Müslüman Kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müslüman Kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 14.04.2014
Türkiye-Irak/Irak Kürdistan’ı/ABD ilişkileri 2010 yılına kadar uyum içindeydi. ABD'nin Irak'tan askerini çekmesiyle birlikte bölgesel güçlerin etkinliği ABD'ye göre arttı. Irak üzerinde İran, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın etkisi görülmeye başlandı. ABD, gittikten sonra Irak'ın İran'ın kontrolüne girmesini önlemek için Iraklı ılımlı şii ve Sünnileri esas alacak bir yönetim kurması için Türkiye ve Suudi ile birlikte hareket etti. Buna göre içinde Maliki'nin başbakan, Kürtlerin de cumhurbaşkanı olmadığı bir yönetim planlandı. Buna göre başbakan ılımlı Şii İyad Alavi, cumhurbaşkanı da Sünni Haşimi olacaktı. Kürtlere ise meclis başkanlığı bırakılacaktı. O dönemde Talabani henüz hastalanmamıştı. Kürtlerin Irak'taki kazanımlarını yok sayan bu plana karşı Kürtler İran'ın desteğini alarak Maliki ile birlikte hareket etme kararı aldılar. Bunun sonucunda Maliki yeniden başbakan, Talabani de cumhurbaşkanlığına devam etti. Aslında Türkiye'nin Ortadoğu'da yaptığı hamlelerde ilk başarısızlık da burada görüldü. Müslüman Kardeşlere de yakın olan Haşimi'nin Irak'taki başarısızlığı Türkiye'nin başarısızlığıydı. Daha sonra bu başarısızlık Suriye, Mısır ve Filistin'de kendisini gösterdi. Türkiye ve Türkiye'nin destek verdiği hiç bir güç başarılı olamadı. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik politikası iflas etti. Kürtler açısından en büyük şanssızlık ise Talabani'nin hastalanıp siyaset sahnesinden gitmiş olmasıdır. Ortadoğu'da dengeli bir politika yapan aynı zamanda KDP ve KCK ve TC arasındaki dengeyi sağlayan Talabani'nin yokluğu ve bunun sonucunda KYB'inde yaşanan düşüş KDP ve Barzani'nin ulusal Kürt birliğine aykırı politikalara savrulmasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunun en büyük nedeni, onca olumsuzluklarına rağmen KDP'nin Türkiye'ye yakınlaşmış olmasıdır. ABD açısından ise yenilgili durumu kabul etmekten başka bir yol kalmamıştı. ABD'nin bundan sonraki politikası Irak'ın İran'ın etkisine girmesini önlemek üzerineydi. Bundan sonraki süreçte ABD ile Türkiye ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktı. Bu da haliyle Türkiye ile ilişki geliştiren Barzani ile ilişkilerin bozulması anlamına geliyordu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(IKBY) kendi bölgesindeki petrolü, Irak merkezi yönetiminin itirazına rağmen Türkiye üzerinden satmaya çalışması IKBY ile Irak arasını iyice bozdu. ABD'nin bu tartışmada Irak merkezi hükümetinden yana tavır alışı Barzani'yi zora soktu. Barzani'nin statüsünü borçlu olduğu ABD ile çelişkiye düşüşü, statü kazanmasında sürekli engel oluşturan Türkiye ile iyi ilişkiler kurması aslında Barzani'nin en büyük açmazıydı. Kürt ulusal birliği ve Kürdistan ulusal kongresinin toplanacağı bir dönemde Türkiye için önemli bir fırsat doğmuştu. Türkiye, Barzani'yi rehin alacak şekilde onu hem Türkiye Kürdistanında hem de Rojava'daki Kürt kazanımlarının karşısına çıkartma imkanı elde etmişti.

Çözüm koşulları oluşmadan çözüme yönelik adımlar atmak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çözüm olacak diye bir tarafın kendisini çok rahat hissetmesi ortama güven duyarak bazı etkinliklere girmesi karşısında diğer tarafın güçlü taraf olmasının avantajlarını kullanarak bu durumu tespit ve fişleme amaçlı kullanması ve sonrasında çözümün tıkanması halinde bir kimsenin rehine olarak alınmasına beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda devlet adına çözüme aracılık edenleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi sorumluların desteğini çektikleri anda meydana gelecek sonuçlar her iki taraf açısından yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yalancı bahar gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Nasıl ki, erken bahar gelince ona güvenerek ağaçlar çiçek açıyor sonradan fırtına ve soğuklar başlayıp çiçekler dökülüyor ve o yıl ürün verilmiyorsa burada olan da budur. Kürtlerin yalancı bahar yaşadıkları ortaya çıktıkça vereceği ürünü bir yıl daha da gecikeceği ortada. Çözüme oturacakların gücü gerçekten de olmalıdır. Kendi içinde belirli bir politika yaratamayanlar sırf bu nedenle güçsüz sayılırlar. Ve bu durumda bulunanlardan bir grup diğer grubun teklemesini bekler. Başarısızlık onunda hemen devreye girip krizden güçlü bir şekilde çıkarlar. Depremde yıkılan/zayıflayan binaların ekonomik değeri iyice dibe vururken ayakta kalan binaların değeri bir anda artar. Ancak o binalar sağlam oldukları için değil diğerlerine göre daha az hasar gördükleri için değer kazanırlar. İşte bu şekilde henüz deprem olmadan önlemini almak gerekiyor. Şimdilik ayakta kalan ayakta kalmanın ona verdiği öz güvenle kendisini kamburlar ülkesinin kralı ilan eder. Yeni bir değişim düzeni ayağa kaldırma amacı olmaz. O zayıfın düşüşü karşısında mevcut gücünü şişirmekle övünür durur. ***

3 Kasım 2020 Salı

ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

 ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

    
ABD, Orta Doğu, Doğum İzni,Şanlı Bahadır Koç,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
22 Nisan 2014
Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

  
 ABD’nin Orta Doğu’daki durumu bir Facebook statüsüyle özetlenseydi uygun ifade  muhtemelen “ Biraz Karışık ” olurdu. ABD iddia edildiği gibi bölgeden “çekiliyor” mu? Yoksa ABD sadece bölgedeki konuşlanması, öncelikleri, araçları, metodları ve angajman kurallarını mı değiştiriyor? Bu yazıda ABD’nin Orta Doğu’dan nispi “geri çekilmesinin” neden, şekil, derece, muhtemel sonuç ve bölgesel aktörlerin hesap ve davranışları üzerindeki olası etkilerini tartışacağız.
Unutmamak gerekir ki, ABD “hep” burada değildi. ABD’nin bölgedeki ciddi anlamdaki varlığı Suudilerle 1930’larda tesis edilen özel ilişkiyle başlamış, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde İngiltere ile ortaklık ve  “kalfalık eğitimiyle” devam etmiş ve bu ülkenin 1971’de bölgeden çekilmesi ile beraber onun yerini alarak bölgenin hegemeonu olarak geçirilen 40 küsur yıl ile sürmüştür. ABD bölgeye sonradan gelmiştir ve birgün de gidecektir. “O gün bugün mü?” ya da o “ana” ne kadar yakınız? Soğuk Savaş da, özellikle onun içinde doğup büyüyenler için kalıcı, nihai ve değişmez bir durum gibi görüyordu ama bir gün hem de aniden bitti.

