Milli Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

ŞEYTANIN PLANLARI!!!

ŞEYTANIN PLANLARI!!!   



Yazar Hasip Sarıgöz’ün Kaleminden.,

Anadolu’da güzel bir deyim vardır. 
Derler ki; “Yol üstünde bağı olanla, güzel yâri olanın başı dertten kurtulmaz” 

Sanki bu deyim, tam da Anadolu’nun durumunu anlatmak için söylenmiş gibidir. 

Gerçekten de Anadolu’ya ilk gelişimizden bu yana başımız hiç dertten kurtulmadı. 
Ama hakkımızı da teslim edelim ki, bütün dertlere rağmen, nice kavimleri eriten bu topraklarda tam bin yıldır var olmayı başardık. 

Peki, Şeytan pes etti mi? Asla! 

 Her seferinde çok daha donanımlı, hırslı ve çok daha kuvvetli olarak üzerimize geldi. Gelmeye de devam ediyorlar! 

Esas soru şu: Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz? 

İsterseniz bu sorunun cevabını sona bırakalım ve önce şeytanın planlarına bir bakalım. 

1970’li yılların ortalarıydı… 

Şeytaniler tarafından, taa okyanus ötesinden bir proje başlatıldı. 
Projeyi başlatan, dönemin Amerikan Milli Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger idi. 

Projenin amacı: Türkiye ve çevresinin etnik ve mezhep tabanlı olarak ve Amerikan çıkarlarına uygun şekilde yeniden formatlanmasıydı! 

Haziran 1978 tarihinde Kissinger’in hamiliğinde ve tarihçi Bernard Lewis’in başkanlığında Princeton Üniversitesinde gerçekleştirilen geniş katılımlı 
bir toplantıda; Türkiye ve çevresinin, 19’uncu yüzyıldaki mezhep ve inançlara göre sınırlarının yeniden çizilmesi öngörülüyordu! 

Açık CIA olarak da bilinen “Stratford”da baş jeopolitik analist olarak çalışan Robert D. Kaplan “On the Coming Anarchy On Our Planet” isimli makalesinde, 
daha 1994’te “Türkiye önümüzdeki yıllarda elinden çıkacak olan GAP’taki barajları niye inşa etti ki?” diye soruyordu! 

Adamlardaki özgüvene bakın… (Bu kişinin soyadı tanıdık geldi değil mi? İşte bu emperyalist batı her zaman “mühre” kullanmayı çok sever) 

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında: BOP ile, Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değiştirileceğini yazmıştı. 

Ondan sonraki süreçte yaşanan Arap Baharı’nın nasıl bir “Arap Kışı” ve hatta “Arap kıyımı” olduğunu gördünüz. Çünkü emperyalist Batı’nın askeri ve ekonomik kazanımlarının hepsinde maalesef ki masum, garip ve Müslüman kanı akmıştır! 

Gördüğünüz gibi, neredeyse her şeyi açık açık yaptılar. Ustalıkları ise, şeytani planlarını çok güzel ve masum kılıfların içerisinde sunmuş olmalarıydı. 
Plan çok, kılıf da çoktu! 

Amerikan Misyoner Teşkilatınca, Anadolu’ya gönderilen misyonerlere; “…bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferiyle geri alınacaktır.” talimatı verilerek misyonerliğin gerçek hedefi ortaya konulmuştu ve Hıristiyanlığın karargâhında oturan Papa II. John Paul: “Birinci binyılda Avrupa, ikinci binyılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda ise Asya Hıristiyanlaştırılacaktır” demişti. 

Adamlar dediklerini yapıyorlar! 

20 küsur yıl önce Daniel Wickwire adında bir ABD vatandaşı ülkemize geliyor ve Ankara Gaziosmanpaşa’da bir ev tutuyor ve misyonerlik çalışmalarına başlıyor. 
İlk başlarda sadece beş Türk gencini devşirebiliyor ama yıl 2004 olduğunda Türk hükümetinin misyonerlerin önünü açan uygulamalarının da etkisiyle ev kiliseleri 
hariç Evanjelist kilise sayısı 100’ü geçiyor, İslam’ı terk eden ve Evanjelist Hıristiyan olan Türk genci sayısı ise 3000’i geçiyor! Yıl şimdi 2018 şimdiki sayılarını varın siz hesaplayın. İşte bu Daniel Wickwire 22 Aralık 2004 tarihli Tempo Dergisi’ne verdiği mülakatta hiç çekinmeden “GAP Armegadon için kuruldu.” diyebiliyor. 

Bu kilise ve ev kiliseleri meselesi açılmışken, misyonerlik faaliyetlerinin yalnızca Evanjelist Hıristiyan tarikatı ile sınırlı olduğunu mu sanıyorsunuz? 
Öyle ise çok büyük bir tarihi yanılgı içindesiniz. Devlet istatistik Kurumu Anadolu’da açılan kiliseler konusunu ve Hıristiyanlaştırılan Müslüman Türk gençleri konusunu görmezden geldiği için güncel rakamları tam olarak bilemiyoruz. 

Fakat elimizde çeşitli veriler de yok değil. 

Güneş Gazetesi’nin 08 Kasım 2010 tarihinde manşetten verdiği “Satılık Tarihi Camii” başlıklı habere göre; 2003’ten 2010’a kadar geçen 7 yıl gibi kısa bir dönemde, Türkiye’de tam 37.000 kilise veya ev kilise hizmete açılmıştır. 

   Psikolojik Savaş kitabının yazarı Tahir Tamer Kumkale’ye göre, bu kiliselerin 30.000’e yakını; 2005 / 2007 yılları arasında, 2-3 yıl gibi kısa bir sürede açılmıştır. 

En son olarak da, 2012 yılında 4’üncü Kocaeli Kitap Fuarı’nda bir konuşma yapan Araştırmacı Yazar, Gazeteci ve Belgesel Programcısı Banu Avar; 

“Türkiye’de 54 binin üzerinde Protestan ev kilisesi olduğunu ve bu kiliselerin en yaygın olduğu illerin başında da İzmit’in geldiğini” söylemiştir. 

Bütün bu haber ve demeçlerin hiçbiri şimdiye kadar tekzip edilmiş değildir. 

Peki, herhangi bir şey yapılmış mıdır? 

Ne yazık ki hayır! Ülkemizde nifak tohumları eken Amerikan Barış Gönüllülerini, yıllarca birer angut misali nasıl sadece seyretmişsek, bu olanları da yalnızca 
seyrettik. Hala da öyleyiz. 

Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi olan Surp Giragos Kilisesi 2011 yılından bu yana Diyarbakır’da faaliyet göstermektedir. 

Başlangıçta bir tek Hıristiyan’ın dahi yaşamadığı bölgelerde açılan bu kiliselerin en büyüklerinden biri de, 1994 yılından beri faaliyette bulunan ve 2003 yılından 
sonra mekân ve cemaat olarak daha da büyüyen Diyarbakır Protestan Kilisesi’dir. 

Bu kilise; 1991 yılında Diyarbakır’a gelen bir adet misyonerin başlattığı çalışmalar sonucu ve devletimizin çıkarttığı yanlış yasalar suiistimal edilmek suretiyle, bugün kayıtlı üye sayısı binlerle ifade edilen bir misyonerlik kurumu halini almıştır. 

Görüldüğü gibi ülkemizde meydanı boş bulan binlerce misyoner cirit atmaya devam ediyor! Ne yazık ki, hiçbir misyoner örgütün amacı ve önceliği ilahi değildir. 

Hepsinin amaçları öncelikle siyasi, sonra iktisadi ve en son kılıf olarak ilahidir. 

Bu arada İstanbul Alman Kilisesi’nin Rahibi Holger Nollmann; “AKP Hükümeti ile çok uyumlu çalıştıklarını, Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Hıristiyanların yeniden kavuşacağını” belirtiyor ve Recep Tayyip Erdoğan’ı “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi başbakanı” olarak tanımlıyor.(Deniz Som, Cumhuriyet Gazetesi 11 Mart 2005) 

Yine, ABD’nin üst istihbarat teşkilatı olan “National Intelligence Council” 2012 yılında yayınladığı “Küresel Eğilimler Araştırması” raporunda Türkiye’nin 2030 yılına kadar bölünmesini öngörüyor! 

Türkiye ve çevresi diye zikredip duruyoruz ya, peki Türkiye bu satrancın neresindedir? Emin olun ki Türk Devleti, Türk vatanı, Türk milleti ve İslam; Yeni Dünya Düzeni denilen bu 12’lik daire hedefinin tam da göbeğindedir! 

Çünkü: Türkistan, Semerkant, Buhara, Ankara ve İstanbul ana hattındaki Maturidi Türk İslam itikadı zihniyeti; Türkiye’yi 1,5 milyarlık İslam dünyası arasında en tehlikeli rakip ve dahi en öncelikli hedef haline getiriyor. 

Çünkü; Öncelikle “Ilımlı İslam” projesi ile milli devletin sulandırılması, sonrasında da Anadolu’nun Hıristiyan değerleri ile yeniden formatlanması BOP’un en önemli örtülü hedeflerinden birisidir. 

Yahudi düşünce yapısının temelini oluşturan kutsal metinlerden “Kabala”ya göre; Anadolu’nun adı “Edom”dur ve bu Edom Yeni Dünya Düzeni kurulurken son büyük seferde fethedilecek olan hedef ülkedir. Bu amaçla emperyalist batı tarafından, bu fetih için gerekli olan kuşatma harekâtına çoktan başlanmış durumdadır. (Bu arada bir dipnot olarak aklınızda bulunsun: “Ampul” ve “Rabia” işareti aynı zamanda Kabala’nın kadim sembollerindendir.) 

Yahudi inancındaki Arz-ı Mevud (vaat edilmiş topraklar)’un hedefi de yine Türkiye’dir! 

Saldırıların çok yönlü olduğunu bilmek; çevremizdeki Mısır, Libya, Irak, Suriye ve Afganistan gibi ülkelerin başlarına gelenleri görmek ve doğru şekilde anlamak zorundayız. 

Nasıl ki, zamanında Kuş Gribi saldırısı ile kümes hayvancılığımız ve Deli Dana hastalığı vb. saldırılarla da büyükbaş hayvancılığımız çok büyük zararlara uğramışsa; son günlerde yayılan dış kaynaklı şarbon hastalığı ve longoz ormanlarımıza musallat olan Amerikan Beyaz Kelebeği (tırtıl) de farklı bir savaş / yıpratma taktiğinin zuhur etmiş hallerinden başka bir şey değildir. Tohumumuz neden bozuldu? Kanser neden çoğaldı? Uyuşturucu bağımlılığı neden bu kadar arttı? Toplumu yozlaştıran televizyon programları neden Nirvana yaptı? İslam kendiliğinden mi bu kadar yozlaştırıldı? İslam=Terör anlayışı kendiliğinden mi yerleşti? Taciz ve tecavüz vakaları neden çığ gibi arttı? T.C tabelaları neden  yerlerinden indirildi? Türk kelimesi görüldüğü her yerden neden silinmeye çalışıldı? Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı durduk yere mi hortlatıldı??? (Dediğim gibi emperyalist batı avlanırken mühre kullanmayı sever) 

Dünyanın en büyük güçleri ne yazık ki son dönemlerde Akdeniz’i mesken tutmuş durumdadır. Amerika, Rusya, Çin, İngiliz, Fransız… Ha bir de nükleer füze yüklü İsrail denizaltıları! 

Sanıyor musunuz ki bu topraklarda ve bu denizlerde sular durulacak? 

Kuzey Irak ve Suriye meselelerinden sonra mutlaka ve mutlaka Kıbrıs meselesi yeniden önümüze konulacaktır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesine yönelik bir karar alırsa Türkiye ne yapacaktır? 

