barzani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
barzani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya.. BÖLÜM 1

2016’ya Girerken Türkiye ve Dünya..  BÖLÜM 1




Doç.Dr.Sait Yılmaz

İçimden hiç yazmak gelmiyor, günlerdir bu yazı bir kenarda bekliyor. Ülkenin içinde olduğu kasvet kadar, ülkeyi yönetenlere olan inançsızlık uzun zamandır beni alıkoyuyor. O yüzden Türkiye dışı konulara; ABD’ye, uzaya, kutuplara, Kuzey Kore’ye sardım bir süredir. 

Ancak, Türkiye, 2016 yılına çok önemli iç ve dış gelişmelerin sarmalında giriyor ve yeni yılda bizi çok önemli dönemeçler bekliyor. 

Bu yüzden yeni yıla genel bir Türkiye ve dünya değerlendirmesi ile girmek iyi olacak. 

Türkiye’nin içinde bulunduğu önemli parametreleri şu şekilde sıralayabiliriz;


- Ülke içinde devam eden bölücü terörle mücadele,

- Türkiye’yi “de facto” olarak başkanlık rejimine dönüştürmeye çalışan ve hukuksuzluğu kendine güç unsuru edinmiş bir Cumhurbaşkanı ve iktidar partisi,

- Ülke içi kutuplaşma, demografik yapımızda ve ekonomide çalan çanlar,

- Suriye’de yıllardır süren iç savaş destekçiliğinin iflası ve bu savaşın yarattığı sorunlar,

- Rusya ile yaşanan krizin yol açtığı gelişmeler. 


Bu gelişmelerin pek çoğu son 14 yılın yani AKP iktidarının yanlış politikalarının ülkeyi getirdiği açmazlar ile ilgilidir. 2016 yılında bizleri neler beklediğini;  dünyadaki gelişmelerden ve bunların Türkiye’ye olan ve olabilecek yansımalarından da ayrı tutamayız. Bu nedenle, dünyadaki gelişmelerin neresindeyiz, sorusu ile işe başlamak zorundayız. Halen üç ana büyük kriz halen dünyadaki güvenlik ortamının ana meselesidir;

- Ortadoğu’da mezhep savaşının doğurduğu IŞİD tehlikesi ve Suriye başta olmak üzere bölge ile ilgili harita düzenlemeleri,

- Doğu Ukrayna’daki ayaklanma ve Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakı,

- Avrupa’da 2008 yılından beri devam eden ekonomik kriz,

- Güneydoğu Asya’da uzun vadeli olarak kaynamakta olan kazan.

Bundan yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde olduğu Birinci Dünya Savaşı’nın kırılma yılının içinde idik. 2015 yılının en önemli 10 gelişmesi ise şu şekilde sıralanabilir;

- IŞİD saldırılarının üç kıtaya yayılması,

- Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi,

- Avrupa’ya yönelik göçmen krizi,

- ABD ile İran arasında nükleer görüşmelerin anlaşma ile sonuçlanması,

- Yunanistan borç krizine AB çözümü,

- Suudi Arabistan’ın Yemen’e müdahalesi,

- Çin’in Güney Çin Denizi’nde suni adalar inşası,

- ABD’nin Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı tamamlaması,

- Latin Amerika’da Arjantin, Venezüella ve Brezilya’da sol kalelerin düşmesi,

- Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi.

2016 yılına girerken Türkiye’de yaşanmakta olan rejim krizi ile ilgili konuları diğer yazarlarımıza bırakalım. Bu yazıda; bölücü terörle mücadelede gelinen aşama, Suriye ve Irak’ta düştüğümüz durum, özelde Rusya ile ilişkilerin geldiği boyut ile ilgili bir analiz yapalım. Son bölümde ise 2016’ya girerken dünyanın genel haline kısa bir bakış atalım.

Bölücü terörle mücadelede hangi aşamadayız?

22 Temmuz’dan itibaren hükümetin terörle müzakereden terörle mücadele sürecine geçişi kritik bir safhaya ulaştı. Güvenlik güçlerimizin canla-başla mücadelesinde terör örgütüne çok önemli darbeler vurulmakla birlikte, henüz daha işin başındayız ve önümüzde uzun bir yol var. 

Örgütün kırsal ve şehirlerde uzun zamandır başıboş kalmasının, güvenlik güçlerimizin yıllardır örgüt tarafından şehirleri tahkim etmesi karşısında eli kolu bağlı bırakılmasının suçu valilere atılsa da konu siyasi iktidarın sorumluluğu ve inisiyatifinde idi. Düşünün bir şehre 10 ton patlayıcı bulunuyor; bu patlayıcı nasıl taşındı ve devletin neden haberi olmadı? Terör örgütü ve yandaşı siyasi parti HDP’nin yıllardır Türkiye’de bir iç savaş yapmak için hazırlandığı, bunun için de patlayıcılar ve düzenekler ile bir strateji dâhilinde birlikte çalıştıkları ve halen de birbirlerini takviye ettikleri açıkça görülmektedir. 

Gelinen aşamada kırsalda askerler karşısında barınamayan PKK, tamamen şehirlere kaçtı ve saklandığı mahallelerde şantaj altına aldığı halkı kullanarak, Suriye’de öğrendiği kanton stratejisini uygulamaya çalışıyor. PKK’nın barikat-mayınlama-çocukların kullanılması-sniper (keskin nişancı) uygulamalarından bu stratejiye uzun zamandır hazırlandığı ortaya çıkıyor. Arkasına gizlendiği halkın tahliye edilmemesi, sıkıştığı evlerde imha olmaması için de HDP devreye girip, halkı yönlendirmeye çalışıyor. Özetle, mahalleye giren yolların üzerine barikat koyup, mayın döşüyor, çocukları da önlerine dizip, evlerden sniper ile güvenlik güçlerine ateş ediyor, evlere girilince de bu tuzak devam ediyor ve önceden hazırlanmış hendekler vasıtası ile kaçmaya çalışıyorlar. 

Bu arada ölü yakalanan üç sniper elemanının Alman vatandaşı çıkması dikkat çekiyor. 

Askerler kısa sürede kırsalı terör örgütüne dar ettiler, insansız hava araçları çok iyi kullanılıyor. Emniyet güçlerinin mayına karşı korunma kabiliyetleri sınırlı olduğu için askerler de şehirlerdeki mücadelede etkin yer alıyor. Örgüte üst üste önemli darbeler vuruluyor. Dikkat çeken diğer bir husus terör örgütünün eleman yetersizliği nedeni ile niteliksiz insanları (tombalacı eroinman, işsiz vb.) kullanması. Toplumdan uzaklaşmış, ezik, insanlığa hınç dolu insanları seçiyorlar, IŞİD örneğinde olduğu gibi bunlara para ve kadın vaat ediyorlar Bu kişiler acele toplanmış, patlayıcı eğitimi verilip şehirlere sürülmüş. 

Haberleşmelerinde bunlara “arkadaş” jargonu kullanılmıyor, patlayıcı ve hendek kazma işlerinde kullanılıyorlar. Sona geldiklerinde “kendinizi patlatın” deniyor, ölmeleri umursanmıyor. Siyasi alanda; PKK, HDP ve elebaşı Apo’dan bağımsız hareket ediyor. PKK, şehirlerde başlattıkları eylemler ile inisiyatif almak istiyor, uyacaklarsa onlar (HDP ve Öcalan) bana uysun diyor. HDP ise ikisine de yakınlaşmakta kararsız. Apo, kendine rol bekliyor, bunun için bana ihtiyaç duyulsun diye umuyor, böylece liderliği tekrar alacağını düşünüyor. 

PKK şu anda oldukça güçsüz ve sıkışmış durumda ve tek kurtulma stratejisi halkın arkasına saklanmak. Halk da PKK, HDP ve bölgedeki çatışmalar arasında sıkışmış durumdadır. Doğu’dan son birkaç ayda 300-400 bin kişi, Batıdaki akrabalarının  yanına göç etti. Şehirlerdeki çatışmalardan bir an önce sonuç alınması için halkın bir süreliğine de olsa tahliyesi, sıkıyönetim şart gözüküyor. 

Asayiş demokrasisi örgütün ve yandaşlarının işine yarıyor. Özetle, evlerin tek tek örgüt elemanlarından temizlenmesi gerekiyor.

Şu ana kadar gelinen aşama, terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde başarılı olduğunu sandığı kanton stratejisini güney şehirlerimizde bir kuşak boyunca uygulama gayreti ve güvenlik güçlerimizin devam eden, vatandaşlarımıza bir zarar vermeden, örgütü bertaraf etme gayretidir. Uzun zamandır ara verilen ve bu yüzden örgüte önemli mevziler kazandıran terörle mücadelede henüz inisiyatif terör örgütündedir. Güvenlik güçleri öncelikle terör örgütünün inisiyatif aldığı bu stratejiyi boşa çıkarmakta yani reaktif konumdadır. Yapılması gereken inisiyatif almak yani proaktif bir stratejiye geçmektir. Bunun için önerilerimiz şunlardır;

- Terörle mücadelede öncelik avcı stratejisidir; örgütün lider kadrosunu hedef almaktır. Türkiye bu konuyu uzun zamandır ihmal etmiştir. Bu kapsamda ses getiren sonuçlar alınması, örgütün çözülmesini kolaylaştıracaktır.

- Terör örgütünün yurt dışındaki yuvalarına girilmeli, üs-ikmal ve barınma imkânları ortadan kaldırılmalıdır. Yani örgüte yaşam alanı bırakılmamalı, dağılmaya zorlanmalıdır. Bu kapsamda, Irak’ın kuzeyine yönelik kapsamlı bir kara harekâtına ihtiyaç vardır.

