni, göreyim seni yapılarak “konsomatris gazeteciliğin” yaratıldığını ben size 23 kasım 2013 günü bu köşede “Pis Mucize” başlığıyla yazmıştım. Dolmabahçe toplantısı bu yazıma ilave bir kanıt oldu.



***

Dualarla Kurulan Devlet….

Dualarla Kurulan Devlet….

Ahmet Cemal,

Sayın Başbakan, yılbaşı nedeniyle yaptığı “Millete Sesleniş” konuşmasında: “Bu devlet, dualarla kurulmuştu…” dedi.
Sözünü ettiği, yirmili yılların başında Ankara’da “dualarla” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ydi. 
Ancak Sayın Başbakan, tarihe de indi. Yine “dualarla” kurulmuş olan Selçuklu İmparatorluğu’nu ve Şeyh Edebali Hazretleri’nin ettiği duaların gücüyle vücut bulan Osmanlı İmparatorluğu’nu da andı. 
Bir “Millete Sesleniş” konuşması çerçevesinde verilen bu kısa tarih dersinin Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bölümünde, “Milli Mücadele”den ve “Mustafa Kemal” adından söz edilmesine gerek duyulmamıştı. 
Çünkü önemli olan, dualardı. 
Tıpkı “Tanzimat Fermanı” diye de anılan “Gülhane Hattı Hümayunu”nun da ruhu gibi.
1839’da yayımlanan ve bir padişah fermanı niteliğini taşıyan Gülhane Hattı Hümayunu’nun ilk paragrafı, aynen şöyledir: “Yüce devletimizin, kuruluşundan beri Kuran ve şeriat ilkelerine uygunluğundan saltanat güçlü, halk da mutlu olmuştur. 150 yıldan beri ise bunun tersi yapıldığından zayıflık, yoksulluk ve çöküş baş göstermiştir. Oysa şeriat kurallarına uymayan devlet payidar olamaz.” 
Yukarıdaki paragrafta sözü edilen 150 yıl, Osmanlı’nın hızla yükselen Batı karşısında giderek artan bir hızla gerileyişinin iyice belirginleştiği zaman dilimidir. Tanzimat Fermanı’nda bu gerileyişin nedeni olarak “şeriat kurallarına uymamak” gösterilir. Buna karşılık aynı zaman dilimi içerisinde Batı’nın bilimsel devrimini tamamlayışından, Osmanlı’ya teğet bile geçmeyen bütün bir Aydınlanma Hareketi’ni yaşayışından, iktidar olgusunu bütünüyle laik yörüngeye oturtmasından hiç söz edilmez. 
Sonuç, böylesine yoğun bir akıl ve mantık tutulması yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun kaçınılmaz yazgısına sürüklenmesi, yani çok doğal bir yıkım sürecine girmesi olur. 
1839’dan 175 yıl sonra, bir zamanların Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, “Devletin dualarla kurulduğunu” söyleyebilmektedir. Öte yandan bu devletin Büyük Millet Meclisi’nin Sayın Başkanı Cemil Çiçek ise son on yılda bu dualara eklenen ve yalnızca Cumhuriyetin tarihinde değil, fakat bugün yaşadığımız toprakların bütün tarihinde bir eşine daha rastlanmamış yolsuzluklarla ve bunları örtbas etme çabalarıyla varılan noktayı “yargının bağımsızlığı ölmüştür”, “kuvvetler ayrılığı bitmiştir”, “Meclis işe yaramaz hale gelmiştir” ve “sabahlara kadar kanun çıkarıyoruz ama hiç uygulamıyoruz” şeklindeki saptamalarla dile getirmiştir. 
Cumhuriyetimizin tarihinde bir Meclis başkanının böyle uyarılarda bulunma gereği duyduğuna ilk kez rastlanmaktadır. Peki, bu uyarıların gereğini yerine getirmek için acaba hangi duaları etmemiz tavsiye olunur?  


***

Hangi Milletin İradesi?

Hangi Milletin İradesi?

Arslan Bulut


Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, “Sivas Kongresi’nden beri biliyoruz ki milli iradeyi hâkim kılmak esastır. Bugün de milli iradeye tuzak kurmak isteyenler var. Onlara, ’bu ülkenin tapusu da, bu ülkenin sahibi de millettir ve milletin iradesidir’demek lazım” dedi. 

AKP’nin bir bakanı için ülkenin tapusunun millete ait olduğunu hatırlamak önemli bir gelişme! Hani, ülkenin stratejik kuruluşlarının ve tarım arazilerinin satılmasına karşı yapılan eleştiriler üzerine AKP’li Maliye Bakanı “Babalar gibi satarım” diyordu ya… Tayyip Erdoğan da “ülkemi pazarlıyorum” diye konuşuyordu. 

İstanbul’da her yıl Tayyip Erdoğan başkanlığında toplanan ve dünyanın en güçlü şirketlerinin başkanlarından oluşan “Yatırım Danışma Konseyi”, o yıl Türkiye pastasından hangi dilimi alacaklarını konuşuyor ve alınan kararlar uygulanıyordu. Sonunda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, “Sata sata bitiremedik” lafını bile kullanmıştı! 

AKP’nin çıkardığı yasaların çoğunluğu küresel sermayenin önündeki engelleri kaldırmak içindi! Bunun için Yatırım Danışma Konseyi toplantılarında küresel şirket yöneticileri, taleplerini Başbakan Tayyip Erdoğan’a bildiriyor, o da bu taleplerin kısa zamanda yasalaşmasını sağlıyordu.. Zaten IMF ve Dünya Bankası uzmanları ile çıkarılacak yasaları görüştüklerini ve anlaşmaya vardıklarını da Tayyip Erdoğan resmen açıklamıştı. 

Kaldı ki AKP sadece ekonomik değerleri satmakla kalmamış, Türk milliyetçiliğini de ayaklar altına aldığını Başbakan’ın ağzından ilan etmiştir. Yine Türk adını her resmi belgeden silmek AKP’nin işi değil midir? 

Milletin adının bizzat Başbakan tarafından silinmek istendiği yerde hangi milletin iradesinden söz ediyor AKP sözcüleri? İbrahim milletinden mi? Türkiye milletinden mi? Böyle millet mi olur; böyle bir topluluğun iradesi mi olur? 