Yunanistan’la aramızdaki kıta sahanlığı meselesi, ile işgal altında bulunan Ege’deki Türk adaları önümüzdeki süreçte patlaması kesin, için için yanan bir volkan gibi öylece durmaktadır. Yine Güneydoğu’ya bağımsızlık veya federatif yapı istekleri, altına sürekli odun atılarak sıcak tutulmaya çalışılan Pontus Rum’larının Karadeniz’e dönmesi hayali, Ermeni soykırımı meselesi ve bu bağlamda Doğu Anadolu Bölgemizden Ermenilere toprak verilmesi ve ayrıca Ermenistan’a tazminat verilmesi talepleri… 

Ne yazık ki, bütün bu konu ve talepler; Amerika ve Avrupa Birliği ülkelerinin işbirliğiyle uluslararası alanda Türkiye’yi çok ciddi bir şekilde zora ve zorlamaya sokabilecek meselelerdir. 

Yine, kaynağı Türkiye’den çıkan sular meselesi ile özellikle Akdeniz ve Ege’deki doğalgaz sahaları adeta pimi çekilmiş birer el bombası gibi ortada durmaya devam etmektedir. 

Er ya da geç ülkemiz başta ABD olmak üzere emperyalist batı ile kanlı bir hesaplaşma yaşamak zorunda kalacaktır ve Türkiye önümüzdeki yıllarda büyük bir ihtimalle, Batı ve Ortadoğu merkezli kimyasal ve biyolojik büyük bir terör saldırısına hedef olacaktır. 

Türkiye Cumhuriyeti tarikat ve cemaat konularında en üst düzeyde hassas ve 
devlet/millet açısından korumacı olmalıdır. 

Irak savaşında Irak Devrim Muhafızları ne oldu, bunlar buhar mı oldu, neden savaşmadılar diye hep sorulur. Sorulur ama, Irak Savaşı’ndan önceki dönemde Saddam’ın eşi ve çocukları dâhil olmak üzere, ordu komutanlarından en yakın çevresine kadar Amerikan destekli Kürt Kesnizani Tarikatı tarafından sarıldığını bilen çok azdır. Maalesef ki, Ordu komutanlarının, kuvvet komutanlarının çoğu ve dahi eşi ve çocukları dahi bu tarikatın üyesiydiler ve tabi ki tarikatın saray ve çevresinde uçan kuştan bile haberi vardı. Günü gelip Amerika Irak’a saldırdığın da, bu Kesnizani Tarikatı’nın sözde şeyhi bütün müritlerine Amerikan askerlerine karşı direnmemeyi emretmişti. Tamamen Şeyh’in emrinde ve güdümünde olan, milli bilinçten yoksun mürit generaller de vatanlarının  bağımsızlığı için savaşmak yerine Kürt bir şeyhin emirlerine uymuşlardı. 

Film bitti mi? Hayır. 

Bu Kesnizani Tarikatı halen daha Irak’ta devletin ve siyasetin tam da göbeğinde faaliyetine devam etmektedir. 

Tarikat ve cemaatleşmenin nelere mal olduğunu kendi ülkemizde de 15 Temmuz 2016’da kanlı bir şekilde yaşayarak öğrenmedik mi? Yıkıcı etkileri hala devam etmiyor mu? 

Peki, Yüce Allah bu konuda bizlere buyurmadı mı ki: “Ya Muhammet şu dinlerini grup grup, fırka fırka, cemaat cemaat bölenler var ya senin onlarla hiçbir 
ilişiğin olamaz” (Enam 159) 

Öyle ise Vatanımızın, milletimizin ve devletimizin bekası açısından cami cemaati dışında hiçbir cemaat bırakmaksızın kökleri kazınmalıdır. 

Sadece cemaat, tarikatlar ve misyonerlik değil, ülkemizde sayıları 20.000’in üzerinde olduğu tahmin edilen masonlar konusu, çeşitli camilerde boy gösteren Vatikan imamları ve sair oluşumlar konusunda da Türk devlet aklı gerekenleri yapmaktan çekinmemelidir. 

Yeri gelmişken, Masonluk konusu ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü masonluk milli değerlere tamamen karşıdır ve daima evrensel değerleri savunduğunu deklare eder. 

Ülkemizdeki bazı siyasi ümmetçi çevreler, Osmanlıcılar ve aşırı dinci İslamcılar da milli değerlere karşı tavırlar içinde değiller midir? 

Tabi ki ihtiyatla yaklaşılmalıdır, ama sakın ola ki ülkeyi perde arkasından masonlar perde önünden ise siyasi İslamcılar yönetiyor olmasın!!! 

Milletlerin kaderini; milli kimlikleri, dilleri/düşünme sistematikleri, karakter özellikleri, yaşadıkları coğrafya ve tarihleri belirler. Türklerin en az bin yıllık yurdu olan Anadolu müthiş güzellikte ve olağanüstü niteliklerde bir coğrafyadır. Üstü ayrı zenginliklere sahip altı ayrı zenginlik potansiyellerine gebedir ve dünyanın birkaç merkez coğrafyasından birisidir. Hem milletler beşiği, hem milletler mezarlığı hem de din ve inançların merkezindedir. Onun için adına BOP deyin, GOP deyin, Bizans Projesi deyin, misyonerler deyin, ne derseniz deyin emperyalist güçlerin amaçlarına ulaşabilmeleri için Türk Devleti’nin yıkılması ve Türk milletinin de ya yok edilmesi ya da köleleştirilmesi şarttır! 

Artık kafamıza dank etmesinin zamanı gelmedi mi? Yüce Allah buyuruyor ki; “Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşılarına emirler yöneltiriz de onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz” (İsra 16) 
Eğer bu ayeti kerimenin muhatabı olan bir millet olmak istemiyorsak harekete geçmek ve çaba göstermek zorundayız. Kendi durumumuzu düzeltmek zorundayız. Zira Yüce Allah yine buyuruyor ki; “Bir kavim kendi durumunu düzeltmedikçe biz o kavmin durumunu düzeltmeyiz” (Rad 11) 
Bu kadar çok ve hayati tehlike varken, Türk milleti geleceğini garantiye alacak her türlü tedbiri hayata geçirerek geleceğini milli bilinç üzerine yeniden bina etmek zorundadır. 
Ve dahi bu süreçte kendisine vakit kaybettirenleri de sırtından atmak mecburiyetindedir. 
Gençlerimizin beyinlerini başkaları formatlamadan ve dahi zararlı ve zehirli tohumları onların beyinlerine ekmeden önce, yıllardır nadasa bırakılmış gibi boş duran bu gencecik beyinleri milli şuurla bizler doldurmalı ve hidayet meyvesi verecek ekim ve dikimleri kendimiz yapmalıyız. Nasıl ki nadasa bırakılmış bir tarlada ayrık otları çok kolay yetişirse, boş bırakılan beyinleri de önce zararlı, bölücü ve yıkıcı akımlar doldurur. 

Ülkemize ve insanımıza yönelik küresel saldırılara karşı gerekli tedbirleri almak, devletimizi ve halkımızı her türlü psikolojik saldırıdan korumak ve karşı psikolojik harekât planlarını hazırlayıp uygulamak üzere, 2945 sayılı kanun kapsamında, 1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği bünyesinde 15-20 kişilik küçük bir kadro ile kurulan ve 21 yıl boyunca başarıyla görev yapan “Toplumla İlişkiler Başkanlığı”; Avrupa Birliği’nden gelen baskılar sebebiyle ve “kendi insanlarımıza karşı psikolojik harekât yapıyorlar” gerekçesiyle 2007 yılında kaldırılmıştır. 

Elbette bir devlet kendi halkına karşı psikolojik harekât yapmaz. Ancak, halkını yıkıcı psikolojik harekât etkilerine karşı korumak ve doğru bilgilerle donatarak bilinçlendirmek de her devletin görevidir. Kanımca Toplumla İlişkiler Başkanlığı kaldırılmak suretiyle terazinin bir kefesi boşaltılmıştır. Bu nedenle küresel güçler ile yıkıcı ve bölücü unsurların kara propagandalarını ve icraatlarını daha iyi yapabilecekleri bir ortam kendiliğinden oluşmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devlet’i tarafından; devletimizi ve milletimizi hedef alan psikolojik harekât faaliyetlerine engel olmak ve halkımızı doğru bilgilerle buluşturmak maksadıyla, gerekli olan teşkilat veya teşkilatların kurularak faaliyete geçirilmesi, devletimiz ve milletimizin bekası açısından büyük önem arz etmektedir. 

İyice bozularak millilikten, akıldan, ilim ve fenden uzaklaştırılmış olan eğitim sistemimiz anaokulundan doktora derecesine kadar milli şuurla yeniden yapılanmalıdır. 

Dini eğitim de aynı kapsamda düşünülerek, tarikat ve cemaatlerin elinden alınarak, devlete ait okullarda Kuran ve Sünnete uygun şekilde ve adam gibi yapılmalıdır. 

Bütün okulların imam hatipleştirilmesi saplantısından hemen vazgeçilmelidir. Ne yazık ki, milletimizi yönetmekte olanlar ya Türk Milleti'ni ve onun karakterini hiç tanımamaktadır, ya da millete zararlı icraatları bilerek yapmaktadırlar! Evet, Türk Milleti Müslümandır. Evet, din hassasiyeti yüksektir. Ve evet, inancı uğruna her şeyini ve hatta canını dahi hiç çekinmeden verir. Lakin, Türk Milleti'nin Müslümanlığı veya dindarlığı; imamet, mollalık veya sofuluk düzleminde değildir. 

Tarih boyunca görülmüştür ki, onun dindarlığı; Arap Milleti'ne göre daha sığ, lakin daha akılcı, daha arı duru, daha öze dönük ve iyi ahlak çerçevesindedir. 
Bu gerçekliğin tarih içerisindeki en güzel tezahürü de Alperenliktir. Yani Alperen ler hem dünyevî, hem de uhrevî yönü olan vatan millet ve Allah yolunun bilge savaşçılarıdır. Onun için, ne yaparsanız yapın; Bu milletin tamamını zorla imam ya da molla yapamazsınız! Çünkü Türk Milleti'nin genlerinde ve karakterinde miskinlik, sofuluk veya mollalık değil; teşkilatçılık, savaşçılık ve Alperenlik vardır. 

Çocuklarımıza ve gençlerimize okullarımızda; Kuvvayi Milliye ruhu, İstiklal Harbi, Atatürk ve silah arkadaşları ve şehitlerimiz hakkında doyurucu bilgiler verilmeli, Atatürkçülük ve Alperenlik ruhu bilimsel ve pratik anlamda yeniden aşılanmalı dır. Bu konular okulların yanı sıra radyo, televizyon, sinema, tiyatro ve medyada daha çok yer almalı ve toplumumuzun bütün kesimlerine milli bir bakış açısıyla enjekte edilmelidir. Televizyonların en çok seyredildiği saatlerde milli içerikli yayınlar mecbur hale getirilmelidir. 

Türk milleti nüfus durgunluğuna girmemeli ve çoğalmaya devam etmelidir. Az olursa, yıkıcı ve bölücü unsurlar ile emperyalizm tarafından istila ve yok edilecektir! 

Unutmayınız ki, günümüzde küresel egemenliği kurmayı isteyenler kimler ise, dünyadaki terör hareketlerinin planlayıcısı, destekçisi ve hamisi de onlardır. Böyle bir fütursuz güce karşı Türk milleti de küresel bir güç olmak mecburiyetindedir. Bu bağlamda en iyi çıkış yolu ise, Türk Birliği’nin bir an önce hayata geçirilmesidir. 

Avrupa Birliği için değil, Türk Birliği için çalışılmalıdır. 
Bedeli ne olursa olsun Turan Ordusu kurulmalıdır. 
Türk ordusu sonuna kadar güçlendirilmelidir. 

NBC/KBRN Savunma tedbirlerine öncelik verilmelidir. 

Türkiye ne yapıp edip, en kısa zamanda kendi milli savunma sanayiini kurmalıdır. 
Türkiye en kısa zamanda nükleer güce sahip olmalıdır. 

