ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera,ABD,RUSYA, AB, İngiltere,Şeyh Ubeydullah,Abdurrezzak Bedirhan,


Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.

Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.



Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

  Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…

Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?

(Al Jazeera)


http://www.aljazeera.com.tr/interaktif/buyuk-guclerin-kurt-karti


***

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

 ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

    
ABD, Orta Doğu, Doğum İzni,Şanlı Bahadır Koç,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
22 Nisan 2014
Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

  
 ABD’nin Orta Doğu’daki durumu bir Facebook statüsüyle özetlenseydi uygun ifade  muhtemelen “ Biraz Karışık ” olurdu. ABD iddia edildiği gibi bölgeden “çekiliyor” mu? Yoksa ABD sadece bölgedeki konuşlanması, öncelikleri, araçları, metodları ve angajman kurallarını mı değiştiriyor? Bu yazıda ABD’nin Orta Doğu’dan nispi “geri çekilmesinin” neden, şekil, derece, muhtemel sonuç ve bölgesel aktörlerin hesap ve davranışları üzerindeki olası etkilerini tartışacağız.
Unutmamak gerekir ki, ABD “hep” burada değildi. ABD’nin bölgedeki ciddi anlamdaki varlığı Suudilerle 1930’larda tesis edilen özel ilişkiyle başlamış, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde İngiltere ile ortaklık ve  “kalfalık eğitimiyle” devam etmiş ve bu ülkenin 1971’de bölgeden çekilmesi ile beraber onun yerini alarak bölgenin hegemeonu olarak geçirilen 40 küsur yıl ile sürmüştür. ABD bölgeye sonradan gelmiştir ve birgün de gidecektir. “O gün bugün mü?” ya da o “ana” ne kadar yakınız? Soğuk Savaş da, özellikle onun içinde doğup büyüyenler için kalıcı, nihai ve değişmez bir durum gibi görüyordu ama bir gün hem de aniden bitti.

ABD’nin 

a) Başta travmatik Irak tecrübesi olmak üzere bölgedeki başarısızlık kataloğunun büyümesi, 

b) Giderek dış enerji bağımlılığının azalmaya başlaması ve hatta çok uzun olmayan bir dönemde net ihracatçı olma ihtimali, 

c) Ekonomideki sorunlar ve savunma harcamalarını kısma gereği, 

d) Bölgenin iflah olmaz olduğunun düşünülmesi, 

e) Yükselen ve önemi artan Asya’ya daha fazla siyasi, askeri, ekonomik kaynak ve zaman hasredilmesi gereği,  

f) Obama’nın nispeten daha az müdahaleci, temkinli, mütevazi ve çekingen dış politika tarzı, 

g) Cumhuriyetçi Parti’de uzun süredir “uyuyan” izolasyonist eğilimlerin tekrar güçlenmeye başlaması, 

h) Arap Baharı’nın ABD’yi içinden çıkılması zor seçenek ve açmazlara zorlaması, 

i) bölgede “fazla bulunma ve görünmenin” teröre hedef olma ihtimalini arttırdığı endişesi gibi faktörler ABD’nin bölgeye olan yaklaşımında önemli sayılabilecek değişimlere neden olmaktadır. 

ABD’nin bölgeden çekilme sürecinin şeklini tahmin edemesek de bu konuda spekülasyonlar yapabiliriz: ABD bölgeden iç ve/veya dış aktörler tarafından “atılacak” mı, bölgeden “sıkılacak”, ona duyduğu ihtiyaç ve ilgiyi kaybedecek mi? Çekilme görülebilir bir gelecekte mi gerçekleşecek, yoksa ABD’nin bölgedeki başat konumu daha uzun süre devam mı edecek? Çekilme hızlı, ani ve beklenmedik mi olacak, yoksa zamana yayılmış, önceden duyurulmuş ve aktörlerin kendilerini hazırlamaları için fırsat verilerek mi? 

Muhtemelen sınırlı, safhalı, geri çevrilebilir (en azından ABD tarafından öyle olacağı varsayılan), “iki adım geri bir adım ileri”, zaman zaman acil durumlar ve krizler nedeniyle kesintiye uğrayan bir çekilmeden bahsediyoruz.

Bu arada Obama sanki ABD’yi “bu süper güç işinden çıkarmak” ve onu “sınırlı sorumlu”, “seküler” ve sıradan bir büyük güç haline getirmeye çalışmaktadır: 

Tek süpergüç değil sadece “eşit ol(may)anlar arasında birinci”.

ABD’nin Körfez’deki petrol ile ilgili çıkarlarını “uzaktan”, daha az müdahaleci bir duruş ve konuşlanma ile koruyabileceği savunulmaktadır. “Daha az asker ve üsle, kriz zamanında hızla bölgeye intikal edecek altyapı ve hazırlıkla bölgede çıkarlarımızı daha az maliyet, zorluk ve ‘tantana’ ile koruyabiliriz.” Ama tekrar hızla ve etkili bir şekilde gelebileceksen bile bölgedeki hasımlar buna tam inanmayıp “bir şanslarını denemek isteyebilirler”. ABD varlığı, müdahaleleri, uygulamaları ve taleplerinden şikayet edenler yokluğunda ABD’yi “mumla arayabilirler”. ABD son dönemde bölgede çok fazla istikrarsızlık ve yıkıma neden olmuşsa da o gidince “bölgesel iç savaş” ihtimali artabilir. 

El Kaide ile mücadele önemli olmaya devam etmekle beraber ABD dış politikası nın merkezinde tek belirleyici olmaktan çıkmıştır. Eksik, kusur ve günahları olsa da Obama ABD dış politikasını hem coğrafi ilgi, hem kullanılan araçlar,  kovalanan  amaçlar ve genel yaklaşım açısından çeşitlendirdi ve Bush dönemindeki saplantılı halinden çıkardı. ABD ağırlığını daha çok Asya’ya vermek istemekte ama bölgedeki kriz ve sorunlar nedeniyle bunu bir türlü yapamamakta dır. Öte yandan, Asyalı devletler ABD’nin bölgedeki müttefikleri ortada bıraktığı algısına sahip olurlarsa Washington’a güvenmekte tereddüt edebilirler. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi ülkelerin orta ve uzun vadede bölgede ne kadar aktif olmak isteyecekleri, bunu ABD ile koordineli mi yoksa ona rağmen mi yapmaya çalışacakları, bölgenin güvenliğine katkıda bulunmak için sorumluluk üstlenip üstlenmeyecekleri önemli olacaktır. 

Obama liderliğindeki ABD bölgedeki dost ve müttefik ülkeler ve belki de daha önemlisi rejimlerle ilişkilerinde de daha mesafeli denebilecek bir aşamaya geçmekte, İsrail ile arasına ince, kademeli ve elbette geri dönülmez olmayan eleştirel bir mesafe koymaktadır. ABD, 

a) bölgesel müttefikler kendi güvenlikleri için daha fazla yük, rol ve sorumluluk alsınlar, 

b) ABD’nin garanti ve desteğinin müttefikler için bir hak değil nimet olduğu anlaşılsın, 

c) içerideki ekonomik zorluklarla uğraşmak için biraz soluklanalım ve kendimize gelelim, (belki sonra yine bölgeye döneriz) diye düşünüyor gibidir.

Bu adımlar Obama’nın Türkiye’de çok tahlil edilmeyen realist damarının sonuçlarıdır. Obama Nobel konuşmasında da belirttiği ve değişik şekillerde kanıtladığı gibi askeri güç kullanmaya kapalı değil ama bu enstrümanı büyük çaplı kullanma konusunda oldukça isteksizdir. Bu konuda Obama’yı aşan yapısal ve konjenktürel boyutlar olmakla beraber, onun yerine Cumhuriyetçi adaylar seçilseydi şimdiye kadar muhtemelen Suriye ve belki de İran’a karşı ABD’nin güç kullanmış olacağını sanıyoruz. Obama’nın Marc Lynch, Stephen Walt, Zbigniew Brzezinski, Andrew Bacevich gibi başkalarına yaptırılabilecek güç kullanımına alerjisi olan dış politika entellektüellerinden istifade ettiği bilinmektedir. 

ABD açısından Orta Doğu’da aktif olmanın değişik şekil, yöntem ve araçları olabilir. ABD geçmişte bölgede kara ve denizde askeri varlık bulundurmak, caydırıcı tehdit ve eylemler, kriz yönetimi, demokrasi promosyonu, barış arabuluculuğu, ekonomik destek, müttefikleri bir araya getirmek ve onlara güven vermek, kollamak, yol göstermek, insani müdahale, silah satışı, askeri eğitim, istihbarat varlığı ve işbirliği, kontr-terör,   bölgeyi ziyaret etmek, müttefiklere önemli olduklarını hissettirmek, gerektiğinde güç kullanma kapasite, istek ve maharetinde olduğunu göstermek, müttefikler arasındaki sorunlarda kolaylaştırı cı, arabulucu vs olmak, bölgenin fazla sermayesine ev sahipliği yapmak gibi eylem ve fonksiyonlarda bulunmuştur. Bugünse Obama’ya bölgedeki hoşnutsuz müttefikleri ve içerideki muhaliflerince, “liderlik yapmıyor, pasif, zayıf, yavaş, kararsız, korkak, müttefiklerini korumuyor ve onları biraraya getirmiyor, onlara güven vermiyor, İran’a ‘ütülecek’, hasımlara çok ödün veriyor” şeklinde eleştiriler yapılmaktadır.

ABD ise bölgedeki eski ya da “eskimeyen” müttefiklerinin serzenişlerine karşılık şu tür cevaplar verebilir: “Gidebileceğiniz başka bir yer yok”, “en iyi silahlar bizde”, “mevcut ordularınız bizim silahları kullanıyor, kolayca veya hızla başkasına geçemezsiniz”, “sürü(m)den ilk ayrılmaya kalkanı cezalandırırım”, “(artık) herkesle kavga edemem, hasımlarla anlaşmaya çalışmalıyım, ama korkmayın sizi yüzüstü bırakmayacağım” “sizi korumaktan hiç vazgeçmedim ki”, “akıllıca ekonomik, siyasi ve sosyal reformlar yapmaz ve gücü ve serveti halkınızla paylaşmazsanız sizi ne ben, ne kendiniz ne de bir başkası koruyabilir”.
Bölgede hala 35 bin Amerikan askeri personeli bulunmaktadır. 

Müttefik devletlerle askeri, istihbarati, ekonomik ve diplomatik temas, işbirliği ve ortaklıklar devam etmektedir. Bölge ülkeleri, bir-iki istisna hariç, ABD silahlarını almaktan vazgeçmiş değildir. ABD’li yetkililer hala sık sık bölgeyi ziyaret etmektedir. ABD Suriye konusunda Sünni ülkelerin beklentisinin gerisinde kalmış olsa da, İran ve İsrail-Filistin konularındaki müzakere süreçlerine liderlik etmektedir. İsrail’i ziyaret eden Obama bu ülkenin halkıyla sorunsuz olmasa da daha önce kuramadığı türden sıcak ve samimi bir ilişki kurmayı başarabilmiştir. ABD’nin İsrail’in varlığına olan taahhüt ve desteği azalmadan devam etmekte dir. 

“O halde siz hangi geri çekilmeden bahsediyorsunuz?” denebilir.

Yukarıdakilerin hepsi doğrudur ve önemsiz de değildir. Ama şu aşağıdakiler de öyle: Müttefiklerin memnuniyetsizlik, şüphe, endişe ve hatta korkuları birikmektedir. Denebilir ki, bu derecede olmasa da Körfez ülkeleri zaten hep bir güvenlik ve terkedilme endişesi ile yaşamışlar, sık sık ABD’nin kendilerini ne kadar koruyacağını sorgulamışlardır. Mısır’da Obama’nın Mübarek’ten çok kısa sürede vazgeçmesi, Suriye’de beklenen liderlik ve kararlılığı gösterememesi, kendinden öncekilere göre İsrail-Filistin barışı için  daha fazla zaman ayırmasına rağmen İsrail’e (henüz?) söz geçirememiş olması, demokratikleşme konusunda muhafazakar rejimleri sıkıştırması, Irak Savaşı sonrasında bölgede Şiilerin yükselişinin önünü açması ve İran ile anlaşarak bölgeyi Tahran’ın keyfine terk edeceği endişesi başta Suudi liderliği olmak üzere Yasal yöneticileri giderek daha çok tedirgin etmektedir.

ABD’nin “Çekileceği” düşünülürse Yasalların da 

1) “safları sıklaştırmak”, 
2) “yeni abiler aramak”, 
3) “kendi kapasitelerini arttırmak” ya da 
4) hasımların “suyuna giderek onları yatıştırmak” (appeasement) gibi yollara gitmesi beklenebilir. Türkiye’nin Çin’den silah alımı, Sisi ve Bandar’ın Moskova gezileri, Suudilerin Lübnan ordusu için ABD’den değil Fransa’dan 3 milyar dolarlık silah almaları dikkat çekicidir. Suudiler Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeni döneme hazırlamak için çok daha sıkı bir yapıya sokmak istemiş ama bu başta Umman olmak üzere diğer ülkeleri tedirgin etmiştir.  

Suudilerin yakın oldukları Navaz Şerif’in seçilmesinden sonra Pakistan askerlerini ülkelerinde konuşlandıra bilecekleri, bu ülkeyle askeri ittifak anlaşması imzalayabilecekleri ve hatta geçmişte ciddi şekilde finanse ettikleri Pakistan nükleer programının meyvelerinin bir kısmını ülkelerinde misafir edebilecekleri ya da kiralayabilecekleri söylentilerinin artması da önemsiz olmayabilir. Çok önemli güvenlik ihtiyaçları olan Suudilerin ABD’nin daha az aktif olacağı bir döneme tek bir partner yerine çoklu ortaklarla girmek istemesi anlaşılabilir. Riyad Rusya, Çin, Fransa, Pakistan ve hatta İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini arttırarak “bütün yumurtaları ABD’nin tek sepetine koymak istemiyor ve hatta belki de ABD’yi “kıskandırmak”, “bak, başka seçenekler yok değil” demek istiyor olabilir. Buzdağının büyük kısmı suyun altındaki Suudi-İsrail yakınlaşması, Mısır’daki darbeyle beraber Müslüman Kardeşler’in püskürtülmesi, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile beraber bölgedeki en ciddi müttefiki olan Katar’ın Körfez rejimlerince dışlanmaya başlaması da önemli ölçüde Suudi hamleleridir.    
Öte yandan eğer İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin çatışması hakkında geçici veya kısmi değil nihai ve kapsamlı anlaşmalar sağlanabilirse ABD’nin bölgede zayıf, etkisiz ve “kaçıcı” olduğunu iddia etmek güçleşecektir. Ancak Obama dönemi sona ermeden bu iki konunun birinde dahi anlaşma sağlanması ihtimali yüzde 50’den çok fazla değildir. İkisinden birden sonuç alınması şaşırtıcı ve çok büyük bir başarı olur. Bu iki müzakere arasında tanımlanması kolay olmayan bir ilişki mevcuttur. Görüşmelerden birinde başarı sağlanması iyimser bir hava yaratarak diğerinde ivme yaratabilir. Öte yandan İran müzakereleri İsrail’i memnun etmeyen bir şekil alırsa bu ülkenin (haklı veya olmayan nedenlerle) zaten sınırlı ödün verme yeteneğini daha da azalabilir. ABD’nin güvenlik garantisinden daha az emin bir İsrail barış konusunda risk almaktan kaçınabilir ama aslında belki de barışa geçmişe göre daha fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiş olabilir. Burada önemli soru –Türkiye’de konuşlu silahları saymazsak- İsrail’in bölgedeki  nükleer tekeli, komşularıyla arasında giderek açtığı askeri üstünlüğü, hasımlarının içlerinde ve aralarında yaşadığı sorun ve çekişmeler  nedeniyle fiziki bir ABD varlığına aslında ne kadar ihtiyaç duyduğudur. İsrail tüm yumurtaları aynı sepete koymama konusunda hep araştırıcı olmuş ve Rusya ve Çin ile ilişkilerini hep belli bir seviyenin üstünde tutmaya gayret etmiştir.  

ABD’nin belki Kırım krizinde de görüldüğü gibi zayıflamaya başladığının düşünülmesi   İran’a da nükleer konuda anlaşmak zorunda olmadığını düşündürtebilir ve bunun yerine ABD’yi oyalamak Tahran’a çekici bir seçenek gibi görünebilir. Rusya-ABD ilişkilerinin bozulmaya devam etmesi bu ülkenin müzakere sürecinde ABD’nin işini zorlaştırmasına neden olabilir. İyimser açıdan bakarsak da, ABD’nin varlık ve şemsiyesinden emin olamayacak bir İsrail o çekilmeden varacağı bir anlaşmayı “ileride bulamayabileceğine”, İran ise bölgede varlığı azalmış bir ABD ile temel sorunlarından en önemlisini çözerse orta vadede Washington’un bölgedeki dostu değilse bile ortağı olabileceğine hükmedebilir. 

ABD’nin yokluğunda İran, Türkiye, S. Arabistan ve eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa bile bölgesel ağırlığı belli bir düzeyin altına düşmeyen Mısır arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı önemli olabilir. İddia edilebilir ki bu aktörler içinde tercihleri bölgenin geleceğine en çok etki edecek aktör İran olacaktır. İran ABD’yi bölgeden esas olarak kendisinin kovduğunu, onun iradesine boyun eğmediğini, “kendi köşesini” tüm bedel ve kayıplara rağmen iyi savunduğunu ve dolayısıyla yeni dönemin başat oyuncusunun kendisi olacağı/olması gerektiği sonucunu çıkarırsa başka bir Orta Doğu olur. İran Batı ile giderek yumuşayan ilişkilerinden istifade eder ve “büyüklüğünün” sonunda kabul edildiğinin verdiği güven ve doymuşlukla daha yumuşak bir bölgesel profil çizerse farklı  bir bölgeye tanıklık edilebilir.

Türkiye ama esas olarak İsrail’in var olduğu, ABD’nin azalsa da olsa varlık, kapasite ve ilgisinin sona ermeyeceği bir Orta Doğu’da İran hegemonyası beklemek abartılı olur. Ama İsrail’in “bölge ailesinin” haricinde olmaya devam etmesi durumunda İran’ın bu ülkeyi birinci derecede ilgilendirmeyen meselelerde bir tür yarı hegemon ve “ Eşit olmayanlar arasında birinci” görüntü vermesi beklenebilir. İran’ın nükleer istekleri eğer bir şekilde İsrail ile sürekli gerilim üretmeyen bir şekilde çözümlenebilirse –gerçi başlayan nükleer müzakerelere rağmen bu hala referans senaryo değildir- bu iki ülkenin bölgede rekabetçi ama kavgacı olmayan ikili bir hegemonya kurmaları da beklenebilir. Tabii bu ikinci senaryo İran’ın iç yapısı, dengeleri ve değerlerinde çok önemli bazı değişiklikler yaşanmasını gerektirebilir.

Körfez Arapları ABD’nin İran ile anlaşıp onunla Şah dönemindekine benzer bir vekâlet ilişkisine girmesinden çekinmektedir. Bu iki ülke vekalet, ittifak ve dost değilse bile çok sık danışmalarla beraber artık soğuk savaş ortamından çıkıp “birbirlerinin ayaklarına basmayacakları” bir döneme girebilirler. Böyle bir gelişmenin Türkiye dahil bölge ülkeleri için ne ifade edeceğini hesaplamak zor, ama denemekse imkansız değildir:  Türkiye’nin ABD’nin gözündeki öneminin azalması beklenebilir ama denebilir ki, Ankara örneğin Obama için önemli olduğu dönemde bile zaten bu işten çok fazla ekmek yemiş değildik. İsrail-İran Savaşı ihtimalinin oldukça azalması, İran’ın dünya pazarlarını sunduğu enerjinin miktar olarak ciddi oranda artması, petrol fiyatlarında önemli düşüşlerin yaşanması ve Körfez ülkelerinde (ve Rusya’da?) önemli ekonomik, sosyal ve siyasi buhranların yaşanması beklenebilir. ABD ile keskin bir düşmanlık ilişkisinde olmayan bir İran rejiminin işleyişi, politikaları, doğası ve hatta varlığında bile önemli değişmeler yaşanması beklenebilir. İran içinde bu süreci devam ettirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki gerilim üst düzeye çıkabilir. 
   
Ama yukarıda da belirtildiği gibi bu “eğerler” giderek kulağa daha az yabancı gelmeye başlasa da hala çok yüksek ihtimal değildir ve nükleer anlaşma henüz “referans senaryo” halini almamıştır. Tarafların pozisyonları arasındaki mesafe aşılmaz değilse de önemli olmaya devam etmektedir. Obama’nın görev süresi bitiminde nihai anlaşmanın hala imzalanmamış olması ama belli ara formüllerle “teneke kutunun yoldan aşağıya tekmelenmeye” devam ediliyor olması ciddi bir ihtimaldir. Nispeten daha düşük ama önemli bir senaryo da, anlaşmaya sadece ulaşılamaması değil görüşmelerin kopması ve Obama’nın İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasını kabul etmekle savaş arasında tercih yapmak zorunda kalmasıdır. Hem ABD Başkanı’nın hem de İran’da Ruhani ve ekibinin olayların bu noktaya gelmemesi için ellerinden geleni yapacağını varsayabiliriz. Ama iki tarafta da olduğunu bildiğimiz şahinler ile İsrail ve S. Arabistan gibi 3. taraflar diplomatik süreci baltalama konusunda pekala başarılı olabilirler.    
 
SONUÇ

Aslında Obama’nın ABD’yi bölgeden çekmediği sadece Bush döneminin abartılı ve sürdürülemeyecek aşırı müdahaleci eğilimini törpülediği söylenebilir. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinden  kastedilen mutlak değil derece olarak ve fizikiden daha fazla psikolojik ve zihinsel bir geri çekilmedir.

Orta Doğu’dan çekilmek bu niyetle yapılmasa bile dost ve müttefiklerce dünyadan çekilmenin bir parçası, nedeni ve işareti olarak görülebilir. Obama “artık kasabadaki tek şerif, tek tabanca biz değiliz” demiş olmasa bile buna yakın düşündüğünü varsayabiliriz. Obama tarih kitaplarına Amerikan imparatorluğunun gerilemesini ilk ilan eden, bunun  kararını alan, bunu başlatan, hızlandıran, ona mihmandarlık eden ve teorisini yapan lider olarak geçebilir. Bölgede tartışmasız şekilde başat olmayan bir ABD dünyanın süper gücü olmaya devam edebilir mi? Bölgeden çekilen bir ABD’nin dünyadaki prestij, inandırıcılık, caydırıcılık ve etkisinde de gerileme yaşanabilir.

Obama’nın kayıpları, maliyetleri, taahhütleri azaltma stratejisi sorunsuz yürümeyebilir ve geçiş dönemi oldukça buhranlı olabilir. ABD sınırlı bir küçülme hedeflerken kontrolü ve onlarca yılda emekle ve biriktirilmiş stratejik mevzileri elden kaçırabilir. Süper güçlük sektörü “krizde işçi çıkarıp küçülelim, ekonomi toparlayınca tekrar geri alır büyürüz” diyen şirketlerin mantığından biraz farklı işliyor olabilir. Bu arada Amerika’nın “gerçek” gücü ile bu gücün şöhreti arasındaki makas daralıyor olabilir. ABD gibi bir küresel gücün koruması gereken ya da beklenen çıkarları, salt fiziksel güçle korunabilecekten her zaman daha fazla olacaktır. Bu nedenle şöhret, inandırıcılık ve caydırıcılık gibi çoğaltıcı (multiplier) faktörler belki herkesten çok ABD için gereklidir. Bunlar belki bazen kendi başlarına yeşerebilirler ama canlı kalmaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyarlar. Her zaman her yerde olamazsınız ama hasımlarınızın olacağınızdan korkması gerekir. Olmadığınız yere gölgeniz gitmelidir. Bu korku eğer kırılırsa güç, yetenek ve iradeniz yetişemeyeceğiniz kadar çok yerde ve şekilde test edilebilir. Hasımlar dalgınlığınızı veya meşguliyetinizi fırsat bilerek, sadece birbirlerinden cesaret alarak ya da daha kötüsü koordineli bir şekilde oldu-bittiler ile sizi denemek isteyebilirler.

ABD çekildikten sonra bölgede etkisini yerel vekiller üzerinden devam ettirmeye çalışabilir.  Eğer atadığı ve tamamen ABD’nin iradesini uygulamasa da temel konularda onunla uyumlu çalışan bir ya da daha çok sayıda “bölge valisi” olacaksa Türkiye, İsrail ve ABD ile ilişkisi önemli bir iyileşme yaşaması halinde İran bu rolün muhtemel adaylarıdır. Bu rolü bir devletin tek başına oynayabilmesinin önünde ise “maddi ve manevi” engeller vardır. Arap olmayan bu ülkelerin ABD’nin gözetiminde üçlü bir “kurul” oluşturarak “ Tatlı bir Rekabetten” vazgeçmeden ama birbirlerinin ayağına basmadan uyumlu bir liderlik yapmaları mümkün olabilir.    

***

29 Ekim 2020 Perşembe

Siyasi Ayak Oyunları.,

 Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat


Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat

Güvenlik, Kemal İnat, Siyaset, 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi, ABD, Adalet ve Kalkınma Partisi, AK Parti, Askeri Darbe, Fethullah Gülen, FETÖ,
Recep Tayyip Erdoğan, Siyasi Ayak Oyunları, “Siyasi Ayak” Oyunları.,

Kemal İnat
19 Şubat 2020.,


FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir..

    Türk siyasetinde yeniden garip bir şekilde başlatılan “siyasi ayak” tartışmasını dış politikadan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.
Güncel tartışmanın fitilini ateşleyen de eski bir Genelkurmay Başkanı olduğuna göre, meselenin darbe boyutu da çok önemli.
FETÖ’nün 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’daki darbe girişimlerinin Türkiye’nin bağımsız dış politika arayışlarıyla yakından ilgili olduğu açık bir gerçektir. Şimdi siyasi ayak polemiği üzerinden FETÖ’ye karşı mücadelede en ön safta yer alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan saldırının da aynı şekilde Türkiye’nin dış politikadaki bağımsız çizgisinde ısrar etmeye devam etmesiyle çok yakından ilgisi var.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerinin belediye başkanlıklarını kazandığı bir seçimden sonra muhalefetin 2023 seçimlerini demokratik kurallar çerçevesinde kazanmaya yönelmek yerine, yeniden geçmişteki hataya düşüp, hangi yolla olursa olsun Tayyip Erdoğan’ı iktidardan devirmek arayışına girmesi anlaşılır gibi değil.
Tayyip Erdoğan’a FETÖ ile yeterince mücadele etmediği iddiası üzerinden muhalefet etmek, iktidar mücadelesini yeniden zayıf olduğu alana çekmek demektir. Herkes Erdoğan’ın FETÖ ile mücadelesinin ne kadar kararlı olduğunun şahidi. Hatta bazı kesimler bu mücadelenin çok sert olduğunu ileri sürerek onu eleştiriyorlar.
17-25 Aralık darbe girişiminden sonra FETÖ ile mücadeleyi çok sert yürüttüğü gerekçesiyle Erdoğan’ı eleştiren ve bu mücadeleyi baltalamaya yönelik siyasi adımlar atan muhalefetin şimdi FETÖ’nün siyasi ayağı polemiğinde onu itham etmesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki “kontrollü darbe” söylemi kadar anlaşılmaz bir taktik hatası.

Muhalefetin, FETÖ’nün Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu artık kabul edip, meseleyi sulandırmadan, hükûmetin bu tehdide karşı attığı adımları ve Türkiye’nin bağımsızlığını koruma konusundaki çabasını takdir eden bir çizgiye gelmesi hem kendisi hem de Türkiye için en doğru yol olacaktır.
FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir. 2009 yılından itibaren Türkiye’nin özellikle Orta Doğu politikasında Washington’u rahatsız edecek düzeyde bağımsız hareket etmesi, ABD’nin elindeki bütün araçlarla Türkiye’nin “kayan eksenini” yeniden yerine oturtmaya çalışmasına yol açtı.

Bu çerçevede başvurulan araçlardan biri de Fetullah Gülen örgütü oldu. Başta ordu, emniyet ve yargı olmak üzere Türkiye’deki önemli kurumlara yerleştirilen örgüt elemanları “ekseni kayan” AK Parti hükûmetini devirmek için harekete geçti.
17-25 Aralık, saldırının açıktan yürütülen ilk aşamasını oluşturdu. Bu dönemde muhalefetin, ABD merkezli bu saldırıya karşı Türkiye’nin bağımsızlığını savunmak yerine, bunu AK Parti hükûmetini devirmek için bir fırsat olarak görüp desteklemesi halk tarafından affedilmedi ve ardından 30 Mart 2014’te yapılan seçimler muhalefetin hezimetiyle sonuçlandı.

Muhalefet partilerinin Türkiye’nin güvenliğini ve bağımsızlığını hedef alan saldırılarda hükûmetin arkasında durup, doğrudan iç siyaseti ve hizmetleri ilgilendiren konulara yoğunlaşmaları başarılı olmalarının anahtarıdır.

AK Parti döneminde, dış politikanın bağımsız çizgiye çekilmesi, terör örgütleriyle mücadele ve darbelerin önlenmesi konusunda elde edilen kazanımların geriye döndürülmesine yol açacak bütün adımları halkın cezalandıracağını görememek muhalefet açısından ciddi bir basiretsizlik olacaktır.

Meşru hakkı olan iktidara gelme hedefine, halkı ikna ederek demokratik yollardan ulaşmak yerine, eskiden olduğu gibi, darbe gibi yöntemlerden medet umarak ulaşmaya tevessül etmesi ve Erdoğan’ı devirmek için bir araya gelen gayrimeşru aktörlerle birlikte hareket etmesi muhalefetin yapacağı en büyük hata olacaktır.
Son dönemde şahit olduğumuz “siyasi ayak” ve “darbe” tartışmaları muhalefetin geçmişteki hatalarından maalesef ders almadığını gösteriyor.

https://www.setav.org/siyasi-ayak-oyunlari/

***

16 Temmuz 2019 Salı

Pentagon., Suriyedeki Ortağıma Dokunamazsın.,

Pentagon., Suriyedeki Ortağıma Dokunamazsın.,



19 Kasım 2018 
Konur Alp Koçak  
Dış Politika Araştırmaları Merkezi 
Makale

PYD - ABD SURİYE STRATEJİSİ VE DAYANIŞMASI

Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki terör yapılanmasını sona erdirmeye yönelik bir harekât başlatacağına dair açıklamaların ve bazı terör unsurlarının top atışıyla vurulmasının ardından, Menbiç yol haritasında belirlenen adımlar atılmaya başlandı. Menbiç mutabakatı çerçevesinde öngörülen ABD-Türkiye ortak devriye faaliyetleri nihayet 1 Kasım’da başladı. Ortak devriyeler, kimilerince Türkiye ile ABD arasındaki ihtilafların azalacağına dair bir umut olarak görülmüşse de, işin aslının öyle olmadığı kısa süre sonra anlaşıldı. Zira ABD’nin YPG ile Türkiye sınırında ortak devriyeye başladığı ortaya çıktı.

Bir yandan PKK’nın önde gelen isimlerine “ödül” koyan, diğer yandan da PKK’nın Suriye kolu ile Türkiye sınırında ortak devriye faaliyeti gerçekleştiren ABD, bekleneceği üzere “çelişkili” ve “ikiyüzlü” davranmakla eleştirildi. Brunson’ın ABD’ye iade edilmesinin ardından görülen bazı iyi niyetli açıklamalar ve yumuşama sinyallerine rağmen, iki ülke arasında Suriye üzerindeki anlaşmazlıkların aynen devam ettiği bir kez daha anlaşıldı.

ABD ile Türkiye’nin Suriye konusunda uzlaştırılması imkânsız değilse de çok güç yaklaşımları söz konusu. Türkiye haklı olarak, bir terör örgütü olan PYD-YPG’nin ABD tarafından destekleniyor olmasını ittifak hukukuna ve dostane ilişkilere aykırı buluyor. Buna rağmen ABD, Türkiye’nin eleştirilerine karşın bu örgütle olan bağlarını koparamadığı gibi her gün biraz daha derinleştiriyor.

Uzlaşmaz tutumların arka planında ne yattığına dair ipuçlarını ABD’nin bazı resmî kurumları tarafından hazırlanan raporlarda görmek mümkün. Örneğin, Pentagon’un Kongre’ye sunulmak üzere hazırladığı 5 Kasım tarihli rapor, kamuoyunda açıkça dile getirilmeyen bazı unsurları da içeriyor. Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı yürütülen Doğal Kararlılık Operasyonu’nun son üç ayını değerlendiren bu rapor, sahadaki mevcut durumu tespit etmenin yanı sıra, ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikalarının gerekçesini de ortaya koyuyor.

Raporda dikkat çeken hususlardan birisi, Pentagon’un SDG’yi hâlâ “ En Güvenilir Ortak ” olarak nitelendirmesi. ABD’nin siyasî ve askerî kanadı arasında bazı söylem farklılıklarının olduğunu da ikrar eden rapor, DAEŞ’in tamamen yok edilmesi hedefinin hâlen geçerli olduğunu ve bu çerçevede SDG’nin ABD tarafından desteklenmesi gerektiğini açıkça ifade ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği askerî operasyonların SDG’nin “DAEŞ karşıtı” eylemlerini aksattığına da değinen rapor, ABD’nin SDG’yi kendi hedefleri açısından vazgeçilmez gördüğünü ortaya koyuyor. Hal böyleyken ABD’nin SDG’yi gözden çıkarıp Fırat’ın doğusuna yönelik bir operasyon için Türkiye’ye yeşil ışık yakmasını beklemek gerçekçi değil.

Ayrıca, Menbiç mutabakatı ve yürürlükte olan yol haritasının asıl niyetinin Türkiye açısından kabul edilebilir olmadığını söylemek de mümkün. Çünkü raporda, Menbiç mutabakatının “bir yandan SDG’nin esas silâhlı unsurunu oluşturan YPG ile çalışmaya devam ederken diğer yandan Türkiye’yle ikili ilişkileri geliştirme hedefi” için imzalandığı belirtiliyor. Bir başka deyişle, Menbiç’te ABD’nin Türkiye ile birlikte devriye faaliyeti yürütmesi, hiçbir surette ABD’nin YPG’ye cephe alması anlamına gelmiyor. Aksine söz konusu mutabakat, ABD açısından YPG ile yürütülen iş birliğinin Türkiye tarafından hedef alınmasına engel olmak üzere düşünülmüş bir taktikten ibaret.

Raporun Menbiç mutabakatına dair bu değerlendirmesi ışığında, ABD’nin ne Türkiye’den ne de YPG’den ayrı kalmak istemediği sonucuna varmak yanlış olmaz. YPG’yi korumaya ve desteklemeye devam ederken üç PKK’lı teröristin yakalanmasına “ödül” kararı alan ABD, aslında Türkiye’ye şu mesajı veriyor: “PKK ile mücadeleni kendi sınırların içinde yürütebilirsin ancak Suriye’deki ortağıma dokunamazsın”. Türkiye’nin bu hasmane yaklaşıma nasıl cevap vereceği, Suriye’nin kaderini belirleyen etkenlerden biri olacak.

Not: Bu makale ilk olarak 13 Kasım 2018 tarihli Türkgün Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 


https://www.tasav.org/index.php/pentagon-suriye-deki-ortagima-dokunamazsin.html

***

11 Temmuz 2019 Perşembe

S-400 kullanımı F-35 Teknolojisini Tehlikeye Sokar Mı? Sorun Nasıl Aşılabilir?

S-400 kullanımı F-35 Teknolojisini Tehlikeye Sokar Mı? Sorun Nasıl Aşılabilir?

Yazan  Bircihan D. Dilek  
14 Mayıs 2019 
Yayınlandığı Kategori
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi,
21 YÜZYIL 


VİDEO İZLE;

Türkiye F-35 uçaklarını envanterine sokmak üzere yıllar önce karar vermiş, 2002 yılında projeye dahil olmuştur ve ortaklığı bulunmaktadır. 
F-35 uçakları özellikleri açısından Türk Hava Kuvvetlerine büyük güç katacaktır. 

Diğer taraftan Türkiye'nin satın almaya karar verdiği S-400 sistemleri ise bir tasarım harikası olarak görünmektedir. Henüz sahadaki başarısı tam olarak 
görülmemekle birlikte, marketing kapsamında sunulan özellikleri oldukça dikkat çekicidir. S-400 sistemlerinin tam fonksiyonları ile kullanılması ve doğru 
noktalara konuşlandırılması durumunda Türkiye için önemli oranda caydırıcılık sağlayacağını düşünüyorum.

Gelin açık kaynaklardan edinilen bilgi doğrultusunda; Türkiye'nin F-35 uçaklarını S-400 Sistemi ile birlikte kullanılması durumunda F-35 teknolojisinin tehlikeye girip girmeyeceğini inceleyelim.

ABD'li yetkililerin endişeleri;

Türkiye'nin; S-400'lere NATO standartlarında IFF Sorgulayıcısı (Interrogator) ile bir Taktik Veri Aktarma Sistemi olan ve tüm NATO ülkelerinde yaygın olarak 
kullanılan Link-16 Sistem Terminali entegre edebileceği,

Böylece  IFF sensörü ve "Stealth Teknoloji" ile ilgili bazı taktik verilerin de aktarıldığı  Link 16 sistemine,  RUS teknisyenler tarafından sızılarak teknolojinin 
ve çalışma sisteminin elde edilebileceği,

Rusların Link-16 Kripto detayları ve dalga formunun elde edilerek "spoofing" yöntemi ile sahte hedefler oluşturulabileceği,

Rus teknisyenlerin elde ettikleri bulguları anlık olarak Rusya'ya aktarabileceği,

S-400 sistemlerine yakın bölgelerde uçan F-35 uçağı "Stealth Teknolojisi" nin Ruslar tarafından çeşitli yöntemlerle ele geçirilebileceği,olarak özetlenebilir.


Bu endişeleri sırasıyla inceleyelim;

S-400 Sistemine entegre edilmesi durumunda, Evet IFF ve Link-16 sistemi ile ilgili endişelerin doğru tarafları bulunmaktadır. 
Günümüz teknolojisi ile bu tip entegrasyonlarda sistemlerin etkileşimi esnasında bilgi sızdırılması mümkündür.
Rusların da bu konuda iyi seviyede olduğu göz önüne alındığında bu endişenin yerinde olduğu söylenebilir.

Rus teknisyenlerin sistem teslimi sonrasında hiç bir şekilde Türkiye'de konuşlu sistemlere yönelik lojistik ve bakım faaliyetinde bulunmayacaksa sızma 
ihtimalinin düşük olabileceği düşünülebilir, ancak bu noktada da Türkiye'de konuşlu S-400 siteminin pasif olarak elde ettiği bilgileri uydu üzerinden 
otomatik olarak Rusya ya aktarabileceği endişesi bulunmaktadır.

ABD'liler Rusların Uydu üzerinden çok güçlü bir veri aktarma sistemi olduğuna inandıkları görülmektedir.

S-400 sistemlerine yakın bölgelerde uçan F 35 uçağı "Stealth Teknolojisi" Ruslar tarafından çeşitli yöntemlerle ele geçirilebilir mi?

ABD, Türkiye'ye F-35 uçakları S-400 sistemi ile birlikte kullanılmasının sakıncalı olduğunu söylerken, çok sayıda RUS Sitemlerinin (Radar,Uçak ve ELINT) 
konuşlu olduğu Suriye'ye sınırı bulunan İsrail F-35 uçakları için sınırlama getirmiyor.İsrail bugün sahip olduğu F-35 uçaklarını askeri harekatlarda kullanan ilk ülke olarak övünmekte ve F-35 uçuşlarını gerçekleştirmektedir. Üstelik Rusların Suriye'deki mevcut Elektronik Konuşlanması ile İsrail üslerinden kalkan F-35 uçaklarını gerçek zamanlı olarak tespit ederken belirli dalga boylarında teknik özelliklerini tespit etme faaliyeti içinde olmasına rağmen. 

Bu noktada kısa bir açıklama yapalım. Stealth kabiliyetli F-35 uçağı; F-22 Raptor'da olduğu gibi Luneberg Lensi (Radar Reflektör) ile donatılmışlardır. 
Radar Reflektörü, düşük görünürlük özelliği olan uçakların radarlara görünür hale gelmesi için kullanılır.

Bu sistemler uçakların radarlardan kaçma ihtiyacı olmadığı zamanlarda takılır; özelikle "stealth teknoloji" ihtiyacı gerektirmeyen eğitim veya operasyonel 
uçuşlar ile  düşman yer ve hava radarları ile istihbarat platformlarına  yakın bölgelerde uçuş yapılması ihtiyacı olduğunda kullanılır.

Biraz teknolojik ifadelerle konuya devam edersek;  Taktik savaş uçağı büyüklüğündeki bir stealth uçak; C, X, Ku and S band  gibi bandlarda  görev yapan radarlara karşı kendisini koruyacak bir yapıya sahip olduğu belirtilmekte dir.  Yani bu bandlarda görev yapan Radarlar "stealth teknoloji" ye sahip F-35 tespit etmede yetersiz kalmaktadırlar.

S-400 sistemi kapsamında kullanılabilecek radarlardan;  Acquisition (EW) ve Angajman radarları incelendiğinde, bu radarların I,J,X ve Ku/K/KA 
çalışması nedeniyle "stealth teknoloji" kabiliyetli F-35 uçağını tespit edemeyeceği düşünülmektedir. 

Öte yandan,bir kere frekans dalga boyu belli bir threshold'u geçer ve rezonans etkisine sebep olursa, "Düşük Görünürlüklü-Low Observable" uçakların radarlar 
tarafından tespit edilme olasılığı artmaktadır. Örneğin, düşük frekans bandında çalışan ATC Radarının, "stealth" özellikli bir uçağı teorik olarak tespit edilebilme kabiliyeti bulunmaktadır.  Burada ifade edelim, 300 MHz altındaki frekanslarda çalışan UHF,VHF ve HF Radarlarının "stealth" uçaklar için tehlike arz eden sistemler olduğu uzmanlar tarafından belirtilmektedir.  

Bu güne kadar, F-35 uçakları ABD dışına uçak gövdesine takılan 4 adet radar reflektör ile intikal etmiştir. Bu reflektörlerin kullanım amacı, F-35'lerin RCS 
(Radar Cross Section)'lerini abartarak, bilgi toplamaya çalışan düşman unsurlarının çalışmalarını boşa çıkartmaktır. Internet bilgilerinden elde edilen 
bilgiye göre; Estonya ve Bulgaristan'a yapılan intikallerde F-35 uçaklarına radar reflektörler takılmıştır.  F-35 uçaklarında Stealth kabiliyetlerinin kullanılıp 
kullanılmayacağı harekat ihtiyaçlarına göre belirlenmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda şunu söyleyebiliriz. F-35 uçakları, düşman radarlarını yanıltmak amacıyla kullanılan Radar Reflektörleri ile uçtuğu 
taktirde önemli oranda bir aldatma sağlamakta olup, sahip olduğu RCS hakkında doğru bilgilerin düşman tarafına geçmesine engel olabilmektedir.

Buradan şöyle bir sonuca ulaşabilir; F-35 Uçakları S-400 Sistemlerine yakın uçsalar dahi yukarıda anlatılan sebepler nedeniyle F-35 Stealth kabiliyetinin 
Ruslar tarafından elde edilmesi olası görünmemektedir.

Sorun Nasıl Aşılabilir?

Öncelikle Türkiye;

Link 16 sisteminin S-400'e entegre edilmeyeceğini ,

IFF sistemi olarak MİLLİ imkanlarla geliştirilecek bir sistemin S-400'lere entegre edileceğini,

S-400 Sistemlerinin F-35 uçaklarının iniş kalkış yapacağı meydanlara yakın bölgelerde konuşlandırılmayacağını,S-400 sistemlerinin Türkiye'de konuşlu  NATO Altyapısı ve sistemleri kullanan hiç bir platformla entegre edilmeyeceği ve etkileşim içinde olmayacağı, tamamen kapalı bir network olarak çalıştırılacağı,
Radar Reflektör gerçeği ortada iken,F-35 uçaklarının S-400 sistemlerine yakın uçuşlarının F-35 aleyhine herhangi bir bilgi sızmasına neden olmayacağını, 
muhatabına açıklıkla belirtmelidir.

Suriye'de, Rus ELINT, SIGINT ve Radar sistemlerinin  konuşlandığı bir ortamda,  İsrail'in F-35 uçaklarını Suriye ve çevre ülkelerdeki hava operasyonlarında 
kullanmasına rağmen,  ABD'lilerin İsrail F-35'leri için endişe duymaması, fakat Türkiye'nin F-35 uçaklarına sahip olması konusunda endişe duyuyor olması 
bir çelişkidir.

Diğer taraftan Rusya'nın bir NATO üyesi olan Türkiye'ye S-400 sistemini satarken sisteme yönelik teknolojinin ve radar teknik karakteristik bilgilerinin NATO ülkeleri tarafından ele geçirilebileceği endişesi taşımaması dikkate değer bir durumdur. 

Sonuç olarak; Türkiye'nin muhatabına yukarıdaki değerlendirmeleri açıklıkla izah etmesi durumunda sorunun çözülmesi yönünde önemli bir adım atılabileceğini 
düşünüyorum.

Sorunun çözülmesi durumunda; S-400 sistemlerinin kapalı bir network olarak nasıl kullanılabileceği, neler yapılması gerektiği ayrı bir konu olarak incelenmelidir. 

Belki daha sonra bu konuya değinebiliriz.

KAYNAK:

https://youtu.be/UAV8dMtc1A8 " Here's How F-35 Technology Would Be Compromised If Turkey Also Had the S-400 Anti-Aircraft System" 

https://theaviationist.com/2018/05/24/image-of-israeli-f-35-flying-off-beirut-with-radar-reflectors-as-well-as-more-details-about-the-adirs-first-strikes-emerge/ 

http://www.ausairpower.net/APA-Acquisition-GCI.html

http://www.radartutorial.eu/19.kartei/06.missile/karte006.en.html


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/s-400-kullanimi-f-35-teknolojisini-tehlikeye-sokar-mi-sorun-nasil-asilabilir

***

12 Haziran 2019 Çarşamba

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,




Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’ye sorduk 

17 MAR 2018... K.K.T.C. 
AJANSTÜRK SÖYLEŞİ  


ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell’in, Rum yönetiminin ada çevresinde petrol ve doğalgaz aramasına arka çıkması ve açıkça provakasyon yapması üzerine Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’nin görüşlerini aldı. 

Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı 
Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli ile Kıbrıs’taki son gelişmeleri değerlendirdi. 

İşte o Söyleşi : 

AJANSTÜRK – ABD dışişleri bakan yardımcısı Wess Mitchell ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimine yaptığı ziyarette doğalgaz arama çalışmalarında Washington un desteğini iletmesini nasıl yorumluyorsunuz? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Bu konuya değinmeden önce 19 Aralık 2017 Rum Fileleftheros gazetesinden duyurulan bir habere değinmek istiyorum. Buna göre ExxonMobil-Qatar Petrol konsorsyimunun GKRY’ne 10. Parselde araştırma yapmak için izin başvurusunda bulunduğu açıklandı. 


Zira ExxonMobil’in sondaj faaliyetleri 2018 ikinci yarısından sonra hedeflenmekte idi. Ancak burada bu talep ile ABD’nin yaz aylarında yapılacak sondaja yönelik sismografik araştırmaların ötesinde ek araştırmalar yapmak niyetiyle talepte bulunduğu belirtildi. Peki ek araştırmalar da neydi? 

