İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

21 Haziran 2019 Cuma

Musul ve Kerkük için verilen mücadele ve günümüze yansıyanlar.,

Musul ve Kerkük için verilen mücadele ve günümüze yansıyanlar.,




Paylaş

Zekeriya Türkmen’e göre, İngiltere’nin Çarlık Rusya ile “Doğu Sorunu”na (Şark Meselesi) [[1]] yönelik mutabakata varması Osmanlı’nın Musul Vilayeti’nin [[2]] ilerleyen yıllardaki kaderini tayin etti. Bu mutabakat sonrası İngiltere, müstemlekelerine karşı Almanya’nın giriştiği talepkâr politikaya karşı, Rusya’yı yanına alarak batıda Almanya’ya karşı yeni bir cephe açmış, doğuda ise Hindistan yolunu güvence altına alarak Güney Mezopotamya’nın yer altı zenginliğini ele geçirmiştir.
Osmanlının son döneminde Musul Vilayeti. Kaynak: http://www.orsam.org.tr/files/Kitaplar/5tr.pdf
İngiltere, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbi’ne iştirak etmeden önce, “Hindistan İstila Gücü” isimli askeri birliklerini 23 Ekim’de Bahreyn’e konuşlandırdı ve Şii Arap aşiretleri arasında istihbarat faaliyetlerini başlattı. 29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Ordusu’nun İngilizlere karşı kazandığı Kut-ül Amare Zaferi, İngilizlerin Irak’taki ileri harekâtına ket vurmuştu. Ancak Haziran 1916’da başlatılan Arap İsyanı sonucu 1917 Mart ayında Bağdat düşmüş ve Musul yolu İngilizlere açılmıştı.

Mondros Ateşkes Antlaşması ve sonrası

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sırasında İngilizler Musul’un 60 km güneyinde bulunmakta; Türk Ordusu ise, Musul-Erbil-Süleymaniye üçgenini kontrol altında tutmaktaydı. Kerkük merkezi hariç, Süleymaniye ve genel olarak Musul vilayeti 6. Ordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşanın denetimi altındaydı.
İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesini gerekçe göstererek “bölgedeki Hıristiyan halkın katledildiği” yalanını bahane ederek Musul’un boşaltılmasını Ali İhsan Paşadan istediler. Ali İhsan Paşa her ne kadar bu gerekçe ve teklifi reddetmiş, direnmişse de sonrasında İstanbul’dan gelen emir üzerine kuvvetlerini Musul’dan Zaho hattına kadar geri çekmek zorunda kaldı. Şehrin boşaltılmasının ardından İngilizler 1 Kasım 1918 tarihinde Musul’u işgal ettiler.
İngilizler, Musul’a girmelerinden sonra bölgedeki Türk hâkimiyeti algısını kırmak ve işgali meşrulaştırmak için Kürt aşiretlerine yönelik propaganda faaliyetlerine hız verdiler. Bu doğrultuda Birinci Cihan Harbi’nde Güneybatı İran’da Alman istihbaratçı Wilhelm Wassmuss’a karşı üstünlük kuran Binbaşı Edward Noel görevlendirdiler. İngiliz ajanlarından Binbaşı Noel Musul ve Kerkük hattında, Binbaşı Soon Süleymaniye bölgesinde, Binbaşı Hay ise Erbil çevresinde örtülü faaliyetlere başladılar.
Noel, 7 Nisan 1919’da cepheyi genişleterek Anadolu’ya geçmiş ve Mardin’e gelerek Türklere karşı topyekûn bir Kürt Ayaklanması için aşiretlerle temasta bulunmuş ancak amacına ulaşamamıştı. Bölgedeki Kürt aşiretleri Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gönderdikleri telgraflarla bölücü İngiliz propagandasını protesto etmişler; “Kürtlük ve Türklük bir bütündür. Birbirlerinin öz kardeşi ve din kardeşidir. Her iki toplum için vatan birdir… Kürtler vatanlarının kurtuluşu uğrunda şimdiye kadar Türklerle ilk savaş safında kanlarını akıtmışlar dır. Bundan böyle de hükümetimizin devamı ve mutluluğu için aynı şekilde davranacaklardır…” deklarasyonunu yapmışlardı. Benzer şekilde Musul-Kerkük hattındaki halkın da gayrimüslim bir istilacının idaresini kabul etmemesi, İngilizlerin Nasturi ve Asurîlere karşı imtiyazlı tavırları ve Müslüman halka uygulanan vergiler, İngilizler ve yerel halk arasında sokak çatışmalara sebebiyet vermiştir.
Bölgenin müslüman halkı TBMM’nin açılmasıyla beraber Milli Mücadeleyi desteklediler, Türkiye’nin tarafında yer aldılar.  Bölge halkı üzerinde Türk propagandası etkili oldu. Cizre Kaymakamı Sultan Maslat Bey, Van Valisi Ali Haydar Bey ve Musul’da Ankara Hükümeti tarafından desteklenen “Cemiyet-i Hilaliye”, halkı İngiliz işgaline karşı manevi olarak örgütlediler.

Misâk-ı Milli kararı

28 Ocak 1920 tarihinde son kez İstanbul’da toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi, Ankara Hükümeti’nin teşvikleri ile Misâk-ı Milli kararını aldı (EK-1). Mustafa Kemal Paşa, Ankara Ziraat Mektebi’nde Ankara halkına hitaben yapmış olduğu konuşmada Misak-ı Milli’nin sınırlarını; “Bu hudut İskenderun Körfezi cenubundan Antakya’dan Halep ve Katma istasyonu arasından Cerablus Körfezi cenubundan Fırat nehrine mülaki olur (kavuşur). Oradan Deyr-i Zor’a iner; daha sonra Şarka temdit edilerek, Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder…” ifadeleri ile açıkladı.
Bu sıralarda Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştı. Doğuda Ermenilere karşı Batıda ise Yunanlılara karşı önemli başarılar kazanılmaktaydı. Anadolu’da mücadelenin başarıyla devam ettiği bu tarihlerde milli sınırlar içinde ifade edilen Kerkük, Süleymaniye ve Musul da TBMM’nin hedefleri arasındaydı.

Misak-i Milli sınırları

Gazi Mustafa Kemal Paşa TBMM’nin açılışından yaklaşık  bir hafta sonra Meclis kürsüsünden Misâk-ı Millînin güney sınırlarını şu şekilde ifade ediyordu:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”
Mustafa Kemal Paşa, Musul’u, Kerkük’ü ve Süleymaniye’yi Anadolu’nun bir parçası olarak tanımlıyordu.
Kurtuluş Savaşında Musul Vilayeti İçin Verilen Mücadele
Sakarya Zaferi’nden ardından Ekim 1921’de Türk-Fransız diplomatik görüşmelerinin başlaması, Musul Meselesi’nde İngilizleri telaşa düşürmüştü. İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Sir Rumbold’un 12 Ekim 1921’de Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta, Türklerin Yunanlılara son darbeyi vurduktan sonra, Musul’a askerî bir harekât düzenleyeceklerini bildirerek, Musul için hem diplomatik hem de askeri tedbirler alınmasını tavsiye etmiştir.
Bölgedeki Türkmenler ve Revandiz-Erbil hattında bulunan Sürücü ve Zibar gibi Kürt aşiretleri, İngilizlere karşı çete harbine başlamışlar ve Ankara’dan da destek talep etmişlerdi. Bunun üzere Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle 1 Şubat 1922 tarihinde Kuzey Irak’a gönderilmek üzere bir milis birliği oluşturuldu. Birliğin başına Birinci Dünya Harbi’nde Filistin Cephesi’nde bulunmuş, gayrinizamî harp tecrübesi olan Teşkilat-ı Mahsûsa mensubu Şefik Özdemir Bey getirildi. Yapılan plana göre müfrezedeki rütbeli subaylar Türk olmakla birlikte er kademesinde Fransız Ordusu’ndan kaçan Tunus ve Cezayir asıllı Müslüman bedeviler ve bölgedeki Türkmen ve Kürt aşiretler yer alacaktı. Zira İngilizlerle diplomatik görüşmelerden dolayı “Musul Harekâtına resmi bir mahiyet verilmeyecek, görünüşte Türkiye ile hiçbir ilgisi olmadığı, şahsi ve mahalli teşebbüslerle meydana gelmiş olduğu kanaati uyandırılacaktı.
12 Haziran 1922 tarihinde, Elcezire cephe komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa tarafından iaşe, silah ve cephane bakımından donatılan 100 mevcutlu müfreze Hakkâri’den Kuzey Irak’a girmiş, güzergâhı üstündeki halk tarafından büyük bir coşku ve heyecanla karşılanmıştı. Diyarbakır ile Şemdinan arasında iletişimi sağlamak için telgraf hattı çektiren Özdemir Bey, bölgenin ileri gelen aşiretleri ile de temasa geçerek hem müfrezeye milis hem de asayişi sağlamak için jandarma birlikleri oluşturdu. Ankara Hükümeti ise eş zamanlı olarak müfrezenin geçtiği yerlere mülkî amirler atayarak siyasi boşluğu doldurmaya çalışıyordu. 22 Haziran 1922’de Revandiz’e ulaşan Şefik Özdemir Bey Müfrezesine, İngilizler 10 Temmuz’da ağır bir hava bombardımanı başlattı. İngilizler ile ilk sıcak temas ise 31 Ağustos günü Derbent’te gerçekleşmişti. Derbent Muharebesini kazanan müfreze 5 Eylül günü Köysancak’ı alarak İngilizleri güneye püskürtü.
Müfrezenin ileri harekâtı karşısında tutunamayan İngilizler taktik değiştirerek kendi kontrollerinde Süleymaniye ve çevresinde yarı otonom bir “Kürt bölgesel yönetimi” oluşturmaya, Binbaşı Noel’in etki alanında olan Şeyh Mahmut’u Birinci Melik unvanı ile tahta geçirmeye çalıştılar. Ancak Şeyh Mahmut, Şefik Özdemir Bey’in kendisine gönderdiği heyet ile görüşerek İngilizlere karşı Süleymaniye’ye ortak bir harekât yapmayı teklif etti. Şeyh Mahmut’un bu siyasetinin arkasında İngilizlerin desteklediği Kral Faysal’a karşı Türk Devleti’nin desteğini alarak hâkimiyet alanında otonom bir bölge oluşturmak yatmaktaydı.
Eylül 1922’de Anadolu’daki mili mücadelenin başarıya ulaşmasını takiben İngilizler, Şefik Özdemir Bey Müfrezesi’ne karşı tazyiklerini arttırdılar. Köysancak’a ağır bombardıman başlatıp, uçaklar vasıtasıyla aşiretlere yönelik propaganda beyannameleri attılar. Ayrıca İran-Irak-Türkiye arasındaki sıfır noktasında konuşlanmış olan Simko İsmail Ağa’nın aşireti, İngiliz güdümlü Nasturi çeteleri ve Kral Faysal’ın emrindeki “şehhabe” adlı paralı askerlerin taarruzları; Şefik Özdemir Bey’in Müfrezesinin -en güçlü olduğu nokta olan Revandiz-Hoşnav hattında- savunmaya çekilmesine neden oldu.
7 Eylül günü Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Bornova’dan Elcezire Cephe Komutanlığı’na gönderdiği tarihi telgrafta, Musul’un silahla alınması için gerekli hazırlıkların yapılması emredildi. Harekât planına göre; “Elcezire Cephesi bütün gücüyle Dicle’nin iki tarafından, nehir boyunca Musul yönünde taarruz edecek… 
Van, Hakkâri ve Iğdır sınır birliklerinden oluşan dağ bataryalarıyla takviye edilen bir piyade tümeni, bir süvari tugayı ve aşiretlerden oluşan süvarilerle İmadiye, Süleymaniye hattı üzerinden Musul ve Kerkük’e taarruzla görevlendirilmişti.

