Kemal İnat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kemal İnat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2021 Salı

16 NİSAN REFERANDUMU VE YENİDEN İNŞA: CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE GEÇİŞ

 16 NİSAN REFERANDUMU VE YENİDEN İNŞA: CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE GEÇİŞ



ÖNSÖZ

    Türk Dış Politikası Yıllığı yayın hayatına başladığı 2009’dan beri küresel ve bölgesel gelişmeler ışığında Türk dış politikasının nabzını tutmaya devam etmektedir. Yine yoğun bir çalışma ve emeğin ürünü olarak sizlerle buluşan elinizdeki eser ile birlikte yıllık dizimiz dokuzuncu kitabına ulaşmaktadır. Eserimizin geçen zaman içerisinde Uluslararası İlişkiler alanında çalışan uzman, akademisyen ve öğrenciler kadar alan dışındaki meraklılar ve araştırmacıların da başvuru kaynaklarından biri haline geldiğine mutlulukla şahit olmaktayız.
    Her sayıda tekraren vurgulandığı gibi makaleler temelde bilgi yoğunluklu olup olayların yorumlanması hususunda okuyucuya alan bırakmaktadır. 
Böylelikle daha nesnel içeriğe sahip ve aktüalitenin çeldiriciliğine direnebilen uzun ömürlü bir yapıt ortaya çıkmaktadır. 
Her biri yazdıkları konularda uzman olan yazarlarımız çalışmalarını uzmanlıklarının getirdiği bütünlüklü bir çerçeve içerisinde sunmakta ve analitik bakışları ile zenginleştirmektedir.
Bu anlamda da kuru ve bağlam dışı enformasyondan ziyade mantıksal bir yapı içerisinde anlam kazanan bir bilgi bütünü ortaya çıkmaktadır.
2017’de Türk dış politikasındaki gelişmelerin ele alındığı bu kitapta on altı makale ile birlikte bu yılla sınırlı kalmayan beş bağımsız makale yer almaktadır. 
Söz konusu bağımsız makaleler Türkiye’nin en can alıcı dış politika gündemlerini daha geniş bir bağlamda masaya yatırmaktadır.
Bağımsız makalelerin yer aldığı birinci bölüm Burhanettin Duran’ın “15 Temmuz Darbe Girişiminin Türkiye’nin İç ve Dış Politikasına Etkisi” başlıklı  çalışması ile başlamaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen darbe sonrası Türk dış politikasında yaşanan dönüşümün etkileri belirleyici olmaya devam etmektedir. Duran bu eserinde meşum darbe girişiminin Türk siyasetinde yarattığı konjonktürel ve yapısal dönüşümlere mercek tutmaktadır. “Türk-Rus İlişkilerinde İkinci Bahar Kalıcı mı?” başlıklı makalesiyle Nurşin Ateşoğlu Güney Türkiye ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın muhtemel geleceğini analiz etmektedir. Tuncay Kardaş “Trump Dönemi Türkiye-ABD Krizinin Analizi” isimli çalışması ile yeni ABD Başkanı Trump’la birlikte derinleşen iki ülke ilişkilerindeki krizin muhtelif dinamiklerini ele almaktadır. Hakkı Uygur Ankara-Tahran ilişkilerini analiz ettiği “Arap Baharı Sonrası Bölgesel Gelişmeler Işığında Türk-İran İlişkileri” isimli makalesinde kriz ve normalleşme ekseninde ilişkilerin seyrine odaklanmaktadır. Çağatay Özdemir ve Neslihan Saydam’ın kaleme aldığı “ Türkiye - ABD İlişkilerinde Washington’daki Türk Lobisinin Rolü ”
isimli birinci bölümün son makalesinde ise iki ülke ilişkilerini belirlemede “Türk lobisi”nin ne derece etkili olduğu sorusuna cevap aranmaktadır.

    2017’de muhtelif alanlarda yaşanan dış politika gelişmeleri ise İkinci bölümde analiz edilmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları Kemal İnat, Mustafa Caner, Recep Tayyip Gürler, Ahmet Arda Şensoy, Talha İsmail Duman, İsmail Numan Telci, İsmail Akdoğan ve Haydar Oruç imzalı makalelerde incelenmiştir. Türkiye’nin ABD ve AB politikaları sırasıyla Kılıç Buğra Kanat ve Filiz Cicioğlu, Rusya ve Kafkasya politikası da Özgür Tüfekçi tarafından
kaleme alınmıştır. Aynı şekilde Türkiye’nin Kıbrıs politikası Enes Bayraklı ve Hacı Mehmet Boyraz, Balkanlar politikası Mehmet Uğur Ekinci ve Dilek Kütük, Afrika politikası Abdurrahim Sıradağ, Orta Asya ve Pakistan politikası Tamer Kaşıkçı, Asya Pasifik politikası Muhammet Hamza Uçar ve Latin Amerika politikası da Mustafa Yetim tarafından yazılmıştır. Sadık Ünay ve Şerif Dilek ise yazdıkları makalede Türk dış politikasının ekonomi politiğini ele almışlardır.
Yıllığın bu sayısının yayımlanması hususunda yazılarıyla katkıda bulunan değerli yazarlarımıza ve kitabımıza teveccüh gösteren saygıdeğer okurlarımıza  teşekkürü bir borç biliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Mustafa Caner





15 Temmuz darbe girişiminin Türk siyasetine en kritik etkisi mevcut parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiştir. İlk defa hükümet sistemi değişikliği içeren bir Anayasa değişikliği (18 Madde) sivil siyasetin inisiyatifi olarak Meclisten 
geçerek halkın önüne koyulmuştur. Bu arayış hem devletin kurumsal açıdan yeniden yapılanmasını hem de siyasetin kodlarını değiştirecek bir çabadır.
Aslında Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş arayışının tarihi 1970’lere kadar götürülebilir. Koalisyon dönemlerinde yaşanan siyasal istikrarsızlıklar ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin krize dönüştürülmesi gibi hususlar bu arayıştaki en önemli etkenlerdir. Ayrıca Türk tipi parlamenter sistemin getirdiği istikrarsızlık askeri darbelerin yapılmasını kolaylaştırmıştır. 

Bu kaygılardan hareketle özellikle sağ gelenekten gelen siyasi liderler bu kısır döngüden çıkmak için siyasi sistemin dönüştürülmesi ve Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini savunmuşlardır. 1970’lerde Milli Görüş geleneğine mensup partilerin lideri Necmettin Erbakan ve Türk milliyetçiliği çizgisinin lideri Alparslan Türkeş bu fikri seslendirmiştir.
Benzer şekilde 1982 Anayasası’nın getirdiği hükümet sisteminin krizlerini gören Turgut Özal 1980’lerin sonundan itibaren başkanlık tartışmasına devam etmiştir.
Özal’ın önerisine ilk başta karşı çıkan Süleyman Demirel 1990’ların ikinci yarısında başkanlık sistemine geçilmeden Türkiye’nin yönetilemeyeceği görüşünü öne sürmüştür.32 

2000’lerde Recep Tayyip Erdoğan tarafından devam ettirilen başkanlık sistemi tartışması 2007’deki 367 Madde krizinden sonra cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verilmesi ile yeni bir evreye girmiştir. Cumhurbaşkanını güçlü ancak sorumsuz olarak konumlandıran 1982 Anayasası’nın çerçevesini çizdiği hükümet sistemi 2007 halk oylaması ile aslında “yönetme krizleri”ne daha da davetiye çıkarır hale gelmiştir. 2014’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesiyle birlikte mevcut sistem fiilen yarı başkanlık sistemine yaklaşmıştır. Ancak cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi muhalefeti yeni bir sisteme
geçmeye ikna edememiştir.
Tam da bu noktada gerçekleşen 7 Haziran 2015 seçimleri yüzde 40 oy alan bir partinin tek başına hükümet edemeyeceğini göstermekle kalmamış AK Parti karşıtlığında birleşen CHP, MHP ve HDP’nin aralarında bir koalisyon kuramayacaklarını da ispatlamıştır.
Koalisyona “hayır” diyen MHP lideri 1 Kasım 2015 seçimleri ile AK Parti’nin tek başına iktidarının önünü açmıştır. 
Ancak MHP’deki asıl değişim partinin FETÖ odaklı saldırılara muhatap olması ve daha da önemlisi 15 Temmuz darbe girişiminin yaşanmasıyla gerçekleşmiştir. Darbe girişimi Türkiye’nin bekasına yönelik yeni bir farkındalık oluşturarak yeni bir uzlaşmanın önünü açmıştır.
MHP lideri Bahçeli’nin 11 Ekim 2016’da partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’deki mevcut yönetim sisteminde sıkıntıların olduğunu ve gelecekte bu sıkıntıların büyük bir yönetim krizine dönüşebileceğini belirtmesiyle yönetim sistemi değişim süreci başlamıştır. 
Cumhurbaşkanının kullandığı yetkilerin fiili bir durum oluşturduğunun ve bunun hukukileştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bahçeli Anayasa’nın ilk dört  maddesi ve üniter yapının bozulmadığı bir değişiklik önerisi için müzakereye hazır olduklarını açıklamıştır.33

     Böylece AK Parti’nin hazırladığı ve MHP ile birlikte müzakere ettiği 21 maddelik Anayasa değişikliği teklifi 10 Aralık 2016’da TBMM Başkanlığına sunulmuştur. 

Anayasa Komisyonundaki görüşmelerde 18 maddeye indirilen teklif ile “Cumhurbaşkanlığı sistemi” Meclisten 339 kabul oyu almıştır. Daha sonra 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda yeni sistem yüzde 51,4 “evet” oyuyla kabul edilmiştir. Böylece Türkiye parlamenter sistemden bir tür başkanlık sistemi  olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almıştır. 

15 Temmuz’un Türk siyasetine etkisi neticesinde bu kararın alınabildiği açıktır.

      Cumhurbaşkanlığı sisteminin anayasal tasarımında iki önemli husus göz önünde bulundurulmuştur: İlki geçmişte yaşanan siyasal krizlerin bir kez daha yaşanmaması için Türkiye’ye özgü bazı düzenlemelerin yapılması, ikincisi ise başkanlık sistemini uygulayan ülkelerde yaşanan sistem içi krizleri aşmaya yönelik iyileştirme önerilerinin dikkate alınmasıdır. Cumhurbaşkanı ve yasama organının doğrudan halk tarafından seçildiği bu yeni sistemde yürütme tek başlı hale getirilmiştir. Yürütme ve yasamanın seçimleri beş yılda bir olacak şekilde eş zamanlı olarak düzenlenmiştir. Ayrıca yasama ve yürütme arasında oluşacak bir krizle sistemin tıkanması durumunda cumhurbaşkanı ve meclisin birbirlerinin görevlerine son verebilmesi mümkün kılınmıştır. Bu durumda her iki organın seçimlerinin karşılıklı olarak aynı anda yenilenmesi zorunluluğu getirilmiştir.34

16 Nisan 2017 referandumu ile., 
24 Haziran 2018 seçimleri arasındaki dönem Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe hazırlık evresidir.

