Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2021 Salı

2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ

 2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ




2008 KOMPLOSU, TÜRK ORDUSU, TÜRK SİYASETİ , DARBE GİRİŞİMİ , Onur Dikmeci , Abdurrahman Yalçınkaya , Osman Paksüt ,Ergenekon , Balyoz , İlker Başbuğ , Necdet Özel , Onur Dikmeci ,


Onur Dikmeci
19 Nisan 2017 Çarşamba

   14 Mart 2008 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya kaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma istemiyle dava açılmıştı. Bu gelişmenin kamuoyu nezdinde duyulmasıyla fırtınalar koptu. Süreç içerisinde muhalif durumda dahi bulunsalar ağırlıklı kesim kapatılma yerine siyasi yasakları savunmaktaydı. Dava sürecinde ilginç gelişmeler yaşanacağı gibi davanın açılış tarihide manidardı. Buna göre kapatılma davası hazırlıklarının 2007 yılından itibaren başlatıldığı ortaya çıkmıştı. 2007 ise Türk siyasi tarihinde bir kırılmayı anlatan dönemdi. Hrant Dink ve gayrı müslim din adamlarının cinayetlerinden sonra Cia'den eğitim alan bazı polis müdürleri Emniyet'in kritik birimlerine atandılar. 1999'dan itibaren oluşturulmaya başlanan ve 2001'de son şekli verilerek Mit'e sunulan Ergenekon şeması yeniden gündeme getirildi. Bir muhtıra ya da kimi kesimlerce Tsk bildirisi olarak adlandırılan 27 Nisan Tsk açıklaması neticesinde de bürokrasi darbe olabileceği tedirginliğiyle Cia ile içli dışlı olan gruplara teslim edilmeye başlandı. Haziran ayında da Ergenekon operasyonları başlatıldı. Akp kapatma hazırlıklarının başlatılması bu evreye denk geliyordu.  Kapatılma davası açıldıktan sonra ise generaller nezdinde bazı ses kayıtları servis edilerek Tsk yıpratılmaya çalışılıyordu. Kamuoyundaki yaygın kanaate göre parti kapatma davası ulusalcı ya da vesayetçi derin devletin tertibiyken, silahlı kuvvetler personeli hakkındaki sızıntılar ise davaya karşı rövanş olarak hükümet cephesince desteklenmekteydi. Oysa yıllar sonraki bilgi birikimi ve algımızla durumun böyle olmadığı, kapatma davası ve Tsk hakkındaki iddiaların aynı odaklarca tasarlandığı ve neticede ulusalcı ya da mütedeyyin farketmeksizin bütün Türkiye'nin yara aldığı görülmüş olmaktadır.
Kapatılma davası sürerken en fazla hedef gösterilen kişi Ağustos 2006 şurası ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış hali hazırda bu görevi sürdüren ve 2008 Ağustos'unda Genelkurmay Başkanı olması beklenen İlker Başbuğ idi. Ordudan emekli subay öğretmen Binbaşı Dr. Erol Mütercimler'in yıllar sonraki ifadesine göre İlker Başbuğ ''Amerikancı bir Subay''idi. Böyledir veya değildir ancak Başbuğ'un hedef alındığı çok belliydi. Çünkü o askeri davalardan (Ergenekon Balyoz..) rahatsızlık duyan, komuta kademesini bu doğrultuda şekillendirmek isteyen şahin sınıftan bir komutan olarak tanımlanıyordu. Hal böyleyken ideolojik kimliği farketmeksizin tasfiye edilmesi Tsk'ni itibarsızlaştıracağı gibi olayda iktidar partisinin üzerine yıkılacaktı. Gerçekte iktidar partisi kapatma sürecinde Başbuğ'un kararnamesini imzalamama resti en gerçekçi ve ciddi tepkisi olacaktı. Bu bakımdan bu durum kabul edilebilir bir stratejiydi çünkü Genelkurmay Başkanı zaten hükümet tarafından atanırdı. Ancak Tsk'ni itibarsızlaştıracak sızıntılar dış kaynaklı girişimlerin neticesiydi.

Başbuğ ile alakalı haberlerden biri Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Paksüt ile yaptığı iddia edilen görüşmeydi. Haberin içeriği şu şekilde aktarılmıştı:

''4 Mart 2008 günü saat 17:oo’da, Ankara’da, 06 LLU 81 plakalı mavisiyah Mercedes marka otomobil Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldi. Otomobilde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt vardı. Paksüt, karargâha girdi ve bir saat 15 dakika süreyle, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonrasının müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile başbaşa görüştü.

Günün moda deyimiyle, görüşmenin zamanlaması manidardı. CHP ve DSP’nin, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirmek amacıyla Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin 5735 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının üzerinden sadece yedi gün geçmişti. Ve o an itibariyle, çoğumuz henüz bunu bilmesek de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP aleyhinde kapatma davası açmasına on gün kalmıştı.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı’yla görüşmesini ilginç kılan diğer bir unsur, buluşmanın gizli tutulması, kayıt altına alınmaması, tarafların kaydı tutulan resmî programlarında görünmemesiydi. Hatta buluşma öncesinde, karargâh giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış, komuta katı da tamamen boşaltılmıştı.''

Yani görüşme kapatma davasından önce gerçekleştirilmişti. Oluşturulmak istenen teze göre davayı ordu yönlendiriyordu. Başbuğ ile ilgili ikinci sızıntı Vakit gazetesinde Yayımlanan İlker Başbuğ'un Büyük Kulüp adlı sivil toplum kuruluşuna üye olduğu haberiydi.
 Yayımlanan Belgeden, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği algısı oluşturulmak isteniyordu. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ'a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”

Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili 'güvenlik soruşturması' yapmış” şeklinde yorumlanıyordu.

Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım şeklindeydi.

Yine İlker Başbuğ ile alakalı bir haberde İsrail Ağlama Duvarı'ndaki görüntüleriyle alakalıydı. Yine Vakit gazetesinin gündeme taşıdığı haber Akşam gazetesince de işleniyor bu sefer geziden karelerde gazetede yer buluyordu.
2008'deki sızıntılardan biride Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten ile alakalıydı. 19 Şubat 2008 günü "YouTube" adlı video paylaşım sitesine bir ses kaydı yüklendi. "Cnksari" rumuzlu kullanıcının gönderdiği "Tuğgeneral Münir Ertan'dan şok açıklamalar" başlıklı videoda Irak'ın kuzeyine kara harekâtının 20-22 Şubat tarihleri arasında başlatılacağı konuşuluyordu. TSK, 2007 baharından bu yana kara harekâtına hazırlanıyordu. Irak'ın Kuzeyindeki PKK odaklarına yapılacak geniş çaplı harekât 48 saat önceden deşifre edilmişti.
Ayrıca pkk kamplarına yapılan hava operasyonlarında 5 teröristin öldürüldüğünü belirtiyordu. Oysa Genelkurmay bu rakamı 175 olarak açıklamıştı. Yani silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede başarısız olduğu, gerçeklerin halktan gizlendiği intibahı oluşturuluyordu.
Önemli bir sızıntıda dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun ile alakalıydı. Buna göre Saygun'un olduğu iddia edilen bazı sağlık raporları servis edilmiş ve Saygun'un ağır şeker hastası olduğu vurgulanmış böylelikle komuta kedemesindeki istikbaline engel olunmak istenmiştir.
O dönemde rütbesi Tümamiral olan Kadir Sağdıç'ın ses kaydı da Münir Erten benzeri servis edilmişti. Kayıtta Tümamiral Sağdıç olduğu öne sürülen bir kişi darbe imasında bulunuyor ve askerlerden oluştuğu izlenimi veren bir topluluğa konuşma yapıyor. Komutan konuşmasında ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak zorunda kaldığını ve askerin gerektiği zaman gerekli reaksiyonları gösterebileceğini söylüyordu. Sağdıç sonradan Koramiralliğe terfi etsede Balyoz davasında tutuklandı ve 3 yıl 4 ay 8 gün hapis yattı.
TSK 'nın kurumsal kişiliğini hedef alan haberler arasında en önemlilerinden olanı ise Dağlıca baskınıyla alakalıydı. 25 Haziran 2008  tarihinde Taraf gazetesi pkk'nın gerçekleştirmiş olduğu Dağlıca baskınının önceden bilindiği haberini geçmişti. Delile dayanmayan haber pkk ordu bağlantısını işlemeye çalışıyordu.