- Terörle mücadelenin üç boyutu; terörist, terör örgütü ve terörizm ile ayrı ayrı mücadeledir. Terörle mücadele silahsız olmaz ama sadece silah ile de kazanılmaz.  Terörizmle mücadele kapsamında psikolojik, sosyal ve ekonomik anlamda tedbirler halka hissettirilmelidir. Bölge vatandaşını devletine bağlı tutmak için uzun zamandır denenen İslamlaştırma yerine Atatürkçü yaklaşım en doğru strateji olacaktır.

Yukarıda saydıklarımızdan çok daha önemli olan husus ise hükümetin terör örgütü ile bir daha asla masaya oturmayacağı sözünün arkasında olmasıdır. 

Bu güvenlik güçlerimizin en önemli moral motivasyonudur. Hükümetin terör örgütü ya da uzantıları ile tekrar görüşmelere başlayabileceği ya da bu konuyu kendisine siyasi rant meselesi haline getirebileceği şüphesi yaşanmamalıdır. 

Türkiye, Suriye’de sona geldi, Irak’ta “varım” demek istiyor..

Türkiye’nin son dönemde ulusal güvenliğini etkileyen önemli uluslararası gelişmeler şunlardır;

- Ukrayna ve Suriye’deki Rus varlığının artması, bunun Suriye ve Karadeniz bölgesinde olabilecek yeni yansımaları; Putin’in deniz kıyılarına yakın 5 yeni karargâh kurma kararı iyi bir haber değildir.

- Irak ve Suriye’de genişleyen Kürt grupların toprak edinme heveslerine ABD’den sonra bölgede etkinlik kazanan Rusya’nın da olumlu bakması; 

PYD/PKK’nın Cerablus-Azez arasındaki bölgeyi de işgali ile Kürt koridoru tamamlanabilir.

- Rus uçağının düşürülmesi sonucu Rusya ile Suriye-Irak üçgeni başta olmak üzere, yaşanabilecek krizler; Türkiye’nin Rus ambargosun aşma yönünde enerji alanında yaptığı çalışmalar, İsrail ile yakınlaşma.

- Ortadoğu, Afganistan, Kuzey Afrika ve Afrika boynuzu, Kafkasya ve Orta Asya’da artan İslamcı kutuplaşmanın Türkiye’ye yansımaları; muhtemel göçler, yeni saldırılar ve Arap dünyasının terörle mücadele ittifakı.

Türkiye için iki uluslararası gelişme 2011 yılından beri Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı rollerin bir kenara itilmesine, deyim yerinde ise büyük birer şantaj altında masadan eli boş kalkmasına neden oluyor ;

- Paris saldırıları sonrası; Ortadoğu’da IŞİD’in yok edilmesi için Türkiye’ye yönelik artan baskı, İncirlik’in açılması, Türkiye’nin Suriye üzerindeki ihtiraslarından vazgeçmesi ve Batının emrinde olması şantajı,

- Rus uçağının düşürülmesi sonrası; Türkiye’nin Suriye’de desteklediği Sünni cephe üzerindeki tasarruflarının büyük ölçüde elinden alınması, desteklenen 

70 bin kişilik Sünni savaşçının kaderinin artık Ruslar ve ABD’ye kalması.

BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya inisiyatifinde alınan son kararlar ile birlikte;

- 1 Ocak’tan itibaren başlayacak ateşkese IŞİD ve El Nusra’nın başını çektiği Sünni direnişçiler dâhil olmayacak yani Batılı güçler ve Ruslar bunları yok edecek,

- Suriye’de geçiş dönemi Esatlı olacak, yani en az 2 sene daha Esat, Suriye’nin başında olacak ve muhtemelen yeni Suriye ya da Alevi devletinin başında 

Esat veya ona yakın bir isim bulunacak.

Suriye-Irak-Türkiye üçgeninde gelinen aşama; 

- “Esatsız Suriye” ile “Suudi Arabistan ve Katar için Sünni eksen” kurma hayallerimizin sonu,

- Yüz binlerce Suriyeli ve diğer Müslümanın iç savaşta boşu boşuna heba edilmesi, milyonlarca göçmen ve tonlarca gözyaşı,

- Irak’ın kuzeyinden sonra Suriye’nin kuzeyinde de Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bölücü Kürt oluşumları,

- Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine geçmesi yasaklanmış bölücü terörle mücadelesi, 

- Bütün bölge Amerikan ve Rus üssü, diğer tarafta IŞİD büyük bir bölgeyi işgal etmiş iken Arap Birliği’nin Irak’ın kuzeyinde birkaç yüz Türk askerine tahammül edememesi,

- ABD ve Rusya’nın bölgede çıkarları için sağlam adımlarla ilerlerken bizim payımıza göçmenler, ambargolar ve şantaj dayatmaları düşmesi.

Batının Türkiye sınırındaki tek koridorun da kapanmasını istemesi; IŞİD ve El Nusra’ya yardım trafiğinin kesilmesi, yani S.Arabistan ve Katar’dan Türkiye’ye gelen paranın da kesilmesi demek. Hükümet, bu iki ülkenin parası ile aynı zamanda Türkiye’deki seçmenleri dâhil 13 milyon kişiyi besliyordu. 

IŞİD ve El Nusra cephesine Türkiye’den 20-25 bin Türk var; bunların 14 bini Konya’dan, 4 bini Adıyaman’dan gitmiş. Türkiye sınırlarında 2.5 milyon Suriyeli göçmen besliyoruz. AKP döneminde Türkiye’ye 400 bin Arap yerleşmiş ve bu sürede toplam 45 bin çocuk sahibi oldular. 

Gaziantep’te daha önce çalışacak İnsan bulunamadığı için sanayi bölgesi kurulamazken bugün Suriyeliler sayesinde yedincisi kuruluyor. 

PKK/PYD, 2015 içinde Suriye'de kontrol altında tuttuğu alanı 2 kat artırmış. PKK/PYD terör örgütü, halen ABD ile ortak operasyon ile etkinliğini IŞİD’in 

merkezi Rakka'ya doğru yaymaya çalışırken; Rusya ve Esat rejimi ile işbirliği yaparak Carablus-Azez arasındaki bölgeyi işgale hazırlanmaktadır. 

Kısa bir süre önce PKK/PYD, Suriye Ordusundan ve muhtemelen Rusya'dan aldığı zırhlı araç, tank, füze ve askeri kamyon desteği ile Cerablus çevresindeki 

yığınağını artırdı. Yani PYD/PKK da Suriye ve Rusya'nın desteği ile bu bölgeye girmeye hazırlanıyor .  Türkiye, bu aralar Suriye’de ateşe attıklarını kurtarmaya, 

Irak’ta ise “ben de varım” demeye çalışıyor. 

Aslında ne yaptığını da pek bilmiyor. Kamuoyuna yönelik olarak İsrail ile barışma propagandası ile gündem değiştiriliyor. Erdoğan, Hamas liderinin ülkeden gönderilmesi karşılığında İsrail’in Gazze’deki blokajının sona ereceğini düşünüyor . İsrail ile görüşmelerin arkasında ne var, neler veriyoruz, sıralayalım;

- İsrail’in Gazze uygulamalarına sesimizi çıkamayacağız,

- Suriye’de radikal İslam yerine zayıf bir Esat yönetimi isteyen İsrail ile aynı politikaya dönüyoruz,

- Doğu Akdeniz’de enerji konusunda İsrail ile işbirliği, 

- PYD/PKK yerine Barzani üzerinde ittifak.

ABD, Türkiye’nin Suriye’den dışlanmasından memnun, elimiz kolumuz bağlandı. Terörle mücadelemiz Türkiye sınırlarına hapsedildi. Şimdilerde Türkiye’den üç isteği var, bu istekleri Joe Biden başkanlığındaki heyete bildirdiler;

- IŞİD ve El Nusra’ya yardımı tamamen kes yoksa koridoru kapatıyoruz,

- IŞİD’a yönelik harekâta aktif olarak katıl,

- Kürt meselesini masada çöz.

Suriye-Irak Cephesinde ses çıkmıyor..

ABD’nin Suriye ve Irak hava harekatı günlük 9.5 milyon dolara mal oluyor. Yükü hafifletmek için İngiltere ve Fransa’dan sonra Almanya da bölgeye sevk edildi. 

Kasım 2016 seçimlerine az kaldığından Obama, bölge için radikal bir karar almıyor. Yeni Suriye stratejisi uzun savaşın devamı, bölgeye biraz daha özel kuvvetler takviyesinden başka bir yenilik getirmiyor. PYD/PKK bölgesinde Hasaka’da yeni bir askeri üs kuruyorlar . ABD; Türkiye-Irak-Suriye Kürtleri arasında nasıl bir denge kuracağının arayışı içinde; bu üç grubun bir araya gelmesi mümkün değil, gelmesi de Ortadoğu’da felakete yol açar. 

Rus hava saldırılarının %90’ı Erdoğan’ın muhalif güçlerini hedef alıyor. Ruslar, Suriye rejimini sadece hava kuvvetleri ile değil topçusu ile de etkili bir şekilde destekliyor . 