Bu evrede MHP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hem iç hem de dış politika konularında verdiği destek devam etmiştir. Devlet Bahçeli için bu desteğin temel meşrulaştırma söylemi ise “Yenikapı ruhuna sadakat” ve “Cumhurbaşkanlığı sistemini yerleştirme” isteği olmuştur. 

Bir anlamda 15 Temmuz direnişinin siyaset üzerindeki etkisi 24 Haziran seçimlerine kadar taşınacaktır.

   Nitekim Bahçeli 8 Ocak 2018’de Ankara’da yaptığı basın toplantısında MHP’nin gelecek seçimlerde cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğini ve milletvekilliği seçimlerine “olursa ittifakla, olmazsa kendi partisi olarak” gireceğini açıklamıştır. 

   Bu açıklama MHP ile AK Parti arasında kurulacak ve önce “yerli-milli” sonra “Cumhur İttifakı” olarak anılacak ittifakın ilk işaretidir. 

Daha sonra Şubat’ta partilerin seçim ittifakı yapmasını serbest bırakan ortak teklif yasalaştırılmıştır.35

Böylece yüzde 10 barajının altında kalan küçük partilerin mecliste temsil edilmesinin yolu açılmış ve buna uygun ilk ittifak da AK Parti, MHP ve BBP arasında yapılmıştır. 24 Haziran seçimlerine giderken muhalefet partileri de ittifak yapmak zorunda kalmıştır.
CHP-İyi Parti-Saadet-DP bloklaşması da “Millet İttifakı” adı altında gerçekleştirilmiştir.
Cumhur İttifakı’nın amacı Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için gerekli düzenlemeleri birlikte yapmak ve siyasi bloklaşmayı buna göre şekillendirmektir. Bu dönüşümün taşıyıcı aktörü olan Erdoğan’ın ilk turda kazanması hedeflenmiştir. Suriye’nin kuzeyindeki “terör koridoru”nu ortadan kaldırma yönündeki Afrin operasyonu gibi hamlelerin içeride meydana getireceği siyasi dalgalanmaları yönetmek ve dışarıdan oluşturulacak türbülansı göğüslemek ana gayeler arasında olmuştur. Aslında benzer amaçlar Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı yapması ve Erdoğan’ın da 24 Haziran’ı işaret etmesinin sebepleri olarak sayılabilir. 

  Böylece 15 Temmuz 2016 sonrasında oluşan Yenikapı ruhuna dayanarak AK Parti ve MHP önce Cumhurbaşkanlığı sistemine geçme kararı almış, daha sonra ise bir an önce yeni sisteme geçerek siyasal istikrarı kalıcı hale getirmek için erken seçim yolunu açmıştır.

SONUÇ

Şurası açıktır ki eğer 15 Temmuz darbe girişimine gösterilen sivil-demokratik direniş olmasaydı muhtemelen ne 16 Nisan referandumu ile yeni bir sisteme geçme kararı alınabilir ne de FETÖ, DEAŞ ve PKK ile mücadelede bu kadar geniş kapsamlı bir faaliyet yürütülebilirdi. Bu itibarla 15 Temmuz gecesi, 2013 Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ile başlayan sürecin zirve noktası olduğu kadar yeni bir siyasi dönemin de kapısı konumundadır. Türkiye’nin etrafındaki türbülanstan çıkışı da, sistemsel dönüşümü de ancak 15 Temmuz  direnişinin Türk siyasi hayatına getirdiği yeni kodlar ve sermaye ile mümkün olabilecektir.
    Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya hem devlet kurumlarının güçlü olmasını hem de demokratik konsolidasyonu gerektirmektedir.
Bu zorlu arayışın siyaset kurumunu da, aktörlerini de büyük sorumluluk ve görevlerle donattığına kuşku yoktur. Bir darbe girişimini bastırmanın  verdiği öz güven ile yeni bir toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kapsayıcı politikaların üretilmesi elzemdir.
    15 Temmuz direnişinin Türkiyelilik hissini perçinleyen vatan sevgisini farklı kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir değer ve farkındalık haline getirmesi  ümit vericidir. Bu aynı zamanda Türkiye karşıtı lobilerin kampanyası ve üç terör örgütünün (DEAŞ, PKK ve FETÖ) saldırıları ile mücadele için dayanılacak zemini oluşturmaktadır.
Söz konusu zemin aynı zamanda Türkiye’nin etrafındaki tüm kaotik gelişmelere rağmen otonom dış politika yürütebilmesinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir.

Aslında Rusya ile yakınlaşma, Batı ittifakının mahiyetini sorgulama, Suriye ve Irak’taki sert güç kullanımı ve yeni bölgesel dizayna yapılan itiraz (Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine verilen güçlü tepki dahil) 15 Temmuz direnişinin siyasetimize getirdiği yeni bilinç ve algı ile irtibatlıdır. Bu bilincin parçaları arasında “saldırı altında olma”, “kendi başının çaresine bakma” ve “daha müreffeh, daha etkili” bir Türkiye muhayyilesi bulunmaktadır. AK Parti’ye gerektiğinde Batılı müttefiklerini karşısına alma cesaretini veren bu yeni bilincin modern Türkiye’nin tarihinde karşılaştırılabileceği iki dönembulunmaktadır; ilki Cumhuriyet’in kuruluşundaki zafer ve kurtuluş hissi, diğeri ise çok partili hayata geçişle kendi kaderini tayin etme iradesidir. 15 Temmuz gecesinde “vatanını koruma”, “iç ve dış vesayetlere son verme” ve “milli bağımsızlığını tüm kurumlarıyla tesis etme” isteklerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. 

Bu yeni kodlar siyasi hayatımızın bütün aktörlerini şekillendirecek kalıcı bir etkide bulunmuştur. Darbeler ile dönemlendirilen Türk siyasi hayatı artık yeni bir dönem ayracına sahiptir. Bu ayraç sadece bir darbenin millet tarafından bastırılmasına ve yargılanmasına işaret etmemekte, aynı zamanda yakın tarihimizi yeniden okuma fırsatını sunmaktadır.
 
DİPNOTLAR

32 Nebi Miş ve Burhanettin Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü 
ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi, (SETA Yayınları, İstanbul: 2017), s. 15-50.
33 Miş ve Duran, “Türkiye’de Siyasal Sistemin Dönüşümü ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, s. 40.
34 Daha fazla detay için bkz. Serdar Gülener ve Nebi Miş, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, SETA Analiz, Sayı: 190, (Şubat 2017). Bkz. Haluk Alkan, 
Kurumsalcı Yaklaşım Işığında Yeni Sistemin Analizi: Cumhurbaşkanlığı Sistemi, (Liberte Yayınları, Ankara: 2018).
35 Bkz. Nebi Miş ve Hazal Duran, “Seçim İttifakları”, SETA Analiz, Sayı: 232, (Şubat 2018).

***

29 Ekim 2020 Perşembe

Siyasi Ayak Oyunları.,

 Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat


Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat

Güvenlik, Kemal İnat, Siyaset, 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi, ABD, Adalet ve Kalkınma Partisi, AK Parti, Askeri Darbe, Fethullah Gülen, FETÖ,
Recep Tayyip Erdoğan, Siyasi Ayak Oyunları, “Siyasi Ayak” Oyunları.,

Kemal İnat
19 Şubat 2020.,


FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir..

    Türk siyasetinde yeniden garip bir şekilde başlatılan “siyasi ayak” tartışmasını dış politikadan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.
Güncel tartışmanın fitilini ateşleyen de eski bir Genelkurmay Başkanı olduğuna göre, meselenin darbe boyutu da çok önemli.
FETÖ’nün 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’daki darbe girişimlerinin Türkiye’nin bağımsız dış politika arayışlarıyla yakından ilgili olduğu açık bir gerçektir. Şimdi siyasi ayak polemiği üzerinden FETÖ’ye karşı mücadelede en ön safta yer alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan saldırının da aynı şekilde Türkiye’nin dış politikadaki bağımsız çizgisinde ısrar etmeye devam etmesiyle çok yakından ilgisi var.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerinin belediye başkanlıklarını kazandığı bir seçimden sonra muhalefetin 2023 seçimlerini demokratik kurallar çerçevesinde kazanmaya yönelmek yerine, yeniden geçmişteki hataya düşüp, hangi yolla olursa olsun Tayyip Erdoğan’ı iktidardan devirmek arayışına girmesi anlaşılır gibi değil.
Tayyip Erdoğan’a FETÖ ile yeterince mücadele etmediği iddiası üzerinden muhalefet etmek, iktidar mücadelesini yeniden zayıf olduğu alana çekmek demektir. Herkes Erdoğan’ın FETÖ ile mücadelesinin ne kadar kararlı olduğunun şahidi. Hatta bazı kesimler bu mücadelenin çok sert olduğunu ileri sürerek onu eleştiriyorlar.
17-25 Aralık darbe girişiminden sonra FETÖ ile mücadeleyi çok sert yürüttüğü gerekçesiyle Erdoğan’ı eleştiren ve bu mücadeleyi baltalamaya yönelik siyasi adımlar atan muhalefetin şimdi FETÖ’nün siyasi ayağı polemiğinde onu itham etmesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki “kontrollü darbe” söylemi kadar anlaşılmaz bir taktik hatası.

Muhalefetin, FETÖ’nün Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu artık kabul edip, meseleyi sulandırmadan, hükûmetin bu tehdide karşı attığı adımları ve Türkiye’nin bağımsızlığını koruma konusundaki çabasını takdir eden bir çizgiye gelmesi hem kendisi hem de Türkiye için en doğru yol olacaktır.
FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir. 2009 yılından itibaren Türkiye’nin özellikle Orta Doğu politikasında Washington’u rahatsız edecek düzeyde bağımsız hareket etmesi, ABD’nin elindeki bütün araçlarla Türkiye’nin “kayan eksenini” yeniden yerine oturtmaya çalışmasına yol açtı.

Bu çerçevede başvurulan araçlardan biri de Fetullah Gülen örgütü oldu. Başta ordu, emniyet ve yargı olmak üzere Türkiye’deki önemli kurumlara yerleştirilen örgüt elemanları “ekseni kayan” AK Parti hükûmetini devirmek için harekete geçti.
17-25 Aralık, saldırının açıktan yürütülen ilk aşamasını oluşturdu. Bu dönemde muhalefetin, ABD merkezli bu saldırıya karşı Türkiye’nin bağımsızlığını savunmak yerine, bunu AK Parti hükûmetini devirmek için bir fırsat olarak görüp desteklemesi halk tarafından affedilmedi ve ardından 30 Mart 2014’te yapılan seçimler muhalefetin hezimetiyle sonuçlandı.

