Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2020 Perşembe

AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

 AB SÜRECİ., CUMHURİYETİ TASFİYE SÜRECİDİR.

AB Süreci, Cumhuriyeti Tasfiye Sürecidir,Erol Manisalı,İlker Başbuğ,Gümrük Birliği,



Prof.Dr. EROL MANİSALI,

Brüksel’dekiler kritik kopma noktalarında, doluşup Ankara’da boy gösterirler. Bu AB’nin Türkiye Politikası açısından vazgeçilmez bir durumdur.

Komisyon Başkanı Barroso ‘nun gelişi de bu hamlelerden biri.

AKP hükümeti, AB’nin Türkiye politikalarının yürütülmesi açısından çok önemli. AKP ile AB arasında iyi bir "alışveriş dengesi" kurulmuş;

sen beni kolla, ben de senin istediklerini bir bir vereyim…

İşte Barroso " Dava açılmasının ardından " bu ortamın bozulmaması, AB sürecinin aksamaması için geldi. Tabii ki "AB sürecini" yürütecekler,

süreç kesilirse Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi ve ayrıştırılması aksar, bunu istemezler.

Daha önce de birkaç kritik kopma noktasında Brüksel’in patronları devreye girdiler:

- 6 Mart 1995’te "AB’ye alınmayacak olan Türkiye’nin Gümrüklerinin ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinin ipotek altına alınması için" devredeydiler.

Yalnız Brüksel değil Washington da devredeydi. İşin Washington ayağını, bugün Kürdistan projesini yürüten Richard Holbrooke üslenmişti.

- Aralık 1999’da, " Koşullu adaylığı kabul etmem " diyen Ecevit ‘i bu göstermelik adaylığa sokmak için, Brüksel’in patronları Helsinki’den gece yarıları

apar topar Ankara’ya üşüştüler. Ankara’daki kimi taşeronları ile Ecevit’e yüklendiler ve onu pes ettirdiler. Amaçları, "Türkiye’yi AB’nin yedeğine almaktı."

Ecevit, "İçime Sindiremedim…" diyerek imzalamak zorunda bırakıldı.

- 3 Ekim 2005’teki, "Türkiye’nin AB’ye alınmadan, bekleme odasında nasıl iğfal edileceğinin koşullarını belirleyen" çerçeve anlaşması, Tayyip Erdoğan ve

Abdullah Gül ‘ün alkışları arasında imzalanırken medyada karartma uygulattılar.

Lozan’ın altını yavaş yavaş oyacak bu belge, Kızılay Meydanı’nda havai fişeklerle kutlandı. Avrupa emperyalizmine karşı Ankara’da kurulan Cumhuriyetin

tasfiye süreci bu sefer, "AB süreci" adı altında tersyüz edilerek kutlanıyordu.

10 Nisan 2008’de Komisyon Başkanı Barroso’nun gelişinde ise "AB sürecinin Ankara ayağının yıkılmasını engellemek amacı" esastı. Hükümet ile Brüksel

arasındaki alışveriş gereği, Brüksel’in patronları görevlerini yerine getiriyorlardı.

Hazır gelmişken "AB sürecini canlı tutmanın yanında", yorgunluklarını karşılayacak ek ganimetlerin de peşindeydiler. 301. madde gibi, Fener Patrikhanesi’ni

onurlandırarak "Lozan’ın dışına çıkarılması projesini" güçlendirmek gibi…

İlker Başbuğ ‘un, " Ulus Devlet ve Üniter yapının bozulmasına izin vermeyeceğiz " yönündeki çıkışı, Ankara ile Brüksel arasındaki alışverişe karşı bir tepkidir.

Aslında bu çıkışı Başbuğ’dan önce TBMM’nin yapması gerekmez miydi?

Onlar yapmadığı, gerçek demokratik sistem çalışmadığı için, iş yine kendilerine kaldı.

Ali Kırca’nın karşıma oturttukları…

Konu yine "AB süreci"… Birkaç hafta önceki Siyaset Meydanı’nda Kırca karşıma, "Dinci-Barzanici" bir karma takım oturtmuştu. Biz ulusalcılar onlarla karşı

karşıyaydık.

Bir iki hafta sonra tekrar, 10 Nisan 2008’de katıldığım Siyaset Meydanı’nda ise karşımızdakiler, Avrupa Birliği ve Patronlar Kulübü karmasından oluşuyordu.

İşin en komik yanı da kimilerinin Türkiye-AB ilişkilerini, "Kanarya sevenler mi yoksa bülbülü tercih edenler mi" biçiminde göstermek istemeleriydi. "AB’ye

karşı mısınız, yoksa yanında mısınız" diye sorulduğunda, "AB’nin (ve Batı’nın) Türkiye ve bölge üzerindeki sömürgeci politikalarının üstü örtülmüş oluyordu."

Karşımızdakiler, konuşmaların şöyle yapılmasını istiyorlar:

- AB’ye kim girdi de kaybetti? 40 yıl önce Portekiz, Yunanistan bizden geriydi, girdiler zenginleştiler…

- AB içinde demokrasi var, özgürlükler var, girin siz de zenginleşin, özgür olun…

- İşte bu nedenle de AB süreci aksamadan yürütülmeliydi.

Oysa soruların şu şekilde sorulması gerekir:

- Siz onların "AB süreci" adı altında Türkiye’yi Sömürgeleştirerek parçalamasını mı istiyorsunuz?

- Yoksa AB ile yan yana, karşılıklı çıkarlarınızı koruyarak iki normal ülke gibi mi yaşamayı tercih edersiniz?

Karşı takımdakiler sorunun böyle sorulması gerektiğini çok iyi bildikleri halde " Olayı Özellikle saptırarak " AB sürecinin yürütülmesini savundular.

- AB’nin çıkarları bunu gerektiriyordu…

- AB ile alışverişte bulunan AKP’nin işine bu geliyordu.

- Kimi büyük sermaye çevreleri, " AB (ve Batı) politikalarının bir parçası olmak zorundaydılar. "

- Tabii ki Türkiye’deki bölücüler, AB sürecine destek vereceklerdi, onlar da AB’yi arkalarına alacaklardı.

Avrupa Parlamentosu’nu temsil eden parlamenterin davranışı ise Brüksel’in gerçek yüzünü ortaya koydu. Hitler döneminde dünyaya bakan gözlerin,

bugün Brüksel’den Türkiye’yi nasıl seyrettiğini, herkes ekranlardan canlı canlı izledi.

Halkımız, AB’nin maaşlı avukatlarına karşı, "% 90" oranıyla yanımızda yer aldı, kamuoyu yoklamaları böyleydi. Halkı kandıramadılar…

Birkaç hafta arayla Ali Kırca ‘nın seçip de karşımıza oturttukları ilginç bir kompozisyon oluşturuyordu:

Kimi dinciler, Barzaniciler, Avrupa Parlamentosu’nun Alman üyeleri ve kimi sermaye çevrelerinin maaşlı avukatları…

Sanki işgal dönemindeki İstanbul’daydık, ne yazık… Ve karşımızdakiler bütün güçleriyle, "AB sürecinin aksamadan yürümesini"

ısrarla savundular.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali



1 Mart 2018 Perşembe

Kumpas Kime Kuruldu?

Kumpas Kime Kuruldu?


Erol Manisalı,


Başbakan başdanışmanının cemaati, “Ergenekon ve Balyoz aracılığı ile TSK’ye kumpas kurmakla suçlaması” bir milat niteliğindedir. 
Çünkü içinde, TSK’den başka pek çok şeyi de barındırmaktadır. Ergenekon ve Balyoz’u bir kumpas aracı olarak gördüğümüz zaman kurgulanan oyunun hedefinde daha başka pek çok şey vardır; 
-Atatürkçü ve Cumhuriyetçilere karşı kurulan oyun...
-Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne karşı düzenlenen bir operasyon... 
-Demokrasiye ve çağdaş değerlere karşı bir kurgunun da beraberinde düşünülmesi gerekenlerdir.

İktidar ve cemaat, en azından 2003-2009 döneminde, kurgulanan operasyonların aynı tarafında bulunuyorlardı. Bu birliktelik gerek uygulamada, gerekse her iki tarafın söylevlerinde net bir biçimde görüldü ve yaşandı.
Peki ne değişti de Cemaat kumpasçı oldu?

-AKP mi değişti? Otoriter ve totaliter bir yapılanma içine girerek cemaate karşı cephe mi aldı?
-Kürdistan sorunu (ve Kürdistan) üzerindeki iç ve dış hesaplar mı değişti? AKP açısından bu olamaz, açılımlar konusunda ellerinden geleni yaptılar ve bütün kapıları açtılar.
-ABD’nin hesaplarında revizyona mı gidildi?
-Yoksa AKP üst yönetiminin İslami derinliklere saplanmasından rahatsız olanlar mı vardı?

-Ya da bunların hiçbiri geçerli değilse, “ikisini birbirine kırdırıp” daha rahat at oynatmak isteyenler mi ortaya çıktı?