Türkiye’den destek gelmeyince Esat güçleri mevzi kazanmaya başladı. Rusya’nın planı; Esat olsun ya da olmasın Suriye’de üslerini bulundurabileceği bir rejimi ayakta tutmak. Bölgedeki çatışmalarda 6 generali ölen İran, Rusların rollerini çalmasından memnun değil. Putin’in Tahran ziyareti bunu hafifletmeye yönelikti. Sorun Şii bir devlet, Ruslar ile birlikte nasıl kurabilir? Putin, İran ile koordine etmeden bir hükümet kurulmayacağı garantisi verdi. Bu arada İran bölgede kuvvet kaydırmaya başladı .  Suriye için Alevi-Sünni-Kürt bölgeleri olan bir yeni Lübnan’dan ülkenin beş devlete bölünmesine kadar pek çok alternatif konuşuluyor. Sonuçta Araplar, İsrail’in varlığını tanıyacak, yeni harita ile İsrail yanlısı veya Batıya kafa tutamayacak minik minik birçok devlet kurulmuş olacak. Türkiye’ye dönecek olursak, ABD için AKP’ni kullanım süresi hala bitmedi. Elindeki en kullanışlı kart o, ne derse yapıyor; Irak’ın kuzeyine girmiyor, Barzani ile iyi geçiniyor, İran’dan sonra Rusya ile de ilişkileri de bozdu, Çin füze ihalesini bile iptal etti. Kürtler ise ABD tarafından IŞİD cephesinde harcanma stratejisinin farkında ve bu işi Batının kendisinin çözmesi gibi sesler çıkarmaya çalışıyorlar. 

Bu da ABD tarafında memnuniyet yaratmıyor .

ABD’nin eğittiği 30 bin Irak askerinin içinden 6 büyük tabur çıkaran IŞİD, Amerikalıların Irak’tan çekilen üç tümeninden kalan Humvee araçları ve M1 Abrams tanklarını da edinmişti . IŞİD, kurduğu devleti 12 ayrı idari bölgeye ayırıp, güçlü bir hükümet yapısı ile sağlık hizmetlerinden fırıncılığa her hizmeti düzenliyor, mahkemelerinde kendi yasalarını uyguluyor. Petrol gelirleri günlük 2 milyon dolara ulaşıyor. Türkiye’de gizli lojistik üsleri var. 

IŞİD devleti içinde CIA, FBI, M5, MI6, Mossad, FSB gibi istihbarat örgütlerinin şubeleri var . IŞİD, strateji değiştirdi ve artık sadece yakın düşmana değil, uzaktakilere de saldırmaya başladı. Ancak, IŞİD, gücünün sınırına ulaştı. IŞİD’in stratejik planına göre; 2016’da küresel savaşa başlıyor ve 2020’ye kadar kesin zafere ulaşacak. Bu daha önce açıkladığımız El Kaide stratejisi ile de uyumlu gözüküyor. Tüm ülkeler IŞİD’i hedef gösteriyor ama kimsenin önceliği 

IŞİD değil. Bununla beraber, mesele IŞİD’tan boşalacak bölgeyi kimin dolduracağı ile ilgili hesaplardır. Bu yüzden şimdilerde IŞİD ile ilgili haberler azaldı, Musul’da da hareketlenme yok, çünkü ipler dışarıda. Rusya ile süren kriz nedeni ile ABD, Türkiye’nin IŞİD’a karşı hava harekatına katılımını da ertelemiş .

Irak’ın kuzeyine gelince; Musul, Haziran 2014’den beri IŞİD’in kontrolünde ve Barzani, Musul petrolüne konmak için Türkiye ile enerji pazarlığına güveniyor. 

Barzani için de ekonomi yani kişisel servetini geliştirme Kürtçülüğün önünde. Suriye’den kovulan Türkiye, Irak’ta Barzani ile varım kartını oynamaya çalıştı. 

1 Aralık 2015’te Erdoğan’ın Katar’a gitmesinden birkaç gün sonra, 4-5 Aralık’ta Türk askerlerinin Musul’u takviye ettiği haberleri çıktı. Bu işin arkasında Katar gazı enerji projesi ile Bağdat yönetimine bir şantaj yapıldığı anlaşıldı . Rusya ve İran’ın kışkırttığı Bağdat yönetiminin tepkisini ve BM Güvenlik Konseyi tehlikesini görünce askerlerimizi çektik ve büyük prestij kaybettik. Kısa vadeli de olsa Türkiye-Barzani işbirliğinin inandırıcılığı yok. ABD, Türkiye’yi Barzani ile birlikte görmek istemiyor, kendi özel alanından çıkmasını istiyor. Barzani ise Rusya bıraktığı için ABD’nin kucağına düştü ve ona mecbur. 

Arap Birliği’nden gelen Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki faaliyetlerini tehdit olarak niteleyen açıklamalar, aslında başından beri Arap sokaklarına oynadığını sanan Erdoğan’ın ne kadar sığ bir denizde yüzdüğünün de göstergesi oldu. Bir yandan da 34 Müslüman ülke tarafından anti-terörizm koalisyonu kurulması düşünülüyor. 

Bu koalisyona liderlik etmesi Türkiye’yi radikal İslamcıların hedefi haline getirebilir . 

Diğer bir komedi ise terörizme karşı askeri bir ittifak kurulması projesi. 

Bu ittifakın da terörizmi değil, İran’ı hedeflediğine şüphe yok. Irak ile ilgili son sözümüz Türkmenler üzerine olsun. AKP iktidarı Irak Türkmenlerini hep horladı, dışladı, yok saydı. Türkmenlere, ABD ve Barzani tarafından yapılan saldırıların medyada verilmesini bile engelledi. 


Bugün de ne Irak ne de Suriye Türkmenleri umurundadır. Son birkaç aydır oynadığı milliyetçi görüntü içinde Suriye politikalarına Bayırbucak Türkmenlerini  kalkan yapmaya çalıştı. Şimdi onlar Esat’ın, Irak Türkmenleri ise daha önce olduğu gibi Barzani’nin insafına bırakıldı. Son sözümüz Barzani ve Suriye Kürtlerine olsun. Bölgede akıl oyunları oynanıyor, bunları siz göremezsiniz. Ama yardımcı olayım; bir oyunda her zaman bir kurban vardır ve stratejinin esası her zaman kurbana istediğini sandığı şeyin bir parçasını vererek, kontrol altında tutmaktır. Sonrası? Keşke biri söyleseydi diyeceksiniz, kopya çekmek yok. Kaddafi’ye bakın, öldüğünüzü defalarca kontrol edecekler.


2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


25 Mart 2021 Perşembe

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI


28 Ekim 2009 
Yazar Mehmet DENİZ 


    Hakkâri Kazan Vadisinde öldürülen teröristlerin cenaze töreninde DTP milletvekilleri TSK’yı suçlayan konuşmalar yapıyor, PKK’lılar her tarafa saldırıp çevreye dehşet saçıyordu.
DTP'li Selahattin Demirtaş bir direniş'ten bahsediyordu. Hem de “tarihi direnişmiş. Bütün dünya görecekmiş.!” Yani açıkça devleti tehdit ediyordu.
AKP, bütün kurmaylarıyla bir açılım peşindeyken, DTP’liler, ateşle oynuyordu. Ve bu nasıl bir partidir ki her kafadan bir ses çıkıyordu. Çünkü bu fevri değil de kaynağı ve dayanağı olan bir lâftı ve plânlı ve programlı bir hareketi haber veriyor, düpedüz iç savaş çağrıları yapılıyordu. Hele bu laf, karizması olan, ciddi ve ağırbaşlı politikacı sanılan bir PKK’lıdan geliyorsa, üzerinde durup epey düşünmek gerekiyordu. Demirtaş, 10 DTP'linin tutuklanması üzerine bunları söylüyordu. Diyor ki: “Sizin katillerinizden korkmadığımızı bütün dünyaya göstereceğiz. Ne biçim lâf bu? TSK katil sayılıyordu. Bu memleket sahipsiz değil...

Bazılarında jeton da yeni yeni düşüyor: Biz dağdakileri indireceğiz derken, bağdakileri hiç hesaba katmadık. Dertleri üzüm yemek değil ki. Asıl felâket orada”[1] diye yakınıyordu.

