Afet ILGAZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Afet ILGAZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2018 Pazar

Dolmabahçe Palas

Dolmabahçe Palas*

Afet Ilgaz

Cumartesi sabahı şimdi palas olan Dolmabahçe Sarayı’nda gazetecilere verilen kahvaltı sonrası duruma bir göz atan ve konuları özetleyen gazetecileri dinlerken aklıma şu geldi: 
Erdoğan’dan önce Atatürk’ten sonra her hangi bir devlet adamı, başkanı Dolmabahçe Sarayı’nda ofis açmayı düşünmüş müdür. Hafızam beni yanıltıyor mu acaba öyle bir örnek var da hatırlamıyor muyum?
Mesela Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz, Demirel, daha öncekilerinden Menderes, Celal Bayar... Sıra Ecevit’e geldiğinde gülmeye başladım. Oran’daki bahçeli evinde oturup, Rahşan Hanım’ın çayını içerek ve kedilerinden söz açarak yaşamak ona daha zevkli gelmekteydi. Bunu aklından bile geçirmediğinden eminim.
İnönüler Pembe Köşk’te, Demirel Güniz Sokak’ta, Tansu Çiller Yeniköy’deki yalısında otururdu ve çalışmak için de başka bir yer aramak, seçmek akıllarına gelmezdi, özellikle bir saray akıllarına bile gelmezdi. Hiç öyle bir vak’alarına rastlamadık. Başbakanlık makamı yeteri kadar elverişli ve gurur vericiydi herhalde.

***
Konuşmalar ise Bomboştu öğrendiğim kadarıyla. TIR’ın Türkmenlere gittiği ama aslında Türkmenlere gitmeyen kapıdan geçtiği o kadar belliyken bunda ısrar edildi. Savcı Akkaş tekrar tekrar hedef gösterildi. Ama Bilal’in niye çağrıyı kabul etmediğine dair makul bir açıklama yoktu. Yargıyı eleştiriyor ama yargıya uymayan oğlunu eleştirmiyor.

***
Adana Savcısının raporu da bir çığlıktı.
“Herkes gitti, kurbanla ben yalnız kaldık”  diyor.
Jandarma, Başbakan hiyerarşi falan diyor ya, komutanından erine kadar hiyerarşiye uymak şöyle dursun kaçıştılar. MİT’in adamları, polisler, vali ve diğer savcılar, daha ne yazayım, hepsi hiyerarşi miyerarşi tanımadan dağılıp gidiyorlar. Adana savcısı bunlara karşı. Yine de yaptığı iş tebriğe değerdi. Tutanak tuttu ve direndi. 

***
Yeni gelen bakanlar da işin kolayına kaçıyorlar. Bir tanesi demeç vermeye kalktı, milli iradeden başka laf edemedi. Ve konuşması aynı hafiflikte ve kolaylıkta devam etti.
Devlet Bahçeli, Bilal’in vakfı için hanedanın vakfı diyor ya tam yerine oturuyor. 
Atatürk’ten sonra “saray, palas oldu.” 

* Palas; yabancı dillerde saray demektir. Türkler bunu, mizahla karışık, saray olmayan ama olmaya özenen yerler falan için kullanırlar.


***

1 Mart 2018 Perşembe

Aaah kardeşlerim, ah!

Aaah kardeşlerim, ah!

Afet Ilgaz,

Başbakan gene o nağmeli tarzıyla son mitinginde ah çekiyordu. Onu derinden yaktığı (!) anlaşılan bir meseleyi anlatacaktı O mesele “Bunlar Kur’an’ı yasakladılar, camileri depo yaptılar...” yakınmasıymış meğer. 
Bunları duyunca aklıma ilk olarak Egemen Bağış’ın Bakara suresiyle kafiye yaptığı ve “ayet” salladığını beyan ettiği Twitter konuşması geldi. 
Twitter’i bunun için mi yasakladılar derken, AVM yapmak için boşaltılan onlarca camiyi hatırladım. 

***
Bunları hatırlamakla kalmadım çünkü işlenen büyük veballi suçlarla karşılaştırınca hangisinin önce ele alınmasının doğru olacağında tereddüt ettim. Rüşvet, yolsuzluk, kamu malına ihanet, liyakatsiz insanları layık olmadıkları mevkilere getirmek, birikimsiz, kültürsüz bir iktidar gücünü 12 senede kusurlarını düzelterek iktidara layık kılmak yerine git gide daha liyakatsiz ve ehliyetsizlerle doldurmak gibi bir talihsizliğimiz aklıma geldi. 