Bütün bunlar yaşanırken kapatma davası ile ilgili en sert tepkiler Avrupa Birliği ülkelerinden geldi ve kapatılma yönünde karar çıkması halinde müzakerelerin duracağı belirtildi. Abd ise bir süre şaşırtıcı biçimde sessizliğini korudu. Daha sonradan Dışişleri nezdinde Türkiye'nin laik yapısına vurgu yapıldı. Abd başkan yardımcısı Dick Chaney ise hükümet Türkiye'nin köklü kurumlarıyla çatışmamalı beyanatını vermişti.
Mesele anlaşılmıştı. Kapatma davasına, karşı etki göstermek için Abd bir takım talepler öne sürmüştü. O zaman basında yer alan köşe yazılarına göre bu talepler arasında Hamas'ın desteklenmemesi, Irak ve Afganistan operasyonlarına destek ve İran'a karşı yaptırımlar gibi öneriler sıralanmıştı. Yani Abd ve Abd kaynaklı lobiler bir yandan kapatma davası nezdinde siyaseten avantaj elde etmeye çalışırken, bir yandan da orduya karşı operasyonları destekleyerek güvenlik bürokrasisini şekillendiriyor ve hükümet taraftarlarıyla karşıtlarını daha da kutuplaştırıyordu. Operasyonlarında ise dini kisveli cemaat isimli istihbarat birimlerini kullanıyordu.
Neticede 30 Temmuz'da verilen kararla Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı ve ertesi gün ise Yüksek Askeri Şura toplandı. Şura neticesinde Başbuğ Genelkurmay Başkanı olacaktı. Münir Erten ve Ergenekondan tutuklu Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e plaket veren Tümgeneral Zekeriya Öztürk ise emekli edilecekti. Ergin Saygun, 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ancak 2009'da o da emekli edildi.
Yani Ergin Saygun, Hasan Iğsız, Aslan Güner, Bekir Kalyoncu ekolü süreç içerisinde emekli edilecekti. Iğsız YAŞ (Askeri Şura) günü ifadeye çağırılmış, Güner ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmişti.
2008 yılı yıllar sonra tahlil edildiğinde bugünleri bile etkileyen gelişmelerin kaynağı olarak gösterilebilinir.

1. Ordu terfi durumu ile ilgili topyekün en ciddi girişim bu dönemde yaşanmıştı. Fakat bu belirli oranlarda gerçekleştirildi.
2. Genelkurmay Elektronik Sistemler GES Komutanlığı ile alakalı tasavvurların işaretleri verilmişti. GES daha sonra 2012 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na devredildi. Mit ise illegal örgütlerce istila edilmeye çalışıldı. Yani GES'in devri sivilleşme değil istihbaratın topyekün belirli odaklara devredilme planını içeriyordu.
3. Siyasi kurum ve orduya yönelik komplolar aynı odak tarafından aynı dönemde gerçekleştirildi. Kamuoyu ise kendi içerisinde birbirlerini suçlamakla meşguldü.
4. 2008'den itibaren bozulmak istenen askeri silsile neticesinde yıllar sonra Necdet Özel 

Genelkurmay Başkanı oldu. Özel;

a) Şahsına muhalif komutanların orduevi giriş kartlarının iptali
b) Jandarma ziyaretinde içimizde paralel yapı yok diktesi
c) Tutuklu bazı subaylar medyada yazı yazmasın direktifleri gibi ilginç girişimlerde bulundu. 
   İşgal gerekçesi olmadığı sebebiyle ise Seferberlik Bölge Başkanlıklarının kapatılması gibi akıllara zarar uygulamalara imza attı. Neticede paralel yapı mevzusunu Jandarma ziyaretinde kapatması 15 Temmuz'da Jandarma'nın darbe içerisinde yer alması gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, tutuklu subaylarda tahliye oldular ve Özel'den daha fazla anılıyorlar.

Yıllar önce orduya ve siyasete kurulan komplonun benzeri bugün yine tekrarlanmaktadır.

    Sivil talepler neticesinde ordu da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Gözden kaçan husus ise bu düzenlemelerle ordunun oldukça Pentagon güdümüne girdiğidir. Bu durum ise darbeleri önlemek bir yana darbeye davetiye olarak kabul edilmelidir. Siyasi manada ise ülke bir sistem değişikliği yaşamıştır. Seçim neticelerine göre iktidar partisinin güç kaybettiği ve tasfiye sürecine girdiği belirli çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar sürerken siyaset kurumunu zedeleyici bazı girişimlerde bulunulabilir. Nasıl ki sivilleşme bazı gruplarca savunuluyorsa siyaset kurumunun zedelenmesi de başka gruplarca savunulma ihtimali muhtemeldir. Ancak unutulmaması gereken bu müdahalelerin aynı odaklarca uygulamaya koyulduğu ve top yekün Türkiye'nin kaybetmesinin tasarlandığı dır. Doğru bir sivil asker ilişkileri ile doğru siyasi gelişmeler sağlıklı bir düzeni doğurabilir.



***

15 Nisan 2020 Çarşamba

FETÖCÜLERİN HEDEFİ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİYDİ.,

FETÖCÜLERİN  HEDEFİ  TÜRK  SİLAHLI  KUVVETLERİYDİ.,





Orgeneral Hurşit Tolon.,
FETÖCÜLERİN  HEDEFİ  TÜRK  SİLAHLI  KUVVETLERİYDİ.,

Orgeneral Hurşit Tolon.,


Emekli Orgeneral Tolon: ABD'nin 'çuval olayı'na tepkimden dolayı hedef oldum
TÜRKİYE
13:09 01.07.2019 (Güncellendi 13:11 01.07.2019)


Ergenekon soruşturması kapsamında 2008'de tutuklanan emekli Orgeneral Hurşit Tolon, 11 yıldır süren dava sürecinde yaşadıklarını anlattı. 

Tolon, 'Neden hedef alındınız?' sorusuna, 2003 yılında Erbil'de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi üzerine Amerika'da gösterdiği tepkinin nedenlerden biri 
olduğunu söyledi.

Emekli Orgeneral Hurşit Tolon, Ergenekon soruşturması ve yargılamaları sırasında yaşadıklarını ve FETÖ/PDY tarafından kurulan kumpasın amacının neler olduğunu Habertürk'ten Serdar Kulaksız'a anlattı.



 https://www.haberturk.com/hursit-tolon-ilk-kez-haberturke-konustu-yasadiklarini-anlatti-2500203

Zirve Yayınevi davasında 1.5 yıl tutuklu kalan Tolon: 

Alçak FETÖ’cüler hesap verecek
"Maalesef bu süreç çok acı olaylarla doludur. Bu süreçte hayatını kaybedenlere öncelikle Allah’tan rahmet diliyorum. Pek çok insan sağlık yönünden de sıkıntıya 
düşmüşlerdir. Bunlardan biri de benim. Bir kronik hastalığa düçar oldum" diyen Tolon, şöyle devam etti:

"Yüzlerce kişi bu dava sebebiyle bu hukuk dışı bu Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk ilkeleriyle asla bağdaşmayacak bir uygulama sonucu maatteessüf 
(üzülerek söylüyorum) bu süreç bütün olumsuzluğu ile devam etti. Canlar aldı. Sağlıklara sebebiyet verdi. Büyük mağduriyetlere neden oldu."

'TÜRKİYE CUMHURİYETİ MAĞDUR OLDU'



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201806091033795258-bulent-arinc-ergenekon-erdogan/

Ergekeon davasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin mağdur edildiğini söyleyen Torun, şu ifadeleri kullandı:

© AA / HALİL SAĞIRKAYA




https://tr.sputniknews.com/turkiye/201609291025055706-zirve-yayinevi-feto/

Arınç: Ergenekon'da tutuklama kararı verilince Erdoğan, 'Utanmıyorlar mı bunlar' dedi
"Mağdur olan kim? Mağdur olan yalnız bu davada sanık sandalyesine oturtulan insanlar değil takdir edersiniz. Toplumun sağduyu sahibi çok büyük bir kesimi ile biz askerler için Türk Silahlı Kuvvetleri mağdur oldu. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti bu Ergenekon davası ile mağdur edildi. Bunu bir başka türlü düşünmem mümkün değil.