Öyle anlaşılıyor ki “yerel, bölgesel ve küresel aktörler arasındaki etkileşim” tek yönlü çalıştığı için bu tür beklenmedik sonuçların(!) ortaya çıkması kaçınılmazdır.
AKP iktidarı da cemaat de “sistemin edilgen öğeleridir”. Gerektiği zaman işbirliği yaptıkları gibi kavga da ettirilebilirler. Bunları “doğal” karşılamak gerekir.
Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz  Yalçın Akdoğan’ın bugün “keşfettiği” kumpas aslında çok önceden kurgulanmıştı. Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz birbirine endekslenmiş ve birbirini tamamlayan öğelerdir.
“Ergenekon ve Balyoz operasyonları (kumpasları) olmasa Kürdistan’ın oluşmasında bu noktaya gelebilir miydik” değerlendirmesini yapanlar sadece iktidarın kimi yöneticileri değildir; Fırat’ın doğusunda bu ifadeye gönülden inanan çok büyük bir çoğunluk bulunmaktadır. 
Kumpasın mağdurlarından, “Silivri’yi görmüş, kumpas sonucu kanser bile olmuş bir mağdur akademisyen olarak” olayların nasıl kurgulandığını iliklerimde hissetmiş ve yaşamış bir insanım. Halen de yaşamaktayım. 
Aslında Yalçın Akdoğan daha 10 yıl önce, kurulmakta olan kumpası farkında olmadan televizyon kanallarında ifade etmişti. “Bizim Batı ile taleplerimiz 200 yıldan beri ilk defa örtüşüyor” demişti.
Ben de 16 Ocak 2004’te Bıçak Sırtı köşemde kendisine nelerin örtüştüğünü sormuştum(*). Dolayısıyla, Yalçın Akdoğan’ın“Kumpas” ı keşfi yeni değildir; 10 yıl öncesinde bu gerçeği görmüştür! 
Kumpas oyunları bu coğrafyada hep oynanageldi. Önemli olan şudur: Siz oynayan mısınız? Yoksa sizin üzerinizde başkaları mı oynuyor? Bütün mesele budur. 

(*) 16 Ocak 2004, 
Bıçak Sırtı, 
Cumhuriyet 


***


30 Mayıs 2017 Salı

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ



TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 

Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 


Önümüzdeki aylarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bazı önemli gelişmeler olacağa benzemektedir. 

TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden yanadır. Ancak Avrupa Birliği, 1.1.1996 Tarihinde başlayan gümrük birliği ile en önemli talebini elde etmiş 
olduğundan, bu üyeliğin önüne birçok engel çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ’in talebi, Avrupa Birliği’nin bu engelleri kaldırması ve Türkiye’nin onurlu bir biçimde 
üyeliğe geçişine olanak tanımasıdır. Bunu sağlamanın yolu ise Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda gücünün artırılmasından geçmektedir. 

Prof.Dr. Erol Manisalı’nın Harb Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı çok önemli bir konuşmanın ardından, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa, Türkiye’nin AB dışındaki alternatifleri de düşünmesi gerektiğini belirtti ve Rusya ile İran’dan söz etti. Attila İlhan 23 Şubat 2002 günü TRT 2’deki programında 
bu görüşe destek verdi. Emekli General Çevik Bir, Şanghay Beşlisi’nden söz etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tek seçenek AB değil” dedi 1. Dışişleri 
Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği’nin bazı yöneticilerinin Türkiye’de sömürge valisi gibi davranıp ders vermeye kalktıklarını belirterek, bu durumu eleştirdi 2. 

Diğer taraftan, Avrupa Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Atina’da yaptığı konuşmada, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını belirtti; bu görüşmelerin Kıbrıs’ın bütünü adına yapıldığı iddiasını tekrarladı ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin mümkün olmayacağını söyledi 3. Bu arada, Avrupa Parlamentosu, 28 Şubat 2002 tarihinde kabul ettiği iki kararla, Türkiye’ye yönelik olumsuz tavrını daha da pekiştirdi. Birinci karar, Türkiye’den sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesini istiyordu. İkinci karar ise, Hadep’e destekti. 

Türkiye – AB ilişkilerinde giderek tırmanan bir gerginlik yaşanıyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs konusundaki gelişmelerdir. 

Avrupa Birliği uluslararası hukuku ve devletler hukukunu çiğneyerek, Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerine başladı. 1990 yılına kadar Kıbrıs konusunda mesafeli davranan Avrupa Birliği, bu yıllarda Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz’de ve ayrıca Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olabilmek amacıyla, Kıbrıs adasını denetimi altına almaya yönelik bir strateji benimsedi. Bu strateji, Yunanistan’ın Enosis planlarıyla da örtüşünce, Avrupa Birliği’nin hukuk ihlalleri başladı. 

Türkiye, bu hukukdışı tutum ve davranışa gereken tepkiyi gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlarının ortak deklarasyonlarında, TBMM’nin kararlarında ve MGK’nın açıklamalarında, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’la yakınlaştığı ölçüde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la 
yakınlaşacağı açıkça ve kararlılıkla ifade edildi. 

1 Radikal, 4.4.2002. 
2 Milliyet, 26.3.2002. 
3 Sabah, 23.3.2002. 


Avrupa Birliği, 14-15 Aralık 2001 tarihlerinde toplanan Laeken Zirvesinde, Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını 
tekrar açıkladı. Avrupa Birliği, hukukdışı tutum ve davranışını sürdürerek, Güney Kıbrıs yönetiminin tüm Kıbrıs’ı (toprak ve nüfus anlamında) temsil ettiğini 
iddia etmeyi sürdürdü. 

Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesi ile Kafkaslar – Orta Asya ve Orta Doğu politikasında önemli bir yeri olan Kıbrıs’ın geleceğinin Denktaş-Klerides görüşmeleri ile belirlenmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim, Avrupa Birliği’nden destek alan Kıbrıs Rum kesimi, sorunların çözümü için olumlu bir tavır takınmamıştır. 

Bu koşullarda, Avrupa Birliği 2002 yılı sonunda Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerini tamamlayarak 2003 yılının ilk aylarında üyeliği gerçekleştirince, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile benzer adımları atacaktır. Avrupa Birliği, bu noktadan itibaren, Türkiye’yi Avrupa Birliği topraklarını işgal etmekle suçlayacaktır. Bugünkü suçlama, “AB üyesi olmayan Kıbrıs’ı işgal” iken, yarın bu suçlama, “AB topraklarının işgali”ne dönüşecektir. Avrupa Birliği, Türkiye ile savaşa giremeyeceğine göre, bir taraftan Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde para dağıtarak taraftar kazanmaya çalışacak, diğer taraftan yönetiminde söz sahibi olduğu IMF ve denetimi altında tuttuğu bankalar aracılığıyla bir ekonomik kriz çıkaracaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, böylesi bir krizin kolayca çıkarılmasına uygundur. Avrupa Birliği’nin hedefi, ekonomik olarak dizleri üzerine çökertilmiş bir Türkiye’den siyasi alanda kalıcı tavizler koparmaktır. 

Burada sorulması gereken soru, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde, özellikle Avrupa Parlamentosu tarafından dile getirilen taleplerin ciddi olup 
olmadığıdır. 

TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu raporda ve Genel Başkan Bayram Meral’in 20 Aralık 2001 tarihli basın açıklamasında yer alan konuların son derece önemli olduğu her geçen gün ortaya çıkmaktadır. 

Bu talepleri gündeme getiren Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda karar verme yetkisi olan son derece önemli bir kuruldur. 
Bu nedenle, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin kararları, üyelik görüşmelerine başlamanın önşartları arasındadır. Ancak, bu taleplerin yerine getirilmesi üyeliği güvence altına almamaktadır. Bu haksız talepler yerine getirilse bile, üyelik görüşmelerine Avrupa Birliği isterse başlanacaktır. Avrupa Birliği bu aşamada her an yeni koşul öne sürebilir. 

Avrupa Parlamentosu kararlarında en açık biçimiyle ifade edilen haksız talepler, üç-beş milletvekilinin rasgele istekleri değildir. Bunlar, Avrupa Birliği’nin bölgemize yönelik köklü politikalarının sonucudur. 

Avrupa Birliği, 1991 yılında Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da hakimiyet kurma çabasına girdi. 
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırısında Avrupa Birliği’nin Filistin yandaşı bir tutum sergilemesinin nedeni, Avrupa Birliği’nin insan haklarına duyduğu saygı değil, 
bölgedeki uzun vadeli çıkarlarıdır. 

Avrupa Birliği’nin 1991 sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç ayrı stratejisi vardır. 

Birinci hedef, Akdeniz’in çevresindeki ülkeleri Avrupa Birliği’ne bağlamak, buraları denetim altına almaktır. Bu konudaki politikaları 1992 yılında yeniden 
biçimlendirildi ve 1995 yılında “Barselona Süreci” adı altında uygulamaya kondu. Buna göre, 2010 yılına kadar güney ve doğu Akdeniz’deki 12 ülke kendi 
aralarında ve Avrupa Birliği ile birlikte bir serbest ticaret bölgesi, veya diğer bir deyişle, açık pazar oluşturacaklardır. Avrupa Birliği, böylece, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’i tamamiyle kendi denetimi altına almaktadır. Akdeniz yeniden, Romalıların deyişiyle, “mare nostrum” 
(bizim deniz) yapılmak istenmektedir. Bu kavramı, 1930’lu yıllarda Mussolini de sık sık kullanmıştır. Bu politika sayesinde, Avrupa Birliği, güneyini ve 
doğusunu kaplayan bir tampon bölge oluşturmaktadır. 

Bu tampon bölge aynı zamanda Avrupa Birliği için bir açık pazardır. Ayrıca, bu bölgelerin insangücü, Avrupa Birliği’nin ihtiyaçlarına göre eğitilecektir. 
Bölgenin doğal kaynakları da öncelikle Avrupa Birliği tarafından kullanılacaktır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, 
Avrupa Birliği’nin Akdeniz politikası açısından hayati önemdedir.

Güney Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla kendisine katacak bir Avrupa Birliği, hem doğu Akdeniz’de, hem de Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde etkisini 
artıracaktır. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Yunanistan’ın Enosis ideali ile de uyumludur; ancak Avrupa Birliği’nin bu konulardaki 
ısrarının asıl nedeni Yunanistan’ın talepleri değil, Avrupa sermayesinin yayılmacı politikalarıdır. 

Avrupa Birliği’nin ikinci hedefi, Balkanlar bölgesinin de Avrupa Birliği’nin arka bahçesi haline getirilmesidir. Bu konudaki adım, 1999 yılında kabul edilen 
Güneydoğu Avrupa Paktı veya Balkan Paktı ile atılmıştır. ABD de bu bölgeyi Avrupa Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepleri yalnızca Yunan istekleri değil, Avrupa Birliği’nin Balkanlar politikasının önemli unsurlarıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ABD’nin hedeflerinden biri, Orta Doğu’da etkili olmaktı. Amerikalılar bu amaçla Anadolu’daki Ermenileri protestan yaparak etkileri altına almaya çalıştılar. 

Bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına yüzlerce misyoner okulu kurdular. Dini dış politikanın bir aracı olarak kullanmada önemli başarılar elde ettiler. 
Benzer bir uygulama, Sovyet sisteminin dağıtılmasında en zayıf halka olan Polonya’da uygulandı. Katolik kilisesinin başına Polonyalı bir papa getirilerek, 
kilisenin anti-komünist mücadeledeki gücü ve etkisi artırıldı. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü hristiyan ortodokstur. 

Bu bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir çıkar anlaşmazlığı söz konusudur. Yunanistan dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde ortodoks azdır; Yunan halkı ortodokstur. Ancak eğer Fener Rum Patrikhanesine Vatikan benzeri bir evrensel nitelik ( “ Ekümeniklik ” ) kazandırtılabilirse ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılıp özellikle Balkanlar için papaz görevli yetiştirebilirse, Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki gücü ve etkinliği daha da artacaktır. 

Bu iki konuda Avrupa Birliği’nin talepleri, Avrupa Birliği’nin özellikle Rusya’ya karşı Balkanlar’da hakim olma girişimlerinin unsurları arasındadır. 

Avrupa Birliği’nin üçüncü hedefi, Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olmaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin sözde Ermeni soykırımı 
iddialarına sıcak bakmalarının birinci nedeni, özellikle Fransa’nın 1919 yılında Ermenileri kullanarak Anadolu’ya saldırması sonrasında çok sayıda Ermeni’nin 
Fransa’ya sığınmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında bu konuda aldığı kararın temel nedeni buydu. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 
ve özellikle de 28 Şubat 2002 kararlarının arkasında, yayılmacı hedefler yatmaktadır. 
Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımına ilişkin 28 Şubat 2002 kararı esasında Güney Kafkasya Kararıdır. 
Bu kararda, Balkanlar’da uygulanan politikaların benzerinin Azeybarcan, Ermenistan ve Gürcistan’dan oluşan Güney Kafkasya’da da uygulanması istenmektedir. 

Sözde Ermeni soykırımına ilişkin talep, 12 sayfalık bu uzun kararın yalnızca 15. maddesinde 7 satırlık bir bölümdür. 

Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni soykırımına ilişkin iddiaları ve talepleri, ortaya üç-beş milletvekili tarafından atılmış ve önemsiz konular değil, 
Avrupa Birliği’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olma çabasının son derece önemli unsurlarıdır. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önümüzdeki aylarda ilginç gelişmeler göstereceğe benzemektedir. Gelişmeler, TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde 
yaptığı uyarıları haklı çıkarmaktadır. 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 
Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 

***

8 Ocak 2017 Pazar

ERDOĞANI RUSYAYA YAKINLAŞTIRAN NEDENLER





Erol Manisalı : 
erolm...@yahoo.com
03 Ocak 2017 Salı



Erdoğan’ı Moskova’ya yaklaştıran nedenler
Erdoğan’ın Moskova (ve Putin) ile yakınlaşması AKP’nin kuruluş misyonuna 180 derece ters olmasına karşın, koşullar böylesine beklenmeyen bir sonuç doğurdu.

Bunda ABD’nin "Türkiye ve bölge konusundaki hesapları kadar, Erdoğan’ın özel durumu da etkili oldu".

Erdoğan’ı (ve kerhen de olsa AKP’yi) Moskova’ya ve Putin’e yaklaştıran nedenler şunlar oldu:

1) Erdoğan (ve AKP) başlangıçta Gülen’le yürüttüğü, " Türkiye’nin İslamcı yapılanması hareketinde" kendisinin de ifade ettiği gibi Gülen ve ABD tarafından aldatılmıştı. İş FETÖ kanalıyla 15 Temmuz darbe girişimine kadar geldi.

Erdoğan’ın güvendiği dağlara kar yağmıştı, arkadan ve içerden vurulmuştu. Bu durum Erdoğan’ın FETÖ’ye ve arkasındaki ABD’ye adeta savaş açmasına yol açtı. Üstelik Rusya (ve Putin) Suriye’de ve bölgede askeri, siyasi ve iktisadi olarak hızlı bir güçlenme içine girmişti.

Erdoğan, FETÖ’yü (ve ABD) karşısına alacaksa, yeni ortak Rusya’dan başkası olamazdı. Bütün bunlara Moskova ile yakınlaşmanın Türkiye’ye bu kriz döneminde sağlayacağı ekonomik yararlar da ekleniyordu. Doğalgaz hattı, ihracat, turizm ve nükleer enerji gibi.

Soğuk Savaş döneminin eski "Moskova düşmanlığı" bugün, üstelik İslamcı bir siyasetçi tarafından ABD karşıtlığına dönüşüyordu. Bu bir " Eksen Kayması " idi.

2) Erdoğan, İslamcı yapılanma misyonu içindeki bir siyasetçi olarak Avrupa ve ABD’nin temsil ettiği Batılı değerlerle kavgalıydı. Avrupa yaşam tarzından demokratik değerlere mesafeli, hatta karşı bir çizgide bulunuyordu. Çağdaş Avrupa değerleri yerine İslami değerlerin toplumsal yapılanmada esas alınmasını istiyordu. AKP’nin tamamı değilse bile önemli bir kısmı, taban olarak da arkasındaydı.

Bu durum, Erdoğan’ın Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile sürekli çatışma içinde olması sonucunu doğurdu. Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına Avrupa’nın sessiz 
kalması Ankara için sorun yaratmadı. Ama iş FETÖ ile 15 Temmuz darbe girişimine gelince Ankara sessizliğe bu sefer Avrupa’yla, daha keskin çatışmaların içine girdi.

Bütün bunlar ABD ve Avrupa yerine değilse bile "yanında", işlerin Moskova ile dengelenmesi sonucunu yarattı.

3) Suriye Fiyaskosunu Rusya ile telafi: AKP’nin ve Davutoğlu’nun yanlış Suriye politikası duvara çarptı. ABD’nin "sözü" ile Esad ile kavga etmek zorunda bırakılan Erdoğan, "Suriye’de düştüğü yanlışı ", bu sefer Esad’ın arkasında duran Putin ile anlaşarak düzeltmek istiyor.

İnanabiliyor musunuz, ABD (ve koalisyon) ile Suriye’de karşı karşıya gelen Erdoğan, "30 Aralık 2016’da El Bab’da Rus askeri ile ortak operasyon düzenledi" hem de bir NATO üyesi olarak. Erdoğan, Moskova ile yakınlaşarak, Ankara’nın Suriye’de saplandığı bataktan kurtarılmasına çalışıyor.

Ancak Suriye’de Ankara’nın IŞİD’e karşı yürütmek zorunda bırakıldığı savaş, Türkiye’ye yılbaşı gecesinde yaşandığı gibi, büyük bir bedeli de beraberinde getiriyor.

Ya Kürdistan kumpası?

Ankara’nın (ve Erdoğan’ın) aynen Esad meselesinde olduğu gibi "Kürt açılımı" ile ABD ve İngiltere tarafından zor durumda bırakılması sonunda PKK (ve PYD) 
ile topyekûn savaşmak zorunda kalması, Ankara-Moskova yakınlaşmasında etkili oldu. Hele PKK-FETÖ ortaklığı ortaya çıkınca.

Erdoğan ABD, AB ve Avrupa Konseyi ile adeta çatışma halinde: Moskova (ve Putin) ile yakınlaşarak denge sağlamak çabasında. Ancak Türkiye gırtlağına kadar ABD ve Avrupa’nın siyasi, askeri, iktisadi, kültürel, sportif kurumlarının çok uzun yıllardan beri bir parçası olmuş.

Hangi AKP’li bugün çocuğunu eğitim için Rusya, Çin ya da Kırgızistan’a göndermek ister? Hiçbiri… O zaman Erdoğan-Putin yakınlaşmasının " Altyapısı ", 
Batı ile "karşıt ilişkilerden" çok farklıdır.

Atatürk Türkiye’si Doğu ve Batı arasında bir denge kurmuştu: çağdaş ve uygar dünya neredeyse biz oradayız. " Yurtta barış, dünyada barış " diyerek, karşılıklı çıkarlarımızı korumak koşulu ile diyerek…

Türkiye’nin "Batı planlarını" Moskova ile dengeleyebilmesi için içerde, Atatürk Türkiye’sinin laik yapısına bağlı kalması gerekir. İslamcı bir yapılanmayı içerde esas aldığınızda Moskova ile Batı’yı dengeleme planı yürümez. Çünkü Türkiye FETÖ’den IŞİD’e kadar terör örgütlerinin tehdidinden kurtulamaz.

Aynen Reina olayında kimi çevrelerin, yılbaşı kutlamalarına karşı çıkıp mazeret aramaları yanlışında olduğu gibi…



http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/654479/Erdogan_i_Moskova_ya_yaklastiran_nedenler.html#



..

10 Ocak 2016 Pazar

AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ



AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ



Prof Dr. Erol MANİSALI
MART 2002,


Harp Akademileri Komutanlığınca düzenlenen " Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl oluşturulur. " Konulu Sempozyumda Prof Dr. Erol Manisalı'nın " Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye Etkileri " başlıklı konuşmasının tam metni.

 1- Değerlendirmelerde kullanılan varsayımlar:

- AB'nin Türkiye'nin bulunduğu çoğrafyaya etkileri ele anırken, bu coğrafyanın sınırları olarak; Ege ve Balkanlar: Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve İran ile AB dışı, Karadeniz bölgesi ele alınmıştır. Bu alan Türkiye ile birlikte Arap Orta doğusu, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek'i kapsar.

- AB'nin bu bölge ve ülkelere " Etkileri " kapsamında da, siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel" değerlendirilmiştir.

