AK Parti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AK Parti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2020 Perşembe

Siyasi Ayak Oyunları.,

 Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat


Siyasi Ayak Oyunları., Kemal İnat

Güvenlik, Kemal İnat, Siyaset, 15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi, ABD, Adalet ve Kalkınma Partisi, AK Parti, Askeri Darbe, Fethullah Gülen, FETÖ,
Recep Tayyip Erdoğan, Siyasi Ayak Oyunları, “Siyasi Ayak” Oyunları.,

Kemal İnat
19 Şubat 2020.,


FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir..

    Türk siyasetinde yeniden garip bir şekilde başlatılan “siyasi ayak” tartışmasını dış politikadan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.
Güncel tartışmanın fitilini ateşleyen de eski bir Genelkurmay Başkanı olduğuna göre, meselenin darbe boyutu da çok önemli.
FETÖ’nün 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’daki darbe girişimlerinin Türkiye’nin bağımsız dış politika arayışlarıyla yakından ilgili olduğu açık bir gerçektir. Şimdi siyasi ayak polemiği üzerinden FETÖ’ye karşı mücadelede en ön safta yer alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan saldırının da aynı şekilde Türkiye’nin dış politikadaki bağımsız çizgisinde ısrar etmeye devam etmesiyle çok yakından ilgisi var.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerinin belediye başkanlıklarını kazandığı bir seçimden sonra muhalefetin 2023 seçimlerini demokratik kurallar çerçevesinde kazanmaya yönelmek yerine, yeniden geçmişteki hataya düşüp, hangi yolla olursa olsun Tayyip Erdoğan’ı iktidardan devirmek arayışına girmesi anlaşılır gibi değil.
Tayyip Erdoğan’a FETÖ ile yeterince mücadele etmediği iddiası üzerinden muhalefet etmek, iktidar mücadelesini yeniden zayıf olduğu alana çekmek demektir. Herkes Erdoğan’ın FETÖ ile mücadelesinin ne kadar kararlı olduğunun şahidi. Hatta bazı kesimler bu mücadelenin çok sert olduğunu ileri sürerek onu eleştiriyorlar.
17-25 Aralık darbe girişiminden sonra FETÖ ile mücadeleyi çok sert yürüttüğü gerekçesiyle Erdoğan’ı eleştiren ve bu mücadeleyi baltalamaya yönelik siyasi adımlar atan muhalefetin şimdi FETÖ’nün siyasi ayağı polemiğinde onu itham etmesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki “kontrollü darbe” söylemi kadar anlaşılmaz bir taktik hatası.

Muhalefetin, FETÖ’nün Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliğine yönelik bir tehdit olduğunu artık kabul edip, meseleyi sulandırmadan, hükûmetin bu tehdide karşı attığı adımları ve Türkiye’nin bağımsızlığını koruma konusundaki çabasını takdir eden bir çizgiye gelmesi hem kendisi hem de Türkiye için en doğru yol olacaktır.
FETÖ’nün Türkiye’yi hedef alan eylemlerinin, bu örgüt liderinin 1999 yılından beri yaşadığı ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikasından bağımsız olmadığını hatırlamak gerekir. 2009 yılından itibaren Türkiye’nin özellikle Orta Doğu politikasında Washington’u rahatsız edecek düzeyde bağımsız hareket etmesi, ABD’nin elindeki bütün araçlarla Türkiye’nin “kayan eksenini” yeniden yerine oturtmaya çalışmasına yol açtı.

Bu çerçevede başvurulan araçlardan biri de Fetullah Gülen örgütü oldu. Başta ordu, emniyet ve yargı olmak üzere Türkiye’deki önemli kurumlara yerleştirilen örgüt elemanları “ekseni kayan” AK Parti hükûmetini devirmek için harekete geçti.
17-25 Aralık, saldırının açıktan yürütülen ilk aşamasını oluşturdu. Bu dönemde muhalefetin, ABD merkezli bu saldırıya karşı Türkiye’nin bağımsızlığını savunmak yerine, bunu AK Parti hükûmetini devirmek için bir fırsat olarak görüp desteklemesi halk tarafından affedilmedi ve ardından 30 Mart 2014’te yapılan seçimler muhalefetin hezimetiyle sonuçlandı.

Muhalefet partilerinin Türkiye’nin güvenliğini ve bağımsızlığını hedef alan saldırılarda hükûmetin arkasında durup, doğrudan iç siyaseti ve hizmetleri ilgilendiren konulara yoğunlaşmaları başarılı olmalarının anahtarıdır.

AK Parti döneminde, dış politikanın bağımsız çizgiye çekilmesi, terör örgütleriyle mücadele ve darbelerin önlenmesi konusunda elde edilen kazanımların geriye döndürülmesine yol açacak bütün adımları halkın cezalandıracağını görememek muhalefet açısından ciddi bir basiretsizlik olacaktır.

Meşru hakkı olan iktidara gelme hedefine, halkı ikna ederek demokratik yollardan ulaşmak yerine, eskiden olduğu gibi, darbe gibi yöntemlerden medet umarak ulaşmaya tevessül etmesi ve Erdoğan’ı devirmek için bir araya gelen gayrimeşru aktörlerle birlikte hareket etmesi muhalefetin yapacağı en büyük hata olacaktır.
Son dönemde şahit olduğumuz “siyasi ayak” ve “darbe” tartışmaları muhalefetin geçmişteki hatalarından maalesef ders almadığını gösteriyor.

https://www.setav.org/siyasi-ayak-oyunlari/

***

14 Ekim 2019 Pazartesi

AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi., İslamiyete Zararları.,



AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi.,
İslamiyete  Zararları.,





BU YAZI 21 ARALIK 2013 TARİHİNDE ENGİN ÖZPINAR TARAFINDAN YAZILMIŞTIR.

AK Parti Gülen Hareketi Çekişmesi

Türkiye’de, Yolsuzluk Operasyonuyla tırmanan siyasi gerilim dışarıda da büyük yankı uyandırdı.

AK Parti-Gülen Hareketi (Cemaat) arasındaki iktidar mücadelesi” algısı Avrupa basınındaki ortak kanı…

İngiliz basınındaki yorumlarda hükümetle cemaat çatışmasına dikkat çekiliyor ve yetkililerin Gülen Hareketi’ni “ Devlet içinde Devlet” olarak gördükleri belirtiliyor.

Guardian, gözaltı dalgasının Başbakan Erdoğan’ın üzerindeki baskıyı artırdığını ve yerel seçimlere aylar kala hükümette şok etkisi yarattığını yazıyor.

Financial Times, Başbakan Erdoğan’ın operasyonla ilgili olarak “içeride ve dışarıdaki karanlık odaklar tarafından kurulmuş bir tuzak” değerlendirmesine vurgu yapıyor.

Times, Türkiye’den bir yazarın, Cengiz Çandar’ın görüşünü aktarıyor:

“Yargı, yanına bazı Emniyet güçlerini de katarak iktidarın kalbini hedef aldı. Bunun geçmişte bir emsali yok.”

Almanya’dan Frankfurter Allgemeine Zeitung da yaklaşan yerel seçimi anımsatarak şöyle diyor:

“Türkiye’nin en güçlü iki Müslüman reformist [Grubu] arasındaki kırılmanın önümüzdeki yıl mart ayında yapılacak yerel seçimlere etkisinin ne olacağı tartışmalı hale geldi. (…) Ancak kırılma kısa vadede Erdoğan’ın gücünü tehlikeye atamaz.”

Berlin merkezli Tageszeitung yorumuysa oldukça ilginç:

“Gülen cemaati AKP’nin yükselişini 10 yıldan fazla bir süredir güçlü bir şekilde destekliyordu. Laiklerin cezaevlerine gönderilmesinde birlikte savaşmışlardı. Ancak şimdi İslamcı devrim, kendi çocuklarını yiyor.”

Bu arada Batı medyasında ortak bir kuşkuya, “siyasi istikrarsızlık” olasılığına dikkat çekildiğini belirtmekte yarar var.

Örneğin diyorlar ki, “Ekonomisi düşünüldüğünde Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu en son şey politik risklerin artmasıdır.”

Yabancı bakışıyla Türkiye’de gidişat böyle, kuşkular ve uyarılar bu şekilde…

İsrail’den Uçuşlar başlıyor…

İsrail havayolu şirketleri 5 yıllık aradan sonra 2014 yazında Türkiye’ye yeniden uçmaya hazırlanıyorlar.

İsrail Ulaştırma Bakanı İsrael Katz, Türkiye ile imzalanan anlaşmanın ardından uçuşların başlayacağını açıkladı.

Bakan Katz, anlaşmayı İsrail havayolu şirketleri açısından önemli bir mesaj olarak değerlendirdi.

İki ülke arasındaki ilişkilerin iyi olduğu yıllarda binlerce İsrailli Türkiye’ye seyahat ediyordu. (Kaynak: DW)

AİHM kararı, Perinçek ve Hollande,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “Ermeni soykırımı” inkârının cezalandırılmasına yönelik çabalara “Doğu Perinçek” kararıyla ağır bir darbe indirdi.

Bilindiği gibi, İşçi Partisi lideri Perinçek soykırımı reddeden bir konuşması nedeniyle İsviçre’de mahkûm edilmişti. Perinçek de bunun üzerine AİHM’de İsviçre aleyhinde dava açmıştı.
5 yıl sonra sonuçlanan davada AİHM Ermeni soykırımını inkârın ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi. Tersine, ifade özgürlüğünü asıl ihlal eden İsviçre’ydi.

İsviçre’nin üç ay içinde AİHM kararına itiraz hakkı var.
Karar kesinleştiğindeyse benzer davalarda emsal oluşturma niteliği kazanmış olacak.
Öte yandan Fransa Cumhurbaşkanı Françoise Hollande, Sarkozy döneminde reddedilen inkâr yasasını yeniden canlandırma çabasında…
Fransa’da Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılmasını amaçlayan yasa Anayasa Konseyi tarafından Fransız Anayasası’na aykırı bulunmuştu.

Şimdi bunun üzerine bir de AİHM kararı eklenmiş oluyor.

Ne var ki, Hollande’ın, 2014 Mayıs’ında Erivan’a yapacağı ziyaretten önce yasayı çıkarmak istediği bildiriliyor.


http://politikakademi.org/2013/12/yabanci-bakisi-ak-parti-gulen-hareketi-cekismesi/

***



AK Parti Cemaat Çekişmesi.,

Z. Abidin KIYMAZ
E-posta: zakolay@hotmail.com
18 Aralık 2013 Çarşamba 12:38




AK Parti Cemaat Çekişmesi.,

Önümüzdeki bir buçuk yıl boyunca cemaat-hizmet-Fethullah Gülen hareketi gibi değişik isimlerle anılan ve anlamaya çalıştığımız olguyu tartışarak geçireceğiz. Cemaat AK Parti ile yollarını ayırdıktan sonra kimlerle yoluna devam edecek, İstanbul'dan Mustafa Sarıgül'ü destekleyecek mi,  İdris Bal ve Hakan Şükür'ün istifalarını başkaları izleyecek mi, bir parti ile anlaşacaklar mı?