Muhalefet partilerinin Türkiye’nin güvenliğini ve bağımsızlığını hedef alan saldırılarda hükûmetin arkasında durup, doğrudan iç siyaseti ve hizmetleri ilgilendiren konulara yoğunlaşmaları başarılı olmalarının anahtarıdır.

AK Parti döneminde, dış politikanın bağımsız çizgiye çekilmesi, terör örgütleriyle mücadele ve darbelerin önlenmesi konusunda elde edilen kazanımların geriye döndürülmesine yol açacak bütün adımları halkın cezalandıracağını görememek muhalefet açısından ciddi bir basiretsizlik olacaktır.

Meşru hakkı olan iktidara gelme hedefine, halkı ikna ederek demokratik yollardan ulaşmak yerine, eskiden olduğu gibi, darbe gibi yöntemlerden medet umarak ulaşmaya tevessül etmesi ve Erdoğan’ı devirmek için bir araya gelen gayrimeşru aktörlerle birlikte hareket etmesi muhalefetin yapacağı en büyük hata olacaktır.
Son dönemde şahit olduğumuz “siyasi ayak” ve “darbe” tartışmaları muhalefetin geçmişteki hatalarından maalesef ders almadığını gösteriyor.

https://www.setav.org/siyasi-ayak-oyunlari/

***

26 Eylül 2019 Perşembe

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 4

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 4 


Davutoğlu Dönemi Türk Dış Politikası

Davutoğlu’nun dış politikadaki aktivizmi, geçtiğimiz yedi yıl içinde Ortadoğu, Afrika, Asya, Latin Amerika, Avrupa Birliği, Kıbrıs ve Kafkasya gibi dünyanın birçok bölgesini kapsamaktadır. Bu anlamda genel olarak baktığımızda, komşularıyla arasındaki sorunları çözmekle kalmayıp, maksimum işbirliği ilkesi çerçevesinde imzaladığı onlarca anlaşma, kaldırılan vizeler, bölgede çıkan sorunların çözümlenmesine dair yürüttüğü arabuluculuk rolleri, imzaladığı enerji anlaşmaları, göze çarpan gelişmelerdir. 

Komşularla ilişkiler bağlamında en somut örneklerden biri Suriye ile yaşanan gelişmedir. İki ülke bundan yalnızca on sene önce savaşın eşiğindeyken, son sekiz yıl içerisinde 51’i tek bir gün içinde olmak üzere 80’den fazla anlaşma ve protokol imzalamıştır. Bu anlaşmalar arasında Serbest Ticaret Anlaşması, Yüksek Düzey Stratejik Konsey Anlaşması ve Serbest Dolaşım Anlaşması gibi son derece önemli anlaşmalar da bulunmaktadır. Hatay Sorunu ve Su Sorunu gibi yılların kökleşmiş problemleri bu süreç içinde çözüme kavuşmuştur. Suriye bundan sadece 10-15 yıl önce Türkiye’ye karşı koz olarak kullandığı PKK sorununda bile Türkiye’yle ortak hareket etmiştir. Bugün Türkiye Suriye’yle sadece dost ülke konumuna gelmemiş, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki sorunlarının çözümünde de önemli rol oynamıştır. 
Suriye’nin İsrail, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan ile yaşadığı problemlerinin çözümünde önayak olmuştur. Lübnan’daki sivil çatışmanın çözümüne, Lübnan’daki grupları bir araya getirerek katkı sağlamıştır.37 Türkiye aynı zamanda, Irak’ın Ağustos 2009’da ‘yeşil bölge’de meydana gelen patlamalara dair Suriye’yi suçlamasının ardından çıkan anlaşmazlığın çözümünde Beşar Esad ve Nuri Maliki ile ayrı ayrı görüşerek aktif arabuluculuk yapmıştır.38 

Ayrıca, taraflara Türkiye, Suriye ve Irak arasında üçlü mekanizma kurulmasına dair öneri getirmiş ve tarafların New York’ta bir araya gelmesini sağlamıştır.39 
Bunun yanında, Hariri suikastından beri araları açık olan Esad ve Kral Abdullah’ın bir araya gelmesine önayak olarak Suudi Arabistan ve Suriye arasındaki gerginliğin çözülmesini sağlamıştır. 

Suriye’yle gelişen ilişkilere ek olarak Türkiye Yunanistan ile de büyük yol kat etmiştir. Eskiden Türkiye’nin AB’ye girmesine şiddetle karşı çıkan Yunanistan bugün Türkiye’nin AB üyeliğinin en büyük savunucularındandır. Yunanistan Dışişleri Bakan Vekili Dimitris Druças da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerekliliğinin altını çizmiş ve “Türkiye AB üyesi olduğunda şimdiki ve geçmişteki Türkiye olmayacak” şeklindeki ifadesiyle Yunanistan’ın Türkiye’nin içeride gerçekleştirmekte olduğu reform sürecine ve AB üyeliğine olan desteğini dile getirmiştir.40 Yunanistan’la yaşanan gelişmelere sekte vuran bir konu hiç şüphe yok ki Kıbrıs’tır. Kıbrıs Sorunu’nun çözüme kavuşturulamaması bu anlamda büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlara ilaveten, İstanbul Rum Patrikhanesi ve Ege’de kıta sahanlığı sorunu gibi konular da henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. 


Türkiye’nin AB ile ilişkileri dış politikanın tüm alanlarını tek bir resimde toplamayı hedefleyen bütüncül dış politika çerçevesinde önemli bir yer tutmaktadır. İlişkiler, Avrupa merkezli bir dünya sisteminin ortaya çıkışından sonra bir ayak uydurma ve bütünleşme çabası olarak gelişmiştir. Avrupa ile ilişkilerin tarihi bir bağlama oturtulması sağlıklı bir yaklaşım için olmazsa olmaz bir koşuldur. 

Bugün gelinen noktada içeride bazı tarafların AB ile ilişkilerde bir özgüven sorunu yaşadıkları ve tutarlı bir duruş geliştirememiş oldukları göze çarpmaktadır. Oysaki hem Osmanlı İmparatorluğu, hem de Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca Avrupa’da yaşanmış gelişmelere karşı kendi reflekslerini geliştirmiş ve kayıtsız kalmamıştır. Örneğin, Osmanlı imparatorluğu 1648 Vestfalya anlaşması ile kurulan yeni düzene, Köprülü reformları ile cevap vermiş ve modernleşme ve sekülerleşmenin ilk adımlarını atmıştır. 1815 Viyana Anlaşması sonrası kurulan Avrupa Uyumuna Tanzimat ile cevap verilmiştir. İntibak süreci Tanzimat’la ivme kazanmış, 1856 Paris Anlaşması Islahat Fermanı’na işlerlik kazandırmış ve Osmanlı’yı Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak tanıyarak toprak bütünlüğünü garanti altına almıştır. I. Dünya Savaşı ile biten Avrupa Uyumundan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, Batılılaşma reformlarını hızlandırarak intibak sürecini sürdürmüştür. Bütün bu sürece bakıldığında görülmektedir ki, Avrupa ile ilişkiler 
bir tarihi-felsefi süreklilik dinamiğine sahiptir. Bu anlamda, ilişkileri belirli sorunlar ya da konjonktürel durumlarla tanımlamak hatalı olur. 

Türkiye’nin AB üyelik süreci zarfında karşılaştığı engellerden biri, büyük nüfusu, geniş yüzölçümü, nispeten geri kalmış ekonomisine ilaveten hiç şüphesiz Müslüman-Türk kimliğidir. AB’nin bu anlamdaki kaygısı Türkiye’nin söz konusu kimliği yüzünden AB’ye kolay entegre olamayacağı ve AB norm ve değerlerini benimseyemeyeceği yönündedir. Valéry Giscard d’Estaing’in “Türkiye’nin üyeliği 
AB’nin sonunu getirecektir” sözleri bunun bir ispatıdır.41 Ancak bu yorumlar asıl AB’nin savunduğu ve kuruluş sebebini oluşturan ‘bir arada yaşamak’ (co-existence), ‘barış’, ‘adalet’ gibi değerlere ters düşmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dediği gibi, Türkiye AB’ye medeniyetlerin çatışması için değil, uyumu için alınmalıdır.42 Türkiye’nin üyeliği AB’nin çoğulcu bakış açısı ve çeşitliliği anlamında örnek teşkil edecektir.43 Taşpınar’a göre, Türkiye, AB için büyüyen bir pazar sağlayabilir, AB’nin önümüzdeki senelerde çaresizce ihtiyaç 
duyacağı işgücünü sağlayabilir, Müslüman dünyası için demokrasi anlamında örnek teşkil edebilir.44 

Diğer taraftan AB ile ilişkileri tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi olarak tanımlamak da doğru olmaz. Türkiye’nin modernleşmesi, demokrasisi ve ekonomik kalkınması için uluslararası standartları yakalama süreci AB olmasa bile devam etmesi gereken bir süreçtir. 

AB ile sürecin sağlıklı işlemesinin ise Türkiye-AB ilişkilerini aşan bir boyutu vardır. Bunun en büyük sebebi 11 Eylül sonrası oluşan sorun alanlarının önemli bir kısmının Türkiye ve AB’nin mücavir bölgelerinde oluşudur. Türkiye’nin geleceğini AB ile birlikte görmesi hem Türkiye’nin reform süreci, hem de mücavir alanlarda yürüttüğü yapıcı politikalar açısından anlamlı bir tutumdur. Son yıllarda Türkiye’nin dış politikasında AB’ye verdiği önem “eksen kayması” tartışmalarına da bir cevap niteliği taşımaktadır. AB’nin geleceğinde Türkiye’ye nasıl bir rol vereceği ise kendi geleceğini nasıl gördüğü ile ilişkilidir. 

Türkiye’nin AB sürecindeki en önemli konulardan biri de Kıbrıs’tır. Kıbrıs sorunu yıllardan beri kemikleşmiş yapısıyla Türkiye’nin önünü tıkayan engellerden biridir. Annan Planı’nın sonuç getirmemesi ve KKTC’ye uygulanan uluslararası ambargoların hala kaldırılmaması gibi etkenler karamsar bir ortamı da beraberinde getirmiştir. 

Bu anlamda, Türkiye’nin artan stratejik ağırlığı ve gücü AB’yi bu konuda ikna edebilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin çözüme dair beklentisi BM Güvenlik Konseyi kararları ile uyum içerisinde iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı bir Kıbrıs’tır.45 
Son yıllarda Kıbrıs sorununa dair olan gelişmeler her ne kadar ağır ilerlemekteyse de, ümit var bir duruma işaret etmektedir. 
Bu anlamda dört önemli alanda soruna dair gelişme göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, Kuzey Kıbrıs’ın Avrupa Konseyi sayesinde Avrupa’da temsil  ediliyor oluşudur. İkincisi, Kıbrıs’ın açılan ofisler aracılığıyla, Kuveyt, Katar ve Umman’da ve dolayısıyla Körfez ülkelerinde temsil edilmesidir. Bir diğer önemli gelişme ise Mersin, Laskiye ve Tripoli deniz seferleridir. Söz konusu seferler sayesinde Doğu Akdeniz’in sanki AB, Yunanistan ve Güney Kıbrıs etki alanı olduğuna dair bir süredir hâkim olan anlayış zayıflamıştır.46 

Son olarak da, Eski Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Pakistan’a devlet başkanı olarak yaptığı ziyaret, İKÖ heyetinin Kuzey Kıbrıs’a ziyarette bulunması  sayılabilir. Tüm bu gelişmelere ek olarak, son yıllarda Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs arasındaki ekonomik uçurumun ciddi oranda azalmış olması 
da önemli bir gelişmedir.