Misyonerlik ve masonluk faaliyetleri kesin olarak önlenmelidir. 
Yeraltı kaynaklarımız milli olarak işletilmeli ve stratejik önemi olan madenlerimize sahip çıkılmalıdır. 

Yabancılara toprak ve gayrimenkul satışına izin veren yasalar derhal iptal edilmelidir. 
Bunun yerine 40, 50 ve azami 90 yıllık, zilyet hakkı doğurmayacak kiralamalar benimsenebilir. 

Üretim ekonomisi hayata geçirilmeli, sadece sıradan ürünler değil katma değer 
yaratacak stratejik ürünlerin üretilmesi ve geliştirilmesi hedeflenmelidir. 

Ülkenin en zeki çocuklarının, en iyi hocalarının, en iyi bilim insanlarının ve en iyi 
girişimcilerinin bir arada bulunabilecekleri ARGE merkezleri oluşturulmalıdır. 

Eğitim ve din konusu başta olmak üzere bütün devlet görevlileri milli güvenlik bilinçlendirme eğitiminden geçirilmelidir. 

Dil bir milletin benliğidir. Dilini kaybeden milletler benliğini de kaybeder. 
Bu nedenle Türk dili yozlaşmadan ve yabancılaşmadan korunmalıdır. 

Öncelikle ülkemizdeki yabancı tabela ve isimler ya yasaklanmalı, ya da yabancı isim ve tabelalara çok ağır vergiler getirilmelidir. 

Ne yazık ki, güzel ülkemizde adalet iğfal edilmiş bir vaziyettedir. Fakat, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün dediği gibi “insanlar inançsız (ve hatta devletsiz) yaşayabilirler, ama ADALETSİZ yaşayamazlar.’’ Yine Hz. Ömer’in dediği gibi “Adalet mülkün temelidir.” Eğer dünya mülkünde Türk ve Müslüman olarak var olmaya devam etmek istiyorsak, mutlaka ve mutlaka HAK ve ADALET’i bir an önce hâkim kılmalıyız. 

Partili Cumhurbaşkanlığı gibi tek adamlığı ön plana çıkaran ve Meclis’i etkisizleştiren garabet sisteminden vazgeçilerek, Türk tarihindeki toy ve kurultay sistemi ile örtüşen parlamenter sisteme yeniden dönülmelidir. 

Devlet Yönetiminde; Yandaş, Kandaş, Enişte, Bacanak ve Damat değil, LİYAKAT esas alınmalıdır. 

Elimizdeki bütün imkânlar kullanılarak, terör belasının üzerine gidilmeli ve ne pahasına olursa olsun bölücü terör tehdidi ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü bu işi 
halletmediğimiz sürece ayağa kalkıp yolumuza bakabilme imkânımız yoktur. 

Güncel olarak, İdlip ve çevresindekilerin Türk Devleti’ni bölüp parçalama potansiyeli yoktur. Ama Fırat’ın doğusundakilerin böyle bir potansiyeli ve amacı vardır. Bu nedenle Türk ordusunun sınırlı ve kıymetli enerjisi alakasız yerlerde harcanmamalı, önceliğimiz mutlaka ve mutlaka PKK/PYD ve Fırat’ın doğusu olmalıdır. Çünkü bu PKK/PYD kullanılarak; Güneyimizde İslam dünyası, doğumuzda ise Türk dünyası ile irtibatımız kesilmek istenmektedir. İşin doğrusu, PKK/PYD’yi Türkiye ile Türk ve İslam dünyasının arasına adeta birer kama gibi sokmak tam da şeytana göre bir plandır. 

Açıkça dile getirmek gerekirse, bölgemizde Türk milletinin bekasını tehdit eden ESAS SORUN ABD’DİR. İşin özü, hazırlıklar buna göre yapılmalıdır. 

Türk milletinin milli refleksleri; Türklük ve İslam ahlakı temelleri üzerinedir. İşte bu nedenle en az 20 yıldır Atatürk ve Kuvvayi Milliye ruhu hedef tahtasındadır. Bu ruhun aşındırılmasında en büyük pay da ne yazık ki havuz medyanındır. 

Milli reflekslerin aşındırılmasından vazgeçilerek uyandırılmasına çalışılmalıdır. 

BOP, GOP, Bizans ruhu, misyonerler, masonlar, dinciler, kinciler, havuz medya ve diğerleri ne kadar şeytani planlar yaparlarsa yapsınlar, Muhammet Mustafa ahlakı ve Mustafa Kemal bilinci karşısında kazanmaları mümkün değildir. Partimiz, inancımız, sınıfımız, mesleğimiz, mezhebimiz veya dünya görüşümüz ne olursa olsun, işte sırf bu nedenle; ahlaki rehber olarak Muhammed Mustafa’yı, milli rehber olarak da Mustafa Kemal’i örnek almak ve onların yolundan gitmek zorundayız. 

Çünkü başka bir çıkış yolumuz yoktur. 

Şimdi başta sorduğumuz soruyu bir daha soralım: “Bir bin yıl daha, bu topraklarda Türk ve Müslüman kimliği ile kalabilecek miyiz?” 

Gerekli tedbirleri alırsak, atalarımız gibi Türk olursak, Hoca Ahmet Yesevi gibi Müslüman olursak, doğru ve çalışkan olursak, küçüklerimizi sever ve korur büyüklerimizi sayarsak, yurdumuzu ve milletimizi özümüzden (kendimizden) çok seversek ve varlığımızı Türk varlığına armağan etmeye hazır olursak EVET… 
Evet, bir bin yıl değil, kıyamete kadar bu topraklarda kalabiliriz. Seçim de çözüm de bizde. 

Lütfen şimdi “bütün bunları KİM YAPACAK?” diye sormayın. 

Kendinize “Türk milli hedeflerine giden yolda BEN NE YAPABİLİRİM?” diye sorun. 

Eminim ki, her birinizin bu deryada bir damla olabilecek kadar varlığı, bu karanlıkta bir kıvılcım çakabilecek kadar enerjisi ve bu kutlu yola zerre kadar bile olsa katkı sağlayabilecek cesareti, fikri, projesi, desteği, sesi ve nefesi vardır. 

Vazgeçmezler! 
Emin olun vazgeçmeyecekler. 
Ya onlar galip gelecek ya da biz, üçüncü bir şık yok! 
Ya şerefli birer Bozkurt, ya da esaret altında birer Mankurt olacağız! 
Arası yok! 

Çünkü adına Anadolu denilen bu Türk coğrafyası, Yahudilik ve Hıristiyanlık âlemi için: 
“Tanrı’nın yürüdüğü topraklar”dır. 

Sen Türk’sün, yanacaksan aşk ile yan, 
Yan ki, ateş ol, ışık ol, har ol, köze dön, 
Asırlarca uyudun! Ümit ve aşk ile uyan, 
Aç gözünü, ayağa kalk, titre ve öze dön… 


 ****

21 Aralık 2019 Cumartesi

Barış Koridoru ve Hedef..,

Barış Koridoru ve Hedef..,


Barış Koridoru ve Hedef
Ünal Atabay 02 Ağustos 2019
Yayınlandığı Kategori. SURİYE, ORTADOĞU.,



“Barış Koridoru” Güvenli Bölgenin Bir Sonucudur.
Suriye iç savaşı başladığı günlerden itibaren, kamuoyunda çok sık adı duyulan kavramlardan birisi de, “Güvenli Bölge” söylemidir. 30 Temmuz 2019 günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, güvenli bölge kavramına “Barış Koridoru”[[i]] adı altında bir söylemin eklendiğini görmekteyiz.
“Barış Koridoru” yeni bir söylem gibi görünse de, esasen güvenli bölgenin ruhunda ve işlevinde barış kavramı vardır. Nitekim uluslararası alanda, ateşkes ve barışın sağlanması gibi saha çalışmalarında “Barış Gücü” adı altında güçler konuşlandırılır ve bunlar genellikle çatışan iki devlet, kuvvet, toplum gibi unsurlar arasında tayin edilen bir bölgede, hat üzerinde veya kuşakta yer alırlar.
Güvenli bölge, barış ve barış gücü gibi kavramların uluslararası alanda kabul görmüş birçok tanımı bulunurken, “Barış Koridoru” nun özel bir tanımı yoktur. Çünkü, bunun karşılığı güvenli bölgenin ruhunda var olduğu gibi, güvenli bölgenin oluşturulmasını müteakip meydana gelebilecek bir sonucun da parçasıdır “Barış Koridoru”.
Suriye’ye yönelik güvenli bölge kavramının ortaya atıldığı günden itibaren, bu kavramın yanlış ifade edildiği, bundan sakınılması gerektiği ve güvenlik nedeniyle haklı olduğumuz bu Suriye meselesinde, uluslararası hukuk üzerinden yanlış algılara sebebiyet verilebileceği defalarca gündeme getirilmişti.
Çünkü uluslararası anlamda “Güvenli Bölge”; ‘sivil halkı çatışan taraflardan veya bir devletin baskı, şiddet ve insan hakları ihlallerinden korumak amacıyla tesis edilir’ şeklinde tanımlanmaktadır.[[ii]] Bu tanım üzerinden, bizim Suriye’de yaşayan Kürtlere sözde baskı ve şiddet uygulayacağımızın algısı yaratılmaktadır.
Nitekim, 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nde yayımlanan bir makalede, bu tür kavram tartışmalarından uzak durmak için, “Güvenli Bölge” yerine “İstikrar Kuşağı” kavramının kullanılmasının daha uygun olacağı ifade edilmişti.[[iii]] Gelinen noktada, söz konusu tartışmaların da etkisiyle, güvenli bölge söyleminin yeni bir kavramla yani “Barış Koridoru” söylemiyle güçlendirilmek/desteklenmek istendiği anlaşılmaktadır.
Oysa ki Türkiye’nin güvenli bölgeden kastettiği, terörden arındırılmış bir bölgedir. Güvenli bölgenin uluslararası alandaki tanımından ziyade, bizim neyi kastettiğimizin iyi anlatılma ihtiyacı vardır. Şüphesiz bu anlatamama sorunu “Barış Koridoru” nu doğurmuştur.

“Barış Koridoru” Söylemi Türkiye’nin Tarihsel Birikimidir.

Türkiye esas itibariyle, Uluslararası alandaki tartışmaların önüne geçmek ve haklılığımızı güçlendirmek adına, tarihsel birikiminin de dürtüsüyle bu bölgeyi “Barış Koridoru” olarak nitelendirmek zorunda kalmıştır. Esasen bu kavram, Türkiye için çok yabancı değildir. Barış koridoru kavramının içerisinde; Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temel felsefesinin ve yine Atatürk’ün söylediği “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesinin yansımasını görmekteyiz.
Çünkü ülkemiz, barışı önceleyen geleneğini öteden beri gerek diplomaside gerekse sahada tüm uygulamalarında göstermiştir. Bu nedenle, “Barış Koridoru” da bu geleneğin ifadesidir. Tarihseldir ve “Kıbrıs Barış Harekâtı” ile “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri” ifadesi de bu tarihsel birikimin sonucudur.
Öte yandan, bölgenin coğrafi anlamda tanımlanması ve algının daha iyi yönetilebilmesi adına, yukarıda da ifade edildiği gibi “Güvenli Bölge” kavramından şimdilik tamamen vaz geçilemeyeceğini de söylemek yerinde olacaktır. Bir taraftan güvenli bölge ifadesi kullanılırken, diğer taraftan da “Barış Koridoru” söyleminin tamamlayıcı manada kullanılması uygun düşecektir.
Barış koridoru, Türkiye’nin bölgeye müdahalesinde; siyasi, askeri, coğrafi, sosyo-kültürel, demografik ve insani boyutlara bakış açısını ortaya koyması bakımından, güvenli bölgenin güçlendirilmesi adına değer ifade etmektedir. Barış koridoru; sahada yaratılmak istenilen etkiden ziyade, daha çok diplomasiyi çağrıştıran bir üslubu içerirken, “Güvenli Bölge” terimi ise; verilecek etkininin sahadaki somut yansımasını ve coğrafi ifadesini anlatmaktadır. Her hâlükârda, “Barış Koridoru” söylemi, güvenli bölgeyle birlikte telaffuz edilmek zorundadır.
Suriye özelinde “Barış Koridoru”; diplomasiyi önceleyen, bu mümkün olmadığı takdirde güvenli bölge sahası içerisinde yaşayan tüm etnik, dini ve mezhebi grupları terör örgütü YPG/PKK’nın boyunduruğundan, baskısından, şiddetinden ve insan hakları ihlallerinden kurtaran bir yaklaşımın ifadesi olarak söylenebilir.
“Barış Koridoru” Nihai Hedefe Giden Bir Atlama Taşıdır.