ABD’nin 

a) Başta travmatik Irak tecrübesi olmak üzere bölgedeki başarısızlık kataloğunun büyümesi, 

b) Giderek dış enerji bağımlılığının azalmaya başlaması ve hatta çok uzun olmayan bir dönemde net ihracatçı olma ihtimali, 

c) Ekonomideki sorunlar ve savunma harcamalarını kısma gereği, 

d) Bölgenin iflah olmaz olduğunun düşünülmesi, 

e) Yükselen ve önemi artan Asya’ya daha fazla siyasi, askeri, ekonomik kaynak ve zaman hasredilmesi gereği,  

f) Obama’nın nispeten daha az müdahaleci, temkinli, mütevazi ve çekingen dış politika tarzı, 

g) Cumhuriyetçi Parti’de uzun süredir “uyuyan” izolasyonist eğilimlerin tekrar güçlenmeye başlaması, 

h) Arap Baharı’nın ABD’yi içinden çıkılması zor seçenek ve açmazlara zorlaması, 

i) bölgede “fazla bulunma ve görünmenin” teröre hedef olma ihtimalini arttırdığı endişesi gibi faktörler ABD’nin bölgeye olan yaklaşımında önemli sayılabilecek değişimlere neden olmaktadır. 

ABD’nin bölgeden çekilme sürecinin şeklini tahmin edemesek de bu konuda spekülasyonlar yapabiliriz: ABD bölgeden iç ve/veya dış aktörler tarafından “atılacak” mı, bölgeden “sıkılacak”, ona duyduğu ihtiyaç ve ilgiyi kaybedecek mi? Çekilme görülebilir bir gelecekte mi gerçekleşecek, yoksa ABD’nin bölgedeki başat konumu daha uzun süre devam mı edecek? Çekilme hızlı, ani ve beklenmedik mi olacak, yoksa zamana yayılmış, önceden duyurulmuş ve aktörlerin kendilerini hazırlamaları için fırsat verilerek mi? 

Muhtemelen sınırlı, safhalı, geri çevrilebilir (en azından ABD tarafından öyle olacağı varsayılan), “iki adım geri bir adım ileri”, zaman zaman acil durumlar ve krizler nedeniyle kesintiye uğrayan bir çekilmeden bahsediyoruz.

Bu arada Obama sanki ABD’yi “bu süper güç işinden çıkarmak” ve onu “sınırlı sorumlu”, “seküler” ve sıradan bir büyük güç haline getirmeye çalışmaktadır: 

Tek süpergüç değil sadece “eşit ol(may)anlar arasında birinci”.

ABD’nin Körfez’deki petrol ile ilgili çıkarlarını “uzaktan”, daha az müdahaleci bir duruş ve konuşlanma ile koruyabileceği savunulmaktadır. “Daha az asker ve üsle, kriz zamanında hızla bölgeye intikal edecek altyapı ve hazırlıkla bölgede çıkarlarımızı daha az maliyet, zorluk ve ‘tantana’ ile koruyabiliriz.” Ama tekrar hızla ve etkili bir şekilde gelebileceksen bile bölgedeki hasımlar buna tam inanmayıp “bir şanslarını denemek isteyebilirler”. ABD varlığı, müdahaleleri, uygulamaları ve taleplerinden şikayet edenler yokluğunda ABD’yi “mumla arayabilirler”. ABD son dönemde bölgede çok fazla istikrarsızlık ve yıkıma neden olmuşsa da o gidince “bölgesel iç savaş” ihtimali artabilir. 

El Kaide ile mücadele önemli olmaya devam etmekle beraber ABD dış politikası nın merkezinde tek belirleyici olmaktan çıkmıştır. Eksik, kusur ve günahları olsa da Obama ABD dış politikasını hem coğrafi ilgi, hem kullanılan araçlar,  kovalanan  amaçlar ve genel yaklaşım açısından çeşitlendirdi ve Bush dönemindeki saplantılı halinden çıkardı. ABD ağırlığını daha çok Asya’ya vermek istemekte ama bölgedeki kriz ve sorunlar nedeniyle bunu bir türlü yapamamakta dır. Öte yandan, Asyalı devletler ABD’nin bölgedeki müttefikleri ortada bıraktığı algısına sahip olurlarsa Washington’a güvenmekte tereddüt edebilirler. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi ülkelerin orta ve uzun vadede bölgede ne kadar aktif olmak isteyecekleri, bunu ABD ile koordineli mi yoksa ona rağmen mi yapmaya çalışacakları, bölgenin güvenliğine katkıda bulunmak için sorumluluk üstlenip üstlenmeyecekleri önemli olacaktır. 

Obama liderliğindeki ABD bölgedeki dost ve müttefik ülkeler ve belki de daha önemlisi rejimlerle ilişkilerinde de daha mesafeli denebilecek bir aşamaya geçmekte, İsrail ile arasına ince, kademeli ve elbette geri dönülmez olmayan eleştirel bir mesafe koymaktadır. ABD, 

a) bölgesel müttefikler kendi güvenlikleri için daha fazla yük, rol ve sorumluluk alsınlar, 

b) ABD’nin garanti ve desteğinin müttefikler için bir hak değil nimet olduğu anlaşılsın, 

c) içerideki ekonomik zorluklarla uğraşmak için biraz soluklanalım ve kendimize gelelim, (belki sonra yine bölgeye döneriz) diye düşünüyor gibidir.

Bu adımlar Obama’nın Türkiye’de çok tahlil edilmeyen realist damarının sonuçlarıdır. Obama Nobel konuşmasında da belirttiği ve değişik şekillerde kanıtladığı gibi askeri güç kullanmaya kapalı değil ama bu enstrümanı büyük çaplı kullanma konusunda oldukça isteksizdir. Bu konuda Obama’yı aşan yapısal ve konjenktürel boyutlar olmakla beraber, onun yerine Cumhuriyetçi adaylar seçilseydi şimdiye kadar muhtemelen Suriye ve belki de İran’a karşı ABD’nin güç kullanmış olacağını sanıyoruz. Obama’nın Marc Lynch, Stephen Walt, Zbigniew Brzezinski, Andrew Bacevich gibi başkalarına yaptırılabilecek güç kullanımına alerjisi olan dış politika entellektüellerinden istifade ettiği bilinmektedir. 

ABD açısından Orta Doğu’da aktif olmanın değişik şekil, yöntem ve araçları olabilir. ABD geçmişte bölgede kara ve denizde askeri varlık bulundurmak, caydırıcı tehdit ve eylemler, kriz yönetimi, demokrasi promosyonu, barış arabuluculuğu, ekonomik destek, müttefikleri bir araya getirmek ve onlara güven vermek, kollamak, yol göstermek, insani müdahale, silah satışı, askeri eğitim, istihbarat varlığı ve işbirliği, kontr-terör,   bölgeyi ziyaret etmek, müttefiklere önemli olduklarını hissettirmek, gerektiğinde güç kullanma kapasite, istek ve maharetinde olduğunu göstermek, müttefikler arasındaki sorunlarda kolaylaştırı cı, arabulucu vs olmak, bölgenin fazla sermayesine ev sahipliği yapmak gibi eylem ve fonksiyonlarda bulunmuştur. Bugünse Obama’ya bölgedeki hoşnutsuz müttefikleri ve içerideki muhaliflerince, “liderlik yapmıyor, pasif, zayıf, yavaş, kararsız, korkak, müttefiklerini korumuyor ve onları biraraya getirmiyor, onlara güven vermiyor, İran’a ‘ütülecek’, hasımlara çok ödün veriyor” şeklinde eleştiriler yapılmaktadır.

ABD ise bölgedeki eski ya da “eskimeyen” müttefiklerinin serzenişlerine karşılık şu tür cevaplar verebilir: “Gidebileceğiniz başka bir yer yok”, “en iyi silahlar bizde”, “mevcut ordularınız bizim silahları kullanıyor, kolayca veya hızla başkasına geçemezsiniz”, “sürü(m)den ilk ayrılmaya kalkanı cezalandırırım”, “(artık) herkesle kavga edemem, hasımlarla anlaşmaya çalışmalıyım, ama korkmayın sizi yüzüstü bırakmayacağım” “sizi korumaktan hiç vazgeçmedim ki”, “akıllıca ekonomik, siyasi ve sosyal reformlar yapmaz ve gücü ve serveti halkınızla paylaşmazsanız sizi ne ben, ne kendiniz ne de bir başkası koruyabilir”.
Bölgede hala 35 bin Amerikan askeri personeli bulunmaktadır. 