Lozan Barış Konferansı’nda Musul vilayeti

11 Kasım 1922’de Lozan Barış Konferansı başlatıldı. Konferansta görüşmelerin önemli başlıklarından biri Musul meselesi oldu.  Bu konunun hararetle tartışıldığı günlerde 2 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa TBMM’de şunları söylüyordu:
“…Musul vilayetinin hudud-ı millimize dâhil araziden olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm (bugünkü günde) karşımızda ahz-ı mevki etmiş olanlar bunu pekâlâ bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menafiimize mugayir (menfaatlerimize aykırı) olmakla beraber müsalemet perverane (barıştan yana) hareket ettik. Artık milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kat’iyen muvafakat etmeyiz”.  
Mustafa Kemal Paşanın bu açıklamalarının benzerleri milletvekilleri tarafından da ifade edildi. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, TBMM’de yaptığı heyecanlı bir konuşmada; “Paşa, ordunun başına otur, başka işin yoktur. Başkumandanlık vazifesini ifa et ve hudutlara bayrağımızı rekzet, bayrağını süngünü İngiliz’in gırtlağına daya!”  diyordu.
Türk tarafı Lozan Konferansında Musul ve Kerkük’ün çoğunluğunun Türk olduğunu, Kürtler ve Araplarla beraber Anadolu’nun bir parçası olduğunu savundu. İngilizler, Türklerin petrol zenginliği için Musul’u istediklerini öne çıkartarak konferansa katılan diğer devletleri de kendi taraflarına çektiler. Türk tarafı Musul meselesi de dâhil, kapitülasyonlar, Ermeni meselesi gibi konularda taviz vermedi. Gerilen ortam nedeniyle görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesildi.
İngilizler; 1923 Şubat ayında Mareşal John Salmon’ın komutasındaki 8. Hava filosuna takviyeler yapmış, bölgeye Hindistan’dan kara gücü sevk etmiş, hava bombardımanı ve zırhlı birlikleri vasıtasıyla halk üzerinde algı operasyonu yapmış ve aşiretlere para dağıtmıştılar. Yürütülen bu faaliyetler en başından beri Türk tarafında olan Barzani ve Balik aşiretlerinin İngiliz safına geçmelerine neden olmuştu. Tüm bunlarla -zaten iaşe ve mühimmat sıkıntısı çeken- Özdemir Bey Müfrezesi zor durumda bırakılmıştı. 22 Nisan 1923 tarihinde Revandiz’in düşmesi ise Müfrezenin hareket kabiliyetini ortadan kaldırdı. 29 Nisan günü silah ve mühimmatıyla İran’a çekilen müfreze 10 Mayıs’ta Van’a geldi. Arabulucuların devreye girmesiyle Lozan’da görüşmeler 23 Nisan 1923’te yeniden başlatılmıştı. Gösterilen çabalara rağmen bölgede verilen askeri mücadele İngilizlerin lehine gelişmişti. Bu durumdan dolayı Lozan’da Musul Meselesi hakkında yapılan müzakerelerde diplomatik çaresizlikler yaşanmaktaydı.
Lozan’da Musul konusunda bir sonuca ulaşılamamış, Türkiye ile İngiltere yeni bir savaşın eşiğine gelmişti. Mustafa Kemal Paşa ise savaştan uzak durulması düşüncesindeydi. Musul’a yapılacak bir harekâtın ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürükleyeceğini ifade etmeye başlayan Mustafa Kemal Paşa askeri seçenek yerine konunun konferansta çözülmesinin gerekliliğini öne çıkarmaya başladı. Kesilen Lozan görüşmelerinin tekrar başlamasının ardından Musul’un geleceği sonraya Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelere bırakıldı.

Musul vilayeti hakkında Milletler Cemiyeti kararı

Lozan konferansından sonra Türkiye-İngiltere ikili görüşmeleri başladı. İngilizler petrol bölgesi olan Musul ve Kerkük civarını Türkiye’ye bırakmayacaklarını açıkça ifade ettiler. Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924’de İstanbul’da yapılan görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkâri üzerinde de hak iddia etmesi üzerine görüşmelerden sonuç alınamadı.
İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta -Türkiye’nin üyesi olmadığı- Milletler Cemiyeti’ne götürdü. Milletler Cemiyeti Musul meselesini 20 Eylül 1924’te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.
Türkiye bölge ile ilgili tezlerini (Kürtlerin Türkiye’ye bağlanmak istediğini), Milletler Cemiyeti’nde de savundu. Ancak bu tarihlerde Türkiye’nin doğusunda çıkan Şeyh Sait isyanı ve hemen ardından bölgeye yönelik uygulamalar, Türkiye’nin tezinin zayıflamasına sebep oldu.
Milletler Cemiyeti, bir soruşturma komisyonu kurdu. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Ancak, komisyonun çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine komisyon Türk-Irak sınırını tanımlayan “Brüksel Hattı” adıyla bir rapor hazırladı. Bu raporu 16 Temmuz I925’te Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
  • Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
  • Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği,
  • Kürtlerin Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
  • 1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
  • Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması,
  • Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
  • Milletler Cemiyeti, “Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde”, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı,
  • İngiltere’nin Hakkâri üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.
Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925’te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925’te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925’te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Milletler Cemiyeti Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terk etmeyi kabul etti.

Ankara Antlaşması

Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve komşuluk ilişkilerini düzenleyen Ankara Antlaşması, 05 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalandı. Antlaşma, 7 Haziran 1926’daTBMM’de onaylandı. Oylamaya katılan 145 milletvekilinden  142’si kabul, 2’si ret, 1’i çekimser oy verdi (TBMM Zabıt Ceridesi, C, 26, s. 164-195). Antlaşma, 18 Haziran 1926’da yürürlüğe girdi. Böylece bugünkü Türkiye-Irak sınırı çizildi.
Antlaşma; sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler adları ile üç bölüm ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu:
  • Antlaşmanın 1. ve 2. maddeleri ile Türk-Irak sınırı, “Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli Kararı”na (Brüksel Sınır Çizgisi’ne) atıf yapılarak çizildi.
  • Anlaşmanın 5. Maddesinde de bu sınırın herhangi bir şekilde değiştirilmesi eylemine geçilemeyeceği kabul edildi.
  • madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10’unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştü. Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.
Antlaşma sınırlar konusunda “süresiz”di. İsmail Soysal’ın ifadesiyle  “Başka bir değişle sınır değiştirilmemek üzere çizilmişti.”  Antlaşmanın  sınırların değişmezliğine vurgu yapan  “birinci kesimi” süresizdi, ama  “ikinci kesimi” 18 Temmuz 1936’da sona eriyordu. Türkiye ile Irak, 8 Aralık 1936’daki “nota verişimi” ile antlaşmanın “ikinci kesimini” uzattılar. 1932’de Irak’taki İngiliz mandasının sona ermesiyle Türkiye-Irak arasında 1937  Sadabat Paktı’yla sonuçlanacak iyi ilişkiler kuruldu.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra29 Mart 1946’da Irakve Türkiye arasında  Ankara’da bir antlaşma daha yapıldı. O antlaşmanın 1. maddesinde de  “1926 Antlaşması ile belirlenmiş ve çizilmiş sınıra saygı gösterileceği”  belirtildi (İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları,  C.1, s. 312-325).
Türkiye-Irak sınırını değiştirecek herhangi bir girişim,  1926 ve 1946 Ankara Antlaşması’na aykırıdır. Barzani’nin bağımsızlık referandumu,  Ankara Antlaşması’yla belirlenen Türkiye-Irak sınırının  “kesinliğini ve bozulmazlığını değiştirmeyi amaçlayan bir girişimdir.” Yani, Barzani’nin referandumuyla Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti, Ankara Antlaşması’na göre  “değiştirilemez” olan Türkiye-Irak sınırını değiştirecektir,  daha doğrusu  ortadan kaldıracaktır.
Ankara Antlaşması’nın hâlâ yürürlükteki “sınır rejimi”, antlaşmanın 1. maddesinde açıkça ifade edildiği gibi“Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 günlü oturumunda kararlaştırılmış çizgiye uygun olarak”  belirlenmişti. Türkiye-Irak sınırını belirleyen “Bürüksel Sınır Çizgisi”  anlaşmanın ekinde ayrıntılı olarak yer almıştı. Ankara Antlaşması  üç ülke; İngiltere, Türkiye  ve Irak arasında imzalanmış olsa da, antlaşmadaki Türkiye-Irak sınırını üç ülke değil, o zamanki dünyanın en önemli uluslararası örgütü  Milletler Cemiyeti Komisyonu  belirlemişti. Dolayısıyla Barzani’nin referandumu, her şeyden önce  Ankara Antlaşması’nın Milletler Cemiyeti  kararlarına dayanan uluslararası  “sınır rejimine” aykırıdır.