DTP’nin PKK’lı Milletvekili Emine Ayna, Kuzey Irak’taki bir yayına verdiği demeçte:
“Demokratik açılım, başarısızlıkla sonuçlanır ve iktidar geri adım atarsa, bütün Türkiye savaş alanına dönüşecek, alt üst olacaktır. Sadece Kürt şehirleri değil, Türk şehirleri de kana bulanacaktır” şeklindeki tehditleri, hem DTP’lilerin kirli kanaat ve küstahlıklarını, hem de AKP’nin nasıl bir “Rus ruleti” oynadıklarını gösteriyordu. Çünkü Siyonist Yahudilerin güdümündeki NOBEL Barış Ödülü, “AKP’ye Kürt ve Ermeni açılımını dayatıp başarmasının” peşin rüşveti olarak Obama’ya veriliyordu!? Böylece şeytanın şebekesi artık çuvallamaktan da öte açıkça saçmalıyordu.
Bu arada Kuzey Iraklı Kürtler Fransa'dan silah istiyordu
Fransız Le Figaro gazetesi, Kuzey Irak'taki Kürt yetkililerin Bağdat'tan bağımsız bir şekilde Fransa ile askerî işbirliği talebinde bulunduklarını yazıyordu. Le Figaro'nun Ortadoğu uzmanı muhabiri Goerges Malbrunot'nun gazetenin internet sitesindeki blogunda kaleme aldığı makalede Kürt yetkililerin son aylarda bu yöndeki girişimlerini artırarak Paris'e yaklaşmaya çalıştığı belirtiliyordu. Paris ise Bağdat'taki merkezi hükümetle ilişkilerini bozmamak için Kürtlerin bu talebine şimdilik mesafeli duruyor. Makalede, Fransız bir diplomatın Le Figaro'ya yaptığı şu açıklamalara yer veriliyor: "Bizden askerî mühimmat ve adamlarının Fransa'da eğitilmesini istediler. Bunu Bağdat'taki merkezi hükümet aracılığıyla yapmalarını tavsiye ederek bütün taleplerini geri çeviriyoruz. (Fransa Dışişleri Bakanı) Bernard Kouchner'in Kürtlere yakınlığı ve Kürdistan'ın gelişimi için gösterdiği büyük ilgiden dolayı, bu talepler bizi zor durumda bırakıyor." Bir dönem Bağdat muhabirliği yapan ve 2004'te dört ay tutuklu kalan Fransız gazeteci, Paris'in Kuzey Irak yönetimi ile istihbarat paylaşımı yaptığı, "Kürt gerçeğini tanıdığını" fakat silahlanma ve petrol konusunda kesinlikle Bağdat'ı "kızdıracak" hiçbir girişimde bulunmak istemediğine dikkat çekiyordu. Bunun nedeni ise Fransa'nın Bağdat ile aylardır sürdürdüğü dev petrol ihalelerine ilişkin müzakereler. Fransa, 2007 yılında Erbil'e bir konsolosluk açılıyordu.[2] Bu haberi veren Zaman Gazetesinin hala Kürt Açılımını savunması ise, Fetullahçıların gaflet değil hıyanet içinde olduklarını gösteriyordu.
M. Ali Şahin: “Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesini TBMM'nin saygınlığı açısından doğru bulmam” diyordu: 
 Ankara, yeniden DTP'li milletvekillerinin yargılanması konusuna kilitleniyordu. DTP'li milletvekillerinin Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandıkları dava ile ilgili geçtiğimiz aylarda bir kriz yaşanmış ve vekillerin ifade vermek için Meclis'ten polis zoruyla götürülüp götürülemeyecekleri tartışılıyordu.  Mayıs ayındaki kriz, dönemin TBMM Başkanı Köksal Toptan'ın formülüyle erteleniyordu. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Eşbaşkan Emine Ayna ve Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş'ın da aralarında bulunduğu 5 vekilin çeşitli mahkemelerde yargılanması devam ediyordu. Bazıları 29 Eylül'deki duruşmaya katılmıyor, TC’ye meydan okuyordu. Bu nedenle konu yeniden gündemde. TBMM Başkanı M. Ali Şahin, önce "Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesi gibi bir şey söz konusu olabilir mi?" sorusu üzerine, "Onu, Meclis'in saygınlığı açısından doğru bulmam" diyor, ama zoru görünce her AKP’li gibi çark ediyordu.
Ermeni açılımında gurur kırıcı durum yaşanıyordu
Tam böyle bir süreçte Amerika’dan talimat alıp dönen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Ermeni açılımı konusundaki plan ve programlarını anlatıyordu. Bakan bu açılımın Türkiye ve bölgeye getireceği yararları sıralıyor, Türkiye’nin güçlü ve etkili ülke olması adına bu adımların atılması gerektiğini belirtiyordu. Bizim canımızı sıkan konu başka. Türkiye ile Ermenistan arasında yürütülecek görüşmelerde arabulucu olarak İsviçre görev yapacak deniyordu. İşte can sıkıcı ve hatta gurur kırıcı konu buydu. Çünkü İsviçre hatırlayacaksınız çıkardığı bir yasa ile “Ermeni soykırımı yoktur” diyenlere hapis cezası getiriyordu. Yani “batının saygın ülkesi” bir iddiaya karşı çıkmayı bile suç sayacak kadar Türkiye’ye düşmanlık yapıyordu.
Ve bu ülke şimdi Türkiye ile Ermenistan arasında arabulucuydu! Arabulucuya bakın ki daha baştan Türklerin Ermeni soykırımı yaptığına inanıyor ve bunun için son derece sert bir tavır da alıyordu.
Apo sürece katılmaya hazırlanıyordu
Hükümetin henüz içeriğini bilmediğimiz ama malum çevrelerden destek aldığı “akan kanı durdurmaya”(!) yönelik Kürt açılımı için bunca çaba harcanırken DTP milletvekillerinin kimi söz ve davranışları oldukça dikkat çekiyordu.
Kendilerine en fazla destek verenlerin bile “üslubunuzu biraz yumuşatın” uyarılarına kulak asmayan DTP milletvekilleri Kürt açılımı için yapılacak görüşmelerde Apo’nun muhatap alınmasını sağlamaya çalışıyordu.
Kabaca sanki şu söyleniyor: “Siz katil, terörist falan diyorsunuz ama Apo’dan iyisini de bulamazsınız. Hem onunla konuşmazsanız bölgeyi elinizde tutamazsınız. İyisi mi işi uzatmayın ve görüşmeleri Apo ile yapın” mesajı veriliyordu.
Açıkçası Selahattin Demirtaş’ın “nasıl bir tarihi direnişe geçeceğimizi görürsünüz” sözlerini başka türlü tercüme etmeye gerek yoktu.[3]
Apo gerçekten barış mı istiyordu?
Hatırlanacağı gibi Abdullah Öcalan 1992'de de bir ateşkes ilanıyla ayaklanma başlatmaya kalkışıyor, bugün AKP'nin açılımıyla paralel" bir biçimde "yol haritaları" açıklayarak "siyasal ayaklanmanın" düğmesine basıyordu. 16 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın ve ABD'nin aynı oyunu yeniden sahneye koyduğu görülüyordu.
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın "tek yanlı ateşkes" ilan ettiğini 18 Mart 1993 tarihli gazetelerde herkes okuyordu.
Bu teklifin gündeme gelmesinde rol oynayan esas faktörlerin anlaşılması için dört ana olgunun kavranması gerekir. Bunlardan birincisi bir örgütte lider durumda olan kişinin düşünsel yapısının belirlenmesidir. Bunun da en güvenilir yolu liderin yazılı ve sözlü beyanlarından yararlanmaktır. Apo'nun düşünsel yapısının belirleyici nitelikleri kendi sözlerinde aynen şöyle aktarılıyordu:
Lider örgütün kaderini kendisiyle birlikte görendir.
Marksist-Leninist ve Darwinist birisiyimdir.
Yalnız PKK değil, bütün Kürt halkının ezici çoğunluğu beni dinlemektedir
Bir Kürt milliyetçisi değilim.
Tanrıyı aşmış, şimdi bilimsel felsefeye ulaşmış bir kişiyimdir.
1979'da yurtdışına çıkışımın anlamını peygamberin Mekke'de sıkışmış durumuna benzetirim. Bir gün geçirirse imha edilecekti.
Kendimi İsa'nın barışçılığına ve Hıristiyan dünyasına daha yakın hissetmekteyim.
Bir kısmına maske giydirilmiş olsa bile gene de bu sözler, hayatında bir kez bile eline silah almamış, hiçbir büyük eylemin başında bulunmamış, deyim yerindeyse bir "bürokrat anarşist" niteliğini taşıyan Abdullah Öcalan'ın "narsist" eğilim sergilemesi yanında "diktacı tutuma" sahip bir “eşkıya başı” olduğu anlaşılıyordu.
APO diktatör gibi davranıyor, ama demokrasiden dem vuruyordu!
PKK’nın ana nitelikleri, yine Apo’nun beyanlarında şöyle sıralanıyordu:
Örgüt lideri, strateji ve taktikleri saptamalı, bütün emirleri vermeli ve günlük yönetimi elden bırakmamalıdır.
Örgütlenme kararı ile birlikte örgütün sadece Kürtlerden oluşacak bir Kürt milliyetçiliği örgütü değil, Türkleri de içine alan bir hareket olması sağlanmalıdır.
Örgüt Marksist-Leninist öğelerle mücadeleye hazırlanmalıdır.
Güçlü olabilmek için güçlü bir örgütlenme, güçlü bir liderlik, çok iyi silahlanmış askerlerimiz olmalıdır.
Partinin örgütlenmesi, merkez komiteye bağlanmalıdır.
Bu beyanlar da göstermektedir ki Apo, örgütü karşı konulmaz bir merkezi otorite ile bir diktatör gibi yönetmek sevdasındadır. PKK demokratik yapıdan tamamen uzaktır.
Bu saptamalar bizi, Apo'nun İsrail, ABD ve Celal Talabani dışında desteklenmediği ve dış politik arenada yalnızlığa itildiği sonucuna taşımaktadır.
İşte bu olumsuz şartlar ve başarısızlıklar onu eski düşmanları yeni dostları Celal Talabani, Mesut Barzani ve Kemal Burkay’ı arkasına alarak dünya kamuoyunun karşısına bir “barış havarisi” olarak çıkarmıştır. Apo bu konuda ABD’nin ve AB’nin de desteğini arkasına alacağından emin olarak son kozlarını oynamaktadır” diyen Erol Bilbilig haklıydı.
‘Dostlarımız’ zaten bilmiyor muydu?
'Kürt Açılımı' olarak başlayıp önce 'Demokratik Açılım' sonra da 'Milli Birlik Projesi' adını alan açılım bir türlü açılamıyordu. Ama Başbakan Erdoğan ABD’ye yaptığı resmi ziyaret vesilesiyle projeyi 'dostlarımız' ile ele alabileceğini söylüyordu.
Yani Ankara'da milli irade kavramı ile sıklıkla sözü edilen Meclis'in haberi olmadan proje Amerikalılara anlatılıyordu. Daha doğrusu talimat alınıyordu. Oysa AKP’nin “tarihi fırsat” lafları ile kamuoyuna satmakta çok zorlandığı projenin aslında 2003 yılında Amerika'nın Irak'ı işgali ile başlayan sürecin bir parçası olduğu anlaşılıyordu. Dolayısıyla biz mi 'Dostlarımızı' bilgilendiriyoruz yoksa 'Dostlarımız' bize talimat mı gönderiyor sorusunun cevabı henüz yanıtsız bulunuyordu. Irak'ın Sünni ve Şii Araplar arasında kapsamlı bir çatışma çıkarılarak, karşılıklı kitlesel kıyımlar sonucu Araplar arasında iki parçaya bölünmesi isteniyordu. Bu sebeple her yönüyle tahrik kokan pek çok eylemin yapıldığı ve bunların sonucunda bazı bölgelerde kısmi çatışmalar yaşandığını konuyu az veya çok takip edenler hatırlıyordu.
Ancak Allah'tan bu eylemler ve çatışmalar örneklerini daha önce Yugoslavya'da gördüğümüz türden kapsamlı çatışmalara ve kitlesel kıyımlara dönüşmüyordu. Yıllar içerisinde Amerika'nın niyetleri belirginleştikçe de, Araplar arasındaki birliktelik önem kazanıyordu. Son birkaç yıl içinde yaşananlar Arapların tümüyle birleştiklerini ve Amerika'nın ülkelerinden çekilmesini istediklerini ortaya koymuştu. Eğer Araplar birbirlerini doğrayarak Irak'ın ikiye bölünmesinin önünü açmış olsalardı, kuzeydeki Barzani ve Talabani ikilisinin işi kolaylaşacaktı. Onlar da Arap olmadıklarını söyleyecekler, her iki Arap topluluğunun da şeriat istediğini öne sürecekler ve kendilerinin bu topluluklarla bir arada kalamayacaklarını ifade ederek devletleşme yönündeki çabalarını bağımsızlığa taşıyacaklardı. Ancak olmadı. Şimdilerde gerek Sünni gerekse Şii Araplar Irak'ta öldürülen her Arap insanının, tecavüze uğrayan her kadının sorumlusu olarak bu ikiliyi görüyorlardı. Batılı gazetelerin sürekli olarak Irak'ta bir Arap-Kürt çatışmasından bahsetmekte olmaları boşuna mıydı?
Obama'nın takvimine göre çekilme 2010 yılının ortalarında tamamlanacaktı. ABD şimdilerde çekilmeyi öne aldı. Amerikan kuvvetlerinin büyük bir kısmı 2010 yılı başlarında Irak'tan çekilmiş olacak. Ne hikmettir ki, bizim 'açılım' fikri de yılbaşına kadar mühleti vardı.
Mesele açık: Kuzeydeki bu kukla veya korsan devleti koruma ve kollama altına almak lazımdı. Böyle bir devlet Türkiye, İran, Suriye ve diğer Arap devletlerinin muhalefetine rağmen ayakta kalamazdı.