- Analizler, AB'nin bu gün devam eden bütünleşme sürecinin, yarın da aksamayacağına ve sonunda " Avrupa Birleşik Devletleri'nin federasyon ya da konfederasyon sınırları arasında gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmıştır. AB'nin, soğuk savaş sonrası döneminde (Orta vadede) , ABD merkezli bir dünya düzenine "karşı koyabilmesi" Uzun dönemde) de Çin ağırlıklı Asya Platformu karşısında gerilememesi için, AB içindeki bütün sorunlara rağmen , Avrupa Birleşik Devletleri'ni kurma yönünde ilerlemesi, vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkmaktadır. AB bu nedenle, tek ekonomik bütünlük, tek askeri güç ve ortak bir anayasa çatışı altında bütünleşmek zorunda bulunmaktadır.
 Bunun esas gerekçesi "dünya üzerinde stratejik bir güç" olarak geri kalmama (hatta ilerleme) meselesine dayanmaktadır...

- Analizlerde kabul ettiğim başka bir varsayım ise " AB'nin uzun vadede de Türkiye'yi içine tam üye olarak almayacağı ( Alamayacağı ) " hadisesidir. Bu varsayımın gerekçelerini, " Avrupa Çıkmazı " adlı kitabımda ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. AB için Türkiye'yi içine almasının siyasi, iktisadi ve kültürel bedeli (maliyeti) olağanüstü boyutlardadır. AB, 1995 Gümrük Birliği belgesi ile, Türkiye'den almak istediği her şeyi, hem de sıfır maliyetle elde etmiş bulunmaktadır. AB'nin Türkiye'yi içeri alması durumunda, a) İş gücünün serbest dolaşımı dolayısıyla Türkiye nüfusunun AB'ye akması; b) Türkiye'ye "Zengin üyelerden fakir üyelere yardım fasıllarından" büyük parasal yardım yapma zorunluluğunda olması ; c) ileride, Türkiye'nin en yüksek nüfusa sahip ülke olarak AB'yi Almanya ile birlikte yönetir duruma gelmesi gibi AB'yi çok olumsuz etkileyecek bir bedel ödemesi durumuna getirir. 
 Ayrıca AB'nin Müslüman Türkiye'yi alıp Hıristiyan Rusya'yı, Beyaz Rusya'yı dışarıda bırakması imkansızdır. Bu ülkeleri ve Türkiye'yi tam üye olarak almış bir Batı Avrupa, kendi refah seviyesini geriletmiş olur.
 AB zaten Türkiye'yi içine alacak olsa, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu'na (AGSP) tek yanlı bağlama konularında Türkiye'yi sıkıştırmazdı.
Bütün bu konularda Türkiye'nin üzerine gelip dayatmalarda bulunması, Türkiye'yi yarın da almayacağının (alamayacağının) en açık göstergesidir.

 2- AB'nin bölgeye yönelik politikaları:

a) AB bu bölgede "ikinci bir halka" oluşturmak istemektedir. İçine almadığı ülkeleri, "kendisine tek taraflı bağımlı hale" getirmek amacındadır.
- Türkiye ile yaptığı "Gümrük Birliği " Anlaşması bunun bir örneğidir. Şu anda Türkiye, AB'ye tek taraflı bağımlı durumdadır. Türkiye "AB'nin dışında olmasına rağmen, AB'nin dış ticaret politikasını uygulamakla yükümlüdür." Bu yükümlülükler Türkiye'yi AB'ye "yavaş yavaş daha bağımlı" hale getirmektedir.
- İş çevreleri, işçi sendikalarının bazıları, bazı kamu kuruluşları, üniversiteler, bazı medya kuruluşları yavaş yavaş AB'nin güdümüne girmektedirler. AB'deki çokuluslu firmaların Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır. Birçok imalat sanayii alanında firmalar el değiştirmiş ve AB firmalarının egemenliği artmıştır. Bankacılık, turizm, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi alanlara da hızla girmektedir.
- Zaman içinde Türkiye'nin "tamamen AB'ye tek taraflı bir yapıya sahip duruma getirileceğini" ve artık "kemikleşecek" olan bu yapılanmanın, Türkiye'deki ulusalcı, çevreler tarafından hiçbir biçimde değiştirilemeyceğinin politikası içindeler. Son 12 yıl içindeki istatistiklere baktığımızda özellikle 1995 'ten itibaren ivmesi artan bir tek yanlılığın ortaya çıktığını görmekteyiz. Sanayi, ticaret, tarım, turizm, ulaştırma, bankacılık, eğitim, sağlık alanlarındaki istatistikler, "tam bir netlikle bu acı gerçeği" ortaya koymaktadır.
- AB, kendi içine almayacağı Akdeniz ülkeleri ile (Fas'tan Ürdün'e kadar) MEDA (Akdeniz İktisadi Kalkınma Programı) çerçevesinde ilişkilerini hızla geliştirmeye başlamıştır. 1990 - 1991 Körfez bunalımı sonrasında ABD ve İngiltere, Körfez'e askeri olarak yerleşip Arap Ortadoğusu'nu denetimine alınca Akdeniz, "eski sahipleri" AB'ye bırakıldı ve MEDA programı ağırlık kazandı. AB, MEDA çervesinde Fas'tan Ürdün'e kadar uzanan Arap Ülkelerini ve ('FKÖ) güneydeki "İkinci Halka" olarak AB'ye ekonomik olarak "bağımlı " kılacak bir politika izlemeye başladı.
Son yıllarda Kuzey Afrika ülkeleri ile "ikili serbest Ticaret anlaşmaları" yaparak kendisine ekonomik ve ticari yönlerden bağlama politikasını yürütegelmektedir. Bunlar "aday ülke" değillerdir.
İşin ilginç tarafı "aday ülke" olan Türkiye'de MEDA kapsamı içine alınmıştır. AB'den "Yunanistan'ın veto ettiği yardımlar" alınamamakta buna karşılık MEDA kapsamında Türkiye'ye "sembolik" yardımlar yapılmaktadır.
 AB bu bağlamda, Akdeniz'i AB'nin bir iç denizi gibi görüp kendi iktisadi, siyasi ve stratejik denetimine yönelik bir politika izlemektedir. Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve AB içine almak için aceleci davranışı, "ileride Türkiye'yi AB içine almama politikasının" bir sonucudur. Türkiye'yi yarın içine alacak olsa, Kıbrıs'ta uyuşmazlığın çözümünü zamana yayar. "Türkiye'nin AB'ye girişi ile eş-zamanlı olarak" kolayca çözebilirdi.
 AB'nin Türkiye politikası, Ege konusunda da kendini göstermektedir. AB parlamentosu'nun 15.12.1996 tarihli kararına göre Ege'deki ihtilaflı bölgeler konusunda, "Türkiye'nin Yunanistan'ın ve AB'nin Egedeki haklarını çiğnediğini" ifade ederek Ege'yi AB'nin bir iç denizi olarak görmekte, Türkiye'nin ileride AB'ye alınmayacağının bir göstergesi olarak ortaya koymuş bulunmaktadır.
 Balkanlarda da AB, kuzey Afrika örneğine benzer bir politika izlemektedir. Arnavutluk, Bosna, Hersek, ve Mekedonya ile "ikinci halka" ilişkileri planlamaktadır. Sloven'yadan başka Yugoslavya (yeni) ve Hırvatistan da ileride AB'ye mutlaka alınacaktır.
 Romanya ve Bulgaristan konusunda bazı tereddütlerin bulunduğu NIC, (nationel Intelligence Council -C.I.A.) Globbal Trend 2015 raporunda (2 Aralık 2000) da yer bulmaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye AB'nin içine alınmayacaktır.

3- AB'nin Ortadoğu politikası, enerji ve PKK konusu:

 AB derken İngiltere'yi ayırarak değerlendirmek, "Kıta Avrupası" demek daha doğru olur.
-Körfez Krizi sonrasından ABD ve İngiltere "stratejik ortaklar" olarak Ortadoğu'ya yerleşmişler ayrıca "İngiliz Toprağı sayılan" Kıbrıs'taki iki İngiliz üssü de ABD tarafından kullanıla gelmektedir.
 AB'nin büyükleri Almanya ve Fransa, Akdeniz'in yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda da ABD ingiltere ikilisini "dengeleme" amacına yönelik politikalar izlemektedir. En çarpıcı olanı, bölgedeki kürtler konusunda "ABD- ingiltere ikilisi" ile "Almanya - Fransa ikilisi" arasında süregelen çekişmedir.
 Bu çekişme, "Türkiye'ye ödetilerek" Türkiye'nin sırtından yürütülmektedir. En azından, izledikleri politikanın sonuçları bu yönde gelişebilemektedir.
 1992 'den itibaren ABD İngiltere ikilisi K.Irak'ta kukla bir Kürt devletinin biçimsel altyapısını, "tamamen dışardan uygulayarak" yürütmüşlerdir. Bunu Başbakan Sayın B. Ecevit de kamuoyuna açıklamıştır. (Aralık 2001, Ocak 2002 çeşitli gazeteler ve TV beyanları). Ancak TSK böyle bir kukla devletin ilanını savaş nedeni sayacağını ortaya koymuştur. ABD ve İngiltere'nin K. ırak'ta yürüttükleri politikaya karşılık AB (Kıta Avrupası), PKK'yi AB güdümünde siyasallaştırarak Anadolu'dan K. Irak 'taki Amerikan- İngiliz girişimini "dengelemek" istemektedir.
 ABD ve İngiltere'nin K. Irak kartına karşılık PKK'yi AB denetiminde) " Ortadoğu-Kafkasya hattında kullanabileceği bir maşa, bir köprü başı olarak" görmektedir.
 PKK'nın kıta Avrupası'nda siyası destek görmesinin arkasında yatan esas neden budur. Büyük güçlerin bölgedeki "stratejik paylaşım kavgasında" kullanabilecekleri araçlardır.
 Bir varsayım olarak; ABD ileride, K.Irak'ta İncirlik düzeyinde üs inşa eder ise Kafkasya ve İç Asya dengelerinde önemli değişmeler olur. Almanya, Fransa gibi ülkeler enerji politikalarında zaafa uğrarlar.