Amerikan şirketi denizaltı robotlarıyla özel gemiyi halihazırda temin ettiğini ve bölgenin deniz altı robotları vasıtası ile fotoğraflarının çekileceğini ve bu yolla sondaj platformunun indirileceği bölgeyi kesin belirleyeceği belirtildi. 

Buradan şu sonuca varmak gerekiyor; Amerika sondaj faaliyetleri öncesinde ek araştırmalar yoluna Aralık 2017 sonunda başvurmuştur. 

Bu tarih mevcut sürecin çok gerisinde olan bir tarih değildir. Esasen deniz altının haritasının çıkarılmasına yönelik bu girişimde Amerika sadece Rum yönetimini dikkate alarak hareket ettiğini ortaya koyarken, diğer taraftan Kıbrıs Türklerinin egemen haklarının varlığına da tecavüz etmektedir. 

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Mitchell’in Kıbrıs ziyaretinden önce aslında ABD Güney Kıbrıs Elçisi Kathleen Doherty basın açıklaması yapmıştır. Doherty yaptığı açıklamada; 

Exxon Mobil araştırmalarında Türkiye ile herhangi bir sorun yaşanmasını beklemiyoruz ABD Güney Kıbrıs’ın sözde MEB’inde kaynakları harekete geçirme 
hakkını destekliyor Kaynakların eşit şekilde paylaştırılmasına inanıyoruz. 

Müzakereler en kısa sürede başlayacağını ümit ediyoruz ABD hükümetinin güney Kıbrıs MEB’indeki faaliyetleri bir sondaj çalışmasından çok farklı olarak araştırma gemisi şeklinde olacak. 

Kaynaklar ile ilgili paylaşım veya anlaşmayı tarafların engellememesi veya kösteklememesi gerektiğini söylüyoruz . belli deniz sınırları konusundaki 
ihtilaflarda taraf tutmuyoruz. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Güney Kıbrıs’ın ortaya koyduğu tek egemen mantığındaki argümanları destekleyen bir tavırla Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru oluşturmaya çalıştığı, Kıbrıs Türklerinin bu kaynaklardan istifade edebilmesi için birleşik Kıbrıs’a razı olması gerektiği, Mart ayında yapılacak araştırma faaliyetleri ile kriz yaşanmasının beklenmediği, ama en önemlisi BMDHS’nde de öngörülen kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge çakışmaları halinde ortaya çıkan ihtilaflarda çözüm gerektiren hallerin müzakereler yolu ile çözümlenmesi gerektiği ilkesini bile göz ardı ederek, hiçbir sorun yokmuş gibi, ben işime bakarım edası ile hareket etmeleri uluslararası hukukun genel ilkelerine de aykırı bir durumdur. 

Tüm bu çerçeveden sonra adaya ziyaret yapan Mitchell Anastasiades ile gerçekleştirdiği görüşmede benzer temalara vurgu yaparak Avrupa enerji 
güvenliğinin bir parçası olarak Rumların enerji politikalarının desteklendiği , tarafların işbirliğinin güçlendirileceği ve müzakere sürecinin başlaması 
gerektiği vurgularında bulunmuştur. Bu görüşmenin meyvesi olarak Hidrokarbonlar Fonu kurulması ile ilgili detaylar Mitcelle aktarılırken Türk 
tarafı yeni bir şantaj içerisine sokulmaya çalışılmıştır. Uluslararası hukukta diplomasi çalışmalarında bile taraflardan birini tehdit veya şantaj veya 
ağzına bal çalma bakış açıları ile müzakere tekniği mümkün değildir. 


Burada dikkat edilmesi gereken husus hidrokarbonlardan elde edilecek gelirin bu fona ayrılacağı ve Kıbrıs Türkleri bana payımı ver dediğinde buyur otur, görüşelim konuşalım noktasına getirilmeye çalışılacağıdır. 

Mithcellin Avrupa ve Asya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olduğu dikkate alındığında ve Kıbrıs’a Priştine, Üsküp, Belgrad, Atina sonrasında gelmesi dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin deniz alanlarını kapsayan bu sahaların üzerinde enerji güvenliği koridorunu Yunanistan ve Rumlar lehine kuvvetlendirme maksadı ortaya çıkmaktadır. 

Tüm bu noktada Amerika’nın Rumlara verdiği desteği nasıl okumamız gerekmektedir* 

Amerika izlediği stratejide, Türkiye’nin Afrin operasyonu sonrasında Rusya’nın geleceğinde daha etkin bir konumda bulunmasından ciddi rahatsız olmuştur. Suriye’de PKK/PYD ve türevlerinin Akdeniz’e inmek için oluşturmaya çalıştıkları koridorun önü kapatılmıştır. Tüm bu hamleler Amerika’yı rahatsız etmiştir. 

Suriye’de yaşanan gelişmeler ve Kıbrıs’ta bugün ortaya konan müzakere baskısı ayni projenin bir devamıdır. Türkiye 145,000 m2’lik deniz alanlarından mahrum edilmek ve Antalya körfezine hapsedilmek istenmektedir. Amerkia doğal kaynaklar için fon kurulması teklifi ile Kıbrıs Türklerini müzakere masasına çekmeye çaba sarf etmektedir. 

  Garanti Antlaşmaları gibi bölgenin ve adanın güvenlik ve barışını tesis eden Türkiye’nin etkin ve fiili gücünü ortadan kaldırmak niyeti sergilenmektedir. Kısaca Türkiye Suriye Krizinde Amerika’nın projelerini desteklemediği için Akdeniz’den çıkarılmak istenmektedir. 

   Hidrokarbonlar Fonu Anastasiades ve Mitchell görüşmelerinde ele alındı. Ne diyecekler, kaynaklar bu fona yatacak ve Kıbrıs Türkleri bu kaynaklardan pay isterse buyursun müzakere sürecine denilecek. Oysa müzakere sürecinde Rum tarafı takvim öngörmeden, ön şartlar ile müzakereleri başlatma çabasından hiç vazgeçmemesine karşın Amerika ve Batının AB’nin Rumların bu tutumunu devamla desteklemesi ve Türkiye karşıtlığının gündeme getirilmesi daha derin projelerin bir neticesidir. Şöyle ki, son dönemlerde Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinliği ve gücü diplomaside daha da önemli hal almıştır. Rusya ile yakınlaşan ilişkiler yanında Irak ve İran ile kurulan münasebetler ve bunların ötesinde kıtalar arası yürütülen Afrika , Asya kısaca çok yapılı ilişkilere bakılınca, Amerika’nın Suriye konusunda Türkiye’nin Operasyonu ile bölgedeki prestijini yitirdiği görülmektedir. 

Türkiye bölgede enerji güvenliği, transiti ve diplomasisi alanında önemli bir konuma gelmiştir. Oysa AP’u Türkiye’ye Afrinden çekil dediği gibi Akdeniz’den 
de çekil baskısı kurmaya çalışmaktadır. Türkiye insanı yardımdan terörle mücadeleye hem bölgede hem uluslararası alanda kendi yetkinliğini ve 
Uluslararası Hukuka uygunluğunu ispat etmiştir. 

   Suriye krizinde bile Türkiye’nin yaptığı hem insanı yardımı hem de terörle mücadeleyi hiçbir ülke yapamamıştır. 

Nitekim Amerika Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlamada ve bölgede enerji merkezi olması yolundaki adımlarını tehdit olarak görmektedir. Öte yandan Çin ile ilişkiler geliştirilmiştir. Çin’in Yeni Modern ipek yolu projesinin bir kanadı kara üzerinden geçecek güzergahta Türkiye çok önemli bir noktada iken Akdeniz’de de Türkiye bu anlamda öne çıkan duruşa sahiptir. Hele de Kızıldeniz’de Sevakin adasını kiralayan ve buraya konuşlanan Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. 
Bu projenin Amerika tarafından hoşnut karşılanmadığı dikkate  alındığında, Akdeniz’de yeni cepheler veya müttefikler veya varolan müttefik ilişkileri derinleştirme stratejileri öne çıkmaktadır. 

