Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ 


M. Arif DEMİRER
11 Mart 2019 Pazartesi

Kınama Mektubu, Bülent ARINÇ, İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu,Venezuela, Dış politika malzemesi, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ, 2007 (Kınama Mektubu)
“Tarihin hiçbir döneminde Türk milleti, kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.

“16 Ülkenin Parlamentosu, Türkiye’yi soykırım yapmakla itham eden bir kararı kabul etmişlerdir. Bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından 
büyük bir tepki ve infialle karşılanmıştır. TBMM Başkanı olarak, bu 16 ülkenin Parlamento Başkanlarına ayrı ayrı kınama mektubu gönderdim. 

“Bu Ülkeler; İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu ve Venezuela’dır”

TBMM Başkanı, Köksal TOPTAN, 2008 (Kibarca ayıplıyor) 

“Bilinen tarihi gerçeklere rağmen, bazı devletlerin çarpıtılmış Ermeni iddialarını iç ve dış politika malzemesi olarak kullanmaları ve parlamentolarında ülkemiz 
aleyhine kararlar almaları düşündürücüdür.

“Türkiye, geçmişin tartışmalı dönemleri hakkında yasama organlarınca karar verilmesinin yanlış olduğu, tarihin tarihçilere bırakılması gerektiği görüşündedir.
“Asılsız Ermeni iddialarına destek çıkan ülkelerin parlamentoları, tarihin siyasi istismar vasıtası olarak kullanılmasında çok ciddi bir sorumluluk yüklendiklerini 
bilmelidirler…” 

TBMM Başkanı, Cemil ÇİÇEK, 2011 (Milletin Şiddetli tepkisi. Mazur görmüyor) 
   “TBMM Başkanı olarak vurgulamak iterim ki, geleneksel dostluk ve ittifak ilişkileri içinde olduğumuz ülkelerin parlamentoları, Türkiye’ye karşı kin ve husumetin yandaşı olmamalıdırlar. 
Aziz Milletimiz, bazı ülkelerin parlamentolarında 1915 olayları üzerine alınan sözde soykırım kararları karşısında çok şiddetli tepki göstermektedir. Türkler bazı mihraklarca, işlemedikleri bir cürümle suçlanmaktadır, bunun mazur görülmesi mümkün değildir…” 

YORUMLAR: 

BİR - Dostumuz Maduro, Sayın Arınç ( “Tarihin hiçbir döneminde Türk Milleti, Kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.”) ile aynı görüşte değil. Altında imzası bulunan 2005 tarihli Venezuela kararının birinci maddesi şöyle: 
“İnsanlık tarihinin ilk planlı ve organize genositinin, 90 yıl önce Pantürkizm ideolojileri kapsamında Genç Türkler rejimi tarafından Ermenilere karşı uygulandığı ve yaklaşık iki milyon kişinin öldürülmesi ile sonuçlandığı dikkate alınarak…” 

2007 Yılında kınama mektubu göndermiştik Bay Maduro’ya.

2011 Yılında da işlemediğimiz bir cürümle suçlandığımızı, bunu mazur görmeyeceğimizi ilan etmiştik. 

İKİ – 2007 Yılında 16 ülke bizi suçlamıştı. 2019’da ise 28 artı Vatikan.
ÜÇ – 2018/2019 kınamadığımız ve mazur görmeyeceğimiz Maduro’yu hem mazur gördük hem de dost olduk. Bize “tarihte ilk soykırımcı” dediğini de unuttuk. 
DÖRT – Ben, bu tür parlamento kararları “çok şiddetli tepki gösteren” milletin bir ferdi olarak, tek başıma, 14 Temmuz 2005 tarihli Venezuela’nın Asamblea Nacional Kararının iptali için elimden geleni yapacağım. 

Her türlü destek için peşin teşekkürler.

Alıntıların kaynakları: TBMM Yayın Kurulu’nun üç kitabının Sunuş yazıları. 
 
http://www.anayurtgazetesi.com/yazar/Aleyhimize-parlamento-kararlarini-kinamisiz/33513/

***

8 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 2

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 2


Türkiyenin Enerji Politikası, Alternatif Bölgeler, Doğu Akdeniz, Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin, doğal gaz, Mavi Akım, Petrol, İsrail, Yunanistan, 

Bölge için en önemli pazar konumunda olan AB için enerji kaynaklarına ulaşımın çeşitlendirilmesi stratejik bir öneme sahiptir. 

Güney Kıbrıs’ın yıllık doğal gaz tüketiminin nüfusa ve gelişmişlik düzeyine oranla fazla olamayacağı düşünülecek olursa, tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı bir sorun olarak durmaktadır. Doğal gazın taşınması sorunu sadece Kıbrıs için değil, Levant Havzası’nda 

İsrail’in çıkardığı doğal gaz için de geçerlidir. İsrail çıkarmayı düşündüğü doğal gaz rezervlerinin yarısını satmayı planlamaktadır. 


GKRY çeşitli vesilelerle Güney Kıbrıs’ın enerji terminali olması gerektiğini vurgulamaktadır. Simerini gazetesine göre,  Limasol’da Eylül 2015’te  gerçekleştirilen uluslararası denizcilik konferansında bir konuşma yapan Rum Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis,  “Doğu Akdeniz’de yakın zamanda hidrokarbon yataklarının keşfi, Süveyş kanalının genişletilmesi ve diğer jeopolitik gelişmelerin Güney Kıbrıs’ın enerji kavşağı olma hedefini güçlendirdiğini” ifade etmiştir.10 

Güney Kıbrıslı yetkililer bir LNG tesisi kurulması için İsrailli yetkililer ile temasa geçmişlerdir. Ancak kurulması düşünülen LNG tesisinin maliyetli oluşu ve buna denizden taşıma maliyetinin de eklenecek olması; söz konusu projenin yürütülebilirliğini zayıflatmaktadır. 

    İSRAİL’IN ENERJİ KONUSUNA BU DENLİ YOĞUN İLGİ GÖSTERMESİ, SADECE KENDİ İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK İÇİN DEĞIL ORTADOĞU’DA BİR ENERJİ MERKEZİ OLMA ARZUSUNDAN DA KAYNAKLANMAKTADIR. 