Askerler için şöyle bir süreç takip etti. Önce üç tane isim seçtiler. Bir astsubay arkadaşımızı, yıllar önce emekli olmuş şimdi rahmetli olan bir emekli yüzbaşıyı ve Emekli bir Generali seçtiler. Bunu ilk etapta Ergenekon davası içine katmak suretiyle askerlere yönelik hareketlerinin ilk basamakları olarak bunlar üzerinden tırmanmaya başladılar. Baktılar ki bu  konuya tepki göstermesi  gereken yerler bunun yanlış olduğunu haksız olduğunu, hukuksuz olduğunu ve silahlı kuvvetlere yönelik bir hareketin başlangıcı olduğunu anlamayan merciler ses çıkarmadı. Bu sefer bir hamle daha yapalım dediler. O hamleye de bizleri kattılar. 

Sayın Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u kattılar. İki tane emekli orgeneral. Silahlı kuvvetlerin bir küçük rütbelilerinden birden bire büyük rütbelilerine atladılar. 
Daha sonra Genel Kurmay Başkanı’na kadar tırmandıracaklar bunu" ifadelerini kullandı.
' EN BAŞTA ASKERLERİMİZİN BAŞLARINA ÇUVAL GEÇİRİLMESİ OLAYINA TEPKİ GÖSTERDİM '

Başbuğ: Ergenekon komplosunda Bush yönetimi FETÖ'ye destek verdi



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201902151037678595-basbug-ergenekon-komplo-bush-feto-destek/

Tolon, "Şimdi şu soru akıllara gelebilir. Siz niye hedeftiniz? İki orduya komutanlık yapmış bir insanım. Hem Ege Ordusu Komutanlığım sırasında hem birinci ordu komutanlığım sırasında emperyalizmin Türkiye üzerindeki pek çok olumsuz tutumuna direkt karşı çıkan insanım. En başta neye karşı çıktınız diyeceksiniz? 

En başta 4 Temmuz 2003 tarihinde Erbil’de kahraman silahlı kuvvetler mensuplarımıza kurulan bir tuzakla başlarına çuval geçirilmesi olayına Amerika’daki bir törene katılmak üzere gitmiş olmama rağmen törene katılmayarak geri dönmekle tepki gösterdim. Ve bunu da kamuoyuna açıkladım. 
Diğer bir konu emekliliğimden sonra, ki onu emekli olurken de kamuoyuna deklare ettim. Türk gençliğine Türkiye’nin başına örülmek istenen çorabı konferanslardaki ifadesiyle de kuşatılan Türkiye başlığı altında davet edildiğim üniversitelere giderek konferans salonunu dolduranlara bugüne nasıl taşınabileceğimize dair görüşlerimi, değerlendirmelerimi sundum" diye konuştu.

' FETÖCÜLERİN HEDEFİ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİYDİ '

Tolon, Şöyle devam etti:

© REUTERS / OSMAN ORSAL

Savcı mütalaasını açıkladı: Ergenekon Silahlı Terör Örgütü'nün varlığı kanıtlanamadı.,

https://tr.sputniknews.com/turkiye/201811301036408088-ergenekon-davasi-teror-orgutu-ispat-edilemedi/

"Neydi amaçları, neden yapıyorlar bunu? Bana sorarsanız bizler üzerinden giderek tabii ki silahlı kuvvetlerin eski birer mensubu olarak ve kamuoyu tarafından tanınan isimler olarak hem aktif görevimiz sırasında hem sonrasında kamuoyunun bildiği tanıdığı isimlerdik biz. Bunların aydınlatması, karşı çıktığı pek çok olay, gençlerin uyandırılması konusunda FETÖ ve üyeleri bir araya gelerek ‘bunlar ve bunlar gibi olanları derhal susturmamız lazım bu sebeple onları itibarsızlaştıralım. 

Kamuoyu nezdinde ki saygınlıklarını yok edelim, karalayalım’ amacıyla yola çıktılar. Aslında hedef büyük güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi.
Sadece Silahlı Kuvvetler bünyesinde yapmadılar. Yargıda yaptılar. Emniyet teşkilatında yaptılar. Üniversitelerde yaptılar. Kamu kuruluşlarında yaptılar. 

Henüz de bu konuda yapılan mücadelenin sona erdiğine inanmıyorum."

' FETÖ KUMPASIYLA SİLİVRİ’DE ESİR KALDIM '


Ergenekon davasının daha önce yayınlanmamış görüntüleri ortaya çıktı



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201804101032980179-ergenekon-davasinin-daha-once-yayinlanmamis-goruntuleri-ortaya-cikti/

"Silivri’de esir olduğumu kabul ettim" diyen Tolon, "Ne yazık ki 47 yıl şerefli üniformamla Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkeme milletime hizmet etmiş bir insan olarak alçak FETÖ’cülerin kurmuş olduğu kumpasın bir mağduru olarak esir kaldım. 4 seneye yakın. Eğer yürürlükte olsaydı bu mahkeme bizi çoktan ipe çekmiş olurdu. 

Neden yapardı bunu, çünkü Atatürkçü değerlere sımsıkı sarılmış ülkesinin bölünmez bütünlüğü, ulusal birlik ve beraberliği için ve emperyalizme karşı şiddetle karşı çıkan insanlar olarak bizi tasfiye etmek istiyorlardı. 

Bunu gerçekleştirmek istiyorlardı" ifadesini kullandı.Tolon, "Ergenekon adı altında kurgulanmış, tasarlanmış ona göre planlanıp, bu işi yürütecek elemanları seçilmiş. 
Bir savcı bulunmuş. 
Getirilmiş. 

Neredeki savcı firarda. 

Savcının paralelinde tutuklamaları gerçekleştirmek için iki tane de hakim bulunmuş. Biri yoksa öbürü önüne getirilen herkesi tutukluyor. Siz ne kadar temiz olursanız olun onlar öyle bir çuval hazırlamışlar ki öyle bir kumpas hazırlamışlar ki o kumpasın içersinde sizi de dahil etmek suretiyle kirlenmenizi amaçlıyorlar. 

Ama öyle olmadı. Kamuoyu sonra sizin kirlenmeyeceğinizi anladı" dedi.

' ÖZÜRLE ÖLMÜŞLERİ GERİ GETİREMEZSİNİZ '

Tolon, "Bu süreç içersinde hukuk devletinde hukuk dışı yapılabilecek ne varsa hepsine maruz kaldık. Bunu hiçbir şekilde telafi etme, giderme, zihnimizden çıkarma şansları yoktur. Bunu neyle telefi edeceksiniz özür mü dileyeceksiniz? Özürle bunları telefi edemezsiniz. Özürle ölmüşleri geri getiremezsiniz. Eğer mutlu edilmesi düşünülen bir kitle varsa o bizim için söylüyorum. Önce silahlı kuvvetler sonra tüm Türkiye’nin sağ duyu sahibi insanlarının vicdanıdır" diye konuştu.

https://tr.sputniknews.com/bidebunudinle/201712151031436644-ergenekon-hakimi-koksak-sengun/

' 81 CD EMNİYETTE 86 CD OLDU '

Eski Ergenekon hakimi Şengün: Geçmişte yapılan hataların başka versiyonu şimdi de yapılıyor Yasaya aykırı pek çok şey olduğunu söyleyen Tolon, şunları söyledi:
"Nasıl bu kumpas yürüyor. Yüzlerce, binlerce örneği var. Mesela bu ev aranırken aynı zamanda bir başka ekip oğlumun evinden çıkmasını bekliyor. Kapıcıyı alarak oğlumun evine çıkıyorlar. Kapıyı kırıp içeri giriyorlar. Güya evi arıyorlar. Evden CD’ler alıyorlar. Tanrı’nın verdiği adalet vardır. Oradan aldıkları CD’lerle ilgili tutanak tutuyorlar. Toplam aldıkları CD sayısı 81. 81 tane CD aldık diye bir tutanak düzenliyorlar. Torbaya koyuyorlar güya ama torbayı mühürlemiyor lar. 