Türkiye’nin ‘komşularla sıfır problem’ stratejisi çerçevesinde en çok tartışılan konulardan biri Ermenistan ile ilişkiler olmuştur. Türkiye son yıllarda Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme yolunda önemli adımlar atmış, geniş inisiyatif almış fakat bu adımlar henüz istenildiği ölçüde olumlu bir sonuca kavuşturulamamıştır. Yaşanan normalleşme süreci Ermeni soykırımının ABD Temsilciler Meclisi 
Dışişleri Komitesi’nde kabul edilmesinden iki gün önce Ermenistan koalisyon hükümetinin üç büyük partisinin Türkiye-Ermenistan arasında normalleşme sürecini destekleyen protokolleri askıya aldıklarını açıklamalarıyla sekteye uğradı. Başbakan Erdoğan’ın süreci Karabağ sorunu ile ilişkilendirmesi ve soykırım tasarılarına sert tepki vermesi eleştirilere maruz kalırken, Ermenistan soykırımın kabulünü her fırsatta ön koşul olarak sunmakta ve Karabağ konusunda taviz vermek istememektedir. Türkiye her şeye rağmen normalleşme sürecinin önemini vurgulamaktadır. Bunun Kafkasya’da barış, istikrar ve güvenlik ortamının sağlanmasında ve Kafkasya’da hala hâkim 
olan Soğuk Savaş psikolojisinin giderilmesinde oynayacağı rolün altını hassasiyetle çizmektedir.47

Türkiye’nin dış politikadaki aktivizmi Kafkasya’da da etkisini göstermiştir. 

Örneğin, Rusya-Gürcistan krizi arifesinde, Türkiye’nin Kafkaslara yönelik yürüttüğü dinamik dış politikası, Davutoğlu’nun siyasi önermelerinin uygulanmasına örnek teşkil etmektedir. Türkiye’nin yeni bölgesel siyasetinin bir ürünü olarak, Gürcistan ve Rusya arasındaki kriz başlamadan önce Ankara’nın, Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’yi içine alan çok taraflı diplomatik bir girişimi, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformunu oluşturmuştur. 

Bu platform, tüm üyeler tarafından paylaşılan bölgesel bir bakış açısını geliştirmeyi ve bölgesel barış ve güvenlik, enerji güvenliği ve ekonomik işbirliği gibi konularda kullanılabilecek araçlar oluşturmayı hedeflemektedir. Ermenistan, Rusya Federasyonu, Azerbaycan ve Gürcistan Türkiye’nin önerisine olumlu yanıt vermiş ve projeyi yapıcı bir çaba olarak değerlendirmiştir.48 

Türkiye’deki karar alıcılar, bölgesel güvenlik anlayışını pekiştirecek güven inşa edici araçların oluşturulmasının önemine vurgu yapmaktadır. 

Avrupa Birliği bu girişime yeşil ışık yakmış ve Avrupa Komisyonu İlerleme 
Raporu’nda Türkiye’nin bu girişiminden övgüyle bahsedilmiştir.49 

NATO da bu platformu, Karadeniz bölgesindeki güvenliğin inşası için yapıcı bir adım olarak değerlendirmiş ve Türkiye’nin kriz boyunca ortaya koyduğu yapıcı politikaları örnek göstermiştir.50 
Türkiye-Rusya ilişkileri Davutoğlu döneminde oldukça önemli gelişmelere sahne oldu. Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in, 6 Ağustos 2009’da Türkiye’ye yaptığı ziyareti sırasında enerji boru hatlarından, nükleer santrale, gümrük problemlerinden, ekonomiye kadar farklı alanlarda 20 işbirliği anlaşması imzalandı. Ankara “Rusya-Batı” çatışmasında taraf tutmamaya özen göstermek te ve bir yandan da Moskova ile ikili ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta dır. Türkiye bu siyasetini 2008 yılının Ağustos ayında yaşanan Rusya-Gürcistan krizi sırasında faal olarak sürdürmüştür. Türkiye’deki karar alıcılar, kriz sırasında gerginliği aza indirgemek için dikkatle hareket etmişler ve bölgesel sorunları çözmek için bölgesel bir platform fikrini öne sürmüşlerdir. Kriz sırasında Başbakan Erdoğan, Rusya ile ilişkilerin önemini şu şekilde ortaya koymuştur: “Biri en yakın müttefikimiz olan ABD, diğeri ise enerji başta olmak üzere önemli ticaret hacmimizin bulunduğu Rusya. Enerjimizin üçte ikisini Rusya’dan sağlıyoruz. 

Türkiye’nin ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederiz... Rusya’yı göz ardı edemezsiniz.”51 Türkiye ve Rusya arasında yaşanan gelişmeler neredeyse son üç yüz yılı sıcak ve soğuk savaşlarla geçirmiş iki ülke arasında tarihi bir işbirliği fırsatı çıkarmıştır. 
Özellikle enerji alanında her iki ülkenin birbirine rakip projeler içinde yer almalarına rağmen, işbirliğinin gelişmesi uzun dönemli olumlu bir perspektif sunmaktadır.

Ortadoğu’ya döndüğümüzde, Türkiye’nin son yıllarda tüm aktörlerle yürüttüğü olumlu ilişkiler öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, örneğin HAMAS’la yürüttüğü görüşmeler bazı kesimlerin eleştirilerine maruz kalmış olsa da, HAMAS’ın 2005 yerel ve 2006 genel seçimlerinde edindiği başarılar, Filistin sorununda yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bu anlamda Türkiye, bölgesindeki sorunlara demokrasi ekseninde ve tüm taraflara adil temsil hakkı verilmesi bağlamında yaklaşılmasının ve sorunların daha barışçıl ve sürdürülebilir yöntemlerle 
çözülmesinin öneminin altını çizmiştir. Türkiye’deki karar alıcılara göre HAMAS, uluslararası sistemin kendisine karşı uyguladığı ekonomik ve siyasi ablukayı kaldırmak için Orta Doğu’da ittifaklar aramaktadır. Böyle bir ortamda, Türkiye’nin müdahalesi olmadan HAMAS için tek çıkış noktası, İran-Suriye-Hizbullah cephesine yaklaşmak olacaktır.52 Türkiye’nin tavrı ise HAMAS’ı siyasi sürecin içine dâhil etmek yönündedir. Bu anlamda Davutoğlu, Suriye’de HAMAS’ın sürgündeki lideri Halit Meşal ile iki kere görüşmüştür. 
Davutoğlu’nun ikinci ziyareti Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Erdoğan’dan yardım talebini takiben gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Türkiye HAMAS ve uluslararası aktörler arasındaki uzlaşma sürecini başlatmış ve bir yandan da Fetih, Filistin yönetimi ve Abbas ile sürekli temas halinde kalmaya özen göstermiştir. Ankara’nın bu noktada katkısı, HAMAS’ı akılcı adımlar atmaya teşvik etmek ve Filistin’deki tarafların yakınlaşmasını sağlamak yönünde olmuştur. 

Filistin’in işgal altındaki bölgelerinden sorumlu BM Özel Raportörü Prof. Richard Falk, Türkiye’nin HAMAS ile iletişimini olumlu değerlendirerek, özellikle 2006 yılında Türkiye’nin HAMAS’a yaptığı davete ilişkin şu sözleri sarf etmiştir: “Bu çabanın zamanında eleştirilmiş olması ve neticede başarısız olması üzücüdür. Geriye bakıldığında, HAMAS’ın uzun vadeli ateşkesi kabul etmeye hazırlıklı olduğu bir dönemde Türkiye’nin bu girişiminden istifade edilmiş olsaydı, gerek Gazze’deki sivil halkın refahı gerekse İsrail’in güvenliği açısından çok yararlı olurdu.”53 Davutoğlu Sarkozy’nin Suriye Başkanı Beşar Esad ve AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile Şam’da Ocak 2009’da yaptığı görüşmelere katılmıştır. Sarkozy ve Esad’ın ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında Sarkozy, Davutoğlu’nun sorunun çözümüne ilişkin yaptığı katkısından ötürü şükranlarını dile getirmiştir.54 
Birtakım Batılı ve Orta Doğulu basın organları da Sarkozy’ye katılarak Davutoğlu’nun ayrıcalıklı rolünü vurgulamış ve kendisinin HAMAS ve İsrail arasındaki ateşkesi sağlamadaki katkısına ayrıca dikkat çekmişlerdir. 

Türkiye Ortadoğu’nun bugün içinden çıkamadığı kaos ortamından tek çıkış yolunun barış, işbirliği, dayanışma ve karşılıklı bağımlılık ilkelerine dayalı yeni bir anlayış ve düzen olduğunun bilinciyle hareket etmektedir. Bu anlamda, Türkiye’nin Irak’taki varlığı da büyük önem taşmaktadır. Erdoğan’ın da dediği gibi, Türkiye Irak’taki tüm gruplarla ve Irak’ın tüm komşularıyla iyi ilişkiler yürüten tek ülkedir.55 
Türkiye Irak’ın ulusal bütünlüğü ve istikrarı için mücadele vermekte ve bunu BM Güvenlik Konseyi, İKT, Arap Ligi, Avrupa Komisyonu ve Irak’a Komşu Ülkeler Platformu ve aracılığıyla sağlamaktadır.56 

Bunlar arasında Irak’a Komşu Ülkeler Platformu Türkiye tarafından kurulmuş ve ilk toplantısını 23 Ocak 2003’te İstanbul’da düzenlemiştir. Bununla birlikte, Türkiye, Amerika ve Irak’taki Sünni gruplar arasında da sahne arkası diplomasisi yürütmüştür. Bu görüşmelerden birinin sonucunda Sünniler ateşkes yapmaya, Amerika ise Irak’ta adil seçimlere destek vermeye karar vermişlerdir.57 
Türkiye’nin girişimiyle, Irak’taki 2005 ve 2010 seçimlerine Sünniler de katılmıştır. 2010 seçimleri esnasında ve sonrasında birçok Irak’lı grup Ankara’ya gelip gitti ve Ankara’dan destek istedi. Türkiye Irak’taki tüm gruplarla görüşebilen tek ülke olma yetisini bu esnada da sürdürmüştür. Türkiye’nin 2003’te Irak’a asker göndermeyi ve Amerika’nın Türkiye üslerini kullanmasını reddetmesi bu anlamda Türkiye’ye itibar ve güven kazandırmıştır.58 Türkiye, ayrıca, Irak’ın demokrasisine katkı sağlamak amacı ile 350 Iraklı politikacıya seçimlerle ilgili eğitim vermiştir.59 17 Eylül 2009’da ise Suriye Dışişleri Bakanı Walid al-Muallem ve Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari Davutoğlu’nun konuğu olarak İstanbul’da bir araya gelmiş ve üç lider bölgesel güvenlik ve barış konularında konuşmuşlardır.60 

Yeni dış politikanın çok konuşulan açılımlarından biri de Darfur politikasıdır. Eleştirilerin çıkış noktası genellikle bilgi noksanlığı ve bununla birlikte gelen yanlış anlaşılma olarak öne çıkmaktadır. 
Türkiye’nin Darfur politikası ne Batının Sudan hükümetini topyekûn eleştirmesine ve ülkede yaşananları ‘soykırım’ olarak nitelendirmesine 
destek vermekte, ne de ülkede yaşanan olayların trajik boyutlarını reddetmektedir.61 Türkiye Beşir hükümetinin uluslararası platformda 
izole edilmesinin Sudan’a sadece daha fazla trajedi getireceği kanaatindedir. Bunun yerine, Türkiye, Sudan’la arasında mevcut ekonomik ve politik bağları güçlendirmiş, bu sayede Sudan’ın yeniden yapılandırılmasında aktif rol oynamıştır. Ayrıca, Beşir ile yakın ilişkiler kurarak, Sudan hükümeti ve hükümet politikaları üzerinde etki sahibi olma yoluyla ülkedeki karışıklığı bir nebze de olsa giderme yoluna gitmiştir. Başbakan Erdoğan’ın yoğun eleştirilere maruz kalan 

“Bizim mensubu olduğumuz İslam dinine mensup birinin soykırım yapması asla mümkün değildir” şeklindeki açıklaması caydırıcı nitelik taşımaktadır ve bir Müslüman’a soykırım yapmanın yakışmayacağı şeklinde yorumlanmalıdır. Ayrıca Erdoğan Türkiye’nin Batı’nın yaptığı gibi Darfur’da yaşanan olaylara seyirci kalmadığının ve ülkeye somut yardımlar götürerek sorunun çözümüne yönelik aktif adımlar attığının altını çizmiştir. Türkiye aynı zamanda Mısır’da 
düzenlenen Darfur Donörler Toplantısı’na önayak olmuş, yönetim masasına yönetici sıfatıyla oturmuştur. Türkiye’nin Darfur konusunda Müslüman dünyası ekseniyle paralel duruş sergilemesi sadece bu bölgelerde edindiği nüfuzu sürdürme mücadelesi olarak değil, aynı zamanda bir barış yapıcı ve arabulucu olarak edindiği pozisyonu koruma refleksi olarak algılanmalıdır. Bu noktada Türkiye’nin sert ve eleştirel bir pozisyon takınması bir geri tepmeye yol açacaktır ve Türkiye etki alanını daraltmış olacaktır. 

   Türkiye’nin dış politika aktivizmi Balkanlar’da da kendisini göstermiştir. Osmanlı döneminde imparatorluğun merkezinde konumlanan bölge Cumhuriyet döneminde fazlasıyla boşlanmış ve göz ardı edilmiştir. Türkiye’nin Balkanlar’la olan tarihi bağı Bosna kriziyle yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Bosna krizini bitiren Dayton Anlaşması’yla gerekli sonucun alınamamış ve Dayton süreci tıkanmıştır. 


   Bu anlamda, yeni dış politika Balkanlar’ı da kapsayıcı bir vizyon geliştirmiş ve bu bölgenin Osmanlı döneminde olduğu gibi bir arada yaşama kültürünü yeniden canlandırmayı öngörmektedir. Bu noktadan yola çıkarak, Davutoğlu göreve geldiği ilk aylarda Sırbistan ve Karadağ’a iki ziyaret gerçekleştirmiştir. 2010’un bir anlamda Balkanlar’da suların ısınacağı bir yıl olacağı öngörüsüyle bu ziyaret 
trafiği 2009’un sonuna doğru ivme kazanmıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Balkan ülkelerine gerçekleştirdiği yüksek profilli ziyaretlerle bu diplomatik atağı desteklemiştir. Bu girişimler sonuç getirmiş, Türkiye somut adımlar atarak Medeniyetlerararası İttifak toplantısını Bosna-Hersek’te toplamış, Sırbistan ve Karadağ ile ilişkilerini geliştirmiş, başkanlığını yürüttüğü Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci’ni aktif çalıştırmasıyla bu gerilimlerin hemen hepsinde rahatlamaya yol açmıştır. Türkiye’nin Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan’la yürüttüğü üçlü diyalog girişimleri Balkanlar’da adım adım yeni bir düzeni oluşturacak köşe taşlarını inşa etmeyi hedeflemektedir.62 
Bu anlamda yine önemli bir girişimle, Bosna’nın NATO üyelik sürecine girmesi sağlanmıştır. Bu gelişmeyle birlikte, uluslararası toplum ve bölge ülkeleri tarafından Bosna’nın toprak bütünlüğünün korunması garanti altına alınmıştır. Bosna’nın toprak bütünlüğü ve güvenliğini sağlayacak çabalar ve özellikle NATO’nun müdahalesi bölgede Türkiye’yi de etkileyebilecek potansiyel bir krizden kaçınmanın yegâne yollarıdır.63

Türkiye’nin Latin Amerika ülkeleri ile ilişkileri de son yıllarda oldukça gelişmiştir. Latin Amerika 560 milyon nüfusuyla son yıllarda küresel yatırımcılar için cazip bir pazar haline gelmiştir. Önümüzdeki yıllarda ABD, Kanada, Meksika, Karayipler, Orta ve Güney Amerika ülkelerinin tamamı aralarında bir serbest ticaret bölgesi (Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi-Free Trade Area of the Americas -FTAA) oluşturmayı hedeflemektedirler. Proje tamamlandığında 800 milyon nüfus ve toplamda 10 trilyon Dolar GSMH ile dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesinin oluşturulması hedeflenmektedir.64 Bu ölçekte bir potansiyel Türkiyeli girişimciler için önem arz etmektedir. 

Sonuç

Türkiye son yıllarda hızlı bir dönüşüm geçirmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle değişen dengeler, Türkiye’nin 1999’da başlayan AB üyelik süreci, 11 Eylül olayları, Ak Parti hükümetinin 2002 yılında başa gelmesi, Irak Savaşı gibi olaylar ve gelişmeler Türkiye’de önemli bir değişim sürecini tetiklemiştir. Bu süreç içeride, demokrasi ve güvenlik algılarındaki değişim olarak göze çarparken, dış politikada yeni bir vizyonu beraberinde getirmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu akademik birikimini ve tecrübesini diplomasi kulvarlarına başarıyla taşımış ve Türkiye’nin yeni dış politikasının mimarı olmuştur. Yeni dış politika Osmanlı’dan miras kalan ve Cumhuriyet 
döneminde etkisini sürdürmüş bürokratik/otoriter zihniyeti kısmen de olsa rafa kaldırmayı başarmıştır. Güvenlik, çıkar ve güç gibi kavramları temel öncelikler olarak gören ve meşruiyetini tehdit algısından alan geleneksel bürokratik/otoriter anlayışın yerini barış, işbirliği, dayanışma ve karşılıklı bağımlılık gibi kavramları temel alan yeni bir anlayış almıştır. Türk dış politikasının içe dönük karakterinin yerini proaktif, dinamik ve çok boyutlu bir politika almıştır. 

Yeni dış politikada devlet dışı aktörlerin taleplerine daha çok yer verilmekte, aktörler politika yapım sürecine daha çok müdahil olmaktadırlar. 
Soğuk Savaş döneminin klasik iç/dış ayrımı artık ortadan kalkmış, devlet yegâne aktör olma özelliğini yitirmiş, iç konjonktür ve talepler dış politika üzerinde daha belirleyici olmaya başlamıştır. 

Bu anlamda, bölgesel ve küresel değişimlerin yanı sıra içeride yaşanan dönüşüm, politika yapıcıların kimliklerindeki değişim, iktidarın sermaye tabanından gelen yeni pazar arayışları ve bu tabanın Orta Doğu’yla var olan bağlantılarını kullanma refleksi gibi unsurlar Türkiye’nin yeni bir dış politika vizyonu geliştirmesini kaçınılmaz kılmıştır. Türkiye, bölgesinde barış, güvenlik ve istikrar tesis edilmediği sürece bu vizyonu gerçekleştiremeyeceğinin bilincinde olarak diplomasi aygıtını temel araç olarak kullanmanın önemini kavramış 
ve bölgesinde bir yumuşak-güç olarak yükselmiştir. Türkiye’nin bu atılımı Batı’nın da avantajınadır. Bu avantaj Türkiye’nin Batıyla ilişkilerinin daha da gelişmesini sağlamış, örneğin yeni Amerikan yönetimi tarafından tam destek almıştır. 

Bütün bu unsurlar ışığında Türkiye’nin yeni bir dış politika izlemesi rasyonel bir seçimdir. Türkiye’nin bu seçiminin bölgede ve uluslararası bağlamda yansımaları da olumlu olmuştur. Türkiye’nin komşularıyla onlarca yıldır süre gelen, kemikleşmiş problemlerini çözme girişimleri, bölgesel ve uluslararası sorunlara karşı eskisi gibi kayıtsız kalmayışı ve çözümlerine dair atılımları, içeride gerçekleştirdiği demokratik reformlar geniş bir coğrafyada bir cazibe merkezine dönüşmesine yol açmıştır.

DİPNOTLAR;

1 Yasemin Çelik, Contemporary Turkish Foreign Policy, Praeger Publishers, Connecticut, 1999, pp. xi-xiv. 
2 İbrahim Karagül , “Davutoğlu, ‘düzen kurucu ülke’ ve yeni Osmanlıcılık” , Yeni Şafak, 9 Eylül 2009.
3 Bülent Aras,. Ortadoğu ve Türkiye, Q Matris Yayınları, 2003, s. 10.
4 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2001, s. 117.
5 Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assesment of 2007”, Insight Turkey, Cilt 10, No1, 2008, s. 83-84.
6 “AB Komşuluk Politikası” için bakınız, European Neighborhood Policy Strategy Paper, 
http://ec.europa.eu/world/enp/pdf/strategy/strategy_paper_en.pdf 
7 European Security Strategy, s.1 http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cmsUpload/78367.pdf
8 Cengiz Çandar, “Turkey’s Soft Power Strategy”, SETA Policy Brief, No, 2009, s. 7.
9 Ahmet Davutoğlu, “Türkiye merkez ülke olmalı”, Radikal, 26 Şubat 2004. 
10 Williams’a göre ‘güvenliksizleştirme’ (desecuritization) ‘olayları ‘güvenlik’ gündeminden çıkarıp siyasal söylemin ve ‘normal’ siyasal tartişma ve 
alanının içine çekmektir ( Michael C. Williams, 2003, “Words, Images, Enemies: Securitization and International Politics”, International Studies 
Quarterly, Cilt 47, No 4, s.523). Aras ve Polat ise ‘normal siyasetin sınırlarını genişletmek’ olarak tanımlar (Bülent Aras& Rabia Karakaya Polat, “From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security Dialogue, Cilt 39, No 5, 2008, s.498).
11 John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship”, British Journal of Middle Eastern Studies, Cilt 25, No 1, 1998, ss.75–94; Robert Olson, 
“Turkey–Syria Relations Since the Gulf War: Kurds and Water”, Middle East Policy, Cilt 5, No 2, 1997, ss.168–193.
12 Bülent Aras & Rabia Karakaya Polat, “Turkey and the Middle East: frontiers of the new geographic imagination”, Australian Journal of International 
Affairs, Cilt 61, No 4, 2007, s. 472.
13 Bülent Aras & Rabia Karakaya Polat, “From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, s. 498.
14 “Obama declares Turkey model partner of values”, Turkish NY, 07 April 2009. 
http://www.turkishny.com/en/english-news/5599-obama-declares-turkey-model-partner-of-values.html [29 August 2009] 
15 Bülent Aras, “A Golden Era for US-Turkey Relations?”, The Guardian, 4 April 2009.
16 Bülent Aras, “Oxford’da Davutoğlu vizyonu”, Sabah, 5 Mayıs 2010.
17 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul,Küre, 2001, s.49 ve 409.
18 H. V. Houtum, ‘The Geopolitics of Borders and Boundaries,’ Geopolitics, Cilt 10, No 4, 2005, s.674.
19 Kemal Kirisci, ‘Turkey’s Foreign Policy in Turbulent Times,’ Chaillot Paper, 92, EU-ISS, Paris, Eylül 2006, s.96.
20 “Ties with Africa Help Ties with EU,” Hurriyet Daily News, 28 Şubat 2009.
21 Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision,” Insight Turkey, Cilt 10, No 1 (2008), s.78.
22 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik.
23 Ibid.
24 R. T. Erdoğan, ‘Asya Kalkınma Bankası’nın 38. Yönetim Kurulu Toplantısındaki konuşması’, İstanbul, 5 Mayıs 2005, şu link’ten ulaşılabilir: 
http://www.adb.org/annualmeeting/2005/Speeches/prime-minister-speech.html.
25 Davutoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision”, … s.96.
26 Ibrahim Kalın, “Turkey and the Middle East: Ideology or Geo-Politics?” Private View, No 13,2008.
27 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s.333.
28 Kemal Kirişçi, Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State,” New Perspectives on Turkey, No 40, 2009, s.29-57.
29 “Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı”, TRT, 23 Ocak 2009.
30 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı
31 Sami Kohen, “Davutoğlu ile Yeni Dönem,” Milliyet, 3 May 2009.
32 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı
33 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s.264.
34 Bülent Aras, “Can Turkey Rouse the Muslim World?” Daily Star, 18 Haziran 2004.
35 TRT 1 Enine-Boyuna Dış Politika Özel Programı.
36 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, … s.83.
37 Bununla birlikte, Davutoğlu Beşar Esad’la Mart 2010’da Şam’da bir araya gelerek Rafik Hariri’yle arasında çıkan bir anlaşmazlığı çözme girişiminde bulunmuştur.
38 Milliyet, 1 Eylül 2009.
39 Ayhan, Veysel. “Davutoğlu’nun Bağdat Ziyaretleri Işığında Türkiye-Suriye İlişkileri”, Ortadoğu Analiz, Cilt1, No 9, 2009, s.12.
40 “Türkiye-Yunanistan İlişkileri Atina’da Masaya Yatırıldı”, Cihan, 26 Şubat 2010. Bununla beraber Başbakan Erdoğan’ın 10 bakan ve 300 işadamıyla 
14 Mayıs 2010’da Yunanistan’a yaptığı gezi esnasında Türkiye-Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı kapsamında 21 tarihi anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmalar çerçevesinde Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi kurulması ve Yunanistan’ın hususi pasaportlara uyguladığı vizelerin kaldırılması gibi konular da çözüme kavuşturulmuştur. 
41 Gareth Harding, “Bordering on the ridiculous: why Turkey is not a European country”, European Voice, Cilt 8, No 41, 2002. 
42 Abdullah Gül, Yeni Yüzyılda Türk Dış Politikasının Ufukları, Ankara, Dışişleri Bakanlığı Yayını, 2007, s. 235.
43 Meltem Müftüler-Bac, “The New Face of Turkey: The Domestic and Foreign Policy Implications of November 2002 Elections”, East European Quarterly, 
Cilt 37, No 4, 2004, s.437. 
44 Ömer Taşpınar, “Turkey’s Middle East Policies: Between Neo-Ottomanism and Kemalism”, Carnegie Paper, No 10, Eylül 2008, s.28.
45 Bülent Aras, “Kıbrıs Atağı”, Sabah, 4 Kasım 2009.
46 Bülent Aras, “Kıbrıs’ta önemli gelişmeler”, Sabah, 10 Mart 2010.
47 Bülent Aras, “A diplomatic mistake over Armenia,” The Guardian, 5 Mart 2010.
48 “Turkey Spearheads Creation of Caucasian Union,” Global Insight, 18 Ağustos 2008.
49 Bakınız Türkiye 2008 İlerleme Raporu, şu link’ten ulaşılabilir: 
http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/press_corner/key-documents/reports_nov_2008/turkey_progress_report_en.pdf
50 “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu’na destek var,” Sabah, 19 Ağustos 2008.
51 Fikret Bila, “Erdoğan: Rusya’yı Gözardı Edemeyiz,” Milliyet, 2 Eylül 2008.
52 Yasemin Congar, “Meşal, Esad, Bush, Erdogan,” Milliyet, 3 Temmuz 2006.
53 Richard Falk “Understanding the Gaza Catastrophe,” Today’s Zaman, 4 Ocak 2009.
54 “Gazze’de BM Okuluna Saldırı”, CNNTürk, şu uzantıdan ulaşılabilir: 
http://www.cnnturk.com/2009/dunya/01/06/gazzede.bm.okuluna.saldiri/507680.0/index.html
55 Prime Minister’s Speech, 09 January 2007, available at www.basbakanlik.gov.tr.
56 Bulent Aras, “Davutoglu Era in Turkish Foreign Policy”, SETA Policy Brief, No 32, 2009, s.13.
57 Taha Akyol, “Neden Türkiye başardı,” Milliyet, 06 Aralık 2005.
58 Semih İdiz,. “Turkey’s Facilitator Role”, Milliyet, 5 Aralık 2005. 
59 Prime Minister’s Speech, 28 February 2006, available at www.basbakanlik.gov.tr.
60 Hurriyet, 17 September 2009. 
61 Mehmet Ozkan & Birol Akgün, ‘Why Welcoming Al-Basher: Contextualing Turkey’s Darfur Policy,’ SETA Policy Brief, forthcoming.
62 Bülent Aras, “Balkanlar’da ‘Türk’ barışı, Sabah, 10 Şubat 2010.
63 Bülent Aras, “O zaten uyumaz!,” Sabah, 28 Nisan 2010.
64 “Türkiye´nin Latin Amerika ve Karayiplere Yönelik Politikası ve Bölge Ülkeleri ile İlişkileri,” Dışişleri Bakanlığı Resmi Websitesi, 
http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-latin-amerika-ve-karayiplere-yonelik-politikasi-ve-bolge-ulkeleri-ile-iliskileri.tr.mfa    [29 Mayis 2010].


***

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 3

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 3 




Davutoğlu’nun Dış Politika Vizyonu

Davutoğlu’nun dış politika vizyonu “Stratejik Derinlik” konsepti etrafında şekillenmektedir. Davutoğlu’na göre konsept üç temel boyuta sahiptir. Birinci boyut iç politika ve Türkiye siyaseti ile ilgilidir. Davutoğlu’nun vizyonu iç politikada istikrar, güvenlik ve demokrasinin bir arada olmasını öngörmektedir. Buna göre, güvenlik ve demokrasi bir diğeri için feda edilmemesi gereken kavramlardır. 
Bu kavramların bir arada bulunmaları için siyasi istikrar olmazsa olmaz bir koşul olarak göze çarpmaktadır. 2002 yılından bu yana ülkede tek parti yönetiminin olması bir anlamda bu koşulu sağlayan bir durumdur. Diğer taraftan, toplumsal barış, devlet ve toplum arasında güven tesisi ve güçlü bir ekonomi ihtiyaç duyulan diğer durumlardır. 

Tam bu noktada ikinci boyut olan mücavir bölgelerle bütünleşme devreye girmektedir. İçeride sorunlarını çözerek özgüven sağlayan Türkiye, ancak bölgesel ölçekte etkili hale gelebilir. “Stratejik Derinlik” vizyonu bir anlamda tarih ve coğrafyanın anlamını yeniden yorumlayarak mücavir bölgelerle ilişkileri geliştirmenin önündeki en büyük engel olan psikolojik bariyerleri ortadan kaldırmaktadır. 
Bu bariyerleri kaldırmanın ötesinde bölgede acı hatıralarla şekillenen tarihi hafızayı pozitif anlatılarla şekillendirmeye çalışmaktadır. 
“Stratejik Derinlik”in ufkuyla Ortadoğu’dan Balkanlar’a karşılıklı işbirliği ve güven üzerinden kurulu yeni bir algı ortaya çıkmaktadır. 
Son boyut ise mücavir bölgelerle bütünleşmiş Türkiye’nin küresel ölçekte tesir icra edecek hale gelmesidir. 
Bu alanda ise Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği, G-20 üyeliği ve Medeniyetler İttifakı gibi girişimleri göze çarpmaktadır.16

Türkiye, demokratik reform süreci ve gelişen ekonomisinin sağladığı imkânlar sayesinde bölgede barışı destekleyen bir güç haline gelebilmiştir. Davutoğlu’nun dış politikada belirleyici bir konuma gelmesinden önceki dönemde, Türkiye’de güvenlik büyük ölçüde bir iç politika sorunu olarak değerlendirilmekteydi. Dış politika iç politikanın uzantısı olarak görülüyordu. Bu tutum, iç sorunların dışsallaştırılması ve Türkiye’nin sınırları ötesinde içeride yaşanan sıkıntılara kaynak teşkil edecek düşmanlar aranması eğilimiyle pekişiyordu. 
Bazı durumlarda dış etmenler gerçekten de iç sorunların doğmasına etki etmekteydi. Ancak siyasetçiler bu etmenleri abartarak ya da kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönlendirerek güçlü konumlarını muhafaza ediyorlardı. Davutoğlu, dış politikasını Türkiye’nin komşularını dışlayan tutumunu sona erdirecek yeni bir coğrafi tahayyüle dayandırdı. Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun önemli unsurlarından biri, özellikle Orta Doğu’ya yönelik olumsuz kanıları ve ön yargıları geçmişte bırakmaktı. Bu tutumun sonucu olarak, Türkiye 
dış politikasını iç politikasından ayırmayı başardı.17 

Davutoğlu’nun dış politika vizyonu sayesinde, Türkiye’deki siyasetçilerin ezberi bozulmuş ve zihinlerinde bölgedeki ülkelere ilişkin geçmişten farklı varsayımların canlanması sağlanmıştır. O halde temel soru, Türkiye’nin dış politika seçimlerini şekillendiren bu düşünce değişikliğinin temelinde ne yattığıdır. Davutoğlu’nun yeni dış politika vizyonu, Türkiye’nin sınırdaş olduğu bölgeler ve uluslararası 
ilişkileri bağlamındaki rolünün, yani “stratejik derinliğinin”, siyasetçilerin zihinlerinde var olan vatan/yurt sınırlarının dışında yeniden tanımlanmasını sağlamıştır. Bu yeni vizyonla birlikte, Türkiye’nin komşuları ile kurduğu ilişkilerin fiziksel sınırları ortadan kalkmıştır. 