İsrail’in enerji konusuna bu denli yoğun ilgi göstermesi, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil Ortadoğu’da bir enerji merkezi olma arzusundan da kaynaklanmaktadır. 

İsrail, Mısır doğalgazının İsrail üzerinden taşınmasını öngören Mısır-İsrail Doğalgaz Hattı’nın inşasını planlamaktadır. 

Başka bir proje de, boru hattı ile İsrail gazının Mısır’a gazın taşınıp buradaki mevcut LNG tesisinde sıvılaştırılması ve tankerlerle dünya piyasalarına ulaştırılması üzerinedir. 

Doğu Akdeniz doğal gazının taşınması konusundaki en makul ve en kısa yolun Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı olduğu 

öngörülmektedir. Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın Kıbrıs üzerinden geçmesi ihtimali bulunsa da söz konusu hattın mesafesinin uzun olması nedeniyle yüksek maliyetli oluşu bu planın şansını azaltmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin giderek artan enerji ve özellikle de doğalgaz ihtiyacı Türkiye’yi önemli bir alıcı konumuna getirmektedir. 

Enerji kaynaklı politikalar bölge sorunlarıyla irtibatlanmaya başlamıştır. 

Benzer şekilde ilişkilerin enerji zemininde şekillenmeye başladığı görülmektedir. 

Bu durum bölgesel kutuplaşmaları daha sert hale getirebileceği gibi ilişkilerin yumuşamasını da beraberinde getirebilecektir. 

Batılı enerji şirketlerinin çıkaracağı doğal gaz, birbiri ile sorun yaşayan ülkelerin işbirliği ile Avrupa ve dünya pazarlarına ulaştırılabilecektir. 

Son dönemlerde İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerinin normalleşme dönemine girmesine yönelik adımların atılmaya çalışılması, enerji konusunda Türkiye ile İsrail’in anlaşmaya varabileceği ihtimalini güçlendirmekte dir. İki ülke yetkililerinin açıklamaları, kısa sürede anlaşma sağlanır ise 2019 yılında denizden 475 km’lik bir hat ile Türkiye’ye gaz sevkiyatının başlayabileceği yönündedir. 

Türkiye’ye İsrail’den yıllık 30 milyar m³’lük gaz akışı sağlanabileceği, bunun 10 milyar m³’ ünün Türkiye tarafından kullanılabileceği hesaplanmaktadır. 11 . 

Bu miktar Türkiye’nin toplam gaz ithalatının yüzde 20’sine tekabül etmektedir. İlerleyen dönemlerde Mısır ve Kıbrıs’ın güneyinden çıkarılacak doğalgazın da söz konusu hatta eklenmesi ihtimali, hattın hayata geçirilebilirliğini güçlendirmektedir. 

Söz konusu hat sadece Türkiye için değil; AB’nin kritik enerji altyapı güvenliği ve fiyat avantajı için de önemlidir. 

Söz konusu gazın TANAP üzerinden Avrupa’ya taşınabileceği de belirtilmektedir. Doğu Akdeniz veya diğer komşu bölgeler merkezli gerçekleştirilecek projeler, Türkiye’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltması bakımından da önem kazanmaktadır. 

Zira hem Türkiye hem de Avrupa tükettiği doğal gazın yarısını Rusya’dan sağlamaktadır. 

Türkiye’nin bölgede enerji odaklı atacağı adımlar, bölgedeki enerji potansiyelinin değerlendirilmesi noktasında Türkiye’yi dışlayabilecek projelerin hayata geçirilmesinin de önünü kesebilecektir. Enerji merkezli politikalar siyasal gelişmelerin tetikleyicisi olup bu konularda ilk adımı atacak olana avantaj sağlayacak niteliklidir. 

Özellikle Kıbrıs ve Filistin meseleleri bu minvalde ele alınmalıdır. Türkiye üzerinden geçecek petrol ve doğal gaz boru hatlarının çeşitliliği, Türkiye’nin bir enerji terminali olma politikasını hayata geçirebilecek ve Ortadoğu denkleminde elini güçlendirecektir. 


DİPNOTLAR;

1 “Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu, Türkiye Petrolleri”, 

    http://www.enerji.gov.tr/File/?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fHP_DG_SEKTOR_RPR.pdf, 

    Mayıs 2015, Erişimtarihi 31.03.2016. 

2  Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu 

3  Doğal Gaz Alım ve İhracat Anlaşmaları, BOTAŞ, http://www.botas.gov.tr/,Erişimtarihi30.03.2016. 

4 “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean”, 

    http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3014/pdf/FS10-3014.pdf,   Mart2010  Erişimtarihi  27.03.2016. 

5  Sinan Hastorun, “The Mineral Industry of Cyprus”, 

   http://search. usa.gov/search?utf8=%E2%9C%93&affiliate=usgs&query=aphrodite+cyprus,   Erişim tarihi  25.03.2016. 

6 “Güney Kıbrıs Afrodit Sahasından Umutlu”, 

   http://www.enerjigunlugu.net/guney-kibris-afrodit-sahasindan-umutlu_12756.html#.VwI8_U-LSUk,17.03.2015,  Erişim tarihi 04.04.2016. 

7 “Egypt International Energy Data and Analysis”, 

 http://www.eia.gov/beta/international/analysis_includes/countries_long/Egypt/egypt.pdf,Erişim20.02.2016. 

8 InternationalEnergyStatistics, https://www.eia.gov/cfapps/ipdbproject/IEDIndex3.cfm?tid=3&pid=3&aid=6,Erişimtarihi28.03.2016. 

9 Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, Bilge Adamlar Kurulu Raporu: Doğu Akdeniz’de Enerji Keşiflerive Türkiye, Rapor no:59,  İstanbul,2013,S.22 

10 “Hedef Güney Kıbrıs’ın Enerji Kavşağı Olması”, 

    http://www. istanbulhaber.com.tr/hedef-guney-kibrisin-enerji-kavsagi-olmasihaber-233920.htm, 

    Erişim tarihi 17.09.2015, Erişim tarihi 03.04.2016. 