Ertesi sabah emniyette bu torba benim yanımda bir polis memuru tarafından açılıyor. Ona mühür kırma diyecekler, mühürü falan yok. Torbayı açıyorlar. 
İçinden 86 tane CD çıkıyor. Tutanakta 81 yazıyor, sayarsanız burada 86 var. 5 tane bilmediğiniz, tanımadığınız CD çıkıyor. Sonraki aşamalarda bu CD’lerin 
sonradan konulduğu, bu CD’lerin içinde sizi suçlayacak her şey var. Hep bunlarla suçluyorlar. Ama ilahi adalet bu ya. Unuttukları bir şey var, o da tuttukları 
tutanakla sonra emniyette sayılanların arasındaki fark. Bunu bugüne geldik daha açıklayabilmiş değiller."

' ZİRVE VE DİNK CİNAYETİNİ BU DAVAYA BAĞLAMAK İSTEDİLER '

Gizli Tanık: Zekeriya Öz, 'Gönderin isimsiz bir dilekçe, Ergenekon'a dahil edelim' diyordu



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201612261026490975-zekeriya-oz-ihbar-ergenkon/

Tolon, "Danıştay cinayeti var. Cumhuriyet gazetesinin bombalanması meselesi var. O kadar kalsa iyi aslında daha büyüğü vardı bu olayında bağlayamadılar. 
Malatya’daki Zirve cinayetini de bununla bir araya getirip bağlamak istediler. Niye silahlı terör örgütü kisvesi kazandırmak için yapmak istediler. 
İşte bu Danıştay cinayetini hatta Hrant Dink cinayetini de bunun kapısına kadar getirdiler de kapıdan döndü. O bombalama olaylarını bu çuvalın içerisine bu 
kumpasın içerisine koydular. Bunların hepsi kumpas davaları. FETÖ kumpasları. Altı böyle kalın kalın çizilmeli" diye konuştu.
"Bize soru sorma hakkı tanımadılar" diyen Tolon, "Pek çok olayla hukukun temel ilkeleri dışına çıktılar. 

Yasaları da Çiğnediler. 

Mesela adil savunma hakkımızı son derece kısıtladılar. Tanık dinlediler. Bize soru sorma hakkı tanımadılar. Son derece kutsal olan ve vazgeçilmez olan savunma 
hakkı bu Silivri olaylarında bütünüyle göz ardı edilmiştir. Şimdi onlar hesap veriyor" ifadelerini kullandı.

' DARBE TEŞEBBÜSÜNDE BULUNDULAR '

Tolon, "Geçen bu sürecin içersinde FETÖ ve şürekası (ortakları) maatteessüf (üzülerek söylüyorum) 15 Temmuz iğrenç kalkışmasını, kanlı kalkışmasını Türkiye’nin başına getirdi. Bir darbe teşebbüsünde bulundular. 

Ne kadar lanetlenseler ne kadar suçlansalar bana göre azdır. 
Olmayan bir suç, olmayan bir örgüt. 

Sanığı çok. 

Tanığı yok. Kanıtı yok. Örgüt yok ama davası var. Bu da kısmet olursa bu da önümüzdeki günlerde bitecektir" diye konuştu.


https://tr.sputniknews.com/turkiye/201907011039525025-emekli-orgeneral-tolon-abdnin-cuval-olayina-tepkimden-dolayi-hedef-oldum/


***

25 Mart 2020 Çarşamba

Ali Türkşen, PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK

Ali Türkşen, PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK


Ali Türkşen'den Perinçek'e: Vatan Partisi'ne katılsaydım iyi Subaydım! 

   Meral Akşener'in kurduğu İYİ Parti'nin kurucu üyeleri arasında yer alan Balyoz kumpası mağduru emekli Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, Kendisi hakkında “ Kötü Subay” diyen Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e çok sert tepki gösterdi. 

28 Ekim 2017 Cumartesi 17:23 Konuşmasında Ergenekon ve Balyoz davası sürecinde kendilerine verdiği destekten dolayı Perinçek’e teşekkür eden Türkşen, “ Ceza evinden çıktıktan sonra yollarımız ayrılmaya başladı. Doğu Perinçek’in sözleri bunun ifadesidir. 

Bir zamanlar beni kahraman olarak ilan eden Vatan Partililer, benim İYİ Parti’ye girmem ile birlikte ‘Bir vatan kahramanı nasıl vatan hainine dönüşür, biz sizin için boşuna mı Silivri kapılarında bekledik’ sözleriyle bana tepki gösteriyorlar. 

   Doğu Perinçek’in gözünde ben Vatan Partisi’ne katılsaydım iyi subaydım” dedi. “PERİNÇEK AKP’YE OY VERECEK” Türkşen konuşmasının devamında Perinçek’in AKP -Vatan Partisi yakınlaşmasını eleştirerek şu sözleri söyledi: “ Zannediyorum bu seçimlerde dünya siyasi tarihinde bir ilke şahit olacağız. 

    Doğu Bey kendi kurduğu partiye değil, AKP’ye oy atacak. 
Artık konuşmalarından bunu algılıyorum. Kendisinin karşısında olan herkesi 
düşman ilan etti. Doğu Bey ve bir kısım Vatan Partililer kendilerini AKP’nin basın ve halkla ilişkiler grubu olarak görüyorlar” dedi.

Yurt Gazetesi
https://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/ali-turksen-den-perincek-e-vatan-partisi-ne-katilsaydim-h56141.html

Yurt Gazetesi.,

http://www.sanalbasin.com/ali-turksen39den-perincek39e-vatan-partisi39ne-katilsaydim-iyi-subaydim-21909708/

***

9 Şubat 2020 Pazar

Genelkurmay’dan ilk değerlendirme: “Ağır karar”...

Genelkurmay’dan ilk değerlendirme: “Ağır karar”...



Ahmet Takan

Yargıtay, Balyoz kararını açıkladıktan sonra Genelkurmay’daki havayı almak istedim. Karargahta yetkili isimlerle konuştum. Öncelikle belirteyim; konuştuğum isimler söyleyeceklerinin şahsi düşünceleri olduğunun altını çizdiler. Yapılan değerlendirmelerdeki ortak olan noktalara aşağıda yer vereceğim. Bugüne kadar süren davalarda ketumiyetiyle hafızalarda yer alan Genelkurmay Karargahından gelen ilk sıcak tepkiler şöyle oldu;

“Karar ağır tabii ki. Böyle bir şey olabilir mi?.. Çok ağır bir karar.. Bir de şöyle bir abeslik var. Darbe yapacak diye iddia edilen kişilerin çoğu üst rütbede ve 70-80 yaşında, en fazla 3-4 sene yatırırsın. Peki, orada albay, yarbay hiçbir günahı bile olmayan bir sürü kişi var. Diğerleri tahliye olacak, onlar daha 10 yıl, 15 yıl yatacak. Adalet mi bu şimdi? Gerçekten yapmışlarsa, yapanlar 3 yıl sonra çıkacak sağlıktan dolayı, diğerleri yatmaya devam edecek. Bu Balyoz Davası bambaşka bir dava. Topluma da çok iyi anlatılmalı. Seminer Davası’nda herkesi işin içine kattılar. Gerçekten o büyük seminerde bunlar konuşuldu mu konuşulmadı mı?.. Hepsine bakılması lazım. Biz konuşulmadığını biliyoruz ama seminerde ismi var, al götür. 28 Şubat’ta da öyle çok abuk sabuk şeyler var.” 
Genelkurmay’dan yansıyan bu havayı “nasıl değerlendirdin” diye bana soracak olursanız!..

Kafa karışıklığı hâlâ devam ediyor” derim.

Nefret suçu örneği!..

Recep Erdoğan’ın hakaretler yağdırdığı  “Andımız”ın yazarı Reşit Galip aynı zamanda Türk Tarih Tetkik Heyeti ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin önemli kurucu isimlerinden. Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu’ndan Erdoğan’ın kinini tahlil etmesini istedik. 

Halaçoğlu, “Başbakan nefret suçunu işliyor bu açıklamalarla” dedi ve devam etti;
 “Şu an kendisini savunamayacak bir kişi hakkında kamuoyunda çok yanlış bir imaj meydana getiriyor. Her şeyden önce Başbakan’ın buna dikkat etmesi lazım. Bu kul hakkıdır, öbür dünyada yakasına yapışırsa hiç şaşırmasın kimse.” 
Başbakan’ın; sıkıştıkça, oy kaybına uğradığını düşündükçe çeşitli yerlere sataşmak suretiyle bu oyları geri kazanacağını düşündüğüne dikkat çeken Yusuf Halaçoğlu’nun bu konudaki görüşü;

 “Ruhban Okulu’nun açılışı ile ilgili hemen sığındığı bir dal buldu kendine. Güya; Batı Trakya’daki müftünün atanması meselesi. Atina’daki Fethiye Camisi’nin açılması meselesini dile getirdi. Ama Başbakan bunu söylerken bir şeyi unutuyor. En azından Anadolu’da 52 kiliseyi ibadete açtığını, Bursa, Kütahya, Safranbolu ve Isparta’ya metropolit atadığını kendisi de unutuyor galiba. Madem ki karşılıklılık prensibi vardı bunu gözetiyordu Başbakan, o zaman Atina’daki Fethiye Camisi’nin açılışına bile izin vermeyen Yunanlara karşı niye Ortodoks kiliselerini açtı? Neden 4 tane metropolit atadı hem de hiç Hıristiyan nüfus olmayan yerlere?” 

Yusuf Halaçoğlu, Başbakan’ın, nelerin üstünü örtmeye çalıştığı sorusuna da açıklık getirdi;

“Dikkat ederseniz dış politikada tamamen çöktüler. Bu arada Suriye’den Türkiye’ye giren sayısız kayıt dışı mültecinin içerisinde ne kadar el-Kaide var, ne kadar Esad yanlısı adam var ne olduğu belli değil. Muhtemelen bununla ilgili de istihbarat alıyorlardır ve bundan dolayı da çok büyük bir sıkıntı duyuyorlar, stres içerisindeler. Abdullah Öcalan  Ekim 15’e kadar diye süre veriyor. Bu stresi bir şekilde farklı alanlara da yansıtıyorlar. Tutarsız bir sürü politikalar. Ruhban okulunu açmayışının sebeplerini anlatıyor Yunanistan ile ilişkiler. Peki, Yunanistan’ın işgal ettiği kayalıklara karşılık neden hiçbir beyanatı yok Sayın Başbakanın? Ben soru önergesi olarak da verdim bunu, cevap vermedi. Neden 52 kilise açtınız?.. Bunların finansmanı nereden sağlandı, ibadete açtığınız kiliselerin bulunduğu yerlerde ne kadar Hıristiyan vatandaşımız var? Bunları sordum, onlara da cevap vermediler. 

İşlerine gelmediği konularda cevap vermiyor.” 

Başkentte Reşit Galip’in adının verildiği cadde ve okul var.  “Andımız”ın yazarının ismini silerler mi sorusuna da yanıt verdi Halaçoğlu;
“Ona kaldıktan sonra herhalde çok kişinin adının değiştirilmesi lazım. Bir sürü isimler koyuyorlar. Kendi adını da koydu. Üniversite var. Vapur adı var kendi adına. Başbakan isimleri hayatta olan bir kişi olarak nasıl hazmedebiliyor o da ayrı bir mesele. Bu mantık, bu kafa her şeyi yapar.” 
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek ile Eğitim Bakanı Nabi Avcı durumdan nasıl vazife çıkaracaklar acaba?..


***

23 Aralık 2019 Pazartesi

Balyoz Savcılarına Balyoz.,

Balyoz Savcılarına Balyoz.,

Microsoft'tan Balyoz savcılarına balyoz.,

Ali Serdar Bolat    
16 Nisan 2013

Balyoz Davası kararının Yargıtay'da ele alınma süreci devam ederken, yazılım şirketi Microsoft'tan bir yazı geldi.
Yazının gelme macerası şöyle:

Avukat Haluk Pekşen, Adalet Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasında, sözde Balyoz belgelerinde kullanılmış olan Calibri yazı karakteri hakkında Mahkemeye 
başvuru yaptı.
Mahkeme bu başvuruyu kabul ederek, Microsoft şirketinden görüş istedi.
Microsoft, Mahkemeye gönderdiği yazıda şöyle diyor:

"Lugastegort tarafından tasarlanan Calibri yazı karakteri, ilk olarak, 2007 yılında satışa çıkan Windows Vista ve Ofis 2007 ürünlerimiz içine gömülü olarak piyasaya 
sunulmuştur."

Gelelim sözde Balyoz belgelerine.

Savcıların iddiasına göre, bu belgeler 2003 yılında yazılmış.
Avukatlar "Nasıl oluyor da 2003 yılında yazılmış olan belgelerde 2007 yılında piyasaya çıkmış olan Calibri karakteri kullanılıyor. Olmaz böyle şey. Demek ki bu belgeler 2007 yılından sonra tertipçiler tarafından üretilmiş" deyince Savcılar ve Mahkeme anında kıvırıp şöyle dediler:
"Evet, 2003 yılında yazılmış ama 2007 yılında güncellenmiş, güncellenirken de yeni Calibri karakteri kullanılmış"

Yani, Mahkeme, 2003 tarihli belgeler üzerinde 2007 yılında değişiklik yapıldığını iddia ediyor. Neye dayanarak? Ortada bir delil yok. Mahkeme "Böyle olmuş olabilir" diye yorum yapıyor. Yani belgelerin doğru olduğuna ve 2003 yılında darbeciler tarafından hazırlandıklarına iman etmiş. 

Mahkemenin bu iddiası, TÜBİTAK raporu ile yerle bir oldu.
TÜBİTAK raporu aynen şöyle diyor:

"Bu belgelere düzenlendikleri 2003 tarihinden sonra hiçbir ekleme yapılmamış"

Bildiğiniz gibi TÜBİTAK eskiden bağımsız bir kuruluş iken, AKP döneminde yönetimine yandaşlar doldurularak AKP'nin yan kuruluşu haline getirilmiş olan bir kuruluş. Yani bu raporu Ergenekoncular değil, AKP yandaşları yazıyor.

Şimdi, Microsoft'un yazısı ile TÜBİTAK raporunu yan yana koyarak konuyu inceleyelim:
Eğer 2003 yılından sonra bu belgelere hiçbir ekleme yapılmamışsa, 2007 yılında piyasaya çıkmış olan Calibri karakterleri bu belgelerde nasıl kullanılmış olabilir?

Bu soruya yardımcı olacak bir soru soralım:
TÜBİTAK, neye dayanarak bu belgelerin 2003 yılında düzenlenmiş olduğunu söylüyor?

El cevab: Yazının düzenlenme tarihini gösteren üst verilere bakarak.

Peki, üst veriler değiştirilebilir mi? Elbette.
Yani, şöyle olmuş:

Tertipçiler, 2007 yılında oturmuşlar, sahte Balyoz belgelerini hazırlamışlar. Hazırlarken de, çok hoşlarına giden Calibri karakterlerini kullanmışlar. 
Belgenin üst verisinde oluşan 2007 tarihini de 2003 olarak değiştirmişler ki, bu belgeyi inceleyenler 2003 tarihinde düzenlenmiş olduğunu sansınlar.
Ancak, bilmiyorlardı ki, Calibri karakterleri 2003 yılında yoktu.

Agata Kristi ne diyordu: "Kusursuz cinayet yoktur".,

Buna bir ek de biz yapıyoruz: "Kusursuz sahte belge yoktur"

Şimdi diyeceksiniz ki, gerçek anlaşıldığına göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları derhal Balyoz sanıklarının tahliyesine karar vermeli.
Çok beklersiniz. O sizin dediğiniz şey, bağımsız mahkemelerin olduğu demokrasilerde olur.
Tayyip Erdoğanların kurduğu ileri demokrasilerde bu gibi önemsiz şeylerin mahkeme kararlarını etkilemesi söz konusu değildir.

Bundan dolayı, Yargıtay Başsavcılığı'na başvuruda bulunacaklarını açıklayan Avukat Pekşen " Umutlu değiliz " diyor.

***

19 Şubat 2019 Salı

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 2


RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE Söz Uçmaz, Öldürür  BÖLÜM 2




   Sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor. Niye görüşemezmiş?

Sözün öldürücü olduğu ikinci nokta da, PKK'ye yaklaşım ve bu noktada dile getirilen beklentilerdir.

Baştan itibaren ve bu sorunun çözülmesini samimi olarak isteyenler dahil, PKK'den söz açılınca neredeyse istisnasız herkes "Devlet PKK ile görüş(e)mez" diyor.