***
Onur Öymen, son günlerde yaşanan hukuk skandallarını hatırlattıktan sonra yakın tarihten bir örnek veriyor: 
“1933 yılının sonlarında Hitler’in Nazi Partisi’nin milis gücü konumundaki S.A.’lar polisin ve yargının denetiminden çıkartıldı, Prusya Adalet Bakanı suç işleyen S.A. mensuplarıyla ilgili soruşturmaları durdurdu. Daha önce mahkûm edilen S.A. üyelerinin affını sağladı. Disiplinsizlik suçları yargıda değil, örgüt içinde çözülecekti. Ayrıca, 10 Şubat 1934 tarihinde bir yasa çıkartılarak gizli polis örgütü Gestapo da yargı denetiminin dışına çıkartıldı.
1936 yılında Adalet Bakanı Hans Frank ‘Hâkimin görevi kurallara veya uluslararası normlara uymak değildir… Hâkimin görevi Nazi Partisi’nin programına ve liderin konuşmalarına göre hukuk kaynaklarını yorumlamaktır’ diyordu.”
Bugünkü Türkiye’de ise hâkim ve savcıların görevinin, AKP liderinin emir ve talimatlarını uygulamak olduğu sanılıyor.

***
Bu Gidişin sonunun ne olacağını ise Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanı Osman Pamukoğlu söylüyor:

“Artık seni kimse kurtaramaz. Abbas topla bohçanı, yolun sonu göründü. Oyun bitince şah da, piyon da aynı kutuya konur. Bu memlekette hükümet edenin ve hükümet ettiğini sananların halleri, suda ve bataklıkta boğulmak üzere olanların aynısı.. Suya düşen panik halinde çırpınma sa, bataklığa saplanan, hezeyanla debelenme se, ne suyun ne de bataklığın dibini boylarlar. Sonunda hesap günü de gelecek ve daha o gün gelmeden yanında ne kadar siyasetçi, ne kadar bürokrat, ne kadar iş adamı, ne kadar besleme basın varsa, hepsi arazi olacak…” 
“ Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim ” demiş Cervantes... Tayyip Bey’in sadece basındaki arkadaşlarına bakarsak kim olduğu ortaya çıkıyor! Yasin El Kadı, Sami Offer gibi iş dünyasındaki arkadaşlarının avukatlığını da bizzat kendisi yapmak zorunda kalıyor. 


***

İyiyiz Anacığım,

İyiyiz Anacığım,


Teoman Alili,


Ergenekon davası tutuklusu önderlerimizden Mehmet Bedri Gültekin'in annesi ağır hastalanmış. Tunceli yiğidi Bedri abimizin anasının da hasta yatağında bir fotoğrafını gördük hasta ama tunç bir kadın. Silivri'den ring aracıyla getirilen Bedri Gültekin'i karşılayanlar arasında Hıdır Hokka'da vardı. İşgüzar görevliler kollarından çekiştiriyor Bedri abiyi ama susturmak ne mümkün 'yıkılıyorlar' diyor, O çok daha iyi görüyor bizden. Arkadaşı Hıdır işgüzarlara çıkışıyor arkadaşının hemen yanında. 

Anamızın sorusu

Bir fotoğraf karesi: Bedri abi anasının ellerini tutuyor, anamız bir cümle söylüyor: 'Doğu Perinçek ve arkadaşları nasıl' işte bu soru Bedri abi gibi evlatlar yetiştirenlerin cümlesi. Ben değil, biz diyebilenlerin hal hatır sorusu. Varsın evladı yıllardır mahpus olsun O ana davayı sorar, davanın neferlerini ve arkadaşları. Öyle analardan doğan evlatlar yenilir mi sizce? Ne mümkün! Nefes zorluğu çeken anamız, oğlunun elini tutarken ilk nefeste bizi sual etmiş. 

Az kaldı be anam

Bizi sual etmiş dedim çünkü o sorunun muhataplarından biriyim, Doğu Perinçek'in arkadaşlarındanım. (Ben de) Bedri abi gibi, Turhan abi, Erkan abi, Hikmet abi, Hasan komutanlar gibi, diğer komutanlar gibi ve Deniz gibilerdenim. Doğu Perinçek'in arkadaşlarından. Anamızın sorusunu muhattap aldım ve cevabı veriyorum herkesin önünde... İyiyiz anacım çünkü birbirine düştü haramzedeler, duanın hayrını bilmeyenler bedduaya sarılır oldular. İyiyiz anacım, duvarlarda kocaman gedikler açıldı, demirciler asıldı körüklere arkadaşlar yine deldi dağları. İyiyiz anacım az kaldı bebelerin donmadığı güzel ülkeyi kurmaya az kaldı hesap sormaya. Ellerimizi tuttun hepimizin ve sordun nasıl olduğumuzu ya şimdi daha sıcak avuçlarımız ve güç biriktirdi son şanlı sille için.  


***

SADECE ‘ÇETE’Yİ ÖĞRENMEDİK

SADECE ‘ÇETE’Yİ ÖĞRENMEDİK


Mehmet Tezkan,


Başbakan bir grup gazeteciyle yaptığı toplantıda..
‘Her şerde bir hayır vardır. Halkın söz konusu paralel yapılanmayı tüm yönleriyle gördüğünü, bunun önemli bir kazanım olduğunu’ söylemiş..
Söylentisi vardı.. Uzun süredir otonom yapıdan, yatay ilişkiler ağından söz ediliyordu..

İddialar çok büyüktü..

Ama ne olduğu, kimler oldukları konusunda elimizde fazla bilgi yoktu..
İlk kez Başbakan’ın ağzından duyduk..
İlk kez emniyet içinde büyük çaplı bir görevden alma operasyonuna tanık olduk.. Bine yakın polisin yer değiştirildiği veya merkeze alındığı söyleniyor..
Başbakan yargı boyutuna da işaret ediyor.. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şahin ‘Yargıtay İmamı’nı gündeme getirdi..
Kim olduğunu bildiğini söyledi..

Dehşet verici!..
*
Merak edilen şu.. İktidar, 17 Aralık’tan önce böyle bir yapılanmadan, paralel devletten, çeteleşmeden haberi yok muydu?
Başbakan ‘Halkın paralel yapıyı tüm yönleriyle gördüğünü’ söylüyor da kendi ne zaman gördü?

