AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera,ABD,RUSYA, AB, İngiltere,Şeyh Ubeydullah,Abdurrezzak Bedirhan,


Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.

Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.



Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

  Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…

Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?

(Al Jazeera)


http://www.aljazeera.com.tr/interaktif/buyuk-guclerin-kurt-karti


***

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

20 Şubat 2020 Perşembe

TAM ÜYELİK MÜZAKERELERİ VE TÜRKİYE NİN AB YE TAM ÜYELİĞİ,

TAM ÜYELİK MÜZAKERELERİ  VE TÜRKİYE NİN  AB YE TAM ÜYELİĞİ, 



Yazan: 
Prof.Dr.Ömer Şakir BABAOĞLU* 
* Prof.Dr.Şakir BABAOĞLU, Emekli. 


TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİNDE KRİTİK BİR AŞAMA. TAM ÜYELİK MÜZAKERELERİ  VE TÜRKİYE NİN AB YE TAM ÜYELİĞİ, 

Özet 

Türkiye’nin AB ile çıktığı yolculuk 1959 yılına dayansa da gerçekte Türkiye’nin tam üyelik basvurusu 1987 yılında yapıldı ve 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülke olduğu teyit edildi. Aralık 2002 yılında yapılan Kopenhag Zirvesi’nde “Türkiye, sunulan siyasî kriterleri yerine getirirse AB müzakerelere zaman kaybetmeksizin baslayacaktır” sonucuna ulasıldı. Nitekim Avrupa Biriliği Komisyonunun hazırladığı, Türkiye’nin tam üyelik yolunda ilerlemesini değerlendiren 2004 raporu, Avrupa Konseyine müzakerelere baslanmasını önermistir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecindeki ısrar nedeni gerçekte istikrar ve değisim arayısının bir sonucudur. Türkiye’nin ekonomik kalkınması için AB katılım sürecinin sağladığı istikrar ortamına ihtiyacı vardır. 

Tam Üyelik Başvurusu ve Adaylık 

Türkiye’nin AB ile çıktığı yolculuk 1959 yılına kadar geri götürülse de gerçekte Türkiye 1987 yılında tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. 1959 yılı ortaklık 
anlaşması yapmak üzere görüşmelerin basladığı yıldır. Ortaklık ilişkisi de ne yazık ki istikrarlı ve gelişen bir ilişki olma özelliğini 1987’ye kadar hiç taşımamıştır. 1963 Ankara Anlaşması’na göre öncelikle ortaklık ilişkileri geliştirilip gümrük birliği yasama geçirildikten sonra tam üyelik Türkiye – AT/AB ilişkilerinde gündeme gelecekti. Ancak Türkiye’nin yükümlülüklerinin basladığı 1973 yılından itibaren Türkiye, gereken sorumluluğu üstlenmemi ve 1978’de de ortaklık anlaşmasından doğan yükümlülükler, “korunma hükümleri” kullanılarak askıya alınmıştır. AB tarafından da bu istikrarsız gelişimden yararlanarak isçilerin serbest dolasımı, tekstil ürünleri ticareti ve tarımsal ürünler ticareti gibi konuları düzenleme dışı bıraktığını gözlemlemek mümkündür. Bu konulardan sadece tekstil ürünleri ile ilgili kısıtlamalar aşılabilmiştir. 

Ortaklık ilişkilerinin ve bu bağlamda Türkiye/AT ilişkilerinin 1983’lere kadar sağlıklı gelişmediğini tespit etmek mümkündür. Dolayısıyla Türkiye, ortaklığı tam 
üyelik için zemin olarak gerektiği gibi kullanamamıştır. Bu nedenle de 1987 tam üyelik başvurusu Ankara Antlaşmasının öngördüğü çerçevenin dışında gerçekleştirilmiştir. O günün koşullarında AT, Türkiyenin bu başvurusunu kabul edip, Komisyona gönderme hususunda bile tereddüt e düşmüştür. 1989 Komisyon “Görüş”ü (Avis), Türkiye için bu  nedenle bir başarı gibi gösterilmiş ve Türkiyenin ehil adaylığının teyit edildiği (eligibility) vurgusu öne çıkarılmaya çalışılmıştır. 

1999 Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Konseyi, Türkiye’nin aday ülke olduğunu bir kez daha teyit etmistir. Bu onay, 1987 Lüksemburg Zirvesi sonrasında alınan 
kararlarla Türkiye’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden farklı bir isleme tabi tutulduğu endişesini gidermesi açısından önemlidir. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye için bir “katılım öncesi stratejisi” (pre-accession strategy) belirlenmesi kararlaştırılmıştır. Helsinki kararları bu bağlamda, Türkiye’ye adaylık sürecinde uygulanacak kriterlerin, diğer aday ülkelere de uygulanan kriterlerle aynı esaslara dayanacağının altını çizmiştir. 

1 Nisan 1987’de tam üyelik için başvuran Türkiye’ye gerçek cevap dolayısıyla Helsinki’de 1999 Aralık ayında verilmiştir. Nisan 1987’den Aralık 1999’a kadar geçen dönemde Türkiye’nin başvurusuna karşılık olarak hazırlanan tüm belgeler, Komisyon’un 18 Aralık 1989 tarihli Görüsü de (Avis) dâhil olmak üzere, sadece 
konuyu ertelemeye yönelik bir içerik tasımıştır. 

Katılım öncesi strateji içinde Türkiye’de beklenen genel kriterler Kopenhag kriterleridir. Kopenhag kriterlerini, “ siyasî, ekonomik ve mevzuat uyumu” kriterleri olarak basitleştirebiliriz. 1997 tarihli Lüksemburg Zirve kararlarına göre, bu üç kriterden siyasî kriterlere uygun duruma gelmeden, bir aday ülke ile katılım  anlaşmasını hazırlamak üzere müzakerelere başlamak mümkün değildir. Diğer iki kriterle ilgili düzenlemelerin müzakereler devam ederken yerine getirilmesi  mümkündür. Helsinki’den bugüne kadar geçen zaman, Türkiye’nin “Katılım Ortaklığı Belgesi” nde sıralanan konulardan Kopenhag siyasî kriterleri kapsamına girenlerine  uyum sağlama çabalarıyla geçmiştir. 

AKP’yi iktidara getiren seçimlerin hemen sonrasına denk gelen Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi, Türkiye hakkında “Türkiye Kopenhag siyasî kriterlerini yerine 
getirirse, AB, zaman kaybetmeksizin müzakereleri baslatacaktır” sonucuna ulaşmıştır. Avrupa Konseyi Türkiye’nin Kopenhag siyasî kriterlerine uyum gösterip göstermediğini  değerlendirirken, Komisyon’un 2004 sonunda hazırlayacağı Türkiye raporu ve bu raporda yer alan Komisyon önerisini de dikkate alacaktır 2 . Bu nedenle Komisyon’un  1998’den itibaren her aday ülke için ve dolayısıyla Türkiye için de her yıl hazırladığı raporlar arasında özellikle “Türkiye 2004 Düzenli Raporu” ayrı bir önem kazanmıştır. 

Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi kararlarından kaynaklanan bu önem, Raporun hazırlanması sorumluluğunu da oldukça artırmıştır. 
Bu nedenle olsa gerek raporun ikili bir doğası söz konusudur. 

Komisyon 2004 Düzenli Raporunun İkili Doğası ve Arkasında Yatan Gerekçe Avrupa Birliği Komisyonunun hazırladığı, Türkiye’nin tam üyelik yolundaki 
ilerlemesini değerlendiren 2004 raporu ikili bir nitelik taşımaktadır. Zamanın komisyon başkanı Romano Prodi, raporun açıklanmasından sonra düzenlenen basın toplantısında bu olguyu “nitelikli evet (qualified yes)” tanımlaması ile ifade etmiştir 3 . Prodi`ye göre Komisyon, Avrupa Konseyi’ne müzakerelere başlamasını önermiştir. 

Ancak bu öneri, bazı özel nitelikler taşıyan, diğer adaylar için yapılan olumlu önerilerden farklı bir evet raporudur. Rapor bir yandan Türkiye’de son yıllarda 
kaydedilen gelişmeleri anlatıp bu gelişmeleri överken, diğer yandan devam eden önemli sorunların altını çizmektedir. Raporun ikili bir nitelik taşımasının en önemli nedeni, raporda ”devam eden sorunlar” olarak belirtilen konuların, kaydedilen gelişmeler kadar önemli ve gelecekte sorun yaratabilecek nitelikte olmasıdır. 

Rapordan ayrı olarak hazırlanan Komisyon tavsiye kararı, sonuç olarak Türkiye’nin katılım müzakerelerine başlamasını önermektedir. Söz konusu Komisyon önerisi, müzakerelere başlama konusunda siyasî kararı vermek üzere 17 Aralık’ta toplanacak olan Avrupa Konseyi üzerinde oldukça etkili olacaktır. 

Bu konuyu bir başka açıdan da görmek mümkündür. Eğer komisyon raporu Türkiye’nin müzakerelere başlamasını önermemiş  olsaydı, Avrupa Konseyi’nin olumlu bir karar vermesi hiçbir şekilde mümkün olmayacaktı. Bu anlamda ilk asama geçilmiştir. 