O halde Türkiye'yi bu devlete koruyucu yapmak lazımdı. Ama bu arada bu kukla devletin adeta bir habis ur gibi Türkiye içerisinde genişlemesinin önünü açacak şekilde ülkemizin anayasal yapısının değiştirilmesi şarttı. Türkiye milli devlet yapısından çıkacak, bir tür federasyona dönüşecek ve kukla devlet ile bir konfederasyon yapacaktı. Irkçı Kürtçülerin bahsettiği Iğdır'dan Sivas'a ve oradan da Mersin'e uzanacak hattı kukla devletin genişlemesi için uygulama sahasına çevirmek mümkün olacaktı. On yıl sonra da o kukla devlet epeyce semirtmiş ve gürbüzleşmiş bir şekilde Türkiye'den ayrılacaktı. Bu projeyi sizce bizim hükümet hazırlayıp Amerika'daki 'Dostlarımıza' mı anlatmıştı, yoksa oradan en son ayrıntıları ve talimatları mı almıştı?
Pazarlama haberleri yapılıyordu
21 Ağustos 2009 BCC World televizyonunun ana haber bültenlerinde rastladığım bir haber oldukça dikkat çekiyordu. Çünkü BBC World televizyonunun standartlarına göre oldukça uzun denilebilecek olan bu haber tamamen 'alakasız' (out of context) bir şekilde sunuluyordu. Zorlama olduğu açıktı. Dış güçlerin Türkiye'yi içine sürüklemek istedikleri girdabın boyutlarına ve içeriğine dair ipuçları veriyordu.
Bağdat'ta son zamanlarda yaşanan şiddet eylemlerinden yarım cümle ile bahsettikten sonra 'ama ülkenin her tarafı öyle değil' denilerek 'Irak Kürdistanı' olarak başlanan (Iraqi Kurdistan), sonra 'Kürdistan' diye ısrarla ifade edilen bölgenin istikrar ve demokrasi içinde kalkınmakta olduğundan dem vuruluyordu. Bölgeden olduğu intibaı veren bir muhabir 'ülkenin' başkentinden bildiriyor ve nasıl bir hoşgörü merkezi olduğunu ballandırarak anlatıyordu.
Hıristiyanlarla Müslümanlar uyum ve barış içerisinde yaşıyorlarmış. Özellikle Hıristiyanlara gösterilen tolerans bu bölgede rastlanılmayan cinstenmiş. Mesela Hıristiyanlar içki satan dükkânların sahipleriymiş ama Müslümanlar da gayet rahat bir şekilde gelip içkilerini alarak tüketiyorlarmış. Böyle bir durum İslam dünyasında pek görülmeyen bir şeymiş. Vurgulanmak istenen birinci nokta buydu.
Ayrıca bölge hızlı bir kalkınma hamlesi içindeymiş. Buna dair gösterilen resimler yollardaki arabalar idi. Mesela kayda değer fabrika vs. görülmüyordu ama BBC her halükarda bölgenin hızla kalkınmakta olduğuna karar vermişti.
Diğer husus ise özgürlükler ve demokrasi idi. Konuşturulan birkaç kişi ısrarla bu konunun altını çizdiler. Özgür ve demokratik bir ülkede ve istikrar içinde yaşamakta olmanın hazzını anlattılar.
Bu iddiaların hiç birisinin doğru olmadığını söylemeye bile gerek yok. Eğer nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir ülkede içki satılması büyük bir medeniyet göstergesi anlamına geliyorsa, o zaman Türkiye listenin başında olmalıydı. Üstelik buradaki dükkânların sahipleri de Müslüman’dı. Psikolojik harekât derken medeniyet ölçütlerinin nasıl çarpıtıldığı sırıtmaktaydı. Eğer bu bir ölçüt ise o zaman Saddam Hüseyin'i niye devirmiştiniz diye sormak lazımdı zira Saddam zamanında içki tüketimi daha rahattı.
Irak'ın diğer bölgeleriyle kuzeyinin bu kadar farklılaştığını anlatmaya çalışan bu haberin Irak'ı ikiye bölme projesiyle ilgisi olduğu açıktı. Amerikan askerlerinin çekilmesini beklerken birilerinin Bağdat'ta yeniden bombalarla harekete geçmesi de ilginç değil mi? ABD Genelkurmay Başkanı Mullen'ın, “bu eylemlerin yeni bir mezhep savaşı dalgası olabileceğine” dair açıklamaları da enteresandı. Bu arada kuzey bölgesinin reklâmı, Türkiye'ye yapılacak eklemleme işlemiyle tam örtüşüyordu. Ve bütün bunlar ortadayken hâlâ Türkiye'deki açılımın yerli ve milli bir proje olduğuna inanmamız bekleniyordu. [4]
Demokratikleşme bahanesiyle ülkemiz dağıtılıyordu!
Biz inisiyatifin İçişleri Bakanlığı’nda olacağını sanıyorduk. Anlaşılan bizzat yapmak yerine taşeronlara havale etmişler.
O yüzden “Kürt Açılımı” denen girişimin, “görüş dinleme” işini Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Sınır aşan Suçlar Araştırma Merkezi ile (UTSAM) Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) üstlenmiş.
Toplantının ilk oturumunda anlaşılan "usul/metot" meselesi konuşulmuş. İkincisinde "Demokratikleşme paketinde neler olmalı?" sorusuna yanıt arayışı varmış.
Kimin ne dediğini -en azından bu satırların yazıldığı sırada- bilmiyoruz ama toplantıyı düzenleyenlerin hemen hemen hep aynı havayı çalan "ver kurtul"cuları dinlemek istediğini anlıyoruz. Doğrusu Demokratik Toplum Partisi (DTP) ileri gelenleriyle Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da çağırsalardı, öyle fazla vakit kaybetmeden "demokratik çözüm"ü bulur ortaya koyarlardı.
Tamam, "demokratikleşelim" ama bunu yapmak için DTP’nin istediği gibi söze "Türkiye’de iki ayrı halkın" var olduğunu kabul ederek mi başlayalım?
DTP’nin, -bir büyük iftiradan çekinmeksizin- bugünün Türkiye’sinde, "askeri, idari ve yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan bir anlayışın hakim kılındığı" iddialarını mı yutalım?
DTP hem "ülke bütünlüğünü" (ulus ve devlet bütünlüğünden söz etmeksizin) koruyan öneriler getirdiğini söylüyor, hem de buna kanıt olsun diye "Bayrak" ve "Resmi Dil"in Türkçe olmasını, (Türk ulusu yerine) Türkiye ulusu kavramının kullanılmasını, ayrıca Türkiye’yi 20-25 bölgeye ayırıp, her bölgenin kendi renkleri ve sembolleri ile yönetilmesini" öneriyor.
Bu önerinin Türkiye’nin bütünlüğünü korumayı gerçekten istediğine mi inanalım?
Eğer ona inanırsak, "eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmetleri bölge yönetimine" bırakan, Ankara’ya da "Sen sadece dışişleri, maliye, savunma konularına bak" diyen, "emniyet ve adalet konularında da işbirliği yapmaya" lütfen razı olan öneriyi mi alkışlayalım?
DTP’liler "Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez" diyorlar.
(Kendilerini akıllı, başkalarını aptal sanıp sanmadıklarını sormayıp devam edelim.)
"Türkçe resmi dil olmakla beraber, diğer dillerin bölgelerin çıkarılacak demografik yapısı da dikkate alınarak, kamusal alanda da eğitim dili olarak kullanılabilmesi anayasal güvence altına alınmalı" diyorlar.
Ayrıca insanların "Kendi kimliği ile siyaset yapma hakkı" tanınsın, yani siz "Kürtlerin, ben Lazların, öteki Çerkezlerin, dördüncüsü Gürcülerin, beşincisi Abazaların temsilcisi olsun" diyorlar.
Ne dersiniz? Geriye ne kaldı diye sormayalım mı?” diye sızlanan Oktay Ekşi bile akıllanmıştı!..
Kürt açılımı ve anayasal sınırlar
Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri Sn. Bülent Serim çok önemli saptama ve uyarılarda bulunmaktadır:
DTP’lilerin: "Bana Barzani modeli bir federasyon deseler kabul etmem; Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak; Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini kendisi yapacak; hatta kendi öz savunması, ihtilafları çözecek bir savunma gücü olacak" biçimindeki söylem ve istemler, "Kürt ulusu" deyişine anayasada yer verilmesi ya da "Türk/Türklük" sözcüklerinin Anayasa'dan çıkarılması, Kürtçe eğitim yapılması, meclise, belediyelere, savunma gücüne sahip bir "Kürt özerk bölgesi" oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu istemler federasyondan daha ileri içerik taşımakta; daha açık anlatımıyla Türkiye'ye "ortak olmayı" kapsamaktadır. Tüm bunların üniter devlet yapısı içinde gerçekleştirilemeyeceği bilindiği için de, Anayasa'nın "tekçi zihniyet "ten arındırılması önerilmektedir.
Bu istemler, Anayasa’ya da yansımış olan Atatürk milliyetçiliğine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temel ilkelerine ne derece uygun düşmektedir ya da istemlerin karşılanabilmesi için Anayasa'da değişiklik yapılabilir mi, bunun irdelenmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın bağlayıcılığı ve devletin görevi
Anayasa'nın başlangıcında, bu Anayasa'nın yüce "Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğünü" belirlediği, hiçbir etkinliğin "Türk ulusal çıkarları, Türk varlığı, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği" esası karşısında koruma göremeyeceği belirtilmiş; 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan bir devlet olduğu vurgulanmış;  3. maddesinde de, "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." denilmiştir. Anayasa koyucu bununla da kalmamış, 5. maddede, Devlet'e, Türk ulusunun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini korumak temel amaç ve görevini vermiştir.
Anayasa'nın 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiştir. Anayasa'nın bağlayıcılığı ve 5. madde ile Devlet'e verilen görev nedeniyle, yasama ve yürütme organlarının "açılım" sırasında anayasal sınırları çok iyi değerlendirmeleri gerekmektedir.
Üstelik Anayasa'nın 4. maddesinde, 2. maddedeki Cumhuriyet'in nitelikleri ile 3. madde hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği kuralının da bağlayıcılığı düşünülürse, yasama ve yürütme organlarının, "açılım" konusundaki hareket alanlarının oldukça dar olduğu anlaşılacaktır. Bu alanın çerçevesini belirlemek için anayasal kurallara bakmak yeterlidir.
Üniter devlet yapısı nedir
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesindeki kurallar, Anayasa'da, "Kurucu İrade"ye uygun olarak üniter devlet yapısının kabul edildiğini göstermektedir. Bu durumda, "üniter devlet yapısı nedir?" sorusunun yanıtlanması ve bu yapının değiştirilip değiştirilemeyeceğinin incelenmesi gerekir.
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesinde öngörülen üniter devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü içermekte ve "tek devlet, tek ülke ve tek ulus" anlamına gelmektedir. Bunu milli siyaset alanında sağlayacak olan, adı konulmuş tek ulus ve ulusal birliğin temel etkeni olan tek dildir. Ulusal birliğin sağlanması ve tek dilin toplumda birleştirici olabilmesi için de, "devlet diliyle" yani tek dilde eğitim zorunludur. Yakın tarih, eğitimde dil çeşitliliğinin ulus ve ülke bütünlüğüne verdiği zararın örnekleriyle doludur.
Bunun içindir ki, başlangıçta ve 3. maddede yer verilen temel ilkeleri tamamlayacak biçimde, Anayasa'nın 66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür" denilerek, "Türk Devleti" yurttaşlarının ulusal kimliğinin adının "Türk Ulusu" olduğu vurgulanmıştır. Maddeden de anlaşılacağı gibi, "Türk Ulusu" kavramı, kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşları kapsayan bir üst kimlik olarak öngörülmüştür. Siyasal açıdan üst kimlik, farklı" etnik gruplara mensup kişilerin yurttaşlık bilinciyle benimsedikleri "ulusal kimlik"tir ki, Anayasa'da öngörülen de budur.
Anayasa'nın 3. maddesinde ise, Devlet dilinin (resmi dilin) "Türkçe" olduğu belirtilmiş; buna uygun olarak ve bunu tamamlayacak biçimde, 42. maddede de, Türkçe'den başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına "ana dilleri" olarak okutulamayacağı açık ve net biçimde kurala bağlanmıştır. Bunun hiçbir istisnası yoktur. 42. maddedeki istisna "yabancı dil" ile ilgilidir. Maddeye göre, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına yabancı dil öğretilmesi ya da yabancı dille eğitim öğretim yapılması olanaklıdır ve bu konu yasayla düzenlenmelidir. Bu aşamada şu değerlendirmeyi yapmak gerekir ki; ulusal kimlik, ulusal dil ve eğitim dili ile ilgili değişiklikler, üniter devlet yapısını doğrudan etkileyecek düzenlemeler olacaktır.

 [1] Rauf Tamer / Posta
[2] 15 Eylül 2009 / zaman
[3] Can Ataklı / Vatan
[4] Hasan Ünal / Milli Gazete


***

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 14.04.2014
Türkiye-Irak/Irak Kürdistan’ı/ABD ilişkileri 2010 yılına kadar uyum içindeydi. ABD'nin Irak'tan askerini çekmesiyle birlikte bölgesel güçlerin etkinliği ABD'ye göre arttı. Irak üzerinde İran, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın etkisi görülmeye başlandı. ABD, gittikten sonra Irak'ın İran'ın kontrolüne girmesini önlemek için Iraklı ılımlı şii ve Sünnileri esas alacak bir yönetim kurması için Türkiye ve Suudi ile birlikte hareket etti. Buna göre içinde Maliki'nin başbakan, Kürtlerin de cumhurbaşkanı olmadığı bir yönetim planlandı. Buna göre başbakan ılımlı Şii İyad Alavi, cumhurbaşkanı da Sünni Haşimi olacaktı. Kürtlere ise meclis başkanlığı bırakılacaktı. O dönemde Talabani henüz hastalanmamıştı. Kürtlerin Irak'taki kazanımlarını yok sayan bu plana karşı Kürtler İran'ın desteğini alarak Maliki ile birlikte hareket etme kararı aldılar. Bunun sonucunda Maliki yeniden başbakan, Talabani de cumhurbaşkanlığına devam etti. Aslında Türkiye'nin Ortadoğu'da yaptığı hamlelerde ilk başarısızlık da burada görüldü. Müslüman Kardeşlere de yakın olan Haşimi'nin Irak'taki başarısızlığı Türkiye'nin başarısızlığıydı. Daha sonra bu başarısızlık Suriye, Mısır ve Filistin'de kendisini gösterdi. Türkiye ve Türkiye'nin destek verdiği hiç bir güç başarılı olamadı. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik politikası iflas etti. Kürtler açısından en büyük şanssızlık ise Talabani'nin hastalanıp siyaset sahnesinden gitmiş olmasıdır. Ortadoğu'da dengeli bir politika yapan aynı zamanda KDP ve KCK ve TC arasındaki dengeyi sağlayan Talabani'nin yokluğu ve bunun sonucunda KYB'inde yaşanan düşüş KDP ve Barzani'nin ulusal Kürt birliğine aykırı politikalara savrulmasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunun en büyük nedeni, onca olumsuzluklarına rağmen KDP'nin Türkiye'ye yakınlaşmış olmasıdır. ABD açısından ise yenilgili durumu kabul etmekten başka bir yol kalmamıştı. ABD'nin bundan sonraki politikası Irak'ın İran'ın etkisine girmesini önlemek üzerineydi. Bundan sonraki süreçte ABD ile Türkiye ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktı. Bu da haliyle Türkiye ile ilişki geliştiren Barzani ile ilişkilerin bozulması anlamına geliyordu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(IKBY) kendi bölgesindeki petrolü, Irak merkezi yönetiminin itirazına rağmen Türkiye üzerinden satmaya çalışması IKBY ile Irak arasını iyice bozdu. ABD'nin bu tartışmada Irak merkezi hükümetinden yana tavır alışı Barzani'yi zora soktu. Barzani'nin statüsünü borçlu olduğu ABD ile çelişkiye düşüşü, statü kazanmasında sürekli engel oluşturan Türkiye ile iyi ilişkiler kurması aslında Barzani'nin en büyük açmazıydı. Kürt ulusal birliği ve Kürdistan ulusal kongresinin toplanacağı bir dönemde Türkiye için önemli bir fırsat doğmuştu. Türkiye, Barzani'yi rehin alacak şekilde onu hem Türkiye Kürdistanında hem de Rojava'daki Kürt kazanımlarının karşısına çıkartma imkanı elde etmişti.