11 Merve Özdil, “Normalleşme Olursa İsrail-Türkiye Boru Hattı 2019’a Yetişebilir”, 

     http://www.hurriyet.com.tr/normallesme-olursaisrail-turkiye-boru-hatti-2019a-yetisebilir-40029001, 

    18.12.2015, Erişim tarihi14.02.2016. 

EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR. 

YIL 9 SAYI34 2016 / 2 

www.ekoavrasya.net

***

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 1

TÜRKİYE. ENERJİ POLİTİKASINDA ALTERNATİF BÖLGELERİ DOĞU AKDENİZ., BÖLÜM 1



Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin* 

*GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ 



TÜRKİYE, OECD ÜLKELERİ ARASINDA EN YÜKSEK ENERJİ TALEP ARTIŞ ORANLARINDAN BİRİNE SAHİP 

ÜLKE OLMASININ YANINDA, ENERJI KONUSUNDA BÜYÜK ÖLÇÜDE DIŞA BAĞIMLI BIR ÜLKE KONUMUNDADIR. 

    Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek enerji talep artış oranlarından birine sahip ülke olmasının yanında, enerji konusunda büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke konumundadır. 

    Türkiye’nin enerji ihtiyacında doğal gaz % 31, petrol % 28, ithal kömür % 18, linyit % 11 ve yenilenebilir enerji % 12 paya sahiptir. 

Türkiye tükettiği doğal gazın %99’unu, petrolün de % 93’ünü ithal etmektedir1 . 

Türkiye’nin son on yıllık enerji kullanım alışkanlıklarına bakıldığında doğal gazın hızla artış gösterdiği ve enerji tüketiminde birinciliği petrolden aldığı görülmektedir. 

Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi sonrasında gündeme gelen önemli konulardan biri de Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı hasebiyle Rusya’dan almış olduğu doğal gazın kesintiye uğrayıp uğramayacağı dır. 

Türkiye yıllık 49.8 milyar m³ doğal gaz tüketimi gerçekleştirirken doğal gaz ithalatının % 56’sını Batı Hattı ve Mavi Akım aracılığıyla 

Rusya Federasyonu’ndan, % 19’unu İran’dan, % 9’unu Azerbaycan’dan, % 9’unu Cezayir’den (LNG), % 7’sini Nijerya’dan (LNG) karşılamaktadır 2 . 

Mevcut alımların yanında Türkiye, Azerbaycan ile 2011 yılında (2017-2018 yılarında devreye girmesi planlanan) 6 milyar m³’lük bir anlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde 1999 tarihinde Türkmenistan ile devreye girme tarihi belirtilmemiş 15.6 milyar m³’lük bir anlaşma mevcuttur 3. 

Türkmenistan ile yapılan anlaşmanın hayat geçirilmesi için Hazar geçişi üzerinde mutabakata varılması gerektiği görülmektedir. 

Bu konuda Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan arasında görüşmelerin devam ettiği bilinmektedir. 

Ayrıca Türkiye ile Katar arasında LNG ithalatı konusunda görüşmeler gerçekleşmiş ve kısa zamanda alım anlaşmalarının faaliyete geçirilebileceği belirtilmiştir. 

Bu anlamda devreye girecek olan projelerle birlikte doğal gaz dengeleri değişecek ve Rus gazına duyulan ihtiyaç azalacaktır. 

Ancak Türkiye’nin artan doğal gaz tüketimi göz önüne alındığında yeni kaynaklara da ihtiyaç olduğu açıktır. 

Türkiye, çevresi enerji havzalarıyla çevrili bir ülke olarak, enerjinin taşınması konusunda en uygun yol olan boru hatları üzerine kurulu bir enerji politikası geliştirmektedir. Türkiye hem kendi ihtiyacını karşılamak hem de petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda bir terminal olma amacıyla çeşitli boru hattı projelerini faaliyete geçirmiş ve yeni hatlar üzerinde çalışma yapmaktadır. Söz konusu bölgelerden bir tanesi olarak da Doğu Akdeniz karşımıza çıkmaktadır. 

Doğu Akdeniz’in güneydoğusunda bulunan Levant Havzası, Kıbrıs adasının güneyinde bulunan Afrodit Havzası, Nil Deltası ve Kıbrıs ile Girit arasında kalan alanda önemli doğal gaz yatakları bulunduğu belirtilmektedir. ABD Jeolojik Araştırmalar 

Kurumu verilerine göre Levant Havzası’nda 122 trilyon feet³’lük (3.45 trilyon m³) kanıtlanmamış doğalgaz rezervi bulunmaktadır 4. 

Kıbrıs’ın güneyinde bulunan Afrodit sahasında 142 ila 227 milyar m³’lük doğal gaz rezervi5 olduğu belirtilmekle birlikte, bu rezervin 4.5 trilyon m³’e çıkabileceği ifade edilmektedir 6. 

Ayrıca Kıbrıs ile Girit adası arasında kalan bölgede de önemli gaz rezervlerinin olabileceği belirtilmektedir. 

Bölgedeki diğer bir önemli rezerv alanı da Nil Deltası’dır. Nil Deltası ile birlikte Mısır’ın Akdeniz sahillerinde ve Mısır genelinde 2.1 Trilyon m³’lük doğal gaz Rezervi olduğu hesaplanmakta dır 7. Mısır’ın mevcut kaynaklarına ilave olarak, İtalyan ENI şirketi 2015 yazında Mısır Açıklarında 1 trilyon m³’e yakın rezerve sahip bir alan keşfettiklerini belirtmiştir. 

Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte derin deniz arama faaliyetlerinin maliyetinin düşmesi, Doğu Akdeniz havzasındaki arama faaliyetlerinin artmasına neden olmaktadır. Bölgede henüz keşfedilmemiş ve araştırılmamış alanların varlığını da hesaba katıldığında, Girit ile Akdeniz’in doğu sahillerini kapsayan bölgede 15 ila 20 trilyon m³ civarında bir potansiyel olduğu ifade edilmekte dir. 