İktidar ne zaman öğrendi?

17 Aralık’ta mı?

Daha önce mi? Bir yıl, iki yıl, beş yıl önce mi?
Ne zaman?
Bu soru mutlaka cevabını bulmalı.. İktidar kendinden önceki iktidarın o görevlere getirdiği polisleri görevden almıyor.. Kendi atadığı polisleri görevden alıyor..
Eğer onlar çeteyse iktidar atarken bilmiyor muydu?

*
Bir de şu var..
Halk sadece paralel yapılanmayı tüm yönleriyle görmedi.. Yolsuzluk ve rüşveti de gördü..
Bu da önemli bir kazanım..
Başbakan bu konuya girmeye niyetli değilmiş.. Yeni Şafak’ta Ali Bayramoğlu şu satırları yazdı..
“Toplantıda bir kez daha, tüm sorulara, eleştirilere ve zorlamalara rağmen Başbakan’ın krizdeki ‘yolsuzluk boyutu’nu tartışmaya, açmaya didiklemeye kapalı olduğu ortaya çıktı”

Sebebi de şuymuş..

“Anlaşılıyor ki, Başbakan bu konuda vereceği en küçük tavizin ve de içe dönük eleştiri ve sorgulamanın bu krizde ve seçimlere doğru aleyhine olacağını düşünüyor”
Bana öyle geliyor ki, Başbakan açmamaya çalışsa da seçim meydanlarının önemli konusu olacak.
Muhalefet 30 Mart’a kadar dilinden düşürmeyecek.
Kayak tutkunu savcılar 
Başbakan’ın hedefinde rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını yürüten savcılar da vardı..
Biri şüpheliye; ‘iki dakika süren var, anlat da çık’ demiş..
Başbakan bu ne biçim savcı diyor..
Bir başkası sorguladığı kişiye ‘gelsin şimdi sizi efendileriniz kurtarsın’ demiş..
Bu konuda Başbakan yerden göğe haklı..
Savcılık iddia makamıdır ama hakaret makamı değildir..
Savcı suçlar ama psikolojik işkence yapamaz..
Yaparsa o ülkede haktan, hukuktan, adaletten söz edilemez..

*
Başbakan operasyon öncesi bir savcının 22 defa yurtdışına gittiğini söylemiş.. Çarpıcı bir durum..
Bir savcı için sıra dışı durum..
Nerelere gittiği, kimlerle gittiği de önemli..

*
Başbakan’ın bu eleştirilerini anlıyorum.. Anlamadığım şu.. Başbakan savcıları eleştirirken ‘kayak tutkunu savcılar’ olduğunu söylemiş..
Kayak yapmak suçmuş gibi..
Kayak tutkunu olmak ayıpmış gibi..
Savcıların, hâkimlerin kayak yapma hakkı yokmuş gibi..
Türkiye’nin önemli bir sorunuymuş gibi..
Soruşturmaya sebepmiş gibi..
Seçmen oyunu neye göre veriyor?
Vatan’da Güney Öztürk ABD’li psikolog Maslow’un 1945 yılında ortaya attığı beşli piramit tezini gündeme getirmiş..

Soru şu: Seçmen oyunu neye göre veriyor?

İlk iki basamakta yer alanların önemsediği şey; ekonomik endişeler, güvenlik ihtiyacıymış.. Başka şeyle ilgilenmiyorlarmış..
Bir üst basamağa çıkılınca sağlık konusu gündeme geliyormuş.. Tabii eğitim de..
Oyunu belirleyen faktörler bunlarmış..
Piramidin dördüncü seviyesinde saygınlık arayışı varmış.. Özgürlük, bağımsızlık, takdir edilme, statü, itibar görme..
Oy verme tercihlerinde bu kriterler rol oynuyormuş..
En üst seviyede ise bütün bu sorunlarını çözen seçmen yer alıyor.. Onların kriterleri ise şunlar; daha fazla özgürlük, demokrasi, yolsuzluk, çevre, hava kirliliği, verimlilik, ekonomik büyüme..

*
Bu çerçevede 2013 Türkiye’sinin profiline bakın.. Bakın bakalım ne sonuçlar çıkaracak?


***

Kumpas Kime Kuruldu?

Kumpas Kime Kuruldu?


Erol Manisalı,


Başbakan başdanışmanının cemaati, “Ergenekon ve Balyoz aracılığı ile TSK’ye kumpas kurmakla suçlaması” bir milat niteliğindedir. 
Çünkü içinde, TSK’den başka pek çok şeyi de barındırmaktadır. Ergenekon ve Balyoz’u bir kumpas aracı olarak gördüğümüz zaman kurgulanan oyunun hedefinde daha başka pek çok şey vardır; 
-Atatürkçü ve Cumhuriyetçilere karşı kurulan oyun...
-Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne karşı düzenlenen bir operasyon... 
-Demokrasiye ve çağdaş değerlere karşı bir kurgunun da beraberinde düşünülmesi gerekenlerdir.

İktidar ve cemaat, en azından 2003-2009 döneminde, kurgulanan operasyonların aynı tarafında bulunuyorlardı. Bu birliktelik gerek uygulamada, gerekse her iki tarafın söylevlerinde net bir biçimde görüldü ve yaşandı.
Peki ne değişti de Cemaat kumpasçı oldu?

-AKP mi değişti? Otoriter ve totaliter bir yapılanma içine girerek cemaate karşı cephe mi aldı?
-Kürdistan sorunu (ve Kürdistan) üzerindeki iç ve dış hesaplar mı değişti? AKP açısından bu olamaz, açılımlar konusunda ellerinden geleni yaptılar ve bütün kapıları açtılar.
-ABD’nin hesaplarında revizyona mı gidildi?
-Yoksa AKP üst yönetiminin İslami derinliklere saplanmasından rahatsız olanlar mı vardı?

-Ya da bunların hiçbiri geçerli değilse, “ikisini birbirine kırdırıp” daha rahat at oynatmak isteyenler mi ortaya çıktı?