Öte yandan, “Güvenli Bölge” ve “Barış Koridoru”; herhangi bir harekâta ihtiyaç kalmadan terörden arındırılmış bir saha olarak birlikte mütalaa edilmeli ve esas olan bu sahanın üzerinden YPG/PKK’nın koridor dışında kalan varlığının ortadan kaldırılması nihai hedef olarak belirlenmeli ve uygulanmalıdır. Yani, “Barış Koridoru” nihai hedefe giden bir atlama taşı olarak kabul edilmelidir.
Güvenli Bölge / Barış Koridorunun dışında kalan saha içerisinde YPG/PKK varlığını sürdürmesi halinde; ABD’nin kanatları altında Türkiye’nin sözde hışmından korunan Kürtler’in olduğu ve bunlara koruma kalkanı uygulandığı şeklinde bir meşruiyet zırhı giydirilmiş olacaktır ki, bu durumda bazı art niyetli ülkeler ve uluslararası kuruluşlar Türkiye’nin YPG/PKK ile defacto (Hukuki olarak fiili durum) durumunda olduğunu gündeme getirebilirler. Bu nedenle, “Barış Koridoru” nu güvenli bölge sahası ile sınırlandırmamak gerekir.

 “Barış Koridoru” ve ABD

Güvenli bölge içerisinde, “Barış Koridoru” nun tesisi, öncelikle güç kullanmadan ABD ile birlikte bir uzlaşıyı içerebilmelidir. Bu uzlaşı doğrultusunda, daha önce varılan yol haritası mutabakatı çerçevesinde; YPG/PKK’nın silah, mühimmat ve teçhizatının toplanması ve Fırat’ın doğusundan tamamen tasfiyesini kapsamalıdır.
Güç kullanmak suretiyle barış koridorunun tesisi halinde ise, ABD ile uzlaşı pek mümkün görünmemektedir. İşte bu noktada, güvenli bölge/barış koridorunun güneyinde kalacak olan terör unsurlarının varlığı ve tehdidi devam edecektir. Buradaki tehdidin de ortadan kaldırılması için, “Barış Koridoru” güvenli bölge sınırlarını aşan bir hareket tarzını içermelidir.
Diğer taraftan barış koridorunu; sadece YPG/PKK’nın silahtan arındırılması ile elde edilebilecek bir sonuç olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Aynı zamanda, ABD ile gerilen ilişkilerin yeniden düzeltilmesi/düzenlenmesi ve stratejik ortaklığın yeniden tesisi için değer biçilen kriterlerde buluşmanın zemini olarak da düşünülebilir.

 [[i]]  MGK “30 Temmuz 2019” Tarihli Toplantısı, https://www.mgk.gov.tr., 30 Temmuz 2019.

[[ii]] Oktay Bingöl-A.Bilgin Varlık, “Korunmuş Bölgeler Bilgi Notu”, Merkez Strateji Enstitüsü, 29 Eylül 2014.

[[iii]]Ünal Atabay, Suriye’nin Kuzeyinde “Güvenli Bölge” Tesisi, https://21yyte.org., 22 Ocak 2019.

https://21yyte.org/tr/suriye/baris-koridoru-ve-hedef

***

ABD nin Suni Ordusu.,

ABD nin Suni Ordusu.,


Ünal Atabay
11 Eylül 2019 Yayınlandığı Kategori Terörizm ve Terörizmle Mücadele, ABD Suriye Körfez Savaşı, PKK, YPG, Terör, Terörist, Düzenli Ordu, Suni Ordu, Milli Güvenlik, Terörle Mücadele, SDG Özel Kuvvetler, (HT) Özel Harekât Timleri (YAT) Anti Terör Timleri (HAT), Ünal Atabay, ABD, Suriye Kuzeyinde Yeni Bir Modellemenin Peşinde ABD-Irak Körfez Savaşı sonrasında; bugünlerde Suriye’de yaşanan sürecin benzeri oyalama taktikleriyle, ABD’nin iki yüzlü politikalarıyla ve yerel iş birlikçilerin de desteğiyle bugünkü Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tesis edilmiştir. Bu yönetim modeli, feodal kültüre dayalı ve aşiret-şeyh-seyid-ağa sistemine özgü bir ailenin tekelinde oluşturulmuştur. Geldiğimiz bu günlerde ise, Suriye’nin kuzey ve doğusunda, yine ABD’nin başını çektiği bir devletçik modeli oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu defa model, Kuzey Irak yönetiminin aksine; feodal yapıyı reddeden, komünal sistemi içeren, PKK’nın sözde kendi ideolojisini sahaya yansıtan bir çerçevede ve yeni bir modelleme şeklinde idari-siyasi düzen kurulmak istenmektedir. YPG/PKK, Sözde Düzenli Ordu Olma Yolunda ABD tarafından, 50 bin civarında tırla [[i]] Suriye’de YPG/PKK terör örgütüne; silah, mühimmat, teçhizat ile barınma ve tahkimat imkânı sağlayan malzeme-sistemleri verilmiş, örgüt donatılmıştır. Terör örgütü, kazandığı bu imkân ve kabiliyetleri vasıtasıyla, adeta düzenli ordu olma yolunda önemli mesafe kat etmiştir. Örgüt, işte elde ettiği bu tehdit kapasitesi üzerinden varlığını sürdürürken, Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendiren en önemli hususlardan biri olmaya devam etmektedir. Öte yandan, terör örgütü bu gücünü dış destek ile elde etmiş olması ve tarihsel, sosyo-kültürel birikimin yarattığı bir olgu olmaması nedenleriyle, herhangi bir harekât karşısında örgütün direnme kapasitesi mümkün olamayacaktır. YPG/PKK, ABD’nin Suni Ordusu., Terör örgütü, Fırat Kalkanı ve Afrin Harekâtında ABD’nin desteğiyle Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) karşı direniş göstermeye çalışmış ise de suni gücüne dayalı direnişleri TSK tarafından rahatlıkla ezilmek suretiyle sonlandırılmıştır. Çünkü örgüt, küresel çıkar odaklarının hamiliğinde oluşturulan suni bir ordu niteliğinden başka bir şey değildir. Terör örgütü, ABD tarafından sözde ordu teşkilatı ve hiyerarşik bir sistematiğin içerisinde eğitilmiş ve donatılmış olmakla birlikte, yukarıda da vurgulandığı gibi, bu yapı dışarıdan dayatma ve destekle oluşan bir güç olduğundan, uzun ömürlü ve kurumsal kalıcılığa sahip olamayacaktır. Çünkü ordu olabilmek kolay değil, tarihsel bir birikim ve derinlik ister. Örgüt ve ABD, tüm bu zafiyetleri ve eksiklikleri üzerinden, Türkiye’nin güvenli bölgeye tek taraflı yapabileceği harekâta karşı, bu defa;
Afrin ve El Bab’da aldıkları tecrübeyle TSK karşısında dayanabilmenin hesaplarını yaparak, YPG’nin gerek silahlandırılmasında ve eğitilmesinde gerekse tahkimatında daha profesyonel bir çaba içerisine girdikleri düşünülmektedir. Nitekim, bölgeye nakledilen teçhizat ve malzemeler bu durumu doğrular niteliktedir. Terör örgütünün ulaştığı silah, teçhizat ve mühimmat ile alt yapı imkanlarına bakıldığında, Suriye’nin kuzeyinde ciddi anlamda yol kat ettiklerini, idari-siyasi ve askeri anlamda sözde devletleşme yolunda önemli mesafeler aldıklarını da söylemek mümkündür. ABD’li yetkililerce, terör örgütünün Suriye’deki gücü 60-70 bin arasında değişen rakamlarla telaffuz edilmekte ve bu sayının önümüzdeki dönemde 110 bin seviyesine çıkarılacağı belirtilmektedir. [[ii]] Eğer silahlı bir örgüt, 100 binler seviyesine çıkartıldığı takdirde, askeri teşkilatlanma mantığına göre, asgari 3 kolordudan müteşekkil, düzenli ordu seviyesinde bir birlik anlamına gelmektedir. Mücadele için, Terör Örgütünü Yakından Tanımak Bir Zorunluluk Terör örgütü, kurulduğu günden beri, değişen ve gelişen şartlara, günün koşullarına göre gerek ideolojik yapısında gerekse teşkilatlanma yapısında sürekli değişim ve yenilenmeyi prensip edinmiştir. Bu kapsamda, ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), geçtiğimiz ay içerisinde yaptıkları bir toplantıda aldıkları kararlar gereği; SDG çatısı altında, kentlerin savunması ve sınır güvenliğinden sorumlu 4 Bölge ve 12/15 Yerel Askeri Meclisler ile askeri meclislerin bağlı olduğu Genel Askeri Meclis’in kurulduğu bir düzenlemeye gitmişlerdir. [[iii]] Önümüzdeki süreçte, bölgesel askeri meclislerin Tugay-Tümen-Kolordu gibi teşkillere, genel meclisin ise federasyon meclisine dönüştürüleceğinden şüphe yoktur. Şu husus asla unutulmamalıdır, mücadele edilecek kim ve ne olursa olsun, onu çok iyi tanımak mücadelenin olmazsa olmaz koşullarındandır. İstihbarat unsurlarımız, bölgedeki terörist durumunu, bölge içerisindeki hazırlık ve tahkimatını yakından takip ettikleri ve analizini yaptıkları muhakkaktır. Bununla birlikte, sahayı yakından takip eden bir göz olarak, terör örgütünün Suriye sahasındaki faaliyetlerine ilişkin medya istihbaratı (SOCMINT) üzerinden yapılan tespit ve analizlere dayanılarak terörist durumunun ve örgütün yapısının şu şekilde olduğu değerlendirilmektedir. 73 Bin Silahlı Terörist Yaratıldı! Halk Koruma Birlikleri (YPG/PKK): Sözde siyasal parti konumunda olan PYD’nin silahlı bir gücüdür. ABD’nin içli dışlı olduğu, sık sık yan yana geldiği ve IŞİD ile mücadelede yerel ortaklar olarak tanıttığı ve örgütün de sözde “Profesyonel Gerilla Kadrosu” dediği unsurlardır. 52 alaydan oluştuğu ve 12.500-13 bin civarında mevcuda sahip olduğu değerlendirilmektedir. ABD, bu teröristlere 285 dolar maaş vermektedir. Bu mevcudun; 9.000-9.500’ü güvenli bölgede, 1.000’i Menbiç bölgesinde, 1.500-2 bini Tel Rıfat’da, 1.000’inin ise Deyrizor’da olduğu mütalaa edilmektedir. Önümüzdeki süreçte YPG’nin mevcudunun 30 bine çıkarılacağı belirtilmiştir. Öz Savunma Güçleri: ABD’nin, sınır muhafızları / iç güvenlik güçleri / “Bölgesel Esnek Güvenlik Gücü” adı altında eğitip donattıkları sözde düzenli ordudur. Yaklaşık 70-75 birimden teşkil edildiği ve 15.400-16 bin civarında silahlı teröristten oluştuğu değerlendirilmiştir. ABD, bu teröristlere de 285 dolar maaş vermektedir. Bölge askeri meclislerine bağlıdırlar (Rakka, Menbiç, Deyrizor). Önümüzdeki süreçte 30 bine çıkarılacağı vurgulanmıştır. Sivil Savunma Güçleri: ABD’nin, yerel iç güvenlik güçleri / “Köy ve İlçe Güvenlik Gücü” adı altında eğitip donattıkları sözde asayişe bağlı milis güçleridir. Kentlerde mahalle ve köy sisteminde gönüllü görev yaparlar. Kent meclislerine bağlıdırlar. Yaklaşık mevcutları, 25.800-26 bin civarında olduğu kıymetlendirilmektedir. Önümüzdeki süreçte 45 bine çıkarılacağı ifade edilmiştir. Özel Kuvvetler (HT): Sözde düzenli ordu teşkili içerisinde ayrı bir birim olarak bulunmaktadır. Gayri nizami harp eğitimi uygulayan, görünen üniformalıların yanı sıra sivil birimleriyle yöredeki aşiret vb yapıları örgütleyen bir unsur. Mevcutları 1.300-1.500 civarında olduğu mütalaa edilmiştir. 5 bine çıkarılması planlanmıştır. Özel Harekât Timleri (YAT): Jandarma özel harekât benzeri bir yapılanmaya sahip olup, örgütün acil müdahale timi olarak adlandırdığı bir asayiş gücüdür. Mevcudu 1.100-1.250 civarında olduğu düşünülmektedir. Anti Terör Timleri (HAT): Polis özel harekât unsurlarına benzer yapıda terörle mücadele kuvvetleri olarak teşkil edilmiş, örgütün sözde anti terör timidir. Mevcudu 3.100-3.500 civarında olduğu değerlendirilmiştir. Aşiret Güçleri: YPG’nin kontrolünde ve zaman zaman ayrılsalar da birlikte hareket ettikleri aşiretlerden teşkil edilen (Kürt, Arap, Asuri, Süryani) 12 bin civarında silahlı güçlerinin olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Sonuç olarak; 12.500-13 bin YPG/PKK’lı, 15.400-16 bin teröristten teşkil edilmiş sınır muhafızları / bölgesel esnek güvenlik gücü maskesi altındaki düzenli ordu, 25.800-26 bin teröristten oluşan yerel iç güvenlik güçleri, 5.500-6 bin teröristi içeren özel kuvvetler ve sözde jandarma/polis özel harekât grupları, ayrıca aşiretlerden oluşan 12 bin civarında silahlı güç olmak üzere toplamda; 71.200-73 bin silahlı teröristin bulunduğu değerlendirilmektedir. Önümüzdeki süreçte bu sayının 110 bine çıkarılacağı ABD tarafından resmen duyurulmuştur. [[i]] YPG Tehdit Unsuru Olmaktan Çıkarılmalı, https://www.star.com.tr., 10 Eylül 2019. [[ii]] ABD, Diğer ortaklarını Büyütüyor, https://www.aa.com.tr., 07 Ağustoa 2019. [[iii]] Terör Örgütü YPG, Silahlı Grupları Artırdı, https://www.akşam.com.tr., 05 Eylül 2019.
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/abd-nin-suni-ordusu