Dünyanın en büyük Gaz Rezervlerine sahip olan Rusya’nın 47, İran’ın 34, Katar’ın 24 trilyon m³ Doğal Gaz rezervlerine 8 sahip olduğu düşünülecek olursa, bölgedeki potansiyel dikkate almaya değerdir. 

Bölgede Doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri yeni değildir. 

Mısır ve İsrail 1960’lı yıllarda arama faaliyetlerine başlamış ve ilerleyen yıllarda işletme sahaları açmıştır. 

Bugün bu iki ülke kendi enerji ihtiyaçlarını bölgeden karşılayabilecek düzeye gelmişlerdir. Mısır, İtalyan ENI şirketine 1960’lı yıllarda arama ve ardından da işletme ruhsatları vererek üretime başlamıştır. 

2000’li yıllarda Nil Deltası’nda Shell firmasına verdiği ruhsatlar ile Mısır, doğalgaz üretimi ve ithali konusundaki niyetini ortaya koymuştur. 

Ayrıca Mısır, bölgedeki tek LNG dönüşüm santraline sahip ülke olması nedeniyle de doğal gaz ticaretinde önemli bir konum elde etmiştir. 

İsrail 1960’lı yıllardan bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaktadır. 2000’li yıllarda ise gelişen teknolojik imkanları kullanarak, Levant Havzası’nın kendine ait olan deniz alanlarında hidrokarbon yatakları bulmuş ve işletmeye başlamıştır. Zira bu yataklarda yaklaşık 1 trilyon m³’lük doğalgaz bulduğunu da açıklamıştır. Buna karşın ülkenin çıkarmayı düşündüğü yıllık miktar kendi ihtiyacından çok daha fazladır. 

DOĞU AKDENİZ’İN LEVANT HAVZASI DIŞINDAKİ BÖLGELERDE ENERJİ KAYNAKLARININ İŞLETİLMESİNE DAİR EN ÖNEMLİ KIRILMA NOKTASI NI, DENİZ ALANLARININ KULLANILMASI KONUSUNDAKİ TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI VE KIBRIS SORUNU ÜZERİNE CEREYAN EDEN GELİŞMELER OLUŞTURMAKTADIR. 

Doğu Akdeniz’in Levant Havzası dışındaki bölgelerde enerji kaynaklarının işletilmesine dair en önemli kırılma noktasını, deniz alanlarının kullanılması konusundaki Türk-Yunan anlaşmazlığı ve Kıbrıs sorunu üzerine cereyan eden gelişmeler oluşturmaktadır. 

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi medyalarında 2000’li yıllardan itibaren Doğu Akdeniz’de, özellikle de Kıbrıs adası etrafında doğal gaz yatakları bulunduğu hakkında yayınlar yapılmaya başlanmıştır. 

Yapılan yayınlara istinaden geliştirilen dış politikalar bölgede anlaşmazlık konularını hareketlendirmektedir. 

Zira deniz alanlarının kullanımına dair ortaya çıkan sorunlar enerji kaynaklarının kimler tarafından çıkarılacağı konusunu da belirsizleştirmektedir. 

Yunanistan ve GKRY bölgede deniz alanlarının kullanımı konusunda, Türkiye’nin Kıta Sahanlığı haklarını göz ardı ederek, Türkiye’ye çok az bir alan bırakmaktadır. Öyle ki; Yunanistan ve GKRY’nin girişimleri kabul gördüğü takdirde Türkiye yaklaşık 104 bin km²’lik bir deniz alanını kaybetmiş olacaktır 9. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin girişimlerine kadar, Türkiye kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri hakkında herhangi bir girişimde bulunmamıştır. 

Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2007 yılında adanın güneyinde 13 Adet Petrol arama ruhsatı vererek anlaşmazlığın fitilini ateşlemiştir. 

Zira parsellerin bazıları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de iddia ettiği kıta sahanlığı alanın sınırları ile çakışmaktadır. 

Türkiye konuyla ilgili bir nota vermekle birlikte söz konusu alanlarda TPAO’ya petrol arama ruhsatı verdiğini açıklamıştır. 

KKTC de adanın geneli üzerindeki haklarına istinaden adanın güneyinde TPAO’ya arama ruhsatı tahsis etmiştir. 

Gelişmeler, ne Türkiye’nin ne de KKTC’nin bölgesel çıkarlarından ve haklarından vazgeçmeyeceğinin bir kanıtı gibidir. 

Bölgedeki önemli sorun noktalarından biri de Türkiye-İsrail ilişkileri oluşturmakta dır. Zira Filistin sorunu ve İsrail’in faaliyetleri son dönemde ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. 

Çeşitli platformlarda Türkiye ile İsrail’in karşı karşıya gelmesi Doğu Akdeniz’de dengeleri ve ilişkileri farklı bir boyuta taşımıştır. 

Gelişmeler Türkiye’yi Arap coğrafyasına yaklaştırırken İsrail’i Yunan ve Güney Kıbrıs eksenine oturtmuştur. 

Öyle ki bu dönemde İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ekonomik, askeri ve enerji anlaşmaları imzaladığı görülmüştür. 

Enerji kaynaklarının kim tarafından işletileceği konusu ile birlikte önem arz eden diğer bir konu da enerjinin uluslararası pazarlara nasıl ulaştırılacağı dır. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


12 Haziran 2019 Çarşamba

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,

GÜNEY KIBRISTAKİ - ABD PROVAKASYONU,




Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’ye sorduk 

17 MAR 2018... K.K.T.C. 
AJANSTÜRK SÖYLEŞİ  


ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell’in, Rum yönetiminin ada çevresinde petrol ve doğalgaz aramasına arka çıkması ve açıkça provakasyon yapması üzerine Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli’nin görüşlerini aldı. 

Ajanstürk Genel Yayın Yönetmeni Sabiha Lina Coşkun, Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi Deniz Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı 
Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli ile Kıbrıs’taki son gelişmeleri değerlendirdi. 