Musul’a Müdahale hakkı doğar mı?

Öncelikle, Ankara Antlaşması’nda “Irak’ın toprak bütünlüğü bozulursa Türkiye, Musul ve Kerkük’te hak iddia eder” diye bir madde yoktur. Ancak Ankara Antlaşması’nın  “Bozulmaz/değişmez”  Türkiye-Irak sınırı, tarafların onayı olmadan bozulursa, taraflar antlaşmadan doğan hukuki haklarını arayabilirler. Ayrıca  Ankara Antlaşması’nın Türkiye-Irak sınırı,  Milletler Cemiyeti Komisyonu’nun belirlediği “Bürüksel Hattı”na dayalı olduğundan, sınırı bozmaya yönelik teşebbüsler, uluslararası hukukun ihlali anlamına gelecektir. Bu durumda taraflar önce uluslararası hukuku  devreye sokmayı deneyebilirler,  buradan bir sonuç alamadıkları  takdirde  ise  Ankara Antlaşması’nın yürürlükteki “sınır rejimini”  korumak için gerekirse  güç  kullanabilirler. Türkiye sağduyulu, hesaplı ve gerçekçi hareket etmelidir.
Diğer bazı konu uzmanlarına göre ise Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kerkük ve Musul, 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması ile toprak bütünlüğü sağlanması şartıyla terk edilmişti. Irak’ın toprak bütünlüğü esas alınarak yapılan anlaşmaya göre, bugün  bölünmüş yapısı  ve bölgenin  illegal örgütlerin kontrolüne geçmesi Türkiye’nin haklarını gündeme getirmiştir. Buna göre, otorite boşluğundan kaynaklanan kaos ortamı, Türkiye’nin Kerkük ve Musul’a girebilmesi için uluslararası hukukta meşru zemini  hazırlıyor.  Yani  Türkiye eğer isterse, Kerkük ve Musul’daki haklarını uygulamaya koyabilir.
Yine de yapılacak eylem planı öncesi, Uluslararası hukuk iyi bir şekilde incelenmeli ve mevcut konjüktür gerçekçi olarak değerlendirilmelidir.

Kaynaklar

Cengiz EROĞLU, Murat BABUÇÇUOĞLU, Orhan ÖZDİL. 2012. Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Musul. ORSAM Kitapları No:5. ORSAM Ortadoğu Kitapları No: 3.  http://www.orsam.org.tr/files/Kitaplar/5tr.pdf
Musul-Kerkük Meselesinin Tarihçesi: http://www.kerkuk-musul.com/tarihce_2.html
Sinan TAVUKÇU. 2015. Osmanlının Eski Eyaleti Musul Nereye? http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/osmanlinin-eski-eyaleti-musul-nereye/4267
Sinan MEYDANLI, 2017. 91 Yıllık Sigorta: ANAKARA ANTLAŞMASI. http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/91-yillik-sigorta-ankara-antlasmasi-1715685/
Zekeriya TÜRKMEN, “Musul Meselesi: Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925). Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2011, 182 sayfa, ISBN: 978-975-16-1646-3”
[[1]] Hıristiyan Batı’ya göre Şark Meselesi Türklerin Anadolu’ya girdiği Malazgirt Savaşı’yla başlar, günümüze kadar gelir ve Türklerin Anadolu’dan tamamen çıkarılmasına kadar devam edecektir.
[[2]] Musul vilayeti, 1912 Osmanlı salnamesine göre Musul, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarından oluşmaktaydı.

***

28 Ocak 2018 Pazar

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek. İngiltere ve İRA , BÖLÜM 2

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek. İngiltere ve İRA , BÖLÜM 2


Kuzey İrlanda’da IRA Dışında Diğer Terör Örgütlenmeleri

Kuzey İrlanda Bölgesi’ndeki terör örgütü olarak, sadece IRA genel olarak bilinmesine rağmen bölgede terör çift yönlü sürdürülmüştür. Protestanlar kendi ayrıcalıklarından taviz verme taraftarı değillerdi. Bu amaçla karşı terör kampanyası başlatmışlardır. Protestanlar tarafından kurulan terör örgütleri şu şekilde olmuştur:

• Ulster Özgürlük Savaşçıları (UFF: Ulster Freedom Fighters): IRA’ya benzer yöntemler uygulayan, mali desteğini zengin iş adamalarından sağlayarak, Katoliklerin bulunduğu yerlere bombalı saldırılar düzenleyen bir terör örgütüdür.

• Ulster Gönüllüler Gücü (UVF: Ulster Volunteeer Force): Hedefi tüm IRA üyelerini öldürmek olan bir terör örgütüdür.

• Ulster Savunma Birliği (UDA: Ulster Defence Association): 1971 yılında Protestanların silahlı gücünü koordine etmek amacıyla kurulmuş ve Protestanların en geniş silahlı birliği olarak tanınmıştır. 

Bu örgütler ve eylemleri incelendiğinde Protestanların da IRA’dan daha az tehlikeli olduğu söylenemez. 

 Hatta kimi dönemlerde Protestan örgütlerinin terör sonucu katlettiği insan sayısı IRA’nınkilerini geçmiştir. Bu örgütlerin tüm Katolikleri hain olarak görmesi eylemlerini kendilerince meşrulaştırmaktaydı. Ancak bu örgütler IRA’yı tamamen yok etme gücüne sahip değildi. Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir:

• Belfast, Derry gibi Katoliklerin yoğun olduğu bölgelerde yoğun Katolik doğum oranının varlığı ve her bir doğumun ileri yıllarda IRA’ya militan olarak katılabilme ihtimali,

• Örgütün, kurulduğu ilk dönemlerde Amerika’dan, daha sonra ise Arap devletlerinden para, silah, eğitim gibi destek almış olması,

• Gerçekleşen olaylar sonucu IRA lehine destek artışı,

• Eşitsizlikleri yok etmeyi amaçlayarak yürürlüğe konulmuş olan 1920 İrlanda Yasası gibi yasaların varlığı,

• Katolik İrlandalıların yoğun bulunduğu bölgelere İngiliz ordularının girmiş olmasına rağmen çatışmaların kaçınılmaz olması ve kimi asker ve polis güçlerinin İrlandalılardan nefret etmeleri sonucu İngiltere’nin kimi politikalarının ters tepmiş oluşudur. 

1920 İrlanda yasası ülkenin ırkçı kanunlar çıkarmasını engelliyor olsa da, bu yasa sadece devlet düzeyinde parlamentoyu bağlayıcı olduğu için yerel unsurlar üzerinde etkisi olmamaktadır ve birçok kez bu yerel yönetimler ayrımcılığı öngören uygulamalar yapmıştır. 

Bu arada 1976 yılından itibaren İngiltere Kuzey İrlanda’ya “Özel Harekat Birliği” (SAS) gönderdi.

 IRA içerisindeki muhbir ve ajanları vasıtasıyla terör faaliyeti yapılacağını öğrenen SAS, pek çok operasyon öncesi IRA mensuplarını pusuya düşürerek öldürdü. Bu arada anılan operasyonlar sırasında masum insanlarda ölmüştü. 1980 yılında SAS yeniden yapılandırıldı. Buna rağmen 1988’de Cebeli Tarık’ta yaşanan ve büyük yankı yapan olaylar da dâhil, SAS’ın “yargısız infazları” artış kaydetmeye başlamıştı. 

Öte yandan Katolik ve Protestan örgütlerinin terör eylemleri, Kuzey İrlanda’daki yatırımları olumsuz etkilemiş ve bu durum işsizliğe yol açmıştır. İşsizliğin artması ise bu örgütlerin eleman sağlamasını daha kolay hale getirmiştir. 

Teröre Karşı Mücadelede İngiltere-İrlanda Uzlaşması

Terörü sona erdirebilmek amacıyla Dublin ve Londra hükümetleri 1985’de İngiltere -İrlanda Antlaşmasını imzaladılar. 

 Bu antlaşmaya göre Kuzey İrlanda sorununa çözüm bulmak amacıyla siyasi, güvenlik, yasal konularda düzenli olarak bilgi alışverişi sağlanacaktı. Ancak, bu antlaşmadan IRA süreç içerisinde olamadığı için rahatsız olmuş ve saldırılarını arttırmıştır. IRA’nın saldırılarına ise UFF, karşı saldırılarla cevap vermiştir. 

Bu gelişme bir başka yeni gelişmeyi de beraberinde getirdi. Sinn Fein içerisindeki birçok kişi, IRA’nın askeri mücadelesiyle İngilizlerin Kuzey İrlanda’dan çıkarılmasının mümkün olamayacağını görmeye başlamıştı. 

Keza İngiliz kuvvetleri de pek çok yerde çatışmayı kontrol altına alabilse dahi, toplumun IRA’ya verdiği desteğin dikkate alındığında IRA’yı askeri yolla yenmenin mümkün olmadığını da görebiliyordu. 

Bu duruma “Çatışmaların Çözümlenmesi” (Conflict Resolutions) sözlüğünde “olgunlaşma noktası” da denmektedir. Yani çatışan taraflar birbirlerini yenemeyeceklerini anlamış, çatışmayı sonlandırabilmek için iki tarafı da memnun edebilecek bir çözüm yolu arama dönemi başlamıştı. 