 4- AB ve Karadeniz Bölgesi:

 AB, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı aynen Türkiye gibi , içine almadan yoluna devam edecektir. Bu ülkeleri ekonomik, ticari ve mali olarak AB'ye " bağımlı halde tutmaya" çalışacaktır. Bu konuda Almanya önemli girişimler içindedir. Almanya ile Rusya doğal gazını, yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. 

5- Bu yönü ile Rusya'nın elinde de önemli kozlar bulunmaktadır.

- İlginç bir biçimde, AB ile ilişkilerinde, "Türkiye, Rusya ve Ukrayna ve beyaz Rusya aynı kaderi " paylaşmaktadırlar. Hepside AB içine alınmayacaklar "Ancak AB tarafından , AB'ye bağımlı ikinci bir halka içinde tutulmak isteyeceklerdir. Çin 'in Asya'daki ülkelerle oluşturmak istediği " Asya Platformu " gerçekleşebilirse "Asya'daki önemli bir iktisadi siyasi ve askeri güç merkezi" ortaya çıkacaktır. Bu durum, ABD'nin olduğu kadar, AB'nin de AB'nin doğu sınırındaki ülkeler ile ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir.

6- AB'nin Bölge Politikası ve Türkiye

 AB Türkiye'yi dışlamayacak" ancak, daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı Avrupa Birleşik Devletlerinde Türkiye'ye yer vermeyecektir.
 AB'nin esas amacı, Türkiye'yi aynen Kuzey Afrika ülkelerinde ve Rusya - Ukrayna politikasında olduğu gibi kendi etki (denetim) alanı içinde" tutma politikası gütmektir.
- 6 Mart 1995 Belgesi ile başlatılan tek yanlı ticari ve iktisadi bağımlılığı bürokrasiye, eğitime, sivil toplum örgütlerine yayarak Türk siyasetini denetim altında tutmak istemektir.
- Türkiye'nin 1999'da başlatılan adaylık sürecinin "Türkiye'nin önüne sürekli engeller konularak oyalanması" amacı güdülmektedir.

 a) Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla Yunanistan'ın denetimine sokulması için baskı yapılmaktadır.

b) PKK'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi, siyasallaştırılması çabaları, AB ülkelerinden etkili destek sağlanması Türkiye - AB ilişkilerinı yarın da olumsuz etkileyecek bir politikadır.

c) Ermeni meselesinde AB, "Türkiye eğer soykırım yaptığını kabul etmez ise Türkiye - AB ilişkileri gelişemez " demektedir.


 Avrupa Ordusu (AGSP) konusunda da Türkiye'yi dışlamaktadır.


 Bütün bunlar "şimdilik" Türkiye'nin önüne konmuş engellemelerdir. Yarın bunlara daha başkaları da eklenebilir. AB'nin bu politikası, "Türkiye'yi sürekli kapının önünde tutmak, bu arada alabildiği ödünleri almak ve tek yanlı bağımlılığı kemikleştirmek" biçiminde özetlenebilir.
 Sonuç; AB'nin Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye yönelik politikası, "Yukarıda ortaya konan gelişmelerin ışığında" Türkiye'nin ulusal politikaları ile birçok konuda çatışma içide bulunmaktadır. Temel sorun "AB'nin Türkiye'yi içinde alamayacağı" hadisine dayanmaktadır. Türkiye AB ile tek yanlı bağımlılığını sürdürür ise " Kıbrıs, Ege, PKK, Ermeni ve AGSP konularında, orta ve uzun vadede stratejik ödünler vermek zorunda kalacaktır." 

 ABD'nin de, K. Irak, Kıbrıs, Ege, Ermeni konularında, "Türkiye'nin Ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" politikaları bulunduğu için, "AB ve ABD'yi Türkiye konusunda tamamen karşıt politikalar içinde değerlendiremiyoruz." Bu nedenle aralarında rekabet ve çekişme olsa bile, anılan konularda, " Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan " ortak bir zemin üzerinde bulundukları görülmektedir.
 Türkiye kaçınılmaz olarak " AB'nin yakın bölge üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edecek dengeleri kurmak zorundadır. "

 Bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Asya Platformu ile " Ortak çıkar noktalarının geliştirilmesi " yeni denge arayışlarında en önemli unsur olacaktır. 
 '' TSK'nin inisiyatif alarak bu konuda ilerlemeler sağlamasını, yeni denge politikaları arayışlarında olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir ".


http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mart02_02.html

..

Gümrük Birliği Üzerine Görüşler





Gümrük Birliği Üzerine Görüşler



Altınoluk 
1995 - Nisan, Sayı: 110, Sayfa: 012 

Prof. Dr. Erol MANİSALI'NIN GÖRÜŞLERİ:

ALTINOLUK: Efendim sizin eskiden beri Gümrük Birliğiyle ilgili endişeleriniz olduğu biliniyor. Hatta GB anlaşmasından sonra bunun Tanzimat Fermanından ve Kapitülasyonlardan daha ağır bir "Vesayet Antlaşması" olduğunu dile getirdiniz. GB niçin vesayet antlaşması?

EROL MANİSALI: Gümrük Birliği niçin vesayet oluyor? Çünkü Türkiye Gümrük Birliği'ni işleten, çalıştıran diğer üyelerle siyasî ve ekonomik olarak eşit şartlarda masada bulunmuyor. Anlaşma dengesiz bir anlaşma. Dengesizlik Türkiye'nin Avrupa Birliği Konfederasyonu içinde, Gümrük Birliği adındaki belli bir ticarî bölümüne üye olmaksızın, suni bir şekilde monte edilmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenlerle Türkiye'yi ekonomik ve politik olarak vesayet altına sokan bir yapıdadır. Türkiye'nin imzalamış olduğu anlaşmada, diğer üyelerle eşit statüde bulunmamasından kaynaklanan dengesizlik sonucu olarak bu, bir vesayet anlaşması haline dönüşüyor. Aslında Gümrük Birliği tam üyelikle beraber yürür. Bunlar ayrı yürümez. Ama Avrupa ne yapıyor? Türkiye'yi tam dışlamıyor, "gel seni suni bir şekilde alalım" diyorlar. Bu Avrupa için ideal bir çözümdür.

ALTINOLUK: Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye'nin gümrük vergisi ve fon gelirlerinden kayıpları olacağı biliniyor. Aslında Türkiye'nin kayıpları bunlarla da sınırlı değil. İşsizlik artışı, döviz rezervlerinde azalma ve özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin olumsuz etkileneceği, ithalatta patlama olacağı ve dış ticaret açığının artacağı, tarım sektörünün büyük zarar göreceği bunlardan bazıları. Gümrük Birliğini savunanlar AB'nin 5 yıl içinde yapacağı 3.3 milyar dolar mali yardımla bu zararın giderileceğini iddia ediyorlar. Oysa Yunanistan'a 36 milyar dolar, İspanya'ya 50 milyar dolar, Portekiz'e 17 milyar dolar karşılıksız yardım yapıldı. Hal böyleyken Türkiye'nin zararlarının 3.3 milyar dolar malî yardımla giderilmesi mümkün mü?

MANİSALI: Bana göre kesinlikle karşılamayacaktır. Tabiî Gümrük Birliği meselesine bakanlar farklı bir yaklaşım içinde bakmaktadırlar. Türkiye'ye yapılan yardım, normal bir Gümrük Birliği anlaşmasında yeni üyeler arasındaki negatifleri dengeleyici bir mekanizmanın çalıştı-rılmasından çok, Türkiye'nin zoraki bir biçimde sadece Gümrük Birliği çarkına monte edilmesinin doğuracağı zararların biraz telafisi şeklinde bir yardımdır. Avrupa da diğer zararlarda Türkiye başının çaresine baksın. Kendine göre istifadeler ortaya çıkaracaksa kendi çıkarsın, bu bizi ilgilendirmez şeklinde ekonomik ve siyasî bir yaklaşım söz konusudur.

ALTINOLUK: Bu malî yardımlarla ilgili bir sorumuz daha olacak Yunanistan'da Papandreu hükümeti AB'ye girince aldığı tarım fonundaki malî yardımları seçim yatırımları olarak kullandı. Sosyalist olmasına rağmen tarım sektörünün oylarını alarak tekrar seçildi. Bu günkü hükümetin böyle bir değerlendirmesi olabilir mı?

MANİSALI: Hükümetin tutumu Yunanistan örneğine biraz benziyor. AB'den alacağı üç-beş kuruşu kısa vadede kullanacaklar gibi. Ama daha önemli bir nokta var. O da, Gümrük Birliğini kamuoyuna yanlış pazarlamanın, değişik bir biçimde pazarlamanın, sanki Türkiye'yi Avrupa Birliğine tam üye yapıyormuş gibi pazarlayıp puan toplama gayretleri var.

ALTINOLUK: Türkiye Avrupa Birliğine tam üye olabilecek mi? Yoksa Avrupa, Türkiye'yi Gümrük Birliğinde geleceği son nokta olarak mı görüyor?