İşte o Söyleşi : 

AJANSTÜRK – ABD dışişleri bakan yardımcısı Wess Mitchell ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimine yaptığı ziyarette doğalgaz arama çalışmalarında Washington un desteğini iletmesini nasıl yorumluyorsunuz? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Bu konuya değinmeden önce 19 Aralık 2017 Rum Fileleftheros gazetesinden duyurulan bir habere değinmek istiyorum. Buna göre ExxonMobil-Qatar Petrol konsorsyimunun GKRY’ne 10. Parselde araştırma yapmak için izin başvurusunda bulunduğu açıklandı. 


Zira ExxonMobil’in sondaj faaliyetleri 2018 ikinci yarısından sonra hedeflenmekte idi. Ancak burada bu talep ile ABD’nin yaz aylarında yapılacak sondaja yönelik sismografik araştırmaların ötesinde ek araştırmalar yapmak niyetiyle talepte bulunduğu belirtildi. Peki ek araştırmalar da neydi? 

Amerikan şirketi denizaltı robotlarıyla özel gemiyi halihazırda temin ettiğini ve bölgenin deniz altı robotları vasıtası ile fotoğraflarının çekileceğini ve bu yolla sondaj platformunun indirileceği bölgeyi kesin belirleyeceği belirtildi. 

Buradan şu sonuca varmak gerekiyor; Amerika sondaj faaliyetleri öncesinde ek araştırmalar yoluna Aralık 2017 sonunda başvurmuştur. 

Bu tarih mevcut sürecin çok gerisinde olan bir tarih değildir. Esasen deniz altının haritasının çıkarılmasına yönelik bu girişimde Amerika sadece Rum yönetimini dikkate alarak hareket ettiğini ortaya koyarken, diğer taraftan Kıbrıs Türklerinin egemen haklarının varlığına da tecavüz etmektedir. 

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Mitchell’in Kıbrıs ziyaretinden önce aslında ABD Güney Kıbrıs Elçisi Kathleen Doherty basın açıklaması yapmıştır. Doherty yaptığı açıklamada; 

Exxon Mobil araştırmalarında Türkiye ile herhangi bir sorun yaşanmasını beklemiyoruz ABD Güney Kıbrıs’ın sözde MEB’inde kaynakları harekete geçirme 
hakkını destekliyor Kaynakların eşit şekilde paylaştırılmasına inanıyoruz. 

Müzakereler en kısa sürede başlayacağını ümit ediyoruz ABD hükümetinin güney Kıbrıs MEB’indeki faaliyetleri bir sondaj çalışmasından çok farklı olarak araştırma gemisi şeklinde olacak. 

Kaynaklar ile ilgili paylaşım veya anlaşmayı tarafların engellememesi veya kösteklememesi gerektiğini söylüyoruz . belli deniz sınırları konusundaki 
ihtilaflarda taraf tutmuyoruz. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Güney Kıbrıs’ın ortaya koyduğu tek egemen mantığındaki argümanları destekleyen bir tavırla Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru oluşturmaya çalıştığı, Kıbrıs Türklerinin bu kaynaklardan istifade edebilmesi için birleşik Kıbrıs’a razı olması gerektiği, Mart ayında yapılacak araştırma faaliyetleri ile kriz yaşanmasının beklenmediği, ama en önemlisi BMDHS’nde de öngörülen kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge çakışmaları halinde ortaya çıkan ihtilaflarda çözüm gerektiren hallerin müzakereler yolu ile çözümlenmesi gerektiği ilkesini bile göz ardı ederek, hiçbir sorun yokmuş gibi, ben işime bakarım edası ile hareket etmeleri uluslararası hukukun genel ilkelerine de aykırı bir durumdur. 

Tüm bu çerçeveden sonra adaya ziyaret yapan Mitchell Anastasiades ile gerçekleştirdiği görüşmede benzer temalara vurgu yaparak Avrupa enerji 
güvenliğinin bir parçası olarak Rumların enerji politikalarının desteklendiği , tarafların işbirliğinin güçlendirileceği ve müzakere sürecinin başlaması 
gerektiği vurgularında bulunmuştur. Bu görüşmenin meyvesi olarak Hidrokarbonlar Fonu kurulması ile ilgili detaylar Mitcelle aktarılırken Türk 
tarafı yeni bir şantaj içerisine sokulmaya çalışılmıştır. Uluslararası hukukta diplomasi çalışmalarında bile taraflardan birini tehdit veya şantaj veya 
ağzına bal çalma bakış açıları ile müzakere tekniği mümkün değildir. 


Burada dikkat edilmesi gereken husus hidrokarbonlardan elde edilecek gelirin bu fona ayrılacağı ve Kıbrıs Türkleri bana payımı ver dediğinde buyur otur, görüşelim konuşalım noktasına getirilmeye çalışılacağıdır. 

Mithcellin Avrupa ve Asya’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olduğu dikkate alındığında ve Kıbrıs’a Priştine, Üsküp, Belgrad, Atina sonrasında gelmesi dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin deniz alanlarını kapsayan bu sahaların üzerinde enerji güvenliği koridorunu Yunanistan ve Rumlar lehine kuvvetlendirme maksadı ortaya çıkmaktadır. 

Tüm bu noktada Amerika’nın Rumlara verdiği desteği nasıl okumamız gerekmektedir* 

Amerika izlediği stratejide, Türkiye’nin Afrin operasyonu sonrasında Rusya’nın geleceğinde daha etkin bir konumda bulunmasından ciddi rahatsız olmuştur. Suriye’de PKK/PYD ve türevlerinin Akdeniz’e inmek için oluşturmaya çalıştıkları koridorun önü kapatılmıştır. Tüm bu hamleler Amerika’yı rahatsız etmiştir. 

Suriye’de yaşanan gelişmeler ve Kıbrıs’ta bugün ortaya konan müzakere baskısı ayni projenin bir devamıdır. Türkiye 145,000 m2’lik deniz alanlarından mahrum edilmek ve Antalya körfezine hapsedilmek istenmektedir. Amerkia doğal kaynaklar için fon kurulması teklifi ile Kıbrıs Türklerini müzakere masasına çekmeye çaba sarf etmektedir. 

  Garanti Antlaşmaları gibi bölgenin ve adanın güvenlik ve barışını tesis eden Türkiye’nin etkin ve fiili gücünü ortadan kaldırmak niyeti sergilenmektedir. Kısaca Türkiye Suriye Krizinde Amerika’nın projelerini desteklemediği için Akdeniz’den çıkarılmak istenmektedir. 