Bölgeye yönelik politikaları oluştururken ulusal çıkarların tehdit altında olduğu algısı ile hareket etmenin yarattığı sıkıntı ortadan kalkınca ‘sınır çizme ve ötekileştirme’18 arasındaki ilişki de anlamını yitirmiştir. 

Davutoğlu’nun vizyonu Türkiye’nin ulusal güvenlik kültürünü ve jeopolitik dengelere yönelik hâkim anlayışı derinden etkileyecek ve böylelikle siyasetçilerin ufukları genişleyecek ve dış politikada yeni tutumlar geliştirilecektir. Değişim, ulusal düzlemdeki dönüşümü genel olarak değerlendiren ve dönüşümün siyasi, ekonomik ve kültürel öğelerinin her birinin dış politikayla kuracağı ikili ilişkileri içeren çok taraflı bir çerçeveyle ifade edilebilir. Örneğin daha güvenli bir ulusal ortam ile özgüveni yüksek bir dış politika anlayışı yapıcı bir ikili ilişki kurabilecektir. Bu süreç, ulusal güvenlik anlayışının oluşturulma yöntemini yeniden tanımlayacak ve dış politika yapma sürecine yeni etmenler ekleyecektir. Kirişçi’nin söylediği gibi, Türkiye’deki siyasetçilere göre, “siyasi gelişme, ekonomik kabiliyet, toplumsal dinamizm ve yurtiçinde İslam ile demokrasiyi aynı anda yaşatabilme yeteneği”19 
Türkiye’yi komşu bölgelerinde ve Afrika ve Asya’daki uzak bölgelerde faal ve etkin politikalar geliştirebilecek ve uygulayabilecek bir güç haline getirmiştir. 

Davutoğlu, Türkiye’nin komşu bölgelerinin dışında daha geniş bir coğrafyada güvenlik, istikrar ve refaha katkıda bulunmayı vaat ettiğini söylemektedir. Örneğin, Türkiye’nin Afrika kıtasına yönelik geliştirdiği yardım politikalarına ilişkin olarak şunları belirtmektedir: 

“Afrika’yı ihmal eden bir ülkenin uluslararası alanda önemli bir konumda olması imkânsızdır”.20 Türkiye’nin bu bölgelere yönelik ilgisi iç politikasını rayına oturtması, uluslararası ilişkilerinde özgüvenini yükseltmesi, evrensel bir dış politika vizyonu geliştirmesi ve dünya politikalarında liderlik hedefini belirlemesini takiben filizlenmiştir. 

Ahmet Davutoğlu’nun da vurguladığı gibi:

Coğrafi açıdan Türkiye çok ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Afro-Avrasya bölgesinin ortasında yer alan Türkiye, tek bir kimliğe indirgenemeyeceğinden birçok bölgesel kimliğin bir araya geldiği bir merkez ülke olarak tanımlanabilir. Rusya, Almanya, İran ve Mısır gibi Türkiye de gerek coğrafi açıdan gerekse kültürel açıdan salt bir bölgeyle ilişkilendirilemez. Türkiye’nin bölgesel çeşitliliği ona pek çok bölge arasında manevra kabiliyeti sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye komşu bölgelerinde bir nüfuz sahasına sahiptir.21 

Stratejik Derinlik22 adlı eserinde Davutoğlu’nun ustaca ortaya koyduğu gibi, her ne kadar Türkiye’nin diğer ülkelerle arasındaki mesafe aynı kalsa da, Türkiye’nin komşu bölgeleri ile arasındaki tarihi ve kültürel bağların farkına varılması sayesinde, bu coğrafyadaki ülkelerle ilgili yeni algılama biçimleri gelişmekte ve yeni bir coğrafi tahayyül oluşmaktadır. Bu coğrafyadaki ülkelerle geçmişte iletişimi zorlaştıran mesafe ve diğer engeller artık siyasetçiler ve halk nezdinde geçerliliğini yitirmiştir. Bu süreçte, komşu bölge ülkelerinin Türkiye’ye ‘yakınlığı’ yeniden keşfedilmiş ve komşuluk ilişkilerinin yitirilmesinden önceki dönemdeki olumlu iletişim hatırlanarak, ortak kültür ve medeniyet mirası ortaya çıkarılarak ve ortaklık olasılıkları araştırılarak bu ülkelerin Türkiye’nin kendilerine yakınlaşmasına ne denli ‘açık’ oldukları görülmüştür. Davutoğlu’nun ‘sıfır sorun’ politikası adını verdiği, Türkiye’nin komşularına yönelik yeni politikası 
komşuları ile sorunlarını mümkün olduğunca azaltmayı hedeflemektedir.23

Dışişleri Bakanlığı çevrelerinin söylemlerinde Asya ve Afrika’nın anlamlarının değişmiş olması, güç ile coğrafya arasındaki dinamik ilişkinin göstergesidir. Türkiye daha geniş bir coğrafyanın içinde ve yeni bölgelerin bir parçası olacak şekilde kendini yeniden konumlandırma sürecine girmiştir. Türkiye’nin dışişleri ve güvenlik elitleri ve hükümet yetkilileri de Davutoğlu’nun vizyonunun sağlamasını yapmışlardır. Başbakan Tayyip Erdoğan, Davutoğlu’nun stratejik derinlik söylemine referans vererek “İstanbul yalnızca kıtaların birleştiği bir merkez değil, aynı zamanda medeniyetlerin buluşması ve sentezinin bir sembolüdür”24 demiştir. 
Erdoğan, İstanbul’u geniş bir coğrafyanın merkezine oturtarak Türkiye’nin coğrafi ve kültürel mirasını daha kapsamlı bir bölgesel çerçevede anlamlı kılmıştır. 
Davutoğlu’na göre ayrıca,Türkiye’nin Şili’den Endonezya’ya, Afrika’dan Orta Asya’ya ve AB’den İslam Konferansı Teşkilatına kadar uzanan geniş bir coğrafyada kurduğu ilişkiler, bütüncül bir dış politika yaklaşımının parçası olacaktır. Bu girişimleri sayesinde 2023’te yüzüncü yılına yaklaşırken Türkiye 
Cumhuriyeti küresel bir aktör olmaya daha yaklaşacaktır.25

Bu zihniyet sayesinde Türkiye, Afrika’dan Uzak Doğu’ya ve ötesinde uzanan coğrafyada etkin bir oyuncu haline gelme yolundadır.

Davutoğlu’nun yeni dış politika vizyonunu eleştirenler, genelde kendisinin Yeni Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism) akımını takip ettiğini ve dolayısıyla eskiden Osmanlı İmparatorluğu’na ait topraklara yönelik dış politika faaliyetlerini geliştirdiğini öne sürmektedirler. 
Aslında Davutoğlu’nun önermeleri eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dönemindeki dış politikalar ve AK Parti’nin takip ettiği hükümetin AB üyeliğine doğru attığı cesur adımlarla aynı çizgide devam etmektedir. Dış politikadaki bu eğilimleri daha da öteye taşıyarak Davutoğlu, aslında daha kapsamlı bir dış politika yaklaşımı oluşturmuş ve Türkiye’nin ulus-devlet sonrası dönemde küreselleşmenin meydana getirdiği sorunlarla mücadele edebileceği siyasa araçları geliştirmiştir. Davutoğlu’nun ulusal egemenliği gözetmek kaydıyla, 
sınırları uygulamada (de facto) anlamsız hale getirmeye yönelik yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğunun arka bahçesi sayılabilecek coğrafyaya dönmeyi gerektiren jeo-politik zorunluluklar doğurmaktadır. 

İbrahim Kalın’a göre, “Türkiye’nin çağdaşlık ötesine geçişi (post-modernity) Osmanlı İmparatorluğu tarihinde gömülüdür”.26 Ne Osmanlı tarihini hiçe sayan ne de Türkiye tarihini Osmanlı dönemine indirgeyen Davutoğlu’nun komşu ülkelerle ortak tarihi ve kültürel bağlantıları vurgulaması, Türkiye’nin sınırlarındaki bölgelerle ilişkilerini kolaylaştırmıştır. Örneğin, Stratejik Derinlik’te Kudüs sorununa dair bölümde “bölgedeki hiç bir siyasi sorun Osmanlı arşivleri olmadan çözülemez”27 diyerek Osmanlı tarihini, Türkiye’nin Orta Doğu’daki barış sürecinde merkezi bir görev üstlenmesi için uygulamaya koymayı tasarlamıştır. Kemal Kirişçi, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun ekonomik açıdan devletlerin birbirlerine dayanmak durumunda olduklarını önemle vurgulaması nedeniyle gerçekçi olduğu kanısındadır.28 Bu bağlamda Davutoğlu’nun jeo-politik tahayyülünün arkasındaki amacının öncelikle Yeni-Osmanlıcılık olduğunu savunmak yanlış olacaktır.

Türkiye’nin komşu bölgeleriyle ilgili dış politikası, onun komşularına nazaran üstün bir konumda olmasını öngörmemekle beraber, bölgedeki dinamiklere dayanan bir barış ve güvenlik ortamı yaratmaya yönelik kapsayıcı bir yaklaşımı içermektedir. Bu yaklaşımı benimseyen Türkiye’deki dış politika eliti, komşu bölgelerde barış girişimlerinde bulunacak özgüveni ve siyasi iradeyi oluşturabilmişlerdir. 