Müttefik devletlerle askeri, istihbarati, ekonomik ve diplomatik temas, işbirliği ve ortaklıklar devam etmektedir. Bölge ülkeleri, bir-iki istisna hariç, ABD silahlarını almaktan vazgeçmiş değildir. ABD’li yetkililer hala sık sık bölgeyi ziyaret etmektedir. ABD Suriye konusunda Sünni ülkelerin beklentisinin gerisinde kalmış olsa da, İran ve İsrail-Filistin konularındaki müzakere süreçlerine liderlik etmektedir. İsrail’i ziyaret eden Obama bu ülkenin halkıyla sorunsuz olmasa da daha önce kuramadığı türden sıcak ve samimi bir ilişki kurmayı başarabilmiştir. ABD’nin İsrail’in varlığına olan taahhüt ve desteği azalmadan devam etmekte dir. 

“O halde siz hangi geri çekilmeden bahsediyorsunuz?” denebilir.

Yukarıdakilerin hepsi doğrudur ve önemsiz de değildir. Ama şu aşağıdakiler de öyle: Müttefiklerin memnuniyetsizlik, şüphe, endişe ve hatta korkuları birikmektedir. Denebilir ki, bu derecede olmasa da Körfez ülkeleri zaten hep bir güvenlik ve terkedilme endişesi ile yaşamışlar, sık sık ABD’nin kendilerini ne kadar koruyacağını sorgulamışlardır. Mısır’da Obama’nın Mübarek’ten çok kısa sürede vazgeçmesi, Suriye’de beklenen liderlik ve kararlılığı gösterememesi, kendinden öncekilere göre İsrail-Filistin barışı için  daha fazla zaman ayırmasına rağmen İsrail’e (henüz?) söz geçirememiş olması, demokratikleşme konusunda muhafazakar rejimleri sıkıştırması, Irak Savaşı sonrasında bölgede Şiilerin yükselişinin önünü açması ve İran ile anlaşarak bölgeyi Tahran’ın keyfine terk edeceği endişesi başta Suudi liderliği olmak üzere Yasal yöneticileri giderek daha çok tedirgin etmektedir.

ABD’nin “Çekileceği” düşünülürse Yasalların da 

1) “safları sıklaştırmak”, 
2) “yeni abiler aramak”, 
3) “kendi kapasitelerini arttırmak” ya da 
4) hasımların “suyuna giderek onları yatıştırmak” (appeasement) gibi yollara gitmesi beklenebilir. Türkiye’nin Çin’den silah alımı, Sisi ve Bandar’ın Moskova gezileri, Suudilerin Lübnan ordusu için ABD’den değil Fransa’dan 3 milyar dolarlık silah almaları dikkat çekicidir. Suudiler Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeni döneme hazırlamak için çok daha sıkı bir yapıya sokmak istemiş ama bu başta Umman olmak üzere diğer ülkeleri tedirgin etmiştir.  

Suudilerin yakın oldukları Navaz Şerif’in seçilmesinden sonra Pakistan askerlerini ülkelerinde konuşlandıra bilecekleri, bu ülkeyle askeri ittifak anlaşması imzalayabilecekleri ve hatta geçmişte ciddi şekilde finanse ettikleri Pakistan nükleer programının meyvelerinin bir kısmını ülkelerinde misafir edebilecekleri ya da kiralayabilecekleri söylentilerinin artması da önemsiz olmayabilir. Çok önemli güvenlik ihtiyaçları olan Suudilerin ABD’nin daha az aktif olacağı bir döneme tek bir partner yerine çoklu ortaklarla girmek istemesi anlaşılabilir. Riyad Rusya, Çin, Fransa, Pakistan ve hatta İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini arttırarak “bütün yumurtaları ABD’nin tek sepetine koymak istemiyor ve hatta belki de ABD’yi “kıskandırmak”, “bak, başka seçenekler yok değil” demek istiyor olabilir. Buzdağının büyük kısmı suyun altındaki Suudi-İsrail yakınlaşması, Mısır’daki darbeyle beraber Müslüman Kardeşler’in püskürtülmesi, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile beraber bölgedeki en ciddi müttefiki olan Katar’ın Körfez rejimlerince dışlanmaya başlaması da önemli ölçüde Suudi hamleleridir.    
Öte yandan eğer İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin çatışması hakkında geçici veya kısmi değil nihai ve kapsamlı anlaşmalar sağlanabilirse ABD’nin bölgede zayıf, etkisiz ve “kaçıcı” olduğunu iddia etmek güçleşecektir. Ancak Obama dönemi sona ermeden bu iki konunun birinde dahi anlaşma sağlanması ihtimali yüzde 50’den çok fazla değildir. İkisinden birden sonuç alınması şaşırtıcı ve çok büyük bir başarı olur. Bu iki müzakere arasında tanımlanması kolay olmayan bir ilişki mevcuttur. Görüşmelerden birinde başarı sağlanması iyimser bir hava yaratarak diğerinde ivme yaratabilir. Öte yandan İran müzakereleri İsrail’i memnun etmeyen bir şekil alırsa bu ülkenin (haklı veya olmayan nedenlerle) zaten sınırlı ödün verme yeteneğini daha da azalabilir. ABD’nin güvenlik garantisinden daha az emin bir İsrail barış konusunda risk almaktan kaçınabilir ama aslında belki de barışa geçmişe göre daha fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiş olabilir. Burada önemli soru –Türkiye’de konuşlu silahları saymazsak- İsrail’in bölgedeki  nükleer tekeli, komşularıyla arasında giderek açtığı askeri üstünlüğü, hasımlarının içlerinde ve aralarında yaşadığı sorun ve çekişmeler  nedeniyle fiziki bir ABD varlığına aslında ne kadar ihtiyaç duyduğudur. İsrail tüm yumurtaları aynı sepete koymama konusunda hep araştırıcı olmuş ve Rusya ve Çin ile ilişkilerini hep belli bir seviyenin üstünde tutmaya gayret etmiştir.  

ABD’nin belki Kırım krizinde de görüldüğü gibi zayıflamaya başladığının düşünülmesi   İran’a da nükleer konuda anlaşmak zorunda olmadığını düşündürtebilir ve bunun yerine ABD’yi oyalamak Tahran’a çekici bir seçenek gibi görünebilir. Rusya-ABD ilişkilerinin bozulmaya devam etmesi bu ülkenin müzakere sürecinde ABD’nin işini zorlaştırmasına neden olabilir. İyimser açıdan bakarsak da, ABD’nin varlık ve şemsiyesinden emin olamayacak bir İsrail o çekilmeden varacağı bir anlaşmayı “ileride bulamayabileceğine”, İran ise bölgede varlığı azalmış bir ABD ile temel sorunlarından en önemlisini çözerse orta vadede Washington’un bölgedeki dostu değilse bile ortağı olabileceğine hükmedebilir. 