Deniz alanlarında hidrokarbon kaynaklarının az veya çok bulunması gerilimi artıracaktır. Örneğin 12. Parselde İsrail gelir payı talep etmiş ve rum yönetimi bunu çok saçma bulmuştur. Bunların ötesinde Rumların ilan ettiği 13 ruhsat alanında 1,4,5,6,7 bölgelerinde Türkiye’nin kıta sahanlığı ihlal edilmektedir. 

Türkiye 2003’ten bu yana bu konunun sorunsallık olarak ortaya çıkmasından bu yana kendi deniz alanlarının ihlal edilmesine müsaade etmemiştir. 

Burada tehlike Amerika’nın fonları ile içte beslenen örgütlerin atacakları adımlardır. 

1974 Barış Harekatından sonra Amerika iki toplumlu proje ağları ile kuzeyde pek çok kişiyi eğitmiş, fonlamış, STÖ’lar kurdurmuş, merkezler açtırmış ve iç darbe sayılabilecek atılımların Türkiye aleyhinde gerçekleşmesi için çalışmalarda bulunmuştur. Amerika 2004 Annan planı döneminde Kıbrıs Büyükelçisinin bile kuzeyde köy köy gezip halka evet baskısını unutmadık. 

Amerikanın başını çektiği bu fonlarda yeni bir kimlik yani Kıbrıslılık kimliği inşa etme ve Türk kimliğinden ve Anavatandan arınma stratejileri ve psikolojik kampanyaları var olmuştur. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Türkiye’nin karşısında gerilimi artırıcı adımlarına devam edeceği aşikardır. Doğal gaz konusunda desteklenmesi karşısında ancak şunu diyebilirim; Türkiye söylemiş olduğu sözlerinden ve bölgelsel haklarından ne Kıbrıs Türkleri ne de kendi hakları konusunda taviz vermeyecektir. 

Türkiye’nin uluslararsı hukuktan ve BMDHS’nden kaynaklanan ab initio ve ipso facto dediğimiz egemen hakları vardır. Türkiye Akdeniz’de 200 deniz mili alana sahiptir. Türkiye’nin bu alanlarını ihlal etmeye çalışan gereken yanıtı alacaktır. Sayın Erdoğan’ın dediği gibi Exxon gelse de farketmez haklarımızı çiğnetme yeceğiz. O nedenle Amerika hangi adımı atarsa atsın, Türkiye gerektiği yerde net tavrını ortaya koyacaktır. Bunu diplomaside de askeri güçte de ortaya koyacak kudret ve kabiliyeti vardır. 

AJANSTÜRK / Yunanistanın Ege Denizinde yapacağını duyurduğu tatbikat Kıbrıs’ta yaşananlarla doğrudan ilişkilendirilebilir mi? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye bu düzenin şekillendirici unsurlarından biri olma yönündeki adımlarını başarılı bir şekilde yürütmektedir. Yunanistan’ın yarası kendi içinde PKK teröristlerini destekleyerek Türkiye’ye saldığı ve son olarak da YPG adı ile terör örgütüne LAVRION bölgesinde sunduğu eğitim kamplarında düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı ile hareket ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin AFrin operasyonu başlamasının hemen ardından Yunanistan’ın Ege’de Kardak kıyılıklarını ihlal etme girişiminin Türk deniz kuvvetlerince engellenmesi neticesinde kriz Kıbrıs’a taşmıştır. 

Şimdi bir tatbikat yapacaklarmış. Yapsınlar. 

Yüzlerce yapsınlar. Türk deniz kuvvetlerinin gücü her türlü tehlikeyi bertaraf edecek niteliktedir. 
Zaten Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Yunanistan’ın Ege tahrikleri içerisinde Ege’ye yaptığı ziyarette Ege,Akdenizdeki haklarımızın korunmasında kararlılıkla yürütüleceği mesajı tesadüf bir ziyaret değildir. Türkiye hem Akdeniz hem Ege’de teyakkuz halindedir. Kendi deniz yetki alanlarının ihlaline katiyen müsaade etmemekte kararlıdır. O nedenle bu tatbikatlar Yunanlıların kendi psikolojilerini rahatlatma açısından belki faydalı ama herhangi bir ihlal 
girişiminde Türk milletinin cesur ve kararlı duruşunu hissetmeleri açısından onlara zararlı bir hal alabilecek noktaya gelebilir. 

AJANSTÜRK / Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınırötesi operasyonu sebebiyle karşısına aldığı ABD Rum kesimi ve Yunanistan üzerinden Türkiye ye dolaylı bir tehdit unsuru mu oluşturuyor 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Ezelden beri Amerika daha Yunanistan’da kraliyet rejimi cunta yönetimi sürdüğü dönemlerde bile kendi istihbarat güçlerini Yunanistan’a yerleştirmiş ve Türkiye’ye karşı bir gözetleme bölgeleri oluşturmuş tur. Amerika!’nın Türkiye’de geçmişte yarattığı suni ve fiili darbe girişimlerini biliyoruz. Bölgede Yunanistan ve GKRY Amerika’nın müttefiki konumunda bulundukları doğrudur. Lakin hangi adımı atarlarsa atsınlar Türkiye bu çabalara karşı kara,deniz,hava alanlarını korumada ve gerek Kıbrıs Türklerinin hakları gerekse dünyada mazlum milletlerin yanında hakkaniyetli bir şekilde uluslararası hukuka uygun olarak korumaya kararlıdır. Unutulmasın ki Libya ve Malta arasında deniz alanları ihtilafında Kaddafinin savaş gemilerini göndere rek Amerikalı şirket olan CALTEX-California Texas Oil şirketinin sondaj platformlarını toparlayıp gitmiştir. Biz bunu İtalyan şirket ENI’nin sondaj platformunu toplayıp gitmesinde gördük. Şimdi 10. Parsel belki Türkiye’nin kıta 
sahanlığı alanlarında değil ama Rumların yaptığı ruhsatlandırma çabaları esasen uluslararası hukuka aykırıdır. Zira GKRY ilan ettiği sözde MEB alanı ilk olarak Mısırla bölgede çizildiğinde 2003 yılı Türkiye’nin batı bölgesindeki deniz yetki alanları ihlal edilmiştir. Bu durum üzerine Türkiye BMGS nezdinde bölgedeki alanlarını tescil ettirmiş ve gereken itirazları yapmıştır. O halde ihtilaf arz eden bir bölgede Türkiye’nin müdahale etmesi mümkündür. Bunu adanın garantörü olarak Kıbrıs Türk hakları açısından yapması mümkündür. 

Halen Kıbrıs sorunu çözümlenmeden atılan bu çabalar tamamı ile uluslararası hukukun genel ilkeleri ile bağdaşamaz. 

Kaldı ki GKRY İsrail ile çizdiği sözde MEB alanı ile İsrail de Lübnan’ın 840 km2 alanını ihlal etmiştir. GKRY’nin bu çabaları ile bölgede bu ihtilaf ortaya çıkmıştır. 

Şimdi kalkıp biz Güneyin Hidrokarbon faaliyetlerini destekliyoruz diye çıkış yapmak bu kadar ihtilaf olan bir alanda ne derece uluslararası hukukla bağdaşır daha net ortaya çıkmaktadır. 

  Netice itibarıyla, Türkiye yapılan bu adımlar karşısında 10. Bölgeye şuan müdahale etmeme sebebi sondaj çalışmaları olmamasından kaynaklıdır. 

Ancak bunun ilerleyen dönemde olmayacağı manasında değildir. 

Türkiye öyle sanıyorum ki en kısa sürede Akdeniz’de Deep Sea Port II sondaj gemisinin araştırmalarına şahit olacağımız bir sürece gireceğiz. 

Zira KKTC Bakanlar Kurulu TPAO’na 2018 başında 6 senelik daha ruhsatlandırma izni vermiştir. 

    Netice itibarıyla haklarımızın korunmasını göstereceğimiz pek çok yol olacağından kimse şüphe duymamalıdır. 


http://www.ajansturk.tv/son-dakika/guney-kibristaki-abd-provakasyonunu-yrd-doc-dr-emete-gozuguzelliye-sorduk/ 


***