MANİSALI: Benim kişisel kanaatım Gümrük Birliği Türkiye için son noktadır. Çünkü Türkiye'yi vesayet altına aldıktan ve tek yanlı olarak bağladıktan sonra ne diye kalkıp, eşit hale getirip, yarın en üst siyasi kuruluşlarda yanına oturtsun. Bu eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Çünkü uluslararası ilişkiler karşılıklı çıkarlara dayanır. Ben kendimi onların yerine koyuyorum ve Türkiye'ye şöyle bakıyorum, tek yanlı olarak denetimim altına aldığım Türkiye'yi ne diye yanıma oturtup sahip olduğum avantajları ortadan kaldırayım. Bu olamaz diyorum. Zaten temsilin nüfusa göre olduğu Avrupa Birliği Parlamentosu'nda ve komisyondaki daire başkanlıklarında, 25 yıl sonra nüfusu 100 milyona dayanacak bir Türkiye'yi Avrupa Birliğinin siyasî ve ekonomik olarak en tepeye oturtması yine eşyanın tabiatına aykırı bir hadisedir. Türkiye için tam üyelik sözkonusu değildir. Kimse kimseyi aldatmasın, bu son noktadır. Dolayısıyla benim kişisel kanaatim şudur, Türkiye Gümrük Birliği anlaşması yerine mademki tam üye olarak alınmıyor, serbest ticaret bölgesi anlaşması yapmalıydı ve şartlar koşmalıydı, eğer beni tam üye olarak alırsan o zaman Gümrük Birliğine doğal olarak geçeceğim, onun dışında geçmem demeliydi. Türkiye bu kozlarını da kaybetmiştir. Tek yanlı yükümlülükler altına girmiştir.

ALTINOLUK: Efendim bir de Gümrük Birliği Anlaşması metninin açıklanması ile bir çok mahzurların ortaya çıkacağını ve metnin bunun için açıklanmadığını dile getirdiniz. Bu metinde neler var ve sizce mahzurlar neler olabilir?

MANİSALI: Başta anlaşma dengesiz bir anlaşmadır. Özellikle de anlaşma metninin 52'den 62'ye kadar olan maddeler okunduğu zaman net bir şekilde Türkiye'yi vesayet altına aldığı görülmektedir. Her şey Gümrük Birliğine uydurulacaktır. Ancak Gümrük Birliği ise tam üyelerin milli menfaatleri doğrultusunda döndürülen bir çarktır. Türkiye kendi milli menfaatlerini Gümrük Birliğine yansıtamayacaktır. Gümrük Birliği sabit, statik bir hadise değildir. Devamlı değişme, gelişme halindedir. Kim değiştirecek? Tam üyeler değiştirecektir. Hangi kritere göre değiştirecek? Kendi milli menfaatlerine göre değiştirecektir. Çelişki ve dengesizlik buradan kaynaklanıyor. Onun ötesindeki meseleler, mali yardım, negatifleri pozitifleri bundan sonra gelecek meselelerdir. Temeldeki meseleler çok büyük sorunlar yaratacaktır.

ALTINOLUK: Avrupa Birliği'ne kabul edilmeyeceğini söylediğiniz Türkiye'nin Gümrük Birliği anlaşmasını imzalaması önümüzdeki yıllarda ne gibi zorluklar getirecektir?

MANİSALI: Hem ekonomik hem de siyasi çok büyük sorunlar doğuracaktır. Çünkü elmalarla armutlar birbirine karıştırılmıştır. Ekonomik ve ticari yönden bağımlı hale getirilen Türkiye üzerine siyasi ipotekler konmak istenmektedir. Önümüzdeki yıllarda malî yardımların devam etmesi için Kıbrıs konusunda, Ege konusunda, Türk Cumhuriyetleri konusunda Türkiye'ye, Brüksel'in istediği doğrultuda hareket etmesi, aksi halde o yardımların yerine getirilmeyeceği söylenecektir. Eğer Türkiye tam üye olsaydı, en azından bunun kavgasını yapar, veto hakkını kullanır ve kendi menfaatine uygun olmayan kararın çıkmasını önleyebilirdi. Şimdi öyle bir şey yok. Gıyabında alınan kararları otomatik olarak uygulamak durumunda kalıyor. Meydana getirilen suni sistemdeki telafi edici müesseseler yeterli değil. Bu müesseseler çalışmadığı zaman her şey Gümrük Birliğine uydurulur. Neticede Gümrük Birliği esas alınır. Gümrük Birliği nedir? Tam üyelerin yürüttüğü bir çarktır. Türkiye Gümrük Birliği kararlarına uymadığı zaman bu uymamanın da bir cezası, maliyeti var. Dolayısıyla kararlara uymam diye bir bağımsızlık olmuyor.

Avrupa Birliği dışındaki ticari ilişkilerimizde de 5 yıl içinde onların sistemine uymak zorundayız. Onun politikası da 15'lerin menfaatleri doğrultusunda ortaya konmuş bir politikadır. Bu temel dengesizlik başta üçüncü ülkelerle ilişkiler olmak üzere her konuda kendini gösterecektir. Her şey Brüksel'in maksimizasyonuna göre yürütülecektir. Bilinen şu ki; 15'lerin gelir düzeyinin farklılığı ve dünya ile bölgeye yaklaşımları farklılığı yüzünden AB'nin izleyeceği politikanın Türkiye'nin milli çıkarlarıyla büyük ölçüde ayrılıkları zorunlu olduğu için, (Yüzde 20'de uyum varsa, yüzde 80'de ayrılık var.) Dış ilişkiler de dahil olmak üzere makro dengelerde olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Sonuç olarak Türkiye'yi AB'ye niçin almıyorlar? Eğer alsalardı Türkiye'nin siyasi gücü olacaktı. Siyasî olarak en tepede bulunacaktı. Bu nüfusuyla 20 sene sonra Almanya kadar siyasî ağırlığı olacaktı. Onun için almıyorlar, alamazlar. Ben olsam, ben de almazdım.

(Halil İbrahim KURUCAN)

-------

 KORKUT ÖZAL

"Avrupa'nın Zencileri"

Avrupa ile siyasi entegrasyon meselesi bitmiştir. Avrupa katiyen kabul etmiyor. Başlıca argümanlar, nüfusumuz, tarımımız ve müslüman olmamız. Avrupa Birliği ile ortaklığa giden yol kapanmıştır. Siz şimdi Avrupa'nın zencileri olabilirsiniz. Tavizi vermişsiniz. Gümrükleri indirmişsiniz, entegrasyon geride kalmıştır. Tam üye olmadan GB'ne giden tek ülke Türkiye'dir. Mali protokoller uygulamaya konulmamıştır, serbest dolaşım askıdadır. Çok acele girdik bu şeyin içine. GB, Türkiye'nin geleceğini etkileyebilecek en önemli konudur. Bize ne getirir ne götürür iyice kamuoyuna anlatılmalı, referandum konusu yapılmalıdır bu olay. Konuyu kimse bilmiyor, parlamento da bilmiyor. Türkiye tekrar düşünmelidir, düşünmeliyiz, GB menfaatlerimize uygun olur mu diye. Türkiye'nin tek alternatifi, kendi evinin içini düzeltmektir.


--------------

İSMAİL BERDUK OLGAÇAY

Ben çok endişeliyim. Olay gerekli altyapı çalışmaları ve hazırlıkları tamamlanmaksızın oldu bittiye getiriliyor. İslâm alemine yakınlaşmaması için Türkiye'yi kontrol altına almak istiyorlar. Norveç ve Danimarka referandum yaptı, biz de kesinlikle referandum yapmalıyız.

-----------

OĞUZHAN ASİLTÜRK'ÜN GÖRÜŞLERİ

"Sebep İdeolojik"

Şu anki Gümrük Birliği Türkiye'yi Avrupa'ya pazar yapmak için yapılmış bir anlaşmadır. Neden böyle? Çünkü Avrupa Topluluğu üyeleri çeşitli kademelerde çeşitli anlaşmalarla Topluluğun üyesi haline geliyorlar ve bir nevi yeni bir devlet oluşumu meydana geliyor. Bu devletin aynen federal hükümetlerin federe devletleri gibi bölümleri var. Bunlar eşit şartlarla ortak oluyorlar. Tabiî aralarında Gümrük Birliği de var. Ama Türkiye'yi hem Türkiye'deki islamî gelişmeleri önlemek için bırakmak istemiyorlar hem de Türkiye'ye kendileriyle eşit hakkı vermek istemiyorlar. Batı bununla Türkiye'yi yükümlülükler altına sokuyor. Türkiye bununla alınışına iştirak etmediği, Brüksel'in aldığı bir dizi kararı uygulamak zorunda kalıyor. Türkiye Gümrük Birliğine girdiği zaman ihtiyacı olan petrolü Libya'dan ucuz bulursa alamayacak. Çünkü bu, Avrupa Parlamentosunun aldığı kararlar neticesinde mümkün olmuyor. Avrupa Parlamentosu nereden almamızı uygun görürse oradan alabileceğiz. İhracatımızda da durum böyle Irak'a, İran'a mal satmamız onların iznine bağlı olacak. Bu bir sömürge anlaşmasıdır. Bu kararın önemli bir tarafı daha var. Şu andaki Avrupa Birliği ülkeleri, ekonomik konularda ihtilafa düşseler Yüksek Adalet Divanı'na müracaat edecekler. Orada her ülkenin hakimi var. Biz, diyelim ki ülkelerden birisiyle ihtilafa düştük nereye müracaat edeceğiz? Statüye göre Yüksek Adalet Divanı'na gideceğiz. Orada hakim kim? İhtilafa düştüğümüz ülkenin hakiminin de içinde bulunduğu hakimler topluluğu. Bu fevkalade yanlış ve milli menfaatlere aykırı bir anlaşmadır. Ekonomik kararların alınmasına katılamadığımız, sadece tatbik eder durumuna düşeceğimiz için kapitülasyonlardan daha ağır bir anlaşmadır. Şu anda Türkiye'de tekstil sektörü hariç hiç bir sektörün Avrupa mallarıyla rekabet yapması mümkün değildir. Olayın bu yönü bir tarafta, mesela Türkiye'nin tarım ürünlerine serbest dolaşım verilmiyor, ama Avrupa Birliği ülkelerinin bütün ürünleri Türkiye'ye gelebiliyor. Bunun yanında orta ve küçük ölçekli sanayisi tamamen yok olacaktır. Yunanistan bunun için 20 milyar doların üzerinde para almıştır. Oysa Türkiye'nin böyle bir yardımı alması da söz konuşu değildir. Bugünkü hükümetin Gümrük Birliği'ne girmesinin ardındaki gerçek sebep ideolojiktir. Bakın Gümrük Birliğine girerken menfaatlerimizi tartışmıyorlar, sadece ideolojik olarak ele alıyorlar.