ABD’nin yokluğunda İran, Türkiye, S. Arabistan ve eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa bile bölgesel ağırlığı belli bir düzeyin altına düşmeyen Mısır arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı önemli olabilir. İddia edilebilir ki bu aktörler içinde tercihleri bölgenin geleceğine en çok etki edecek aktör İran olacaktır. İran ABD’yi bölgeden esas olarak kendisinin kovduğunu, onun iradesine boyun eğmediğini, “kendi köşesini” tüm bedel ve kayıplara rağmen iyi savunduğunu ve dolayısıyla yeni dönemin başat oyuncusunun kendisi olacağı/olması gerektiği sonucunu çıkarırsa başka bir Orta Doğu olur. İran Batı ile giderek yumuşayan ilişkilerinden istifade eder ve “büyüklüğünün” sonunda kabul edildiğinin verdiği güven ve doymuşlukla daha yumuşak bir bölgesel profil çizerse farklı  bir bölgeye tanıklık edilebilir.

Türkiye ama esas olarak İsrail’in var olduğu, ABD’nin azalsa da olsa varlık, kapasite ve ilgisinin sona ermeyeceği bir Orta Doğu’da İran hegemonyası beklemek abartılı olur. Ama İsrail’in “bölge ailesinin” haricinde olmaya devam etmesi durumunda İran’ın bu ülkeyi birinci derecede ilgilendirmeyen meselelerde bir tür yarı hegemon ve “ Eşit olmayanlar arasında birinci” görüntü vermesi beklenebilir. İran’ın nükleer istekleri eğer bir şekilde İsrail ile sürekli gerilim üretmeyen bir şekilde çözümlenebilirse –gerçi başlayan nükleer müzakerelere rağmen bu hala referans senaryo değildir- bu iki ülkenin bölgede rekabetçi ama kavgacı olmayan ikili bir hegemonya kurmaları da beklenebilir. Tabii bu ikinci senaryo İran’ın iç yapısı, dengeleri ve değerlerinde çok önemli bazı değişiklikler yaşanmasını gerektirebilir.

Körfez Arapları ABD’nin İran ile anlaşıp onunla Şah dönemindekine benzer bir vekâlet ilişkisine girmesinden çekinmektedir. Bu iki ülke vekalet, ittifak ve dost değilse bile çok sık danışmalarla beraber artık soğuk savaş ortamından çıkıp “birbirlerinin ayaklarına basmayacakları” bir döneme girebilirler. Böyle bir gelişmenin Türkiye dahil bölge ülkeleri için ne ifade edeceğini hesaplamak zor, ama denemekse imkansız değildir:  Türkiye’nin ABD’nin gözündeki öneminin azalması beklenebilir ama denebilir ki, Ankara örneğin Obama için önemli olduğu dönemde bile zaten bu işten çok fazla ekmek yemiş değildik. İsrail-İran Savaşı ihtimalinin oldukça azalması, İran’ın dünya pazarlarını sunduğu enerjinin miktar olarak ciddi oranda artması, petrol fiyatlarında önemli düşüşlerin yaşanması ve Körfez ülkelerinde (ve Rusya’da?) önemli ekonomik, sosyal ve siyasi buhranların yaşanması beklenebilir. ABD ile keskin bir düşmanlık ilişkisinde olmayan bir İran rejiminin işleyişi, politikaları, doğası ve hatta varlığında bile önemli değişmeler yaşanması beklenebilir. İran içinde bu süreci devam ettirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki gerilim üst düzeye çıkabilir. 
   
Ama yukarıda da belirtildiği gibi bu “eğerler” giderek kulağa daha az yabancı gelmeye başlasa da hala çok yüksek ihtimal değildir ve nükleer anlaşma henüz “referans senaryo” halini almamıştır. Tarafların pozisyonları arasındaki mesafe aşılmaz değilse de önemli olmaya devam etmektedir. Obama’nın görev süresi bitiminde nihai anlaşmanın hala imzalanmamış olması ama belli ara formüllerle “teneke kutunun yoldan aşağıya tekmelenmeye” devam ediliyor olması ciddi bir ihtimaldir. Nispeten daha düşük ama önemli bir senaryo da, anlaşmaya sadece ulaşılamaması değil görüşmelerin kopması ve Obama’nın İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasını kabul etmekle savaş arasında tercih yapmak zorunda kalmasıdır. Hem ABD Başkanı’nın hem de İran’da Ruhani ve ekibinin olayların bu noktaya gelmemesi için ellerinden geleni yapacağını varsayabiliriz. Ama iki tarafta da olduğunu bildiğimiz şahinler ile İsrail ve S. Arabistan gibi 3. taraflar diplomatik süreci baltalama konusunda pekala başarılı olabilirler.    
 
SONUÇ

Aslında Obama’nın ABD’yi bölgeden çekmediği sadece Bush döneminin abartılı ve sürdürülemeyecek aşırı müdahaleci eğilimini törpülediği söylenebilir. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinden  kastedilen mutlak değil derece olarak ve fizikiden daha fazla psikolojik ve zihinsel bir geri çekilmedir.

Orta Doğu’dan çekilmek bu niyetle yapılmasa bile dost ve müttefiklerce dünyadan çekilmenin bir parçası, nedeni ve işareti olarak görülebilir. Obama “artık kasabadaki tek şerif, tek tabanca biz değiliz” demiş olmasa bile buna yakın düşündüğünü varsayabiliriz. Obama tarih kitaplarına Amerikan imparatorluğunun gerilemesini ilk ilan eden, bunun  kararını alan, bunu başlatan, hızlandıran, ona mihmandarlık eden ve teorisini yapan lider olarak geçebilir. Bölgede tartışmasız şekilde başat olmayan bir ABD dünyanın süper gücü olmaya devam edebilir mi? Bölgeden çekilen bir ABD’nin dünyadaki prestij, inandırıcılık, caydırıcılık ve etkisinde de gerileme yaşanabilir.

Obama’nın kayıpları, maliyetleri, taahhütleri azaltma stratejisi sorunsuz yürümeyebilir ve geçiş dönemi oldukça buhranlı olabilir. ABD sınırlı bir küçülme hedeflerken kontrolü ve onlarca yılda emekle ve biriktirilmiş stratejik mevzileri elden kaçırabilir. Süper güçlük sektörü “krizde işçi çıkarıp küçülelim, ekonomi toparlayınca tekrar geri alır büyürüz” diyen şirketlerin mantığından biraz farklı işliyor olabilir. Bu arada Amerika’nın “gerçek” gücü ile bu gücün şöhreti arasındaki makas daralıyor olabilir. ABD gibi bir küresel gücün koruması gereken ya da beklenen çıkarları, salt fiziksel güçle korunabilecekten her zaman daha fazla olacaktır. Bu nedenle şöhret, inandırıcılık ve caydırıcılık gibi çoğaltıcı (multiplier) faktörler belki herkesten çok ABD için gereklidir. Bunlar belki bazen kendi başlarına yeşerebilirler ama canlı kalmaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyarlar. Her zaman her yerde olamazsınız ama hasımlarınızın olacağınızdan korkması gerekir. Olmadığınız yere gölgeniz gitmelidir. Bu korku eğer kırılırsa güç, yetenek ve iradeniz yetişemeyeceğiniz kadar çok yerde ve şekilde test edilebilir. Hasımlar dalgınlığınızı veya meşguliyetinizi fırsat bilerek, sadece birbirlerinden cesaret alarak ya da daha kötüsü koordineli bir şekilde oldu-bittiler ile sizi denemek isteyebilirler.

ABD çekildikten sonra bölgede etkisini yerel vekiller üzerinden devam ettirmeye çalışabilir.  Eğer atadığı ve tamamen ABD’nin iradesini uygulamasa da temel konularda onunla uyumlu çalışan bir ya da daha çok sayıda “bölge valisi” olacaksa Türkiye, İsrail ve ABD ile ilişkisi önemli bir iyileşme yaşaması halinde İran bu rolün muhtemel adaylarıdır. Bu rolü bir devletin tek başına oynayabilmesinin önünde ise “maddi ve manevi” engeller vardır. Arap olmayan bu ülkelerin ABD’nin gözetiminde üçlü bir “kurul” oluşturarak “ Tatlı bir Rekabetten” vazgeçmeden ama birbirlerinin ayağına basmadan uyumlu bir liderlik yapmaları mümkün olabilir.    