***

11 Temmuz 2019 Perşembe

S-400 kullanımı F-35 Teknolojisini Tehlikeye Sokar Mı? Sorun Nasıl Aşılabilir?

S-400 kullanımı F-35 Teknolojisini Tehlikeye Sokar Mı? Sorun Nasıl Aşılabilir?

Yazan  Bircihan D. Dilek  
14 Mayıs 2019 
Yayınlandığı Kategori
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi,
21 YÜZYIL 


VİDEO İZLE;

Türkiye F-35 uçaklarını envanterine sokmak üzere yıllar önce karar vermiş, 2002 yılında projeye dahil olmuştur ve ortaklığı bulunmaktadır. 
F-35 uçakları özellikleri açısından Türk Hava Kuvvetlerine büyük güç katacaktır. 

Diğer taraftan Türkiye'nin satın almaya karar verdiği S-400 sistemleri ise bir tasarım harikası olarak görünmektedir. Henüz sahadaki başarısı tam olarak 
görülmemekle birlikte, marketing kapsamında sunulan özellikleri oldukça dikkat çekicidir. S-400 sistemlerinin tam fonksiyonları ile kullanılması ve doğru 
noktalara konuşlandırılması durumunda Türkiye için önemli oranda caydırıcılık sağlayacağını düşünüyorum.

Gelin açık kaynaklardan edinilen bilgi doğrultusunda; Türkiye'nin F-35 uçaklarını S-400 Sistemi ile birlikte kullanılması durumunda F-35 teknolojisinin tehlikeye girip girmeyeceğini inceleyelim.

ABD'li yetkililerin endişeleri;

Türkiye'nin; S-400'lere NATO standartlarında IFF Sorgulayıcısı (Interrogator) ile bir Taktik Veri Aktarma Sistemi olan ve tüm NATO ülkelerinde yaygın olarak 
kullanılan Link-16 Sistem Terminali entegre edebileceği,

Böylece  IFF sensörü ve "Stealth Teknoloji" ile ilgili bazı taktik verilerin de aktarıldığı  Link 16 sistemine,  RUS teknisyenler tarafından sızılarak teknolojinin 
ve çalışma sisteminin elde edilebileceği,

Rusların Link-16 Kripto detayları ve dalga formunun elde edilerek "spoofing" yöntemi ile sahte hedefler oluşturulabileceği,

Rus teknisyenlerin elde ettikleri bulguları anlık olarak Rusya'ya aktarabileceği,

S-400 sistemlerine yakın bölgelerde uçan F-35 uçağı "Stealth Teknolojisi" nin Ruslar tarafından çeşitli yöntemlerle ele geçirilebileceği,olarak özetlenebilir.


Bu endişeleri sırasıyla inceleyelim;

S-400 Sistemine entegre edilmesi durumunda, Evet IFF ve Link-16 sistemi ile ilgili endişelerin doğru tarafları bulunmaktadır. 
Günümüz teknolojisi ile bu tip entegrasyonlarda sistemlerin etkileşimi esnasında bilgi sızdırılması mümkündür.
Rusların da bu konuda iyi seviyede olduğu göz önüne alındığında bu endişenin yerinde olduğu söylenebilir.

Rus teknisyenlerin sistem teslimi sonrasında hiç bir şekilde Türkiye'de konuşlu sistemlere yönelik lojistik ve bakım faaliyetinde bulunmayacaksa sızma 
ihtimalinin düşük olabileceği düşünülebilir, ancak bu noktada da Türkiye'de konuşlu S-400 siteminin pasif olarak elde ettiği bilgileri uydu üzerinden 
otomatik olarak Rusya ya aktarabileceği endişesi bulunmaktadır.

ABD'liler Rusların Uydu üzerinden çok güçlü bir veri aktarma sistemi olduğuna inandıkları görülmektedir.

S-400 sistemlerine yakın bölgelerde uçan F 35 uçağı "Stealth Teknolojisi" Ruslar tarafından çeşitli yöntemlerle ele geçirilebilir mi?

ABD, Türkiye'ye F-35 uçakları S-400 sistemi ile birlikte kullanılmasının sakıncalı olduğunu söylerken, çok sayıda RUS Sitemlerinin (Radar,Uçak ve ELINT) 
konuşlu olduğu Suriye'ye sınırı bulunan İsrail F-35 uçakları için sınırlama getirmiyor.İsrail bugün sahip olduğu F-35 uçaklarını askeri harekatlarda kullanan ilk ülke olarak övünmekte ve F-35 uçuşlarını gerçekleştirmektedir. Üstelik Rusların Suriye'deki mevcut Elektronik Konuşlanması ile İsrail üslerinden kalkan F-35 uçaklarını gerçek zamanlı olarak tespit ederken belirli dalga boylarında teknik özelliklerini tespit etme faaliyeti içinde olmasına rağmen. 

Bu noktada kısa bir açıklama yapalım. Stealth kabiliyetli F-35 uçağı; F-22 Raptor'da olduğu gibi Luneberg Lensi (Radar Reflektör) ile donatılmışlardır. 
Radar Reflektörü, düşük görünürlük özelliği olan uçakların radarlara görünür hale gelmesi için kullanılır.

Bu sistemler uçakların radarlardan kaçma ihtiyacı olmadığı zamanlarda takılır; özelikle "stealth teknoloji" ihtiyacı gerektirmeyen eğitim veya operasyonel 
uçuşlar ile  düşman yer ve hava radarları ile istihbarat platformlarına  yakın bölgelerde uçuş yapılması ihtiyacı olduğunda kullanılır.

Biraz teknolojik ifadelerle konuya devam edersek;  Taktik savaş uçağı büyüklüğündeki bir stealth uçak; C, X, Ku and S band  gibi bandlarda  görev yapan radarlara karşı kendisini koruyacak bir yapıya sahip olduğu belirtilmekte dir.  Yani bu bandlarda görev yapan Radarlar "stealth teknoloji" ye sahip F-35 tespit etmede yetersiz kalmaktadırlar.

S-400 sistemi kapsamında kullanılabilecek radarlardan;  Acquisition (EW) ve Angajman radarları incelendiğinde, bu radarların I,J,X ve Ku/K/KA 
çalışması nedeniyle "stealth teknoloji" kabiliyetli F-35 uçağını tespit edemeyeceği düşünülmektedir. 

Öte yandan,bir kere frekans dalga boyu belli bir threshold'u geçer ve rezonans etkisine sebep olursa, "Düşük Görünürlüklü-Low Observable" uçakların radarlar 
tarafından tespit edilme olasılığı artmaktadır. Örneğin, düşük frekans bandında çalışan ATC Radarının, "stealth" özellikli bir uçağı teorik olarak tespit edilebilme kabiliyeti bulunmaktadır.  Burada ifade edelim, 300 MHz altındaki frekanslarda çalışan UHF,VHF ve HF Radarlarının "stealth" uçaklar için tehlike arz eden sistemler olduğu uzmanlar tarafından belirtilmektedir.  

Bu güne kadar, F-35 uçakları ABD dışına uçak gövdesine takılan 4 adet radar reflektör ile intikal etmiştir. Bu reflektörlerin kullanım amacı, F-35'lerin RCS 
(Radar Cross Section)'lerini abartarak, bilgi toplamaya çalışan düşman unsurlarının çalışmalarını boşa çıkartmaktır. Internet bilgilerinden elde edilen 
bilgiye göre; Estonya ve Bulgaristan'a yapılan intikallerde F-35 uçaklarına radar reflektörler takılmıştır.  F-35 uçaklarında Stealth kabiliyetlerinin kullanılıp 
kullanılmayacağı harekat ihtiyaçlarına göre belirlenmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda şunu söyleyebiliriz. F-35 uçakları, düşman radarlarını yanıltmak amacıyla kullanılan Radar Reflektörleri ile uçtuğu 
taktirde önemli oranda bir aldatma sağlamakta olup, sahip olduğu RCS hakkında doğru bilgilerin düşman tarafına geçmesine engel olabilmektedir.

Buradan şöyle bir sonuca ulaşabilir; F-35 Uçakları S-400 Sistemlerine yakın uçsalar dahi yukarıda anlatılan sebepler nedeniyle F-35 Stealth kabiliyetinin 
Ruslar tarafından elde edilmesi olası görünmemektedir.

Sorun Nasıl Aşılabilir?

Öncelikle Türkiye;

Link 16 sisteminin S-400'e entegre edilmeyeceğini ,

IFF sistemi olarak MİLLİ imkanlarla geliştirilecek bir sistemin S-400'lere entegre edileceğini,

S-400 Sistemlerinin F-35 uçaklarının iniş kalkış yapacağı meydanlara yakın bölgelerde konuşlandırılmayacağını,S-400 sistemlerinin Türkiye'de konuşlu  NATO Altyapısı ve sistemleri kullanan hiç bir platformla entegre edilmeyeceği ve etkileşim içinde olmayacağı, tamamen kapalı bir network olarak çalıştırılacağı,
Radar Reflektör gerçeği ortada iken,F-35 uçaklarının S-400 sistemlerine yakın uçuşlarının F-35 aleyhine herhangi bir bilgi sızmasına neden olmayacağını, 
muhatabına açıklıkla belirtmelidir.