   Hidrokarbonlar Fonu Anastasiades ve Mitchell görüşmelerinde ele alındı. Ne diyecekler, kaynaklar bu fona yatacak ve Kıbrıs Türkleri bu kaynaklardan pay isterse buyursun müzakere sürecine denilecek. Oysa müzakere sürecinde Rum tarafı takvim öngörmeden, ön şartlar ile müzakereleri başlatma çabasından hiç vazgeçmemesine karşın Amerika ve Batının AB’nin Rumların bu tutumunu devamla desteklemesi ve Türkiye karşıtlığının gündeme getirilmesi daha derin projelerin bir neticesidir. Şöyle ki, son dönemlerde Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinliği ve gücü diplomaside daha da önemli hal almıştır. Rusya ile yakınlaşan ilişkiler yanında Irak ve İran ile kurulan münasebetler ve bunların ötesinde kıtalar arası yürütülen Afrika , Asya kısaca çok yapılı ilişkilere bakılınca, Amerika’nın Suriye konusunda Türkiye’nin Operasyonu ile bölgedeki prestijini yitirdiği görülmektedir. 

Türkiye bölgede enerji güvenliği, transiti ve diplomasisi alanında önemli bir konuma gelmiştir. Oysa AP’u Türkiye’ye Afrinden çekil dediği gibi Akdeniz’den 
de çekil baskısı kurmaya çalışmaktadır. Türkiye insanı yardımdan terörle mücadeleye hem bölgede hem uluslararası alanda kendi yetkinliğini ve 
Uluslararası Hukuka uygunluğunu ispat etmiştir. 

   Suriye krizinde bile Türkiye’nin yaptığı hem insanı yardımı hem de terörle mücadeleyi hiçbir ülke yapamamıştır. 

Nitekim Amerika Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlamada ve bölgede enerji merkezi olması yolundaki adımlarını tehdit olarak görmektedir. Öte yandan Çin ile ilişkiler geliştirilmiştir. Çin’in Yeni Modern ipek yolu projesinin bir kanadı kara üzerinden geçecek güzergahta Türkiye çok önemli bir noktada iken Akdeniz’de de Türkiye bu anlamda öne çıkan duruşa sahiptir. Hele de Kızıldeniz’de Sevakin adasını kiralayan ve buraya konuşlanan Türkiye’nin Akdeniz’deki haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. 
Bu projenin Amerika tarafından hoşnut karşılanmadığı dikkate  alındığında, Akdeniz’de yeni cepheler veya müttefikler veya varolan müttefik ilişkileri derinleştirme stratejileri öne çıkmaktadır. 

Deniz alanlarında hidrokarbon kaynaklarının az veya çok bulunması gerilimi artıracaktır. Örneğin 12. Parselde İsrail gelir payı talep etmiş ve rum yönetimi bunu çok saçma bulmuştur. Bunların ötesinde Rumların ilan ettiği 13 ruhsat alanında 1,4,5,6,7 bölgelerinde Türkiye’nin kıta sahanlığı ihlal edilmektedir. 

Türkiye 2003’ten bu yana bu konunun sorunsallık olarak ortaya çıkmasından bu yana kendi deniz alanlarının ihlal edilmesine müsaade etmemiştir. 

Burada tehlike Amerika’nın fonları ile içte beslenen örgütlerin atacakları adımlardır. 

1974 Barış Harekatından sonra Amerika iki toplumlu proje ağları ile kuzeyde pek çok kişiyi eğitmiş, fonlamış, STÖ’lar kurdurmuş, merkezler açtırmış ve iç darbe sayılabilecek atılımların Türkiye aleyhinde gerçekleşmesi için çalışmalarda bulunmuştur. Amerika 2004 Annan planı döneminde Kıbrıs Büyükelçisinin bile kuzeyde köy köy gezip halka evet baskısını unutmadık. 

Amerikanın başını çektiği bu fonlarda yeni bir kimlik yani Kıbrıslılık kimliği inşa etme ve Türk kimliğinden ve Anavatandan arınma stratejileri ve psikolojik kampanyaları var olmuştur. 

Tüm bu çerçevede Amerika’nın Türkiye’nin karşısında gerilimi artırıcı adımlarına devam edeceği aşikardır. Doğal gaz konusunda desteklenmesi karşısında ancak şunu diyebilirim; Türkiye söylemiş olduğu sözlerinden ve bölgelsel haklarından ne Kıbrıs Türkleri ne de kendi hakları konusunda taviz vermeyecektir. 

Türkiye’nin uluslararsı hukuktan ve BMDHS’nden kaynaklanan ab initio ve ipso facto dediğimiz egemen hakları vardır. Türkiye Akdeniz’de 200 deniz mili alana sahiptir. Türkiye’nin bu alanlarını ihlal etmeye çalışan gereken yanıtı alacaktır. Sayın Erdoğan’ın dediği gibi Exxon gelse de farketmez haklarımızı çiğnetme yeceğiz. O nedenle Amerika hangi adımı atarsa atsın, Türkiye gerektiği yerde net tavrını ortaya koyacaktır. Bunu diplomaside de askeri güçte de ortaya koyacak kudret ve kabiliyeti vardır. 

AJANSTÜRK / Yunanistanın Ege Denizinde yapacağını duyurduğu tatbikat Kıbrıs’ta yaşananlarla doğrudan ilişkilendirilebilir mi? 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye bu düzenin şekillendirici unsurlarından biri olma yönündeki adımlarını başarılı bir şekilde yürütmektedir. Yunanistan’ın yarası kendi içinde PKK teröristlerini destekleyerek Türkiye’ye saldığı ve son olarak da YPG adı ile terör örgütüne LAVRION bölgesinde sunduğu eğitim kamplarında düşmanımın düşmanı dostumdur mantığı ile hareket ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin AFrin operasyonu başlamasının hemen ardından Yunanistan’ın Ege’de Kardak kıyılıklarını ihlal etme girişiminin Türk deniz kuvvetlerince engellenmesi neticesinde kriz Kıbrıs’a taşmıştır. 