***

5 Ekim 2019 Cumartesi

Türkiye ve BAE nin Eksen Savaşının Arka Planında ne var?

Türkiye ve BAE nin  Eksen Savaşının Arka Planında ne var?


Fehim Taştekin
Gazeteci-Yazar
5 Mayıs 2019


BAE Devlet Başkanı Şeyh Halife bin Zayid Al Nahyan (ortada)

Türkiye'nin Arap Baharı ile birlikte Müslüman Kardeşler (İhvan) kuşağına desteği yüzünden Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır'ın başını çektiği eksenle yaşadığı "soğuk savaş" yeni eşiklere ilerliyor. ABD'de yeni Ortadoğu politikasını bu eksen üzerine bina eden Trump yönetiminin İhvan'ı "terör örgütleri" listesine alma niyeti, Türkiye'nin sadece Araplarla değil Washington ile ilişkilerini de etkileme potansiyeli taşıyor.
Ankara bu eksendeki Türkiye karşıtlığından özellikle BAE'yi sorumlu tutuyor. BAE adına casusluk yaptıkları ve Cemal Kaşıkçı cinayetiyle bağlantılı oldukları şüphesiyle 9 Nisan'da 2 Filistinlinin tutuklanması ve zanlılardan Zeki Hasan'ın 9 gün sonra hapishanede ölmesi meseleyi daha da karmaşık hale getirdi.

" Hücresinde intihar etti " açıklamasını reddeden ailesi, Hasan'ın işkence sonucu öldüğünü öne sürüp uluslararası soruşturma istedi. Casusluk suçlamasının muhatabı BAE sessizliğini korurken, Körfez medyasında Türkiye'nin işkence siciline dair yorumlar öne çıkıyor.

Devlet olarak 48 yıllık ömrü olan BAE'nin pek çok alanda Türkiye ile bir eksen kavgasına tutuşacağı tahayyül edilemezdi. Türkiye'nin 1979'da, BAE'nin 1983'te elçilik açarak ikili ilişkileri başlatmasından bu yana ticari ilişkiler inşaat, gıda ve savunma sektörlerinde gelişse de, bu ülkenin Türk dış politikasındaki yeri gayet mütevazıydı.

Katar hariç Körfez ülkelerinin alarm pozisyonunda karşıladığı İhvan'ın Arap Baharı sürecinde Türkiye'den himaye görmesi dostluğu husumete çevirdi. Geçmiş dönemlerde belli yerlerde iki ülkenin rakip aktörlere el vermesi sorun teşkil etse de taraflar bunu ilişkilere yansıtmaktan kaçınıyordu.

Hamas lideri İsmail Haniye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Örneğin, Türkiye'nin Hamas'a desteğine karşın BAE, Hamas'ın darbeyle Gazze Şeridi'nden attığı El Fetih'ten Muhammed Dahlan'a kucak açmıştı. Dahlan, Yemen Savaşı dahil birçok yerde yürütülen gizli operasyonlarda Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid'in güvendiği kişi haline geldi.

Müslüman Kardeşler'den neden korkuyorlar?

BAE'nin İhvan hassasiyetinin uzunca bir geçmişi var. İhvan 1970'lerde BAE'nin eğitimli kadro açığını kapatmış, özellikle selefi eğilimin barındığı Ras el Hayma Emirliği'nden himaye görmüş, 1979'da İran İslam Devrimi'nin etkisiyle siyasi talepler artınca bu örgütün önüne set çekilmiş, 1983'te Adalet ve Eğitim Bakanlığı ellerinden alınmış, 2000'lerde Muhammed bin Zayid'in ifadesiyle " Kültürel bir savaş yürütülmüş ", Arap Baharı sonrası iyice alarma geçilmiş, Ocak 2013'te rejimi yıkmaya teşebbüs suçlamasıyla 94 kişi tutuklanmış ve 2014'e gelindiğinde İhvan artık devletin nezdinde " terör örgütü " oluvermişti.

İddiaya göre 2013'te tutuklananlar, İhvan'ın BAE uzantısı Islah hareketiyle bağlantılıydı. Bunlardan 11'inin Mısır vatandaşı olması Muhammed Mursi yönetimiyle de ipleri germişti. Tartışmalı üç adayla ilgisi aniden nükseden İran'ı dış tehdit, İhvan'ı iç tehdit olarak gören BAE'nin güvenlik kaygıları savunma harcamalarını da katladı. BAE 2013 sonrası İhvan'la savaşını bütün Orta Doğu ve Kuzey Afrika'ya yaydı.



Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el-Sisi ve ABD Başkanı Donald Trump
Eksen savaşının cephe hatları: Suriye, Libya, Mısır, Tunus Türkiye ile ilişkilerdeki asıl kırılma da Temmuz 2013'de Mısır'da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'ye yapılan darbeyle yaşandı. Türkiye tepkisini "Rabia" işaretiyle bütün platformlara taşırken darbeci Mareşal Abdulfettah el-Sisi'nin ana finansörlerinden biri BAE idi.

Mısır'dan kaçan İhvan liderlerine platform sunan El Cezire kanalı yüzünden 2014'te Katar-Körfez gerilimi ayyuka çıkarken Türkiye, Doha'yla ortaklığını ilerletmede kararlıydı.

BAE'nin 15 Temmuz darbe girişimini finanse ettiği iddiası örtülü gerilimi açık atışmalara dönüştürdü.

Ankara, "darbe girişimine çanak tutan yayın yapmakla suçladığı", Sky News Arabia ve Al Arabiya kanallarına büyük tepki göstermişti. Bu restleşme etkisini Suriye'de de gösterdi. Fırat Kalkanı Harekâtı'ndan sonra Türkiye'yi "işgalci ve sömürgeci" olarak resmeden BAE bir aşamadan sonra Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) de destek verdi.

BAE, Libya'da da Ankara'nın tuttuğu Trablus merkezli güçlere karşı ülkenin doğusunu tutan General Halife Hafter'e destek vererek eksen savaşını büyüttü.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Katar'ın başkenti Doha'daki Türk üssünü ziyaret ederken

Türkiye de 2017'de Katar'a yönelik ablukayı delmekle kalmayıp bu ülkede askeri üs kurarak keskin bir duruş sergiledi. Katar'a sunulan 13 maddelik talep listesinde beşinci madde şuydu:

" Türkiye'nin Katar topraklarındaki askeri varlığına son vereceksiniz. "

Koşul buyken Katar, Türkiye'den askeri alımlarla ilişkileri daha da derinleştirdi.

Benzer bir rekabet Somali ve Sudan'dan da kendini gösterdi. Türkiye'nin Somali'nin başkenti Mogadişu'da üs edinip yatırımlara girişmesine karşın BAE, Aden Körfezi'ni kontrol etme stratejisinin bir parçası olarak (Somali'den 'de facto' bağımsız) Somaliland'da bir üs (Berbera) ve liman (Hargeisa) edindi.

BAE, 2016'da 2,5 milyar dolarlık yardımla Sudan'ı Yemen Savaşı'na ortak ederken, Türkiye 2018'de Hartum'la 22 anlaşma yapıp Sevakin Adası'nın tahsisini sağladı. Sudan'da 11 Nisan'da Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'i devirip yetkiyi ele alan Askeri Geçiş Konseyi'ne BAE ve Suudi Arabistan'ın açık desteğinde de bu rekabet belirleyici.

Tunus ve Irak gibi ülkelerde de BAE ve Türkiye rakip aktörlere el vermiş durumda.