Sinn Fein bu tarihten sonra “Birleşik İrlanda” hedefine erişebilmek için daha geniş tabanlı bir milliyetçi siyasal cephe oluşturma gayreti içerisine girdi. Siyasi taleplerin yapısı değiştirilmeye, İngilizlerin Kuzey İrlanda’dan çekileceği takvimle ilgili tarih konusunda yumuşamaya başladı. 

Birleşik İrlanda için “Birlikçilerin”, yani Kuzey İrlandalı Protestanların onayının da gerekli olduğunu kabullenmeye başladılar. Bu maksatla da İngiliz hükümetinden bu konuda yardım talebinde bulundular. 

 Ancak, her şeye rağmen 1985 tarihli bu anlaşma ile Kuzey İrlanda sorunu kalıcı olarak taraflarca bir çerçeveye oturtulmuştu. Bunu 1992 yılındaki başarısız bir siyasi müzakere izledi. Şiddeti desteklediği gerekçesiyle Sinn Fein müzakerelerden dışlandı. 

1993 yılında Dublin ve Londra yönetimlerinin gelecekteki görüşmeler konusunda ortak bildiri hazırlaması tasfiye sürecine yeni bir boyut kazandırdı. IRA ve Protestan örgütlerinin silah bırakmayı reddetmesi her defasında denenen barış görüşmelerini sekteye uğratmıştır. 

 SDLP Lideri John Hume ve Sinn Fein’in lideri Gerry Adams, şiddetin devam ettiği ve hiçbir siyasal seçeneğin görünmediği 1993 yılında yeniden görüşmelere başlayarak, düğümlenen sorunu azma girişiminde bulundular. Yıl boyunca devam eden görüşmeler sonunda IRA’nın “onurlu” bir şekilde şiddeti sona erdirmesini mümkün kılabilecek önemli prensipler kabul edildi. 

Bu barış sürecine ABD’nin katkısı önemliydi. 

 Zira uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Kuzey İrlanda meselesini “İngiltere’nin iç meselesi” gibi görmeye çalışsa da, gayrı resmi yollardan ABD’de yerleşmiş zengin İrlanda göçmenlerinin İrlanda’daki Cumhuriyetçilere verilen desteğe göz yummuştu. 

1970’te IRA mahkûmlarının ailelerine yardım amacıyla ABD’de adı NORAID (İrlanda Yardım Komitesi) olan bir sivil toplum örgütünün kurulmasına da yardım etmişti. SDLP’li John Hume’ın devreye girmesiyle İrlanda kökenli Amerikalıların İrlanda sorununa yaklaşımı da değişmeye başladı. 

Hume’ın çabaları sayesinde IRA’ya silah ve para desteği vermek yerine, NORAID’e alternatif olarak kurulan “İrlanda Dostları (FOA) grubu kurularak desteklendi. 1985 tarihli İngiltere-İrlanda Anlaşması ABD tarafından da desteklendi. Bu maksatla Kongre’de 50 milyon dolarlık bir yardım paketi de onaylandı. Bill Clinton’un Başkan seçilmesinin ardından ABD’nin konuya yaklaşımı daha da netleşti. 

Clinton’ın 1992 yılında Kuzey İrlanda sorununa el atacağını dile getirmesi ve yapılan gizli görüşmeler sonrasında 31 Ağustos 1994’te IRA ateşkes ilan etmiştir. 

 1995 yılında ise Kuzey ve Güney İrlanda’nın birleşmesini amaçlayan iki tasarı hazırlanmıştır. Birinci tasarı, hükümet yapısı ile ilgili olup 90 kişilik bir meclisin kurulmasını, ikincisi ise ticaret, kültürel faaliyetler, tarım, balıkçılık, endüstri, ulaşım, enerji, sağlık, sosyal refah ve eğitim gibi alanlarda İrlanda adasının kuzeyi ve güneyindeki kurumların işbirliğini öngörmekteydi. 

 Ancak ateşkesin ilan edilmesinden itibaren 17 ay geçmesine rağmen siyasal bir gelişmenin olmaması IRA’nın 9 Şubat 1996’da bomba yüklü bir arabayı patlatarak ateşkesi bozmamasına neden olmuştur. 


 Silahların tekrar patlaması ve IRA terör örgütünün tasfiye sürecinde söz sahibi olabilmek isteği Amerikalı senatör George John Mitchell’i* 1996 yılında barış görüşmeleri masasına oturmak isteyen her iki tarafın da kabul etmesi gereken bazı prensipleri yayınlamaya itmiştir. Bu prensipler şu şekildedir:

? “Sorunların çözümünde barışçı ve demokratik yöntemler kullanılacak.

? Silahlı örgütler silahlarından arındırılacak.

? Silahsızlanma bağımsız bir komisyon tarafından izlenecek.

? Görüşmeleri etkilemek amacıyla güç kullanımı ya da güç kullanımıyla tehdit reddedilecek.

? Görüşmeler sonunda varılan anlaşmalara uyulacak.

? Cezalandırma amaçlı saldırılar ve öldürmeler son bulacak.” 

1997 yılında Başbakanlığa gelen Tony Blair’in, yaklaşık olarak 150 yıl önce gerçekleşmiş olan ve İngiltere hükümetinin, birçok İrlandalı Katolik’in ölümüne neden olan ‘kıtlık’ dönemine ilgisizliği dolayısıyla özür dilemiş olması barış sürecine önemli katkı sağlamıştır. 

 Kuzey İrlanda’yı İrlanda Cumhuriyeti ile birleştirme amacından vazgeçmemesine rağmen ABD’nin arabuluculuğu ile IRA, ateşkes ilan etmiş; fakat karşılıklı silah bırakma gerçekleşmediği takdirde kendilerini güvende hissedemeyecekleri için silah bırakmamıştır. 

 1998 yılında Kuzey İrlanda’daki tüm örgütlerin silahtan arındırılması gibi konuları içeren ‘Good-Friday’ (Kutsal Cuma) Anlaşması imzalanmıştır. 

Bu “Kutsal Cuma Anlaşması” ile, 1969’dan beri 3.700’den fazla kişinin ölümünün, 30 binden fazla insanın yaralanmasının ve eşyaya verilen zararların ardından istikrara yürüyüş başlamıştı. 

Ölenlerin %60’ı Cumhuriyetçi milisler, %30’u Loyalistler ve %10’u da tartışmalı olmakla birlikte çoğunlukla güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilmişti. 1984-1993 döneminde ölümlerin yıllık ortalaması 467 iken, daha sonra 80 kişiye düşmüştü. Bu arada Kuzey İrlanda dışında (İrlanda Cumhuriyeti, İngiltere ve Avrupa) öldürülenlerin sayısı da 200 civarındaydı. Ölenlerin 763’ü asker iken, askerler tarafından öldürülenlerin sayısı da 309’du. Cumhuriyetçiler içerisinde öldürülenlerin %75’i, Loyalistlerin de %50’den fazlası “faili meçhul” cinayetler olarak kaydedildi. Cinayetlerin %10’undan sorumlu tutulan askerler içerisinde de çok azı bu sebeple mahkûm edildi. 

1998 Kutsal Cuma Anlaşması ile taraflar, Kuzey İrlanda’nın geleceğine Kuzey İrlanda halkının karar vereceğini kabul etmişlerdi. Kuzey İrlandalılar İngiliz, İrlandalı ya da her ikisi dâhil pasaport taşıma hakkına sahip olacaklardı. 

İrlanda Cumhuriyeti de Kuzey İrlanda’dan toprak talebinden vazgeçecekti. Buna karşılık anlaşma, Kuzey İrlanda’nın, halkın onayı ile İrlanda Cumhuriyeti’ne katılma hakkını da kapsamaktaydı. İngiltere de İrlanda adası genelinde İrlandalıların “Self Determination” (kendi kendini yönetme) hakkını tanımaktaydı. İrlanda Cumhuriyeti için de federal yönetim yolunu açmaktaydı. 

Anlaşma ayrıca yönetimde güç paylaşımı, yetki paylaşımı, seçimlerdeki oran, toplumsal özerklik ve eşitlik, azınlık hakları, azınlık veto hakları gibi konularda da anlaşmaya açık ifadeler konmuştu. 

28 Temmuz 2005 tarihinde IRA terör örgütünün siyasi kolu Sinn Fein lideri Garry Adams, IRA’nın silahlı mücadeleye son vereceğini açıklamıştır. İngiliz askeri birlikleri ise, 1 Ağustos 2007’de Kuzey İrlanda’dan çekilmeye başlamıştır. 

IRA’nın isteği olan Birleşme hususunda ise Dublin’in görüşü, Kuzey İrlanda ile oradaki halkın çoğunluğunun onayı olmadan birleşmenin olamayacağı noktasındadır. 

İngiltere’nin IRA Terörünü Önlemek Maksadıyla Aldığı Önlemler

İngiltere’de IRA terörünü önlemek maksadıyla alınan pek çok tedbirler şöyle özetlenmiştir:

1. Güvenlik/ Polisiye Tedbirler: İngiltere, terörle mücadele edecek özel güvenlik birimleri oluşturmuştur. Bu birimlerin başında ‘SAS’ (Special Air Service) gelmektedir. 1988 yılında SAS’ın silahsız üç IRA üyesini öldürmesi , bu birliğin gerekirse tüm IRA üyelerini öldürebileceğini göstermiştir. SAS’ın yanı sıra, ‘Kraliyet Ulster Güvenlik Teşkilatı’ ve ‘Ulster Savunma Alayı’ diğer terörle mücadele eden güvenlik birimleridir.

2. Yasal Tedbirler: İngiltere’de terörle mücadele konusunda iki yasa bulunmaktadır. 

Birincisi 1974 yılında yürürlüğe girmiş olan Terörü Önleme Geçici Yasasıdır. Bu yasa Parlamentoda yılda bir kez görüşülmekte ve zamanın şartlarına göre değişikliklerin yapılabileceği esnekliğe sahiptir. 