Öyle anlaşılıyor ki “yerel, bölgesel ve küresel aktörler arasındaki etkileşim” tek yönlü çalıştığı için bu tür beklenmedik sonuçların(!) ortaya çıkması kaçınılmazdır.
AKP iktidarı da cemaat de “sistemin edilgen öğeleridir”. Gerektiği zaman işbirliği yaptıkları gibi kavga da ettirilebilirler. Bunları “doğal” karşılamak gerekir.
Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz  Yalçın Akdoğan’ın bugün “keşfettiği” kumpas aslında çok önceden kurgulanmıştı. Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz birbirine endekslenmiş ve birbirini tamamlayan öğelerdir.
“Ergenekon ve Balyoz operasyonları (kumpasları) olmasa Kürdistan’ın oluşmasında bu noktaya gelebilir miydik” değerlendirmesini yapanlar sadece iktidarın kimi yöneticileri değildir; Fırat’ın doğusunda bu ifadeye gönülden inanan çok büyük bir çoğunluk bulunmaktadır. 
Kumpasın mağdurlarından, “Silivri’yi görmüş, kumpas sonucu kanser bile olmuş bir mağdur akademisyen olarak” olayların nasıl kurgulandığını iliklerimde hissetmiş ve yaşamış bir insanım. Halen de yaşamaktayım. 
Aslında Yalçın Akdoğan daha 10 yıl önce, kurulmakta olan kumpası farkında olmadan televizyon kanallarında ifade etmişti. “Bizim Batı ile taleplerimiz 200 yıldan beri ilk defa örtüşüyor” demişti.
Ben de 16 Ocak 2004’te Bıçak Sırtı köşemde kendisine nelerin örtüştüğünü sormuştum(*). Dolayısıyla, Yalçın Akdoğan’ın“Kumpas” ı keşfi yeni değildir; 10 yıl öncesinde bu gerçeği görmüştür! 
Kumpas oyunları bu coğrafyada hep oynanageldi. Önemli olan şudur: Siz oynayan mısınız? Yoksa sizin üzerinizde başkaları mı oynuyor? Bütün mesele budur. 

(*) 16 Ocak 2004, 
Bıçak Sırtı, 
Cumhuriyet 


***


Kumpas Mağduru Hakimler sivil yargıya

Kumpas Mağduru Hakimler sivil yargıya




Oya ARMUTÇU
30 Temmuz 2017 06:56

HAKİMLER ve Savcılar Kurulu (HSK) 1. Dairesi, önceki gün yayınladığı üç ayrı kararnameyle, kapatılan askeri mahkemelerde görev yapan 65 hakim ve savcıyı sivil yargıya atarken, ihtiyaç nedeniyle adli yargıda 40, idari yargıda 5 hakim ve savcının da görev yerini değiştirdi.

Kararnamede, FETÖ/PDY'nin Askeri Yargı İddianamesi'nde kumpas mağduru olarak adı geçen İzmir Askeri Casusluk Davası'nda beraat eden hakim Yarbay İsmail Volkan Şahin Ankara Hakimliği'ne, askeri hakim Özcan Celep de Hatay Hakimliği'ne atandı. 40 kişilik Adli yargı kararnamesinde ise Bakırköy Hakimliği'ne atanan Recep Uyanık dikkat çekti. 2014'te İstanbul 4. Sulh Ceza Hakimi olan Uyanık, 17 Aralık soruşturması sırasında eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan'ın malvarlığı üzerindeki tedbiri kaldırmıştı. 

CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU'NA BERAAT İSTEYEN SAVCI

Ankara Cumhuriyet Savcısı İsmail Yalçın ise Ankara Batı (Sincan) Cumhuriyet savcılığına atandı. Yalçın geçen yıl dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin yasanın yürürlüğe girmesiyle CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu hakkındaki SSK Genel Müdürü'yken görevi kötüye kullanma iddiasıyla açılan davada beraat istemişti. Kılıçdaroğlu hakkında 2000'de açılan dava, 2002'de milletvekili seçilmesinin ardından 2003'te durdurulmuştu. 

HSK Genel Kurulu'nun dünkü Resmi Gazete'de yayımlanan kararıyla da aralarında 15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ'nün Hava Kuvvetleri İmamı firari Adil Öksüz'ü serbest bırakan hakim Çetin Sönmez'in de bulunduğu 67 hakim savcının ihraçlarına yeniden inceleme talepleri kesin olarak reddedildi. HSK hakim ve savcıların Nisan 2017 terfi sonuçlarını da açıkladı ve 2 bin 467 hakim ve savcının dereceleri yükseldi.

Oya ARMUTÇU

https://www.memurlar.net/haber/684286/kumpas-magduru-hakimler-sivil-yargiya.html

***

Yargıya Kumpas Kurulduysa,

Yargıya Kumpas Kurulduysa, 


İsmail Şahin,




Başbakan’ın en güçlü yanı “değişim” e karşı gösterdiği uyum. Ne kendini, ne de ülkeyi değiştirirken hiçbir sıkıntı çekmiyor; yüksünmüyor, komplekse girmiyor, gocunmuyor.
O yüzden, hepimizin şaşırdığı, “hadi canım” dediği meselelerde komplekse girmeden fikir değiştirebiliyor.
Siyasette “çark etmek” olarak nitelendirilebilecek manevralarda dahi, sanki çark eden kendisi değilmiş gibi hamle yapabiliyor.
Bunu yaparken kullandığı yöntem yaratıcı. Öncelikle siyaseten zarar hanesine yazılabilecek hiçbir icraatı kabullenmiyor. Dün söylediklerini hemen unutuyor; hafızadan siliyor. Dün aksini savunduğu meseleleri bugün dünkü fikrinden daha yüksek sesle ve inatla savunabiliyor.
İki zıt fikri siyasi tarihte “kısa” olarak nitelendirilebilecek zaman aralıklarında bu kadar  “inançla” savunan başka bir lider hatırlamıyorum. Bu konuda Demirel bile bu kadar “mahir” değildi.
Doğru veya yanlış bütün icraatlarda durum bu.
Yanlıştan çark ederken yanlışı yapanları yerin dibine sokarken de kendisini doğruyu bulan lider olarak işaret ediyor.Yanlış icraatlar hep başkalarının, doğrular ise hazrete ait.
İlk dönemlerinde kimse bu durumdan şüphelenmiyordu, ama şimdi iş değişti. Her büyük hatada kendi arkadaşlarını, bakanlarını, bürokrasiyi suçlayan bir Başbakan profili göze batmaya başladı.
Bu konuda pek çok örnek sayabiliriz. Balyoz ve Ergenekon meselesi bunun son örnekleri.
Başbakan “Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir” sözleriyle bu meselede de topu bürokrasiye atarak meseleyi çözdü.
Yani...
Askere karşı yapılan bütün operasyonlar “kumpas”mış.
Peki bu kumpası kim kurdu?
Anlaşılan o ki askerleri kışladan toplayıp Silivri’ye dolduranlar.
Ama onu yapan Başbakan değil ki, “Cemaat”. 
Peki, tamam da “Cemaat” bütün bunları tek başına mı yaptı? 
Ona bu fırsatı tanıyan, bırakın makamları Bakanlıkları ona tahsis eden ve icraatlarını meydanlarda savunup eleştirenleri o “muhteşem”  belagatıyla kahredenlerin hiç mi kabahati yok?