Şimdi bir tatbikat yapacaklarmış. Yapsınlar. 

Yüzlerce yapsınlar. Türk deniz kuvvetlerinin gücü her türlü tehlikeyi bertaraf edecek niteliktedir. 
Zaten Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Yunanistan’ın Ege tahrikleri içerisinde Ege’ye yaptığı ziyarette Ege,Akdenizdeki haklarımızın korunmasında kararlılıkla yürütüleceği mesajı tesadüf bir ziyaret değildir. Türkiye hem Akdeniz hem Ege’de teyakkuz halindedir. Kendi deniz yetki alanlarının ihlaline katiyen müsaade etmemekte kararlıdır. O nedenle bu tatbikatlar Yunanlıların kendi psikolojilerini rahatlatma açısından belki faydalı ama herhangi bir ihlal 
girişiminde Türk milletinin cesur ve kararlı duruşunu hissetmeleri açısından onlara zararlı bir hal alabilecek noktaya gelebilir. 

AJANSTÜRK / Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınırötesi operasyonu sebebiyle karşısına aldığı ABD Rum kesimi ve Yunanistan üzerinden Türkiye ye dolaylı bir tehdit unsuru mu oluşturuyor 

Yrd.Doç.Dr. Emete Gözügüzelli – Ezelden beri Amerika daha Yunanistan’da kraliyet rejimi cunta yönetimi sürdüğü dönemlerde bile kendi istihbarat güçlerini Yunanistan’a yerleştirmiş ve Türkiye’ye karşı bir gözetleme bölgeleri oluşturmuş tur. Amerika!’nın Türkiye’de geçmişte yarattığı suni ve fiili darbe girişimlerini biliyoruz. Bölgede Yunanistan ve GKRY Amerika’nın müttefiki konumunda bulundukları doğrudur. Lakin hangi adımı atarlarsa atsınlar Türkiye bu çabalara karşı kara,deniz,hava alanlarını korumada ve gerek Kıbrıs Türklerinin hakları gerekse dünyada mazlum milletlerin yanında hakkaniyetli bir şekilde uluslararası hukuka uygun olarak korumaya kararlıdır. Unutulmasın ki Libya ve Malta arasında deniz alanları ihtilafında Kaddafinin savaş gemilerini göndere rek Amerikalı şirket olan CALTEX-California Texas Oil şirketinin sondaj platformlarını toparlayıp gitmiştir. Biz bunu İtalyan şirket ENI’nin sondaj platformunu toplayıp gitmesinde gördük. Şimdi 10. Parsel belki Türkiye’nin kıta 
sahanlığı alanlarında değil ama Rumların yaptığı ruhsatlandırma çabaları esasen uluslararası hukuka aykırıdır. Zira GKRY ilan ettiği sözde MEB alanı ilk olarak Mısırla bölgede çizildiğinde 2003 yılı Türkiye’nin batı bölgesindeki deniz yetki alanları ihlal edilmiştir. Bu durum üzerine Türkiye BMGS nezdinde bölgedeki alanlarını tescil ettirmiş ve gereken itirazları yapmıştır. O halde ihtilaf arz eden bir bölgede Türkiye’nin müdahale etmesi mümkündür. Bunu adanın garantörü olarak Kıbrıs Türk hakları açısından yapması mümkündür. 

Halen Kıbrıs sorunu çözümlenmeden atılan bu çabalar tamamı ile uluslararası hukukun genel ilkeleri ile bağdaşamaz. 

Kaldı ki GKRY İsrail ile çizdiği sözde MEB alanı ile İsrail de Lübnan’ın 840 km2 alanını ihlal etmiştir. GKRY’nin bu çabaları ile bölgede bu ihtilaf ortaya çıkmıştır. 

Şimdi kalkıp biz Güneyin Hidrokarbon faaliyetlerini destekliyoruz diye çıkış yapmak bu kadar ihtilaf olan bir alanda ne derece uluslararası hukukla bağdaşır daha net ortaya çıkmaktadır. 

  Netice itibarıyla, Türkiye yapılan bu adımlar karşısında 10. Bölgeye şuan müdahale etmeme sebebi sondaj çalışmaları olmamasından kaynaklıdır. 

Ancak bunun ilerleyen dönemde olmayacağı manasında değildir. 

Türkiye öyle sanıyorum ki en kısa sürede Akdeniz’de Deep Sea Port II sondaj gemisinin araştırmalarına şahit olacağımız bir sürece gireceğiz. 

Zira KKTC Bakanlar Kurulu TPAO’na 2018 başında 6 senelik daha ruhsatlandırma izni vermiştir. 

    Netice itibarıyla haklarımızın korunmasını göstereceğimiz pek çok yol olacağından kimse şüphe duymamalıdır. 


http://www.ajansturk.tv/son-dakika/guney-kibristaki-abd-provakasyonunu-yrd-doc-dr-emete-gozuguzelliye-sorduk/ 


***

14 Mart 2019 Perşembe

Rum Siyasetine güvenilmez, Aldanmayın

Rum Siyasetine güvenilmez, Aldanmayın




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
15 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 


Uzun bir süredir Yunanistan ile olan ilişkilerde bir yumuşama olduğu ve iki ülkenin sorunlarını barışçı yollardan, müzakerelerle çözümleyebileceği düşüncesi kamuoyuna pompalanmakta, sürekli olarak dostluk mesajları ve görüntüleri verilmeye çalışılmaktadır.Yürütülen dış politika gereği, komşularla iyi ilişkiler kurulması, sorunların çözümlenerek ortadan kaldırılması, her zaman için geçerli olan bir konudur. 