***
Kur’an ve İslami değerlere hassas olduklarını iddia eden iktidar çevresine mensup olanlar dışında bu hasletlerinden şüphe etmememiz gereken AKP hayranlarının yapılan gafa tepki göstermemeleri de şaşırtıcı. Tepki gösteren gazeteciler de mesela işten atılıyor. İyi ama Başbakanın kendisinden de duymuştum:
“Kötülüğü gördün mü elinle durdur, elinle durduramazsan dilinle durdur, dilinle durduramazsan kalbinle buğz et” ilkesini de bu arada hatırlamadan edemedim. Ayrıca gene kendisinin sık sık olmasa da söylediği: “Haksızlığa dur demeyen dilsiz şeytandır” sözünü de bunlara ilave ettim. 

***
Gerçi yaşadığımız felaketli günlerde bunlar ufak tefek yanlışlar, kötülükler gibi geliyor insana ama her şeyin de bunlarla birlikte ne derece bozulduğunu göstermesi açısından unutulmamalı. Mesela, bu arada Süleyman Şah Türbesi’nin konumlandığı küçücük toprak parçasının teröristler tarafından işgali ve oradan bize küstah sözler yollanması bunların yanında dev gibi bir sorun. Adamlar bir de bize süre veriyorlar, “Şu kadar günde askerin çekilmezse” diye tehdit ediyorlar. Bizim Savunma Bakanı da Türkiye güçlüdür demekle yetiniyor. 
Evet anladık Türkiye güçlüdür yahut güçlü idi ama şimdiki haline bakın. Sınırlarımızın masaldaki “açıl susam açıl” emrine uymuş kapılar gibi açıldığını yaşadık. Teröristler içeri kadar girdiler hatta sokaklarda serbestçe dolaşıyorlar, yaralıları hastanelerimizde tedavi ediliyor. Terörist olup olmadıklarını bilmediğimiz bazıları Hatay’da ve komşu şehirlerde evler dükkanlar alıp yerleşiyorlar, esnaf şikayetçi. Kamplarda kadın dahil bir çok ticaretin yapıldığı bir senedir konuşuluyor. Yetmemiş gibi kamplardan TIR’larla mitinglere insan taşıyorlar. Bunlardan seçimlerde de faydalanırlar Allah bilir! 

***
AKP ve bilhassa Başbakan meselelere cevap ve çözüm bulamadığından boyuna tarihimizi lekeliyor. Bilhassa CHP’ye tansiyonu düşmeyen bir “nefret” söylemiyle hücum ediyor. CHP derken ortadaki harfi “ha” olarak söylemesi de çok sinirime dokunuyor. MHP için de öyle. Bu arada alana getirilmiş insanlar bu nefreti çılgınca alkışlıyorlar. Bunlar içindeki “getirilmemişler de” kendi tarihlerine sürülen çamuru kahkaha atarak dinliyorlar. Başbakan “eyyy hoca” diyor “ahhh kardeşlerim” diyor. Ben de ona sesleniyorum şimdi:
“Eyyy Tayyip Bey, tarihi bile ikiye böldün. Osmanlının çöküşü CHP’nin kabahatiymiş gibi ondan sonrasını kendi tarihin sayamıyorsun. Yabancılaşmanın en korkunç örneğini veriyorsun. Tarihi de bölüyorsun.”


***



Dolmabahçe Palas

Dolmabahçe Palas


Afet Ilgaz


Cumartesi sabahı şimdi palas olan Dolmabahçe Sarayı’nda gazetecilere verilen kahvaltı sonrası duruma bir göz atan ve konuları özetleyen gazetecileri dinlerken aklıma şu geldi: 

Erdoğan’dan önce Atatürk’ten sonra her hangi bir devlet adamı, başkanı Dolmabahçe Sarayı’nda ofis açmayı düşünmüş müdür. Hafızam beni yanıltıyor mu acaba öyle bir örnek var da hatırlamıyor muyum?