Ancak Raporun ikili nitelik tasımasının arkasında yatan nedenler gerçekte raporda yazılı olmayan nedenlerdir. Raporun hazırlanması ve Komisyon’da 
onaylanması sürecinde AB üyesi ülkelerin bazılarında ve bazı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin kamu oylarında Türkiye ile ilgili sert tartışmalar olmuştur. Bunlardan en çok dikkat çekeni Fransa ve Fransız halkının konuya yaklaşımıdır. Avrupa Anayasasını halk oyuna sunma kararı vermiş olan Fransa, bu kritik dönemde Türkiye tartışması ile Avrupa Anayasasının onay süreci arasında bir bağlantı kurmuştur. Hatta bu konuda Komisyon’da yer alan Fransız üye Pascal Lamy, Türkiye ile ilgili kararın Anayasa onay süreci sonrasında verilmesini bile önermiştir. Fransa‘da siyasî çevrelerde yer alan temel korku; bazı çevrelerin, Fransız halkının Türkiye hakkındaki ön yargıları nı tahrik  ederek, Avrupa Anayasası’nın onaylanmasını engelleme çabaları olmuştur. Bu çevreler sıkça Türkiye’nin nüfusunu bahane ederek, Anayasa onaylanırsa bir  Müslüman ülkenin Avrupa halklarının geleceğinde söz sahibi olacağını dile getirmiştir. Anayasanın kurduğu karar verme sisteminde nüfus öne çıkmaktadır ve Türkiye bu  anlamda daha etkili bir pozisyona sahip olabilecektir. 

Komisyonda yapılan tartışmalarda, Türkiye’nin müzakerelere baslaması için geliştirilen formül, Komisyon raporunun satır aralarına yansımıştır. Buna göre Türkiye ile yürütülecek müzakereler tam üyelik demek değildir. Türkiye’nin müzakere süreci ve özellikle siyasî konular, yakından takip edilmeye devam edilecektir. Rapor bu anlamda; azınlık sorunlarını, Kıbrıs’ı, askerin Türk siyasî hayatında devam eden ağırlığını, Müslüman olmayan toplulukların haklarına getirilen kısıtlamaları, sınır sorunlarını izlenmesi gereken baslıca konular olarak sıralamıştır. Bu anlamda müzakereler, diğer aday ülkelerden faklı olarak, siyasî sorunların sürekli baskısı altında devam edecektir. Yine Komisyon’un geliştirdiği formül uyarınca; siyasî konularda olumsuz gelişmeler çıkması durumunda Komisyon’un önerisi, Bakanlar Konseyi’nin nitelikli çoğunlukla alacağı kararla her an askıya alınabilecektir. Bunlara ek olarak, Fransa’da gelişen referandum tartışmaları 4 , katılım anlaşması hazırlanıp imzalansa bile, onay sürecinin garanti olmaktan çok uzakta olduğunu bize göstermektedir. Özetle Türkiye ile yapılacak müzakerelerin en az 10 yıl sürmesi bugünden karara bağlanmıştır. 

Raporun Öne Çıkardığı Sorunlu Alanlar 

Azınlıklar ve Din Konusu 

Raporda azınlıklar konusunda Türkiye’nin hukukî azınlık tanımı eleştirilmektedir. Raporun siyasî kriterlerle ilgili bölümünün “ekonomik ve sosyal haklar” alt başlığı içinde azınlık konusunun ele alındığı kısımda, ”Türk resmî otoritelerinin 1923 Lozan Antlaşması’na dayalı olarak sadece Müslüman azınlıkları, bu  anlamda Yahudi, Ermeni ve Rumları azınlık olarak tanıdığı, gerçekte Türkiye’de Kürtler de dâhil olmak üzere pek çok topluluk (communities) bulunduğu”5  belirtilmekte dir. Burada Kürtlerden söz edilen bölümde “topluluk” sözcüğü seçilirken, cümle genel olarak azınlık tanımı altında formüle edilmiştir. Bu çerçevede Kürtler’in 
azınlık statüsünde oldukları dolaylı olarak ifade edilmiştir. Kürtler’in kültürel haklarını kullanmaları üzerinde sınırlamaların devam ettiğinin de altı çizilmistir. 

Öte yandan raporun yine siyasî kriterler başlığı altında yer alan “sivil ve siyasî haklar” alt baslığı içinde Aleviler için, “sünnî olmayan Müslüman azınlık”6 kavramı kullanılmıştır. Raporun ilerideki bir bölümünde de Aleviler’in henüz Müslüman azınlık olarak görülmemesi bir sorun olarak ifade edilmiştir.7 

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Komisyon tarafından, Türkiye’nin ısrarlı olduğu azınlık tanımlamasının dışında bir kabul açıkça ortaya konmuştur. Ayrıca her iki grup için de ilerlemeler kaydedilmesi gereği belirtilmiştir. 

Müslüman olmayan azınlıklarla ilgili olarak öne çıkarılan konu ise Heybeli ada Ruhban Okulu’nun açılması sorunudur. Ayrıca Ekümenik Patrik unvanının 
kullanılmasına izin verilmemesi, Süryani, Keldani din adamlarının üzerindeki kısıtlamalar da bu baslık altında dile getirilmiş eksikliklerdir. Türkiye’de yasayan 

Protestanlarla ilgili, özellikle dinî törenler sırasındaki kontroller olmak üzere birtakım uygulamaların siyasî kriterlerle uyumlu olmadığı belirtilmiştir.8 Raporda ayrıca “azınlık dillerinde yayın ve eğitim” konularında önemli kısıtlamaların devam ettiğinin altı çizilmiştir. 9 Özellikle eğitim alanı oldukça tartışmaya açık bir konudur. Revize edilmiş Katılım Ortaklığı Belgesinde eğitimle ilgili paragrafta, eğitimin bir dilin öğrenilmesinden çok, o dilde eğitim alınmasını düşündürecek bir ifade kullanılmıştır. 2004 raporu bu konuya açıkça ele almamakla birlikte, yukarıda belirttiğimiz gibi eğitim alanında önemli kısıtlamalardan söz etmi ama bu kısıtlamaları tam anlamıyla açıklamamıştır. 

Özetle azınlık tanımı, kültürel ve dinî haklar ile Türkiye’de yasayan Hristiyanların din hizmetleri ve eğitim alması konularında Komisyon’un yaklaşımı Türkiye’nin ve Türk kamuoyunun temel kabullerinden hâlâ oldukça farklıdır. 

Bu durum müzakereler sırasında da sorun yaratmaya devam edecektir. 

Komisyon Türkiye’nin “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Konvansiyonu” ile “Gözden Geçirilmiş Sosyal Şartı ” imzalamamı olmasını, bir eksiklik  olarak bu çerçevede ortaya koymaktadır. Komisyon’un bu baslık altında çok sayıda eksiklik tespit etmi olduğu olgusu ortadadır. Ancak Komisyon bu eksiklikleri müzakereler sırasında, siyasî kriterlerin uygulanmasının denetimi çerçevesinde ele almayı uygun görmüştür. Bu anlamda Türkiye müzakerelere eğer baslarsa, azınlıklar ve din konuları birinci gündem maddesi olmaya devam edecektir. 

Silâhlı Kuvvetlerin Türk Siyasî Hayatındaki Rolü 

Komisyon’un 2004 raporunda da, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, Türk siyasal yasamında oynadığı role yönelik eleştiriler devam etmektedir. Raporda sivil-asker ilişkilerinin AB uygulamalarına uyumlu hâle getirilmesi için kaydedilen gelişmelerin altı çizilmekte ancak henüz istenilen noktaya ulasılmadığı da belirtilmektedir. Komisyon’un saptamasına göre, Türk Silâhlı Kuvvetleri, bazı gayrı resmî kanalları kullanarak siyasal sistem üzerinde etkili olmaya devam etmektedir.10 

Rapor, Millî Güvenlik Kurulunun askerî üyelerinin “siyasî,sosyal ve dı politika konularında çesitli vesilelerle kamuoyuna seslendiklerini, basın açıklamaları ve 
bildiriler yayınladıklarını” belirttikten sonra bu durumu ileriye dönük, potansiyel bir sorun olarak ortaya koymaktadır.11 

Kıbrıs 

Raporun Kıbrıs’la ilgili bölümü diğer düzenli raporlarla kıyaslanmayacak kadar kısa ve az elestirel bir nitelik taşımaktadır. Şüphesiz bu duruma gelinmesinde Annan Plânı’nın referandumu sonrasında Kıbrıs Rumlarının ve AB’nin zor bir duruma düşmüş olması önemli rol oynamıştır. Öte yandan raporun Kıbrıs bölümünde gümrük birliğinin AB’nin yeni üyelerine yönelik olarak genişletilmesi konusu ele alınmış ve Türkiye’nin Kıbrıs’ı da buna dâhil etmesi gereğinin altı çizilmiştir.12 

Türkiye, Komisyon Raporu’nun açıklanmasından hemen önce bu islemi gerçekleştirmiş ve üstü örtülü uyarının dayanağı ortadan kalkmıştır.13 

Gümrük Birliği gelişmelerinin de gösterdiği gibi Kıbrıs konusu, geleceğe dönük olarak Türkiye-AB ilişkilerinin ve Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinin ana konusu olmaya devam edecektir. Burada Türkiye’nin, Rum Yönetimi’ni “tüm Kıbrısı temsil eden tek resmî hükümet“ olarak tanımaya zorlanması kaçınılmaz bir gelişme olacak gibi görünmektedir. Raporda ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Loizidou davasında Loizidou’ya mülkiyet hakkı ve mallarının iadesi ile ilgili verdiği karara Türkiye’nin uygun davranmadığı konusu da belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Kıbrıs’la bağlantı olarak Türkiye aleyhine açılan davalar şüphesiz gelecekte de önemli rol oynayacaktır.14 Bu bağlamda raporda, İnsan Hakları Mahkemesinde karara bağlanmış “Kaybolmuş Kıbrıslı Rumlar” ve “Kuzeyde yaşayan Rumların eğitim hakları”yla ilgili konularda Türkiye’nin gözetim altında tutulduğunun da altı çizilmiştir.15 

Özetle, müzakerelere başlanması kararı öncesinde ve eğer Avrupa Konseyi’nden 17 Aralık 2004 öncesi olumlu bir karar çıkar da müzakerelere başlanırsa, müzakereler sırasında Kıbrıs konusu, müzakere sürecini belirleyen bir etkiye sahip olacaktır. Unutmamak gerekir ki; Kıbrıs Rum Yönetimi, tüm Kıbrıs ı temsil 
ettiği kabul edilerek AB’ye üye olmuştur. Bu anlamda, müzakerelere başlanması kararı, katılma anlaşmasının imzalanması ve onaylanmasında veto yetkisine sahip olacaktır. 