Ancak sorunlar sizden kaynaklanıyorsa ve bugüne kadar haksız taleplerde bulunmuşsanız bu husus geçerlilik kazanır. Türkiye bugüne kadar hiçbir ülkeye karşı haksız bir talepte bulunmamış ve daima adil olmayı gözetmiştir. İlişkilerde, sorunların çözülmesine ilişkin müzakereler yapılması doğaldır. Ancak haklı olan siz olduğunuzda, çözüm için ısrar etmek taviz vermek demektir. Üstelik bunu sağlamaya çalıştığınız ülke Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ise, bunu bir kere daha düşünmek ve ilişkilerin ayarını ona göre düzenlemek ve ihtiyatı hiçbir zaman elden bırakmamak gerekir.Yunanistan, tarihi süreç içinde sürekli olarak Türkiye’ye karşı olmuş ve doğuya doğru genişlemiştir. Kıbrıs’ı, insanlık dışı davranışlarla ve emrivakilerle kendine bağlamaya çalışmıştır. Yunanistan ve GKRY, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terör örgütüne doğrudan ve dolaylı destek vermişlerdir. Yunanistan bu konuda Suriye ile işbirliği yapmıştır. 

Türkiye 1990’lı yıllarda; 

Yunanistan ve Suriye’yi tam, PKK’yı yarım tehdit kabul ederek, savaş planlarını iki buçuk muharebe doktrinine göre yapmak durumunda kalmıştır.Yunanistan, Türkiye’nin AB adaylık sürecini 1999 yılına kadar veto etmiş, Türkiye ile olan sorunlarını kendi çıkarına çözemeyeceğini anlayınca vetoyu kaldırmış ve o tarihten itibaren Türkiye-Yunanistan arasındaki sorunları, Türkiye-AB arasındaki sorunlar platformuna taşıyarak, süreci dışarıdan yönlendirmeye çalışmıştır. GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adı ile AB’ye üye olarak kabul edilmesinden sonra bu iki üye, güç birliği içinde, Türkiye’nin AB üyelik arzusunu, sorunların kendi çıkarlarına çözümü için koz olarak kullanmışlardır.Yunanistan, Türkiye’nin İsrail’e eğitim için tahsis ettiği hava sahasını, Türkiye’nin İsrail’le arasının bozulmasını fırsat bilerek, daha önce Suriye ile yaptığı gibi “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla, kendi hava sahasını İsrail uçaklarına açmıştır. Gerek Ege’deki, gerekse Kıbrıs’taki sorunların hiçbiri Türkiye’den kaynaklanmamıştır. Yunanistan doyumsuz bir tutumla, karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, aidiyeti belli olmayan adacık ve kayalıklar, adaların silahsızlandırılması, şimdi de GKRY ile birlikte münhasır ekonomik bölge ve sürekli olarak da Kıbrıs konusunda tavizler koparma peşindedir. 

Türkiye’nin mevcut sistem içindeki haklarını korumasını, tahrik ve tecavüz olarak nitelemekte ve kendisinin haklı olduğu anlayışını, uluslararası kamuoyuna taşımaya çalışmaktadır.Şimdi de Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümü için iki ülke arasında müzakerelerin yapıldığı söylenmektedir. Bu görüşmelerde, kabul edilen statünün dışında Türkiye’nin bir taviz vermesi söz konusu olamaz. Aksine Yunanistan’ın silahsız olması gereken adalardaki durumu düzeltmesi ve fiili olarak uygulamaya çalıştığı statü dışı davranışlara son vermesi sonucunun alınması beklenebilir.Yunanistan Başbakanı, Erzurum’da biraz da abartılı şekilde karşılanmış ve itibar görmüştür. Bu durum Türk Milletinin dostluk ve misafirperverlik anlayışının bir göstergesi olarak algılanmalıdır. Yunanistan özellikle içinde bulunduğu ekonomik zor durumdan çıkma çabasındadır. Ancak onun beynine ve ruhuna işlemiş siyasi anlayışından uzaklaşacağını beklemek büyük bir yanılgıdır. 

Erzurum’da da kendisini tutamamış ve bekleneni en hafif şekliyle dile getirmiştir. Aksini söylemiş olsa dahi, Rum siyasetine güvenilmemeli, aldanılmamalı dır.

Türkiye AB veya ikili müzakerelerin aksayabileceği çekincesi içinde olmamalıdır. Türkiye, ordusuyla, ekonomisiyle, politikasıyla, psiko-sosyal durumuyla güçlü olduğu, içteki kutuplaşmaların ve gerginliklerin üstesinden gelebildiği, birlik ve beraberliğini sağlayabildiği taktirde, kimse Türkiye ile sorun çıkarmaya cesaret edemez. 

Sorunlar da kendiliğinden çözümlenmiş olur. 

Kaynak Yeniçağ: 
Rum siyasetine güvenilmez, aldanmayın 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/rum-siyasetine-guvenilmez-aldanmayin-16559yy.htm

***

5 Kasım 2018 Pazartesi

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri




Armağan Kuloğlu  
10.04.2009

  Özet
Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmakta dır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmekte dir. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır.

Dünyanın içinde bulunduğu küreselleşme ortamı bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşma lar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI

Güvenlik ve Ulusal Güvenlik,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etki-tepki) yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak, bu mümkün olmuyorsa yönlendir mek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana boyutta önem kazanmakta dır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve/veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek bi­çimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzla­rının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket noktasıdır. 
Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi, bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmekte dir.

Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir. Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslara­rası konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedefle­rin de göz önünde bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.

Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi), Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. 
Bu suretle hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı, sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir. Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler, uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları, harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü olmak üzere politik ve askeri kapasitesinin en azından bölgesel bazda yani etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk ve Tehditler,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması, ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel Merkez’, Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin tehdit boyutu,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir. Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal, sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir. Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır. Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki ve İlgi Alanındaki Ülkeler ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru orantılıdır. 21. Yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır. Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa edilmektedir.

Dış tehditler

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan, genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir. Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır. Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir. Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak gerekmektedir.

Ermenistan,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler. İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir. Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke konumundadır.

İran,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde, hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi, bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini, ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.

Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de düşünmek gerekir.       İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir ülkedir. Ne var ki, tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak, 

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda, henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur. Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler, anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkelerde, hem bölge ülkelerinde, hem de uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir. Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin, arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir. Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir. Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin, karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke konumunda olması önemli bir faktördür.

Yunanistan,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da, ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini, Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır. Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler

