Şanlı Bahadır KOÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şanlı Bahadır KOÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?



Türkiye ,PKK , PYD’, Ne Yapmalı, Şanlı Bahadır Koç ,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
31 Temmuz 2015

Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını var sayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.

PKK

“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu – elbette tamamen değil ama büyük ölçüde - biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 

Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 

PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateş gücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.

Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 

HDP

HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.

Barzani

Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir.
 
PYD

ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. 

Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e) meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). 

Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.   
   
ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? 

O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: 

Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 

1) Bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 

2) Bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 

3) Bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 

4) Bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 

5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 

6) Aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya Askeri, Siyasi ve Psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ ertelenmesi anlaşılabilir. 

Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemeli dir. 

ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? 

Ama aslında bir de şu var: 

PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?

Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 

Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”

Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 

Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz.

Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali


***

ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

 ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

    
ABD, Orta Doğu, Doğum İzni,Şanlı Bahadır Koç,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
22 Nisan 2014
Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

  
 ABD’nin Orta Doğu’daki durumu bir Facebook statüsüyle özetlenseydi uygun ifade  muhtemelen “ Biraz Karışık ” olurdu. ABD iddia edildiği gibi bölgeden “çekiliyor” mu? Yoksa ABD sadece bölgedeki konuşlanması, öncelikleri, araçları, metodları ve angajman kurallarını mı değiştiriyor? Bu yazıda ABD’nin Orta Doğu’dan nispi “geri çekilmesinin” neden, şekil, derece, muhtemel sonuç ve bölgesel aktörlerin hesap ve davranışları üzerindeki olası etkilerini tartışacağız.
Unutmamak gerekir ki, ABD “hep” burada değildi. ABD’nin bölgedeki ciddi anlamdaki varlığı Suudilerle 1930’larda tesis edilen özel ilişkiyle başlamış, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde İngiltere ile ortaklık ve  “kalfalık eğitimiyle” devam etmiş ve bu ülkenin 1971’de bölgeden çekilmesi ile beraber onun yerini alarak bölgenin hegemeonu olarak geçirilen 40 küsur yıl ile sürmüştür. ABD bölgeye sonradan gelmiştir ve birgün de gidecektir. “O gün bugün mü?” ya da o “ana” ne kadar yakınız? Soğuk Savaş da, özellikle onun içinde doğup büyüyenler için kalıcı, nihai ve değişmez bir durum gibi görüyordu ama bir gün hem de aniden bitti.

ABD’nin 

a) Başta travmatik Irak tecrübesi olmak üzere bölgedeki başarısızlık kataloğunun büyümesi, 

b) Giderek dış enerji bağımlılığının azalmaya başlaması ve hatta çok uzun olmayan bir dönemde net ihracatçı olma ihtimali, 

c) Ekonomideki sorunlar ve savunma harcamalarını kısma gereği, 

d) Bölgenin iflah olmaz olduğunun düşünülmesi, 

e) Yükselen ve önemi artan Asya’ya daha fazla siyasi, askeri, ekonomik kaynak ve zaman hasredilmesi gereği,  

f) Obama’nın nispeten daha az müdahaleci, temkinli, mütevazi ve çekingen dış politika tarzı, 

g) Cumhuriyetçi Parti’de uzun süredir “uyuyan” izolasyonist eğilimlerin tekrar güçlenmeye başlaması, 

h) Arap Baharı’nın ABD’yi içinden çıkılması zor seçenek ve açmazlara zorlaması, 

i) bölgede “fazla bulunma ve görünmenin” teröre hedef olma ihtimalini arttırdığı endişesi gibi faktörler ABD’nin bölgeye olan yaklaşımında önemli sayılabilecek değişimlere neden olmaktadır. 

ABD’nin bölgeden çekilme sürecinin şeklini tahmin edemesek de bu konuda spekülasyonlar yapabiliriz: ABD bölgeden iç ve/veya dış aktörler tarafından “atılacak” mı, bölgeden “sıkılacak”, ona duyduğu ihtiyaç ve ilgiyi kaybedecek mi? Çekilme görülebilir bir gelecekte mi gerçekleşecek, yoksa ABD’nin bölgedeki başat konumu daha uzun süre devam mı edecek? Çekilme hızlı, ani ve beklenmedik mi olacak, yoksa zamana yayılmış, önceden duyurulmuş ve aktörlerin kendilerini hazırlamaları için fırsat verilerek mi? 

Muhtemelen sınırlı, safhalı, geri çevrilebilir (en azından ABD tarafından öyle olacağı varsayılan), “iki adım geri bir adım ileri”, zaman zaman acil durumlar ve krizler nedeniyle kesintiye uğrayan bir çekilmeden bahsediyoruz.

Bu arada Obama sanki ABD’yi “bu süper güç işinden çıkarmak” ve onu “sınırlı sorumlu”, “seküler” ve sıradan bir büyük güç haline getirmeye çalışmaktadır: 

Tek süpergüç değil sadece “eşit ol(may)anlar arasında birinci”.

ABD’nin Körfez’deki petrol ile ilgili çıkarlarını “uzaktan”, daha az müdahaleci bir duruş ve konuşlanma ile koruyabileceği savunulmaktadır. “Daha az asker ve üsle, kriz zamanında hızla bölgeye intikal edecek altyapı ve hazırlıkla bölgede çıkarlarımızı daha az maliyet, zorluk ve ‘tantana’ ile koruyabiliriz.” Ama tekrar hızla ve etkili bir şekilde gelebileceksen bile bölgedeki hasımlar buna tam inanmayıp “bir şanslarını denemek isteyebilirler”. ABD varlığı, müdahaleleri, uygulamaları ve taleplerinden şikayet edenler yokluğunda ABD’yi “mumla arayabilirler”. ABD son dönemde bölgede çok fazla istikrarsızlık ve yıkıma neden olmuşsa da o gidince “bölgesel iç savaş” ihtimali artabilir. 

El Kaide ile mücadele önemli olmaya devam etmekle beraber ABD dış politikası nın merkezinde tek belirleyici olmaktan çıkmıştır. Eksik, kusur ve günahları olsa da Obama ABD dış politikasını hem coğrafi ilgi, hem kullanılan araçlar,  kovalanan  amaçlar ve genel yaklaşım açısından çeşitlendirdi ve Bush dönemindeki saplantılı halinden çıkardı. ABD ağırlığını daha çok Asya’ya vermek istemekte ama bölgedeki kriz ve sorunlar nedeniyle bunu bir türlü yapamamakta dır. Öte yandan, Asyalı devletler ABD’nin bölgedeki müttefikleri ortada bıraktığı algısına sahip olurlarsa Washington’a güvenmekte tereddüt edebilirler. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi ülkelerin orta ve uzun vadede bölgede ne kadar aktif olmak isteyecekleri, bunu ABD ile koordineli mi yoksa ona rağmen mi yapmaya çalışacakları, bölgenin güvenliğine katkıda bulunmak için sorumluluk üstlenip üstlenmeyecekleri önemli olacaktır. 

Obama liderliğindeki ABD bölgedeki dost ve müttefik ülkeler ve belki de daha önemlisi rejimlerle ilişkilerinde de daha mesafeli denebilecek bir aşamaya geçmekte, İsrail ile arasına ince, kademeli ve elbette geri dönülmez olmayan eleştirel bir mesafe koymaktadır. ABD, 

a) bölgesel müttefikler kendi güvenlikleri için daha fazla yük, rol ve sorumluluk alsınlar, 

b) ABD’nin garanti ve desteğinin müttefikler için bir hak değil nimet olduğu anlaşılsın, 

c) içerideki ekonomik zorluklarla uğraşmak için biraz soluklanalım ve kendimize gelelim, (belki sonra yine bölgeye döneriz) diye düşünüyor gibidir.

Bu adımlar Obama’nın Türkiye’de çok tahlil edilmeyen realist damarının sonuçlarıdır. Obama Nobel konuşmasında da belirttiği ve değişik şekillerde kanıtladığı gibi askeri güç kullanmaya kapalı değil ama bu enstrümanı büyük çaplı kullanma konusunda oldukça isteksizdir. Bu konuda Obama’yı aşan yapısal ve konjenktürel boyutlar olmakla beraber, onun yerine Cumhuriyetçi adaylar seçilseydi şimdiye kadar muhtemelen Suriye ve belki de İran’a karşı ABD’nin güç kullanmış olacağını sanıyoruz. Obama’nın Marc Lynch, Stephen Walt, Zbigniew Brzezinski, Andrew Bacevich gibi başkalarına yaptırılabilecek güç kullanımına alerjisi olan dış politika entellektüellerinden istifade ettiği bilinmektedir. 

ABD açısından Orta Doğu’da aktif olmanın değişik şekil, yöntem ve araçları olabilir. ABD geçmişte bölgede kara ve denizde askeri varlık bulundurmak, caydırıcı tehdit ve eylemler, kriz yönetimi, demokrasi promosyonu, barış arabuluculuğu, ekonomik destek, müttefikleri bir araya getirmek ve onlara güven vermek, kollamak, yol göstermek, insani müdahale, silah satışı, askeri eğitim, istihbarat varlığı ve işbirliği, kontr-terör,   bölgeyi ziyaret etmek, müttefiklere önemli olduklarını hissettirmek, gerektiğinde güç kullanma kapasite, istek ve maharetinde olduğunu göstermek, müttefikler arasındaki sorunlarda kolaylaştırı cı, arabulucu vs olmak, bölgenin fazla sermayesine ev sahipliği yapmak gibi eylem ve fonksiyonlarda bulunmuştur. Bugünse Obama’ya bölgedeki hoşnutsuz müttefikleri ve içerideki muhaliflerince, “liderlik yapmıyor, pasif, zayıf, yavaş, kararsız, korkak, müttefiklerini korumuyor ve onları biraraya getirmiyor, onlara güven vermiyor, İran’a ‘ütülecek’, hasımlara çok ödün veriyor” şeklinde eleştiriler yapılmaktadır.