-----------


 Hulusi YAZICIOĞLU

Avukat, Araştırmacı

"Dış ilişkilerde Önemli Bir Nokta"

1973 yılında, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin bir bakanı, oradaki işçilerimizin sorunları üzerinde incelemelerde bulunmak amacıyla bir Avrupa ülkesini ziyaret eder. Türkiye'de partici bir kimlikle tanınan bakan biraz siyasî alışkanlıkları, biraz da dış ilişkilerdeki deneyimsizliği yüzünden, Türk işçileriyle yaptığı bir dizi toplantıda, Türkiye'de siyasî parti toplantılarında rastlanan türde konuşmalar yapar ve bazı çevrelerin tepkilerini toplar. Geldiğinin üçüncü günü, bir büyük kentin bu salonunda Türk işçilerine karşı konuşurken, 13 numaralı polis karakoluna "meçhul bir şahıs" tarafından, "ülkeyi derhal terk etmemesi halinde öldürüleceği" yolunda bir ihbar yapılır.

"Meçhul şahıs"ın telefonla yaptığı ihbar, "anlaşılmaz bir biçimde" bakana ulaşınca, Türk konsolosluğundan çağrılan bir görevli aracılığıyla kent polisiyle temasa geçilir. Bakanın yakın çevresine göre polisten, bakanın "hayatı" konusunda teminat istenir. Polisin teminat vermemesi üzerine paniğe kapılan yakın çevre, kalkan ilk uçağa bindirerek bakanı Türkiye'ye kaçırır. Olayın bu safhası, bu Avrupa ülkesinin en ciddi gazetelerinden birinin 10 Ağustos 1973 tarihli nüshasında şöyle anlatılmaktadır.

"A. kenti polis müdürlüğü, öldürme tehdidiyle ilgili ihbarın ve bu ihbar dolayısıyla Avrupa ülkesinin resmî makamlarında ortaya çıkan tepkilerin anlaşılmaz bir biçimde (Türk bakan) C.'nin kulağına gitmiş olduğunu tahmin etmektedir. Polisin belirttiğine göre C. ye, A. kentinde refakat eden Türk konsolosluk görevlileri, ancak kırık-dökük bir yabancı dil ile konuşabiliyorlardı. A. kenti polisi için bilinmeyen husus, C'nin öldürüleceğine ilişkin tehdidin Türk gizli servisi ve Avrupa ülkesinin iç güvenlik örgütünce ne şekilde değerlendirildiğidir. Muhtemelen bu merciler, bakanın içinde bulunduğu söylenen tehlikeyi gereksiz yere abartmışlardır."

Aynı gazetenin 7 Ağustos 1973 tarihli nüshasında, aynı konuda çıkan bir haberde ise bakanın, Türkiye'ye döndükten sonra Ankara'da yayınlanan Daily News gazetesine verdiği demeçte, "Geziyi yarıda kesmemi Avrupa ülkesi polisi istedi." dediği belirtilmektedir.

Olay önce, o günün akşamı televizyon kanallarında alaycı bir dille duyurulmuş; ertesi günde ayrıntıları, ülkenin belli başlı gazetelerinde aynı üslupla verilmiştir. Yayınlardan anlaşıldığına göre ülke polisi, bakanın hayatı hakkında teminat veremeyeceklerini söylemediklerini, sözleri karşı tarafa bu tarzda nakledilmişse bunun, çeviri yanlışlığından doğmuş olması gerektiğini belirtmektedir. Oysa ki, Türk konsolosluğundan tercüman olarak gönderilen görevli, yıllardır bu ülkede yaşayan, dolayısıyla ülkenin dilini iyi bilen, yüksek öğrenim yapmış bir kişidir. Bu yüzden onun, çeviri yanlışı yapması ihtimali yoktur. O da polisin bakana, hayatı hakkında teminat ve-remeyeceğini söylemediğini ve kendisinin de çeviriyi bu tarzda yapmadığını belirtmektedir.

Neresinden bakılırsa bakılsın, olay komplo görüntüsü vermekte ve Avrupa ülkesinin gazetesinde olaya bazı Türk görevlilerin de katılmış oldukları ima edilmektedir. Ne var ki, bu olay vesilesiyle, kişiliği ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti'nin bir bakanı ve onun kişiliğinde Türkiye Cumhuriyeti istiksal edilmiştir.

Farklı bir gelişme seyri izleyerek farklı bir sonuca ulaşmış olmakla birlikte, taşıdığı benzerlikler dolayısıyla mukayese unsuru olarak alınabilecek bir başka olay da aynı yıllarda, diplomatik statüde bir görevlimizin başından geçmiştir. Diplomatik plaka taşıyan ve ön camına ay yıldızlı çıkma yapıştırılmış bulunan özel aracıyla bir başka Avrupa ülkesinin başkentine gitmekte olan görevlimiz, ülkeye girişinde gümrükte görevli polisler tarafından durdurulur ve aracı bir kenara çektirilerek, kendisine araçta arama yapılacağı bildirilir, o yıllarda bir Türk senatörü Fransa sınırında uyuşturucu madde ile yakalandığı için, Avrupa'da bu konuda bazı önyargılar vardır.

Görevlimiz, "Diplomatik İlişkiler hakkında Viyana Sözleşmesi" hükümleri uyarınca aracının aranamayacağını; bununla birlikte, aracının arandığının ve içinde neler bulunduğunun, aralarında düzenlenecek bir protokole bağlanması kaydıyla aramaya karşı olmadığını; ancak tutumlarının uluslararası teamüllere aykırı olduğunu ve bu tutumlarını ilgili merciler nezdinde protesto edeceğini bildirir. Bunun üzerine polisler bir yerlerle uzun uzun telefon görüşmesi yaparlar. Daha sonra görevlimizden özür dileyerek yoluna devam edebileceğini bildirirler. Görevlimiz aracından inerek bagaj kapağını açar ve kapatmayı unutmuş gibi yaparak, para bozdurma bahanesiyle yarım saat kadar olay yerinden uzaklaşır. Böylece aracını aratmayarak istiskale uğramasının meydan vermemiş olmakla birlikte, gümrükteki polislere, diledikleri gibi arama yapabilmeleri için ortam hazırlar.

Benzer olaylar yıllardır sık sık tekrarlanmakta ve çok kere istiskaller milli onurumuzu yaralayacak boyutlara ulaşmaktadırlar. Bu olayların çoğunda, istiskale uğrayan kişiler, bunun sonradan farkına varacak biçimde oyuna getirilmektedirler. Bu tür davranışlara devletin en üst mevkilerinde bulunanlar dahi muhatap oldukları halde, bilindiği kadarıyla bunlara karşı "mukabele bilmisil" kuralı bugüne değin hiç işletilmemiştir. Oysa ki, uluslararası ilişkilerde bu tür yöntemler, psikolojik eziklik yaratarak bir ülke üzerinde baskı kurma ve bunun sonucu olarak baskı Kur'ân'ın iradesini o ülkeye kabul ettirme aracı olarak kullanılmaktadırlar. Bu açıdan bakılınca, Avrupa ile ilişkilerin yoğunlaşacağı bir sürece girildiği şu günlerde, bu tür olayların nedenlerini tahlil etmek, takınılacak tavrı tayin bakımından yararlı olabilir.

Kuşkusuz ki, bir toplumda yaşayan insanların tümünü aynı kategoriye yerleştirerek, hepsi hakkında aynı yargıya varmak, onlar arasındaki farklılıkları inkâr etmek anlamına gelir. Ancak, olaylar karşısında çoğunluğun takındığı tavırların ortak noktaları bulunarak buradan, toplumsal karakterin bazı özelliklerini saptamak mümkün olur. Burada yapılmak istenen, doğu ve batı toplumlarında gözlenebilen insan davranışlarının ortak noktalarını yakalayarak, bunlardan konuya ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalışmak olacaktır.

İnsan topluluklarının tümünde olduğu gibi, kendi toplumlarının önyargılarını aşmış olanlar hariç, batı toplumlarında yaşayan ve büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlar da, bu toplumların tarihi süreç içinde edindikleri kalıplarla düşünür; karşılaştıkları olayları bu kalıpların değer ölçüsüne vurarak yargılarlar. Tarihî süreç içinde batı toplumlarında oluşan ve gözlerini bu toplumlarda açan insanların karakterlerinin biçimlenmesinde birinci derecede etken olan unsurlardan bir tanesi bu topumlarda yüzlerce yıl önce kurumlaşmış olan toplum sınıflarıdır. Bu sınıfların kendi içlerinde, yüzlerce yıllık bir gelişim sonunda ortaya çıkan sınıf bilinciyle sınıf dayanışması ve bunların toplumlardaki çalkantılarla birleşmeleri sonucu patlayan sınıf kavgaları, batı toplumunda yetişen bireyin zihnine, elde edilmesi istenen sonuçlara ancak çatışmalarla ulaşılabileceği kanısını yerleştirmiştir. Bunun sonucu olarak batı toplumunda birey ve toplum düzeyinde beşerî ilişkiler karşılıklı dengeler üzerinde oturmuştur. Bu yüzden batılı birey kendisinin her an teyakkuz halinde olması gerektiğini düşünür ve bu kanı onu, muhatabının da aynı ruh hali içinde olduğunu farzetmeğe sevk eder. Sonuç olarak, batı toplumunun sıradan bir üyesi güç (kudret) olgusuna karşı son derecede duyarlıdır. Muhataba güçlü ise ona, gücünün derece nispetinde saygı gösterir. Güçsüz olduğunu anladığı takdirde de onu herhangi bir biçimde en azından psikolojik olarak ezmeğe çalışır.