Mesela Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz, Demirel, daha öncekilerinden Menderes, Celal Bayar... Sıra Ecevit’e geldiğinde gülmeye başladım. Oran’daki bahçeli evinde oturup, Rahşan Hanım’ın çayını içerek ve kedilerinden söz açarak yaşamak ona daha zevkli gelmekteydi. Bunu aklından bile geçirmediğinden eminim.
İnönüler Pembe Köşk’te, Demirel Güniz Sokak’ta, Tansu Çiller Yeniköy’deki yalısında otururdu ve çalışmak için de başka bir yer aramak, seçmek akıllarına gelmezdi, özellikle bir saray akıllarına bile gelmezdi. Hiç öyle bir vak’alarına rastlamadık. Başbakanlık makamı yeteri kadar elverişli ve gurur vericiydi herhalde.

***
Konuşmalar ise bomboştu öğrendiğim kadarıyla. TIR’ın Türkmenlere gittiği ama aslında Türkmenlere gitmeyen kapıdan geçtiği o kadar belliyken bunda ısrar edildi. Savcı Akkaş tekrar tekrar hedef gösterildi. Ama Bilal’in niye çağrıyı kabul etmediğine dair makul bir açıklama yoktu. Yargıyı eleştiriyor ama yargıya uymayan oğlunu eleştirmiyor.

***
Adana savcısının raporu da bir çığlıktı.
“Herkes gitti, kurbanla ben yalnız kaldık”  diyor.
Jandarma, Başbakan hiyerarşi falan diyor ya, komutanından erine kadar hiyerarşiye uymak şöyle dursun kaçıştılar. MİT’in adamları, polisler, vali ve diğer savcılar, daha ne yazayım, hepsi hiyerarşi miyerarşi tanımadan dağılıp gidiyorlar. Adana savcısı bunlara karşı. Yine de yaptığı iş tebriğe değerdi. Tutanak tuttu ve direndi. 

***
Yeni gelen bakanlar da işin kolayına kaçıyorlar. Bir tanesi demeç vermeye kalktı, milli iradeden başka laf edemedi. Ve konuşması aynı hafiflikte ve kolaylıkta devam etti.
Devlet Bahçeli, Bilal’in vakfı için hanedanın vakfı diyor ya tam yerine oturuyor. 
Atatürk’ten sonra “saray, palas oldu.” 
* Palas; yabancı dillerde saray demektir. Türkler bunu, mizahla karışık, saray olmayan ama olmaya özenen yerler falan için kullanırlar.


***

13 Kasım 2017 Pazartesi

Dolmabahçe Palas


Dolmabahçe Palas*


Afet Ilgaz


Cumartesi sabahı şimdi palas olan Dolmabahçe Sarayı’nda gazetecilere verilen kahvaltı sonrası duruma bir göz atan ve konuları özetleyen gazetecileri dinlerken aklıma şu geldi: 
Erdoğan’dan önce Atatürk’ten sonra her hangi bir devlet adamı, başkanı Dolmabahçe Sarayı’nda ofis açmayı düşünmüş müdür. Hafızam beni yanıltıyor mu acaba öyle bir örnek var da hatırlamıyor muyum?
Mesela Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz, Demirel, daha öncekilerinden Menderes, Celal Bayar... Sıra Ecevit’e geldiğinde gülmeye başladım. Oran’daki bahçeli evinde oturup, Rahşan Hanım’ın çayını içerek ve kedilerinden söz açarak yaşamak ona daha zevkli gelmekteydi. Bunu aklından bile geçirmediğinden eminim.
İnönüler Pembe Köşk’te, Demirel Güniz Sokak’ta, Tansu Çiller Yeniköy’deki yalısında otururdu ve çalışmak için de başka bir yer aramak, seçmek akıllarına gelmezdi, özellikle bir saray akıllarına bile gelmezdi. Hiç öyle bir vak’alarına rastlamadık. Başbakanlık makamı yeteri kadar elverişli ve gurur vericiydi herhalde.

***
Konuşmalar ise bomboştu öğrendiğim kadarıyla. TIR’ın Türkmenlere gittiği ama aslında Türkmenlere gitmeyen kapıdan geçtiği o kadar belliyken bunda ısrar edildi. Savcı Akkaş tekrar tekrar hedef gösterildi. Ama Bilal’in niye çağrıyı kabul etmediğine dair makul bir açıklama yoktu. Yargıyı eleştiriyor ama yargıya uymayan oğlunu eleştirmiyor.

***
Adana savcısının raporu da bir çığlıktı.
“Herkes gitti, kurbanla ben yalnız kaldık”  diyor.
Jandarma, Başbakan hiyerarşi falan diyor ya, komutanından erine kadar hiyerarşiye uymak şöyle dursun kaçıştılar. MİT’in adamları, polisler, vali ve diğer savcılar, daha ne yazayım, hepsi hiyerarşi miyerarşi tanımadan dağılıp gidiyorlar. Adana savcısı bunlara karşı. Yine de yaptığı iş tebriğe değerdi. Tutanak tuttu ve direndi. 

***

Yeni gelen bakanlar da işin kolayına kaçıyorlar. Bir tanesi demeç vermeye kalktı, milli iradeden başka laf edemedi. Ve konuşması aynı hafiflikte ve kolaylıkta devam etti.
Devlet Bahçeli, Bilal’in vakfı için hanedanın vakfı diyor ya tam yerine oturuyor. 
Atatürk’ten sonra “saray, palas oldu.” 

* Palas; yabancı dillerde saray demektir. Türkler bunu, mizahla karışık, saray olmayan ama olmaya özenen yerler falan için kullanırlar.


***

9 Mart 2017 Perşembe

Pencerelerdeki Adamlar




Pencerelerdeki Adamlar


Afet Ilgaz


Genelde dört Pencereye dağılıyorlar.
Bazen de altı.
Dinlerken de işler karıştı.

Eskiden Milli veya Demokrat olanlar bir tarafta alt alta veya yan yana; Pencerelere yerleşirler sıraları gelince guguklu saatin kuşları gibi konuşurlardı. Öbür tarafta veya öbür katta dinciler, Kürtçüler veya fanatik muhafazakârlar olurdu. Hiç zahmetsiz nereye bakacağınızı bilirdiniz. Bazen televizyonu kapatıp öteki sıraya gelinmesini beklerdiniz, bu arada programı kaçırdığınız da olurdu veya bakardınız tekrar bunlara sıra gelmiş.

Şimdi işler karıştı. Bir yere bakıyorsunuz adam beklediğinizin aksine öbür tarafın ağzıyla milli milli konuşuyor. Ötekiler, milli olanlar yerli yerinde duruyor. Pencere değiştirmelerine hacet kalmadı çünkü. Söylem değiştirmek icap etmiyor. Ötekiler, üçüncü grup yani, dinciler Kürt milliyetçileri dönüp dolaşıp lafı çözüm sürecine getiriyorlar. Bizimkiler sıkılıyor, “Memlekette demokrasi olmazsa çözüm de olmaz” diye kestirip atıyorlar. Kürt milliyetçileri de çözüm süreci olmazsa, demokrasi olmaz diyorlar. Karışıklık sadece burada. Yoksa yolsuzlukları falan hepsi kabul ediyorlar.

***
Başbakan yetkim olsa HSYK’yı yargılarım diyor.
Danıştay’a Yargıtay’a haddini bildireceğini söylüyor.
Oğlum üzerinden bana ulaşacaklar diyor.
İkinci Dalga önleniyor. Sekiz on kişi. İsimlerini gördük ama kendilerini göremeyeceğiz.

Çünkü Adalet Bakanı ve Başsavcı bunun için gerekli önlemi aldılar.

***
Doğrular meydana çıktığı için insan, önemli olan buydu deyip adamların yakalanmayışına kızmıyor. Bilal’in kaçtığı söylentilerini de hikaye gibi dinliyoruz. AKP yandaşları istikrar istikrar diye kıvranıyorlar. Memleketimizde istikrar varmış. Gülüp geçme aşamasına geldik. Savcıların kara para aklama yetkisi yokmuş. Başbakan, her yerde miting yapıyormuş. Bulgaristan da bile yapmış. Onun gibi parlak bir adamı değil, silik bir adamı istiyorlarmış.

***
Yazmadan geçemeyeceğim. Hiç uslanmıyoruz. Hatay’da gene bir TIR yakalandı. Bir yardım kurumu gibi sınırdan geçerken jandarma tarafından yakalanmış. İçinde bir MİT elemanının da olduğu söyleniyor. Oysa Suriyelilere battaniye götüren gençler ceza evindeymiş.
Biz de zannediyorduk ki ABD ile İran kanka olduktan Suriye rahatladıktan sonra böyle işler yapmayacağız. Hâlâ Suriye’deki teröristlere neden silah yardımı yaptığımıza ilişkin uygun bir sebep bulamıyorum.



***

8 Ocak 2017 Pazar

Türk Halkının Devrimci Zekası



Türk Halkının Devrimci Zekası



Afet ILGAZ
YENİ ÇAĞ
12 Temmuz 2013 Cuma,

Aslında bir çok kelime ve kavramımız gibi, “ Yurtseverlik ” ve “ Devrimci’’liği de kapmaya çalışıyorlar. PKK’nın kurduğu bir gençlik grubu, kendilerine Devrimci Yurtsever Gençler adını vermişler. Ama ben devrimci demeye mecburum, çünkü yazacağım olaya çok yakışıyor.

Ramazan’ın ilk günü, kendilerine “anti kapitalist” ve “devrimci Müslümanlar” diyen gençler, İstiklal Caddesi’nde olağanüstü bir iftar sofrası kurdular. Adına da yeryüzü sofrası demişler.

Herkes yemeğini getirmiş paylaşıyordu. Bağdaş kurmuş veya diz çökmüş gençlerin yaptıkları bu iftar çok heyecan vericiydi. Baş örtülü, baş örtüsüz, sakallı, sakalsız, genç, orta yaşlı bir çok insan inanılmaz bir muhabbet ve neşe içinde oruç açtılar. Şimdiye kadarki iftar görüntüleri gayet donuk ve alışıla gelmişlik izlenimi uyandırırken, bu sofra cıvıl cıvıldı. Bir de üstelik oradan ayrılanların bir kısmı Dolmabahçe Camii’ne teravih kılmaya gittiler.


***


Aynı anda, belediyenin meydanda verdiği iftarda garip şeyler olmuş. Yemek yiyemeyenler varmış mesela. Çalışmak için tutulan gençlerin bir kısmı, işin içinde AKP olduğunu öğrenince orayı terk etmişler.


***


Yeryüzü sofrasını seyrederken, “Türk halkının devrimci zekası işte budur” diye düşündüm. Ahlakta, doğrulukta, cesarette, helalde, dostlukta, kardeşlik ve dayanışmada bir araya gelinmesi için bulunmuş harika bir düzenlemeydi bu. Düzenleyenleri tebrik ederim.Gezi Parkı’ndaki Miraç Kandili gecesini de zevkle ve memnuniyetle izlemiştim. Din ile ibadetin ayrı şeyler olmadığını, tam tersine, İslamiyette devrimci bir ruhun olduğunu düşünmüştüm. İyiye, ahlaka, doğruya, kurtuluşa evrilen bir ruh.
Mesela, insanları yıldırmak için boyuna gözaltına almak ve ayrıca tutuklamak, daha da kötüsü ölümlere ve yaralamalara, sakat kalmalara neden olmak, cahiliye dönemi insanı için belki olağandır. Ama İslamın ruhunu kavramış biri, insanın ne kadar kıymetli olduğunu, yaratılanların en şereflisi olduğunu bilir. Sokaklarda pala sallayarak gezmez, mermiyle göz çıkarmaz, zehirli gazla insanları taciz etmez, dövmez, coplamaz, hak ve hakikati tanır, ona uygun davranır. Şatafattan hoşlanmaz, iftarını, işte yeryüzü sofrasındaki gibi, tevazu içinde yapar. Lüks otel meraklısı değildir. Jiple, yalıyla, dolarla ilgisi yoktur. Vatanını sever ve kıskanır. Topraklarını, sanayiini, tarlasını, ekonomisini çarçur etmez.


***


Gezi Parkı’nda başlayan sosyal devrim, yeryüzü sofrasında devam etti. Kimse kimseyi artık laiksin, dindarsın diye sınıflandırmaz. Yaşlı, başörtülü teyzelerin elinde bayrak, aslan gibi genç direnişçilerin bağdaş kurarak oturdukları sofrada harika bir iftar vardı.

Ben de Abdullah Gül’ün dediği gibi, “ Güzel şeyler olacak ” diyeyim bari. 

Benim söylediğim anlamdaki güzel şeylerin, onun kast ettiği güzel şeylerle ilgili olmamasına rağmen.


http://www.bursabagimsiz.info.tr/index.php?page=yazar-yazi&id=4817

***