 Bu yasa bağlamında, ilgili bakana, terörle ilgili şüpheli kişileri İngiltere ve Kuzey İrlanda dışına çıkarma ya da bu kişilerin bu ülkeye girişini engelleme yetkisi ile polislere terörizm ile ilgili olarak gözaltı belgesi olmadan şüphelileri 48 saat gözaltında tutmak ve ilgili bakanın izni ile bu süreyi beş güne kadar uzatmak yetkisi verilmiştir. Terörist örgüt üyeleri ile mülakat yapılması ve yayınlanması yasaklanmıştır. 

 Halka açık alanlarda terör örgütlerinin renklerini içeren kıyafet giyenlerin altı aya kadar hapsedilmeleri öngörülmüştür. Terör eylemlerini önceden haber almak için, polise belli durumlarda posta gönderilerini açma ve telefon dinleme yetkisi verilmiştir.

Diğer bir yasa olan Kuzey İrlanda Olağanüstü Koşullar Yasası ise, idareye, Terörü Önleme Geçici Yasası’ndan daha fazla yetki vermektedir. Bu yasa bağlamında, polis şüpheli evlere girmek ve arama yapmak, düzeni sağlamak bakımından yargı öncesi bazı yayınları durdurmak, terör örgütü üyesi olduğundan kuşku duyulan kişileri oturma ve seyahat özgürlüklerinden alıkoymak gibi haklar tanınmıştır. 

3. Ekonomik ve Sosyal Tedbirler: Kuzey İrlandalı Katoliklerin ekonomik ve sosyal yönden Protestanlarla eşit olmamaları ayaklanma nedenlerinden bir tanesidir. 

 Bu yüzden İngiltere, kimi ekonomik ve sosyal tedbirler alma gerekliliği hissetmiştir. Kuzey İrlanda’da gerçekleşen terör eylemleri bu bölgenin yatırımcılar için cazip olmamasına neden olmuştur. Bu nedenle, bölgede devlet yatırımı yapılarak kişilerin gelirlerinin devlet tarafından sağlanması gerçekleştirilmiştir. 

 Eşitsizliğe dayalı sorunları gidermek için Yoksunluğa Son Verme Programı geliştirilmiştir. Bu Program bağlamında, 10 kişiden fazla kişinin çalıştığı işyerlerinde işgücünün dinsel kompozisyonu inceleme altına alınmış ve kişilerin dini mezhebinden dolayı iş yerinde ayrımcılığa uğramalarının önüne geçilmeye çalışılmıştır. ‘Birlikte Tatil Yapma Projesi’ geliştirilerek Katolik ve Protestan topluluklarının kaynaşmasını sağlamak hedeflenmiştir. 

4. Uluslar arası Tedbirler: IRA’nın bulmuş olduğu dış desteği kesmek amaçlı İngiliz hükümeti adımlar atmıştır. İngiliz hükümeti, destek veren ülkelerin uluslararası arenada dışlanmasını mümkün kılarak, desteğin kesilmesini sağlamıştır. 

Bir başka araştırmacı ise IRA-İngiltere çatışmasının sona ermesinde şu esaslara dikkat çekmektedir:

 1. Güvenlik önlemlerinin yeterli olmadığını görme: Temmuz 1970’de 6 aylığına Belfast’a gelen İngiliz kuvvetleri 38 yıl burada kaldı. Sadece IRA ile değil, milliyetçi nüfusla da çatıştı. IRA militanları Katolik İrlandalılardan ayrılmaya çalışılarak, adi suçlu gösterilmek istendi. Bu durum uzun vadede IRA’nın halka dönüp, “Hayatlarını sizin uğrunuza feda etmeye hazır oğullarınıza ve kızlarına adi suçlu muamelesi yapılıyor. Bunu kabul edecek misiniz?”Bu politikalar tutmadı, hatta ters bile tepmişti. 

Bu arada İngiliz kuvvetleri tam bir “nizami savaş” mantığı içerisinde; “savaş, düşman ve bölgenin kontrol altına alınması” gibi savaş mantığı içerisinde hareket ediyordu. 1985 yılına gelindiğinde sorunun savaş mantığı ile çözülemeyeceği anlaşıldı. 

2. Sorunun gerçek yüzüyle tanınması ve kabullenilmesi: İngilizler siyasi yollara başvurulsa dahi, güvenlik önlemleriyle IRA’nın etkisizleştirilebileceğini düşünüyordu. 

 Margareth Thatcer’in başbakan olduğu 1975-1979 döneminde katı bir “Birlikçiler” (Protestan İrlandalılar) taraftarlığı hakimdi. Katoliklerin talepleri “ayrılıkçı talepler” gibi değerlendiriliyordu. 

Öte yandan, 1980’lerin ortalarından itibaren IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein’de de çok kişi IRA’nın askeri mücadeleyi sürdürerek İngilizleri Kuzey İrlanda’dan atamayacağını görmeye başlamışlardı. İngiliz kuvvetleri de “halk desteği” bulunan IRA’yı kontrol edebilse dahi, tamamen ortadan kaldıramayacağını görüyordu. Çatışma artık “olgunlaşma noktası”na ulaşmıştı. Bu durumu bilenlere göre, şiddetin devamı ya da artırılması, barışı öngören alternatiflerden çok daha yüksek maliyetli idi. İki tarafta da bu durumu görenler mevcuttu.

3. Muhatap Belirleme: İngiltere uzun süre IRA’nın siyasi destekçisi gibi gördüğü Sinn Fein’i muhatap görmemişti. Ne zaman ki Kuzey İrlandalı Protestanların da sürece dahil edilmesini ileri süren SDLP öne çıktı, ondan sonra bu parti muhatap alındı. Seçimlerede %20 oy alan SLDP, bir anda Başbakan John Major tarafından muhatap alınmıştı. Bu arada süreç ışında kalan Sinn Fein da SLDP ile görüşerek sürece dolaylı muhatap olmuştu. Her iki partinin liderlerinden Gerry Adams ve John Hume sık sık bir araya gelerek bu süreci değerlendirmişlerdi.

4. Eylemlerin Durması ve ülke topraklarının silahlı teröristlerce arındırılması: İngiltere; sindirilemeyeceğini, aksine IRA’nın terörist faaliyetlerine güçlü bir şekilde karşılık vereceğini göstermişti. Tüm mücadelesine rağmen IRA, İngiltere’yi Kuzey İrlanda’dan çıkaramamıştı. 

5. Silahsızlanma: Tony Blair İngiltere’de iktidar oluncaya kadar Kuzey İrlanda’daki görüşmelerin önünü tıkayan en önemli konu buydu. 

 1993’te Sinn Fein’e, açıkça silahların teslim edilmesi beyan edilmeksizin “IRA’nın şiddeti durdurması kaydıyla” Kuzey İrlanda’nın geleceğine ilişkin siyasi müzakerelere katılma imkânı sunuldu. Mayıs 1997’de Blair’in ezici bir çoğunlukla iktidar olması üzerine “silahsızlanmanın bir ön şart olmayacağı”, tüm partilerin katımlıyla müzakerelerin yürütüleceği bir sürecin başladığını bildirdi. 

 Bundan sonra tamamen silahsızlanma için uzun bir süre beklemek gerekti. Öyle ki Uluslararası Bağımsız Silahsızlanma Komisyonu (IICD), Eylül 2005’te kendisi ve bağımsız tanıkların, IRA’daki mevcut silahların kullanılmayacak derecede etkisizleştirildiğini açıklayabildi.

Bu tecrübe şunu göstermişti: Her ne kadar tam ateşkes ve şiddet olaylarının durdurulması ön koşul ise de, ayrıca taraflar arasındaki güven inşası için barış görüşmeleri sürdürülmeli ve bu arada silahsızlanma da başlatılmalıydı.

6. Af: Bu durum da karşılıklı güven inşasında önemlidir. IRA’ya ait mahkûmlar erken salıverilmişti. 10 Nisan 1998’den sonra 450 mahkûm “şartlı” olarak tahliye edildiler. Bunlardan 242’si Cumhuriyetçi örgütlere, 196’sı Loyalistlere mensuptu. Yasada 10 Nisan 1998’den önce işlenmiş terör suçları için bazı hafifletici çareler bulundu. 

 Bunlar ömür boyu hapis ya da en az beş yıl hapis cezası olacak şekilde düzenlendi. O sırada bir terör örgütüne desteği devam etmeyenler ile serbest bırakılması halinde terör örgütünün destekçisi olmayacağı kanaati verenler için serbest bırakılma fırsatı da getirilmişti. Keza, cezalarının üçte birini çekmiş olanların da derhal salıverilmeleri ile ömür boyu hapis cezası alanlar için bazı hafifletici düzenlemeler getirilmişti. Burada esas sorunu hala örgütte devam eden militanların durumu oluşturuyordu. Bunlardan 10 Nisan 1998 tarihinden önce suç işleyenler için bulunan ara formül şöyle idi:

“a. Halen terör faaliyetini sürdüren bir örgütün mensubu olmamaları, halen terörizmle uğraşıyor olmamaları,

b. Bu tarihten sonra 5 yıl veya daha fazla cezayı gerektirecek bir suç işlemeleri halinde, başvuruları üzerine bir komisyonca uygunluklarına karar verileceği,

(1) Bu kararı alanların serbestçe Kuzey İrlanda’ya dönecekleri,

(2) Bu komisyon kararının özel mahkemeye gönderileceği,

(3) Mahkemenin yapacağı kovuşturma sonucunda ilgilisinin yargılanmayı gerektirir bir suç işlediğine kanaat getirmesi halinde yargılama yapacağı,

(4) Bu yargılamada sanığın bulunmayacağı, avukatının gelebileceği, sonuçta verilecek cezanın ise hemen yukarıdaki, mahkûmlara uygulanan hükümlere tabi tutulacağı belirlenmişti. Böylelikle ‘kanun kaçağı’ durumunda olanlara cezaevine girmeksizin yargılanıp serbest kalma imkânı getiriliyordu.”

7. Haklar Temeline Dayalı Politika Geliştirilmesi: Terörün hortlamasını önlemek üzere siyasi, sosyo-kültürel önlemlerin alınması da önemlidir. Bu maksatla yerel halkın kalbinin ve akıllarının kazanılması, muhalefetle işbirliği yollarının bulunması düşünüldü. İngiliz hükümetlerinin konut, istihdam ve polis servisindeki ayrımcılığı kaldırma girişimi yararlı oldu. 

 Katolikler zamanla eşitlik, insan hakları, güç paylaşımı dâhil tüm “sivil haklara” sahip olduğu görüldü. Bunların bir ayrıcalık değil, doğuştan gelen haklar olduğu kabullenildi. Entegre eğitim sistemi, yerel-küresel vatandaşlık eğitimleri gibi çalışmalar da IRA’yı destekleme azmindeki Cumhuriyetçileri farklı düşünmeye sevk etti. Böylece hükümet siyasi bir stratejiyi formüle edip yürürlüğe koyuncaya kadar, askeri önlemler de durumun kontrolü için alındı.

8. Ekonomik Kalkınma Programları: Çatışma süreci içerisinde ekonomik kalkınma programlarının özellikle de yerel ekonomi sektörü için yürürlüğe konması, şiddetin sona erdirilmesini desteklemektedir. Şiddetin azalmasıyla ekonomik hedefler daha kapsamlı olarak devreye sokulur. Barış süreci ile birlikte ekonomik önlemlerin aynı anda başlatılması, ekonomiyi bahane edenler için önleyici bir tedbir gibidir. 

Kuzey İrlanda’da ekonomik önlemlerin devreye sokulmasında özellikle ABD ve AB üslendi, bölgeyi geliştirme özel yatırımcıları bölgeye çekmek için milyarlarca dolar harcama yapıldı.

9. Toplumsal Kaynaşma Politikaları: Uzun süren çatışmalar sebebiyle taraflar arasında kapanması güç derin izler bırakmaktadır. Ölenlerin ailelerinin, yaralıların acılarının hafifletilmesi, toplumsal bölünmenin getirdiği karşılıklı güvensizlik kaygılarının giderilmesi, çatışmayı körükleyen ekonomik sıkıntıların giderilmesi bu izlerin zamanla silinmesinde belirleyici rol oynamaktadırlar.

Her grubun kendi okulu, kendi gazeteleri, kendi siyasi partileri, kendi kültürel ve spor organizasyonları, karşı tarafı “güvenilmez” gibi gösterin tarihi mevcut Kuzey İrlanda’da bu bölünmüşlüğü gidermek çok daha güçtü. Üstelik dini bölünme (Katolik ve Protestan) çok derin etkiler bırakıyordu. Nüfusun %90’ı kendi grubundan insanların bulunduğu semtlerde yaşıyordu. Bu derin bölünmüşlüğü gidermek için AB destekli projelere sarıldılar. Çocukların ayrılmış yerine karışık okullara gitmesi teşvik edildi. Toplumların bir diğerinin bayramına saygı göstermesi sağlanmaya çalışıldı. Polis gücünde Katolikler de istihdam edilmeye başlandı. Böylelikle iki tarafı zamanla husumetten arındırıcı, birbirlerine saygılı ve kaynaştırıcı formüller üretilmeye çalışıldı. 

Sonuç

Her ne kadar İngiltere IRA sorununu çözmüş gibi görünse de, zaman zaman Kuzey İrlanda’da münferit bomba yüklü arabaların patlatılması, ya da gösteri yürüyüşleri yaşanmakta, terör birdenbire tasfiye edilememektedir. 

 1998 yılından sonraki en önemli hadise 2001 yılında bomba yüklü bir arabanın patlatılmasıydı. Bu tarihten sonra polisin erken istihbarat temini ile benzer tehlikeler büyük ölçüde önlenebildi. Bu olayı takiben Şubat 2010 ayında IRA mensupları misket bomba yüklü bir arabayı daha, Kuzey İrlanda milliyetçiliğinin “kalesi” olarak bilinen Newry’deki mahkeme binası önünde patlattılar. Tesadüf eseri ölen ve yaralanan olmadı. 

Nisan 2010 ortalarında İngiltere Gizli Servisi Mİ-5’in kuzey İrlanda’daki merkezi binası yakınlarında benzer bir bombayı daha patlattılar. Hemen bir hafta sonra bu kez gene Kuzey İrlanda’da Newtownhamilton’daki bir karakol önünde bomba yüklü araba patlatıldı, sadece iki polis yaralandı. Haziran 2010 ayı içerisinde ise 136 kilo ağır patlayıcı yüklü bir araç gene Kuzey İrlanda’daki sınır köyü Aughnacloy’da polis tarafından bulundu. 

11 Temmuz 2010’da Belfast’ta gene IRA’nın kalesi olarak nitelenen Ardoyne bölgesinde Protestanların geleneksel, ancak Katolikleri tahrik eden yürüyüşünün ardından 4 gün süren bir kargaşa çıktı. Protestanlar tarafından geleneksel şekilde her yıl 12 Temmuz’da düzenlenen, Protestan Kral William’ın 1690’da Katolik rakibini üstünlüğünü simgeleyen yürüyüş üzerine çıkan kargaşada 82 polis yaralandı. Göstericiler polise taş, şişe ve Molotof kokteyl, polis de lastik mermi kullandı. 100’den fazla gösterici tutuklandı. 


[1] İRA’nın tasfiyesi ile ilgili dipnotlu ve kaynakçalı metnin orijinali için bkz: Celalettin Yavuz, Terör ve Terörizmle Mücadele – ‘PKK Özeli’ ve Çözüm Arayışları, Berikan Yayınları, Ankara, 2011, s. 63-82.

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=9778


***

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek. İngiltere ve İRA , BÖLÜM 1

PKK Terörünün Tasfiyesi İçin Bir Örnek : İngiltere ve İRA, BÖLÜM 1 


Doç. Dr. Celalettin Yavuz
07.10.2011

Birincisi 1974 yılında yürürlüğe girmiş olan Terörü Önleme Geçici Yasasıdır. Bu yasa Parlamentoda yılda bir kez görüşülmekte ve zamanın şartlarına göre değişikliklerin yapılabileceği esnekliğe sahiptir.
Bu yasa bağlamında, ilgili bakana, terörle ilgili şüpheli kişileri İngiltere ve Kuzey İrlanda dışına çıkarma ya da bu kişilerin bu ülkeye girişini engelleme yetkisi ile polislere terörizm ile ilgili olarak gözaltı belgesi olmadan şüphelileri 48 saat gözaltında tutmak ve ilgili bakanın izni ile bu süreyi beş güne kadar uzatmak yetkisi verilmiştir. Terörist örgüt üyeleri ile mülakat yapılması ve yayınlanması yasaklanmıştır. 
PKK Terörünün Tasfiyesi için Bir Örnek : İngiltere ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA)
Doç Dr. Celalettin Yavuz - TÜRKSAM
www.acikistihbarat.com 
07.10.2011

(Açık İstihbarat : Aşağıdaki yazı, İngiltere'nin IRA ile mücadelesi açısından tarihi , etnik ve sosyolojik boyutlarını ele alışı açısından okunması gereken bir yazı. Fakat, PKK ile İRA arasındaki ve arka planındaki tarihsel, etnik ve sosyolojik boyutlarının farklılığını bu kadar net ortaya koyan bir yazının başlığının "PKK ile mücadelede bir örnek" olarak atılması ise yadırgadıcı. Bu yazı; başlığının aksine PKK ile mücadelede IRA örneğinin neden temel alınamayacağının ipuçları ile doludur)

 ---------------------------------------

 Devlet görevlilerinin PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’la İmralı’da görüşme- müzakereleri yanında, bazı terör elebaşılarıyla benzer müzakerelerin Oslo’da sürdürüldüğünün anlaşılması, ancak bu müzakerelerin aksine PKK’nın istekleri verilmeyince, Haziran 2011’in sonundan itibaren artan sayıda terör olayları Türkiye’nin en önemli gündem maddesi haline geldi. 

Terörün tasfiyesi konusunda da çeşitli fikirler gene havada uçuşmaya başladı. Terörün tasfiyesi bir günde, bir ayda, bir yılda olabilecek bir şey değildir. Tasfiye yavaş, ancak kararlılıkla, ülkenin ve Meclis’in uzlaşmasıyla mümkün olabilmektedir. Terörün tasfiyesi konusunda en sık verilen İngiltere’deki İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA)’nın tasfiyesi örneği, bu yazının esasını oluşturmaktadır.[1]

IRA Terörünü Hazırlayan Sebepler

Kuzey İrlanda olayları, diğer milliyetçi hareketlenmeler gibi kısa bir geçmişe değil, oldukça köklü bir tarihe sahiptir; İngiltere ile İrlanda arasındaki bu sorun dünyanın birçok bölgesinde koloni oluşturma yarışına girmiş olan İngiltere’nin 12. yy’de İrlanda adasını ele geçirmesiyle başlamıştır. 

 IRA’nın oluşumuna zemin hazırlayan etkenlerin başında Katolik-Protestan çatışmasının geldiği görülmektedir.

İrlanda adasında meydana gelen bu mezhep bölünmesinin kökleri, Katolik Kilisesi’nin Kral VIII. Henry’nin Anne Boleyn ile evlenmesine izin vermemesi sonucu Kral Henry’nin mezhebini değiştirerek Anglikan Kilisesi’nin kurulmasını sağladığı dönemlere kadar uzanmaktadır. 

 Katolik mezhebinin tüm değerlerini silebilmek amacıyla sert ve kararlı adımlar atılmış, baskı 12. yy’de Kral II. Henry tarafından İngiltere’ye katılan İrlanda adasındaki Katoliklere de uygulanmıştır. 

İngiltere Kilisesi 16. yy’de Vatikan’dan uzaklaşarak kendi Protestan Kilisesi’ni kurmaya başladı. 

İngiltere, Galler ve İskoçlar Protestanlığı kabul ederken, İrlanda Katolik olarak kalmayı sürdürdü. Bu “İngilizleştirme” harekâtı 1534’ten 1691 yılına kadar çeşitli savaşlarla devam etti. 

 Özellikle de Kral VIII. Henry’nin İrlanda’ya Britanyalı göçmenleri yerleştirmesi ile İrlanda’da ayrımcılıkla ilgili çatışmaların kıvılcımı çakıldı. 

VIII. Henry, Katolik Kilisesinin tüm mal varlığına el koymuş ve İrlanda adasına göç eden Protestanlara bu mal ve toprakları dağıtmıştır. Bu şekilde adada, dini ve geleneksel değerlerini korumaya çalışan İrlandalı Katolikler ile Anglikan Kilisesi’ne girerek Protestanlığı kabul eden göçmenler olmak üzere iki grup oluşmuştur. 

Yüzyıllar boyunca adanın Katolikler lehine olan nüfus yapısı değiştirilmeye çalışılmış; önceleri toprakların %60’ına sahip olan Katolikler, zamanla 18. yy’nin ortalarına varıldığında sadece %7’sini ellerinde tutabilmişlerdir. 

Büyük Britanya Kralı William of Orange dönemi ise, Katolikler açısından tam bir felaket olmuş, kamu kurumlarında görev almaları ve üniversite eğitimi almaları yasaklanmıştır. Bu durum İrlanda milliyetçiliğinin doğmasına zemin oluşturmuştur. İrlanda’da din eksenli bölünme, bu gelişmeler doğrultusunda etnik kökenli bölünmeye doğru yol almıştır. 

Kolonisi olarak İrlanda’da hakimiyetini devam ettirmek isteyen İngiltere, İrlanda ile arasında halk, kültür, düşünce ve dil değiş-tokuşu yapmış ancak yapılan bu değiş-tokuşun adaletsiz bir şekilde uygulanması zamanla Katoliklerin mal varlığının elinden alınmasına neden olmuş ve Protestanlar varlıklı bir hayat sürerken, Katolikler yoksulluk içerisinde hayatlarına devam etmişlerdir. 

 Bu durum Katoliklerin, Protestanlara ve onların bu varlıklı hayata sahip olmalarını sağlayan İngilizlere karşı kin ve nefret beslemelerine neden olmuştur.

İrlanda milliyetçiliğinin doğmuş olduğu ortamda Kuzey İrlanda’daki Katoliklerin oranı %34 civarındaydı ki, bu oranın çoğunluk olan Protestanların içerisinde asimile edilmesi çok zordu. 

 Dolayısıyla ilk önce ‘Birleşik İrlanda Topluluğu’ oluşturulmuş, bu topluluğun etkin rol oynadığı 1798 isyanı sonucu 20.000’den fazla kişi ölmüştür. 

Bu ayaklanma İngiltere’yi, İrlanda’yı bir an önce Britanya’ya katma gerektiğini hatırlattı. Bu maksatla rüşvet, asalet ve toprak dağıtarak İrlanda Parlamentosunu adeta satın alarak ikna ettiler. 

 Buna rağmen “Birleşme Yasası” ilk oylamada 104’e karşı 109 oyla reddedildi. Bunun üzerine ikinci bir oylama yapıldı ve 115 ret oya karşılık 158 oyla ilgili yasa kabul edildi. 

 Zaman içerisinde de Protestanların baskın olduğu yeni yerleşim bölgeleri kurularak, İngiltere’yi destekleyen milletvekillerinin sayısı artırılmaya çalışıldı. Ağustos 1800 tarihli bu İrlanda ve İngiltere parlamentoları tarafından kabul edilen “Birleşme Yasası”na göre kabul edilen temel maddeler şöyle idi:

“1. İrlanda, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı’na katılacaktır.

2. Dublin Parlamentosu feshedilecektir. İrlanda, İngiliz Parlamentosunda 100 milletvekili, 4 daimi ve 28 geçici lord tarafından temsil edilecektir. (Hepsi de Anglikan olacaktır.)

3. İngiltere ile İngiltere arasında serbest ticaret yapılacaktır.

4. İrlanda, Birleşik Krallığın genel harcamalarının on yedide ikisinden sorumlu olacak, ayrı bir maliye bakanı istihdam edecektir.

5. İrlanda kendi mahkemeleri ve memuriyet sistemini koruyacaktır. 

6. Hiçbir Katolik, memur olamayacaktır.”

Aslında bunun anlamı “Birleşme” değil, İrlanda’nın, İngiltere’nin boyunduruğu altına girmesi demekti. 

Birleşme Yasası böyle kabul edilirken, Katolikler ile Protestanlar arasında eşitliği amaçlayan ‘Katolik Topluluğu’ ise, 1823 yılında kurulmuştur. 

İrlanda’daki baskı ve fakirlik dolayısıyla İrlanda adasını terk edip New York’a yerleşen İrlandalı Katolikler ‘Fenian Brotherhood’ adlı örgütü kurmuş ve İrlanda’nın bağımsızlığı için çabalamıştır. 

 Bu örgütün Dublin’deki karşılığı ise ‘İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği’ örgütüdür. Bu örgütlerden de anlaşılacağı üzere, İrlanda milliyetçiliği oldukça yaygın bir hale gelmiştir. 

İngiltere’nin artık rahat edebileceğini düşündüğü bir dönemde bu kez İrlanda’daki büyük kıtlık yeni bir sorun yarattı. 1845’te çıkan ve özellikle patateste görülen büyük kıtlık dönemi beş yıl sürdü. Bu dönemde büyük sıkıntı çeken İrlandalılara İngiltere yardım etmedi. 

 Kıtlığın atlatılmasında gene en büyük yardımı İrlandalılardan görmüşlerdi. Yani, evvelce Amerika’ya göç eden ve yıllar sonra İrlanda’nın bağımsızlığın da da kendilerine yardımcı olacak olan Amerikalı İrlandalılardan… 

İrlanda’yı kendi içerisinde özerk yapabilecek olan bir düzenleme nihayet 20. yy.’da hazırlanmış, lakin Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile bu tasarı askıya alınmıştır, bu durum İrlandalıların silahlı mücadeleye başvurmasına neden olmuştur. 

 Bu süreç içerisinde 1919 yılında İrlandalı gönüllü grupları bir araya gelerek silahlanmış ve İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA)’nu kurmuşlardır. Bu örgüt üyelerinin yaş durumları incelendiğinde %5’inden çok daha azının 40 yaş ve üzerinde olduğu, büyük bir bölümünü ise arkadaş etkisiyle örgüte katılan 18 ile 19 yaşlarındaki gençlerin oluşturduğu görülmektedir. 

 Örgüt üyelerinin hem genç hem de bekar oluşu inandıkları değerlere daha sıkı bağlanmalarına ve hayatta riske atacak pek fazla varlıklarının olmayışı nedeniyle beklenenden çok daha fazla şiddet eylemine yönelmelerine neden olmuştur. Erkekler silahlı örgüt içerisinde yer alırken, kadınlar genellikle örgütün siyasi kolu olan Sinn Fein içerisinde bulunmuş ya da IRA’ya destek olan ve yarı-askeri bir birliktelik olarak bilinen ‘Cumann na mBan’ isimli örgütte görev üstlenmişlerdir. 

Eski “IRA” olarak da bilinen bu ilk IRA’nın mensupları 1919 yılında patlayıcı madde nakline refakat eden İrlanda Kraliyet polisine saldırarak ikisini öldürmüştü. Bu eylemleri dönemin IRA militanlarından Dan Breen, 

“Kasıtlı olarak eylem yaptık. Treacy (diğer saldırgan) bana, savaşı başlatmanın yolunun birisini öldürmek olduğunu söyledi ve biz bir savaş başlatmak istiyorduk. Bu yüzden düşman güçlerinin en önde ve en önemli dalından olan polisleri öldürmeye karar verdi…”  şeklinde anlatmıştır. 

IRA, 1920’li yıllarda eylemlerini kentlere taşımış, ardından bombalamalar, yaralamalar ve diğer terör eylemleri birbirini izlemiştir. İrlandalılar uzun yıllar süren mücadeleler sonrası, Birinci Dünya Savaşı sonrasında uygun atmosferden yararlanarak Bağımsız İrlanda Cumhuriyetini ilan etmiştir. 

İngiltere, İrlanda adasının kuzeyinde yer alan Ulster bölgesinin kendisine bağlı kalması şartı ile Bağımsız İrlanda Cumhuriyeti’ni tanımıştır. 

1921 tarihli bu anlaşmaya göre, Kuzey İrlanda istemesi halinde, anlaşmada belirlenen koşullar dâhilinde “Serbest İrlanda”dan ayrılabilecekti. Bunun için de anlaşmanın imzalanmasından itibaren birkaç aylık belirli bir süre gerekliydi. Serbest İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınır ise “İrlanda sınır komisyonu” tarafından belirlenecekti. Fakat bu işlem gerçekleşmedi. Serbest İrlanda’nın İngiltere’ye olan borcunun silinmesi karşılığında sınırlar değiştirilmedi. İki yıl boyunca Kuzey ve Güney iki İrlanda Meclisi ve iki hükümet mevcuttu. 

Ancak, adanın ikiye bölünmesi ve Kuzey İrlanda’nın İngiltere’ye bağlılığı üzerinde anlaşmaya varılması sonucu, bu durumu IRA içerisinde kimi gruplar Cumhuriyete ihanet olarak kabul etmiş ve örgüt ikiye bölünmüştür. Bundan böyle IRA iç hesaplaşma ile İrlanda topraklarında da terör estirmeye başlamıştır.

İç savaş sonrasında İrlanda hükümeti, IRA’yı yasadışı terör örgütü olarak ilan etmiş ve tasfiye etme harekâtına başlamıştır. Bu dönem sonrasında ise Cumhuriyetçi İrlandalılar 1921 yılında ayrıldıkları soydaşlarıyla birleşmek amacıyla İngiltere ve İngiliz kontrolündeki Kuzey İrlanda hükümetine karşı mücadele etmeye başlamışlardır. 