Çözüm koşulları oluşmadan çözüme yönelik adımlar atmak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çözüm olacak diye bir tarafın kendisini çok rahat hissetmesi ortama güven duyarak bazı etkinliklere girmesi karşısında diğer tarafın güçlü taraf olmasının avantajlarını kullanarak bu durumu tespit ve fişleme amaçlı kullanması ve sonrasında çözümün tıkanması halinde bir kimsenin rehine olarak alınmasına beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda devlet adına çözüme aracılık edenleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi sorumluların desteğini çektikleri anda meydana gelecek sonuçlar her iki taraf açısından yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yalancı bahar gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Nasıl ki, erken bahar gelince ona güvenerek ağaçlar çiçek açıyor sonradan fırtına ve soğuklar başlayıp çiçekler dökülüyor ve o yıl ürün verilmiyorsa burada olan da budur. Kürtlerin yalancı bahar yaşadıkları ortaya çıktıkça vereceği ürünü bir yıl daha da gecikeceği ortada. Çözüme oturacakların gücü gerçekten de olmalıdır. Kendi içinde belirli bir politika yaratamayanlar sırf bu nedenle güçsüz sayılırlar. Ve bu durumda bulunanlardan bir grup diğer grubun teklemesini bekler. Başarısızlık onunda hemen devreye girip krizden güçlü bir şekilde çıkarlar. Depremde yıkılan/zayıflayan binaların ekonomik değeri iyice dibe vururken ayakta kalan binaların değeri bir anda artar. Ancak o binalar sağlam oldukları için değil diğerlerine göre daha az hasar gördükleri için değer kazanırlar. İşte bu şekilde henüz deprem olmadan önlemini almak gerekiyor. Şimdilik ayakta kalan ayakta kalmanın ona verdiği öz güvenle kendisini kamburlar ülkesinin kralı ilan eder. Yeni bir değişim düzeni ayağa kaldırma amacı olmaz. O zayıfın düşüşü karşısında mevcut gücünü şişirmekle övünür durur. ***

14 Aralık 2020 Pazartesi

İşbirlikçi Terör ile Antiemperyalist Başkaldırıyı Karıştıranlar

İşbirlikçi Terör ile Antiemperyalist Başkaldırıyı Karıştıranlar  



EROL MANİSALI

ABD ve AB için terör, Ortadoğu'da yeniden yapılanmanın en önemli araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. ABD ve AB, ''PKK'yi terör örgütü olarak tanımlamalarına rağmen'' onu Türkiye'ye karşı Ortadoğu'nun yeni sömürgeciliğinde en önemli silah olarak görüyorlar.

- PKK, ABD ve AB'nin terör listesinde ise Türkiye'nin bu örgüte karşı her türlü önlemi alma ve operasyon yapmasına destek vermeleri gerekmez mi?
- Aksine, Ankara üzerinde baskı yaparak, bu terörün Türkiye ve bölgeyi yıpratmasına destek veriyorlar. Eşref Bitlis , ''onların bu baskısına rağmen terörü ortadan kaldırmak istediği için'' hedef alındı.

- Kuzey Irak'taki Kürtçü oluşum ABD, İngiltere ve İsrail tarafından 1990'dan beri planlı bir biçimde hazırlandı.

- ABD ve AB, ''onlar benim teröristim'' diyorlar. Silah ve para yardımı yanında her türlü siyasal desteği veriyorlar. Avrupa Parlamentosu'nun 1993 yılından başlayarak aldığı kararlara bakarsak bu siyasi desteği görürüz. 

Bugün Güneydoğu'daki bazı belediyeler Washington ve Brüksel'in maşaları durumuna gelmişlerdir.

Ortadoğu'da terörün en büyük kaynağı ABD ve Avrupa'nın bu bölgedeki sömürgeci ve baskıcı politikalarıdır. Demokrasiyi son 60 yılda sürekli engellediler.
Bunun sonucunda bölgede iki çeşit terör ortaya çıkmıştır; ya PKK gibi ABD ve AB'nin destekleyerek ürettiği bir terör örgütü vardır; ya ABD (ve AB) sömürgeciliğine karşı başkaldıran Hizbullah, Hamas, FKÖ gibi Batı'nın terör örgütü adını verdiği örgütler ortaya çıkmıştır.
PKK, Talabani ve Barzani ; ABD, İngiltere ve İsrail sömürgeciliğinin bölgedeki işbirlikçileri konumundadırlar. Washington ve Brüksel ile işbirliği yapan bizdeki kimi İslamcı siyasilerle aynı konumdadırlar. Her ikisi de Batı'nın bölgedeki yeni sömürgeciliğine hizmet etmektedirler.

Teröre Karşı terör mü?

Bugün İsrail'in Filistin ve Lübnan'a karşı yeniden başlattığı saldırılar terör örgütü olarak tanımladıkları Hizbullah'a ve Hamas'a karşıdır.

Antiemperyalist başkaldırı terör değildir. ABD ve Avrupa'nın büyük devletlerinin Ortadoğu'da başlattıkları yeni sömürgeciliğe karşı hareketler, kurtuluş hareketleridir. Mustafa Kemal 'in Anadolu'da 1919'da başlattığı Kurtuluş Savaşı da Avrupa tarafından terörist başkaldırı olarak adlandırılmıştır. Batı emperyalizmi bunu hep yaptı; dün de, bugün de.

ABD ve AB bugün Cumhuriyet'e ve Lozan'a karşıdır. 

Kendi Teröristlerini bize karşı Örgütlüyorlar.
Kuzey Irak'ta Talabani ve Barzani ABD ve AB'nin temsilcileri ve işbirlikçileri konumundadırlar. Bu işbirliği Arap ülkeleri, İran ve Türkiye'ye karşı yapılmakta ve yeni sömürgeciliğe destek vermektedir.
İsrail bölgede ABD ve İngiltere'nin öncü gücü olarak Hizbullah'a ve Hamas'a karşı saldırılarda bulunurken PKK ile işbirliği yapmakta ve onu bölgedeki bir maşası olarak kullanmaktadır.
Bu nedenle bölgedeki terör ve başkaldırı hareketleri siyah ve beyaz gibi iki ayrı çizgide yürüyor;

1. PKK, Talabani, Barzani örneklerinde olduğu gibi yeni sömürgeciliğin kullandığı örgütler vardır.
2. Hizbullah ve Hamas gibi ABD ve Avrupa sömürgeciliğinin bölgedeki faaliyetlerine karşı koyan antiemperyalist örgütler bulunmaktadır.
Bu gerçeği kimse inkâr edemez. Bu net gerçeğe rağmen bizde kimi medya çevreleri, ''emperyalizme karşı başkaldıran örgütlerle, sömürgecilerle işbirliği yapan teröristleri'' özellikle aynı kefeye koyuyorlar.
Bunlar Ortadoğu'ya Bush yönetiminin gözlükleri ile bakanlardır. 
Kısacası İşbirlikçilerdir...
***

8 Aralık 2020 Salı

Bu tablo senin Eserin Tayyip Erdoğan !

Bu tablo senin Eserin Tayyip Erdoğan !



SABAHATTİN ÖNKİBAR : 
Özel-Büro-İstihbarat 
SURİYE DOSYASI 
7 Eylül 2015












Kapital,Zenginlik ve Burjuva,

Avrupa nın , yeni kıtaları bulması , ona büyük zenginlik kazandırdı. Merkantalizm , Avrupalı tüccarların desteklenmesi sonucu, Bankacılar,  Kapitalistler güclendi ve bunların coguda Davudi kayanaklı, oldu.

Fransız Devriminin arkasında Davudi sermaye vardı.
Marks , Davudi sermayeden destek buldu.
Rusya da Kominizm devrimi , Trocki-Lenin , Davudi sermayeden destek aldı.
Amac para oyunları ile , ülke yönetimleri ister sağcı , ister solcu ister dinci olsun ele geçirmekti.

I.Elizabet , Güneş batmayan imparatorluğunu kurdu, Davudi başbakanı da, Elzabet i, yöneten krallığını kurdu.
Kanuni,Osmanlı imparatorluğunu genişletti, onun üzerinde de Davudiler krallıklarını kurdular.

Kovboy güç kuruldu, Kovboy gücü de Davudi sermaye yönetir duruma geldi.
Ortadogu petrol şeyhleri, Ortadogu politikasını yönetmeye çalıştı, bir çok ülke siyasetçilerine para dağıttılar,onların arkasında da , Davudi Sermaye yer aldı.
Iran la bir anlaşma yapıldı buna en çok sevinen de , Davudi sermaye oldu.
TC de de küçük bir azınlık, Dinci , ritüeller ile kendi burjuvazisi ni ve Kapitalistleri ni kurma peşinde. Asker ölmüş, vatan satılmış umurlarında bile değil. 
Kendi sırça köşklerinde yasama peşindeler.