ABD ise bölgedeki eski ya da “eskimeyen” müttefiklerinin serzenişlerine karşılık şu tür cevaplar verebilir: “Gidebileceğiniz başka bir yer yok”, “en iyi silahlar bizde”, “mevcut ordularınız bizim silahları kullanıyor, kolayca veya hızla başkasına geçemezsiniz”, “sürü(m)den ilk ayrılmaya kalkanı cezalandırırım”, “(artık) herkesle kavga edemem, hasımlarla anlaşmaya çalışmalıyım, ama korkmayın sizi yüzüstü bırakmayacağım” “sizi korumaktan hiç vazgeçmedim ki”, “akıllıca ekonomik, siyasi ve sosyal reformlar yapmaz ve gücü ve serveti halkınızla paylaşmazsanız sizi ne ben, ne kendiniz ne de bir başkası koruyabilir”.
Bölgede hala 35 bin Amerikan askeri personeli bulunmaktadır. 

Müttefik devletlerle askeri, istihbarati, ekonomik ve diplomatik temas, işbirliği ve ortaklıklar devam etmektedir. Bölge ülkeleri, bir-iki istisna hariç, ABD silahlarını almaktan vazgeçmiş değildir. ABD’li yetkililer hala sık sık bölgeyi ziyaret etmektedir. ABD Suriye konusunda Sünni ülkelerin beklentisinin gerisinde kalmış olsa da, İran ve İsrail-Filistin konularındaki müzakere süreçlerine liderlik etmektedir. İsrail’i ziyaret eden Obama bu ülkenin halkıyla sorunsuz olmasa da daha önce kuramadığı türden sıcak ve samimi bir ilişki kurmayı başarabilmiştir. ABD’nin İsrail’in varlığına olan taahhüt ve desteği azalmadan devam etmekte dir. 

“O halde siz hangi geri çekilmeden bahsediyorsunuz?” denebilir.

Yukarıdakilerin hepsi doğrudur ve önemsiz de değildir. Ama şu aşağıdakiler de öyle: Müttefiklerin memnuniyetsizlik, şüphe, endişe ve hatta korkuları birikmektedir. Denebilir ki, bu derecede olmasa da Körfez ülkeleri zaten hep bir güvenlik ve terkedilme endişesi ile yaşamışlar, sık sık ABD’nin kendilerini ne kadar koruyacağını sorgulamışlardır. Mısır’da Obama’nın Mübarek’ten çok kısa sürede vazgeçmesi, Suriye’de beklenen liderlik ve kararlılığı gösterememesi, kendinden öncekilere göre İsrail-Filistin barışı için  daha fazla zaman ayırmasına rağmen İsrail’e (henüz?) söz geçirememiş olması, demokratikleşme konusunda muhafazakar rejimleri sıkıştırması, Irak Savaşı sonrasında bölgede Şiilerin yükselişinin önünü açması ve İran ile anlaşarak bölgeyi Tahran’ın keyfine terk edeceği endişesi başta Suudi liderliği olmak üzere Yasal yöneticileri giderek daha çok tedirgin etmektedir.

ABD’nin “Çekileceği” düşünülürse Yasalların da 

1) “safları sıklaştırmak”, 
2) “yeni abiler aramak”, 
3) “kendi kapasitelerini arttırmak” ya da 
4) hasımların “suyuna giderek onları yatıştırmak” (appeasement) gibi yollara gitmesi beklenebilir. Türkiye’nin Çin’den silah alımı, Sisi ve Bandar’ın Moskova gezileri, Suudilerin Lübnan ordusu için ABD’den değil Fransa’dan 3 milyar dolarlık silah almaları dikkat çekicidir. Suudiler Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeni döneme hazırlamak için çok daha sıkı bir yapıya sokmak istemiş ama bu başta Umman olmak üzere diğer ülkeleri tedirgin etmiştir.  

Suudilerin yakın oldukları Navaz Şerif’in seçilmesinden sonra Pakistan askerlerini ülkelerinde konuşlandıra bilecekleri, bu ülkeyle askeri ittifak anlaşması imzalayabilecekleri ve hatta geçmişte ciddi şekilde finanse ettikleri Pakistan nükleer programının meyvelerinin bir kısmını ülkelerinde misafir edebilecekleri ya da kiralayabilecekleri söylentilerinin artması da önemsiz olmayabilir. Çok önemli güvenlik ihtiyaçları olan Suudilerin ABD’nin daha az aktif olacağı bir döneme tek bir partner yerine çoklu ortaklarla girmek istemesi anlaşılabilir. Riyad Rusya, Çin, Fransa, Pakistan ve hatta İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini arttırarak “bütün yumurtaları ABD’nin tek sepetine koymak istemiyor ve hatta belki de ABD’yi “kıskandırmak”, “bak, başka seçenekler yok değil” demek istiyor olabilir. Buzdağının büyük kısmı suyun altındaki Suudi-İsrail yakınlaşması, Mısır’daki darbeyle beraber Müslüman Kardeşler’in püskürtülmesi, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile beraber bölgedeki en ciddi müttefiki olan Katar’ın Körfez rejimlerince dışlanmaya başlaması da önemli ölçüde Suudi hamleleridir.    
Öte yandan eğer İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin çatışması hakkında geçici veya kısmi değil nihai ve kapsamlı anlaşmalar sağlanabilirse ABD’nin bölgede zayıf, etkisiz ve “kaçıcı” olduğunu iddia etmek güçleşecektir. Ancak Obama dönemi sona ermeden bu iki konunun birinde dahi anlaşma sağlanması ihtimali yüzde 50’den çok fazla değildir. İkisinden birden sonuç alınması şaşırtıcı ve çok büyük bir başarı olur. Bu iki müzakere arasında tanımlanması kolay olmayan bir ilişki mevcuttur. Görüşmelerden birinde başarı sağlanması iyimser bir hava yaratarak diğerinde ivme yaratabilir. Öte yandan İran müzakereleri İsrail’i memnun etmeyen bir şekil alırsa bu ülkenin (haklı veya olmayan nedenlerle) zaten sınırlı ödün verme yeteneğini daha da azalabilir. ABD’nin güvenlik garantisinden daha az emin bir İsrail barış konusunda risk almaktan kaçınabilir ama aslında belki de barışa geçmişe göre daha fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiş olabilir. Burada önemli soru –Türkiye’de konuşlu silahları saymazsak- İsrail’in bölgedeki  nükleer tekeli, komşularıyla arasında giderek açtığı askeri üstünlüğü, hasımlarının içlerinde ve aralarında yaşadığı sorun ve çekişmeler  nedeniyle fiziki bir ABD varlığına aslında ne kadar ihtiyaç duyduğudur. İsrail tüm yumurtaları aynı sepete koymama konusunda hep araştırıcı olmuş ve Rusya ve Çin ile ilişkilerini hep belli bir seviyenin üstünde tutmaya gayret etmiştir.  

ABD’nin belki Kırım krizinde de görüldüğü gibi zayıflamaya başladığının düşünülmesi   İran’a da nükleer konuda anlaşmak zorunda olmadığını düşündürtebilir ve bunun yerine ABD’yi oyalamak Tahran’a çekici bir seçenek gibi görünebilir. Rusya-ABD ilişkilerinin bozulmaya devam etmesi bu ülkenin müzakere sürecinde ABD’nin işini zorlaştırmasına neden olabilir. İyimser açıdan bakarsak da, ABD’nin varlık ve şemsiyesinden emin olamayacak bir İsrail o çekilmeden varacağı bir anlaşmayı “ileride bulamayabileceğine”, İran ise bölgede varlığı azalmış bir ABD ile temel sorunlarından en önemlisini çözerse orta vadede Washington’un bölgedeki dostu değilse bile ortağı olabileceğine hükmedebilir. 

ABD’nin yokluğunda İran, Türkiye, S. Arabistan ve eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa bile bölgesel ağırlığı belli bir düzeyin altına düşmeyen Mısır arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı önemli olabilir. İddia edilebilir ki bu aktörler içinde tercihleri bölgenin geleceğine en çok etki edecek aktör İran olacaktır. İran ABD’yi bölgeden esas olarak kendisinin kovduğunu, onun iradesine boyun eğmediğini, “kendi köşesini” tüm bedel ve kayıplara rağmen iyi savunduğunu ve dolayısıyla yeni dönemin başat oyuncusunun kendisi olacağı/olması gerektiği sonucunu çıkarırsa başka bir Orta Doğu olur. İran Batı ile giderek yumuşayan ilişkilerinden istifade eder ve “büyüklüğünün” sonunda kabul edildiğinin verdiği güven ve doymuşlukla daha yumuşak bir bölgesel profil çizerse farklı  bir bölgeye tanıklık edilebilir.