***
Fena bir yöntem değil. 

İnsanları yıllarca içeride tut, mağduriyetler yarat, askeri ve sivil bürokraside dengeleri kendi lehine değiştirecek bütün hamleleri gerçekleştir. 
Bütün bu yaptıkların için kahraman edasıyla meydan meydan gez, ondan sonra “pardon”  de.
Şimdi de o  “pardon”  için oy iste.
Dün “askeri vesayetten”, bugün “yargı ve emniyet vesayetinden sizi kurtardım” diye oyları topla.
AKP’nin bu “çapraz” icraatlarını liderinden daha gözü kara savunanlar kendilerine şunları sorsunlar.
Yarın Başbakan çıkıp “yargıya kumpas kurmuşlar” derse ne olacak?
Hep birilerinin kumpasına giren birinin yarın başka bir kumpasa gelmeyeceğinin garantisi var mı?
Bu “kumpaslarda” hayatı kayan onlarca-yüzlerce insanın hakkı ne olacak?

***
Hükümetin ıslak imza “romantizmi” Ergenekon ve Balyoz davasından hatıra. Orada da  “ıslak” imza ile birilerinin “fişlendiği” iddia edilmiş, gazeteler çarşaf çarşaf haberler yapmıştı. Dursun Çiçek yırtınmış, “ağabey ben emir kuluyum” meyanında ifade-i meram eylemeye çalışmış ama kendini dinletememişti...
Adamı yıllarca içeride tuttular, cezayı çaktılar; hayatını kararttılar, şimdi de “kumpas ihtimali var” diyorlar...
Buyrun başka bir ıslak imza vakası.
Başbakan Cumartesi kahvaltısında basın mensuplarına “mektup yazdılar, ıslak imzalı, pazarlık talep ettiler; ama ben kabul etmedim!” meyanında bir açıklama yapmış. Biz de “helal olsun, delikanlı adam netekim!”  şeklinde yorumlarda bulunmuştuk.
Sonra görüldü ki o mektup Başbakan’a değil, Cumhurbaşkanı’na imiş.
Koskoca Başbakan taze ergenler gibi, muhatabı olmadığı bir işin muhatabıymış gibi davranacak değil ya; muhtemelen yanlış anlamış veya yanıltılmış.
Hadi o yanlış anladı diyelim Cemaatin yaptığına ne demeli!
Kardeşim adam nihayette Başbakan, siz Başbakan’ı çiğneyip, “muhatabımız değilsin” der gibi Cumhurreisine mektup yazıyorsunuz. 
Sonra da çıkıp “o mektup sana değildi, hem onlar da yazılı değildi” diyorsunuz. 
Üstelik mektubu yayınlayarak Başbakanı terse düşürüyorsunuz.
Çok fenasınız çok. Yapmayın böyle şeyler!


***

DÜRÜST OL DÜRÜST

DÜRÜST OL DÜRÜST


 Rifat Serdaroğlu
31 Aralık 2013

Başbakan Erdoğan’ı ve ekibini çok iyi tanıdığımızdan, belediyeci badem takımının geçmişlerini iyi incelediğimizden, bunların yeteneksizliklerini bildiğimizden sürekli olarak eleştirir ve Türk Milletini bunların yalan ve iftiralarına karşı uyarmaya gayret ederiz.

Bu gün tam aksini yapıp, Başbakan Erdoğan’a içine düştüğü “Yolsuzluk Kuyusundan” çıkabilme yolunu göstereceğiz. Eğer bizi dinler ve dediklerimizi yaparsa, hakkındaki tüm iddialar anında çürüyecek ve Erdoğan partisinin adı gibi “AK” hale gelecektir. Ondan sonra Cumhurbaşkanlık yolu da, Başkanlık yolu da, isterse Halife-Sultan olmasının yolu da kendisine açılacaktır!

Erdoğan ikide bir gerek siyasi rakiplerine, gerekse kendisini eleştirenlere “Dürüst Ol Dürüst” diye bağırır. Şimdi biz kendisine aynı şekilde sesleniyoruz; “Dürüst olduğunuzu iddia ediyorsanız, bizim dediklerimizi yapacaksınız.”
Aksi takdirde size daha önce hatırlattığımız Anadolu deyişini haklı çıkaracaksınız; “Yamuk ağaçtan düz baston çıkmaz…”
Hadi bizi yanıltın ve ne kadar dürüst bir adam olduğunuzu tüm dünyaya gösterin lütfen.

Yapacağınız iş çok basit.