Suriye'de, Rus ELINT, SIGINT ve Radar sistemlerinin  konuşlandığı bir ortamda,  İsrail'in F-35 uçaklarını Suriye ve çevre ülkelerdeki hava operasyonlarında 
kullanmasına rağmen,  ABD'lilerin İsrail F-35'leri için endişe duymaması, fakat Türkiye'nin F-35 uçaklarına sahip olması konusunda endişe duyuyor olması 
bir çelişkidir.

Diğer taraftan Rusya'nın bir NATO üyesi olan Türkiye'ye S-400 sistemini satarken sisteme yönelik teknolojinin ve radar teknik karakteristik bilgilerinin NATO ülkeleri tarafından ele geçirilebileceği endişesi taşımaması dikkate değer bir durumdur. 

Sonuç olarak; Türkiye'nin muhatabına yukarıdaki değerlendirmeleri açıklıkla izah etmesi durumunda sorunun çözülmesi yönünde önemli bir adım atılabileceğini 
düşünüyorum.

Sorunun çözülmesi durumunda; S-400 sistemlerinin kapalı bir network olarak nasıl kullanılabileceği, neler yapılması gerektiği ayrı bir konu olarak incelenmelidir. 

Belki daha sonra bu konuya değinebiliriz.

KAYNAK:

https://youtu.be/UAV8dMtc1A8 " Here's How F-35 Technology Would Be Compromised If Turkey Also Had the S-400 Anti-Aircraft System" 

https://theaviationist.com/2018/05/24/image-of-israeli-f-35-flying-off-beirut-with-radar-reflectors-as-well-as-more-details-about-the-adirs-first-strikes-emerge/ 

http://www.ausairpower.net/APA-Acquisition-GCI.html

http://www.radartutorial.eu/19.kartei/06.missile/karte006.en.html


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/s-400-kullanimi-f-35-teknolojisini-tehlikeye-sokar-mi-sorun-nasil-asilabilir

***

29 Haziran 2019 Cumartesi

Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı

Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı.,


Türkiye’nin En Zayıf Halkasına Saldırı



Cahit Armağan Dilek  
21 Haziran 2019

İçerideki seçim odaklı belirsizlik durumunu biliyoruz. Dava adı altında kişi ve parti çıkarları Türkiye’nin çıkarlarının önüne geçmiş durumda.

İç cephedeki bu dağılmayı ve hedef birliğinin kaybolduğunu gören düşmanlar ya da rakipler ise kendi çıkarlarını gerçekleştirmek üzere uzun süredir de Türkiye’ye karşı saldırıya geçmiş durumdalar.

Stratejik durum muhakemesi yaptığınızda düşmanınızın ağırlık merkezini (yani kendine hareket serbestisi sağlayan alan, bel kemiği), zayıf ve kuvvetli tarafları, hassas noktalarını tespit edersiniz.

Bunu niye yaparsınız? Düşmanınıza nereden saldıracaksınız, hangi konuları istismar edip nasıl bertaraf edeceksiniz sorularının yanıtlarını bulmak için.

Daha önce defalarca yazdık. ABD ve Batı Türkiye’yi analiz ettiğinde ağırlık merkezinin Türk Ordusu olduğunu hep görmüştür. Yeni dünya düzeni içinde bölgenin yeniden dizaynında Türkiye’ye biçtikleri rolün gereği Türk Ordusunun etkisizleştirilmesi gerekiyordu.

Ve Türk Ordusuna yönelik saldırılar 2003’te Süleymaniye’de çuval geçirmeyle başladı, kumpas süreçleri ve davalarıyla ve sonunda 15 Temmuz FETÖ’cü kalkışmayla devam etti.

Atatürk’ün dediği gibi “Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu”  tabi ki yıkılmadı. Ama çok önemli darbeler aldı. Yıprandı. 15 Temmuz sonrasında TSK’nın yeniden yapılanması adı altında harp prensiplerine aykırı uygulama ve düzenlemeler durumu daha da ağırlaştırdı.

Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak, Türkiye’nin yönetişim hataları, 16 Nisan anayasa değişiklikleriyle zirve yaptı. Yönetilemeyen bir Türkiye’nin en zayıf noktası ekonomisi oldu. Bir ülkenin ana hayat damarının ekonomi olduğunu düşündüğümüzde neden bahsettiğimiz daha iyi anlaşılır.

Ekonominin şuanda en zayıf nokta olduğunu ben söylemiyorum.  Ama Ekonomik krizi hep birlikte en ciddi şekilde yaşıyoruz hissediyoruz.

İstatistikler, veriler, Raporlar da bunu teyit ediyor. Yabancı ülkelerin de stratejik analizlerinde bunu tespit ettiği anlaşılıyor. Bunun ilk örneğini geçen yıl yaz aylarında ABD’li papazın serbest bırakılması sürecinde gördük. Trump’ın Türk ekonomisiyle dalga geçen twiti ve sonrasında “Türkiye’nin ekonomisini mahvederiz” twiti geldi.

Trump öyle öz bir ifadeyi twit atacak kadar Türkiye’yi tanıyan, donanımlı birisi değil. Amerikan devletinin kendine verdiği bir bilgiyi tehdide dönüştüren bir twitlemiştir.

Şimdilerde ABD ile yaşanan S400-F35 krizinde de durum gelip Türk ekonomisine dayanmıştır. İyi yönetilemeyen S400 alımı projesi TSK’yı daha da olumsuz etkileyecek askeri yaptırımlar çoktan başlamıştır. Bu genel bir askeri yaptırıma evrilmek üzeredir.

Pentagon’dan gelen tehdit mektubu bu askeri yaptırımları ifade etmesinin yanında S400 krizinin Türk ekonomisine can yakıcı etkileri olacağı tehdidiyle bitmektedir.

Dış güçlerin Türkiye’nin ağırlık merkezi, bel kemiği olan TSK’yı etkisiz hale getirme süreciyle eş zamanlı olarak ekonomisi de en zayıf halkaya dönmüş durumda ve saldırılar bu halkayı koparma veya koparma tehdidiyle Türkiye’ye tavizler dayatma noktasındadır.

ABD’den sonra GKRY ve Yunanistan da bu tehdit, yaptırım dayatma stratejisine sarılmış durumda.

Bu hafta AB’nin dışişleri bakanları ve liderlerinin zirvesi var. Hem GKRY hem de Yunan liderleri bu toplantılarda AB’yi Kıbrıs batısındaki sondaj çalışmaları devam ederse Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı aldırmaya çağırdı.

Bakın Yunan Savunma Bakanı önceki gün bir röportajda bu yaptırımların etkili olup olmayacağı sorusuna ne cevap vermiş: Türkiye'nin ekonomisi çok hassas bir durumda. Sanıyorum bu şekilde devam ederlerse özellikle Avrupa Birliği'nin alacağı yaptırım kararları ile Türkiye'nin ekonomisi can yakıcı bir duruma düşecektir.

Ağırlık merkezi TSK etkisizleştirilerek ABD ve Rusya eksenli olarak çifte askeri çevrelenmeye maruz kalmış Türkiye, kriz-çatışma, ikili-üçlü ittifaklar, sözde müzakere süreçleriyle üç ayrı düzlemde dört bir taraftan da kuşatılmıştır.

Türkiye şimdi de ABD’den sonra Rum-Yunan eksenli AB yaptırımları ve S400 üzerinden gelişebilecek potansiyel Rus yaptırımlarıyla da en zayıf halkası olan ekonomisi üzerinden ülkenin bağımsızlığına yönelik büyük bir saldırı altında.

İdeali hem ordunun hem ekonomin güçlü olması. Maalesef Türkiye tam aksi konumunda.

Türkiye’yi yönetenlerin halen bu gerçeği göremeyip bir belediye başkanlığı seçimini tek gündem olarak dayatmaları ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden biri olacaktır.

Bu aşamada gelin Atatürk’ün şu sözlerini hatırlayalım: "Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısıyla ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelenecek olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır."

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/turkiye-nin-en-zayif-halkasina-saldiri

***







23 Aralık 2017 Cumartesi

GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II

GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II


Ergüder Toptaş 
21. YY TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ,
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
27 Ekim 2014 Pazartesi

MUTASAVVER MÜCADELE

Bir önceki makalede, “ Görünmeyen Ordular ” kavramını savaşın nesil değişimi ekseninde gündeme getirerek, yapılan değerlendirmede; soğuk savaş sonrası egemen güçlerin çıkarlarını korumada ve belirlenen hedeflere ulaşmada dördüncü nesil savaş ve onun yöntemlerini etkinlikle kullanmaya devam ettiklerini, gelecekte de çok farklı usul ve esaslarla hiçbir sınır ve ahlaki değer tanımadan devrede olacağına kuvvetli bir vurgu yapılmayaçalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir stratejik etkili olmalarına rağmen taktik ölçekte tutulmaya devam edilen “ Özel Kuvvetler ”in stratejik seviyede yeniden yapılandırılmasının hâlen devam eden mücadelenin hem bugünkü hem de gelecekteki başarısı için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu ifade edilmiştir.
Askerî literatürde sıklıkla kullanılan “ mutasavver”sıfatı, tasarlanan ve/veya tahayyül edilen muharebe ve harpleri tanımlamada kullanılan önemli bir kavramdır. Büyük devletler ve ordular açısından bir anlam ve değeri olan bu mefhum bugün de önemini korumaktadır. Cari harekât/muharebe/harp mücadelenin bir evresidir. Bir safha devam ederken, bir sonraki aşamamutasavverdir. Muhtemelen birbiri ardınca belirecek, gelişecek ve değişecek durumların üstesinden gelmede kullanılacak enstrümanlar; kuvvet, zaman ve mekândır. Ancak stratejisi olanlar için bu kavramlarişlevseldir ve de her biri değişik oranlarda sürekli olarak denkleme dâhildirler. Bu makalede söz konusu olan, güç geliştirme sürecinde mutasavver harp/mücadelenin karakterini de hesaba katarak,Özel Kuvvetlerin ikamesi zor ve maliyetli değerine dikkat çekmektir.21’inci yüzyılda kaos ortamı özellikleTürkiye’nin etki ve ilgi alanındaki coğrafyada daha da genişleyerek derinleşecektir. Muhtemel ve potansiyel tehditlerle başa çıkmada, tahayyül gücünün doğru bilgi ve ortak akılla desteklenerek, uygun tercih yapılmış güç bileşenlerinin zamanında geliştirilmesi son derece önemlidir.

GERİLLA HARBİNİN GENİŞLEYEN EVRENİ

            Gerilla harbi hem Doğu hem de Batı kültürünün ortak bir ürünüdür. Genelleme yaparak Doğu kültürünün bir sonucu olarak görmek yanlıştır. Max Boot’un, “ Hangi kültürden olursa olsun, daha güçlü bir düşmanla çarpışmak zorunda kalanların başvurduğu son çaredir ”[1] yaklaşımı da, bugünkü mücadelenin genişleyen evrenini anlatmada eksik kalmaktadır. Gerilla harbi aynı zamanda kontrgerilla operasyonlarını da kapsayan iki zıt iradenin diyalektiğidir. Gayrinizami harbin bir fonksiyonu olarak görevini yerine getirdikten sonra nizami harbe tabi olmayacaktır. Yeni nesil harplerde gayrinizami harp ve onun bir enstrümanı olan gerilla harbi güçsüzler tarafından değil, bu sefer egemen güçlerce merkeze alınarak bilinen paradigmaların değişmesine öncülük edilmiştir. Gayrinizami harbin bağımsız değişken, nizami veya konvansiyonel harbin tali ve tabi bir unsur olduğu savaşlar 21. yüzyılda devam etmektedir. Bu değişimi görmezden gelen güç ve milletlerin ölümcül etkilerden kaçınması mümkün gözükmemektedir.

            Bu bağlamda, ABD’nin İkinci Körfez Harekâtı(2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerini geliştirmeye yönelik gayretlerini yakinen takip etmek gerekir. Son on yıldaki özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve güçlendirilmesine yönelik faaliyetler dikkat çekici boyutlardadır.

ABD ÖZEL OPERASYON GÜÇLERİNİN GELİŞİMİ[2]

            Özel operasyon güçleri, birçok ulusal güvenlik tehdidiyle başa çıkmada tercih edilen bir araç haline geldiği için, yeteneklerinin kapsamlı ve kalıcı bir şekilde uygulanmasını sağlamak üzere,ihtiyaç duyulan eksikliklerin üstesinden gelinmesine istisnai bir önem verilmiştir. Son on yılda özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve teçhizatlandırılmasına yönelik yapılan devasa yatırımlarbugünde devam etmektedir. Özel operasyonlar bütçesi, bahse konu dönem dikkate alınarak değerlendirildiğinde, dört kat artırılmıştır. Dört yıldızlı Amerikan Özel Operasyonlar Komutanlığının boyutları iki katına çıkarılarak,2013 yılı için toplam personel sayısı yaklaşık olarak 67 bin, general/amiral ise 70 kadardır.
            Yaklaşık yetmiş ülkeye dağılmış olan özel operasyon güçleri hem strateji ve doktrin oluşturma hem örgütlenme hem de kurumsal gelişme bağlamında büyük bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Kurumsal noksanlıkların giderilmesi ve niteliğin geliştirilmesi kapsamında entelektüel sermayenin güçlendirilmesi ve stratejik yaklaşımlı liderlerin yetiştirilmesine özel önem verilmektedir.
            ABD tartışmasız küresel bir güçtür, bu emsalsiz üstünlüğünü en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyecektir. Bu amaçla güç geliştirmesi son derece doğaldır, bu stratejik tutumdan imtina ettiği anda cazibesini ve caydırıcılığını kaybeder. Türkiye Cumhuriyeti de bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi varlığını güvenle devam ettirme yolunda “ Türk Özel Kuvvetlerine ” istisnai ilgi göstermek mecburiyetindedir.

PKK İLE MÜCADELEDE GÜMÜŞ KURŞUN

            Türk ordusunun yaklaşık otuz yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede Özel Kuvvetlerin, komanda birliklerinin ve Jandarma Özel Harekât unsurlarının müstesna bir yeri,zor dönemlerde riski yüksek hedeflere kolayca ve etkili bir şekilde ulaşangümüş kurşun değeri olduğu inkâr edilemez. Tabi ki başta kahraman Türk ordusunun her ferdi ve birliğinin, emniyet güçlerinin ve köy korucularının büyük fedakârlığı ve destansı mücadelesi asla ve asla unutulamaz. Bu mücadelenin yürütülmesinde ve askerî açıdan başarıya ulaşmasında Yüce Türk milletinin kararlılığı, ordusuna karşı beslediği engin sevgi ve heyecan duyguları ile ödünsüz desteğine değer biçilemez.
            Türk ordusu 1984’den bu yana, sürdürdüğü mücadelede başarılı olmuştur, bunu da ispatına gerek duyulmayacak şekilde özellikle 1992/99 yılları arasındaki süreç de göstermiştir. Bu mücadele, alelade bir düşük yoğunluklu çatışma olarak görülemez ve değerlendirilemez. 1775’den beri yaşanan tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu araştıran Max Boot, oluşturduğu veri tabanına göre direnişlerin ortalama ömrünün 10 yıl olduğunu belirtir. 1945’den sonraki direnişler içinse bu rakam 14 yıldır.[3] Bahse konu çalışmada Türkiye'nin mücadelesi devam ediyor gözükse de, şiddeti bakımından en yoğunlarından birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir. “ Türk güvenlik güçlerinin 1998’deki zaferi ile en azından askerî olarak büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Bu kanlı mücadele çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında politik-askerî bir karşılıklı meydan okuma değil, Türkiye, İran, Suriye ve bir ölçüde Irak’ın da müdahil olduğu…bir düşük yoğunluklu çatışmadır. “[4] Ayrıca, terör örgütünün arkasında uluslararası daha büyük bir sistemin olduğu; ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan İsrail’e kadar birçok istihbarat örgütlerinin kontrolünde bir pazarlık aracı olarak kullanıldığı gün gibi ortadadır. PKK, bütün bu karmaşık ve kirli ilişkiler yumağının bir sonucu olarak Türkiye’ye karşı asimetrik bir tehdit olarak ortaya çıkarılmıştır.

Bu tehdit, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okumadır. İnsani, kültürel ve demokratik haklar talep ederek başlayan bir intifada gibi görmek veya öyle göstermek akıl ve izan ölçüleriyle açıklanamaz. Bu sadece işin birinci aşamasıdır. “ İkinci aşamada, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısını, yani tekliğini tarafların gönül rızasıyla sona erdirip Türk ve Kürt federe devletlerinden oluşan bir federal devlet kurmak… Üçüncü aşamada, kendi kaderini tayin hakkından yararlanıp, self-determinasyon yoluyla Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak… Dördüncü aşamada, bu devleti Irak’taki, İran’daki, Suriye’deki parçalarıyla birleştirip ‘ Büyük Kürdistan ‘ hülyasını gerçek kılmak…”[5] PKK’nın kuruluş amacı, bu kadar acık ve nettir.
Bu amacın tahakkuku için “ PKK, 1984’den 1988’e kadar SSCB’nin Bulgaristan üzerinden arka planda desteklemesi ile İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı savaşmıştır… 1987’de Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvuru yapması üzerine başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri ‘ Kürt-PKK kartına ‘ oynamaya başlamışlar ve İran-Suriye ittifakına katılmışlardır. 1991’den sonra, PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı, ‘ AB-Suriye-İran ‘adına sürdürülen vekâleten savaşa dönüşmüştür. 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’da bir Türk-Rus rekabeti algılayan Moskova’da PKK’yı kullanmıştır. 2003 sonrasında da PKK Irak’a yerleşen ABD’nin dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir.[6] 11 Eylül 2001’den sonra, ABD’nin Fas’tan Orta Asya’ya kadar 24 ülkenin sınırlarında ve rejimlerinde değişiklik yapmak maksadıyla devreye soktuğu,  “ Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında artık PKK, bölgede güçlü bir aktör olma rolünde önemli bir mesafe kat etmiştir.

“Özetle, meseleyi sadece Türk güvenlik güçleri ile PKK çetesi arasında bir terör savaşı olarak görmek yanlıştır.”[7]  Mesele çok boyutlu, çok denklemlive dış dinamiklere dayanan varlığı ile oldukça karmaşıktır. Bu mücadele, Türk milletine ve onun kahraman ordusuna maliyeti her yönden çok ağır bir bilanço çıkarmıştır. Kazanımlar askerî gücün gelişimi ve dönüşümü kapsamında değerlendirilebilir. Ancak, ekonomik kaynakların heba edilmesi, sosyal dokunun tahribi ve kültürel değerler bağlamındaki kayıplar devasa boyutludur. Maddi kayıplar belirli bir zaman diliminde karşılanabilir ve yerine daha da büyük ve güçlü olanlar konulabilir, fakat kaybedilen bir değeri geri getiremez, yok olan ruhları tekrar canlandıramazsınız. Bu mücadelede tabi ki Türk güvenlik güçlerinin hataları vardır. Ancak, politik veçhedeki belirsizlik ve tutarsızlığa rağmen, geç de olsa güç de olsa, gerekli tedbirleri alarak, millî ve üniter devletin tasfiye edilmesi önlenmiştir.

ÖNGÖRÜLEBİLİR GELECEK

            Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerle mücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında, Özel Kuvvetler ve diğer özel operasyon güçlerinin; değişen bölge şartları, küresel ve büyük güçlerin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, mutasavver mücadelenin değişen karakteri ve PKK ile şimdiye kadar yürütülen mücadelenin millî bünyede yaptığı tahribat nazarıdikkata alınarak yeniden yapılandırılması vazgeçilmez bir gerekliliktir. Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak iç-dış sorunların üstesinden gelinmesindeGörünmeyenOrduların varlığına daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. Gayya kuyusuna dönen Orta Doğu’da,bölgesel ve küresel güç merkezlerinin güdümündeki görünmeyen orduların dolaylı ve/veya direkt saldırıları;Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, birliği ve refahına yönelik olarakpervasızca devam etmektedir. Ülkemizi tahrip gücü yüksek ve uzun süreli ateşten koruyacak ve güvenle mevcudiyetimizi devam ettirecek askerî gücün; aklın ve bilimin ışığında geliştirme ve koruma sorumluluğunda hepimizin yapacağı çok şey vardır.



[1]Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. 30.
[2]Turquıe Diplomatique, sayı: 68. ( ABD’nin Özel Operasyon Güçlerinin Geleceği, Dış İlişkiler Konseyi Özel Raporu No. 66, Nisan 2013, Linda Robinson )
http://www.socom.mil/default.aspx. ( Erişim Tarihi: 21 Ekim 2014 )
[3]Boot Max, s. 498.
[4]Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 18.
[5]Cemal Hasan, Kürtler, Doğan Kitap, İstanbul, 2003, s. 536.
[6]Özdağ Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Yayınları, Ankara, 2008, s. 40-1.
[7]Age. , s. 41.


Ergüder Toptaş 
Uzman Hakkında

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye’nin Büyük Strateji Sorunu 
  Stratejik Savaşı Kaybetmek 
  Küba: Yeni Enerji Jeopolitiğinde Bir Hamle Mi? 
  Kutsal Ocakta Bedel Olur Mu?  
  “Saygon’daki Son Helikopter” ve Çözüm Süreci 
  GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II 
  Görünmeyen Ordular 
  PKK İle Mücadelede Üçlemeye Dayalı Anlayış 
  PKK Terör Örgütünün Ordulaşması 
  Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar 
  Çaresiz Stratejiler 



Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
 Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/10/27/7838/gorunmeyen-ordular-ii


***

Fırat’ın Doğusunu Vurmadan İçeride PKK’yı Bertaraf Etmek İmkansız!

Fırat’ın Doğusunu Vurmadan İçeride PKK’yı Bertaraf Etmek İmkansız!


Cahit Armağan Dilek,
21 yy Dergisi
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com 
13 Ekim 2016 Perşembe


Başbakan Binali Yıldırım, 11 Ekim 2016 günkü konuşmasında “terör devam ederse Fırat’ın doğusu için de gereğini yaparız” dedi. Terör devam ettiğine göre ve bu söylem terör örgütünü korkutmayacağına göre yapılması gereken vakit geçirmeden, Suriye kuzeyinde PYD kontrolündeki bölgeden gelen terörist ve silah/patlayıcılarla yeni bir terör saldırısı yaşanmadan yapılmalıdır.
Başbakanın bu açıklamaları benim 6 ay önce yazdığım makalemi hatırlattı. Makale ise Başbakan Yıldırım'ın gereğini yaparız dediği yapılması gerekenin yapılması için çok geç kalındığını  bir kez daha göstermektedir.