Diplomasinin dili değişti.,

Bu zıtlık medya savaşını kızıştırırken diplomasinin diline de yansıdı. BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid 2017'de "1916'da Fahri Paşa'nın Medine halkının mallarını ve el yazması eserlerini çaldığını biliyor muydunuz? İşte Erdoğan'ın dedelerinin Araplarla ilişkisi buydu" diye sataştı. Erdoğan ise "Petrol şımarığı" ve "Terbiyesiz adam" ifadeleriyle yanıt verdi. Ankara'da BAE Büyükelçiliği'nin bulunduğu sokağın adı "Fahreddin Paşa" diye değiştirildi.

BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid

Buna karşın BAE Dış İlişkilerden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş, "Ankara Arap ülkelerinin egemenliğine saygı duymalı ve komşularıyla mantık çerçevesinde ilişki kurmalı" dedi. Gargaş bir başka mesajında ''Arap dünyası Tahran ve Ankara tarafından yönetilmeyecek. Tahran ile Ankara'nın hırslarıyla mücadele etmek için Arap alemi birleşmeli'' ifadelerini kullandı.

Körfez medyasında Türkiye'nin Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ve El Kaide ile birlikte anılmadığı bir haber ya da yorumun çıkmadığı gün yok. Bitmek bilmeyen bir propaganda savaşı sürüyor. Örneğin Suudi gazetesi Ukaz geçen yıl 24 Mayıs'ta, "Osmanlıcılık ile İhvancılık arasında muta nikâhı" başlığıyla birlikte fes giydirilmiş Erdoğan fotoğrafını basmıştı.

Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz

Ankara, Abu Dabi'nin Riyad'ın tercihlerini de etkilediğini düşünerek bu "bozucu" faktörü devreden çıkarmanın yollarını da aradı. Tabi İhvan'ın kendinden gördüğü Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'da öldürülmesi Riyad'ı Abu Dabi'den ayrı tutma esnekliğini de yok etti. Yine de Ankara ilişkilerdeki hasarı sınırlı tutmak için Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz'i ayrı bir kefeye koyup oğlu Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile onun akıl hocası olarak görülen BAE Veliaht Prensi Muhammed Bin Zayid'i mimlemeyi tercih etti. Hatta bu ikilinin Washington'daki karar mekanizmalarını da yönlendirdiği değerlendirmesini yaptı.

'İhvan'ı unutun her şey yoluna girer' mesajı İki bakan teamülü bozsa da genel olarak BAE diplomasisi yüksek sesle konuşan bir karaktere sahip değil. Hatta çelişkileri tolere edebilen bir yapısı da var.

Örneğin, İran'ın nüfuzunu kırma hamlelerinde başı çekse de İran dış ticaretinde BAE'nin yeri hala önemli. Aynı şekilde Ankara ile yaşanan soğuk savaş BAE'nin Türk savunma ürünlerine ilgisini azaltmadı. 2017'de 661 milyon dolarlık zırhlı araç alımı gerçekleştirildi. BAE, Orta Doğu'da Türkiye'nin ihracatında Irak'tan sonra ikinci sırada. Siyasi restleşmenin tavan yaptığı 2017'de iki ülke arasındaki Karma Ekonomik Komisyon ve İş Konseyi toplantıları iptal edilmedi. Belki bunda Savunma, Ekonomi ve Ticaret bakanlıklarının Dubai Emirliği'nde olması da etkili olabilir. Dışişleri ve İçişleri bakanlıkları Abu Dabi emirliğinde.

Yine de İhvan iki ülke arasındaki kilitlenme nedeni olmaya devam ediyor. Abu Dabi Eğitim Konseyi Genel Direktörü Ali Raşid el Nuaymi 2017'de Türk basınına verdiği demeçte İhvan korkusunun arkasında yatan nedenlere şöyle değinmişti:

"Geçmişte bize sığınan İhvan üyelerine kucak açtık. Ancak, bir süre sonra tüm eğitim kurumlarımızı, camilerimizi ve dış işlerini ele geçirdiler, kabinede iki bakanlık bile elde ettiler. Tıpkı sizdeki FETÖ gibi. Biz onları kontrol altında tutmaya çalışırken, Mısır'da devleti ele geçirdiler. Sonra aynısını burada yapmak istediler. Hükümetimiz de onları yasa dışı ilan etti.

"Sizin için FETÖ terör örgütü ne ise bizim için de Müslüman Kardeşler odur. Türkiye'de bizim vatandaşımız dokuz terörist var ve iadesini istiyoruz. 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra FETÖ üyesi iki generali derdest edip Türkiye'ye iade etmiştik. Aynı hassasiyeti Türkiye'den bekliyoruz. Onların kimler olduğunu Hakan Bey (MİT Başkanı Fidan) çok iyi biliyor."

Bu empati çağrısı karşılık bulur mu? Eksen savaşı Mısır, Suriye, Filistin, Sudan, Tunus, Libya ve Somali'ye kadar yayılmışken kızışmanın soğuma ihtimali düşük.


https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48167646



8 Mart 2015 Pazar

Türkiye’nin Orta Doğu’da İzlediği Politikaların Nato Müttefikleri ve Avrupa Birliği Üyeleri ile İlişkileri Üzerindeki Etkileri,




Türkiye’nin Orta Doğu’da İzlediği Politikaların 
Nato Müttefikleri ve Avrupa Birliği Üyeleri ile İlişkileri Üzerindeki Etkileri,


Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu*
03 Mart 2015


Genel Görünüm:

Türkiye’nin 2009 yılından itibaren izlemeye başladığı dış politika başta NATO müttefikleri ve AB üyesi ülkeler olmak üzere tüm dünyanın dikkatini çekmiştir.

Başlangıçta, 2003 yılının başından itibaren bölgede izlenen proaktif dış politika uygulamaları ve “komşularla sıfır sorun” politikası kamuoyunda genellik olarak olumlu karşılanmış ve özellikle TICARIilişkilerimize belirli bir ivme kazandırmıştır. Bununla beraber, beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve hızla gelişen “Arap Uyanışı”(Arap Baharı)nın Türkiye’yi nispeten hazırlıksız yakaladığını ve dış politika uygulamalarımızda bazı çelişkilere neden olduğunu belirtmek mümkündür.

Bu çelişkili politika uygulamaları sonucunda Türkiye’nin Orta Doğu’da zemin kaybettiği, ABD ile ilişkilerinin zedelendiği, AB ile üyelik müzakerelerindeki ivmenin de önemli ölçüde zayıfladığı görülmektedir. 


Gelişmeler:

2009-2010 yıllarında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyesi olduğu dönemde özellikle Filistin ve Arap-İsrail uyuşmazlığı ülkenin gündeminde öncelikli konular olarak yer almıştır. Bu dönemde Türkiye uluslararası ilişkiler sahnesinde devlet dışı aktörlerle, örneğin Müslüman Kardeşler,  Hamas, Al-Nusra gibi unsurlarla da temaslar kurmuş, böylelikle müttefiklerinden farklı bir politika izlemeye başladığı algısının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu algı kısa zamanda Türkiye’nin bu oluşumlara destek verdiği şeklinde bir anlayışa dönüşmüş, algıyı değiştirmek için yeterli ve ikna edici bir çaba gösterilmemesi sonucunda bu anlayış pekişmiştir. Hamas’ın merkezinin Türkiye’ye taşınması, rejim aleyhtarı grupların, bu meyanda Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile olan ilişkilerini görünür biçimde yoğunlaştırmaları Türkiye hakkında çeşitli ithamlara yol açmış, Batı nezdinde oluşan algısı bu defa kuşkuya dönüşmüştür. Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği destek ABD’de ve AB’de Türk dış politikasının istikameti hakkında ciddi soruların ortaya atılmasına neden olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin İran ile uluslararası toplum -bilhassa ABD- arasında beliren uyuşmazlıklar bağlamındaki politikaları ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde izlenen İran’ın nükleer dosyası konusundaki tutumu da Batı ile arasındaki görüş farklılıklarını artırmıştır.