 *Önce siz, eşiniz-oğullarınız-kızlarınız- dünürleriniz-gelinler ve damatlarınız müşterek bir basın toplantısı düzenleyeceksiniz.
 *Hemen yan masaya bir Sayın Noter ve ekibini oturtacaksınız.
 *Emekli olmuş, devletle-parayla-pulla-mevki ile ilgisi kalmamış ve görevleri süresince hiçbir soruşturma geçirmemiş;
“Hazine Müsteşarı- Maliye Bakanlığı Müsteşarı- Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı-Gümrük Müsteşarı-MİT Müsteşarı- Emniyet Genel Müdürü- MASAK Başkanı- Hesap Uzmanları Kurulu Başkanından” oluşan bir “Akil ve Namuslu İnsanlar” komitesi kurduğunuzu açıklayacaksınız.
 *Bu Komiteye siz-eşiniz-çocuklarınız- dünürleriniz ve tüm Bakanlarınız “Tam Yetkili Vekâletname” vereceksiniz.
 *Bu komite sizlerin yurt dışında ve yurt içindeki tüm nakit-banka hesapları- gayrimenkullerinizi varsa araştırıp, bulacak.
 *Siz TC Başbakanı olarak, bu komiteye İstanbul ilinde 1994 yılından beri (sizin Başkan olduğunuz mübarek yıl) yapılan “İmar değişikliklerini” inceleme görevi vereceksiniz.
 *Siz TC Başbakanı olarak, Almanya’da görülüp karara bağlanan “Deniz Feneri e.V” davasında belgelenen ve Türkiye’ye gönderilen paraların kimlere gittiğini araştırma görevini de bu komiteye vereceksiniz.
 *Bu dürüst kişiler yapacakları çalışma sonucunu rapora bağlayıp Türk Milletine açıklayacaklardır.
 *Bu ekibin tüm masrafını, bizler yani “Sizin ve ailenizin dürüst olduğuna inanmak isteyen” kişiler, yani Türk Milletinin diğer %50’ si karşılayacağız.

Sayın Erdoğan;

 Gördüğünüz gibi AK olmanız çok basit. Yapacağınız iş, dürüstlükleri tüm
 Türk Milleti tarafından kabul edilen bu emekli bürokratlara bir vekâletname vermekten ibaret.

Sayın Erdoğan,

 Bildiğiniz gibi benim rahmetli babam Demokrat Parti Milletvekili idi. Ben TC Bakanı olarak görev yaparken siz Belediye Başkanı idiniz. Yani sizden istediğim bu basit işi, sizin de benden isteme hakkınız var. Ben size hem kendi ailem, hem de birinci-ikinci-üçüncü derece tüm akraba- dost ve arkadaşlarımdan dilediğiniz kişinin vekâletini vermeyi peşin-peşin taahhüt ediyorum…

Hadi Sayın Erdoğan;
 Siz cesur adamsınız, dürüst adamsınız, sizin ve ailenizin boğazından tek lokma haram geçmedi. Lütfen şu dediğimi yapın da, hem siyasi rakiplerinizin, hem size ihanet eden eski yol arkadaşınız, TV canlı yayınında “Okyanus ötesine selam-sevgi-bağlılık” gönderiyorum dediğiniz şom ağızlıların, ağızları mühürlensin, yele-yeksan olsunlar, inşallah.
 Hadi delikanlım, göster kendini, Kükre ve dürüst ol, dürüst…

Sağlık ve başarı dileklerimle 
31 Aralık 2013
Rifat Serdaroğlu

https://rifatserdaroglu.com/2013/12/31/durust-ol-durust/

***

MİLLETE HİZMET YOLUNDA

MİLLETE HİZMET YOLUNDA


Rifat Serdaroğlu
01 Ocak 2014


Eşine ancak Faşist ve Komünist rejimlerde rastlanan, çok eskilerde kalmış, basit, ilkel ve izlenme oranı binde birlerin altında sürünen bir programın adıdır, “Millete Hizmet Yolunda” safsatası.

Erdoğan’ın danışmanları ve propaganda uzmanları aldıkları milyonlarca lira karşılığında her ay bu programları hazırlarlar, Erdoğan’a ve ailesine beğendirirler ve yazdıklarını Erdoğan’a okuturlar.
 Erdoğan, cama yazılanları “Bizim oğlan bina okur, döner-döner gene okur” deyişindeki gibi, bir “Sultan” edasıyla okur, ama kendisini ailesi-yandaşları ve yağcılarından başka kimse seyretmez.

Gazetelerden okuduğumuza göre Erdoğan, 2013 yılını değerlendirdiği son “Millete Hizmet Programında”, artık alışkanlık haline getirdiği “Türk Milletine Doğruları Söylememek” gibi çok çirkin olan davranışına devam etmiş ve
3 önemli konuda Türk Milletini yanıltmaya kalkmıştır.
 Söylenenleri ciddi bulduğumuzdan değil, fakat tarihe doğru notlar düşmek adına bu üç vahim çarpıtmayı, yeni yılın ilk günlerinde sizlerle paylaşmak istedik…

1) Diyarbakır’da Tarihi Bir Buluşmaya Şahit Olduk. (R. T. Erdoğan)
 Erdoğan; “Diyarbakır’da Sayın Barzani, 38 yıldır ülkesinden uzak kalan Şivan Perver, değerli sanatçımız İbrahim Tatlıses ve on binlerce Diyarbakırlı ’nın bulunduğu tarihi buluşmaya şahit olduk. Diyarbakır ve diğer 80 İl’de insanlar sevinç gözyaşları döktüler. 76 milyon bu buluşmayı Yeni Türkiye’nin güçlü, büyük ve kardeşlik içindeki Türkiye’nin buluşması olarak gördüler” dedi.

*Türk Milleti’nin Diyarbakır’da gördüğü tablo net olarak şudur;

 TC Başbakanı Erdoğan, Türk Milletinin binlerce askerini- binlerce polisini-kundaktaki bebeklerden, yaşlı ninelere-dedelere kadar on binlerce günahsız insanını acımadan katleden bir çeteyi kendi hâkimiyetindeki topraklarda barındırıp-besleyen ve üzerimize gönderen bir kanlı katil olan eşkıya başı
Barzani, Türkiye’ye “Terörist Devlet” diyen bir bölücü olan Şivan Perver, karısını bir tetikçiye bacağından vurduracak kadar zavallı bir insan İbrahim Tatlıses, el ele vermişler ve beraberce Türk Millet ile alay ediyorlar! İşte Türk Milletinin Diyarbakır’da gördüğü “İhanet Tablosu” budur.
 Bu tablo tüm Türk Milletini derinden yaralamış, şehit-gazi yakınları ve bu kahramanları kendi evlatları gibi gören Türk Milleti kahrından ve üzüntüsünden gözyaşı dökmüştür.
 Gerisi bu aziz vatana yapılan ihaneti saklama- örtme çabalarıdır…

2) Gezi Olayları Ağaç-Çevre Kılıfına Saklanmış Suikast Girişimidir. ( R. T. Erdoğan)
   Erdoğan bizzat kendi emriyle Polise aşırı güç kullandırarak, 7 gencimizin öldüğü-12 gencimizin gözlerini kaybedip kör olduğu, 7 binden fazla gencin işkence gördüğü, binlercesinin gözaltına alındığı, AKP Hükümetinin yüz karası eylemlerini örtmek amacıyla Gezi Olayları için, “Suikast” kelimesini kullanmaktan çekinmemiş ve Türk Milletine bir kez daha hakaret etmiştir.