Cumhuriyetçilerin isteği, İrlanda adasındaki tüm İngilizlerin adayı terk etmesi idi. Buna karşılık adada önemli sayıda Protestan İngiliz iskân edilmişti. Bu Protestan Kuzey İrlandalılar da yapılan bağımsızlık antlaşmasından tedirginlerdi. Çünkü yeni Katolik devletin dini özgürlükleri kısıtlayacağı endişesini taşıyorlardı. Üstelik adanın diğer sakinlerine göre sanayi açısından çok daha gelişmiş ve daha varlıklı idiler. Gelecekte adanın diğer yerleri gibi “geri” kalacakları düşüncesine sahiplerdi.

 Bu sebeple Kuzey İrlandalı Protestanlar da silahlanmışlardı. Bu grup daha sonra “Birlikçiler” adıyla anılacaklardı. Amaçları İrlanda Cumhuriyeti’nden bağımsız, Protestanların kontrolü altında ve İngiltere’nin bir parçası olarak “Kuzey İrlanda” adı altında toplanmaktı. “Ulster Unionist Party” (Ulster Birlikçi Parti) ve “Democratic Unionist Party” (Demokratik Birlikçi Parti) şeklinde de iki önemli parti kurmuşlardı.

Öte yandan, “Cumhuriyetçiler” ya da “Milliyetçiler” olarak da bilinen Kuzey İrlanda’nın Katoliklerinin ana hedefi İngilizlerin tamamen İrlanda adasından çıkarılmasıydı. Sosyal Demokrat Liberal Parti (SDLP) ve IRA’nın siyasi kanadı olan Sinn Fein adında da iki parti mevcuttu. 

 SDLP, İrlandalı Protestan nüfusun da ikna edilmesi suretiyle birleşmeyi savunurken, Sin Fein, birleşmenin derhal yapılmasını ve İngilizlerin de adadan çıkarılmasını hedefliyordu. Sinn Fein’ın siyasi destek verdiği IRA ile bu tarihten sonra amansız mücadeleler başladı. Çok iyi finanse edilen IRA aynı anda 400 militan bulundurabilmekteydi. 

1921 yılından itibaren pek çok IRA faaliyeti sonunda çok sayıda insan öldürüldü, IRA elemanları yakalandı. 

Ekim 1921’de İrlanda’daki İngiliz askeri sayısı 57.000’e, güvenlikle ilgili RIC polisi sayısı 14.200’e ve gene güvenlik güçlerine yardımcı milislerin sayısı 2.600’e çıkmıştı. Anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte Güney İrlanda’daki İngiliz birlikleri 12 Ocak 1922’den itibaren çekilmeye başladılar. 

Anlaşma yanlıları ve IRA grupları arasındaki iç savaş 1923 yılı ortalarına kadar sürdü. Bir taraftan da Serbest İrlanda devleti ile İngiltere arasındaki müzakereler sürdürülmekteydi. Bunların sonucunda 6 Aralık 1922’de Serbest İrlanda devleti de resmen kuruldu. 

 Bu devlete ait hükümet kuvvetleri karşısında IRA’nın yenilmesi sonucu, 1923 yılı ortalarında iç savaş da sona ermişti. 4.000 kişinin hayatına mal olan bu savaş sonucunda, anlaşma karşıtı yaklaşık 12.000 kişi de bir yıl süreyle toplama kamplarında tutukluluk hali yaşadılar. 

 Anlaşma sonrasında 32 vilayetin yer aldığı Serbest İrlanda’ya karşılık, 6 vilayetin bulunduğu Protestan ağırlıklı Kuzey İrlanda İngiltere’ye bağlı kalıyordu. Bu sonuçla İngiltere İrlanda’dan vazgeçmiş, sadece Kuzey İrlanda ile yetinmişti. Ancak Serbest İrlanda hala “bağımsız” değildi. 

Bu yeni düzenlemeyle İrlanda’nın kuzeyi Protestan ağırlıklı bir otonomiye kavuşurken, Serbest İrlanda’da da Protestanlar baskılara maruz kalıyorlardı. Bu sebeple kuzeyle güney İrlanda arasında karşılıklı göç yaşandı. Bir taraftan da şiddet olayları devam ediyordu. Kuzey’deki Protestan yönetiminde ilk Başbakan James Craig’le birlikte kurulan tüm “Birlikçi” hükümetler Katolik azınlığa karşı ayrımcı politikalar izlemeye başladılar. 

 Kamu kesimi, gemi inşa ve ağır sanayideki mühendislik iş alanlarında Katoliklere yer verilmeyen bir uygulama başlatıldı. 

1929 yılında da nispi temsil (orantılı temsil) sistemi kaldırılarak, 50 yıl sürecek bir “Birlikçi” tek parti iktidarının yolu açıldı. Bu arada aynı yıl 12 Temmuz’da Protestan Kardeşlik Örgütü’nün “Orange Tarikatı”, Orange’li Prens William’ın 1690 tarihli Katolik Kral II. James’e karşı zaferini simgeleyen yürüyüş yıldönümünde, bu yürüyüşü Katolik mahallelerinden yapmaya kalkınca çıkan çatışmada 9 kişi öldü.

Bu karışıklıklara rağmen “Kuzey İrlanda”, 1969 yılına kadar, IRA’nın zaman zaman yaptığı saldırılar dışında nispeten sakin, ancak Katoliklerin dışlandığı ve ekonomik açıdan yoksullaştırıldığı bir bölge olarak kaldı. 

Serbest İrlanda ise 1949 yılında bağımsızlığını ilan ederek “İrlanda Cumhuriyeti” adını aldı ve İngiliz Milletler Cemiyeti’nden de ayrıldı. Adanın bölündüğü 1920’li yıllarda nüfusun %10’u Protestan iken, gelinen günde bu oran %4’lere kadar düştü. 

Kuzey İrlanda’daki çatışmalar 1960’lı yıllarda yeni bir boyut kazanmış ve ABD’deki bağımsızlık hareketi örnek alınarak İnsan Hakları Hareketi başlatılmıştır. 

Bu haklar ev ve iş dağılımın adil bir şekilde yapılmasını, seçimlerde uygulanan adaletsizliklerin giderilmesini öngörmekteydi. Bu hareket dâhilinde yürüyüşler, oturma eylemleri düzenlenmiş, kitle iletişim araçlarının ilgisini çekmek planlanmıştır. Ancak bu hareket, başarılı olduğu takdirde imtiyazlı hakları ellerinden alınabilecek olan Protestanlar tarafından karşılık bulmuş ve şiddet eylemleri iki taraflı sürdürülmüştür. 

Ekim 1968’de Londonderry’de “ Sivil halklar Yürüyüşçüleri ” İngiliz RIC polisleri tarafından dövüldüler ve bu manzara televizyonlardan da gösterildi. 

Bunun üzerine eski IRA militanları tarafından “Geçici İrlanda Cumhuriyeti Ordusu” (PIRA) kuruldu. Her ne kadar PIRA olarak kurulsa da, kamuoyunda “IRA” olarak anılmayı sürdüren bu İrlandalı örgüt, silahlandı. Katolikler güvenlik güçlerinin giremeyeceği “kurtarılmış bölgeler” oluşturmaya başladılar. 

Ağustos 1969’da Kuzey İrlanda hükümeti İngiliz kuvvetlerini yardıma çağırdı. Temmuz 1970’te Belfast’a ulaşan İngiliz birlikleri sokağa çıkma yasağı ilan ettiler. Masum dört sivilin öldüğü çıkan olaylar sonucu 337 kişi tutuklanmış, tüm evler aranmıştı. 

Altı ay sürmesi düşünülen bu “Barışı koruma Harekâtı” bir türlü sonuçlanmamış, 38 yıl devam etmişti… Zaman içerisinde Protestanlar da mücadelenin içerisine girdiler. 30 Ocak 1972’de İngiliz askerleri Derry’de 13 silahsız protestocuyu silahla katlettiler. Bu olay üzerine IRA, öldürülen Katoliklerin intikamını almak istediğini dile getirmiş ve şiddetin artmasına neden olmuştur. Oysa IRA’nın daha önceki eylemleri, can kaybına yol açmayacak, fakat hayatı sekteye uğratacak türdendi. 

Tarihe “ Kanlı Pazar ” olarak geçen bu olayından sonra, İngiltere, kurulduğu ilk günden bu yana ‘Protestanlar için Protestan Parlamentosu’ olarak anılan Kuzey İrlanda Parlamentosunu kapatmış ve bu durum Katolik toplum için bir zafer olarak anıla gelmiştir. 

Kuzey İrlanda Parlamentosunun kapatılması IRA eylemlerine son vermemiş, aksine bombalama eylemlerini arttırmıştır ve IRA’nın artan eylemleri sonucu yargıç kararı olmaksızın tutuklamaya izin veren ‘internment’ (enterne etme) yasası yürürlüğe girmiştir. 

Bu yasanın 12. Maddesine göre İçişleri Bakanı “Kuzey İrlanda’da barışın korunması ve kamu düzeninin sürdürülmesine zarar vereceği veya verdiği ya da vermekte olduğundan kuşkulanılan herhangibir kimseye karşı” enterne etme emri verebiliyordu. 

IRA’nın dönem lideri Macstiofain ise örgütün amacının, Kuzey İrlanda’yı yönetilmez hale getirmek olduğunu sürekli dile getirmiştir. İnsan Hakları Hareketi ve daha sonra meydana gelen şiddet eylemleri sonrasında hükümet ekonomik ayrımcılığın önüne geçebilmek amacıyla 1976 yılında ‘Adil İşe Alım Yasasını’ çıkartmıştır, ancak bu yasanın, her bir Katolik’e verilen işin Protestan’ın o işi kaybetmesi anlamına geldiği için şiddeti yok etmede etkili olduğu söylenememektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***