Bu makale aslında 09 Nisan 2016 tarihinde yayımlanmıştır. Ancak PKK terörünün gittikçe artması, Bahar aylarının gelmesiyle birlikte beklendiği gibi terör saldırılarının kırsala doğru kayması ve yaygınlaşması, PKK’nın sahip olduğu anlaşılan gelişmiş SA-18 omuzdan atılan füze sistemiyle TSK’nın gelişmiş teknolojiye sahip Cobra helikopterini düşürmesi, PKK’nın gelişmiş bu tür silah ve sistemleri Suriye kuzeyindeki PYD üzerinden edindiğinin artık aşikar olması, Türkiye’de operasyonlarda PYD/YPG’ye ait dokümanların, kimliklerin, PYD/YPG’ye verilmiş ABD ve Avrupa üretimi silahların/patlayıcıların  yakalanması 9 Nisan’da yayımlanmış bu makaledeki değerlendirmelerin ve önerilerin önemini ve güncelliğini koruduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin karar vericileri tarafından yeniden dikkate alması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu nedenle 9 Nisan 2016 tarihli aynı makale yeniden yayımlanmaktadır;

PYD bölgesini vurmadan içeride PKK’yı bertaraf etmek imkansız!
Türkiye PKK terör sarmalına maruz kalmışken ve beka sorunu yaşarken iç siyaset kısır çekişmelere ve gerçek gündemle ilgisi olmayan konular (yeni anayasa, dokunulmazlıklar, siyasi partilerdeki iç çekişmeler vs) maalesef gündemin ana maddeleri olmaya devam ediyor.

Türkiye’nin güneydoğusundan gelen terör haberleri, artan şehit sayısı bir türlü Türkiye’nin gerçek gündemi olamıyor ya da birileri tarafından kasıtlı olarak gündemden düşürülecek şekilde yapay gündemler yaratılıyor.
Güneydoğumuzdaki ilçelerin PKK’nın hendek, el yapımı patlayıcı, keskin nişancılarıyla kurtarılmış bölgeler haline getirilmesi üzerine başlatılan operasyonlar şuanda Yüksekova ve Nusaybin ağırlıklı olmak üzere devam ediyor. Daha önce PKK’lı teröristlerden temizlendiği açıklanan Silopi’ gibi yerlerde yeniden çatışmaların başlaması ise dikkat çekici. Son günlerde çokça şehit verdiğimiz Nusaybin’de daha önceki aylarda operasyon yapılmış olmasına rağmen şimdi terör örgütünün daha kapsamlı bir terör saldırısını gerçekleştiriyor olabilmesi de aynı şekilde dikkat çekici.

Aynı ilçelerde hem ikinci kez terör operasyonları yapmak zorunda kalmak hem de şehit sayılarının artması soruları da beraberinde getiriyor. Bunların en başında da yapılan operasyonların siyasetin baskısıyla alelacele mi yapıldığı gelmektedir. Diğer bir soru ise mevcut kanunlar gereği terörle mücadele operasyonlarından sorumlu gözüken sivil kadroların yetersiz oldukları ve biraz da siyasi çekincelerle ilgili tüm güvenlik güçlerini/istihbaratı eşgüdüm içinde sevk ve idare edemedikleridir.

Her ne kadar bölgeden gelen haberler terörle mücadelede askerin komutayı devraldığına yönelik olsa da terör saldırıları önlenemiyor, ilçe merkezlerinin teröristlerden temizlenmesi gittikçe uzuyor ve şehit sayıları gittikçe artıyor.
Bunun en baştaki nedeni kuşkusuz Türkiye’nin bir terörle mücadele stratejisi olmamasıdır. Stratejinizin olmaması da uygun zamanda uygun yerde uygun araçla teröre müdahale için ilgili birimlerinize talimat vermediğiniz anlamına gelmektedir. Bu nedenledir ki çözüm süreci denen kumpas sürecinde terör örgütü şehirleri patlayıcılarla donatmış, hendekler-tuzaklar kurmuş, teröristleri yerleştirmiştir. Bunun böyle olduğunu iktidar sahipleri de itiraf etti ancak kendilerine karşı maalesef herhangi bir yaptırım henüz uygulanmadı.
Biz bu işin böyle olduğunu 7 Haziran sonrasında başlayan terör sarmalında ve halen yaşayarak acı içinde tecrübe ediyoruz. Ancak burada akla gelen ve mutlaka açıklanması gereken sorular var. Çözüm sürecindeki durum itiraf edildi, peki ama şuanda çatışmaların devam ettiği ilçelerde, örneğin Nusaybin’de, terör örgütü bu kadar hendeği ne zaman kazdı, patlayıcıları ne zaman yerleştirdi? Eğer bunlar 7 Haziran’dan ve 1 Kasım’dan sonra yapıldıysa ki öyle gözüküyor, mevcut hükümet madem çözüm süreci denen AKP-PKK anlaşması buzdolabındaydı, neden o zaman müdahale edilmedi, buna müdahale edilmesi için talimat vermekten sorumlu olanlar neden talimat vermedi ve ilçelerin kontrolünün tamamen PKK’ya geçmesine neden olundu?
Yukarıda özetlenenler dışında artan terör saldırıları ve şehit sayısının nedenleri bağlamında bilerek veya bilmeyerek göz ardı edilen husus ise PKK terör örgütünün özellikle sınır ilçelerinde bu kadar uzun sürecek direnişi nasıl sağlayabildiğidir. Bunun cevabı da PKK’nın asıl kaynağının sınır ötesinde olduğudur. PKK her ne kadar Irak kuzeyinde üslenmiş durumdaysa da Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle PKK’nın Suriye kolunun Suriye kuzeyinde oluşturduğu hakimiyet ve ABD’nin PYD’ye verdiği siyasi/askeri destek PYD bölgesini PKK’lı teröristler için ana güvenli sığınak haline getirmiştir. TSK’nın Irak kuzeyine yaptığı operasyonlardan kaçan PKK’lılar Suriye kuzeyine konuşlanmış, ayrıca IŞİD’le mücadele eden PKK/PYD’liler özellikle şehir içi çatışmalarda önemli deneyimler kazanmışlardır.

İşte hem Suriye kuzeyindeki çatışmalarda tecrübe kazanan PKK’lı teröristler hem de ABD/Rusya ve diğer Batı ülkelerinden PYD’ye verilen askeri destek malzemeler/patlayıcılar/silahlar kolaylıkla maalesef çok geçirgen olan sınırımızdan Cizre ve Nusaybin gibi sınır ilçelerimize rahatlıkla transfer edilebilmektedir. Terör örgütünün uzun süredir bu ilçelerde varlığını sürdürebilmesinin arkasında bunun olduğu mutlaka kabul edilmelidir. Nitekim bunun böyle olduğu bir süredir istihbarat raporlarında yer almış, bu durum basına da yansımıştır. Bütün bunların içinde terör örgütünün artık gelişmiş teknolojiye sahip olduğunun anlaşılması (örneğin drone’lar ile istihbarat toplayabilmesi, termal kameralar, keskin nişancı silahları, tanksavar roketler, füzeler kullanması vs) Batı desteğinin ve bunların son dönemde yapılan yardımlar olduğunun kesin kanıtlarıdır.

Türkiye içinde yürütülen terörle mücadele operasyonları gereklidir, kararlılıkla sürdürülmelidir ancak yeterli değildir, pansuman tedbiri gibi olmaktadır, sivrisineklerle mücadele gibidir, ama asıl olması gereken bunu kaynağında yani bataklığa müdahaledir. Türkiye Irak kuzeyine operasyonlar yapmaktadır ama bu yeterli değildir. Her ne kadar şuanda Kandil PKK için simgesel olarak ana üssü konumunda olsa da değişen şartlar nedeniyle Suriye kuzeyi PKK’nın fiiliyatta operasyonel ana üssü ve güvenli sığınağı olmuştur. Burayla Türkiye’nin irtibatını kesmeden, terör örgütünün burada oluşturduğu inler imha edilmeden, Türkiye’deki teröristlere lojistik ve eleman akışını kesmeden terörü sonlandırmak mümkün değildir.

Peki ne yapılmalıdır?

Türkiye PYD’nin terör örgütü olup olmadığı bağlamında ABD ile gereksiz bir tartışmaya girmiş, yine Türkiye’nin beka sorununa hiçbir katkısı olmayacak şekilde Cerablus-Azez hattına sözde ılımlı muhaliflerin yerleştirilmesi gibi bir konuda PYD’yi de işin içine katarak bir pazarlık ortamına sürüklenmiştir. Bu süreçte Türkiye maalesef PYD’ye zamanında müdahale etmemesinden kaynaklanan sanki haksız bir konuma da kendi elleriyle düşmüştür.
Ama PYD bölgesinden Türkiye’ye yönelen terör devam etmektedir. Bu nedenle Türkiye Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini vurmadıkça içeride daha çok sayıda şehit vermeye devam edecek, ilçelerin gerçek anlamda terörden temizlenmesi mümkün olmayacaktır. BM anlaşmasının hükümleri, BM Güvenlik konseyinin terörle mücadele kapsamında aldığı kararlar, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklar (sıcak takip vs) bu bağlamda Türkiye’den yanadır.
Bu hareketle birlikte diğer yapılması gereken husus Türkiye-Suriye sınırı boyunca her iki tarafında belli bir mesafenin “ateş serbest” bölgesi ilan edilmesidir. Böylece buralarda tespit edilen her türlü hedefin, hareket eden her şeyin anında ateş altına alınacak, teröristlerin sınır geçişlerine karşı caydırıcılık oluşturulacaktır. Bunun içinde 24 saat kapsama sağlayacak şekilde TSK’nın en gelişmiş istihbarat, keşif, gözetleme imkanları bu bölgeye yönlendirilmeli, ihtiyaç duyulan sistemler çok acil şekilde satın alınarak kullanıma sokulmalıdır.
Pek tabii ki Türkiye’nin bu hareketine karşı ilk tepki ABD’den gelecek ve engellemeye kalkacak, özellikle IŞİD kapsamında sağladığı istihbaratı kesmekle ve konuyla hiç ilgili olmayan başka alanlarda tehdit eden uygulamaları hayata geçirmeye çalışacaktır. Ancak Türkiye aynı Amerikan Başkanı Johnson’ın mektubuna verilen cevapta olduğu gibi, aynı 1974’te olduğu gibi milletin ve devletin bekası hayati olduğunda tek taraflı harekete geçebilecek kudrettedir.

Sonuç olarak;

Türkiye Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini vurmadıkça akıntıya kürek çekmekten başka bir şey yapmış olmayacak, analar/babalar/eşler/çocuklar ağlamaya devam edecek, ağlamamış ana-baba kalmayacaktır. Türkiye’nin maruz kaldığı beka tehdidinde PKK ile mücadele, bu kapsamda da PKK’nın terörü sürdürebilmesinde güvenli sığınak ve ana merkez durumuna gelmiş Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini mutlaka vurması, sınırdan terörist geçişini engelleyecek şekilde sınır hattında ateş serbest bölgeleri oluşturması gerekmektedir. Bu bağlamda Cerablus-Azez hattına ılımlı muhaliflerin yerleştirilmesine karşılık PYD’ye müdahale edilmemesiyle pazarlık edilmesi PKK terörünü ve şehit haberlerin gelmesini kabullenmek anlamına gelir. Eğer böyle bir pazarlık var ise bundan da derhal vazgeçilmelidir.
Türkiye’nin sivil ve askeri karar vericileri önümüzdeki onlarca yıl terörün dünyanın en önemli tehdit unsuru olacağı gerçeğinden hareketle, terör örgütlerinin tuzağına düşmeden geçici sözde ateşkes yalanlarına inanmadan terörün ve terör örgütlerin asıl kaynaklarına yönelmelidir. PKK gibi terör örgütleri yıllarca varlığını sürdürebildiğine göre öğrenen organizasyonlar olarak hem taktik ve eğitim hem de teknolojiyi de kullanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de bu hususu gözden kaçırmamalıdır. Bu çerçevede terörle mücadelede kullanılacak son teknoloji sistemleri de süratle güvenlik güçlerinin envanterine katmalıdır. Devlet en büyük öğrenen organizasyon olarak bu hususları atlamamalıdır.
Bütün bunları belli bir uyum içinde yapabilmek için de mutlaka bir Terörle Mücadele Stratejisi hazırlanmalıdır.

Cahit Armağan Dilek

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2016/10/13/8514/firatin-dogusunu-vurmadan-iceride-pkkyi-bertaraf-etmek-imkansiz

***