Sınır Sorunları., 

Raporda ”sınır uyuşmazlıkları” başlığı altında Türk-Yunan ikili sınır sorunları kısaca ele alınmıştır. Bu bağlamda 1999 Helsinki kararları uyarınca konunun Aralık 2004 Zirvesi’nde ele alınacağı bildirilmektedir. Türk-Yunan sınır uyuşmazlıkları, Kıbrıs konusunda olduğu gibi müzakerelere başlama kararının alınmasında ve eğer başlanırsa müzakere sürecinde ve yine eğer katılma anlaşması imzalanırsa onay sürecinde önemli bir baskı unsuru olabilecek bir potansiyel taşımaktadır. 

Komisyon’un “Özel Statü” Önerisi., 

Verheugen, Komisyon’un 2004 Türkiye raporunu açıkladığı basın toplantısında müzakere sürecine yönelik çok önemli bir tespit yapmıstır. Verheugen’a 
göre “Türkiye ile müzakerelere başlanması durumunda ortaya çıkacak riskler kısıtlıdır ve yönetilebilir. Buna karsılık Türkiye’yi müzakere sürecinin dışında tutma çabaları geni riskler doğurabilecek niteliktedir ve bu riskler yönetilemez ve çok tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarabilir.” Verheugen’in yönetebilir olarak tanımladığı riskler ancak müzakere sürecinin baslatılması durumunda ve müzakere süreci içinde kontrol altında tutulabilecektir. Bu olgu, Komisyon’un Türkiye’ye özgü yeni ve spesifik bir müzakere süreci yapılandırma çabalarına dayanmaktadır. 

Türkiye’nin özel konumu özellikle 2004 Raporu’nda yazılı olan bazı unsurlardan kaynaklanmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak ileride sorun yaratabilecek ana 
baslıkları yukarıda açılamaya çalıştık. Komisyon’un raporunun yanı sıra yine Komisyon tarafından Konsey ve Avrupa Parlamentosu’na sunulmak üzere hazırlanan ikinci bir belge, Türkiye’ye yönelik izlemesi tavsiye edilen stratejiyi daha açık şekilde ortaya koymaktadır. ”Türkiye’nin Katılım Gelisimi Hakkında Avrupa Komisyonu Tavsiye Kararı” alt baslığını taşıyan belge, Komisyon 2004 Düzenli Raporunun bir özetini yaptıktan sonra, Türkiye nin Kopenhag siyasî kriterlerinin yerine getirmek yolunda yeterli düzeye geldiğini teyit etmekte ve Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlamasını tavsiye etmektedir.16 

Söz konusu tavsiye kararı ile Komisyon, yukarıda belirttiğimiz olumlu tavsiyesi bir yana bırakılırsa, 2004 Düzenli Raporunun genel tereddütlü havasını daha da 
güçlendirecek mekanizmalar ortaya koymuştur. Bu mekanizmalardan ilki, görüşmelerin yürütülme şekildir. Tavsiye kararında görüşmelerin hükümetler arası konferans seklinde yürütüleceği ve bu süreçte tüm üye ülkelerin veto hakkı olacağı belirtilmektedir. Bu öneri yasama geçirilirse Türkiye katılım anlaşmasını Avrupa Birliği ile değil, gerçekte 25 ayrı üye ülke ile neredeyse ayrı ayrı görüşmek zorunda kalacaktır. Ayrıca Türkiye’nin tam üyeliğinin ortaya çıkaracağı Türkiye’ye özgü sorunların görüşme çerçevesine yansıtılması gereği de önemle vurgulanmıştır.17 Türkiye’den herhangi bir konuyu görüşmeye başlamadan önce, o konuyla ilgili Topluluk düzenlemelerini kendi hukukuna aktarması da beklenecektir. 

Müzakere sürecini Türkiye’ye özel yapan ikinci unsur müzakerelerin askıya alınması ile ilgili önerilen mekanizmadır. Buna göre “demokrasi, insan hakları, temel özgürlükler, hukuk devleti” gibi temel siyasî olgularda aykırıların sürekli görülmesi durumunda, Komisyon önerisi ile Bakanlar Konseyi nitelikli çoğunlukla görüşmeleri askıya alabilecektir.18 Teorik olarak askıya alma imkânı zaten her zaman için mevcuttur. Ancak bu durum hiçbir zaman bu kadar net ve detayla olarak ifade edilmemiştir. Türkiye nin “özel konumu” Komisyon açısından askıya alma mekanizmasının düzenlemesini sağlayan bir paragrafın tavsiye raporuna ilâve edilmesini zorunlu kılmıştır. 

Tavsiye raporu, isçilerin serbest dolasımına yönelik kalıcı korunma hükümleri öngörülebileceğini, tarım ve bölgesel fonlarla ilgili Türkiye’ye özgü ve farklı 
düzenlemeler yapılabileceğini de vurgulamaktadır.19 

Ayrıca raporda sözü geçmeyen birtakım gelişmeler de Türkiye’nin özel statüde algılandığını ve bu özel statünün müzakere ve onay sürecini olumsuz 
etkileyebileceğini ortaya koymaktadır. Bunların en önemlisi Fransa nın, eğer imzalanırsa, katılma anlaşmasını Fransa’da referanduma sunmak için anayasa 
değişikliği yönünde hazırlıklara başlamı olmasıdır. Bu örnek Fransa’da kabul edilmesi durumunda kolayca diğer üye ülkelerce de takip edilebilecek bir gelişmedir. 

Özetle müzakere süreci, anlaşmanın imzalanması ve onayı Türkiye’ye özgü yenilikler içermektedir. Bu yenilikler, 10 yılı asacak bu süreci bilinmezlikler içine 
sokmaktadır. 

Aralık 2004 Bürüksel Zirvesi ve Tam Üyelik Müzakereleri 

Bürüksel Zirvesi Türkiye ile müzakerelerin başlaması konusunda hayati kararı verecek en üst siyasî karar toplantısı olmuştur. AB’nin Kopenhag Zirvesi ile üstlendiği sorumluluğun yerine getirilmesi önemli bir soru olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik AB Anayasası ve bu konudaki belirsizlikler Türkiye’nin tam üyeliği konusu ile birleşmiş, kararın çevresel koşullarını daha da güçleştirmiştir. Bu bağlamda, Komisyon Raporunun da ışığın da, üç ana konu Bürüksel Zirvesi öncesinde basına sızdırılmış ve tartışmaların bu çevrede gelişeceği ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Kıbrıs konusudur. 

İkincisi Türkiye için düşünülen “kalıcı koruma hükümleri” ve “özel düzenlemeler” türü ayrımcılık gözeten mekanizmalardır. Üçüncüsü ise müzakere sürecinin tam üyelikle olan bağlantısıdır. Bu üç konu, Brüksel’deki tartışmaların odağını oluşturmuştur. 

Kıbrıs 

Öncelikle Kıbrıs’ı ele alırsak, bu konuda Avrupa Birliği, Türkiye’nin Rum Hükümetini tüm Kıbrıs’ın tek yetkili hükümeti olarak tanıması için dolaylı bir taktik pesinden koşmuştur. Özellikle Fransa, Avusturya ve bir ölçüde Hollanda dönem başkanlığı da müzakerelere başlama kararının Türkiye için çok önemli olduğunu değerlendirerek, Türkiye’den Kıbrıs konusunda bu tavizi almak için baskılarını artırmanın en uygun zamanının Bürüksel Zirvesi olacağı kanısına varmışlardır. Ortaya konulan senaryoya göre, Avrupa Birliği yeni 10 üyenin katılımlarıyla genişlemiştir. Bu 10 üyenin Ankara Antlaşmasından bu yana gelişen tüm ortaklık mevzuatının tarafı olması için bir hukukî işlem yapılması gereği doğmuştur. 