2009 yılının Ocak ayında Davos’ta yaşanan “One minute” olayı, Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinde gerginliğin başlangıcını oluşturmuştur. Ancak Türk dış politikasında asıl önemli dönüm noktasını 2010 yılında yaşanan olaylar oluşturmuştur. Bu yıl Türkiye İran’a yönelik yaptırımlar konusunda BMGK oylamasında Brezilya ile birlikte olumsuz oy kullanmış, ayrıca İsrail ile arasında Mavi Marmara vakası yaşanmıştır. Mavi Marmara krizi kapsamında Türkiye, İsrail ile ilişkilerinin düzelmesi için üç talepte bulunmuştur. Özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve Gazze’de ablukanın kaldırılmasından oluşan bu taleplerden ilk ikisi İsrail tarafından kabul edilmiş olup sonuncusu uluslararası alanda destek bulmadığı gibi Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin inisiyatifi ile kurulan panel de “ablukanın uluslararası hukuka uygun olduğu” görüşü benimsenmiştir. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin bozulması ülkemizin bölgesel aktör olarak gücünü ciddi biçimde etkilemiştir. Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliğini, diğer hususların yanında, bölgede hem Arap ülkeleri ile hem İsrail’le ilişkilerini dengeli şekilde sürdüren tek ülke olması sağlamaktaydı. Bu durum bir yandan Orta Doğu’daki politikalarda Türkiye’yi sözü dinlenir bir ülke konumuna getirirken bir yandan da Batı gözündeki stratejik değerini artırmaktaydı. Bugün gelinen noktada Türkiye hem bölgede hem Batı gözünde bu etkisini kaybetmiştir. Bunun bir sonucu da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji denklemi içindeki gücünün zayıflaması olmuştur.

Türkiye’nin Ortadoğu’ya giderek daha ağırlıklı biçimde yaklaşmaya başlaması sonucu oluşan algı değişikliği mensubu olduğumuz Batı camiasında Türkiye’nin bir “eksen değişikliği” içinde mi olduğu şeklinde sorgulamaların artmasına yol açmıştır. Bu sorgulamalar Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşmakta olduğu, yeni arayışlar içine girdiği, yeni-Osmanlıcı bir politika izlemeye başladığı yorumlarını yaygınlaştırmıştır.

Türkiye’nin dış politikasındaki çelişkili uygulamalara bağlı olarak oluşan bu algı değişikliği, iç politikada görülen bazı gelişmelerle birlikte okunduğunda Türkiye ’nin özellikle demokrasi, laiklik, hukuk devleti, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi Avrupa Birliği değerlerinden ve prensiplerinden giderek uzaklaşmak ta olduğu izlenimini yaratmıştır.

AB üyelik perspektifinin, takriben 50 yıldır farklı iktidarlar döneminde özellikle evrensel hukuk kuralları ve demokrasi değerleri bağlamında çeşitli alanlarda iyileştirmeleri ve reformları teşvik edici rol oynamış olduğu söylenebilir. Bununla beraber, kamuoyunda zaman zaman AB’ye karşı olumsuz kanaatlerin görüldüğü de bir gerçektir. Bu kapsamda son zamanlarda yapılan anketlerin, Türk kamuoyunda AB hakkında oluşan olumsuz algının nispeten olumluya dönüşmeye başladığının işaretlerini verdiği bu noktada not edilmesi gereken bir gelişmedir.

Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin ilerlemesinin önündeki engellerin başında AB’nin GKRY’yi üye olarak kabul etmesi ve akabinde KKTC’ye karşı uyguladığı ayırımcı politikaları değiştirmeksizin sürdürmesi gelmektedir. Türkiye GKRY’nin üyeliğini müteakip AB ile bu bağlamda imzaladığı Ankara Protokolü’nü uygulamaktan imtina etmiş, bu davranışını AB’nin KKTC’ye olan ayırımcılığını sürdürmesiyle haklı göstermeye çalışmış, ancak AB meseleyi tamamen hukuki bir perspektiften algılayarak Türkiye’nin Ankara Protokolü ile ilgili yükümlülüğünü yerine getirmediği yönündeki ısrarından vazgeçmemiştir. Avrupa’da artan yabancı düşmanlığı, zenofobi ve bilhassa Orta Doğu’daki gelişmelere bağlı olarak yaygınlaşmaya başlayan İslam karşıtlığı Türkiye’ye olan bakışı olumsuz etkileyen diğer faktörlerdendir. Bunlara müttefiklerimizin PKK ve genel olarak Kürt sorunu ile ilgili bazen önyargılı yaklaşımları, Suriye konusundaki görüş farklılıklarımız, Rusya ve İran ile Batı arasında olan sorunlu ilişkilere bakışımızdaki nüanslar ve AB üyeliğimize Birlik üyelerinin kendi içlerindeki farklı yaklaşımları eklendiğinde, Türkiye-AB ilişkilerinin olumlu bir mecra içinde ilerlemesi güçleşmektedir.

Bu gelişmelerin bir yansıması olarak AB ile 2005 yılında başlatılan üyelik müzakereleri süreci ciddi bir yavaşlama geçirmiş, GKRY’nin dönem başkanlığı ile birlikte tam anlamıyla durağanlaşmıştır.

AB’nin Türkiye’ye olan bu yaklaşımı yeni açılımlar aranmasına yol açmış, bu bağlamda Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişkiler kurulması için kullanılmaya başlanan söylem, müttefiklerdeki endişeleri daha da artırmıştır. Bu örgüte katılmak kuşkusuz Türkiye’nin geleneksel politikaları ve Batı ile ilişkileriyle bağdaşmamaktadır.

Türkiye’nin izlediği politikalar hakkındaki endişelerin en fazla arttığı müttefiklerimizin başında ABD gelmektedir. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri ve çeşitli alanlardaki işbirliği iniş çıkış gösterse de genellikle yoğun bir şekilde devam edegelmiştir. Ancak son zamanlarda ABD basın ve yayın organlarında Türkiye’nin dış politikada Batı ağırlıklı bir politikadan Ortadoğu/İslam dünyası odaklı politikaya meyil ettiği izleniminden, zaman zaman ortaya çıkan Osmanlı nostaljisinden, bu çerçevede Müslüman Kardeşler’e verilen destek ile din referanslı güçlere gösterilen kolaylık ve yardımlardan rahatsızlık duyulduğu açıkça ifade edilmektedir.

Türkiye’nin füze savunma sistemi kurulması için Çin ile anlaşması ABD’deki endişeyi daha da pekiştirmiş, NATO müttefiklerimizde şaşkınlık uyandırmıştır.

Bütün bu gelişmelerin Türkiye’nin Batı ile arasının giderek açılmaya başladığı şeklinde bir algı yarattığı dönemde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan “Arap Uyanışı” Türkiye için çok önemli bir fırsat oluşturmuş ve müttefikleri ile ortak politikalar geliştirebilmesi için uygun bir zemin yaratmıştır. Ancak Türkiye’nin “Arap Uyanışı” ile karşısına çıkan bu fırsatı yeterince iyi ve olumlu değerlendirmiş olup olmadığı sorgulanmaya değer bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımlarında Batı camiasından farklı olarak Müslüman Kardeşler bağlantılı oluşumlara sıcak bakması -kimi zaman açık destek vermesi- müttefiklerle aramızda oluşabilecek ortak platform zemininin kısa zamanda aşınmasına yol açmıştır. 

Batı camiası “Arap Uyanışı”nı bir demokratikleşme ve otoriter/totaliter rejimlerden arınma çabası olarak görmüş, bununla birlikte yıkılan rejimlerin yerine kurulacak olan yeni oluşumların desteklenmesinde de olabildiğince ihtiyatlı davranmaya özen göstermiştir.
Türkiye de Arap Baharı’na prensip itibariyle olumlu yaklaşarak sürecin Arap ülkelerinde demokratik bir dönüşüme yol açabileceği düşüncesiyle destek vermiştir. Ancak tek başına demokratik seçimlerin totalitarizme engel olamadığı kısa zamanda görülmüştür.

2011 yılından itibaren ise Suriye’de başlayan kargaşa ve akabinde beliren -bazı yorumlara göre bir iç savaş olarak anılan- durum Türkiye ile Batı arasındaki yaklaşım farklılıklarında yeni bir safha oluşturmuştur. Suriye’de çözüme yönelik adımların atılmasında Batılı müttefiklerimizin kararsız ve mütereddit davranmaları sonucu Suriye krizi nitelik değiştirmiş, sorun Suriye içi bir kaos ortamından sınır aşan terör boyutuna dönüşmüştür. Suriye’deki kaosun yarattığı koşulları değerlendiren terör unsurlarının canlandırdığı güçler IŞİD olarak karşımıza çıktığında, bu defa Batılı müttefiklerimiz açısından da Suriye sorunu hakkındaki algı nitelik değiştirmiştir. Batı artık öncelikli olarak IŞİD terörüyle mücadeleyi hedeflerken, Türkiye Esad’ın düşürülmesine ilişkin önceliğini korumuştur. Türkiye bu konuda izlediği politikada uluslararası toplum içinde yalnız kalmıştır.

Arap Uyanışı’nın Türkiye yönünden üç farklı tehdidi beraberinde getirdiğini söylemek mümkündür. Bunlar; çeşitli din referanslı siyasi hareketlerin güçlenip iktidar olması, Suriye’deki iç savaşın yarattığı kaos ve çatışmaların sınır boyunca Türk yerleşim bölgeleri için oluşturduğu ve oluşturacağı güvensizlik ve nihayet Suriye Kürtleri’nin sınır boyunca bazı bölgeleri işgali ve buralarda özerklik ilan etmeleri olarak sıralanabilir.

Türkiye Ortadoğu’ya yönelik politikalarıyla bir yandan müttefikleriyle uyumlu bir dış politika izlemediği kanaatinin yaygınlaşmasına yol açarken, bir yandan da kendi güvenliğine yönelik tehditlerin artması ile karşı karşıya kalmaktadır.

2000’li yılların başında Ortadoğu’da yükselen Şii gücünün hamisi olarak beliren İran’ın dengelenmesi için Türkiye’nin öne çıkması gerektiğini savunan çevrelere, Ankara böyle bir misyon üstlenmek istemediği ve Ortadoğu’da bir Sünni-Şii kutuplaşmasının tarafı olmayacağı yanıtını vermekteydi. Türkiye’nin bütün gücünü ve cazibesini ise laik, demokratik, çoğulcu sivil toplum yapısı; parlamenter sistem ve hukuk devleti ilkelerini temsil etmesi; Batı kurum ve kuruluşlarındaki üyeliği ya da üyelik süreci oluşturmaktaydı. Türkiye’nin bu özellikleriyle “ılımlı İslam” modelinin yayılmasına da yardımcı olabileceği ileri sürülmekteydi. Bugün ise ülkemizin artık bir Sünni-Şii kutuplaşmasında taraf olduğu algısı yaygınlaşmaktadır.

Bunun sonucunda Türkiye Ortadoğu’da gerçek bir bölgesel güç olarak oynayabileceği rolü kaybetmekte, bölgenin sorunlarının çözümünde örnek olarak gösterilebilecek ülke konumunu da zayıflatmaktadır. Bugün artık bölgedeki toplumsal dönüşüm ve demokratikleşme bağlamında gösterilen bir örnekten söz edilirken, Türkiye’den çok Tunus’un adı zikredilmeye başlanmıştır.

Sonuç:

Tüm bu gelişmeler başta Türkiye ile ABD arasındaki bağlar olmak üzere, müttefiklerimizle ilişkilerimizi olumsuz biçimde etkilemektedir. Bu sebeple Türkiye’nin Batılı müttefikleri nezdinde oluşan olumsuz algının giderilmesi maksadıyla yapıcı adımlar atması elzemdir.

Dış politikada tarihsel nostaljiye, dinsel ve mezhepsel referanslara olduğu kadar ideolojiye de yer yoktur. Dış politika kuşkusuz aktif olmalıdır, fakat bu aktivizmin ters tepmemesine dikkat edilmesi gerekmektedir. Bugün küreselleşmiş ve şeffaflaşmış dünyada başta tarafsız ve bağımsız yargı, temel insan hakları ve hürriyetleri ve hukukun üstünlüğü olmak üzere Batı’nın değerlerine bir alternatifin olmadığını kabul edilmeli ve buna göre davranılmalıdır. Aksine bir tutumun ülkeleri ve halklarını nasıl büyük felaketlere sürüklediğinin canlı örnekleri çevremizde açıkça görülmektedir. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmaması gerektiği, zira dünya ile entegrasyonunda halen üyesi olduğu Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurum ve kuruluşları ile AB’den başka bir alternatifi olmadığı açıktır. Bunun sürdürülebilirliği de ancak Türkiye’nin başta kuvvetler ayrımı, hukukun üstünlüğü olmak üzere çağdaşlaşmanın vazgeçilmez değerleri olan basın, fikir ve ifade özgürlükleri konusunda bir an önce gerekli yasal önlemleri alması ve ilkeli bir tutum izlemesi ile sağlanabilecektir.

Ortadoğu’da kaybettiği politik ağırlığı yeniden kazanması için Türkiye’nin bölgedeki tüm ülkelerle ilişkilerini, diyaloğunu ve işbirliğini geliştirmesi en önemli dış politika öncelikleri olarak belirmektedir. Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerini normalleştirmesi, Suriye’ye karşı daha dengeli bir politika gütmesi, mezhepçilik ithamlarına imkan vermemek için ideolojik davranmaması, İsrail ile ilişkileri eski düzeyine getirmesi, AB ile ilişkilerine öncelik tanıması, ABD ile pürüzlere meydan vermemesi, askıdaki sorunlarını çözmek için çaba sarf etmesi, iç politikadaki gerginliği ve kutuplaşmaları önlemesi gerekmektedir. Bu adımları atan bir Türkiye hem bölgesindeki saygınlığını pekiştirecek, hem müttefikleri ile ilişkilerinde daha çok dinlenir bir ortak haline gelecek, hem de içinde bulunduğu kurum ve kuruluşların politikalarının oluşumunda daha etkin bir konum kazanabilecektir.

* Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu:

Başkan: İlter Türkmen, Büyükelçi (E)-Dışişleri Eski Bakanı, 
Bşk. Yrd: Salim Dervişoğlu Oramiral (E), 

Üyeler; Fahir Alaçam Büyükelçi (E), Oktar Ataman Orgeneral (E), Cemil Şükrü Bozoğlu Tuğamiral, M. Doğan Hacipoğlu Tümamiral (E), Oktay İşcen Büyükelçi (E), Güner Öztek Büyükelçi (E), Seyfettin Seymen Hv. Tümgeneral (E), Necdet Timur Orgeneral (E), Turgut Tülümen Büyükelçi (E)
 http://www.bilgesam.org/incele/2039/-turkiye-nin-ortadogu-da-izledigi-politikalarin-nato-muttefikleri-ve-avrupa-birligi-uyeleri-ile-iliskileri-uzerindeki--etkileri/#.VPVoCuEsD_c

..