Türkiye ama esas olarak İsrail’in var olduğu, ABD’nin azalsa da olsa varlık, kapasite ve ilgisinin sona ermeyeceği bir Orta Doğu’da İran hegemonyası beklemek abartılı olur. Ama İsrail’in “bölge ailesinin” haricinde olmaya devam etmesi durumunda İran’ın bu ülkeyi birinci derecede ilgilendirmeyen meselelerde bir tür yarı hegemon ve “ Eşit olmayanlar arasında birinci” görüntü vermesi beklenebilir. İran’ın nükleer istekleri eğer bir şekilde İsrail ile sürekli gerilim üretmeyen bir şekilde çözümlenebilirse –gerçi başlayan nükleer müzakerelere rağmen bu hala referans senaryo değildir- bu iki ülkenin bölgede rekabetçi ama kavgacı olmayan ikili bir hegemonya kurmaları da beklenebilir. Tabii bu ikinci senaryo İran’ın iç yapısı, dengeleri ve değerlerinde çok önemli bazı değişiklikler yaşanmasını gerektirebilir.

Körfez Arapları ABD’nin İran ile anlaşıp onunla Şah dönemindekine benzer bir vekâlet ilişkisine girmesinden çekinmektedir. Bu iki ülke vekalet, ittifak ve dost değilse bile çok sık danışmalarla beraber artık soğuk savaş ortamından çıkıp “birbirlerinin ayaklarına basmayacakları” bir döneme girebilirler. Böyle bir gelişmenin Türkiye dahil bölge ülkeleri için ne ifade edeceğini hesaplamak zor, ama denemekse imkansız değildir:  Türkiye’nin ABD’nin gözündeki öneminin azalması beklenebilir ama denebilir ki, Ankara örneğin Obama için önemli olduğu dönemde bile zaten bu işten çok fazla ekmek yemiş değildik. İsrail-İran Savaşı ihtimalinin oldukça azalması, İran’ın dünya pazarlarını sunduğu enerjinin miktar olarak ciddi oranda artması, petrol fiyatlarında önemli düşüşlerin yaşanması ve Körfez ülkelerinde (ve Rusya’da?) önemli ekonomik, sosyal ve siyasi buhranların yaşanması beklenebilir. ABD ile keskin bir düşmanlık ilişkisinde olmayan bir İran rejiminin işleyişi, politikaları, doğası ve hatta varlığında bile önemli değişmeler yaşanması beklenebilir. İran içinde bu süreci devam ettirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki gerilim üst düzeye çıkabilir. 
   
Ama yukarıda da belirtildiği gibi bu “eğerler” giderek kulağa daha az yabancı gelmeye başlasa da hala çok yüksek ihtimal değildir ve nükleer anlaşma henüz “referans senaryo” halini almamıştır. Tarafların pozisyonları arasındaki mesafe aşılmaz değilse de önemli olmaya devam etmektedir. Obama’nın görev süresi bitiminde nihai anlaşmanın hala imzalanmamış olması ama belli ara formüllerle “teneke kutunun yoldan aşağıya tekmelenmeye” devam ediliyor olması ciddi bir ihtimaldir. Nispeten daha düşük ama önemli bir senaryo da, anlaşmaya sadece ulaşılamaması değil görüşmelerin kopması ve Obama’nın İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasını kabul etmekle savaş arasında tercih yapmak zorunda kalmasıdır. Hem ABD Başkanı’nın hem de İran’da Ruhani ve ekibinin olayların bu noktaya gelmemesi için ellerinden geleni yapacağını varsayabiliriz. Ama iki tarafta da olduğunu bildiğimiz şahinler ile İsrail ve S. Arabistan gibi 3. taraflar diplomatik süreci baltalama konusunda pekala başarılı olabilirler.    
 
SONUÇ

Aslında Obama’nın ABD’yi bölgeden çekmediği sadece Bush döneminin abartılı ve sürdürülemeyecek aşırı müdahaleci eğilimini törpülediği söylenebilir. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinden  kastedilen mutlak değil derece olarak ve fizikiden daha fazla psikolojik ve zihinsel bir geri çekilmedir.

Orta Doğu’dan çekilmek bu niyetle yapılmasa bile dost ve müttefiklerce dünyadan çekilmenin bir parçası, nedeni ve işareti olarak görülebilir. Obama “artık kasabadaki tek şerif, tek tabanca biz değiliz” demiş olmasa bile buna yakın düşündüğünü varsayabiliriz. Obama tarih kitaplarına Amerikan imparatorluğunun gerilemesini ilk ilan eden, bunun  kararını alan, bunu başlatan, hızlandıran, ona mihmandarlık eden ve teorisini yapan lider olarak geçebilir. Bölgede tartışmasız şekilde başat olmayan bir ABD dünyanın süper gücü olmaya devam edebilir mi? Bölgeden çekilen bir ABD’nin dünyadaki prestij, inandırıcılık, caydırıcılık ve etkisinde de gerileme yaşanabilir.

Obama’nın kayıpları, maliyetleri, taahhütleri azaltma stratejisi sorunsuz yürümeyebilir ve geçiş dönemi oldukça buhranlı olabilir. ABD sınırlı bir küçülme hedeflerken kontrolü ve onlarca yılda emekle ve biriktirilmiş stratejik mevzileri elden kaçırabilir. Süper güçlük sektörü “krizde işçi çıkarıp küçülelim, ekonomi toparlayınca tekrar geri alır büyürüz” diyen şirketlerin mantığından biraz farklı işliyor olabilir. Bu arada Amerika’nın “gerçek” gücü ile bu gücün şöhreti arasındaki makas daralıyor olabilir. ABD gibi bir küresel gücün koruması gereken ya da beklenen çıkarları, salt fiziksel güçle korunabilecekten her zaman daha fazla olacaktır. Bu nedenle şöhret, inandırıcılık ve caydırıcılık gibi çoğaltıcı (multiplier) faktörler belki herkesten çok ABD için gereklidir. Bunlar belki bazen kendi başlarına yeşerebilirler ama canlı kalmaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyarlar. Her zaman her yerde olamazsınız ama hasımlarınızın olacağınızdan korkması gerekir. Olmadığınız yere gölgeniz gitmelidir. Bu korku eğer kırılırsa güç, yetenek ve iradeniz yetişemeyeceğiniz kadar çok yerde ve şekilde test edilebilir. Hasımlar dalgınlığınızı veya meşguliyetinizi fırsat bilerek, sadece birbirlerinden cesaret alarak ya da daha kötüsü koordineli bir şekilde oldu-bittiler ile sizi denemek isteyebilirler.

ABD çekildikten sonra bölgede etkisini yerel vekiller üzerinden devam ettirmeye çalışabilir.  Eğer atadığı ve tamamen ABD’nin iradesini uygulamasa da temel konularda onunla uyumlu çalışan bir ya da daha çok sayıda “bölge valisi” olacaksa Türkiye, İsrail ve ABD ile ilişkisi önemli bir iyileşme yaşaması halinde İran bu rolün muhtemel adaylarıdır. Bu rolü bir devletin tek başına oynayabilmesinin önünde ise “maddi ve manevi” engeller vardır. Arap olmayan bu ülkelerin ABD’nin gözetiminde üçlü bir “kurul” oluşturarak “ Tatlı bir Rekabetten” vazgeçmeden ama birbirlerinin ayağına basmadan uyumlu bir liderlik yapmaları mümkün olabilir.    

***

31 Aralık 2017 Pazar

Mahalleye Hoş Geldin,

Mahalleye Hoş Geldin,


Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
Şanlı Bahadır Koç,**
02 Haziran 2010 Çarşamba
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ,*

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı
** 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkan yardımcısı


İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara’ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye’ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir.

İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere Akdeniz'de İsrail/Filistin kıyılarından 70 mil açıkta gerçekleştirdiği ağır askeri saldırı devletler hukukunun çok boyutlu ihlalidir. İsrail Ordusu bu saldırı ile uluslararası sularda seyreden sivil gemilere yönelik bir korsanlık eylemi gerçekleştirmiştir. İsrail Ordusu'nun devletler hukuku açısından ikinci ihlali silahsız sivillerin üzerine uyarısız ateş açılmasıdır. 
Bu olay İsrail'in komşuları ile barış içinde yaşamasının ne kadar ne kadar zor olduğunu bir kez daha göstermektedir. İsrail, Türkiye'den farklı olarak, caydırıcılığa çok önem veren bir ülkedir. Ama bazen bu olayda olduğu gibi bunu abartabilmekte dir. Guardian gazetesinin 1 Haziran 2010 tarihli başyazısında da belirtildiği gibi, "bu eylemi Somalili korsanlar gerçekleştirmiş olsa NATO kuvvetleri anında bölgeye yönelirdi. Operasyonu yapan İsrail devleti olsa bile belki NATO yine de bölgeye gitmelidir." 

Bu eylemlerin devlet sorumluluğu taşıyan bir yapı tarafından yapılmış olmasının makul şekilde izah edilmesi kolay değildir. Operasyonun başındaki ismin İsrail kabinesinin sözde en az şahin üyelerinden Savunma Bakanı Ehud Barak olduğunu düşünürsek İsrail'deki "durumun vahameti" daha net ortaya çıkmaktadır. Zaten İsrail'i de normal bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Tevrat'a göre davrandığını düşünen ve savaş halinde olan bir devlet ve toplumu normal standartlarla değerlendirmek yanlıştır. 