Bu hukukî işlem ilk defa da yapılacak değildir. Türkiye, Ankara Anlasmasının yürürlüğe girdiği 1964 yılından bu yana her gelişme sonrasında bu tür uyum protokollerini yapmıstır. Bu defa sorun, yeni katılan üye ülkelerden birinin Kıbrıs olmasıdır. Avrupa Birliği’ne göre Kıbrıs’ın tek yetkili hükümeti Rum Hükümeti’dir ve adanın kuzeyi Türk işgali altındadır. Bu fiilî durum nedeniyle Kıbrıs hükümeti (Rum Hükümeti) adanın kuzeyinde yetkilerini kullanmamaktadır. Avrupa Birliği, Türkiye’nin reddettiği bu hukukî kabulü Türkiye’ye dayatmak ve asamalı olarak kabul ettirmek istemiştir. Türkiye’nin ortaklık ilişkilerini yeni üyelere de genişletmek için hazırlanan uyum protokolünü imzalaması, bu yolda AB için önemli bir kazanım olacaktır. Kıbrıs adına Kıbrıs Rum Hükümeti’nin imzalayacağı bu belgeyi, Türk Hükümeti’nin de imzalaması, AB’nin Kıbrıs konusundaki hukukî tutumunun Türk tarafınca kabul edilmesi yolunda çok önemli bir asama olacaktır. Uyum protokolü zirve öncesinde hazırlanmış ve Türkiye’nin bu belgeyi Zirve sırasında parafe etmesi ve müzakereler başlayana kadarda onaylaması koşulu Türkiye’nin önüne konulmuştur. Türkiye Başbakanı, Zirve devam ederken, Bürüksel de yaptığı görüşmeler sırasında Güney Kıbrıs’ın, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak dolaylı da olsa tanınması sonucunu ortaya çıkaracak bu tür yaklaşımları reddetmiştir. Bu görüşmelerde taraflar bir ara formüle doğru yaklaşmıştır. 

Kıbrıs’la ilgili olarak Zirve sonrasında ortaya çıkan durum nedir? Zirve sonuç bildirgesinin 19’uncu parafı Kıbrıs’la ilgilidir. Buna göre Türkiye uyum protokolünü imzalamayı taahhüt eden bir deklarasyona imza atmıştır. Söz konusu deklarasyona göre Türkiye, uyum protokolünü görüşmelerin başlama tarihi olarak belirlenen 3 Ekim’den önce imzalayacaktır. Öte yandan aynı deklarasyon, bu uyum protokolü üzerinde görüşmelerin başlayacağını ve söz konusu imzanın, görüşmeler sırasında gerekli düzeltmelerin yapılması konusun da fikir birliğine varıldıktan sonra atılacağını da beyan etmiştir. Gerçekte Protokol imzası bir koşula bağlanmıştır. Müzakerelerin başlaması için uyum Protokolü’nün imzalanması koşuluysa ortadan kalkmıştır. Buna ek olarak Dış işleri Bakanı Gül, Uyum Protokolü’ne AB adına Komisyon’un imza koyacağını da ileri sürmektedir. Komisyon’un Kıbrıs adına bu belgeyi imzalaması bizim kabul ettiğimiz Annan Paketinin özüne de uygun görülmektedir. Özetle Kıbrıs konusun da büyük bir taviz verildiği söylenemez. Hükümet Ekim’e kadar zaman kazanmıştır ve bu zamanı plânlandığı şekilde dolaylı bir tanıma ortaya çıkmadan değerlendirecek bir imkâna da sahiptir. 
Bundan sonrası Türk Diplomasisinin becerisine kalmıştır. 

Kalıcı Korunma Hükümleri ve Özel Düzenlemeler 

İkinci sorunlu konu “kalıcı korunma hükümleri“ ve “özel düzenlemeler”dir. AB tarafı isçilerin serbest dolaşımını gerektiği durumlarda kalıcı olarak askıya alma imkânı sağlayan bir mekanizma olarak “kalıcı korunma önlemleri” mekanizmasını kabul edeceğini bugünden kayda geçirmek istemiştir. Tanımsal fonlar ve yapısal fonlardan Türkiye’nin eşit şekilde yararlanmasını kısıtlamak için ise “özel düzenlemeler” öngörülebileceği şimdiden vurgulanmak istenmiştir. Bu iki konu komisyon raporunda da mevcuttur. Türkiye, Komisyon’un etki raporunda açıkça vurgulandığı bu istisnai düzenleme yapma önerisine o gün de açıkça karsı çıkmamıştır. Hatta Başbakan bu konuda Almanya’yı teskin etmeye yönelik açıklamalarda bulunmuştur. 

Bürüksel sonuç bildirgesinin 23’üncü paragrafı içerisinde düzenlenen bu konuda AB tarafı istediğini elde etmiştir. ”Uzun geçi dönemlerinin delegasyonların özel düzenlemelerin ve kalıcı korunma hükümlerinin“ görüşmeler sırasında ele alacağı kayda geçmiştir. 

Görüşmelere esas teşkil edecek hukukî bir temel burada yaratılmıştır. Türk tarafı kalıcı sözünü tanımlayarak “kalıcı olarak kullanıma hazır” cümleciği ile maddeyi 
yumuşattığını ileri sürmektedir. Bu yaklaşım çok inandırıcı görü değildir. 

Burada önemli olan, bu konunun; isçilerin serbest dolasımı, tarımsal ve yapısal fonlardan Türkiye’nin yararlanma koşulları belirlenirken, bir başka değişle, müzakereler sırasında esas olarak gündeme geleceğidir. Öte yandan bu mekanizmaları Türkiye de kendisini korumak adına kullanabilir. Türkiye-AT gümrük birliği Türkiye kalıcı korunma önlemlerine başvurma hakkı vermemekte ve kalıcı muafiyetler sağlamamaktadır. Bu kez müzakereler sırasında Türkiye’de bu imkâna tekrar kavuşabilir. Türk uzmanlarının müzakere masasına konulacak ve Türkiye’yi ileride koruyacak önerileri hazırlaması gerekmektedir. Hangi konularda Türkiye’nin rekabet sorunu yasadığı, hangi sektörlerin korunması gerektiği süratle tespit edilmelidir. 

Eğer AB, zayıf alanlarını ( iş gücü piyasası gibi) korumayı plânlıyorsa aynı yöntemi biz niye kullanmayalım? 

Tam Üyelik Anlaşmasının Referanduma Sunulması 

Son sorunlu alan müzakerelerin tam üyelikle olan bağlantısıdır. En başından beri, basta Fransa olmak üzere bir dizi ülke, müzakere sürecinin tam üyelikten 
koparmaya çalışmıştır. Bu ülkelere göre müzakereler başarıyla sonuçlansa bile tam üyelik garanti edilemez. Bunun en açık göstergesi referandum tartışmalarıdır. Fransa ile birlikte Avusturya da bunu açıkça dile getirmektedir. Müzakere sürecinde hazırlanacak Katılım Anlaşması, üye ülkelerin anayasal süreçlerine göre ulusal bir onay sürecinden geçecektir. Aynı zamanda Avrupa Parlamentosu da bu anlaşmayı onaya sunacaktır. Bunlardan biri onaylamayı bir şekilde reddederse tam üyelik gerçekleşemez. Zirve kararının yine 23’üncü paragrafında bu konu ele alınmıştır. Söz konusu paragraf içinde Türk tarafı da, AB tarafı da malumun ilânı anlamına gelecek iki unsuru metne eklemiştir. Türkiye müzakerelerin amacının tam üyelik olduğunu, AB tarafı ise müzakerelerin başarıyla sona ereceğinin bugünden garanti edilemeyeceğini 
karara ekletmiş tir. Bu konuda ayrıca AB tarafı, tam üyelik gerçekleşmezse aday ülkenin Avrupa kurumlarına sağlam bir şekilde bağlanması temennisini de ortaya koymuştur. Madde bu sekliyle hiçbir anlam ifade etmemektedir. Öte yandan müzakerelerin tam üyelikle olan ilintisi, hukukî olmaktan çok siyasî bir gerçeğe dayanmaktadır. Türkiye’nin müzakereleri başarıyla tamamlamasının sonucu, doğal olarak tam üyeliktir. Ancak AB üyesi ülkelerden bazıları siyasetten, o günün koşullarında bundan farklı bir sonucun ortaya çıkmasına da karar verebilir. Bürüksel Zirvesi Sonuç Bildirgesi siyasî bir gerçek olarak ortada duran bu durumu Türkiye lehine iyileştirmek adına olumlu bir çaba göstermemiştir, ancak daha kötü bir tablonun ortaya çıktığında ileri sürmek mümkün değildir. Zirvenin hazırlık çalışmaları sırasında ortaya çıkan taslak metinlerde, bu konudaki olumsuz siyasî yaklaşımı destekleyecek hukukî ifadelerin eklenmek istendiği de bir gerçektir. 

Özellikle Fransa referandum konusunda çok ısrarlıdır. Bu konuda Fransız Anayasası değiştirilmektedir. Bu değişiklikle Fransa 2007’den itibaren tam üye olma noktasına gelmiş ülkelerin katılım antlaşmalarını Fransız halkının onayına sunmayı anayasal bir zorunluluk hâline getirecektir. 

Türkiye – AB İlişkilerinin İlerlemesinin Bazı Koşullar Altında Önemi 

Komisyon 2004 düzenli raporu ve Bürüksel Zirvesi’nin Türkiye ile ilgili kararının arkasında yer alan düşünce, uzun dönemde Türkiye’nin tam üyeliğinin 
gerçekleşme sansının, Türkiye’nin müzakerelerde kaydedeceği hız ve basarılardan bağımsız olacağını bize göstermektedir. Müzakerelerin her aşamasını zora sokabilecek pek çok siyasî farklılık masanın üzerinde durmaya devam etmektedir. 