*Türk Milletinin Gezi Olayları hakkındaki düşüncesi net olarak şudur;
 Gezi Olayları Türk Milletinin hem Çevre hassasiyetini hem de insan haklarını- toplantı gösteri yürüyüş haklarını hiçe sayan faşist bir anlayışa sahip iktidara karşı gerçekleştirdiği onurlu bir direniş ve demokratik tepki hakkını kullanmasıdır. Biat Kültürü ile yetişenlerin, demokrasiden nasibini almamışların, Türk Milletinin ve Türk Gençliğinin bu davranışını anlamamaları gayet doğaldır.

3) 17 Aralık Komplosu, yolsuzluk ambalajına gizlenmiş bir suikast girişimidir.
 (R. T. Erdoğan)
 Erdoğan; “17 Aralık komplosu milletin hükümetini hedef almıştır. Bunun da ötesinde, milli iradeyi, demokrasiyi, sandığı hedef almıştır.
 Yargı ve Emniyet başta olmak üzere, devlet kurumları içine yerleşmiş bir örgüt, dışarıdan aldığı talimatlarla, Türkiye’nin istikrarına, güven ortamına, Türkiye’nin büyüyen ekonomisine ve kardeşliğine suikast girişiminde bulunmuştur” dedi…

*Türk Milletinin 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu ilgili kanaati net olarak şudur;
 - Bosna’ya Yardım- Deniz Feneri e.V(Asrın en büyük yardım soygunu)- Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütüne Yardım olaylarında olduğu gibi, 17 Aralık’ta ortaya çıkan yolsuzluk olayları da gerçektir.
- Erdoğan, nasıl Deniz Feneri Davasını örtmeye çalıştı ise, bu yolsuzluğu da örtmeye çalışmaktadır.
-Bu 87 Milyar Dolarlık yolsuzluk olayı, önce Erdoğan’ın ailesine, sonra da doğrudan Savcıların “Hırsızlar İmparatoru” dediği kişiye ulaşacaktır.
- Binlerce polisin yer değiştirilmesi, Savcılara çok ağır hakaret ve tehditler, “Hırsızlığı Örtme” çabasıdır.
- Eğer devlet kurumları içinde yabancı bir yapı var ise, bu kanunsuz yapı 12 yıldır “TEK BAŞINA” iktidar olan AKP tarafından devletin en hassas birimlerine sokulmuştur.
- Erdoğan hala çarpıtmalar yapmakta ve aklı sıra Türk Milletinin hafızası ile alay etmektedir. Referandum öncesi “Mezarlıktakiler bile oy kullansın” diyen Cemaat önderine, referandumdan sonra kim “Okyanus ötesindeki dostumuza teşekkür ve minnetlerimi sunuyorum” dediyse, iyi bilin ki, bu kanunsuz yapıyı devletin içine sokan da aynı kişidir.
- Türk Milletinin kendilerine verdiği Yüce Makamları, “yol bulma-rüşvet alma-zengin olma-adam kayırma amacıyla kullananlar, iyi bilinsin ki, önümüzdeki seçimlerde “Oy Çalmak” dâhil, her türlü kumpası yapacak tıynettedirler.

Erdoğan; “Milletin ve Allah’ın huzuruna alnımız AK çıkmak, bizim yegâne gayemizdir” demektedir.

 Almanya’da gerek Almanlar, gerekse Almanya’da yaşayan Türklerin, “Türkiye’nin Hitleri” adını yakıştırdıkları Erdoğan, bu yolsuzluk soruşturmalarına engel olmaya devam ettiği sürece, Türk Milleti nezdindeki azalan itibarını tamamen kaybedecek ve sokağa çıkamaz hale gelecektir…

Sağlık ve başarı dileklerimle 
01 Ocak 2014
Rifat Serdaroğlu

https://rifatserdaroglu.com/2014/01/01/millete-hizmet-yolunda/


***


BÖYLE PARTİ OLUR MU?

BÖYLE PARTİ OLUR MU?


Rifat Serdaroğlu,
03 Ocak 2014

1977 yılı 14 Aralık’ta yapılan yerel seçimlerinde Adalet Partisi Adayı olarak girdiğimiz seçimleri kazandık ve Bergama Belediye Başkanı olduk.
 Seçim mazbatasını alıp, Belediye’ye gittiğimde “Başkanlık Odası Görevlisi” rahmetli Nuri Amca bana bir sürü anahtar verdi!

“Ne bunlar Nuri Amca” dediğimde, “Belediyenin Anahtarları, eski Başkan bıraktı” dedi. Daha sonra, bürokratik sıkıştırmalar başladı! Fen İşleri Müdürü olan Mühendis; “Başkanım, şu konudaki emriniz nedir” , Sağlık İşleri Müdürü olan Doktor; “Başkanım, bu konudaki emriniz nedir” diye sormaya başladılar. İktisat Fakültesi Maliye Bölümünü bitirdim ama “Belediyecilik-Şehir Yönetimi” ile ilgili gram bilgim yoktu. Derhal eski Belediye Başkanlarını davet edip, ne yapacağımı, rezil olmadan bu işten nasıl çıkacağımı sordum, düşünce ve önerilerini aldım.
 Öncelikle Belediyenin karar organlarından en önemlisi olan Belediye Encümenine, çoğunluğum olmasına rağmen CHP’den bir Belediye Meclis Üyesini davet ettim. AP ve CHP’li üyelerden oluşan Belediye Meclisi artık her türlü harcamadan anında haberdar ediliyor ve bir problem varsa daha başlamadan çözülüyordu. Belediyenin Daire Amirlerine de yazı ile “Yetki Devri” yapıp “Sorumluluklarını” bildirdim ve her Belediye Meclis Toplantısında tümünün Meclise hesap vermelerini sağladım.
 Tam Belediyeciliği, Bergama gibi Tarihi ve Turistik bir “Dünya Şehrini” öğrendim derken, 12 Eylül Askeri Darbesi oldu ve tüm seçilmişler görevlerinden alındı ve ben de 31 yaşında “Siyasi Yasaklı” oldum.