Aristonun dediği doğru.
Ülkede zenginler, ülkeyi daha çok sömürmek , güçlenmek ve krallar gibi yasamak peşindeler.

Mekkede , Allah vardır , birdir ve tektir diyen , Hz.Muhammed , Putları yıkınca, put
ticaretinden çıkar sağlayanlar, İslam dan çıkar sağlamak peşine düştüler.
Bizans, Pers , Mısır toprakları ellerine geçince, bu zenginliklere sahip olmak istediler.
Bu ,çıkarcılar,Hz.Muhammed in yaşamını özlemediler.
Hz. Aliyi de sehit ettikten sonra , karsılarında, o ıslam ahlakını savunacak güc de kalmadı.

Müslümanlıgı savunanlar, İslam ın yüksek ahlak prensiplerini yasatmak pesinde değiller, sadece çıkarlarının peşindeler.
Gür-Buz
On Monday, September 7, 2015 1:06 AM, “Digi Security (İşnet) Digi.Security@isnet.net.tr [Ozel-Buro]” 
Ozel-Buro-noreply@yahoogroups.com

– Suriye dün, yani ABD hücum emrini vermeden ve Tayyip Erdoğan saldırmadan önce barış içinde bir ülkeydi. Bugün, cehennem!
– Suriye’de dün Hıristiyanı-Müslümanı, Alevisi-Sunnisi, Arabı-Kürdü, Dürzisi-Marunisi kardeşçe yaşıyordu. Bugün, pek çoğu birbirine hasım!
– Suriye, dün istikrar adasıydı. Bugün, küçük Irak!
Suriye, dün Büyük Kürdistan projesine setti. Bugün değil!
– Suriye, dün Kürdistan’ın Akdeniz’e açılamaması için kaleydi. Bugün tünel!
– Suriye, dün Güney sınırımızın güvencesiydi. Bugün, yeni güney komşumuz fiili PKK devleti!
– Suriye, dün tek parçaydı. Bugün, fiilen birkaç parça!
– Suriye, dün Müslüman komşumuzdu. Bugün Haçlı’larla beraber yıkmaya çalıştığımız hasım ülke!
– Suriye, dün dış ticarette en çok artı verdiğimiz ülkeydi. Bugün, tek kuruşluk bir ticari ilişki yok!
– Suriye, dün Ortadoğu’ya açılan kapımızdı. Bugün, sınırlarımızı kapattığımız ülke!
– Suriye ile dün dost iken, Rusya, İran ve Irak’la da dosttuk. Bugün, Suriye ile beraber bu ülkelerin tamamı ile düşmanız!

Burada bir parantez açıp soralım:

Sahi, Türkiye hangi çıkarı adına Suriye’ye hasım oldu ve örtülü bir savaşı başlattı, bilen var mı?

Zerre bir çıkarı yok ise, istikrar adası olan bir ülkeye yani Suriye’ye, Haçlı’nın amaçları ve de Irak -Libya tarumar örnekleri ortada iken nasıl ve niçin saldırır?
Sadece gerekçesiz bu saldırı tutumu bile Tayyip Erdoğan’ın neye ve kime hizmet ettiğini ortaya koymuyor mu?

Altını çizerek yazıyorum, Suriye’deki yıkımın ve ölen on binlerin birinci derecede ki sorumlusu ABD değil, Tayyip Erdoğan ile şurekasıdır!

Bir başka şey daha:

Dünyanın en önemli stratejisyenlerini toplasanız ve Türkiye’yi bölme senaryonuzu yazın deseniz, emin olun Türkiye’nin bugün izlediği Suriye politikasından 
daha etkili bir şey yazamazlar! Düşünebiliyor musunuz, hem Suriye’de hem de Irak’ta Kürdistan’a karşı olan Esad ile Maliki bugün Türkiye’nin can 
düşmanları konumunda!

Evet, bugün izlenen Suriye politikası dışında hiç bir şey Türkiye’yi bölemezdi ki, hicap ile yazıyorum artık bölünmede geri sayım sürecindeyiz!
Bahçeli’nin Kerkük tezgahına dikkat!

Kaynağım emin.

Anlattığı şu:

Bahçeli, kongre öncesi panikte ya, hizmetinde olduğu ve yardım talep ettiği malum derin çevrelerden, “imaj atağı yap” önerisini almış ve bir oyun kurulmuş.
Buna göre, Bahçeli, ülkücü taban için özel anlamı olan Kerkük’ü kongre öncesi ziyaret edecek!
Diyeceksiniz ki, tek başına ziyaret imaj oluşturmaya yetmez!
Devamı var dinleyin:
İşte, o ziyaret esnasında bir tiyatro sergilenecek ve bir grup, Bahçeli’yi güya protesto edip heyetine saldıracak!
Kameraların çekeceği o an sürecinde, Bahçeli birden, “One minute” tavrı takınacak, yani onlara meydan okuyup kahramanlık taslayacak ve çok sert 
mesajlar verip, işte lider böyle olur dedirtecek!
Yemezler, Devlet efendi, ağzınla kuş tutsan, kongreden sonra senin gideceğin yer Çayyolu’ndaki trilyonluk malikanendir!
Öyle, çünkü senin Türk dünyası ya da Kerkük diye bir derdin olsa, bugüne kadar bir kez olsun ağzına alırdın. Şimdi yapacağın kurultay gezisidir!
Şu tabloya bakar mısınız!
PKK, Suriye’de devlet kurdu, Bahçeli’den tık yok. Ondan sonra Kerkük’te bayram namazı imiş!
Yahu, sen 10 yıldır MHP Genel Merkezi’ndeki büyük mescitte bir kez olsun Cuma namazı kıldın mı ki Kerkük’te namaz diyorsun!
Çamlıca camisi bu günahlarınızı örter mi?
Tayyip Erdoğan, bir şeyi iyi biliyor!
İnanç üzerinden yapılacak bütün tartışmalar, kendine artı yazar.
Bunun için de, sürekli yeni yeni inanç konularını gündeme taşıyor ki, bu aralar bu konu Çamlıca’daki cami inşa olayıdır.
Peki ama, Çamlıca’ya cami inşa etmek AKP ya da Erdoğan’ın bu devasa günahlarını örtebilecek mi?

– Suriye’de, Haçlı ile işbirliği yapıp Müslümanları boğazlamak!
– BOP hedefi bağlamında, Büyük Kürdistan’ı adım adım inşa etmek!
– İsrail’i korumak için füze kalkanını Türkiye’ye monte etmek!
– 9 Türk vatandaşının Gazze yolunda, İsrailliler tarafından katledilmesine, fiili, zerre bir tepki vermemek!
– Türkiye’nin en önemli enerji ve ticari partnerleri Rusya ve İran ile hasım olup hedef ülke olmak!
– Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama olayında Kıbrıs’lı Rumlardan bile kötek yemek
– İncirlik’ten kalkan uçaklarla bir buçuk milyon Irak’lı Müslümanın öldürülmesine ortak olmak!
Ahmet Davutoğlu, Barzani’ye “Kak Mesud” diye hitap eder!
Kak Kürtçe’de ağabey anlamına geliyor ve dolayısı ile Mesut ağabey demek istiyor!
Davutoğlu özel yaşamında, Barzani’ye isterse baba da diyebilir, ama Türkiye’nin Dışişleri Bakanı sıfatı ile; “Tepemi attırırsanız Diyarbakır’a da karışırım” 
deyip Türkiye’yi tehdit eden ABD ajanı bir peşmergeye ağabey diye hitap edemez! Ederse, bu ülkeyi küçük düşürmek olur!

Gelelim konumuza:

Tayyip Erdoğan, Davutoğlu’nu Kak’ına pardon, ağabeyine gönderiyor!
Niçin mi?
Barzani’nin Suriye Kürtlerini sahiplenmemesi için!
Komikliğe bakar mısınız?
Yahu adam, Suriye Kürtlerini bölükler halinde eğittiğini kendi ifade ediyor. İlgilenmemek nerede kaldı! Hal bu iken, bu seyahat neyin nesi?
Hayır, bunu Tayyip’te, derin stratejisti Davutoğlu da biliyor. Lakin, gayeleri iç kamuoyunu manipüle etmek!
Hani, AKP’nin bir şarkısı var ya o misal. Bunların tamamı, “aynı dağın yelleri” yani ABD’nin İnzibatları!

https://stratejikoperasyon.wordpress.com/2015/09/07/ozel-buro-istihbarat-suriye-dosyasi-sabahattin-onkibar-bu-tablo-se-nin-eserin-tayyip-erdogan/

***

3 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?



Türkiye ,PKK , PYD’, Ne Yapmalı, Şanlı Bahadır Koç ,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
31 Temmuz 2015

Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını var sayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.

PKK

“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu – elbette tamamen değil ama büyük ölçüde - biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 

Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 

PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateş gücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.

Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 

HDP

HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.

Barzani

Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir.
 
PYD

ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. 

Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e) meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). 

Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.   
   
ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? 

O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: 

Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 

1) Bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 

2) Bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 

3) Bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 

4) Bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 

5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 

6) Aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya Askeri, Siyasi ve Psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ ertelenmesi anlaşılabilir. 

Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemeli dir. 

ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? 

Ama aslında bir de şu var: 

PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?

Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 

Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”

Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 

Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz.

Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali


***