Niye görüşemezmiş?

    Bu devletin dünyadaki diğer devletlerden farkı, fazlalığı ne ki, benzer sorunlarda bütün devletler görüştü, görüşüyor da, bu devlet görüşmesin? Nedir farkı?

Nelson Mandela hapisten çıkmak için şiddet yöntemini terk etme şartını dahi reddetmişti. Buna rağmen hapisten çıkardılar, görüştüler ve şiddeti birlikte ortadan kaldırdılar. Türklerden bu meseleyi bilip de, Mandela'nın haksız olduğunu söyleyen olmuş mudur acaba?

Ama yok, işin ucu kendilerine dokunmadıkça son derece adil olan Türk kesimi, söz konusu Kürtler olunca, pusulayı şaşırıyor.

İşte bu söylem ortamı zehirliyor, hem de silahlardan daha fazla... Çünkü bu söylemin sahibi herkes kendisini devletin yerine koymuş oluyor ve bu sözün tercümesi de şu olmuş oluyor:

Biz Kürtleri o kadar da ciddiye almayız...

    Bu yaklaşım, bu söylem nerede gömüldüklerini bile bilmediğim kardeşlerimden daha fazla canımı yakıyor...

Yıllar önce Kürt ayaklanmalarıyla ilgili adını şimdi hatırlamadığım yabancı bir yazarın kitabını okurken, onca vahşet olaylarını okuduktan sonra, yüreğime saplanmış zehirli hançer gibi duran ne oldu, biliyor musunuz? Bölüm başlarına konan bazı Türk büyüklerinin sözleri oldu. O kitapta anlatılan bütün o vahşet 'Türk kılıcının görüldüğü yerde, Kürt sorunu bitmiştir' lafında somutlaştı ve dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un, Türk olmayanlara vaat ettiği adalet ile zehir olup yüreğime aktı...

Sözün yarattığı tahribat, merminin yarattı tahribattan daha beterdir.

Kozluk ayaklanmasına öncülük eden Teterê Badikî en güvendiği adamı tarafından arkadan vuruldu. Adam, Teter'in kafasını kesip götürdü, devlete (Madanoğlu) teslim etti. Aradan elli yıl geçti. Yara kapandı. Her ikisinin torunları arasında bir yakınlık da oluştu. Ama bir gün aralarında ticari bir mesele yüzünden tartışma çıkınca, ihanet edenin torunu Teter'in torununa, dedesini kast ederek "Çok çok bir ekmek alacağın var, onu alırsın!" dediğinde, Teter'in kesik başı yeniden kanamaya başladı ve bir gün sonra da, torunu Mehmed Yurdakul gidip adamı öldürdü.

Mehmed Yurdakul da cezaevinden çıkınca PKK'ye katıldı, o da oralarda öldürüldü.

Muhataplık meselesi, bu yüzden hayatidir. Ne savaşta ne barışta Kürtler muhatap kabul edilmeyecekse, ne barışından söz edilecek? Adam yerine konmak, biraz saygı görmek Kürtler için, talep ettikleri haklardan bile daha önemli olduğu bilinmelidir...

    Bir de PKK'nin Demokratikliği meselesi var...

Bu hareketin demokratik olmadığı, despot olduğu ve Kürtleri baskıyla sindirdiği, şiddete taptığı, barışçıl çözüme yanaşmadığı söyleniyor, ardından Kürtlerin bu harekete karşı sessiz kalmaması, tepki göstermesi isteniyor.

Bu konuda gazeteci Zekine Türkeri'nin legal alanda siyaset yapan Basklı bir siyasetçiye 'Kendi aranızda konuşurken ETA'yı çok sert eleştiriyorsunuz da, bunu neden alenen hiç yapmıyorsunuz, bu biraz ikiyüzlülük değil mi?' sorusu üzerine aldığı cevap, hayli öğretici ve açıklayıcı bence:

Bunu ahlaki nedenlerle yapamam. Çünkü benim ETA'yı övme özgürlüğüm yok. Bu özgürlüğüm olmayınca da, eleştirme hakkımdan da feragat etmek zorunda hissediyorum. Onları övme özgürlüğüm olduğunda, eleştiri hakkımı da fazlasıyla kullanırım...

Ne diyorsunuz, haksız mı adam?

Bu Cevap Kürtlerin pozisyonunu da çok iyi izah ediyor bence...

PKK silahlı bir örgüt ve silahlı bir örgütün demokrasi sınırları, doğası gereği dardır. Despotik yönleri kaçınılmaz olarak vardır. Fakat kendilerini eleştiren herkese dünyayı dar ettikleri de bir safsatadır. Örnek olsun diye, daha önce PKK'ye ilişkin bianet'te yazdığım bir yazıdan buraya bir alıntı alayım önce:

 "PKK de garip bir biçimde, yapılan eylem çok da sırıtmıyorsa, kimin yaptığına bakmadan, üstleniyor. Bu "yemeği" pişirip önüne koyana hiç bakmıyor, hemen sofraya buyuruyor. Bu "yemek" zehirli mi, değil mi, diye hiç kontrol etmiyor. 1994 yılında İstanbul'da iki İran Kürdü kaçırıldı, işkence yapılarak öldürüldü. Bunlardan biri yakın Kürt tarihinin önemli kişilerinden biri olan Simko Ağa'nın torunuydu. PKK bu eylemi, çeteler tarafından kaçırılıp öldürülen Savaş Buldan ve iki arkadaşı için misilleme olarak yaptığını açıklamakla kalmadı, onları öldürmeden önce sorguladıklarını açıklayarak, bu sorgu kasetlerini de Politika gazetesine gönderdi. O sırada bile bu hiç aklıma yatmamıştı, çünkü onların bu tür profesyonel eylemleri hiç yoktu. Şehir gerillacılığında hiç başarılı olamadılar. Yüksekovalı bir "işadamı" ile yaptığım bir sohbette, bu kuşkumu dile getirdiğim anda, adam bu olayı kendilerinin yaptığını itiraf etmişti. Onun tabiriyle "yurtsever işadamları" bunu ortak bir bütçeyle sağlamıştı. Bu açıklamayı adını vermemem şartıyla kaydetmeme de izin verdi. Bazı polislerin para karşılığı, onları Ataköy'de yol kontrolünü yapma bahanesiyle durdurup, zırhlı mersedesten indirdiklerini ve getirip kendilerine teslim ettiklerini söylemişti. Çok sonra Susurluk patlak verdiğinde, bu olayı da onların yaptığı ortaya çıktı. Yani PKK'ye karşı kurulan özel bir birim, birilerini kaçırıp PKK'ye teslim ediyordu ve iki taraf da "Bu yaptığımızda bir gariplik yok mu?" diye sormuyordu... Onlar sormuyordu da, o sorgu kasetlerini yayınlayan Kürt gazetesi de "Ne oluyor, biz o adamların sorgu kasetlerini başka bir adresten almamış mıydık?" diye sormamış ve genel medyada da "Durun bakalım, bunların kaçırdığı adamların sorgu kasetlerini PKK dağıttı, neler oluyor?" diye soran olmamıştı. Hadi herkesi iyi niyetli kabul edelim: Bu garip durum, gözden kaçtı... "
Bu yazdıklarım eleştiri midir değil midir?

Peki, bu yüzden PKK ya da PKK'lilerden bir tepki aldım mı?

Evet...

Ama acele etmeyin, aldığım tepki olumsuz değildi...

PKK'nin üst düzey bir kadrosu ortak bir arkadaşımız aracılığıyla güzel yazmış olduğuma ilişkin mesajını selamlarıyla birlikte gönderdi.

PKK silahlardan arınmadığı ya da legal alanda siyaset yapma olanaklarına kavuşmadığı sürece, istese de demokratikleşemez ve kendisini ciddi yanlışlardan arındıramaz. Çünkü dünyada ve Ortadoğu'da söz sahibi olan ve olmak isteyen bütün devletlerin bu hareketin içinde uzantıları vardır. Doğal olarak her yabancı güç (Türk devleti dahil) oraya sızdırabildiği gücü oranında, hareketi manipüle etmeye çalışıyordur. Bunu PKK'liler de kabul ediyor. Bunu bilmeyecek kadar saf değiller. Ama engelleyemezler, nasıl engelleyebilirler ki?