Bergama Şehrinin dünyada 6 “Kardeş Şehri” vardır. Bunlardan biri Almanya’nın Böblingen Şehridir. Böblingen Belediye Başkanı ve heyeti Bergama’ya konuk olarak geldiler. Bir yemekte Başkan Brumme bana “Siz nasıl Belediye Başkanı oldunuz” dedi! İçimden, bu ne biçim bir soru dedim ama konuğumuzu kırmamak için sakin bir şekilde, Türkiye’nin Demokratik bir rejime sahip olduğunu, seçimlerde aday olup kazandığımı ve Başkan olduğumu söyledim.
 Brumme, “Benim söylemek istediğim o değil, siz hiç Belediyecilik Eğitimi aldınız mı?” diye sordu!
 Sonra da 40 yaşlarında bir Belediye Meclis Üyesini çağırıp bana takdim etti;
“Sayın Başkan bu bey bizim partimizin gelecek seçimlerdeki adayıdır. Ailesini-servetini-alışkanlıklarını-dürüstlüğünü biliriz. Kendisini partimiz 12 yıldır Belediye Meclis Üyesi olarak seçtiriyor. Ben de onu belediyenin tüm birimlerinde çalıştırıp, Belediyeciliği öğretiyorum. Böylelikle eğer seçilirse, hizmete hazır bir Başkan olarak göreve başlayacak” dedi!…

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu yüzden adamların şehirleri düzen içinde, bu yüzden her gelen bir öncekinin yaptığını bozmuyor, bu yüzden oralarda imar yolsuzlukları-hırsızlıklar olmuyor.
 Bu yüzden biz onlara imrenerek bakıyoruz.

Biz ne yapıyoruz? Hangi okulu bitirdiğini dahi bilmediğimiz, cahil-görgüsüz-geçmişe saygısı olmayan birini büyük bir Anakente Belediye Başkanı yapıyoruz. Adam birdenbire “ne oldum delisi oluyor” ve görev süresi sonunda “1,5 Milyar Dolar Serveti Oldu” iddiasına karşı, yargıya dahi gidemiyor ve suskun kalıyor…

Daha sonra Hollanda ve Almanya’daki Siyasi Parti yapılanmalarını inceledim;
 Her siyasi partinin bir “Kadrobank” denen kuruluşu vardı. Bu kuruluş tüm üyelerini ve kendi meslek dallarında parlayan, ülkeye hizmet edeceğine inandıkları kişileri seçer. Onları en ufak ayrıntıya kadar inceler, gerekli elemeleri yaptıktan sonra o kişinin hangi makama gelirse iyi ve başarılı hizmet edebileceğini tespit eder. Böylelikle o kişi partinin gelecekteki kadrosundaki yerini alır.
 Parti seçimleri kazanır ve iktidar olursa, Başbakan kabineyi kadrobank’a danışarak oluşturur, Bakanlara da kimlerin Müsteşar- Genel Müdür yapılması gerektiği bir liste halinde bildirilir. Hizmete hazır, bilgisi ve görgüsü sağlam olan, konusunun uzmanı bir kadro işbaşına gelmiş olur.
 Parti seçimi kaybederse, bu kadrolar anında istifa ederek, seçimi kazanan kadrolara yer açarlar.

Bizdeki gibi, Cami avlularında beraber sadaka paraları topladığınız arkadaşınızı Başdanışman, damadını da Bakan yapamazsınız, asker arkadaşınızı Bakan olarak atayamazsınız. Bu yüzden oralarda yolsuzluk olmaz. Bu yüzden sadece
“bir çatı” çöktüğü için o Başbakan halkından özür diler ve derhal istifa eder…

Şimdi beraberce düşünelim;

-Eğitimsiz, servetinin hesabını veremeyen, çocukları kısa sürede süper zengin olup üniversite kurmaya kalkışan bir kişiyi, Avrupa’da Başbakan yaparlar mı?
-Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde bir Bakan Oğlu, Valiyi koluna takıp dolaşarak, hazine arazisi seçebilir mi?.
-Avrupa’da, bir Başbakan’ın oğlu, o ülkenin önemli bir sanatçısına yaya geçidinde ehliyetsiz olarak çarparak öldürüp, bir dakika bile gözaltına alınmadan dolaşabilir mi?.

-Avrupa’da bir Kamu Bankası Genel Müdürünün evinde, ayakkabı kutularının içinde 4,5 Milyon Avro olur mu?. O ülkenin Başbakan’ı, o paranın hayır parası olduğunu söyleyip bu hırsızlığa sahip çıkabilir mi?

O Başbakan, koltuğunda bir dakika olsun oturabilir mi?

-Siz hiç Avrupa’da evinde 6 tane para kasası, para sayma makinası, aylık kirası bir memurun 1 yıllık maaşına denk bir evde oturan Bakan veledi gördünüz mü?
 Göremezsiniz, çünkü böyle densizlikler olmaz, olursa da adamı rezil edip, kovarlar.

Bizde tüm bu rezillikler olacak, her şey milletin gözü önünde olacak sonra da “Bu yapılanlar Milli İradeye-Demokrasiye-Sandığa yapılan suikasttır. Bunlar yolsuzluk kılıfı giydirilmiş suikast planlarıdır” deyip Müslüman olduğunuzu öne sürüp, utanmadan Türk Milletinden oy isteyeceksiniz.

 Ne böyle insan olur, ne böyle Müslüman!…

AKP’ye oy veren dostlar, bilmem anlatabildim mi? Siz anladınız onu!

Sağlık ve başarı dileklerimle 
03 Ocak 2014
Rifat Serdaroğlu

https://rifatserdaroglu.com/2014/01/03/boyle-parti-olur-mu/


***