Bunlara ek olarak müzakerelerin bşsarıyla sonuçlandırılması durumunda, katılma anlaşmasının onay sürecini de hiçbir şekilde garanti altında görmemek gerekir. 
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, bu durum, Avrupa halklarının aşamadığı ön yargılarda ve Avrupalı siyasetçilerin bu ön yargıları sonuna kadar sürdürme 
arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin uyum çabaları başarıyla ilerledikçe, karsı karsıya kaldığı engellerde artmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin tam üyeliğinin gerçekleşmesi, başarılı bir şekilde yürüyen uyum sürecinden bağımsızlaşmakta dır. 

Bu noktada sorulması gereken soru ”Neden AB’ye tam üyelik sürecinde ısrar ediyoruz?” olmalıdır. 
Bu ısrar, gerçekte Türkiye’nin istikrar ve değişim arayışının ve siyasal ekonomik gelişimini başarıyla gerçekleştirememektedir. Uzunca yıllar yaşadığımız deneyimler bize kısır polemiklerin Türk siyasal yaşamını; yolsuzluk ve başıbozukluğun ise Türk ekonomisini yönetebileceğini göstermiştir. Türkiye AB’ye katılım sürecinde, demokrasisini güçlendirecek reformları çabuk bir şekilde yasama geçirme sansını bulmuştur. 

   Ekonomik disiplin de bu süreçle paralel gelişebilmiştir. 

Türkiye’den kaynaklanan istikrarsızlık unsurlarının AB’ye katılım sürecinde etkisizleştirilmesinin yanı sıra, Dış dünyanın Türkiye’yi istikrarsızlaştırabilecek potansiyel müdahalelerini önlemek için de AB katılım süreci çok önemlidir. Türkiye’nin ekonomik ve siyasal zayıf noktaları, uluslar arası sistemin önemli aktörlerine Türkiye’yi olumsuz etkilemek adına önemli araçlar sağlamaktadır. Katılım sürecin bu aktörlere  Türkiye üzerindeki kontrollerinin devam ettiği ve bu ilişkiden fayda sağlamakta oldukları mesajını verdiği için, söz konusu potansiyel olumsuz müdahaleler de önlenmiş olmaktadır. Bir bakıma AB’ye katılım süreci Türkiye’nin hassas sorunlarını çözmek konusunda uluslar arası sistemin önemli aktörlerinin desteğini ya da tarafsız kalmalarını sağlamaktadır diyebiliriz. 

Bu noktada ikinci soru “Türkiye katılım süreci içinde sadece AB’nin taleplerini yapıp yetinmeli midir?” seklinde olmalıdır. AB sürecinin Türkiye’ye bir istikrar getirdiği doğrudur, ancak bu süreç Türkiye’nin sorunlarını çözmemektedir. Türk ekonomisi çok kırılgan bir finansal dengeye dayanmaktadır. Bu kırılgan denge, büyüyen cari açıklar ve dolayısıyla toplam borç rakamlarıyla Türkiye’nin dış politikasını ipotek altına alacak bir noktaya gelmiştir. Öncelikle söz konusu istikrar ortamından yararlanarak, Türk ekonomisinin üretim yapısı ve verimliliğini önümüzdeki yirmi yılda cari fazla verecek duruma getirmek için bugünden çalışmaya başlamak gerekir. Bu çalışmalar Hükümetin plânlamasına ihtiyaç gösterir. Serbest piyasa ekonomisi, her şeyin kendi hâline ve akısına bırakıldığı bir ekonomik model olmamalıdır. Türkiye gerekirse AB ile 
isleyen gümrük birliği ilişkisinin sınırlarını zorlayarak önemli ve geleceğe yönelik stratejik sektörler saptamalı ve bunları plânlı bir sekilde rekabete ve büyümeye 
hazırlamalıdır. Bu hazırlık, Türk Hükümetleri nin AB temsilcileri ile müzakere sürecinde akıllı ve yoğ un bir mücadeleyi göze almalarına bağlı olarak 
gelişecektir. 

Söz konusu mücadelede Türkiye’nin en büyük kozu, AB’nin Türkiye’ye yönelik farklı uygulamaları olacaktır. Bir başka deyişle Türkiye, kendisine uygulanan farklı katılım sürecini kabul ederken, ekonomisinin yapısal sorunlarını çözecek adımları da eş zamanlı olarak planlanmalı ve atmalıdır. 

   Türkiye söz konusu ekonomik çabalarına AB tarafından gelecek AB hukuku ve gümrük birliği ilişkisine aykırılık itirazlarına karsılık ise kendisi için öngörülen katılım sürecinin farklılığını bir koz olarak kullanılabilecektir. 

Özetle Türkiye’nin ekonomik kalkınması için AB katılım sürecinin sağladığı istikrar ortamına ihtiyaç vardır. Ancak bu ortam tek basına uzun dönemde Türk halkına refah ve özgürlük getiremez. Hükümetlerimizin bu ortamı sağlayacağı fırsatları kullanarak aktif bir planlama ve uygulama içinde cari açık ve borç sorunlarımızı çözmesi gerekir. On beş yıl sonra toplam kamu borcumuz aynı oranda veya daha fazla durumda ise, artan ihracatımıza rağmen cari açığımız her yıl devam ediyorsa, zaman boşa harcanmış ve on beş yıl kaybedilmiş olacaktır. 

KAYNAKÇA 

1) Helsinki Zirvesi Avrupa Konseyi Başkanlık Kararları, 10-11 Aralık 1999. 
2) Kopenhag Zirvesi Avrupa Konseyi Başkanlık Kararları,12-13 Aralık 2002. 
3) The Economist, 7 Ekim, 2004. 
4) Financial Times, 2-3 Kasım, 2004 ve 5 Kasım 2004. 
5) Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Avrupa Komisyonu Düzenli Raporu (2004), SEC(2004) 1201, Brüksel, 16 Ekim 2004. 
6) Komisyonun Konseye ve Avrupa Parlamentosuna Raporu: Avrupa Komisyonunun Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Tavsiyesi, 
COM (2004)656 final, Brüksel, 6 Ekim 2004. 

DİPNOTLAR;

1 “Turkey is a candidate State destined to join the Union on the basis of the same criteria as applied to the other States”, Helsinki Zirvesi Avrupa Konseyi Başkanlık Kararları, 10-11 Aralık 1999, para. 12. 
2 “If the European Council in December 2004, on the basis of a report and a recommendation from the Commission, decides that Turkey fulfils the Copenhagen political criteria, the EU will open accession 
negotiations with Turkey without delay”. Kopenhag Zirvesi Avrupa Konseyi Baskanlık Kararları, 12-13 Aralık 2002, para. 19. 
3 The Economist, 7 Ekim 2004. 
4 “Chirac Promises referandum on Turkey Entry”, Financial Times, 2-3 Ekim 2004; “Chirac’s Gamble”, Financial Times, 5 Ekim 2004. 
5 Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Avrupa Komisyonu Düzenli Raporu (2004), SEC (2004) 1201, Brüksel, 16 Ekim 2004, s. 48. 
6 A.G.E., s. 44. 
7 A. G. E. s. 165. 
8 A. G. E. s. 44, 53. 
9 A. G. E. s. 18, 55. 
10 A.G.E. s. 15. 
11 A. G. E. s. 23. 
12 A. G. E. s. 52. 
13 Hürriyet, 2 Ekim 2004. 
14 Türkiye’nin Katılım Yönünde Dlerlemesine Dliskin Düzenli Rapor (2004), s. 30. 
15 A.G.E. s. 31. 
16 Komisyonun Konseye ve Avrupa Parlamentosuna Raporu: Avrupa Komisyonunun Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Tavsiyesi, COM(2004)656 final, Brüksel, 6 Ekim 2004, s. 9. 
17 A.G.E. s. 7. 
18 A.G.E. 
19 A.G.E. s. 10. 


***

6 Ekim 2019 Pazar

AB NİN YENİ GÜVENLİK STRATEJİ İHTİYACI

AB NİN YENİ GÜVENLİK STRATEJİ  İHTİYACI 



AB nin Yeni Güvenlik Stratejisi İhtiyacı
Yrd. Doç. Dr. Emine AKÇADAĞ ALAGÖZ
19 Ağustos 2013 

2011 yılında Libya, 2013 başında da Mali krizi sırasında AB?nin krizlere müdahale etmekte yaşadığı başarısızlık, daha entegre bir güvenlik ve savunma politikası oluşturulması konusuna Lizbon Antlaşması?nın da çare olamadığını göstermektedir.Lizbon Antlaşması?nın yürürlüğe girmesinden 3,5 yıl sonra, hâlâ Ortak Güvenlik Savunma Politikası (OGSP) kapsamında önemli bir gelişme kaydedilememesinin temel sebebi, üye devletlerin bu konudaki irade eksikliğidir. Bu eksiklik de temelde farklı ulusal çıkarlara, farklı stratejik kültürlere, Birlik?in uluslararası ortamda oynayacağı role ve hedeflerine ilişkin farklı görüşlere ve ABD ile olan ilişkilere farklı bakış açılarına dayanmaktadır. Tüm bu değişkenlerin ortak özelliği ise ulusal güvenlik ve savunma stratejilerinin başlıca unsurlarını oluşturmalarıdır. Zira ulusal güvenlik ve savunma stratejileri için ulusal çıkarlar gözetilerek saptanmış hedefler; güvenliğe yönelik tehditler algılamaları; askeri güç kullanımından, silahlı kuvvetlerin önemine, savaşa girme eğiliminden, askeri operasyonlara destek vermeye kadar savunma ve güvenlik kapsamındaki pek çok alanı etkileyen stratejik kültür ve diğer devletlerle olan ikili ilişkiler, ittifaklar ve ortaklıklar temel öğelerdir.