Perşembe akşamı cemaate ait BUGÜN Kanalında yayınlanan "Büyük Takip" programının takip konusu "Hizmet Hareketi" idi. Cemaat mi hareket mi bir çeşit parti mi başka bir şey mi diye yaşadığımız kafa karışıklığı Büyük Takip programı ile yerini anlaşılır bir tanıma bıraktı. Cemaate mensup ne kadar kurum, kuruluş, yayın organı var ise o programda ortak bir ses etrafında buluşmuşlardı.

Cemaat AK Parti ile yaşadığı çatışmayı hukuk ve destek vermiş olmak referansları üzerinden meşrulaştırıp gücü ve pozisyonunu korumaya, AK Partiyi bu güç ile caydırma mücadelesi veriyor. Dahası mevcudiyetinin ne kadar oya tekabül ettiğini de test etmek istiyor. Arzuladığı gibi bir netice elde ederse cemaat başka bir strateji izleyecek.

AK Parti için askerle ve vesayet sistemi ile olan mücadelesinden daha zorlu bir etap başladı. AK Parti bu sefer müzmin muhalifleri ile değil bir iç hesaplaşma ile mücadele veriyor. Cemaat'in bıraktığı boşluğu diğer cemaat ve tarikatların saflarını sıklaştırarak aşmaya çalışıyor.

Siyaseten öğretici bir süreçten geçiyoruz. Zira Türk siyaseti bugüne kadar Fethullah Gülen hareketi benzeri bir oluşumla muhatap olmadı ve daha da ötesi İslam tarihi boyunca bu tip bir yapılanmanın olduğu vaki değil. Okul, mektep, medrese diye başlayan sonra finans kurumları, spor takımlarını sahiplenmeye kadar uzanan, başbakanı yargıya teslim etmek gibi bir kudrete erişen ikinci bir örnek bulunmuyor.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin takipçiliğinden, "siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" diyen âlim ve Allah dostu Zat'ın hassasiyetini bir kenara alarak " Nurculuk " iddiası ile cemaatin geldiği bu nokta tek kelime ile hazindir.

Cemaatin çerçevesi bu denli hırpalandığında, ilgili ilgisiz her şey bu cemaat oluşumuna konmak istendiğinde Saidi Nursi Hazretlerinin neden siyaset ile şeytanı aynı kefeye koyduğu daha iyi anlaşılıyor.

Cemaat bazı siyasilere yönelik seks kasetlerini elinde bulundurmakla itham ediliyor bugün. Bir sohbetinde "üst düzey bir devlet görevlisinin bir otelde bir kadınla beraber olacağı bilgisi geldi, zaman kaybetmeden o zatı arayıp uyardım" diyen Fethullah Gülen var.

Mektep, medrese diye başlayan, "kendim için bir şey istemiyorum" diye devam eden bir cemaat olmak iddiasının geldiği noktaya bakın. Ne kadar üzüntü verici, değerlerin dejenere edilmesi bakımından ne kadar ağır bir vebal.

AK Parti-cemaat kavgası siyasete nasıl yansır, AK Parti, cemaat desteği olmaksızın oy oranlarında bir düşüş olur mu, cemaat bir başka parti ile yoluna devam eder mi sorularının benim için bir anlamı yok neticesinin nasıl çıkacağı ile de ilgili değilim. Tarih bize bir kez daha o şaşmaz hakikati öğretmiş bulunuyor. Amacınızı gerçekleştirmek için kullanacağınız vasıtalar da meşru olmak zorunda.

https://www.marasgundem.com.tr/makale/ak-parti-cemaat-cekismesi-12990

***



Gülen ve Erdoğan’ın İslami Çekişmesi ve Sonuçları.,




Aralık 3, 2018
Alon Ben Meir ve Arbana Xharra

Beş yıl öncesine kadar, Fethullah Gülen ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan birbirlerine destek veren müttefiklerdi. Her ikisi de İslam’ı, doktrinlerinin temeli olarak kullanmaktadır ve bu da onları 1923’te yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran devrimci laik devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ten ideolojik olarak farklı kılmaktadır.

Bununla birlikte, tarihsel olarak, Erdoğan ve Gülen’in İslami yönelimleri birbiriyle çelişmektedir. Gülen’den ilham alan Hizmet hareketi, İslam’ın diğer dinlerle diyaloğa açık olan Tasavvuf versiyonunu kabul ederek uygulamakta ve eğitim yoluyla aşağıdan yukarıya değişime inanmaktadır. Oysaki Erdoğan ve onun Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) otoriteyi gasp ederek ve halkı devlet güçleriyle değişmeye zorlayarak gerçekleştirebileceklerine inandıkları yukarıdan aşağıya değişime destek vermekte ve çoğunlukla ilk olarak Sünni Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği siyasal İslam’ı benimsemektedir.

Erdoğan AK Parti’yi 2001 yılında kurdu. 

Parti bir sonraki yılın seçimlerinde nisbi çoğunluğu kazandı ve Erdoğan Başbakan oldu. Erdoğan’ın, Türkiye’yi ekonomik kalkınma ve sosyo-politik reformlarla bir İslami demokrasi modeli haline getirme taahhüdü, ona, Gülen’in takipçileri de dahil olmak üzere, Türk halkı nezdinde büyük bir destek kazandırdı. Sonraki yedi yıl boyunca, Erdoğan, ilk olarak, Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan yoksul ve daha az eğitimli insanların yoğun olduğu seçim bölgelerinin acil ihtiyaçlarını karşılamak için kapsayıcı ekonomik kalkınmaya odaklandı.

Bir yandan ekonomik gelişme devam ederken, diğer yandan Erdoğan, ordunun sivil otoriteye tabi kılınmasını ve Türkiye Kürtlerinin de dâhil olduğu azınlık haklarının tanınmasını içeren sosyal ve demokratik reformlara başladı. Bu hassas alanlara hitap etme yeteneği, onun iktidarını sağlamlaştırmasına ve İslami gündemini yaymak için bir sonraki aşamaya geçmesine imkân tanıdı.

İlk zamanlarda gerçekleştirilen bu atılım ve reformlar, AK Parti’nin ülkedeki yolsuzluğu dizginleyeceği ve daha önceki Türk hükümetlerinin reddettiği demokratik reformları gerçekleştireceği beklentisi oluşturarak, Hizmet hareketi ile birlikte Türk halkı arasında AK Parti yönetimine karşı yüksek bir güven ve itimat tesis ettirdi.

Erdoğan için, kendisi de belirttiği gibi, “ Demokrasi bir tren gibidir; Hedefinize ulaştıktan sonra İnersiniz.” 

   Erdoğan’ın kendi gündemini saklayan en iyi kılıfı, Türkiye’nin AB üye ülkesi haline geleceği yönünde bir beklenti olmasa da, AB ile devam eden üyelik müzakereleriydi. 

    Erdoğan İslami gündemiyle uyuşmayacağını bildiği için bu müzakerelerde iyi niyetli değildi.

Diğer taraftan, Hizmet hareketinin resmi bir yapısı, görünür bir örgütü ve resmi üyeliği yoktur. Ancak dünyanın en büyük Müslüman yapılanmasına dönüşmüş tür. Hizmet, kendini kamu yararı için kalkınma projelerini ve eğitimi teşvik etmeye adamıştır. Gülen’in destekçileri, onun mesajlarından esinlenerek gevşek bir ittifak içinde birlikte çalıştıklarını savunmaktadır.

1999 yılından beri kendi rızası ile sürgün hayatı yaşayan Gülen, etkileyici bir iş imparatorluğu kurdu. Deutsche Welle, “Türkiye ve yurt dışındaki medya kuruluşları ağı giderek güçlendi; okulları gelecek nesli eğitip yetiştiriyordu… bankaları, Batı ülkeleri ile bazıları İslami prensiplerle yönetilen Ortadoğu ülkeleri arasında fonların hareketini ve transferini kolaylaştırdı.” diye yazdı.

Erdoğan’ın Gülen’in finans yapısı üzerinde baskı kurmasına rağmen, yüz binlerce takipçinin yanı sıra Türkiye’de ve dışarıda binlerce şirket, Hizmet’in finansmanına katkıda bulunmaya devam ediyor. Fethullah Gülen, o dönemlerde hala Türkiye’nin laik elitlerinin sıkı kontrolünde olan ve askeriye tarafından desteklenen, Türk hükümetini çökertmeye yönelik soruşturma altında olduğu 1999 yılında Türkiye’den ayrıldı.

2000 yılında, çeşitli devlet dairelerine sempatizan memurlarını yerleştirerek hükümeti devirmeyi planlamak suçundan gıyabında suçlu bulundu. Gülen bu iddiaları şiddetle reddetmektedir. Aynı iddianame bugünün Erdoğan döneminde de Gülen’in peşini bırakmamaktadır.

1999’dan önce Gülen, Anayasal olarak Laik bir Türkiye içinde faaliyet gösterdi ve takipçileri, son 40 yıldır Türkiye’nin kurumlarında yer buldular. 

   Savunucuları, onun insani yönüne vurgu yaparak ve kendi ideolojisini Türkiye’de ve 140’ı aşkın ülkede başarılı bir okullar ağı aracılığıyla teşvik etmesine atıfta bulunarak, Gülen’i “ılımlı İslam’ın gurusu” olarak adlandırmaktadır. Gülen, gençleri fen bilimleri ve yabancı dillerle eğitirken, Erdoğan, çoğunlukla fakir ve daha az eğitimli olan insanlara dayalı temelini yansıtan bir bakış açısıyla eğitim konusunda çok hevesli değildir.

Erdoğan hiçbir zaman Gülen’e güvenmemişti, ancak başlangıçta Gülen sempatizanlarının desteğini kazanmak için onunla işbirliği yapmaya karar verdi. Fakat arkasını sağlamlaştırıp, istediği diktatöryal güçleri anayasa değişiklikleri yoluyla kademeli olarak elde ettikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun unsurlarını diriltmek ve uzun süredir peşinde koştuğu “Hilafet” rüyasını gerçekleştirmek için, aralarında en başta Gülen’in olduğu rakiplerini ortadan kaldıracak bir konuma ulaştı.

Erdoğan’ın niyeti, başta Afrika ve Orta Asya olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki hükümetlere, kendi ülkelerindeki Gülen’le ilişkili okulları kapatma yönünde baskıda bulunmaktır. ABD merkezli Zaman Amerika muhabirlerinden Sıtkı Özcan, “Erdoğan’ın kendi ifadelerine ve son yıllarda ortaya atılan belgelere baktığımızda, Erdoğan’ın Gülen’i hiç bir zaman sevmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz…” diyor.