Buradan çıkan sonuç, herkesin dilediği gibi kullandığı bir hareket midir PKK?

Değil tabii...

Hangi düzeyde olursa olsun, PKK içindeki dış uzantıların etkisi, zaman zaman can yakıcı olsa da, sınırlı kalır. Yoksa şimdiye kadar kırk defa parçalanırdı bu hareket...

PKK'nin çözüme, barışa dönük girişimleri engellediği, sabote ettiği iddiası ise doğru da değil, dürüstçe de değil...

Devletten gelen en küçük olumlu sinyale PKK fazlasıyla karşılık vermiştir. Her şeyden önce bağımsızlık hedefiyle dağa çıkmış, sonra bu hedefinden vazgeçmiş ya da geçmek zorunda kalmıştır. Bundan daha büyük ödün mü olur. Ama bu bile tersinden okunuyor, hangi amaçla dağa çıktıkları es geçilerek '"İstediğiniz şeyler için silaha ne gerek var" deniyor.

PKK yıllarca eylemsiz kaldı, dahası silahlara veda ettiğini söyledi. Ne oldu?

Psikolojik saldırıların (bittiler, yok oldular filan) dışında, devletten gelen en 'iyi niyetli' karşılık 'Kürt sorunu yok diye düşünürseniz, yok olur' yaklaşımı oldu. İyi niyet nişanesi olarak, barış adına gelenler içeriye atıldı, işkencelerden geçirildi.

Madem silahlara veda ettiğini söyledi, niye tekrar silaha sarıldı, demek ki samimi değildi, diye düşünüyordur bazıları. Silahlara veda söylemi, barışın önünü açmada kullanılabilecek en büyük jestti. Başka türlü düşünmeyi saflıkla açıklamak bile zor...

Şu anda farklı bir durum olduğunu mu söylüyorsunuz?

Bizi ikna edin o halde...

Niye barış adına gelenlerin karşılanmasını bu kadar büyük bir soruna dönüştürdüler. Efendim bir zafer havası yaratılmış... Barış adına mı dersiniz, ne adına derseniz deyin en nihayetinde teslim olmaya gelmediler mi? Üstelik bunu herkes istememiş miydi? Ama yok, başları öne eğik, aman dilemeye gelmişler gibi bir atmosfer yaratılmalıydı. Başka türlüsü Türklerin hassasiyetini zedeler çünkü... İşin en vahim tarafı da, haksızlık üzerine kurulmuş bu 'hassasiyet' sahte değil... Sanki bir asırdır, haksız saldırılar altında yaşayan Kürtler değil de, Türkler... Türk tarafı haklı olduğuna o kadar fazla inandırılmış ki, karşı taraftakilerin en nihayet suçlu olarak, gelip teslim olmasından başka bir beklentisi yok. Bu yüzden sık sık 'kimse bu aşamada bir affı gündeme getiremez!' deniyor.

Yani önce bir teslim olacaklar, nedamet getirecekler, sonra gerekirse biz alicenaplığımızı gösteririz...

Oysa Kürtler açısından af bir aşağılanmadır. Suçlu affedilir ve suçlu olduklarını hiç mi hiç düşünmüyorlar. Haksızlığa karşı meşru savunmaya geçmek zorunda kaldıklarını düşünüyorlar.

(Bu kadar zıt uçlardan bakıp sık sık kardeşlik edebiyatı yapmanın nasıl bir görüntü oluşturduğunu bir an için düşünün hele...)

Sonra belediye başkanları dahil, Kürt siyasetçilerinin içeriye atılması, sınıra yapılan yığınak vs. vs. İran ve Suriye ile Kürtlere karşı yapılan gizli anlaşmaları da ekleyin...

Bu arada MHP ve CHP'nin açılım karşısında takındıkları katı tutumun sadece onlardan kaynaklandığına Kürtlerin inanmadığını söylersem şaşırır mısınız. Onların bu katı tavırlarının altında devletin ahlak dışı pazarlık anlayışının yattığını düşünüyor Kürtler. Bu yaklaşımla hem AKP'nin işini bitirmek hem de korku atmosferini yaratarak, meseleyi Kürtlere haklarını vermeden kapatmak, halletmek. Nitekim beklenmedik bir noktaya doğru varınca tehlike, devlet bu iki partinin ipini daha kısa bağlamak zorunda kaldı...

En kötüsü de ne biliyor musunuz, PKK dahil herkesin, her kesimin 'Şiddetle bir yere varılamaz' demesine rağmen, barışa doğru da yine şiddetle ilerleniyor olması. Çünkü ne zaman şiddet başlansa, Türk tarafından makul sözler duyulmaya başlıyor. Ve böyle devam ederse, korkarım birgün böyle ucuz hesaplamalar yapmaksızın, samimi olarak da barışçıl çözüme yaklaşılsa, geç kalınmış olacak, bir işe yaramamış olacak... Herkes kaybetmiş olacak...

Türkiye başbakanı yerinde olsam (Hey allahım! Bu lafı kullananları hep komik bulmuşum oysa...) bu sorunun çözümünde Hürriyet Yazarı sayın Ege Cansen'i koordinatör olarak tam yetkiyle görevlendirirdim. Her şeyden önce, artık mide bulandıran sahte kardeşlik edebiyatına tenezül etmeyecektir. Pratik çözüme odaklanacaktır. İş dünyasından tecrübesi, buna el veriyor. Üstelik kemalist cepheden gelecek salvoları da ondan daha iyi durduran olamaz. Neyle suçlayacaklar onu?.. (RB/TK)





***

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1

RAHMİ BATUR'DAN "KÜRT SORUNU" ÜZERİNE., Söz Uçmaz, Öldürür BÖLÜM 1


.

RAHMİ BATUR
17/2/2019



    Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Bu savaşta iki kardeşini yitirmiş bir Kürt olarak, bir kimseye Türk diye kin duymak, nefret etmek aklımın bir köşesinden geçmedi. Türklerin her kesimiyle anlaşabileceğime de inanıyorum. Şahsi olarak insanın hoşlanmayacağı tipleri bu bahse dahil etmiyorum elbet... Böyleleri ailemde de var... Samimiyet noktasında mahçup olmamak için "ağır Kemalistler hariç" demek zorundayım ama.

Karadenizli müzisyen arkadaşım Ayşenur Kolivar'ın "Ben neredeyse faşistlik derecesinde sağcı da oldum ama, allahıma çok şükür, hiç kemalist olmadım" sözünü bir ayet gibi kabullendim. Çünkü Kemalizmin dünyanın en katı, en bağnaz dini olduğunu düşünüyorum. Din olmayan tek din... Üstelik kıblesi de yok...

Barut kokusunun kana karıştığı şu ortamda "sözün bir anlamı kalmış mıdır" sorusunun yarattığı yerinde bir tedirginlik var. Fakat mesele nereye kadar giderse gitsin, sonunda dönüp sözde düğümlenecek, sözle çözülecek.

Başka bir yolu yok çünkü.

Üstelik sorunun düğümlendiği asıl nokta da, söz ve zihniyettir.

Sistemin yüzyıllık çabasıyla öyle bir hal almış ki, daha sorunu ifade eden kavramı kullanamıyoruz. Sorunu ifade etmede kullanılan en cesaret gerektiren kavram "Kürt sorunu"dur ve bu kavram da sorunludur, meseleyi ifade etmiyor.

Kürt niye sorun olsun ki?

Bu kavramı kullandığınızda, sokaktaki Türk'ün kafasında Kürt bir sorun olarak şekillenir.

Sanırım bu ülkede yaşamanın getirdiği sıkıntılardan biri de, herkesin kendi doğrularını tekrarlamak zorunda kalması... Benimki de tekrar olacak ama, İstanbul'da, Adana'da, İzmir'de Kürt sorunu olsa da, Diyarbakır'da bir Kürt sorunu yoktur. Olsa olsa, orada bir Türk sorunundan bahsedilebilir.

İlginçtir, bu noktada en gerçekçi yaklaşım, iki, üç yıl önce Hürriyet yazarı Ege Cansen'den geldi.

Güneydoğu Kürt Sorunu başlıklı iki yazı yazdı. Orada Kürt sorunu kavramının meseleyi anlamada yetersiz kaldığını yazdı, coğrafyayı ekledi.