2003 AB Strateji Belgesi.,

Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik tehditleri, küresel düzeydeki gelişmelere paralel olarak önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. Bu dönemde, realist düşüncenin alçak politika (low politics) olarak tanımladığı sosyo-ekonomik konular, askeri-güvenlik sorunlarına (high politics) oranla genel olarak daha baskın hale gelmiştir. Ayrıca küreselleşmenin bir getirisi olarak bilgi ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler yeni tehditlerin sınıraşan bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Yani söz konusu tehditler tek bir devletten kaynaklanmadığı gibi sadece tek bir devlet için sorun teşkil etmemektedir. Ayrıca devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerde rol oynamaya başlamasıyla yeni tehditler sadece devlet kaynaklı olma özelliklerini yitirmiştir. Bu da yeni tehditlerin kapsamını ve etki alanını genişletmiş, önceden tahmin edilebilme oranını ise ciddi ölçüde azaltmıştır.

Değişen güvenlik algılamalarıyla birlikte öngörülemez bir yapı haline gelen uluslararası sistemde, belirsizlikleri en aza indirerek ulusal çıkarlarını gerçekleştirebilme amaçlı bir ulusal güvenlik stratejisi geliştirmek önem kazanmıştır. Nitekim ABD, AB (hem Birlik hem üye devletler), Çin, Rusya gibi uluslararası arenanın önde gelen aktörleri ulusal güvenlik stratejilerini ortaya koyan belgeler yayımlamaktadır.Bu stratejilerin temel amacı ise dış politikada karşılaşılacak olan belirsizlikler karşısında hazırlıksız ve plansız olmamak ve belirlenmiş hedeflerden ödün vermeden istikrarlı bir şekilde var olan durumu yönlendirebilme yeteneği elde etmektir. AB güvenlik stratejisi de 2003?de yaşanan Irak krizi sırasında Birlik bünyesinde ortak bir politika geliştirerek ortak hareket etme noktasında yaşanan sorunlar sonucu oluşturulmuştur. Prof. Ali Karaosmanoğlu Irak gelişmelerinde AB devletlerinin, bir oybirliği sağlayıp ortak bir tutum geliştirememeleri ve ABD'nin kararlılığı karşısında dağılmaları üzerine bir strateji belgesinin ortaya konduğunu vurgulamaktadır.(1) 
Daha İyi Bir Dünyada Güvenli Bir Avrupa? başlıklı AB güvenlik strateji belgesi, AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana tarafından hazırlanmış ve 12 Aralık 2003 tarihinde Brüksel?de düzenlenen Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi?nde kabul edilmiştir.(2) AB, 2008 yılında da stratejinin daha etkin şekilde uygulanması amacıyla ?Değişen Dünyada Güvenliği Sağlama? başlıklı bir rapor hazırlamıştır.(3)Strateji belgesinde öncelikle Soğuk Savaş?ın bitimiyle birlikte ABD?nin sistemdeki hâkim askeri aktör olduğunun, ancak günümüzün karmaşık sorunları ile hiçbir ülkenin tek başına başa çıkamayacağının altı çizilmektedir. Güvenlik tehditleri olarak terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel çatışmalar, başarısız devletler ve organize suçları sayılmaktadır. Ayrıca yoksulluk, açlık, küresel ısınma, siber güvenlik ve enerji güvenliğine de değinilmiştir. Stratejik hedefler olarak tehditlerle mücadele etmek, komşu bölgelerde güvenliğin sağlanması ve etkin çok taraflılığa dayalı uluslararası düzenin tesis edilmesi belirlenmiştir. Belgenin üçüncü bölümünde küresel tehdit ve güvenlik gelişmelerinin Avrupa politikasına etkisi ve yapılması gereken hususlara yer verilmiştir. Bu bağlamda diğer aktörlerle işbirliği yaparak, daha etkin, daha tutarlı ve daha yetenekli olmanın önemine, askeri güçlerin yeni tehditlerle başa çıkabilecek daha esnek mobil kuvvetler haline getirmesine ve savunmaya daha fazla kaynak ayrılmasına değinilmiştir. Kitle imha silahlarının yayılması hususunda önleyici angajmanın ileride daha ciddi sorunların oluşumuna engel olabileceğine vurgu yapılmıştır. Ayrıca ABD ve Rusya ile ilişkilerin önemi, Ortadoğu? daki komşular ile Afrika, Latin Amerika ve Asya?daki ortaklar ile ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği dile getirilmiştir.
Strateji belgesinin önleyici angajman yanında, ?etkili çoktaraflılığı, yerel asayiş görevlilerinin yetiştirilmesinden gözetim, denetim, gözlem türünden pek çok polis operasyonlarını, hukukun üstünlüğünü tesis etmek veya seçimlerde gözlemci olmak gibi adlî ve sivil operasyonları, en son ihtimal olarak ise bir takım askerî operasyonları öngörmesi? ortak AB stratejik kültürünün yansıması olarak değerlendirilmelidir.(4) Dolayısıyla AB dış politikada öncelikli olarak siyasi ve ekonomik araçların kullanılmasını ve en son çare olarak askeri güce başvurulmasını tercih edeceğinin sinyallerini vermektedir.

Yeni Bir Strateji Belgesi Oluşturmanın Önündeki Engeller

O dönemdeki 15 üyenin mutabakatı sonucu ilk defa bir güvenlik strateji belgesinin hazırlanması sembolik açıdan şüphesiz önem taşımaktadır. Ancak söz konusu belge 2008 yılında gözden geçirilmiş olmakla birlikte muğlak ve daha çok betimleyici bir nitelik taşımaktadır. Birlik?in hangi şartlar altında harekete geçmesi gerektiği, hangi yöntemlere başvuracağı ve hangi araçları kullanacağı belirtilmemiştir.  Dolayısıyla da OGSP?nin stratejik altyapısını oluşturma konusunda yetersizdir. Son dönemde Libya ve Mali krizlerine müdahale konusunda yaşanılan başarısızlık OGSP?nin güçlendirilmesi gerektiğini ve bu bağlamda da öncelikli olarak kapsamlı bir stratejik çerçevenin oluşturulmasına duyulan ihtiyacı yeniden gözler önüne sermiştir.

Öte yandan 2003 belgesinin kabulünden sonra Avrupa?da ve yakın çevresinde önemli değişimler yaşanmıştır. Bugün AB pek çok eski Doğu Bloğu ülkesini bünyesinde barındırmaktadır ki bu yeni üyelerin Rusya ve Türkiye ile ilişkileri AB?nin politikalarını da dolaylı olarak etkilemektedir. Ayrıca AB?nin, Orta Doğu?da "Arap Baharı" kapsamında yaşanan gelişmelere ve Batı Afrika?da güvensizlik ortamına kayıtsız kalması mümkün değildir. Öte yandan 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması dış politika ile güvenlik ve savunma politikalarında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir. Dış politika, Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi, yeni diplomasi servisi (European External Action Service) ve 130 ülkede faaliyet gösteren AB delegasyonları aracılığıyla güçlendirilmiştir. Güvenlik ve savunma politikası çerçevesinde de Petersberg görevleri genişletilmiş, ?kalıcı yapısal işbirliği? imkanı tanınmış, terör saldırısı veya doğal afet durumunda kullanılacak dayanışma maddesi öngörülmüş, Avrupa Savunma Ajansı?nın rolü yeniden tanımlanmıştır.

AB ?nin, yeni bir strateji belgesinin hazırlanmasını gündemine almak istememesinin temel nedeni olarak üye ülkelerin Birlik?in gelecekte oynayacağı role ve uluslararası arenadaki konuma ilişkin bir tartışma platformu oluşturmakta isteksiz davranmasıdır. Zira bu platform öncelikle üye devletleri ulusal çıkarlardan mümkün mertebe sıyrılarak ortak çıkarlar aramaya itecek ve bu arayış da hasır altı edilen birtakım sorunları su yüzüne çıkaracaktır. 2003 belgesi 15 üyeli bir Birlik bünyesinde kabul edilmişken bu kez sayı 28 olacağından mutabakat sağlamanın daha zor olduğu aşikardır.  Ulusal çıkarlar temel alındığında Rusya, ABD ve Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkilerin boyutları üye devletler arasında farklılık göstermektedir. 

Bir diğer önemli farklılık da stratejik kültürden kaynaklanmaktadır. Stratejik kültür, genelde savunma ve güvenlik politikalarından özelde savaşın siyasi amaçlarına kadar pek çok unsuru şekillendirmektedir. Stephen Rosen stratejik kültürün uluslararası ilişkilerdeki askeri hareket seçeneklerini, özellikle savaşa girme, savunma biçimleri ve kabul edilebilir zayiata ilişkin tutumları biçimlendirdiğini vurgulamaktadır.(5) Örneğin, AB bütünleşmesinin itici güçlerinden Fransa?ya bakıldığında bu ülkenin uluslararası arenada ön planda olmak ve güçlü devlet imajını korumak amacıyla hareket ettiği görülmektedir.  Dolayısıyla Fransa güç kullanımı, askeri müdahale ve Avrupa güvenliği konularında NATO?ya bağımlı bir AB istememektedir. Almanya, AB?nin ekonomik ve sivil bir güç olması gerektiği üzerinde durmakta ve OGSP konusunda daha ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemektedir. İngiltere ise öteden beri ABD ile ilişkilerini ön planda tutan ve Avrupa güvenliği konusunda NATO?yu yeterli gören bir politika sürdürmektedir.