Türkiye’den araştırmacı gazeteci Aydoğan Vatandaş, Gülen hareketinin önderliğinin Erdoğan’ın asıl hırslarını görememesinin temel sebebinin, onların ordunun sivil otoriteye tabi kılınmasının ve yargının etkisinin sınırlandırılmasının Türk demokrasisi üzerinde önemli menfi etki oluşturmayacağı hatta demokrasiyi güçlendireceği inancından kaynaklandığını söyledi. “Bu kurumları zayıflatmanın demokrasinin ortaya çıkmasına yol açacağına inanmak yanlıştı.” Ona göre Erdoğan, toplumu yeniden şekillendirmek için gücünü pekiştirdi ve bu da Gülen hareketinin Türk toplumundan tamamen silinmesine yol açtı.

Temmuz 2016’daki başarısız askeri darbeden bu yana, yargıçlar, öğretmenler, polis memurları ve gazeteciler de dâhil olmak üzere yaklaşık 445.000 kişi hakkında Gülen hareketine yönelik düzmece suçlamalarla yasal dava açıldı. Diğer ülkelerden 100’den fazla Gülen hareketi mensubu kaçırıldı ya da Türkiye’ye iade ettirildi.

Gülen hareketinin Kosova’daki temsilcisi Nazmi Ulus, hareketinin okullarının (Mehmet Akif Kolejleri) eğitim-öğretimi sürdürmesine ve ülkedeki faaliyetlerin devam ettirilmesine rağmen, özellikle Mart ayında Erdoğan’ın Kosova’da yaşayan altı Türk’ü kaçırttırmasından sonra artık kendilerini güvende hissetmediklerini söyledi. “Kosova halkı söz konusu olduğunda, evet güvende olduğumuzu söyleyebiliriz, ama yine de Erdoğan’ın benlik davası… ve aynı zamanda [Erdoğan’ın Şantaj] kabiliyeti… bölgede faaliyet göstermesi göz önüne alındığında, evet güvendeyiz demek imkansız. ”.

Erdoğan, Türkiye’deki Hizmet hareketini neredeyse yok edebilmesine rağmen, yüzbinlerce Hizmet mensubu hâlâ tam anlamıyla ancak sessiz bir şekilde özel ve devlet kurumlarında yerleşmiş durumda. ABD’nin de dahil olduğu Erdoğan’ın elinin pek uzanamadığı bir çok ülkede Hizmet mensupları varlıklarını sürdürüyorlar.

Erdoğan ile Gülen arasındaki rekabet, Hizmet’i bitirme çabalarına rağmen, Erdoğan’ın kaybeden taraf olacağını işaret ediyor. Türk nüfusun çoğunluğu, tasfiye ve ağır insan hakları ihlallerinden büyük ölçüde acı çekti; Bunlara ilaveten ekonomide ortaya çıkan endişe verici bozulma ile birlikte, Erdoğan giderek popülaritesini kaybediyor.

Ancak tarihin hayırla yad etmeyeceği Erdoğan’dan farklı olarak, Fethullah Gülen seçilmediği bir konuma sahiptir ve yaşadığı süre boyunca takipçileri tarafından derinden saygı görmeye devam edecektir. Gülen’in sosyal yönelimli İslami felsefesi ve insani yardım hizmetleri, Erdoğan’ın siyaset sahnesini terk etmesinden sonra iyice azalacak siyasi İslam ideolojisinden kesinlikle daha uzun soluklu olacaktır.

 http://alonben-meir.com/writing/gulen-ve-erdoganin-islami-cekismesi-ve-sonuclari/?lang=tr

***




Erdoğan Ve AB Balkanlar’da Çarpışma Rotasındalar.,






Ağustos 3, 2018

Alon Ben-Meir ve Arbana Xharra 

Avrupa Birliği’nde tehlikeli İslami gündemini yayması yasaklanan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, şimdi de Balkanlar’da artan nüfuzunu Batı ülkelerine karşı kullanmak istiyor. Erdoğan’ın Balkanlara yönelik agresif yönelimi, iddialı politikalar peşinde koştuğu ve İslamcı milliyetçiliğini cami ve dini kurumlar ağı aracılığıyla stratejik olarak yaymaya çalıştığı bölge olan Güneydoğu Avrupa’daki Erdoğan muhalifleri arasında kaygıları artırdı.

AB ülkeleri, Erdoğan’ın İslami planından kaynaklanan tehlikeyi fark etmeye başladılar. Bunun bir sonucu olarak, Avusturya, Hollanda ve Almanya, Erdoğan’ın, ülkelerinde seçim kampanyaları düzenlemesini yasakladılar. Ayrıca, iki ay önce, Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz yedi caminin kapatılmasını emretti ve Türkiye’nin finanse ettiği imamları sınır dışı ettirdi. Ülkedeki onlarca diğer Türk imam sıkı gözetim ve denetim altına alındı. New York Times gazetesi Kurz’un , “Paralel toplumlar, siyasallaşmış İslam ya da radikal eğilimlerin ülkemizde yeri yoktur” dediğini aktardı.

Avusturya’nın camileri kapatmasına oldukça sert tepki veren Erdoğan, kararı İslamofobik olarak niteleyerek, misilleme yapılacağı sözünü verdi. Erdoğan, Bosna’da bir miting düzenleyerek Batı ülkelerine meydan okuma konusundaki eğilimini iyice belli etti. 12.000’den fazla destekçiden oluşan bir kalabalığın önünde yaptığı konuşmada: “ Demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden anlı şanlı Avrupa ülkelerinin sınıfta kaldığı bir dönemde, Bosna Hersek bizlere burada bir araya gelme imkânı sağlayarak, sözde değil özde demokrat olduğunu göstermiştir ” dedi.

Balkanlarda Erdoğan’ın sadık yandaşlarına sağladığı genişlik ve rahatlığın yıllardır keyfini süren birçok yozlaşmış politikacı, imam, STK temsilcisi ve akademisyen, Erdoğan adına kampanya yapma konusunda kararlı bir şekilde birleşmiş durumdalar. Bu yolla Erdoğan, özellikle bölgenin Müslüman nüfusu içinde kalpleri ve zihinleri kazanmayı başardı.

Arnavutluk parlamentosundaki en büyük ikinci grup olan Demokrat Parti temsilcisi Grida Duma bize, “ Arnavutluk Başbakanı Rama’nın Erdoğan’ın gönlünü hoş tutarak AB’ye karşı meydan okuması tehlikeli… ve ciddi sonuçlar doğuracak… Rama ile Erdoğan arasındaki yakınlık Arnavutluk’un jeostratejik çıkarlarına hizmet etmiyor. ” dedi.

Balkan ülkelerinden gazeteciler ve sivil toplum temsilcileri, özellikle Erdoğan’a daha önce benzeri görülmemiş bir güç veren Türk anayasasındaki değişiklik ve sonrasında Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin ardından, bir sonraki aşamada neler olacağı konusunda derinden endişe duyuyorlar.

Arnavutluk’tan bir gazeteci ve yayıncı olan Andi Bushati, Duma’nın gözlemlerini doğrulayarak, “Bu yakınlık kendini, yalnızca Rama’ın Erdoğan’ın ‘Kosova Türkiye’dir ve Türkiye Kosova’dır’ şeklindeki ifadesini alkışlaması gibi sembolik hareketlerle değil, aynı zamanda örneğin, Erdoğan’ın, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesini kınamasını desteklemek gibi siyasi eylemlerle de kendini göstermektedir” dedi.

Sırp, Makedon, Kosovalı, Arnavut ve Bosnalı liderler Erdoğan’ın yeniden seçilmesini memnuniyetle karşılayıp, dayanışmalarının bir göstergesi olarak onun için düzenlenen yemin törenine katılarak bu otoriter lidere hayranlıklarını ifade ettiler.

Bu arada, Kosova’nın Erdoğan’ın İslami gündemine boyun eğmesi giderek daha da belirgin hale geliyor. Birkaç hafta önce yüzlerce Kosovalı, Türkiye’nin Kosova’daki Büyükelçisi Kıvılcım Kılıç’ın önderliğinde “Türk demokrasisi ”ne destek amacıyla yürüdü.

Kosovalı tecrübeli bir gazeteci olan Bekim Kupina, Kosovalı liderlerinin Erdoğan’ın, ülkelerini Avrupa’ ya bir sıçrama tahtası olarak kullanmalarına izin vermemesi gerektiğini ifade ederek, “ Kosova’nın Türkiye’nin inşa ettiği dini kurumlara değil okullara, ana okullarına ve iş imkanlarına ihtiyacı var.” dedi.

AB, Balkanlar’daki nüfuzunu artırmaya çalışırken, Rusya ve Türkiye de bölgeyle olan bağlarını güçlendirmek için çok çaba sarf ediyor. AB’nin güneyindeki arka bahçesine olan ilgisinin artması, Moskova’nın Balkanlar’da yükselen etkisinden duyulan korkudan da kaynaklanmaktadır.

Belgrad’daki Avrupa-Atlantik Çalışmaları Merkezi başkanı Jelena Miliç, Erdoğan ve Sırp cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç’in gittikçe artan güçlü bağlar geliştirdiğini doğruladı. Miliç, “Sırbistan’ın hükümet kontrolündeki medyası Erdoğan’ın sicilini eleştirmedi. Erdoğan ve Vuciç, Bosnak Müslüman nüfuslu Sırbistan eyaleti Sancak’ı ziyaret ettiler, ancak Erdoğan bu ziyarette, yalnızca ekonomik ilişkileri ve yatırım fırsatlarını vurgulama konusunda çok dikkatli davrandı” diye konuştu. Miliç’e göre, Türkiye’nin bölgedeki etkisi endişe verici bir hızla büyümekte.

Ürdün, Hırvatistan, Irak, Suriye ve Lübnan’da büyükelçi olarak görev yapan, eski Bosnalı diplomat Zlatko Dizdarević, Türkiye’yi, Bosna’daki iç bölünmeleri derinleştirerek daha da güçleştiren bir “tehdit” olarak tarif ediyor.

Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı konseyinin Boşnak üyesi Bakir İzetbegović yeniden seçilmesinin gecesinde, Erdoğan’ı zaferinden dolayı kutlayarak, “Siz sadece Türkiye’nin cumhurbaşkanı değil, hepimizin başkanısınız” dedi. Bosnalı gazeteci Sead Numanoviç, bu türden açıklamaların Saraybosna’da son zamanlarda bir AKP ofisi açmış olan Erdoğan’ı, Bosna’daki müdahalelerini yoğunlaştırma konusunda daha da teşvik ettiğini ifade etti.

Numanovic,Erdoğan, Saraybosna, Novi Pazar ve Belgrad’ı birbirine bağlayan bir otoyol ve hızlı yol inşa etme sözü verdi. Bu iki projenin tek başına maliyeti 3 milyar avronun üzerinde” dedi. Numanoviç, Turkiye’de yapılan son seçimlerin sonuçlarının Balkanlar’daki siyasi etkisini artırmak için kendi gücünü ve itibarını kullanan Erdoğan’ı cesaretlendirdiğine inanıyor.

Erdoğan, mali imkânlar ve yatırımlar yoluyla bu amacını gerçekleştirmeye çalışıyor. Onu bu hedefinden alıkoyabilecek çok az şey var, çünkü Erdoğan, fazla riske girmeden AB ile tartışmaya girebileceğine inanıyor.

Grida Duma, “ Ana projeler Türk şirketlerine verilirken, son zamanlarda Arnavutluk’a yatırım yapan bir Amerikan şirketi yok ” dedi. Arnavutluk Başbakanı Rama ile Erdoğan arasındaki yakınlık konusunda hiçbir kuşku yok. Dostluk ilişkilerinin yanı sıra, birbirlerini seçimlerde de destekliyorlar.

Erdoğan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamlı günlerindeki kadar güçlü ve etkili bir ülke olacağını ifade ederek, ilkelerden yoksun pozisyonunu Batılı güçlere açıkça beyan etmiş oldu. Erdoğan’ın, Osmanlı dönemine ait unsurları yeniden yapılandırma isteği, aktif ikili ilişkiler geliştirmek istediği her ülkede ürpertici bir etki yaratmalı.

Özellikle Sırbistan ve Makedonya’nın üyelik için aday olarak kabul edildiği ve Balkanlar’daki ülkelerin çoğunun Avrupa Birliği’ne giriş müzakereleri sürecinde olduğu göz önüne alındığında, Erdoğan’ın, bölge ülkeleri ile dostane ilişkiler geliştirme siyaseti arkasında sinsi niyetleri olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye’nin AB üyesi olma kapısı her bakımdan kapandığı bir dönemde, Balkanlar, özellikle İslami gündemini AB ülkelerinde yaymaktan alıkonan Erdoğan için AB’ye karşı kullanabileceği bir koz kartı niteliğindedir.

Batı Balkan ülkeleri AB ile uzun süreli ilişkiler arayışında olduklarından, AB, bu ülkelerde bir taraftan sosyal, politik ve ekonomik reformları teşvik etmeye devam ederken, diğer taraftan maddi destek sağlayarak ve büyük projelere yatırım yaparak Balkan ülkeleriyle ilişkilerini daha da güçlendirmelidir.

Bununla birlikte, Brexit, göç ve şiddet yanlısı aşırılıklar gibi mevzularla meşgul olmalarına rağmen, AB’nin Batı Balkan ülkelerinin entegrasyonuna yönelik istikrarlı bir ilerleme kaydetmesi gerekiyor. AB, Avrupa komisyonuna göre katılıma hazır olan Makedonya ve Arnavutluk ile katılım müzakerelerini başlatmakla, diğer Balkan ülkelerine muhtemel üyeliklerinin ciddiye alındığı konusunda açık bir mesaj gönderecektir.

Bu, Balkan liderlerine AB üyeliği yolunun açık olduğu konusunda ciddi bir mesaj verecektir. Bu hedefi gerçekleştirebilmeleri için, Balkan liderleri, AB’nin kurucu ilkelerine ihanet eden ve bölge ülkelerini İslamcı milliyetçi yörüngesine çekmeye çalışan Erdoğan’a karşı çıkmak zorunda kalacaklardır.


http://alonben-meir.com/writing/erdogan-ve-ab-balkanlarda-carpisma-rotasindalar/?lang=tr


*******





Diyanet: Erdoğan’ın Balkanlardaki İslami Aracı.,




Ekim 22, 2018

Alon Ben-Meir ve Arbana Xharra

Bugünlerde Kosova’nın başkenti Priştine’nin merkezinde bulunan bir inşaat alanına, dört minareli Osmanlı tarzı bir cami ve Türkiye bayrağı fotoğrafı içeren bir pano dikildi. Nüfusu 2 milyondan az olan Kosova 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmişti. Ülke 800’den fazla cami barındırmakta. Kosova İslam Toplumu’nun inşa ettirmekte olduğu ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı (Diyanet) tarafından finanse edilen “Merkez Camii”nin proje maliyetinin 35-40 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.

Diyanet ayrıca, komşu ülkelerdeki onlarca başka cami ile birlikte, Arnavutluk’un Tiran kentinde, George W. Bush Caddesi üzerindeki 10.000 metrekarelik bir arazi üzerinde Balkanlar’ın en büyük camisi olan benzer bir caminin inşaatını da finanse etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkesinin Balkanlar’daki İslami nüfuzunu artırmak amacıyla iki devlet örgütü; Diyanet ve Türk Kalkınma Ajansı’nı (TİKA), bir araç olarak sahaya sürdü.

Diyanet, görevi “inanç, ibadet ve İslam ahlakı ile ilgili çalışmaları yürütmek, halkı dinleri hakkında aydınlatmak ve kutsal ibadet yerlerini yönetmek” olan resmi devlet kurumudur. Bu kurum ayrıca Türk diasporasının dini işlerinden de sorumludur. Sadece Almanya’da, kurum tarafından eğitilen imamların görevlendirildiği 970 cami Diyanet tarafından yönetilmektedir.

Erdoğan’ın Parasıyla inşa edilen camilerin.,  İslami gündemi desteklemek amacıyla siyasi hedefler için kullanıldığını fark eden ilk ülke Avusturya olmuştur. Haziran 2018’de Şansölye Sebastian Kurz, Diyanet’in inşa ettiği yedi caminin kapatılmasını emretti ve Türkiye ile bağlantıları olan 60 imamı ve ailelerini “siyasi İslam’a karşı savaş”ın bir parçası olarak Sınır dışı ettirdi.

Şubat 2016’da, Alman yasa uygulayıcısı, Diyanete bağlı din adamlarının Gülen’in takipçilerine karşı casusluğa karıştığını ortaya koydu. İki yıl önce, bağımsız bir Türk gazetesi olan Cumhuriyet, Almanya ve Balkanlar dâhil olmak üzere Avrupa’daki 38 ülkede Diyanet’in özellikle Gülen sempatizanlarının faaliyetleri hakkında istihbarat toplamada çok aktif olduğunu bildirmişti. 1990’lardan beri Diyanet örgütü hakkında casusluk suçlamaları bulunmaktadır, ancak bu yeni bulgular örgütün daha önce düşünülenden çok daha kapsamlı operasyonlar içinde bulunduğuna işaret etmektedir.

Bu arada Diyanet, Türkiye dışında 100’den fazla cami inşa ederek, dini programını, Osmanlı tarihi ile bağlantısı zayıf olan ülkelere de genişletti. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Balkan ülkeleri ile son derece güçlü ilişkilere sahip olduklarını ve bu işbirliğinin gelecekte özellikle din eğitimi, hizmetler ve yayınlarla ilgili olarak devam edeceğini vurguladı. Türkiye’nin Balkanlar’a gösterdiği önemi ve ilgiyi vurgulayan Erbaş, “Balkanlar’ın bizim için özel bir yeri var. Tarihsel bağlarımız geçmişte olduğu gibi devam edecek.” dedi.

Balkan ülkelerinin çoğu işsizlik, yabancı yatırım eksikliği ve yaygın yoksulluktan mustarip olmasına rağmen, işsizlik oranının %30 olduğu Kosova’da, Erdoğan’ın yatırımları, ironik olarak, cami ve dini eğitim kurumlarına odaklanıyor.

Kosova’nın eski İsveç Büyükelçisi ve Kosova Politika Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü (KIPRED) Genel Müdürü Lulzim Peci, Erdoğan’ın siyasi İslam planına karşı Kosova’daki en kritik muhalif seslerden biri. Kosova’da inşa edilen camilerin Erdoğan’ın İslamcı vizyonunu yayma amaçlı siyasi kurumlar olduğunu kabul eden Peçi, “Kosova ve Arnavutluk’ta, cami inşa etmek için on milyonlarca dolarlık yatırım yapmak, Türkiye’nin üstünlüğünün ve nüfuzunun sadece dini değil, aynı zamanda politik olarak da sembolü anlamına geliyor” diyor.

Erdoğan’ın Osmanlı sembolizmine yönelik muazzam yatırımları, Kosova’daki nüfusun zihniyetini etkilemek ve mevcut ve müstakbel nesiller üzerinde Türk-İslam yanlısı duyguları arttırmak için bilinçli olarak tasarlanmıştır. Diyanet’in desteklediği İslami ideoloji, Türkiye’de bile geniş çaplı infiale ve tepkiye neden olmaktadır. Örneğin, Diyanet, kızların 9 yaşında hamile kalabileceklerini ve dolayısı ile bu yaşta evlenebileceklerini, erkelerin ise 12 yaşında evlenebileceğini görüşünü açıkladı. Bu nedenle, Diyanetin faaliyetleri üzerindeki kaygılar, cami inşaatları ile sınırlı değil, aynı zamanda bu kurumun radikal İslam’a dayanan kültürel ve toplumsal etkisi ile de ilgilidir.

Türkiye’deki başarısız darbe girişiminden bir gün sonra, Arnavut ve Boşnaklar kalabalık gruplar halinde Makedonya, Bosna, Arnavutluk ve Kosova’da Erdoğan ve hükümetine destek gösterileri yaptılar. Tarihçi ve Güneydoğu Avrupa meseleleri uzmanı olan Kemal Ahmeti, “Bu, Erdoğan’ın Balkanlar’da ve diasporada istediği zaman kullandığı potansiyeli ve mekanizmaları açıkça ortaya koydu” diyor.

Ahmeti, “Arnavut camilerinin mevcut durumu, İsviçreli İslamcı Saida Keller-Messahli’nin Islamic Centrifuge in Switzerland adlı kitabında ileri sürdüğü ‘Arnavut camilerinin aslında Arnavut Müslümanların Erdoğan lehine radikalleşmesi için bu türden İslami gündemlere hizmet eden radikal merkezler olduğu’ tezini, ne yazık ki, teyit ediyor” diyor.

Din işlerinde uzmanlaşmış bir Kosovalı gazeteci olan Visar Duriki, Türkiye’nin finanse ettiği cami inşaatı projeleri vasıtasıyla Erdoğan, bu bölge üzerinde kontrol sahibi olduğu yönünde net bir siyasi mesaj gönderiyor dedi. Duriki “Kosova, Erdoğan tarafından finanse edilen daha fazla dini binaya kesinlikle ihtiyaç duymayan, bir ülke” diyor.

Camiler gittikçe artan bir yoğunlukla Siyasi İslam ideolojilerini yaymak için kullanılıyor ve bu da camilerde gerçek ibadet için çok sınırlı bir alan bırakıyor. Makedonyalı deneyimli bir araştırmacı gazeteci olan Xhelal Neziri, “Artık soru bu kuruluşların gerekli olup olmadığı değil, çünkü hedef mümkün olduğu kadar çok kurum inşa ederek bunlar vasıtasıyla Ortadoğu ülkelerinin ve Erdoğan Türkiye’sinin bölgedeki siyasi nüfuzunu güçlendirmek” diyor.

Türkiye, nüfusun çoğunluğu Hıristiyan olan Sırbistan, Makedonya ve Hırvatistan gibi Balkan ülkelerinde büyük kalkınma projelerine yatırım yapıyorken, Arnavutluk’taki Türk yatırımları ağırlıklı olarak İslami dini kurumlar oluşturmaya yöneliyor. Neziri, “Bu bölgede, özellikle Arnavutlar arasında, en güçlü ve sürdürülebilir etkinin, dinin araçsallaştırılmasıyla tam olarak oluşturulduğu görülmüştür” diyor.

Erdoğan’ın Balkanlar’daki emellerini az da olsa takip eden herhangi bir kimse bile, Türk liderin kendine özgü İslami gündemini, camiler inşa ederek ve buralara onun doktrinine bağlı imamlar atayarak Balkan halklarının ruhuna yerleştirmeye kararlı olduğu sonucuna kaçınılmaz olarak varacaktır. Bu, Erdoğan’ın, bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun unsurlarını kendi önderliğinde yeniden kurma vizyonunun bir parçasıdır.

Erdoğan’ın bizzat kendisi ve diğer birçok Türk yetkili, modern Türkiye’nin yüzüncü yılı olan 2023 yılına kadar, ülkenin bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu genişlikte nüfuz ve etkiye sahip olacağı hayallerini açıkça dile getirdiler. Erdoğan, Diyanet’i bu hedefi için ana araçlarından biri olarak kullanıyor.

Bu durum, Balkan devletleri İslam’ı kendi uzun vadeli tehlikeli planına araç olarak kullanan Erdoğan’ın onları Allah adına istismar etmesini ve önlemedikleri sürece, bölge ülkelerinin kesinlikle en büyük kâbusuna dönüşecektir.


http://alonben-meir.com/writing/diyanet-erdoganin-balkanlardaki-islami-araci/?lang=tr

***

18 Eylül 2019 Çarşamba

Komşularla Sıfır sorun Politikası Perspektifinde Suriye - Türkiye İlişkileri

Komşularla Sıfır sorun Politikası Perspektifinde Suriye - Türkiye İlişkileri 



Okan ÇELİK      
Uluslararası İlişkiler                               

Komşularla Sıfır Sorun politikası perspektifinden: Suriye- Türkiye ilişkileri 

Özet 

Türkiye; 910 kilometrekare ile en uzun kara sınırını Suriye ile paylaşmaktadır. Suriye’de Temmuz 2000’de başlayan Beşar Esad dönemi ve Türkiye’de 2002 yılında başlayan AK parti dönemi ile birlikte karşılıklı üst düzey ziyaretler hız kazanmıştır. 

Komşularla sıfır sorun politikasını ilke haline getirmiş olan AK Parti, Ortadoğu’da meydana gelen gelişmelerde önemli ölçüde rol almaya çalışmakta ve bu durum ilişkilerin seyri değişmeye başlamıştır. Suriye ile olan ilişkilerimiz “ Arap Baharı” sürecinde, günden güne kötüye gitmiştir. 

Yaşanan bu gelişmelerin ışığında Türkiye’nin yakın çevresinde iyi komşuluk ilişkileri içerisinde olacağı ülkelerin sayısının giderek azalacağı ön görülmektedir. Yapılan çalışma Türkiye’nin Suriye Politikaları perspektifinden Türk dış politikasının değişmesi gereken yönleri tespit edilecektir. 


Giriş 

     Türkiye ve Suriye ilişkilerin 1946 yılında Suriye’nin bağımsızlığını ilan etmesinden 2000’li yıllara kadar ikili düşmanlıkla gelişme göstermiştir. 2002 de AK Partinin İktidara gelmesiyle ilişkiler daha da gelişmiştir. 
     Karşılıklı ilişkiler ilk olarak karşılıklı ziyaretlerin olması ardından ekonomik işbirliğinin olmasıyla ilişkiler daha gelişmiştir. Ardından siyasi ilişkilerin gelişmesi, ekonomik işbirliğinin siyasi işbirliğine dönüşmesi iki ülkenin sıkı ilişkiler geliştirerek karşılıklı işbirliğinde yürütmüşlerdir. Suriye Türkiye ilişkileri günümüze kadar problemlerle, meselelerle gelmiştir ve problemler birçok alanda bugün de artarak devam etmektedir. Gelinen son noktada da ilişkiler 2000 – 2010 dönemin iyi ilişkiler görünüyor olsa da Arap Baharı sonrası dönemde ilişkilere kötüleşmeye başlamış, savaş ortamına bırakmıştır.  
     AK Parti 2010 sonrasın da izlemiş olduğu dış politika ile başta Suriye olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesi ile ilişkileri gerilemeye başlamıştır. Bu çalışmada Türk dış politikasının dönüşümünü, AK Partinin komşularla sıfır sorun politikasından sıfır komşuya dönüşmesi, Suriye sorununda izlemiş olduğu politika sonucunda güven duyulamayan ülke konumuna gelmesi ve uluslararası arena da kaybetmiş olduğu prestiji yeniden kazanmasının yolunu incelenecektir.  

1.Tarihi Arka Planı 

 Türkiye ve Suriye ilişkilerinin 1946 yılında Suriye’nin bağımsızlığını deklare ettiği tarihten bu yana karşılıklı tehdit algılamasına dayandığını söylemek mümkündür. Türkiye- Suriye arasındaki gerginliğin sebeplerini; iki kutuplu dünya düzeni, Hatay sorunu, Su sorunu, Suriye’nin PKK’ya desteği şeklinde sıralayabiliriz. 
 Sorunun temel sebeplerinde olan Hatay sorunu iki ülke için ciddi gerilimlere yol açmıştır. Siyasal konjonktüre bakıldığında Hatay 2 Eylül 1938 de bağımsızlığını kazanmış fakat O günden itibaren Türkiye ile ilişkilerini sıkı tutmuş ve Hatay’ın Türkiye’ye katılma arzusunda olduğunu birçok vesilelerle belirtmiştir (Dayı, 2002, ss:31). Bir diğer sorun ise Soğuk savaş döneminin başlamasının ardından Türkiye’nin 1952 de NATO’ya üye olmasıyla Batı yanlı politikalar izlemesi, Suriye’nin ise özellikle Hafız Esad döneminde Doğu blokuna yakın politikalar izlemesi iki ülke arasında gerilimlere yol açmaktadır.  

Türkiye ile Suriye arasında yaşanan bir diğer ehemmiyetli konu ise su sorunudur. Su sorununun başlaması Türkiye’nin Fırat nehri üzerine Keban barajını inşa etmesiyle başladı. Suriye tarafına akan nehir sularının azalacağından dolayı gerilim artmıştır. Ardında GAP projesinin hayata geçmesi ve Karakaya barajının inşaatına başlanması iki ülke arasındaki gerilimi hat safhaya ulaştırmıştır. 1980’lerden günümüze kadar devam eden PKK sorunu, Türkiye’nin en büyük sorunları arasında yer almaktadır. Suriye’nin PKK’ya destek vermesi, terör örgütü elebaşı olan Abdullah Öcalan’a Suriye’de barınma olanağı tanıması ve yapmış olduğu bir takım yardımlar sonucunda, Türkiye’den sert eleştiriler almıştır. Suriye’nin bu desteğini, Türkiye’nin uygulamış olduğu su politikalarından dolayı olduğu şeklinde yorumlarda yapılmıştır. (www.icpolitikadispolitikayıetkiler.com, 2016) 
İki ülke arasındaki ilişkilerin dönüm noktası 1998 yılında Türkiye’nin Suriye’ye uyguladığı, PKK’ya desteği kesmesi ve terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’nın ülkesinden çıkarması için baskı politikaları izlemesi sonucunda Suriye tutumundan vazgeçerek Öcalan’ın ülkeden çıkması için baskı uygulamış ve PKK ya desteğini çekmeye başlamıştır. Türkiye ile Suriye arasında, güvenlik kaygılarını gidermek ve PKK terör örgütüne karşı işbirliği yapma amacıyla Adana Mutabakatı imzalanmıştır. İyi ilişkilerin gelişmesiyle, Cumhurbaşkanı Sezer’in Hafız Esad cenazesine katılması, ilişkilerin daha da normalleşmesi sağlamıştır. Bunun paralelinde ekonomik ve askeri alanda da işbirliği 
yönelik atılan adımlar, karşılıklı üst düzey ziyaretler, o dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler gelişim göstermesine yol açmıştır. 
Ak Partinin iktidara gelmesiyle birlikte ilişkilerin olumlu seyri artış göstermeye devam ederek hat safhaya ulaşmıştır. Ak Partinin siyasal İslam’a yakın pir politika izlemesi ilişkilerin ilerlemesinde önemli rol oynamıştır. Dönemin dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da izlemiş olduğu “komşularla sıfır sorun politikası “ iyi ilişkileri daha da artırmıştır. 2004 yılında Beşar Esad’ın Türkiye ziyareti sonrası Hatay sorununda aşılması ilişkileri daha da iyileştirmiştir. 2009 yılına gelindiğinde ise Türkiye ve Suriye arasında imzalanan Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte ilişkiler zirveye ulaşmıştır. 
Ancak 2011 yılında Arap Baharı’nın Suriye’yi de etkisi altına almasıyla Esad ile olan bütün iyi ilişkilerin askıya alınmasıyla sonuçlanmıştır. 

2.Ekonomik, Demografik, Kültürel ve Sosyal İlişkileri  

 Türkiye – Suriye ekonomik ilişkileri siyasi gelişmelere paralel olarak Adana Mutabakatı’nın imzalanmasının hemen ardından iki ülke arasındaki ticareti artırmak için adımların atılacağı vurgusuyla gelişmeye başlamıştır ( Tür, 2012, ss:34). 1988’den beri çalışmayan Ortak Ekonomik Komite’nin tekrar faaliyete geçmesi için bir anlaşma metni imzalanmış, ticari ilişkilerde hareketlilik yaşanmaya başlamasıyla sınır bölgesinde ticari bir hareketlilik baş göstermiştir. Hafız Esad’ın ölmesi ve ülke yönetimine oğlu Beşar Esad’ın gelmesi Suriye için bir dışa açılımın ekonomide liberalleşmenin, babasına nazaran Beşar Esad’ın daha özgürlükçü bir yapıda olacağını söylemesi vb. söylemler Suriye’nin iç pazarının değerlenmesine sebep olmuştur. Nitekim komşusu olan Türkiye de Suriye’nin bu iç pazarına girmeye çalışmıştır. Buna örnek olarak Gaziantep de ki firmalar örnek verilebilir.


 “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu”sıralamasında 1997 yılında Gaziantep deki firmaların sadece 9 u bu sıralamaya girebilirken 2011 yılında bu sayı 19 çıkmıştır (Alpaslan, 2012, ss:2). Yapılan bu antlaşmayla hem ticarette hem de yatırım konusunda önemli bir yol kat edilmiştir. 

 Eylül 2009’da vizelerin kaldırılmasıyla oluşan ekonomik bütünlükle ilişkiler de yeni bir döneme girilmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, vizelerin kaldırılması üzerine sınırda yapılan törende: “Suriyelilere seslenmek istiyorum. Türkiye sizin ikinci ülkeniz ve Türk halkı kucak açmış sizi vizesiz olarak beklemektedir” demiştir. Vize uygulamasının kalkması yapay bir şekilde ayrılmış olan iki ülke halklarının yeniden birleşmesi olarak nitelendirilebilir. Vizelerin kaldırılması aynı zamanda ekonomik işbirliğinin ekonomik bütünleşmeye dönüşmüştür. Vize uygulamasının kalkmasıyla birlikte Demografik bir takım değişimlerde görülmektedir. Hatay’ın Anavatana katılmasıyla birlikte akrabaların bir kısmının Suriye’de kalması aynı şekilde Suriyelilerin akrabalarının Türkiye’de kalmasından dolayı ayrılık yaşayan akrabaların tekrardan bir araya gelmesi demografik birleşme açısından göze çarpan bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Vize uygulamasının kalkmasıyla birlikte Suriyelilerle Türkler arasında kültür alışverişi yaşanmıştır. Suriyeli halklar Türk kültürünü, Türk halkı ise Arap kültürünü biraz daha yakından tanıma fırsatı bulmuştur. 

1989 dan Arap Baharının baş gösterdiği 2011’e kadar olan süreçte Türkiye ile Suriye arasında artan bir ticaret hacmi görülmektedir. 
2007-2009 serbest ticaret anlaşmasıyla gelişen ticari ilişkiler  



Şekil1: Türkiye’nin Suriye ile  olan İhracatı ve ithalatı  

Kaynak: TUİK 

 Şekil 1 e bakıldığında da Suriye, Türkiye için önemli bir Pazar niteliğindedir. Geçmiş dönemlerde yapılan anlaşmalarla gerek ticaret, gerek turizm, gerekse emlak alanında hızla gelişme göstermiştir Arap Baharı sürecine kadar.  


4.Siyasi ve Askeri İlişkiler 

 2002 yılında AK Partinin Türkiye’de tek parti olarak iktidara gelmesinden sonra Suriye ile olan ilişkiler hız kazanmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu AKP’nin izleyeceği dış politikada her zaman söz hakkına sahip olmuştur. Ayrıca Ak Parti’nin muhafazakâr bir parti olması Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesini sağlamıştır. 

 Türkiye Ortadoğu’da söz sahibi olmak istiyorsa bunun anahtarının Suriye’de olduğu gerçeğini biliyordu. Bundan dolayı terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra Suriye ile ilişkilerde sorun teşkil edecek bir konunun kalmamıştır. Ayrıca Suriye Batı ile arasını iyi tutmak istiyorsa Türkiye şansını kullanması gerektiğini biliyor, aynı şekilde Türkiye de Ortadoğu’da aktif olmak istiyorsa Suriye ile işbirliği yapması gerekmekteydi ( Kınalıtopuk, 2014, ss:19). İki ülke arasında ki ortak düşman sayılabilecek olan İsrail ile olan gerilimli süreç (Davos), Suriye’nin yakından takip etmesiyle devam etmiştir. O dönemde Suriye’nin Türkiye politikası “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” şeklinde izlediğini söylemek mümkündür.   

    Türkiye – Suriye ilişkileri 2003 sonrası dönemde bölgesel koşullarda ve güç dengelerinde meydana gelen değişikliklerin etkisiyle işbirliği düzeyinden kısa sürede yüksek düzeyli işbirliği sürecine dönüşmüştür. Irak işgali, Amerikan baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlayan işbirliği ve diyalog süreci her iki ülke arasında var olan olumsuz ön yargıların yerini ortak çıkarlara bırakmasını sağlamıştır. Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. 16 Eylül 2009 da Esad’ın Türkiye’yi ziyaretinin ardından her iki tarafın aralarındaki diyalog sürecini ve işbirliğini stratejik bir aşamaya taşımak istedikleri ve buna yönelik olarak gerekli mekanizmaları içeren bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuracaklarını açıklamamıştı. Bu açıklamanın ardından her iki ülkenin Dışişleri Bakanlığı süreci başlatmış oldu ( Ayhan, Kasım’9 Cilt1 Sayı11, ss:31) 

       Stratejik İşbirliği Konseyi öncelikli olarak TR - Suriye arasındaki ilişkilerin her alanda gelişmesine yardımcı olacak mekanizmalar ve somut adımlar içermesinden dolayı oldukça önemlidir. Her iki ülkenin başbakanları düzeyinde Eş Başkanlık sistemini ön gören İşbirliği Konseyi’nin Bakanlar Kurulu’nun içinde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, savunma, içişleri, ulaştırma ve tarım bakanlarının bulunduğu toplam on altı (Türkiye ve Suriyeli) bakandan oluşması ön görülmüştür. Bununla birlikte gerek görüldüğünde toplantılara kurul üyesi olmayan diğer bakanlarında katılması sağlanarak bakanlar kurulunun yapısı daha da genişletilebilir bir duruma getirilmiştir. Türkiye ile Suriye arasında gerçekleşen bu işbirliği gerek ekonomi alanında olsun gerek siyasi alanda olsun pek çok gelişme göstermiştir. Tarihten gelen sorunlar bir bir aşılarak dostluk bağları gelişmeye başlamıştır.  

Diplomatik ilişkilerle başlayan sıcak ilişkiler her alanda gelişirken, bu ziyaretlerin yansıması olan birliktelik askeri alanda da kendisini gösterecektir. Bu süreçte İsrail ile Türkiye arasında yükselen tansiyondan Suriye yararlanmıştır. Bunun sonucunda İsrail’in gerçekleşmesinden hoşnut kalmadığı, Türkiye ve Suriye sınırında Türk ordusuyla Suriye ordusu bir araya gelmişlerdir. Kara kuvvetleri karşılıklı dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için 26 Nisan 2009 da Kilis’te ve Şam da gerçekleştirilmiştir. Siyasal konjonktüre bakıldığında iki ülke arasında ki gerilimin savaş noktasında olması, bugüne gelindiğinde ise barışçıl bir şekilde çözülmesi iki ülke açısından da başarıdır.

Komşularla sıfır sorun politikasının en iyi örneklerinden birisi olan Suriye ile olan ilişkiler 2011 yılına gelindiğinde tam bir fiyaskoyla sonuçlanarak ilişkiler kopma sürecine gelmiştir. 

Sonuç ve Öneriler 

2000 sonrası izlenen ekonomi politikalarında doğru adımlar atılmıştır. Gerek yapılan işbirliği gerek serbest ticaret anlaşmaları iki ülke ekonomisine katıda bulunarak gelişim göstermelerini sağlamıştır. Ardında vizelerin kalkması iki ülkenin turizm gelirlerine önemli katkılar getirmiştir. Özellikle demografik açıdan fayda sağlayan bu politika Suriyeli akrabalarla kolay bir şekilde buluşma ortama sağlamıştır. Fakat burada eleştirilmesi gereken bir nokta vardır. Getirilen vize muafiyeti sonrasında Suriye’de barınan PKK militanlarının Türkiye’ye rahatlıkla girmesi faaliyet göstermesi bu bölgelerde eleştirilecek konu arasındadır. 
   
Türkiye’nin Suriye ile kurmuş olduğu siyasal ilişkilere bakıldığı zaman 2009 dan sonra hat safhaya ulaşmış ve dostane ilişkilerin seyri iyi ilerlemektedir. Komşularla sıfır sorun politikasının en iyi örneği olan Suriye ile ilişkiler Arap baharına kadar iyi bir görünümdedir. Yapılan askeri tatbikatlar, vizenin kalkması, Stratejik İşbirliği Konseyi bu politikanın işler bir politika olduğunu söylemek yanlış olmaz fakat Türkiye’nin Arap baharı sürecinden sonraki izlediği politikalar eleştirilmelidir.  

Türkiye- Suriye ilişkilerinin siyasal boyutunu analiz ettiğimizde; komşularla sıfır sorun yaklaşımı etrafında şekillenen Türk dış politikası son senelerde bir tıkanmışlık görüntüsü vermektedir. Bunun sebeplerini incelediğimizde ilk olarak Ortadoğu’nun hamiliğini üstlenen (Osmanlı’nın mirasını üstlenmesi) bir politika izlemesi ve Esad rejiminin tavsiyelerini dikkate alacağı şeklindeki beklentilerinin boşa çıkması ikinci bir sebep Bölgesel liderlik arzu içinde olan Türkiye buna rağmen inisiyatif alma konusunda oldukça çekingen davranmak ve küresel aktörlerin, başta ABD olmak üzere, politikalarının takipçisi görüntüsü vermek Türkiye’nin Suriye ile olan siyasi ilişkilerinde eleştirelen bir noktadır ( Oğuzlu,2012, ss:48). Ama bu demek değil ki Türkiye’nin askeri müdahale yapması gerekiyor. Burada söylemek istediğim dengesizlik durumu, Türkiye’nin aşırı söylemlerinin yanı sıra ihtiyatlı ve dengeli yaklaşımı Türkiye’nin bölge inandırıcılığı azalmakta ve uluslararası arenada Türkiye’nin kafasının karışık bir aktör görüntüsü vermesine sebep olmaktadır. Üçüncüsü Sıfır sorun politikasının en önemli ayaklarından bir tanesi olan, diplomatik araçlara daha fazla öncelik vermesi ve Ortadoğu’da ortak bir bölgesel bilinç kurulmasına çalışarak bölge dışı güçlerin bölgeye olan müdahalelerinin sınırlandırılmasıydı ( Oğuzlu, 2012, ss:49). 

Türkiye’nin bu politikası gereği batılı aktörleri bölgeden uzak tutması temel faktörken, Türkiye’nin bunun aksine batılı aktörleri bölgeye sokmaya çalışması hatta NATO’yu bölgeye müdahale konusunda sürekli baskıda bulunması Türkiye’yi bölgeden uzaklaştıran bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır.  

Ortadoğu’da olan anti- emperyalist bir yaklaşım ve Türkiye’nin sergilemiş olduğu batılı politikalar Türkiye’nin bu bölgeden tasfiye olmasına sebep olmaktadır. Batılı ve bölgesel aktörlerin olabildiğince gerçekçi bir dış politika izledikleri bir ortamda Türkiye’nin bazı idealler ve misyonlar etrafında hareket etmesi hem hayal kırıklığı yaratmakta hem de Arap Baharı öncesinde iyi ilişkiler geliştirmiş olduğu Suriye ile şuan savaş konumunda olması, Türkiye’nin uluslararası arena da güven kaybına sebep olmasına, Türkiye ile işbirliği yapacak ülkelerin Türkiye’nin güvenilir bir ülke olmadığı için ve emperyalist politikaları için her an işbirliği içinde olduğu devlete ihanet edecek pozisyonda olması çok ciddi sıkıntılar getirecektir. 

Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politikayı değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye Arap Baharı öncesinde izlemiş olduğu dış politikaya dönerek komşularıyla ilişkisini düzeltmesi gerekmektedir. Türkiye Ortadoğu’da zedelenen imajını yeniden düzeltmesi gerekmektedir. Ayrıca Türkiye Atatürk dönemi politikasına geri dönerek “hiçbir devletin iç işlerine karışmaması ve kendi iç işlerine karıştırmaması” ve “yurtta sulh cihanda sulh” politikalarını izlemesiyle kaybetmiş olduğu prestijini yeniden kazanacaktır. 

Kaynakça 

 Dayı, Esin (2002) Hatay Devleti ve Hatay’ın Anavatana Katılması, A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 19 Erzurum 
 Alpaslan, İdil (2012) Suriye Krizi Türkiye Ekonomisini Nasıl Etkiler, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı  
 Tür, Özlem (2011) 2000’lerde Türkiye – Suriye ilişkilerinin Siyasi- Ekonomisi Ortadoğu Analiz Temmuz- Ağustos 2011- Cilt:3 Sayı: 31-32 
 KınalıTopuk, Ömer Tugay Türkiye – Suriye İlişkileri 2002 – 2014 Dönemi Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Projesi  
 icpolitikadispolitikayietkiler.wordpress.com E.T 05.06.2016  
 Ayhan, Veysel Kasım’09 Cilt1 Sayı 11 Türkiye- Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi, Ortadoğu Analiz 
 Oğuzlu, Tarık (2012) Komşularla Sıfır Sorun Politikası ve Arap Baharı: Tıkanmışlık durumunun Bir analizi, Ortadoğu Analiz 

Komşularla sıfır sorun politikası perspektifinde Suriye- Türkiye İlişkileri                             
Okan ÇELİK.,

***         

26 Ağustos 2018 Pazar

24 HAZİRAN 2018 SEÇİM SONUÇLARI, ANALİZİ, BÖLÜM 5

 24 HAZİRAN 2018 SEÇİM SONUÇLARI, ANALİZİ, BÖLÜM 5 


TABLO 10. 

KÜRT NÜFUSUN YOĞUNLUKTA OLDUĞU 16 İLDE MİLLET VEKİLİ DAĞILIMI İLLER 
HAZİRAN 2011 
HAZİRAN 2015 
KASIM 2015 
HAZİRAN 2018 
AK PARTİ BAĞIMSIZ DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER AK PARTİ HDP DİĞER 


HDP’nin batıdaki bazı büyükşehir ve illerde yaşadığı oy artışı da CHP’den bu partiye oy geçişlerinin bir yansımasıdır. Bu minvalde özellikle İstanbul, İzmir, Ankara ve Antalya gibi illerde HDP 1 Kasım’a kıyasla ciddi bir oy artışı yaşamıştır. HDP’nin barajı aşmasıyla AK Parti’nin Mecliste çoğunluğu sağlamasının önüne geçilmesi adına sergilenen bu taktiksel oy verme davranışı partinin doğal oy oranının üzerine çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca partinin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın oy oranında 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine göre düşüş olmasına rağmen HDP’nin oylarının artması da bu durumu doğrulamaktadır. 

Demirtaş bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oy oranının 1 puan gerisinde kalırken partisiyle arasında da 3 puanlık bir fark ortaya çıkmıştır. 
Bu farkın seçim öncesinde kamuoyundaki değerlendirmelerde de sıkça dile getirildiği üzere CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye aktarıldığı muhtemel görünmektedir. 

Sonuç itibarıyla HDP’ye olan destek Kürt seçmenlerin yaşadıkları illerde azalsa da parti bu düşüşü batıda CHP seçmenlerinden gelen oylarla takviye etmiştir. CHP’nin Cumhur İttifakı’nın Parlamentoda azınlığa düşmesini sağlamak için yürüttüğü bu strateji HDP’nin CHP’nin emanet oylarıyla barajı geçmesiyle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla HDP’nin barajı aşması muhalefetin stratejik oy verme davranışı üzerinden AK Parti’nin Mecliste gücünü sınırlandırmaya dönük stratejisinin bir sonucudur.22 

Kürtlerin HDP’nin PKK ile aynı doğrultuda politikalar uygulamasından duyduğu rahatsızlığın boyutlarını ise seçim sonuçları net bir şekilde göstermektedir. Kayyum belediyeciliğinin başarısı da HDP’ye olan teveccühü azaltan nedenlerden biri olarak görülebilir. 


TABLO 11. 
HDP NIN OY ORANINI ARTIRDIĞI BAZI ILLER İLLER 



KASIM 2015 HAZİRAN 2018 OY ORANI 


TABLO 12. 



İYİ PARTİ NİN MİLLETVEKİLİ ÇIKARDIĞI İLLER VE OY ORANI İLLER OY ORANI (YÜZDE) MİLLETVEKİLİ SAYISI 


İYİ Parti 

Ekim 2017’de kurulan İYİ Parti seçimlere Millet İttifakı çatısı altında girdi. Seçim kampanyası boyunca İYİ Parti’nin MHP seçmeninin büyük ölçüde  desteğini alacağı ve AK Parti seçmeninden de bu partiye oy geçişleri olacağı dolaşıma sokuldu. Fakat partinin kampanya sürecinde kimliksiz ve kaygan bir siyaset izlemesi halihazırda bu partiye yönelmiş seçmenin dahi desteğini çekmesine yol açtı. Dolayısıyla 24 Haziran’da seçmenlerinin  beklentilerini karşılayamayan partilerden birisi de İYİ Parti oldu. 

İYİ Parti genel seçimlerde 4 milyon 993 bin oy ile yüzde 9,96 oranında oya ulaşırken partinin cumhurbaşkanı adayı Akşener 3 milyon 649 bin oy ile yalnızca yüzde 7,2 oranında oy alabildi. Akşener ve İYİ Parti’nin oy sayıları arasındaki yaklaşık 1 milyon 340 binlik farkın CHP adayı Muharrem İnce’ye gittiği ifade edildi. Türkiye genelinde İstanbul’dan sekiz, Ankara’dan beş, Antalya’dan üç, İzmir, Adana, Bursa ve Mersin’den ikişer vekil çıkaran parti toplamda 43 milletvekili elde etti. 

İYİ Parti ağırlıklı olarak Ege ve Akdeniz’den yüksek oranda oy almıştır. En düşük oy oranını ise Doğu ve Güneydoğu’dan edinmiştir. Oy oranının en yüksek olduğu illere bakıldığında Burdur, Isparta, Antalya, Çanakkale ve Muğla’nın başı çektiği görülmektedir. İYİ Parti’nin cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener’in en yüksek oy oranına ulaştığı iller de partiyle benzerlik göstermektedir. İYİ Parti lideri Meral Akşener oran olarak en yüksek oya Burdur (15,8), Isparta (14,8), Antalya (13,5), Denizli (13,8) ve Bilecik’te (13,2) ulaşmıştır. 

İYİ Parti’nin bazı kesimlerin abartılı tahminlerinin aksine beklenen bir sonuç aldığı söylenebilir. Yüzde 10’a oldukça yaklaşan İYİ Parti’nin oylarının çok büyük bir kısmını MHP ve CHP seçmeninden alması ayrıca önemlidir. Bu durum AK Parti alternatifi “merkez sağ” bir parti olma iddiasındaki partinin ideolojik konumlanma olarak durduğu yeri tam belirleyememesinin de bir sonucudur. Ayrıca Meral Akşener’in İYİ Parti’ye kıyasla yüzde 25 daha az oy alması partinin lider eksenli ve iktidar adayı bir parti olmaktan ziyade kendi partilerine tepkili seçmenlerin buluştuğu bir parti hüviyetine büründüğünü göstermektedir. 


TABLO 13. 

İYİ PARTİ NİN EN YÜKSEK OY ORANINA SAHİP OLDUĞU ON İL 
İLLER OY ORANI (YÜZDE) OY SAYISI MİLLETVEKİLİ SAYISI 



Kamuoyunda İYİ Parti’nin gerek AK Parti’den çok oy alacağı gerekse de MHP’yi tamamen eriteceğine dair yürütülen bilinçli propaganda sonucunda oluşan hayal kırıklığı partinin yüzde 10’a yakın oy almasına rağmen başarısız olarak görülmesine yol açmıştır. Özellikle partinin genel başkanı Meral Akşener’in Parlamento dışında kalması partinin önümüzdeki dönemde güçlü bir siyaset izleyip izleyemeyeceğine yönelik soru işaretleri oluşturmaktadır. Her ne kadar parti Ege ve Akdeniz bölgelerinde görüldüğü gibi MHP’den belirli bir oranda oy alsa da bu oyların konsolide olup olmayacağı belirsizdir. 

İYİ Parti’nin seçim sonrasında ciddi bir arayış içerisine girdiği görülmektedir. Bu sebeple partide bundan sonraki stratejisiyle ilgili farklı arayışlar mevcuttur. Son olarak İYİ Parti’nin Millet İttifakı’nda daha fazla yer almayacağı ve bu ittifakın sona erdiğinin duyurulması bu arayışın bir tezahürüdür. 

Saadet Partisi 

Saadet Partisi 24 Haziran seçimlerine Millet İttifakı çatısı altında girdi. Saadet Partisi ile İYİ Parti arasında Aralık 2017’den itibaren başlayan görüşmeler erken seçim kararının ardından hızlandı ve CHP’nin de bu iş birliğine katılmasıyla sonuçlandı. Bu üçlü ittifakta Saadet Partisi’nin AK Parti seçmenlerinin bir bölümünün desteğini alacağı iddia ediliyordu. Fakat Saadet Partisi’nin CHP ile aynı ittifak çatısı altında bulunması kendi tabanının bir bölümü tarafından tepkiyle karşılandı. 

Saadet Partisi 24 Haziran genel seçimlerinde aldığı 672 bin 139 oy ile yüzde 1,34 oy oranına ulaşmıştır. 1 Kasım seçimlerinde 326 bin oy ile yüzde 0,7’de kalan Saadet Partisi 24 Haziran seçimlerinde oyunu artırmıştır. Ancak Saadet Partisi BBP ile ortak girdiği 7 Haziran seçimlerinde aldığı 1 milyon oyun dahi gerisinde kalmıştır. 24 Haziran genel seçimlerinde Bayburt (3,2), Batman (3,1), Trabzon (2,5), Konya (2,3) ve Kocaeli (2,2) Saadet Partisi’nin en yüksek oy oranına ulaştığı iller olmuştur. 

Saadet Partisi hiçbir seçim bölgesinde milletvekili çıkaracak yeterli sayıya ulaşamadığı için elde ettiği oylar ittifakın diğer üyelerine eklemlenmiştir. 
CHP bu sayede Adıyaman, Elazığ, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kırıkkale, Kırşehir, Kütahya, Nevşehir, Şanlıurfa ve Yozgat’ta Saadet Partisi ve İYİ Parti’nin ittifak oylarıyla birer milletvekili çıkarmıştır. Buna karşın Saadet Partisi CHP’nin kendisine ayırdığı kontenjandan altı milletvekili adayı göstermiş ve bunların ikisi 24 Haziran’da seçilmiştir. Saadet Partisi’ne ayrılan üçüncü bölge dokuzuncu sıra ve Konya ikinci sıradan gösterilen adaylar CHP listesinden milletvekili olmuştur. 

Saadet Partisi seçimler sonrasında CHP’ye verdiği katkı nedeniyle eleştirilerin odağında yer almıştır. Bir yandan CHP tabanı Saadet Partisi’ni ittifaka yeterince katkıda bulunmadığı sebebiyle eleştirmiştir. Öte yandan muhafazakar kesimden gelen eleştiriler Saadet Partisi sayesinde CHP’nin 
önemli sayıda milletvekili elde etmesiyle ilgilidir. 


Bu eleştirilere karşı Saadet Partisi’nden net bir açıklama yapılmasa da Millet İttifakı’nın dağılma-sıyla beraber Saadet Partisi önümüzdeki dönemde 
siyasette tekrar geri planda kalacaktır. Zira Saadet Partisi aktör haline gelme çabasına karşın seçim sürecinde etkili bir siyaset ortaya koyamamıştır. 

SONUÇ 

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri Türkiye için tarihi bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. 16 Nisan referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı sistemine fiilen geçildi. Partilerin yasal bir zeminde ittifak yapabilmelerini sağlayan seçim ittifakı düzenlemesi de ilk kez tecrübe edildi. Partilerin seçmen tabanları arasında taktiksel denebilecek oy geçişkenlikleri ortaya çıktı. 

Bu seçimlerde muhalefetin kampanyasının özü Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı üzerine inşa edilmişti. İttifak yapmalarının dinamiğini de bu motivasyon oluşturdu. Buna ek olarak muhalefet partileri 1990’ların vaat siyasetine yönelerek siyasal popülizmin tüm unsurlarını devreye soktu. 
Önce Erdoğan karşıtlığında bir “çatı aday” üzerinde ittifak sağlanmaya çalışıldı. Özellikle AK Parti’de siyaset yapmış eski siyasetçiler ve sağ siyasetin 
içinde bulunmuş aktörler üzerinde epeyce tartışma yürütüldü. Ancak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için “çatı aday” üzerinde ittifak sağlanamayınca 
Parlamento seçimleri için CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve DP Millet İttifakı adıyla seçimlere gitti. HDP ise AK Parti’ye karşı taktiksel olarak Parlamento seçimlerinde desteklenerek barajı geçmesi sağlandı. 

İktidarın seçimlere dönük büyük hikayesi on altı yıllık icraat ve hizmet siyasetini yeni siyasal sistemle birlikte taçlandırma üzerineydi. 
Bu anlamda “Yaparsa Yine AK Parti Yapar” sloganıyla kendisine bugüne kadar en az bir kez oy vermiş seçmenin diğer partilere yönelmesi engellenmeye  çalışıldı. AK Parti seçimlere yönelik yeni dönemde büyük projelere devam etmekle birlikte mikro projelere de ağırlık verileceği temasını öne çıkardı. 

Seçimler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak zaferiyle ilk turda sonuçlandı. MHP ile birlikte Cumhur İttifakı çatısında seçimlere giren AK Parti oyların yüzde 42,6’sını alarak en yakın rakibinden neredeyse iki kat fazla oy elde etti. Böylece AK Parti on altı yıllık iktidarını sürdürecek bir sonuca ulaşarak 2002’den bu yana girdiği on dördüncü seçimi de kazandı. AK Parti 1950 demokratik seçimlerinden bu yana kesintisiz en uzun iktidarda kalan parti olma özelliğini korumaktadır. Yeni bir erken seçim yaşanmadığı takdirde beş sene daha iktidarda kalacaktır. Bu açıdan bakıldığında AK Parti siyaset bilimi literatüründe 20 yıl arka arkaya seçimleri kazanarak iktidarda yer alan partileri tanımlamak için kullanılan “ Hakim Parti ” sınıfına girmiş bulunmaktadır. 

Seçimlere Millet İttifakı çatısı altında giren CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ise beklediği sonucu elde edemedi. Her ne kadar seçimleri kazanamasa da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce partisinin yaklaşık 8 puan üzerinde bir oy aldı. CHP’nin yüzde 22’de kalması ise parti lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile partinin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce arasında liderlik krizinin derinleşmesine sebep oldu. Ayrıca bu ittifakın bir diğer ortağı İYİ Parti’de ise yeni dönemde partinin yasama süreçlerindeki pozisyonuyla ilgili bir uyuşmazlık baş gösterdi. Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin bir ideolojik uyum çerçevesinde değil Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığında birleşmeleri ise seçimlerin akabinde Millet İttifakı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. 

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri Türkiye için tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu seçimde 16 Nisan referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı sistemine fiilen geçilmiş, seçimlerde partilerin yasal bir zeminde ittifak yapabilmelerini sağlayan seçim ittifakı düzenlemesi de ilk kez 
tecrübe edilmiştir. Seçimler ilk turda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutlak zaferiyle sonuçlanırken MHP ile birlikte Cumhur İttifakı çatısında seçimlere giren AK Parti oyların yüzde 42,6’sını alarak Türkiye partisi kimliğini taşıyan tek siyasal aktör olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur. 24 Haziran seçimlerinin en önemli sonucu ise 26 milyondan fazla seçmenin oyunu alarak tekrar cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın liderliğinin tartışmasız bir şekilde konsolidasyonu olmuştur. 

Seçimlere Millet İttifakı çatısı altında giren CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ise kampanya sürecindeki tüm iddialarına rağmen herhangi bir başarı elde edemedi. 
Her ne kadar seçimleri kazanamasa da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin partisinin yaklaşık 8 puan üzerinde oy alması CHP’de liderlik krizini bir kere daha başlattı. Ayrıca bu ittifakın bir diğer ortağı olan İYİ Parti’de yeni dönemde partinin yasama süreçlerindeki pozisyonuyla ilgili bir uyuşmazlık baş gösterdi. Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin bir ideolojik uyum çerçevesinde değil Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığında birleşmeleri ise seçimlerin akabinde Millet İttifakı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. 

Tüm bu bilgiler ışığında analiz 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarını partiler açı sından ele almakta ve sonuçların ampirik bir değerlendirmesini yapmaktadır. 
Bu amaç doğrultusunda ilk olarak 24 Haziran seçimlerinin Türkiye siyaseti açısından önemine değinilmekte ve seçimlere yön veren temel dinamikler ele 
alınmaktadır. 
Daha sonrasında AK Parti, CHP, MHP, HDP, İYİ Parti ve Saadet Partisi açısından seçim sonuçları analiz edilmekte, geçmiş seçimlerin sayısal verilerine kıyasla partilerin performansları değerlendirilmektedir. Analizin sonuç bölümünde ise seçim sonrasında ön plana çıkan temel dinamiklere değinilmektedir. 

DİPNOTLAR:

1. Serdar Gülener ve Nebi Miş, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”, SETA Analiz, Sayı: 190, (Şubat 2017), s. 7. 
2. Ali Aslan, “24 Haziran ve Milli İradenin Zaferi”, Sabah, 30 Haziran 2018. 
3. Seçim ittifaklarının seçmen davranışı üzerine etkisi için bkz. Nebi Miş ve Hazal Duran, “Seçim İttifakları”, SETA Analiz, Sayı: 232, (Şubat 2018), s. 11-14. 
4. Erik R. Tillman, “Pre-Electoral Coalitions and Voter Turnout”, Party Politics, Cilt: 21, Sayı: 5, (2015), s. 1. 
5. M. Zahid Sobacı, “Her Zaman Kaybettiren Strateji: Erdoğan Karşıtlığı”, Star Açık Görüş, 5 Mayıs 2018. 
6. Nebi Miş, “Hakim Partili İki Siyasi Blok”, Türkiye, 6 Şubat 2018. 
7. Burhanettin Duran, “Seçmenden Stratejik Dersler”, Sabah, 26 Haziran 2018. 
8. Fadime Özkan, “SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü Doç. Dr. Nebi Miş: Muhalefet Hazırlandı ama Sonuç Alamadı”, Star, 24 Nisan 2018. 
9. Fahrettin Altun, “24 Haziran Seçimlerinden Neler Öğrendik?”, Sabah, 25 Haziran 2018. 
10. Burhanettin Duran, “Erdoğan’ın Manifestosunun Kodları”, Sabah, 8 Mayıs 2018. 
11. Nebi Miş ve Baki Laleoğlu, “24 Haziran Seçimlerinde AK Parti”, SETA Analiz, Sayı: 242, (Haziran 2018). 
12. Hazal Duran, “The Victory of Turkish Democracy”, The New Turkey, 25 Haziran 2018. 
13. Burhanettin Duran, “Yeni Dönemde Siyasetin Gidişatı”, Sabah, 29 Haziran 2018. 
14. Nebi Miş, “AK Parti’nin Seçim Performansı”, Türkiye, 28 Haziran 2018. 
15. Hüseyin Alptekin, “Who will Turkey’s Kurds Vote for?”, The New Turkey, 28 Nisan 2018. 
16. M. Erkut Ayvaz, “24 Haziran Seçimlerinde CHP”, SETA Analiz, Sayı: 243,
17. Burhanettin Duran, “Muhalefetin Bütün Seçenekleri Masada”,  (Haziran 2018), s. 7. Sabah, 24 Nisan 2018. 
18. Fahrettin Altun, “Başlasın Koltuk Kavgaları”, Sabah, 28 Haziran 2018. 
19. Nebi Miş, “Kurtarıcı Arayışı ve CHP’nin Seçim Performansı”, Türkiye, 30 Haziran 2018. MHP 
20. MHP’nin bölünmesi sonucunda kurulan İYİ Parti’nin Türk siyasetine muhtemel etkileri üzerine bkz. Hazal Duran, “Meral Akşener’in Siyasal Anlamı 
ve İYİ Parti”, SETA Analiz, Sayı: 223, (Kasım 2017). 
21. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri sürecinde HDP’nin barajı geçmek için araçsallaştırdığı Türkiye partisi olma stratejisini ve bu stratejinin 24 Haziran seçimlerindeki değişimini daha detaylı anlamak için bkz. Serdar Gülener ve Ahmet Baykal, “24 Haziran Seçimlerine Doğru HDP”, SETA Analiz, Sayı: 245, (Haziran 2018). 
22. Nebi Miş, “Seçim Sonuçlarının Genel Siyasi Anlamı”, Türkiye, 26 Haziran 2018. 

ANKARA • ISTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHIRE 

www.setav.org 




***