Türkiye artık Orta Doğu, Avrasya ve Afrika’dan liderlerle Batılı siyasetçileri ve üst düzey yetkilileri ağırlamakta ve değişik coğrafyalardaki çatışmalara çözüm bulmak için çeşitli platformlar oluşturmakta ya da bu platformlarda yer almakta dır. Türkiye’de karar alıcılar güven inşa edici yöntemler kullanarak ülkeler arasında çatışmaları sona erdirmeye ve bölgede kemikleşmiş sorunları arabuluculuk yoluyla çözmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’deki karar alıcıların bu tutumu, Türkiye’nin uluslararası sistemin içinde barış elçisi konumuna gelmesini de sağlamıştır. Bu gelişmelerin arkasındaki itici güç olan Davutoğlu’nun vizyonu, Orta Doğu’dan Avrasya’nın steplerine uzanan geniş coğrafyada yeni bir barış algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Yeni Dış Politika Araçları

Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu sahada bu anlayışı hayata geçirmek için benimsenen ve uygulamaya konulan araçlara bakılarak daha iyi anlaşılabilinir. Yeni dış politikanın entelektüel mimarı Davutoğlu’nun oluşturduğu çerçeve dış politikanın yürütülme mekanizmalarını daha önce görülmeyen netlikte ortaya koymuştur. Bu araçlardan ilki, entegre dış politika anlayışıdır.29 

Davutoğlu’na göre Türkiye, Soğuk Savaş döneminde dış politika çizgisi açısından bir öncelikler ülkesiydi. O dönemde, dış politika elitlerinin zihinlerinde bir öncelikler sıralaması vardı ve dış politikaları bu sabit öncelikler sıralamasına göre yapıyorlardı. Ancak, Davutoğlu’na göre günümüzde bu öncelikler sıralaması geçerliliğini yitirmiştir. Türkiye’nin artık tüm dış politika meselelerini tek bir siyasal formül etrafında birleştirmesi gerekmektedir. 

Türkiye’nin geçmişte yaptığı gibi bazı dış politika meselelerine sırtını dönme lüksü yoktur. 

Türkiye’nin çok kimlikli olması nedeniyle Orta Doğu barış sürecinden Kafkaslarda istikrarın sağlanmasına kadar pek çok konuyu aynı çerçevede irdeleyeceği 
bütüncül bir dış politika anlayışı geliştirme imkânı vardır. Acil sorunlara öncelik verirken diğer dış politika meselelerini göz ardı etmemelidir.


Dolayısıyla dış politika bir süreçtir ve dış politikaya geçmişe kıyasla daha uzun soluklu bir bakış açısı ile yaklaşılmalıdır. Örneğin, Türkiye dış politikası 2004 yılının ilk yarısında Avrupa Birliği ve Kıbrıs meselesine, 2004 yılının ikinci yarısında ise Irak meselesine odaklanmıştır. Gazze krizi dış politika gündemine 2008 yılının sonlarında girmiştir. Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi, dış politikada sadece tek bir bölge ya da sorun üzerinde uzun süre odaklanmak hatalı olacaktır; aksine Türkiye’nin dış politikası stratejik derinlik ilkesine bağlı kalmakla beraber, her an meydana gelebilecek değişikliklere gereken tepkiyi verebilecek kadar dayanıklı ve esnek olabilmelidir.30 

Bu bağlamda Davutoğlu ayrıca Türkiye’nin dış politikasında taraf değiştirdiğine dair suçlanmasına karşı çıkmaktadır.31 Örneğin, 2004 yılında Türkiye’nin faal dış politikasına bakıldığında, odağının Kıbrıs sorunu olduğu söylenebilir ya da Gazze krizi sürecindeki yoğun diplomasi trafiğine bakınca, Türkiye dış politikasının Orta Doğu odaklı olduğu söylenebilir. Bu tür tanımlamalar, Türkiye’nin dış politikasını 
bir süreç olarak algılamamanın ürünüdür ve dış politikayı kısa dönemli ve konjonktürel olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu gözler önüne sermektedir. Türkiye tüm dış politika alanlarını tek bir çerçeve etrafında toplayan bütüncül bir politika izlemektedir. 
Türkiye’nin Batı’dan Orta Doğu eksenine geçtiği iddialarını reddeden Davutoğlu, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde geçici üyeliği olduğunu ve G20’nin faal bir üyesi olduğunu hatırlatmakta ve Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik sürecine bağlılığının sürdüğünü ifade etmektedir.32 Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde bağlılıklarını sürdürürken bir yandan da Doğu ile ilişkilerini geliştirmesi Davutoğlu’nun bütüncül dış politika anlayışının temel taşlarıdır.


Davutoğlu’nun dış politika vizyonunu hayata geçirmek için kullandığı ikinci araç, ritmik diplomasiyle güçlendirilen faal bir dış politika çizgisidir. Davutoğlu, kitabında İKT (İslam Konferansı Teşkilatı) ile diplomatik ilişkilerin alt düzeyde gerçekleştirilmesini eleştirmiş ve bu nedenle Türkiye’nin 2000 yılında İKT’nin genel sekreterliği görevi için bir aday gösterme imkânını kaçırdığını belirtmiştir.33 

Davutoğlu, Başbakanın Başdanışmanlığı görevini sürdürürken, İKT’nin 2004 yılındaki genel sekreterlik seçimlerinde Türkiye’nin yüksek düzeyde diplomatik katılımını sağlamıştır. Sonuç olarak, demokratik bir seçimle İKT tarihinde ilk defa Türkiye’nin adayı Profesör Ekmelettin İhsanoğlu Genel Sekreter olmuştur.34 Ayrıca son dönemde Türkiye’nin komşu bölgelerinin başkentleri, onlarca yıldır 
görülmeyen sıklıkta ve yoğunlukta Türkiye’den dış politika temsilcilerini konuk etmiştir. Bu faal dış politika yaklaşımı, Türkiye’nin komşuları ile kurmak istediği sorunsuz ilişkileri bir sonraki aşamaya taşımıştır; bu aşamayı Davutoğlu Dışişleri Bakanı olarak düzenlediği ilk basın toplantısında “maksimum işbirliği” olarak tanımlamıştır. Davutoğlu’nun çizdiği yeni ufuk, komşularıyla sorunlarını çözen 
Türkiye’nin bu başarıyı arka plana alarak komşularıyla en üst düzeyde siyasi ve ekonomik işbirliğini geliştirmesi hedefini belirlemektedir. 


Türkiye, Dünya Su Forumundan, Az Gelişmiş Ülkeler ve Karayip Ülkelerine kadar pek çok topluluk ve uluslararası kuruluşun zirvelerine ev sahipliği yapmaktadır. Orta Doğu’dan Avrasya’nın steplerine kadar uzanan bölgedeki sorunların tarafları arasında direkt ve dolaylı barış görüşmelerine de ev sahipliği yapmıştır. Güncel örnekler olarak, İsrail ve Suriye arasında kesintiye uğrayan dolaylı barış 
görüşmeleri ve Afganistan ve Pakistan arasındaki direkt görüşmeler sayılabilir. Türkiye ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyesi seçilmiş ve Afrika Birliği, Karayip Ülkeleri Birliği (Association of Caribbean States, ACS) ve Amerikan Devletleri Teşkilatı (Organization of the American States, OAS) kuruluşlarında gözlemci konumunda yer almakta ve Arap Ligi toplantılarına davet edilmektedir. 
Aynı zamanda Asya’da Güven Artırıcı Tedbirler ve İşbirliği Konferansı ve Güneydoğu Avrupa İşbirliği süreci dönem başkanlıklarını Türkiye üstlenmiştir. Körfez İşbirliği Konseyi ile stratejik diyalog mekanizması kurulmuştur. Türkiye’nin gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımların miktarı 2008 yılında 700 milyon ABD dolarını geçmiştir ve Türkiye Birleşmiş Milletler’de artan yardım faaliyetleriyle bağışçı bir ülke haline gelmektedir. 

Üçüncü araç, özellikle kriz dönemlerinde sahada göstereceği varlıktır.35 Davutoğlu’nun önerdiği gibi, Türkiye gerek Avrupa Birliği gerekse Orta Doğu ve Kafkasya’da Türkiye’ye özgü bir bakış açısını sunmak üzere sorunun yaşandığı noktada varlığını göstermelidir. Bu dış politika aracı, en son Rusya – Gürcistan krizi ve Gazze krizi sırasında kullanılmıştır. Başbakan Erdoğan Gürcistan, Azerbaycan ve Rusya’yı bölge ve Avrupa liderlerinin hepsinden önce ziyaret etmiştir. Türkiye yeniden istikrarın tesisi amacıyla bir zemin hazırlamış ve girişimleriyle Karadeniz bölgesinde olası bir NATO-Rusya krizini engellemiştir. İkincisi, Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye saldırısını hemen takip eden dönemde 
dört Arap ülkesine gitmiş ve Davutoğlu’nun başkanlık ettiği bir Türk ekibi de Şam ile Kahire arasındaki diplomatik trafiği yürütmüştür. 

Dördüncü araç, Davutoğlu’nun herkesi kapsayan ve herkese eşit uzaklıkta durmayı hedefleyen politikasıdır. Türk dış politikası, Davutoğlu’na göre, ilgili tüm tarafları çözüm bulmaya ve öneriler geliştirmeye davet etmeli ve böylelikle geniş bir koalisyon oluşturmalıdır. 
Bu bağlamda Türkiye, diplomasisini dikkatle ve alçakgönüllülükle yürütmelidir. Türkiye’de karar alıcılar tüm taraflara eşit uzaklıkta kalmaya ve çatışma eksenli bölgesel gruplara ya da ittifaklara katılmamaya özen göstermektedirler. Türkiye’nin herkesi kapsayan ve herkese eşit uzaklıkta durmayı hedefleyen politikası, bölgedeki bazı aktörlerin endişelerini yatıştırmakta ve genel anlamda 
Türkiye’nin müdahalesinin yapıcı rol oynayacağına ikna etmektedir. 

Beşinci araç ise, dış politikada toplam performans anlayışıdır. Yani Sivil Toplum Kuruluşları, iş çevreleri ve diğer sivil örgütler gibi devlet dışı aktörleri de yeni dış politika vizyonunun bir parçası haline getirmek ve yeni ve dinamik dış politika çizgisine tam destek vermelerini sağlamaktır.36 Yeni dış politika anlayışının bütünleştirici etkisi nedeniyle, değişik sosyal gruplar, dış politika yapımındaki katkılarını arttırmışlardır. İşadamları örgütleri, sivil toplum kuruluşları, entelektüeller, düşünce kuruluşları ve diğer kişi ve kurumlar şimdilerde 
dış politika yapım sürecine dâhil olmaktadırlar. Bu kurumların günümüzde oynadıkları rol, yerel ve uluslararası politikaların yapım sürecinde sivil aktörlere yer vermeyen geçmiş döneme nazaran daha kapsayıcı ve toplam performansa dayalı yeni dış politika anlayışına uymaktadır.

4.  CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***