Almanya?nın 2006 yılında yayımladığı Beyaz Kitap?ta savunma politikasının hedeflerinden, kullanılacak araçlardan ve silahlı kuvvetlerin iç işleyişinden açıkça bahsedilmektedir.(6) İngiltere?nin 2010 yılında yayımladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi?nde ise dış politika ve güvenlik bağlamında önemli addedilen konulara vurgu yapılmakta, savunma politikasına yüzeysel olarak değinilmektedir.(7) Fransa?nın 2013 ayında çıkardığı Beyaz Kitap ise Alman ve İngiliz belgelerinin bütünleştirilmiş şeklidir.(8) Zira belge, hem savunma hem de güvenlik alanını detaylı şekilde ele almakta ve bu iki alanda üç temel öncelik olarak koruma, caydırma ve müdahale etmeyi saymaktadır. 

Bu üç ülkenin strateji belgeleri analiz edildiğinde Almanya?nın kendini partner ve müttefik ülke olarak lanse ettiği, İngiltere ve Fransa?nın ise uluslararası ilişkilerde liderlik rolü oynama arzusunda olduğu göze çarpmaktadır. Fransa?nın 2013 Beyaz Kitabı?nda ?yeni stratejik resimde Fransa?nın yeri? başlığı altında öncelikle Fransa?nın küresel hedefleri olan bir Avrupa gücü şeklinde adlandırıldığı görülmektedir. Fransa ve İngiltere ulusal ve uluslararası çıkarları uygun olarak müdahale etme kapasitesine sahip olmaya önem verildiğini ifade ederken, her türlü tek taraflı müdahale Alman anayasasına aykırıdır. Örneğin, Beyaz Kitap?ta Fransa?nın son yıllarda Afganistan, Fildişi Sahilleri, Libya ve Mali?deki operasyonları göz önünde bulundurulduğunda, askeri müdahalenin Fransa?nın güvenliği için önemli bir unsur olduğu belirtilmektedir.(9) İngiltere 2010 yılında yayımladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi?nde de ise çatışmaları önlemek ve ulusal sınırlar dışında oluşan tehdit unsurlarını bertaraf etmek için tüm milli güç unsurlarının kullanılacağının altı çizilmektedir. Ayrıca söz konusu belgelerin dış politikayla ilgili kısımlarından İngiltere?nin ABD ile ayrıcalıklı ilişkilerine verdiği önemi, Fransa?nın savunma anlamında daha bağımsız bir Avrupa isteğini, Almanya?nın ise kendine biçtiği arabulucu rolünü görmek mümkündür.
Diğer üye ülkeler de göz önünde bulundurulduğunda durum daha da karmaşıklaşmaktadır. Olivier de France ve NickWitney Europe s Strategic Cacophony ? başlıklı çalışmalarında AB üyesi ülkelerce yayımlanmış güvenlik stratejilerini hedefleri ve kapsamları bakımından beş gruba ayırmaktadırlar.(10) Stratejist olarak adlandırılan gruba Fransa, İngiltere, Finlandiya, Çek Cumhuriyeti ve İsveç dahil edilmektedir. Bu ülkelerin strateji belgelerinin özelliği ulusal hedeflerle sahip olunan araçlar arasında net bir bağ kurmaları, böylece güvenlik ve savunma politikalarında izlenecek rotayı önceden tespit etmeleridir. Tehdit algılamaları, silahlı kuvvetlerin rolü, kriz yönetimi operasyonlarına katılım gibi öğeler de söz konusu belgelerde yer almaktadır. Finlandiya ve İsveç tarafsız ülkeler olmalarına rağmen uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına ne şekilde yardımcı olacaklarına, AB genişleme ve komşuluk politikasının nasıl evrilmesi gerektiğine, AB askeri kabiliyetlerinin geliştirilmesi ve bir savunma endüstrisi ve pazarı oluşturulması ihtiyacına değinmişlerdir.

Küreselciler? olarak adlandırılan grup Almanya, İspanya, Macaristan ve Slovenya?dan oluşmaktadır. Bu grup daha çok değişen güç dengeleri ve genel politik hedefler üzerinde durmakta, eylemsel hususlara değinmemektedir. Uluslararası ortamın değişen yapısına atıfta bulunulmakta ve daha karmaşık ve öngörülemeyen hale gelmiş risk faktörlerine vurgu yapılmaktadır. Alman ve İspanyol belgelerinde koruma sorumluluğu, soykırım, savaş suçları gibi kavramlar üzerinden teorik çerçeve oluşturulduğu görülmektedir. Tehditler ve risk faktörleri ele alınmakla birlikte bunlarla nasıl mücadele edileceği kısmı eksiktir. Örneğin Macar strateji belgesinde siber güvenliğin günümüzde kazandığı öneme detaylı biçimde dikkat çekilmekte, ancak siber tehditlerle nasıl mücadele edileceğine değinilmemektedir.

Yerel (localist) olarak tanımlanan gruba Litvanya, Bulgaristan, Hollanda, Romanya ve Polonya dahil edilmektedir. Bu grup daha çok toprak bütünlüklerini koruma amacıyla hareket ettiğinden sadece bu amaca yönelik uygulamalarda ve araçlardan bahsetmektedir. Örneğin Litvanya strateji belgesinde Rusya ile işbirliğinin Baltık bölgesindeki barış ve güvenliği korumada elzem olduğu belirtilmektedir. Bulgar belgesinde ise konvansiyonel tehditlerin önemini yitirdiğinin ve ulusal bağımsızlığa yönelik bir tehdidin artık bulunmadığının altı çizilmektedir. Bu bakış açısı özellikle eski Doğu Bloğu ülkelerinin bölgesel güvenliği sağlamada NATO?yu ön planda tutmalarının ve güçlü bir AB savunma politikasına yönelmekten imtina etmelerinin de temel nedenidir.
Dördüncüsü Avusturya, Malta, Portekiz, Lüksemburg ve Belçika yı kapsayan çekimserler (abstentionists) grubudur. Söz konusu ülkeler, güvenlik ve savunma alanında sınırlı faaliyet gösteren veya nötr ülkeler olduklarından yayınladıkları belgeler stratejik derinliği olmayan, genellikle savunma bakanlarının açıklamalarından ve ilgili konularda çıkan yasalardan oluşan metinlerdir.

Son olarak hareketsizler (drifter) olarak adlandırılan grup, önceden kapsamlı stratejiler geliştirmiş ancak günümüzde bu stratejiler geçerliliğini yitirdiği halde yeni strateji oluşturmamış Yunanistan ve İtalya yı kapsamaktadır. Yunanistan?ın en son yayımladığı strateji belgesi 1997 tarihlidir. İtalya ise 11 Eylül saldırılarını baz alarak hazırladığı 2004 tarihli belgeyi güncellememiştir. 

Özetle güvenlik stratejisi konusunda bu kadar farklılığın olduğu AB bünyesinde OGSP çerçevesinde kısa sürede karar almak ve bunu uygun araçlarla hedeflere uygun şekilde gerçekleştirmek pek de mümkün gözükmemektedir. Bu bakımdan stratejik temelden yoksun bir güvenlik ve savunma politikasının varlığı göz önünde bulundurulduğunda krizlere müdahale konusunda yaşanan başarısızlıklar sürpriz olmamaktadır. AB, diğer devletlerden önce kendi üyelerine amacını, neyin savunuculuğunu yaptığını ve hedeflerini net biçimde açıklamak durumundadır.  Zira ?Avrupa?dan ne kastedildiğini ve bir operasyonun neden AB?nin geleceği için gerekli ve önemli olduğunu bilmeden, kimse bir Fransız veya İngiliz askerine Avrupa için ölmesi emrini veremez?.(11) Öte yandan güvenlik sorunlarının uluslararasılaştığı bir dünyada BM, NATO, AGİT, Afrika Birliği gibi kurumlar AB?yi güvenlik konularında sorumluluk almaya çağırmaktadır. Fakat siyasi irade eksikliği sebebiyle AB birlik olarak bu sorumluluğu almaktan kaçınmakta (üye devletler bireysel olarak taleplere cevap vermekte) veya çağrılara çok geç cevap verebilmektedir. Bu ?kabiliyet-beklenti uçurumu? da (capability?expectation gap) AB?nin uluslararası imajını zedelemekte ve inandırıcılığının sorgulanmasına sebep olarak yumuşak gücünü azaltmaktadır. Bu sebeple Birlik hangi durumlarda, hangi ön koşullarla, hangi tür araçlar kullanarak ne şekilde bu çağrılara cevap vereceğini açıkça ortaya koymalıdır.

Yeni Strateji Belgesi Nasıl Olmalı?

Yeni strateji belgesinde yer alması gereken hususlara değinmeden önce kapsamlı ve yol gösterici bir belgenin neler içermesi gerektiği üzerinde durmak uygun olacaktır. Bir stratejiden söz edilebilmesi için öncelikle uluslararası konjonktür,yakın çevre, ulusal çıkarlar ve geçerli paradigmalar ışığında belirlenmiş olan hedef ve önceliklerin var olması gerekmektedir. Daha sonra bu hedefe ulaşmayı güçleştiren veya engelleme eğiliminde olan hususların, bir başka ifadeyle risk ve tehditlerin belirlenmesine ihtiyaç vardır. Akabinde bu öncelik ve hedeflere ulaşmakta hangi hareket yollarının benimsenip ne tür yöntemlere başvurulacağına değinilmelidir. Son olarak da belirtilen tehditlerle mücadelede hangi araçların kullanılacağı strateji belgesinde yer almalıdır.

Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ve özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde ABD?de gerçekleşen terörist saldırılar neticesinde iki kutuplu blok sistemine göre belirlenmiş güvenlik ve tehdit algılamasında ciddi değişim 2003 ve 2008 belgelerine yansımıştır. Yeni belgede bu değişim dışında Avrupa?nın bir süredir karşı karşıya olduğu ekonomik ve finans kriz,  Çin, Hindistan ve Brezilya gibi yükselen güçlere karşı Avrupa?nın gücünü azaltması, inandırıcılığına ve imajına darbe vurması, sosyal güvenlik sistemi ve ekonomik faaliyetleri sekteye uğratması bağlamında belgede yer almalıdır. İkinci olarak "Arap Baharı" çerçevesinde gelişen olayların Orta Doğu bölgesinde yarattığı değişimler ve bu değişimlerin kısa ve uzun vadeli sonuçlarına değinilmelidir. Üçüncü olarak da Asya-Pasifik bölgesinin uluslararası ilişkilerde öne çıkması ve ABD?nin ilgisinin bölgeye kayması da dikkate değer bir konudur.

Hedef ve öncelikler konusuna gelindiğinde 2003 strateji belgesinde AB, stratejik hedefler olarak tehditlerle mücadele edilmesi, komşu bölgelerde güvenliğin teşkil edilmesi ve etkin çoktaraflılığa dayalı uluslararası düzenin sağlanmasını saymaktadır.  İlk iki noktanın yeni strateji belgesinde de aynen korunması uygun olacaktır. Çoktaraflılığın AB kimliğinin bir parçası olduğu ve meşruiyeti sağladığı göz önüne alındığında da bu konuya yapılan vurgu son derece normaldir. Fakat yeni strateji belgesinde bu kavramın başlı başına sonuç olarak değil de bir sonuca ulaşmakta araç olarak ele alınması daha uygun olacaktır.(12) Avrupa bir model olarak çoktaraflılığın gelişimine ön ayak olmalıdır. Yeni belgede bulunması uygun olacak bir diğer kavram, ulus-üstü aktörlerin etkileşimi içerisinde ülkelerin veya bölgesel yönetimleri etkileyen sorunların devletler arası resmi işbirliği çerçevesinde çözülebilmesi olarak özetlenebilecek küresel yönetişim (global governance)?dir. Ayrıca AB temel çıkarları çerçevesinde önceliklerini de net biçimde ortaya koymalıdır. Birlik topraklarına yönelik her türlü askeri tehdide karşı savunma, AB yakın coğrafyasının istikrarı ve güvenliği, uluslararası ticaret ve iletişim yollarının güvenliği, enerji nakil hatlarının güvenliği ve kontrol edilebilir göç bu öncelikler arasında sayılabilir.

Tehdit ve riskler kısmında 2003 ve 2008 belgelerinde yer alan unsurların aynen yer alabilir: terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, bölgesel çatışmalar, başarısız devletler ve organize suçları, siber saldırılar ve deniz haydutluğu. Riskler kısmında yoksulluk, açlık ve küresel ısınmanın yanında ekonomik istikrara ve finans sektörüne yönelik riskler de yer alabilir.
Söz konusu öncelik ve hedeflere ulaşmada ve tehditlerle mücadele etmede izlenecek başlıca yöntemler olarak koruma (AB vatandaşları ve sınırlarının korunması), caydırma (güçlü ekonomik ve siyasi ilişkiler, nükleer caydırıcılık ve askeri güç) ve müdahale (kriz yönetimi kapsamında sivil ve askeri kabiliyet) yeni strateji belgesinde yer alabilir. Kullanılacak araçlara ilişkin olarak ise AB Muharebe Grupları?nın rolü yeniden tanımlanmalı, NATO ile ilişkiler bağlamında kullanılacak sivil ve askeri kabiliyetlere yer verilmeli, Avrupa?nın yakın çevresinde güvenlik ve istikrarı sağlamada AB Komşuluk ve Genişleme Politikaları bağlamında ne şekilde hareket edileceği saptanmalı (mali yardım, ekonomik tavizler, vize serbestisi, adaylık statüsü, vs), Orta Doğu?da siyasi kaosun hüküm sürdüğü ülkelere nasıl yaklaşılması gerektiği, Rusya ve Asya-Pasifik ülkeleri ile ilişkilerde yumuşak güç unsurlarının mı ekonomik araçların mı ön planda tutulacağı belirtilmelidir.

Sonuç

Bir önceki belgenin eksikleri ve zaman içerisinde değişen uluslararası konjonktür ile Birlik bünyesindeki değişimler göz önünde bulundurulduğunda AB?nin yeni bir güvenlik stratejisi ihtiyacı kendini açıkça belli etmektedir. AB amacını, neyin savunuculuğunu yaptığını ve hedeflerini hem kendi üyelerine hem de dış dünyaya net biçimde açıklamalıdır. Aksi takdirde Birlik diğer güçlü aktörler arasında uluslararası ilişkilerin başat oyuncularından biri olma konumunu yitirme olasılığıyla karşı karşıya kalacaktır. Stratejik bir rehberin olmaması etkin bir güvenlik ve savunma politikası yürütülmesini iyice zorlaştırmaktadır. Bununla birlikte Birlik bünyesinde su yüzüne çıkması istenmeyen farklı çıkarlar, görüşler, bakış açıları ve stratejik kültürler nedeniyle yeni bir güvenlik strateji belgesinin hazırlanmasına sıcak bakılmadığı görülmektedir. Ancak AB güvenlik stratejisi sadece bir belge olarak görülmemelidir.  Bu belge anlaşmazlıkları aşıp ortaya ortak bir irade koymak amacıyla gerçekleştirilen önemli bir çabadır. Söz konusu belge ?strateji oluşturma sürecinin bir sonucudur, onun katalizörü değildir.? (13) Bu süreç devletlerin farlılıklara rağmen ortak çıkarlar etrafında uzlaşabilmesi açısından önem taşımaktadır. Zaten ?farklılıkta birlik? mottosunu benimsemiş AB?yi ayakta tutan da bu dinamik süreçtir.

Son Notlar

1.Ali L. Karaosmanoğlu, "Transatlantik Çatlağı: Değişen Kimlikler," Doğu-Batı Düşünce Dergisi 23(Mayıs-Haziran-Temmuz 2003): 175-183.
2. ?A Secure Europe in a Better World?, European Security Strategy, Council of the European Union, Brussels, December13, 2003,
http://www.consilium.europa.eu/uedocs/cmsUpload/78367.pdf (erişim: 13.08.2013).
3.?Providing of Security in Changing Europe?, Report on the Implementation of the European Security Strategy, Council of the European Union, Brussels, December 11, 2008, http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/
docs/pressdata/EN/reports/104630.pdf(erişim: 13.08.2013).
4.Johan Eliasson, ?Regional Defense Policy: The European Security and Defense Policy?, in Handbook of Military Administration, 
Jeffrey A. Weber - Johan Eliasson, der.(CRC Press, Taylor &Francis Group, Florida 2007), 321.
5.Stephen P. Rosen, ?Military Effectiveness: Why Society Matters?,International Security 19, no 4(Spring 1995):10.
6.?Germany White Paper 2006?, Federal Ministry of Defence, http://merln.ndu.edu/whitepapers
/Germany_White_Paper_2006.pdf(erişim: 14.08.2013).
7.?A Strong Britain in an Age of Uncertainty?, UK National Security Strategy 2010, http://www.direct.gov.uk/
prod_consum_dg/groups/dg_digitalassets/@dg/@en/documents/digitalasset/dg_191639.pdf(erişim: 14.08.2013).
8.?Le livre blanc sur la défense et la sécurité nationale 2013?, Ministère de la Défense, 
http://fr.calameo.com/read/000331627d6f04ea4fe0e(erişim: 14.08.2013).
9.Aslıhan Turan, ?Beyaz Kitap 2013: Fransa?nın Savunma ve Ulusal Güvenlik Belgesi?, BİLGESAM, (10 Mayıs 2013),(erişim: 14.08.2013).
10.Olivier de France ve Nick Witney, « Europe?s Strategic Cacophony », European Council on Foreign Relations,
(April 2013),http://ecfr.eu/publications/summary/europes_strategic_cacophony205 (erişim: 15.08.2013).
11.Pierre Henri d?Argenson, ?The Future of European Defence Policy?, Survival 51, No.5(October-November 2009): 152.
12. Pawel Swieboda, ?Five good reasons for rewriting Europe?s security strategy?, Europe?s World, (Spring 2009), 
http://www.europesworld.org/NewEnglish/Home_old/Article/tabid/191/ArticleType/articleview/ArticleID/21338/
language/en-US/Default.aspx(erişim: 15.08.2013).
13.Jeremy Shiparo, ?A New European SecurityStrategy,? BrookingsInstitution, (March 2009), 
http://www.brookings.edu/research/opinions/2009/03/spring-europe-shapiro (erişim: 15.08.2013).


http://www.bilgesam.org/incele/74/-ab?nin-yeni-guvenlik-stratejisi-ihtiyaci/


***