Burada İsrail'in bu eylemi gerçekleştirmesinin "Tel Aviv açısından makul nedenleri", muhtemel sonuçları ve Türkiye'nin vermesi gereken cevap tartışılacaktır. 31 Mayıs 2010, Türkiye'nin 30 Kasım 1918'den bu yana Orta Doğu'da geçirdiği ilk gündür. İsrail, Türkiye'ye Akdeniz açıklarında "Mahalleye hoş geldin" partisi vermiştir. Artık sınırlarını biraz da ABD'de son aylarda hakim olan İsrail eleştirisel havanın çizdiği Ankara'daki anti-İsrail politikası gerilerde kalmış, yeni bir aşamaya geçilmiştir. "Sıfır sorun" paradigması iflas ederken, Türkiye kendisini çok yeni kurallara hazırlamak zorundadır. Yeni kuralların sadece Orta Doğu'da değil, Yahudi lobisinin güçlü olduğu her yerde uygulanacağı unutulmamalıdır.

Dünya ve Türkiye Böyle Bir Eylemi Beklemiyordu

İsrail, Gazze'ye hareket eden bu filoya müdahale edeceğini önceden duyurmuştur. Ancak son günlere kadar İsrail kabinesi içinde filoya bir jest yaparak Gazze limanına ulaşmasına izin verilmesini savunan seslerin de olması ve İsrail basınında kontrolsüz bir askeri müdahalenin yapılabilecek en aptalca şey olacağına dair eleştiriler müdahalenin düşük profilli olacağını düşündürmüştür. 

Yardım operasyonunu düzenleyen kuruluşların koordinatörü ve IHH başkanı Bülent Yıldırım, İsrail Ordusu'nun baskının başlamasından hemen sonra televizyonlara yaptığı açıklamada "sessiz operasyon düzenleneceğini düşündüklerini" açıklamıştır. Bu açıklama dolaylı da olsa bazı temasların yapıldığını veya güvenilir kaynaklardan İsrail'in böyle davranacağına dair bilgi geldiğini düşündürmektedir. Ancak beklenen olmamış, İsrail Ordusu gerçekleştirilebilecek en sert ve hukuk dışı baskınla bütün dünyayı şaşırtmıştır.
İsrail, devletler hukukunu açık şekilde ihlal eden ve uluslararası bir krize yol açan bu eylemini ve eylemin sonuçlarını planlayarak ve öngörüler geliştirdikten sonra gerçekleştirmiştir. Diğer bir ifade ile operasyon, kendiliğinden gelişen, kontrol dışına çıkan, amacı aşan bir eylem değildir. İsrail'deki karar alıcılar, bir yandan "bırakalım geçsinler" ve diğer yanda "en sert şekilde saldırı" seçenekleri arasında neden en sert saldırı seçeneğini seçmişlerdir?

İsrail Neden En Sert Yola Başvurdu?

İsrailli hükümetinin subjektif de olsa herhangi bir rasyonel temele oturtmadan ve en azından kendilerine bunu izah etmeden böyle bir eylemi gerçekleştirmiş olma ihtimali çok yüksek değildir. İsrail eylemini "dengesiz Yahudilerin" serserice eylemi olarak nitelendirmek İsrail karar alma mekanizmasını yanlış şekilde değerlendirmek olacaktır. İsrail hükümeti yanlış bir karar almış olsa dahi bunu bazı ön kabul ve beklentiler ile yapmıştır. Tel Aviv, böyle bir eylemi düzenlerken benimsediği ön kabuller ve beklentiler çerçevesinde şu mesajları vermek istemiş ve düşünmüş olabilir: 

a) Operasyonun Türkiye'ye mesaj boyutu olduğu açıktır. İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara'ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye'ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir. Bundan dolayı Tel Aviv Türkiye ile İsrail ilişkilerini kopararak yeni bir aşamaya taşıma kararını vermiş olabilir. Türkiye artık İsrail tarafından dost bir ülke olarak görülmemektedir. Tel Aviv, böylece Orta Doğu denkleminde ortaya çıkacak yeni durumu ve dengeleri göğüslemeye kararlıdır.

b) AKP iktidarını ve Türkiye'yi etkisiz, İsrail eylemine cevap veremeyecek duruma düşürmek hedeflenmiştir. İsrail, muhtemelen, Ankara'ya "benimle uğraşma, zararlı çıkarsın" demekte ve belki de AKP'nin içerideki prestijine bir "çizik atmayı" ummaktadır. Bir ihtimal Orta Doğu'ya "işte bakın çok beğendiğiniz Türkiye'ye vuruyorum ama bağırıp çağırmak dışında yapabildiği pek bir şey yok" denmek de isteniyor olabilir. 

c)İsrail, Türkiye'yi denetimsiz bir şekilde Orta Doğu'ya sürüklemeyi istiyor olabilir. Ne yazık ki, Türkiye Orta Doğu bölgesini yeterince tanımamaktadır. Güvenlik, istihbarat ve dışişleri bürokrasisi Orta Doğu dosyasına hakim olmadığı gibi Türk akademisi de konunun üstesinden gelebilecek donanıma sahip değildir. 

d)Türkiye'nin ABD ve Avrupa'da kontrol dışı sürekli sorun yaratan bir ülke olarak algılanmasını sağlamak.

e)AB'nin Türkiye'nin istediği tepkiyi vermeyeceğinden hareket ederek, Türkiye-AB özellikle de AKP-AB ilişkilerinin bozulması sürecini tetiklemek.

f)İsrail, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin İran'dan ötürü bozuk olduğu bir süreçte, Washington'un İsrail eylemine sert tepki vermeyeceğini hesaplamış, bununla da Türk-Amerikan ilişkilerini daha da sıkıntıya sokmak istemiş olabilir.

g)Dünyaya ablukayı deldirmeyeceği mesajını en sert şekilde vermek ve bundan sonra eylem düşünenleri en sert şekilde uyarmak.

h)Orta Doğu'da genel tansiyonun yükseldiği bir süreçte ABD'nin Filistinliler ile İsrail arasında sürdürdüğü dolaylı görüşmeler sürecinde Washington'un kendi planını açıklayarak İsrail'i sıkıntıya sokmasını engellemek.

l)Ve son olarak Cenin ve Şatilla katliamlarını yapmış ve aşmış olan İsrail bu krizi de uluslararası medyadaki Yahudi etkisi ve bu meselelerdeki üstün 'maharetiyle' aşabileceğine inanmış olabilir.

"Ablukayı Deldirmem"

İsrail, Hamas'ı dize getirmek, kendisine yönelik saldırıların cezasız kalmayacağını kanıtlamaya devam etmek ve böylelikle caydırıcılığını tahkim etmek, Filistinliler ve onlara sempati duyanlarla Mısır arasında abluka nedeniyle çatışma yaratmak, üçüncü tarafların bu filo gibi "oldu-bittilerine pabuç bırakmayacağını" göstermek, ablukanın devamı vasıtasıyla kendisine karşı daha yumuşak olan Batı Şeria'daki El Fetih liderlerinin ekonomik performansı ile Hamas'ınki arasında uçurum yaratarak Hamas'a yönelik halk desteğini azaltmak ve örgütü denklemden çıkarmak, ambargonun delinmesi halinde kendisine saldırılmasına imkan sağlayacak malların Gazze'ye girmesini engellemek istediği ve belki de "Filistinlileri tam da insan olarak görmeyen" ırkçı bir yaklaşımla ablukanın insani maliyetine kayıtsız olduğu için ablukanın delinmesini engellemektedir. İsrail ayrıca filonun ablukayı delmesi halinde bundan büyük "prestij rantı" yiyeceğini düşündüğü Türkiye ve AKP Hükümeti'ne bu "zaferi tattırmak" istememiş de olabilir. 

Ablukanın haksız, kanunsuz ve sürdürülemez olduğu açıktır. "Kolektif cezalandırma" yasadışı ve ahlak dışıdır. BM'ye göre Gazze'deki evlerin % 60'ına yeterli gıda girmemektedir. Hamas, tüm eksiklik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Gazze'nin seçilmiş hükümeti ve olası bir barışın vazgeçilmez unsurudur. Örgüt Filistin toplumunun çok önemli bir kısmının desteğine sahiptir. Onun üzerinden tüm Gazze halkını cezalandırmanın siyasi olarak örgütü zayıflattığı da tartışmalıdır. 

Abluka çok muhtemelen Hamas'ın Gazze'deki kontrol ve desteğini arttırmaktadır. Hamas'a yönelik uluslararası izolasyonun da kırılmak üzere olduğu söylenebilir. Bu konuda ilk adımı atan Türkiye'yi Rusya'dan sonra bazı Avrupa ülkelerinin izleyeceği anlaşılmaktadır. Bu son operasyonun bu süreci hızlandırması sürpriz olmaz. Bu olaydan sonra, çok uzun olmayan bir süre içinde lider değişikliği yaşama ihtimali yüksek olan Mısır'ın kendi kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek İsrail ile Gazze'nin izolasyonu konusunda işbirliğini sürdürmesi daha da zor olacaktır. Bu operasyondan sonra İsrail'in ablukayı sürdürmesinin diplomatik ve psikolojik maliyeti artacaktır. 

BM'nin İsrail'i kınaması ve "Gazze'deki durumun artık sürdürülebilir olmadığını" dile getirerek Güvenlik Konseyi'nin 2008'de aldığı 1850 ve 2009'da aldığı 1860 sayılı İsrail'in Gazze'den tamamen çekilmesini, gıda, yakıt ve tıbbi malzeme dahil olmak üzere insani yardımların engellenmeden dağıtılmasını öngören ve sevkiyat koridorlarının açılmasını isteyen kararlarını tekrar gündeme getirmesi, İsrail'in içine girdiği sıkıntılı durumu göstermektedir. Keza Mısır'ın Gazze kapısını 1 Haziran'da açması İsrail'in abluka politikasına indirilmiş bir darbedir.

Türkiye Nerede Yanlış Yaptı?

AKP Hükümeti Tel Aviv'in böyle bir tepki vereceğini öngörememiştir. AKP Hükümeti, İsrail'i küresel boyutlu halkla ilişkiler açısından çok kötü bir şekilde köşeye sıkıştırmış olduğu düşüncesinin rehavetine kapılmıştır. Yardım heyeti başkanı Bülent Yıldırım'ın beklediği sessiz operasyonu Ankara'da hükümetin de beklediği anlaşılmaktadır. Bu beklenti bir süreden beri Türk dış politikasına hakim olan "sonsuz iyimserlik" yaklaşımının da bir sonucu olarak algılanmalıdır. 
Oysa söz konusu İsrail olunca yapılması gereken her şeye hazırlıklı olunmalıdır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin son durumu göz önünde tutulduğunda Ankara her şeye hazırlıklı olmak zorundaydı. Çünkü İsrail bir süreden bu yana Türkiye'yi dost olarak algılamamakta ve Ankara'nın kendisini küçük düşürdüğünü düşünmektedir. 

Gazze'ye yardım operasyonu başlamadan önce AKP Hükümeti bu yardımı yapacak olan sivil toplum örgütlerine daha yoğun bir danışmanlık yapmalıydı. 35 ülkeden temsilcilerin katıldığı bu yardım operasyonu için dünya kamuoyu daha iyi hazırlanmalıydı. Birleşmiş Millet, Avrupa Birliği, Arap Ligi bu sürecin parçası haline getirilmeliydi. Mısır ve Ürdün bu sürece daha iyi hazırlanmalıydılar.
Yardım operasyonu bir Türk operasyonu gibi değil, küresel operasyon olarak sergilenmeliydi. Dünya medyasının gerek yardım operasyonu öncesinde gerek gemiler Gazze'ye hareket ettikten sonra yardım operasyonunun içinde olması sağlanmalıydı. Böyle bir süreç yaşanırken, Dışişleri Bakanı'nın Ankara'da olması ve gelişmeleri koordine etmesi, dünya medyası ile etkili bir iletişim içinde olması gerekirdi. 

Ankara ile Tel Aviv arasında sağlıklı bir iletişim kurulmalı, amacın İsrail'i çiğnemek veya küçük düşürmek olmadığı sadece Gazze'ye yardım götürmek olduğu anlatılmalıydı. Bunların yapılmadığı görülmüş ve sanki İsrail'in yoldan kaçarak çıkmak zorunda olduğu düşünülen bir "korkak tavuk" oyunu oynanmıştır. Korkak tavuk oyunu iki arabanın birbirlerine karşı son hızla hareket ettiği ve korkan şöförün son anda yoldan çıkarak çarpışmaktan kaçındığı bir oyundur. Oysa tarih, İsrail'in bu tür oyunlarda "çılgınlık" yapmayı sevdiğini göstermektedir. 

İsrail Saldırıdan Ne Kazandı ve Ne Kaybedebilir?

İsrail'in bu saldırıdan bu aşamada kazandığı Türkiye'ye "gereken cevabı/dersi" vermiş olmanın yarattığı rahatlama duygusudur. Gazze politikasından geri adım atmayacağını da bütün dünyaya çok büyük bir kararlılık ile gösterdiğini düşünmektedir. 

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun bu operasyonla devam eden dolaylı görüşmelerin tıkanması sonrasında Obama'nın kendi barış planının önünü kapatmak istemiş de olabilir. Ama bu hamlenin istenenin tam da tersi sonucu yaratması mümkündür. Spekülasyona devam edersek, İran'a yönelik ambargolardan "bir şey çıkmayacağını" ve Obama'nın bunun çok ötesine gitmeye gücü ve niyeti olmadığını düşünen Netanyahu bölgesel bir kriz ve Hamas ve/veya Hizbullah ile savaş çıkararak ortamı değiştirmeyi ve "kartların yeniden dağılmasını" istiyor dahi olabilir. 

Öte yandan İsrail'in İran'ın nükleer güç olma politikasına karşı ABD'yi yanına çekme ve dünyada kamuoyu oluşturma politikası bu eylemden çok ağır bir şekilde darbe alacaktır. Böyle bir saldırıdan sonra İran rahatlayacak, İsrail'in uluslararası toplumu arkasına alma ihtimali ortadan kalkacaktır. Artık Türkiye'nin ve belki başka BM Güvenlik Konseyi üyelerinin İran'a ambargolara "evet" deme ihtimali daha da azalmış olabilir. Çin'in ise bu noktadan sonra ABD'ye verdiği "yeşil ışığı" geri alması kolay olmasa da ambargonun içeriğinin sulandırılması söz konusu olabilir. 

Gazze'de İsrail'in uyguladığı politikalar yaşanan krizden dolayı bundan sonraki aylarda daha fazla gündemde olacaktır. Böylece İsrail istemeden de olsa Gazze'yi uluslararası gündemde yukarılara taşımıştır. Bütün dünyadan Gazze'ye yardım filolarının harekete geçmesi İsrail'i çok zor durumda bırakacaktır.

Türk-İsrail İlişkilerinde Son Durum

Bildiğimiz anlamda Türk-İsrail ilişkisi sona ermiştir. Artık bırakın ittifakın devamını diplomatik ilişkilerin normal haliyle devam etmesinden bile emin olmak kolay değildir. Ölü ve yaralıların Türkiye'ye gelmesi uzadıkça ve İsrail'in yardım grubundaki bazı Türk vatandaşlarını alıkoyma niyeti ortaya çıkarsa İsrail'e yönelik Türk tepkisi canlı kalacaktır. Cenaze törenlerinin çok şiddetli duygusal sahnelere ve belki de ötesine sahne olması beklenebilir.

Yapılan eylemin boyutu ve şekli düşünüldüğünde büyükelçiyi geri çekmek, tatbikatlar ve silah alımlarını iptal etmenin yanında ve ötesinde adımlar atılmalıdır. "Düşük koltuk" krizinden sonra İsrail'e aynı büyükelçinin hem de çok uzun olmayan bir süre içinde geri gönderilmesinin hata olduğu şimdi daha net anlaşılmaktadır. Artık Türkiye'nin hükümet ve devlet olarak Arap devletlerinin ortalamasının ötesinde bir İsrail karşıtlığı yaşayacağı bir döneme girmiş olabiliriz. 

Bu noktaya gelmek belki kaçınılmaz değildi ve süreçte Türk hükümetinin de hata ve eksiklikleri olmuştur. Ama artık yaşananların iletişim eksikliğinden kaynaklanan geçici bir kırgınlık olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Önümüzdeki dönemde Türkiye'deki İsrailli turistler dahil İsrail hedeflerine yönelik saldırıların yaşanmasını, Türk vatandaşlarının yurtdışında İsrail'e yönelik eylemlere karışmasını tahmin etmek yanlış olmayabilir. 

Bu kriz bazılarının düşündüğü gibi yeni bir İntifada'yı tetiklerse Türkiye bundan memnun mu olmalıdır? Bu olaydan sonra Türkiye'nin Suriye ile İsrail arasındaki arabuluculuk rolü sona ermiştir. Muhtemeldir ki, Suriye de, görülebilir bir gelecekte, bu kadar yakın ilişkiler geliştirdiği Ankara'yı "ortada bırakarak" İsrail ile müzakerelere oturmaktan ve hatta İsrail ile dolaylı görüşmekten kaçınacaktır. Abbas ve Filistin Yönetimi de dolaylı görüşmelere devam etseler bile artık İsrail'e ödün vermekten kaçınmak için ilave bir nedenleri olacaktır. 

AKP Hükümetinin Durumu

Bu olayın yaşanmasında AKP Hükümetinin de ihmali, hesap hatası ve dolayısıyla sorumluluğu varsa da, bu noktadan sonra bunlar artık ikinci plandadır. Ama ikinci planda olsa da, bunlar unutulmamalı, gözden kaçırılmamalıdır. Hükümet gemileri ya korumalı ya da onları riskler konusunda ciddi şekilde uyarmalıydı. Şu soruların cevabını bu yazı yazıldığı sırada henüz bilmiyoruz: Hükümet İsrail ile olaydan önce yeterince iletişim kurmuş muydu? Taraflar riskler ve yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında görüş alışverişinde bulundu mu? Türk Hükümeti yardım heyetinin liderlerine ne kadar ve ne tür manevi destek verdi? Bu desteği verirken yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında ne kadar zihinsel mesai harcadı? Hükümet ve yardım konvoyunun liderleri İsrail'in tepkisini küçümsediler mi? 
Hükümet kötü ihtimalleri dikkate alarak hazırlıklı olmalı ve kriz masasını kurmak için "olayların gelişmesini" beklememeliydi. Bu noktaların ve belki zaman geçtikçe ortaya çıkacak başka soruların iktidar ve muhalefetten eşit sayıda milletvekilinden oluşan bir meclis araştırma komisyonu tarafından derinlemesine tetkik edilmesi doğru olacaktır. Türkiye'nin ve olayın mağdurlarının İsrail'e karşı içeride ve dışarıda dava açma yoluna gidecekleri görülmektedir. Bu arada ABD İsrail'e karşı BM Güvenlik Konseyi kararını veto ederse İran'a ambargo konulması ihtimali azalacaktı. ABD bu nedenle kararı veto etmeden yumuşatma yoluna gitmiştir. Obama BM'de İsrail'e karşı tasarılarda çekimser kalabilme kartını İsrail'e karşı kullanma fikriyle flört ediyordu. Ama bu kartı barış müzakereleri ile ilgili bir konuya saklamayı tercih etti. Bir ihtimal bu olayın hızlı gelişmesi bu konuda derinlemesine düşünmek için ABD yönetimine fırsat bırakmadı. 

Hükümetin krizi öngören önleyici adımlar atmak, diplomatik girişimlerde bulunmak ve psikolojik ve zihinsel hazırlık yapmak konusunda eksiklikleri olmuş olabilir. Ayrıca İsrail bu şiddette tepki vermese bile olaydan sonra bir kamu diplomasisi yarışı yaşanacağını tahmin etmek gerekirdi. Bunun yapılmamış olduğu görülmektedir. Olaydan hemen sonra dünya medyasının çoğu tartışmalı İsrail iddiası ile bombardımana uğramasına rağmen bu filoyu bir şekilde desteklediği düşünülen Hükümetin hemen hiçbir kamu diplomasisi hazırlığı ve çabası olmamıştır. Krizlere " 'Tanrı', 'şans', 'adalet', 'dünya vicdanı' bizi bir şekilde korur herhalde" diye girilmez. İsrail ile yaşanan krizlerde bunların faydası olduğu hiç görülmemiştir. Bu tür krizlerin üstüne üstüne gitmenin gerekliliği ve akıllılığı tartışmalıdır. Ama eğer böyle bir niyetiniz varsa o zaman bunun hazırlığını da yapmanız sorumluluk gereğidir. 

Türkiye Şimdi Ne Yapmalı? 

Türkiye soğukkanlılığını kaybetmemelidir. Kurallarını İsrail'in çizdiği bir sürecin içine girilmemelidir. Konu Türkiye-İsrail arasındaki bir çatışma değil, İsrail ile uluslararası toplum arasında bir süreç olarak ortaya konulmalıdır. Önümüzdeki dönemde küresel bir enformasyon savaşı gerçekleşecektir. İsrail'in dünyanın hakim medya kaynakları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu ve bu tür süreçleri yönetmede Türkiye'ye kıyasla ne kadar 'maharetli' olduğu bilinmektedir. 
İsrail'deki Türk büyükelçisinin geri çekilmesi ilk ve doğru adımdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve NATO'nun toplantıya çağırılması, Başbakan Erdoğan'ın dünya liderlerini telefon ile arayarak görüşmesi, ve öncelikle ABD'nin İsrail'e karşı tavır almasını sağlamak için yoğun bir çaba harcanması isabetlidir.
ABD'nin bu aşamada İsrail'e karşı BM'den çıkacak bir kararı veto etmemesi İsrail'e verilecek önemli bir ders olabileceği gibi ABD'nin İslam dünyası ile ilişkilerini yumuşatabilirdi. 

Bu aşamada Türkiye'nin önceliği yaralıların, yolcuların ve gemilerin bir an önce Türkiye'ye getirilmesinin sağlanmasıdır. İsrail'in bu insanları/bir bölümünü tutuklaması ve uzun süre elinde tutması Türkiye'yi küçük düşürecektir. Öte yandan saldırıda hayatlarını kaybedenlerin aileleri ve yaralananlar İsrail Ordusu aleyhine derhal dava açmalıdırlar.

Türkiye-İsrail ilişkileri uzun bir süre için buzdolabına kaldırılmıştır. Politik ilişkilerdeki ağır kriz, kaçınılmaz olarak askeri ilişkiler, ekonomik ilişkiler ve turizm sektörüne yansıyacaktır.

Sonuç

İki ülke arasındaki krizin ağırlaşıp ağırlaşmayacağı İsrail'in önümüzdeki birkaç gün içinde atacağı adımlara bağlıdır. İsrail eğer derhal yaralıları, yolcuları ve gemileri serbest bırakır ise kriz devam etmekle beraber tırmanma yavaşlayabilir. İsrail'in tüm Türk vatandaşlarını salıvermemesi halinde ise kriz canlı kalacaktır. 
İsrail'in bu operasyonu yaparak gerçekleştirmek istedikleri karmaşık, çelişkili ve riskli olabilir. En azından amaçlarının bir kısmı İsrailli karar alıcılar tarafından bile yeterince formüle edilmemiş olabilir. İsrail Hükümeti bu hamlesinin sonuçlarının tamamını yüksek isabetle tahmin etmemiş olabilir. İsrail dünya kamuoyunun kınamaları ile yaşamaya alışık bir devlettir. Bu sefer durumun farklı olduğunu düşünmek için bazı nedenler varsa da, bunların ezici olduğunu düşünmek hala kolay değildir. 

İsrail "ettiğinin yanına kalacağını" hesaplamış olabilir. Ama eğer bir "hesap hatası" yapmış ise Türkiye'yi kaybetmenin yanında istemeden üçüncü intifadanın kapısını aralamış ve Obama'nın zihnine "bu işin böyle gitmeyeceği" mesajını göndermiş de olabilir. Bu operasyon bir ihtimal Gazze ablukasını kaldırması yönünde İsrail üzerindeki baskıları artıracak ve Hamas'ın dış meşruiyet kazanması sürecini hızlandırabilecektir. Obama bu krizi mevcut İsrail hükümetinden kurtulmak için kullanabilir. Türkiye'de ise Hükümet artık milli karakter edinen bu krizi iç siyasette avantaja çevirmekten, muhalefet de ölçülü ve yapıcı olmayan bir tavır almaktan kaçınmalıdır.

Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelik pozisyonunu değiştirmesinin bazı yeni zorluklar, komplikasyonlar ve problemler yaratacağını söylemek bu değişime tamamen karşı olmak anlamına gelmez. Ama Ankara belki de kaçınılmaz olarak Orta Doğu siyasetinin entegral bir unsuru olmaya doğru ilerledikçe bölgenin bu yaşanan son olay türünden acı sürprizlerle dolu olduğunu görecektir. "Burası tehlikeli bir mahalledir." 


***

28 Kasım 2017 Salı

“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler, BÖLÜM 3


“ Kürt Devleti ” Üzerine Notlar ve  Çeşitlemeler, BÖLÜM 3





İSRAİL ve ABD 

Denebilir ki, ABD ve İsrail’in Kürt milliyetçiliği meselesine yönelik çıkarları arasındaki fark politikaları arasındaki farktan daha fazladır. İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” peşinde koşan bir dış politikası ve stratejisi var mıdır? Bu sorunun cevabı “evet” ya da “hayır” olabilir ama bu araştırılması ve tabu olmaması gereken önemli bir konudur. İsrail’in bölgedeki ülkeleri atomize etme 
yönünde bir isteği ve belki de çabası olduğu yönünde genelde kabul gören bir anlayış vardır. 

Türkiye’nin İsrail’e karşı bırakın tehdit olmayı sorun dahi çıkarmadığı dönemlerde bile bu ülkenin hem K. Irak Kürtlerini hem de PKK’yı desteklediği düşünülmektedir. İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış 
bir çaba içine girebilir. Bu nedenle, İsrail ile bozuşmanın Türkiye için varoluşsal bazı riskleri olabileceğini söylemek “İsrail muhipliği” olarak algılanmamalıdır. Tabii bu aşamada İsrail’in Türkiye’den ümidi kalıcı olarak ne zaman keseceği, istese bile bir Kürt devleti kurulmasını tek başına sağlayıp sağlayamayacağı gibi sorular akla gelmektedir. 

< K. Irak Kürtlerinin Türkiye’ye bağımlılıkları Ankara tarafından bir dış politika leverajı olarak kullanılamamıştır. >

Türkiye AKP döneminde dış politikada İran ve Suriye ile yakınlaşır ve İsrail’den uzaklaşırken Kürt meselesini “kullanma sırası” da el değiştirmektedir. 
İsrail’in K. Irak Kürtleri ile ilişkisinin uzun tarihi bilinmekte ve PKK ile de bir bağlantısı olduğundan şüphelenilmektedir. Ancak bu ikincisi ile ilgili şüphelerle kanıtlar arasında bir uçurum olduğunu da kabul etmeliyiz. İsrail’in “dostları” dahil herkes aleyhinde “kartlar biriktirmeye” meraklı olduğu, bunu “radarlara yakalanmadan” yapmaya ehil olduğu ve aslında bu topraklarda gözü olduğu yönündeki varsayımlara dayalı bu şüphe Türklerde oldukça güçlüdür. 

Bu tür sorulara aşağıdaki türden neden, motivasyon ve açıklamalar sayılabilir. ABD, 

• Bölge ülkelerini korkutmak ve onları diken üstünde tutmak için, 
• Kürt meselesini bölgedeki gelişmeleri etkileyen bir araç olarak kullanmak için, 
• Geçmişte birçok kez kullanıp sonra ortada bıraktığı Kürtlere “haklarını” geç de olsa teslim etmeyi bir tür ahlaki ve emperyal sorumluluk olarak gördükleri için, 
• Kendine bağımlı bir Kürt devletinin enerji, üs, istihbarat sağlayarak kendi işine yarayabileceğini ve böyle bağımlı bir devletle petrol anlaşmaları yaparken daha rahat ve buyurgan olabileceğini hesaplayarak (zannederek), 
• İçgüdüsel olarak ve üzerinde yeterince düşünmeden, devletleri etnik ve mezhep açısından bölmeyi ve bu parçaları sürekli birbirleriyle kavgalı tutma güdüsüyle, 
• Bölme seçeneğini bugün için değilse bile bir ihtimal olarak saklı tutmak için, 
• Kendi çıkarlarından bağımsız olarak bunun İsrail için iyi olacağını hesaplayan Lobi’nin etkisiyle, Kürt devletinin kurulması yönünde adımlar atıyor olabilir. 

ABD’nin devlet politikası Kürt devleti kurmak değilse bile, bu politikayı etkileyen ve oluşturan bazı kesimlerin, hem bir Kürt devleti oluşmasının şartlarını oluşturma ve hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri ile ilişkileri stratejik düzeyde korumanın mümkün ve arzulanır bir şey olduğuna inandıkları düşünülebilir. 

Irak’ın parçalanmasının İsrail ve ABD açısından sonuçları neler olabilir? Bu sonuçlar öngörülebilir mi? ABD ve/veya İsrail bu sonuçları öngörebileceklerini düşünürler mi? Özellikle 2003–2007 arasında Irak’ta yaşananlar ABD’ye böyle büyük çaplı ve kompleks süreçleri öngörme ve yönetmenin zorluğu ve “jeopolitik mühendislik denemelerinin” beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlar meydana çıkarabileceğine dair dersler vermiş olmalıdır. Ayrıca yaradılış olarak muhafazakâr ve temkinli bir karaktere sahip Obama’nın Irak’ı bölme sürecinin ABD lehine yönetilebileceği konusunda çok şüpheci olacağını varsayabiliriz. Obama’nın önüne bu yönde görüş ve planlar geldiğinde/gelirse buna iltifat etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ama elbette ABD dış politikasında Başkan’ın kontrolü ve hatta bilgisi dışında unsurlar olabileceği ihtimalini de kolaylıkla savuşturanlardan değiliz. Tekrar seçilmesi halinde 6 yıl daha Başkanlık yapacak olan Obama’nın kişisel olarak Kürt devletine ebelik yapmak gibi isteği ve hatta belki de lüksü olduğunu düşünmek zordur. Ama aynı Obama, aslında S. Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin içinde demokratikleşmeyi Bush gibi büyük bir tantana ile desteklemekten kaçınsa da, Türkiye’de Kürt meselesi konusunda 
siyasal sürece müdahil olmakta bir sakınca görmeyebilmektedir. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’nin kendi iç işlerine müdahale edilmesine açık ve hatta istekli bir görüntü vermesi olabilir. 

ABD’ye, eğer bir Kürt devleti kurulursa bunun büyük ihtimalle sürekli komşularıyla ve kendi içinde çatışma yaşayan ve bu nedenle sahip olduğu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara taşımakta büyük zorluk çeken, otoritesini toprakları üzerinde tam kuramayan, uyuşturucu ve uluslararası terör örgütlerinin muhtemelen kendilerine liman bulabileceği bir “başarısız devlet” olacağı anlatılmalıdır. 

<  İsrail Türkiye’yi elinden kalıcı bir şekilde kaçırdığını düşünmeye başlarsa bir Kürt devleti için daha ciddi ve odaklanmış bir çaba içine girebilir. >

Eğer Kürtler bir şekilde “kirişi kırabilirlerse” geride kalan Şiilerle Sünnilerin de beraber yaşamayı başaramayacakları ve ortaya en azından bir süre için ve bir derece İran’ın kontrolüne girebilecek bir Şiistan ile başta Ürdün olmak üzere birçok Arap devleti için istikrarsızlık kaynağı olabilecek bir Sünnistan 
çıkacağı düşünülebilir. Bunlar ABD ve İsrail’in mutlu olacağı gelişmeler değildir. Bunlara ek olarak bölünme sürecinin hızlı, kolay, kansız ve düzenli olmayacağı ve Irak’ı oluşturan grupların birbirleriyle ve alt grupların kendi içlerinde sonu gelmeyen Lübnanvari bir iç savaş senaryosu da yazılabilir. 

Batı Türkiye’yi “elinden kaçırdığını” düşünmeye başlarsa Kürt meselesinde Türkiye aleyhine pozisyonlar almak ve eyleme geçmek konusunda kendini daha rahat ve hatta istekli hissedebilir. Ancak buradaki soru ve sorun Türkiye kendisine büyük bir bağlılık ve “muhabbetle” sarıldığında bile Batı’nın aslında bu tür bir yaklaşımı olup olmadığının açık olmamasıdır. Kürt devletinin kurulma ihtimali, kurulursa Türkiye’ye zarar verme şekli ve ABD’nin bu süreçteki niyet, 
plan, yetenek ve çabalarını abartmanın da zararları olabilir mi? Bu korkular bir şekilde Türkiye’ye zarar verecek gelişmelerin gerçekleşme ihtimalini arttırıyor olabilir mi? Acaba gereksiz bazı evhamlara kapılarak bir Kürt devleti ihtimalini arttırıyor, bunu başkalarının “aklına getiriyor”, onlara bizi korkutma ve bize dolaylı ve muğlak bir şekilde de olsa şantaj yapma imkanı veriyor olabilir miyiz? Belki. Ama ABD Türkiye’ye zarar verecek gelişmeler için bir çaba içinde 
değilse bile bu tür şüpheleri savuşturma yönünde özel bir çaba da göstermiyor gibidir. Bu çaba eksikliği, niyetleri ile ilgili Türk kamuoyunun büyük bir kısmında olan kuşkuların boyutunun farkında olmadığı, durumun vahametini kavramadığı ya da belki de bunun problem olarak görmenin ötesinde kendine avantajlar sağladığına inandığı şeklinde yorumlanabilir. 

Washington ve Ankara’nın Türkiye’deki “Kürt sorunu”na bakışları arasında stratejik, askeri ve insani düzeyde farklılıklar olduğu söylenebilir: Kendi federal bir ülke olan ABD “Türkiye’nin ille de üniter bir ülke olmaya devam etmesinde ısrarlı değildir.” Washington Ankara’nın Kürt meselesi konusunda siyasi ve sosyal açılımlarda bulunmasından ziyadesiyle mutlu olacaktır. 

ABD, PKK’yı Türkiye’deki Kürtlere bazı kültürel haklar, ayrıcalıklar ve otonomi verilmesini sağlamanın tek yolu olarak görüyor olabilir. Ama ABD bunları niye istesin? Washington’un bu ara çözümleri Türkiye’nin çözülmesini ve sonunda Büyük Kürdistan’ın kurulmasını sağlayacağı için arzuladığını düşünenler çoktur. Ama ABD Türkiye’deki Kürt sorununa “teknik” ve insani bir konu olarak bakarken de optimal çözümün bu olduğu sonucuna varmış olabilir. Ancak ABD’nin telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. ABD ve AB’nin bu konuya yaklaşımları iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir. 

Sorunun uluslararasılaştırılması kaçınılmaz değildir ama ciddi bir ihtimal haline gelmektedir ve Türkiye açısından ciddi riskler barındırmaktadır. 

Önümüzdeki dönemde PKK’nın ateşkes ve silah bırakma safhalarında konuyu bu düzleme getirmek isteyeceğini tahmin etmek zor değildir. ABD bir Kürt devleti kurulmasını özel olarak istemiyor ve bunu çabalamıyorsa bile sanki en azından o ihtimali ortadan kaldırmak da istememekte ve “gerektiğinde elinin altında böyle bir seçenek olmasını” arzu etmektedir. Ayrıca ABD bölgeden çok uzakta olduğu için sonuçlarına ancak kısmen kendi katlanacağı için Türkiye’den farklı olarak hata yapma lüksüne sahiptir. 

Türkiye PKK’ya destek veren ve göz yuman aktörlere karşı kapsamlı, kararlı, sabırlı ve bedellerini de ödemeye hazır olduğunu gösterdiği bir cezalandırma politikası güdememiştir. Türkiye’nin bölünmesi mümkün müdür? İsrail ve/veya ABD bunu ister mi? 

Bunun mümkün olduğunu düşünüyorlar mı? Bunun için çaba harcıyorlar mı? Şimdi değilse bile “gerekirse” harcarlar mı? Nasıl? Böyle bir istek ve planları varsa bile onları vazgeçirmek mümkün olabilir mi? Buna karşılık şöyle diyenler çıkabilir: “Nereden çıkarıyorsunuz bunları? Bunu niye istesinler? Adamların zaten yeterince derdi var. Bir de böyle bir şeyle niye uğraşsınlar? ABD Irak’ı bölen güç olarak görülmek istemeyecektir. Bir Kürt devleti ve onu ortaya çıkarmak İsrail ve/veya ABD için yarattığı imkânlardan çok daha fazla zorluk ve sorun çıkarır. Hem böyle bir şey isteseler bile buna güçlerinin yeteceğini niye düşünüyoruz? “Türkiye’nin bütünlüğünü başka ülkelerin iyi niyetine, insafına ve akıllı olmasına bırakmak doğru olmaz. K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ve ABD’nin bunu resmen tanıması, koruması ve desteklemesi durumunda Ankara’nın Washington ile ilişkisini toptan değiştireceğini ABD’ye hiçbir şüpheye yer kalmayacak netlikte anlatmak lazımdır. 

SONUÇ 

Bazıları artık bağımsızlığın PKK’nın söyleminden bile düştüğünü söyleyerek farazi olarak da olsa “Kürt devleti” hakkında bu kadar konuşmanın ve kafa yormanın “modası geçmiş”, gereksiz, anlamsız ve son tahlilde zararlı olduğunu iddia edebilir. Ama bölünme endişesini temelsiz ve kendine güvensiz bir “paranoya” diye niteleyen ve kolaylıkla karikatürize edenler aslında Türkiye’yi önemli bir entelektüel savunma hattından mahrum bırakıyor olabilirler. 
Türkiye bir Kürt devletinin Kürtler dâhil herkes için büyük riskler, belirsizlikler ve zorluklar ortaya çıkaracağı, maliyetinin getirisinden çok daha fazla olacağı, “nereden bakarsanız bakın buna değmeyeceği” konusunda eğitici bir rol üstlenmelidir. 
AKP’nin Türk siyasi hayatını domine etmesi, başta TSK olmak üzere devletçi ve güvenlikçi kurumlar ve bakış açısının etkisinin azalması, Türk devletinin çözülmeye başladığı algısı, yavaşlasa ve heyecanını kaybetse bile yaşamaya devam eden AB süreci, ABD’nin K. Irak’taki varlığı ve bu sırada PKK’ya karşı gösterdiği son derece müsamahakâr tavır, son dönemde teknolojinin 
de yardımıyla Kürtler arasında sınır-aşan ilişkilerin artması ve PKK’nın “dayanıklılığı” gibi faktörler bazı Kürtlerin bağımsızlık veya ona yakın hedefler konusunda umutlarını korumalarını mümkün kılmıştır. “Kürt açılımı” da Türkiye’deki Kürtlerin beklentilerini, taleplerini ve bunları açıkça ifade etme isteklerini arttırmıştır. Bu sürecin muğlak, ucu açık ve vaatkar karakteri Kürtlerin ileride tatmin olmalarını da zorlaştırabilir. Mağduriyet psikolojisi, “neredeyse her şeye hakları olduğu” duygusu, hakları talep ederken sorumluluktan kaçınma isteği Türkiye’deki Kürtlerin siyasi duygusal hayatında giderek daha da etkinleşmektedir. 

 < “Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “ bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı ” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. >

Kürt elitleri ve PKK’nın taleplerinin ve nihai amaçlarının muğlaklığı, saydam olmayışı ve değişkenliği Kürt olmayanların konuya bakışını olumsuz yönde etkilemektedir. Referandum sonuçları Kürt meselesinin Türkiye’de evrilirken aldığı durumun bu konulara karşı hassas olduğu düşünülen milliyetçi muhafazakâr kesimler için bile artık/aslında o denli öncelikli olmayabileceğini 
düşündürtmektedir. Türkiye’de Kürtlerin çoğunlukta olmadığı bölgelerinde Türk-Kürt çatışması bir-iki korkutucu ama sınırlı olay dışında büyük ölçekli ve kontrol dışı şiddete dönüşmemiştir. 
Yabancı gözlemcilerin ve Kürtlerin bu durumun başka bir ülkede olsa farklı şekiller alabileceğini yeterince takdir etmedikleri söylenebilir. Bu durumun (şiddet içeren sivil etnik çatışmanın yokluğu) devam edeceğinden ise emin olunamaz. Türk-Kürt toplumsal ilişkilerinin yakınlarını kaybetmiş bir-iki akrabanın kızgınlıklarının kontrolden çıkmasının ya da yabancı unsurların 
kolaylıkla provoke edebileceği tezgâhların sonucunda kontrolsüz bir çatışma ve şiddet sarmalına girmeyeceğinden emin olabilir miyiz? Etnik gerilim ve çatışma, Türkiye’nin üniter yapısının bozulması, Türkiye’nin fiili olarak ya da resmen bölünmesi, PKK’nın sadece kırsal bölgelerde, güvenlik güçlerine ve sınırlı eylemlerin ötesinde şehirlerde, sivillere karşı ve çok büyük çaplı terör 
eylemlerini tırmandırması, Kürtlerle Kürt olmayanlar arasında sosyal hayatın geneline yayılan bir husumet oluşması, Türkiye’nin K. Irak’ta uzun süreli, maliyetli, çok kayıp verdiği ve askeri olarak amaçlarına ulaşamadığı sınır ötesi bir harekâta girişmesi düşünülemez ihtimaller değildir.3 

Görülebilir bir gelecekte Kürt devletinin kurulması mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Sonucu, başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. Türkiye belli aralıklarla bu devlete neden, nasıl ve ne kadar karşı olduğunu gözden geçirmeli ve bu “davaya” olan imanını tazeleme lidir. Ayrıca bu muhalefetin Kürt karşıtı bir şey olmadığını göstermek ve Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin daha da ağırlaşmasına neden de olmaması gerekir. Ayrıca Kürt devletinin kurulmasını engellemek de yeterli değildir. Bu zorlu amacın dışında ve ötesinde Türkiye’deki Kürtlerle Kürt olmayanların bir şekilde beraber yaşamayı öğrenmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde Kürtler dâhil Türkiye önümüzdeki on yılları da “diken üstünde”, insanlarını ve kaynaklarını bu soruna harcayarak ve “huzursuz” bir şekilde geçirebilir. 

“Artık işin işten geçtiği”, “cinin şişeden çıktığı”, “entelektüel ve siyasi barajların yıkıldığı” ve “bekçinin uyuduğu, kandırıldığı ya da satın alındığı” yönünde giderek güçlenen bir kolektif algı oluşmaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda uzun süre koruduğu pozisyonları ve argümanları büyük bir hızla terk etmesi “domino dinamiklerini” harekete geçirebilir. Türkiye’nin çözüldüğü yönünde bir algının oluşması Türkiye’nin hasımlarını cesaretlendirebilir, iştahını ve taleplerini artırabilir, aralarındaki işbirliğinin derecesini yükseltebilir. 

< Sonucu başka şeylerin yanında ama belki de en fazla tarafların irade mücadelesi belirleyecektir. >

Kürt devleti sonuçta, Kürtler dâhil, kimse için iyi olmayacaksa bile bu öngörüyü şimdiden herkesin paylaşacağından emin olamayız. Bu yönde şüpheleri olan Kürtlerin bir kısmı bile yine de “bir denemek” istiyor olabilirler. Kürtleri bu sevdadan vazgeçirmek için güç, kararlılık, şefkat, kardeşlik ve terapi gibi “araçları” hem de “birbirinin ayağına dolandırmadan” kullanmak gerekecektir. 
Bu dönemde Türkiye’nin, diğer komşularla beraber K. Irak’la ilgili oluşan görüş birliğini eylem birliğine taşıması; bütün yükü tek başına çekmek yerine diğer 
başkentlerin de “taşın altına ellerini koymalarını” sağlaması; ABD’nin ülkeye Kürtler lehine sınırları korumak için dönmesine mahal vermemesi ve K. Iraklı Kürtlere “dükkânın onların olmadığını” hissettirmesi gerekecektir. 21. YÜZYIL 

DİPNOTLAR;


* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi Başkanı, ajp1914@yahoo.com 
1 Okuyucu yazıyı bitirdiğinde kafası başladığından da karışık olabilir.
Bunun yazının bir kusuru olarak görülmemesini umuyoruz. Aslında muhtemelen makalede böyle başlığa sahip bir yazıyı okumaya karar veren türde insanların daha önce duymadıkları ve açıkça ya da belli belirsiz düşünmedikleri çok az şey vardır. Ama yine de okumaya devam edilmesinde fayda olabilir. Yazı meseleye olabildiğince cesur, makul ve pratik açılardan yaklaşmaya çalışacaktır. 

Objektif olmak için de elden gelen yapılacaktır ama bu konuda kesin bir söz veremiyoruz. 
2 Sınır ötesi operasyonların gerekliliği için bkz. Nihat Ali Özcan, “Operasyon Neden Gerekli?”, Yeni Şafak, 17 Ekim 2007. 
3 Bu ifade böyle bir harekatın ille de maliyetli ve başarısız olması gerektiği şeklinde algılanmamalıdır. 

21 YY DERGİSİ SAYI 22

***