Şu halde, Batı ile gerek birey, gerekse toplum düzeyinde yürütülecek (beşeri) ilişkilerde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bunların eşitler arası ilişki olduğunun muhataba muhakkak hissettirilmesidir. Zira, Doğu'da övülecek, insancıl bir nitelik olarak görülen mahviyetkârlık, Batı'nın gözünde zaaftan başka şey değildir. Dolayısıyla Batı ile ilişkilerde istiskal ve benzeri davranışlarla karşılaşmayı önlemenin yolu güçlü olmak, bunu muhataba hissettirmek ve buna rağmen karşılaşılmışsa, doğabilecek sonuçları göze alarak direnmektir. Esasen böyle bir direniş, haklı ise ve hukuki dayanağa da sahipse, batı toplumlarının en azından bir kısım çevrelerinde saygı ve belki destek de görecektir. Nitekim, Avrupa ülkesinde meydana gelen olay sonrasında, Türk bakanının karşılaştığı komployu tahlil edenler onun, azıcık cesaret gösterip muhataplarına uluslararası teamül ve hukuku hatırlatsaydı; kent polisini değil, siyasî mevkiine eşit düzeydeki görevlileri muhatap alsaydı ve her şeye rağmen gezisini sürdürseydi, o yıllarda polisin bilgisi dışında kuşun dahi uçamadığı bu ülkede karşılaştığı istiskali yaşamayacak olduğunda birleşmektedirler. Bakan Türkiye'ye döndükten sonra da hükümeti olayı ciddiye alıp, fırsatı doğduğunda "mukabele bilmisil" kuralını işletseydi, son yıllarda benzeri olayların ortaya çıkması önlenmiş olurdu. O takdirde, sözgelişi, bir Kıbrıs harekâtından sonraki dönemde, bir Avrupa ülkesinde Türk işçilerine konuşma yapan bir başka bakan, hazır bulunanlardan bazılarınca aleyhte gösteri yapıldığı için, yatının korunması gerekçesiyle salonun arka kapısından, polis otosu içinde kaçırılmazdı. Ya da son yıllarda Türkiye Cumhurbaşkanlarının Amerika'da, Fransa'da, Bosna'da karşılaştıkları üzücü olaylar yaşanmazdı.

Kuşkusuz ki her işin bir riskli yönü olacaktır. Bir ülkede görevliler bir takım yerlere, rahat etsinler diye değil, gerektiğinde tehlikeleri göze alarak sonuca ulaşsınlar diye getirilirler. Avrupa ile ilişkilerin yoğunlaşacağı önümüzdeki yılarda bu ilişkileri yürütenlerin bu konuda çok dikkatli olmaları gerekir.

MÜSİAD: "Türkiye önder ülke hedefinden uzaklaştı."

GB daha ilk yıl 2.5 milyar dolar vergiye fon geliri kaybına yol açacaktır. Buna rağmen, beş yıl için 3 milyar dolar tutarında ve proje karşılığında kredi türündeki mali destekle yetinen hükümet, Yunanistan'ın 1981'den bu yana 36 milyar dolar, İspanya'nın 1986'dan bu yana 50 milyar dolar ve Portekiz'in 17 milyar dolar tutarında karşılıksız malî yardım aldıklarını göz önünde tutamamıştır. Bu üç ülkede AB'ye girdikten sonra büyük bir ithalat patlaması yaşanmış ve büyük gelir kaybına uğramışlardır. Bu kayıpları alınan karşılıksız yardımlarla giderebilmişlerdir.

Hükümet AB veya ABD ile gümrük birliğine gitmediği halde her yıl %8-10'luk ekonomik büyüme ve %15'i aşan oranda ihracat artışı sağlayan Malezya, Güney Kore gibi ülkelerin başarılı tecrübelerinden ders almalıdır. Keramet gümrük birliği anlaşmasını imzalamada değil, ülke ekonomisini akılcı ve tutarlı politikalarla yönetmededir.

AB ile gümrük birliğini tamamlamak uğruna Kıbrıs Rum Kesimi'nin "Kıbrıs Cumhuriyeti" adı altında AB'ye üye olması için görüşmelerin 1997'de başlatılmasına yeşil ışık yakanlar, birkaç yıl sonra AB'nin topraklarının bir bölümünü işgal etmiş konumuna düşeceğimizi, Kıbrıs sorununun Birleşmiş Milletler platformundan AB platformuna kayacağını ve dış ticarette daha da bağımlı hale geleceğimizi AB'nin ambargo türü tehditlerine maruz kalacağımızı hesaplamalıdırlar.

Türkiye'nin çok büyük ölçüde yükümlülükler altına gireceği gümrük birliğini "reçete" imiş gibi halkın iradesine sunmamak, Avrupalılaşmayı hedefleyen bir hükümetin ulaşmak istediği değerler ile bir çelişki oluşturmaktadır. En iyisi, böylesine önemli bir kararın tüm yönleriyle kamuoyunda tartışılması zeminini hazırlayarak halkın iradesine sunmak, referanduma gitmektir. MÜSİAD'ın arzusu ve hedefi, Türkiye'nin önder bir ülke konumuna gelmesidir. Gümrük Birliğine girmekle Türkiye bu hedefinden uzaklaşmıştır.

İlk yıllarda ithalat patlaması, işsizlik artışı, döviz rezervlerinde erime gibi olumsuz etkilerin doğabileceği ve özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin olumsuz etkileneceği bilinmesine rağmen "belki bir gün Türkiye'yi AB'ne tam üyeliğe alırlar" beklentisi içinde gümrük birliği kararının imzalanması, hayale atılan ve riskleri çok büyük olan bir imzadır.

---------


 YAĞMUR ATSIZ

(Gazeteci Yeni Yüzyıl):

"Çıkarlarımız farklı"

Bir kere, Yunanistan'ın çok özel edepsizlikleri bir yana, Avrupalıların Türkiye'yi çok haysiyet kırıcı biçimde, adeta iğrenç iğrenç gümrük birliğine kabul ettikleri ortada. AB'ye tam üye olsak Ermenistan'a ambargo uygulayabilir miyiz? Neredeyse Ermenilerle bir olup Azerilerin üstüne çullanmadığımız için daha şimdiden kötü kişi oluyoruz. Kısaca Kuzey Irak'ta, Bosna-Hersek'te, Makedonya'da, Arnavutluk'ta, Filistin'de, İran'da hatta Çin'de Türkiye'nin çıkarlarıyla Brüksel'in çıkarları farklıdır.

------------


 MESUT YILMAZ

Vatandaşların Avrupa ülkelerine vizeyle girebilen bir ülkenin başbakanı Avrupa fatihi olabilir mi?

-----------


 ONUR KUMBARACIBAŞI

(CHP Milletvekili)

Yunanistan'ın bazı tavizler kopardığı kesin, aksi takdirde vetosunu kaldırmazdı. Biraz daha direnmemiz gerekiyordu. Türkiye'nin farklı manevralar yapması mümkündü. Ağırlığımızı hissettireceğimiz bir noktada fazla telaş ettik. Fırsat bana göre kaçtı. Sayın Başbakan'da, bu işi bir an evvel mutlaka yapma arzusu vardı. Gümrük birliği konusunun telaşla sonuçlandırılması Başbakan'ın arzusudur.

-------------


 MÜMTAZ SOYSAL

(CHP Milletvekili):

Ortada sevindirici olmayı gerektirecek bir durum yok. Tam tersine Türkiye kötü bir pazarlıkla ve önemli ödünler vererek girişi kabul etmiştir. "Gümrük birliği, Türkiye'den çok Avupa'nın yararınadır; gecikmesinden Türkiye değil, Avrupa zararlı çıkar."

------------


KÂMRAN İNAN

Öncelikle Türkiye Gümrük Birliği'ni büyük bir atifet ve bayram havasıyla kabullenmiştir ki bunu Türk tarihiyle bağdaştırmak mümkün değil. Sayın Başbakan'ın Brüksel'e kadar gidip bir dışişleri bakanının yemeğine katılması hadisesi kendi tarihimize karşı bir saygısızlık ve kendi devletimize karşı da onur kırıcı bir hadisedir. Zira Brüksel'de okunan deklarasyon Tanzimat Fermanından daha ağırdır. Türkiye'ye bir nevi ültimatom verilmiştir. Anayasasında yapılacak değişiklikler, demokratikleşme ve insan hakları konusunda bizi kendi talimatlarıyla götürmek istediklerini gösterir. TBMM'nin milli iradesi adeta Avrupa Parlamentosu'na devredilir gibi bir manzara yaşanmıştır. Buna tepki göstermekten başka bayram havasıyla karşılanmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Ve Türkiye'nin içine düştüğü bu halden derin ıstırap duyuyorum.

Ayrıca şu anda AB'ye girmemizin işaretleri de bahis konusu değildir. Bizi gümrük birliği aşamasında kesmek istedikleri anlaşılıyor. Eski Varşova Paktı memleketleri (Bulgaristan, Romanya hatta Kıbrıs ve Malta dahil) bizim önümüze geçiriliyor. Ve biz soğuk savaşın bitmesinden sonra 2.sınıf Avrupa'lı memleket muamelesine tabi tutuluyoruz. Ve AB piramidinin ikinci katına monte edilmek gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Bana göre Türkiye'nin Gümrük Birliğine yönelik çalışmaları yeterli olmadığı gibi kamuoyumuzda yeterince aydınlatılmamıştır. Aksine aldatılmıştır. Hakikatler başka türlü gösterilmiştir. Ve toplum aşırı bir bekleyiş içerisine sokulmuştur. Yarın bunun hayal kırıklığı çok büyük olacaktır. Ve ayrıca bizim kayıplarımız karşısında malî telafi tedbirleri henüz çok net biçimde belirtilmemiştir.



http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d110s012m1


..