Asıl sorun söylemde
Genel olarak bu meselenin çözülmesi önünde en büyük engelin, silah ve şiddet olduğu sanılıyor, böyle olduğuna inanılıyor, bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Asıl sorun söylemdedir bence. Ne yazık ki Türklerde nefs û qiyas (empati, ve Kürtçesini kullanarak milliyetçilik yaptım galiba...) eksikliği had safhada.

Türklerin söylemi, Kürtleri umutsuzluğa itiyor...

Sanıldığı gibi, Kürtleri umutsuzluğa iten, devlet mekanizması içinde yer alan Türklerin söylemi değil, bu mekanizmanın dışındaki Türklerin söylemidir. Şaşırtıcı gelebilir ama, bu meselede kardeşlik kavramını fazla kullanan herkes, sorunun ağırlaşmasına hizmet ediyor. Bu kavram ne yazık ki, artık Kürtlere "Öğ"'dedirtiyor. Bilmiyorum ama, büyük ihtimalle Kürtler kullandığında, Türklerde de aynı duyguyu oluşturuyordur. Artık kimin bu kavramı samimi olarak kullandığını, kimse bilmiyor.

Devlet mekanizması dışındaki Türklerin söylemi, neden Kürtleri umutsuzluğa iter ki, diye sorulabilir.

Cevabı zor değil.

Kürtler devlet mekanizması içinde yer alan bir kimseden, acılarını anlamasını beklemiyor, samimiyet beklemiyor, hakkı hukuku gözetmesini beklemiyor. Mesela 25 yıl öncesinden cumhuriyetin kuruluş dönemine doğru, ticari davalara ilişkin bir araştırma yapılsa, bu güvensizlik çok net olarak ortaya çıkar. Sanırım Türk mahkemelerine taşınmış çok az ticari dava vardır.

Yani Kürtler devletten kötülük bekler ve geldiğinde de, şaşırmaz, hayalkırıklığına uğramaz. Ama bu mekanizmanın dışında kalanlardan hakkaniyet bekler. Samimiyet bekler. Ne yazık ki, bu beklentisinin güçlü bir karşılığı yok... Kürtlerin hakkını teslim eden birkaç cümleden sonra, illa ki Kürtlerden bir şey de istenecek ya da bir ithamda bulunulacak. Üstelik hakkaniyete uygun olmayan bir talep ve yersiz, mesnetsiz bir itham olacak... Ve dolaylı dolaysız, biraz da Kürtler nankörlükle suçlanacak. Nedir bu?

PKK'ye yaklaşım ve karşılıklı milliyetçilik ithamı...

Birincisinde haksız olunacak...

İkincisinde mesnetsiz...

İkincisinden başlayalım.

Son yıllarda sık sık Kürt milliyetçiliğinden yakınılır olmaya başladı.

Bu konuda yakınan Türk aydınlarından, önce yakınılması gereken milliyetçiliğin, hadi daha sadeleştirelim, ırkçılığın bir tarifini yapmalarını, sonra da Kürtlerin hangi davranışının bu tarife uygun düştüğünü açıklamalarını isterdim doğrusu.

Nedir milliyetçilik?

Yani kimliğine sahip çıkmanın ötesine taşan ırkçılığı diyorum.

Anadilde eğitim alma talebi, milliyetçilik mi oluyor?

Hadi en uç noktadan sorayım.

Bir toplumun kendi ülkesinde, kendisini yönetme iradesini ortaya koyması, bu talebi dile getirmesi mi milliyetçilik oluyor?

El insaf, daha Kürtlerin yarısı AKP'ye oy veriyor, hangi Kürt milliyetçiliğinden bahsediliyor?

Kast edilen örgütlü Kürtlerse eğer, Abdullah Öcalan daha Bekaa'daki karargahında "Ben Türkeş'ten daha Türkçüyüm" diyordu.

Hangi milliyetçilik?

Kürtlerde bir akım olarak, dikkate değer bir milliyetçilik yoktur. Kürtlerin yüzde biri bile milliyetçi değildir.

Zaten olana da, Türk tarafından bir itiraz yoktur.

Şu anda TRT 6'de program yapan Arif Zêrevan, Ahmet Türk'ü "Türksever" diye suçluyordu ve bu onun bu noktadaki en hafif suçlamalarından biri... Yine de ne kendisinin Türk devletine para karşılığında hizmet sunmaktan bir rahatsızlığı söz konusu ne de Türk cephesinden ona karşı... Al gülüm ver gülüm yani... Milliyetçilerin ortak samimiyetsizliği...

Yanlış anlaşılmasın, TRT 6'de çalışan Kürtleri suçluyor değilim. Bu benim haddimi aşar.. Ama böyle, milliyetçilik adına başka Kürtlere, Kürt örgütlerine, partilerine küfredenlerin Türk devletinin bir kurumunda çalışmasını da ahlaki bulmuyorum. Aynı şekilde olmayan Kürt milliyetçiliğinden şikayet edenlerin, böyle nadir bulunan bir numuneyi bağrına basmasını da hakeza...

Kürtler adına siyaset yapanların yanlış yaptıklarını, saptamak, eleştirmek hatta yaptıklarını, söylediklerini ahmakça bulmak başka şey, bu siyaset yanlışlarını milliyetçilik diye suçlamak başka şey...

Hele karşılıklı milliyetçilik ithamı, mide bulandırıcı.

Burada durup Türklerin milliyetçiliğinin, ırkçılığının dökümünü yapacak, Ermeni 'dölü'nden girip, Rum 'tohumu'ndan çıkacak değilim. Vicdan ve izan sahibi herkes bu taraftakileri biliyor zaten.

Tek istediğim bu kadar suçlaması yapılıyorsa, Kürt tarafına ilişkin de bir döküm çıkarılsın. İşte şunlar şunlar, şu nedenle milliyetçilik, ırkçılık kapsamına giriyor densin.

Bakın devletin PKK cephesine sürdüğü Yalçın Küçük de, Kürtlerin milliyetçiliği üzerine az kafa yormadı. Yakın tarihten milliyetçilik olarak kullanabileceği bir malzeme bulamamış olmalı ki, Ehmedê Xanî'nin kullandığı bir cümleden medet umdu. Roj TV'de program yapıyordu. Konuğu Abdülmelik Fırat'tı. Yalçın Küçük sözü Mem û Zîn'e getirdi ve neden girişteki önsözün sansürlendiğini sordu. Melik Fırat yasal nedenlerle olabileceğini söylediğinde "yok yok" dedi ve ısrarla bu sansürlenen cümleyi aktarmasını istedi. Fırat da, dönemin şartlarına göre söylenmiş, ama günümüzde milliyetçiliğe davet niteliğine girebilecek bir cümle olduğunu, bu yüzden de sansürlenmiş olabileceğini söyledi ve sansürlenen cümleyi okudu.

Yani bilmem kaç yüz yıl önce söylenmiş ve üstelik günümüzde yine Kürtler tarafından, milliyetçi diye sansürlenmiş bir cümleden, Kürt milliyetçiliğini yaratma gayreti... (Söz buraya gelmişken, Yalçın Küçük'ten ötürü PKK'nin Kürt halkına bir özür borcu var. Hatta bazı Türklerden de... 1996 yılında, Azadiya Welat gazetesi adına Mahir Kaynak'la söyleşi yapmaya gittiğimde ve söyleşi bittikten sonra "Yalçın Küçük'ün kim olduğunu merak ediyorum, bizden görünüp canımıza okuyor ve her nedense onun Emin Çölaşan ve Doğu Perinçek ile aynı kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Sahi, kim bu Yalçın Küçük?" diye sordum, saf bir biçimde tereciye tere satmaya çalışarak... Soruma karşılık ne anlama geldiği belirsiz bir tebessüm elde etmiştim. Ben, hadi büsbütün dışarıdan demeyelim, kenardan bunu görebildiysem, PKK'nin görmemesinin, bilmemesinin imkanı yok...)

Kürtleri milliyetçilikle suçlayanlardan, böyle bir döküm bekliyoruz. Bunu yapan olursa, kendi adıma özür de dileyeceğim...

Sorunlu yaklaşımın birincisini de, bu yazının ikinci bölümüne bırakalım. (RB/TK)




****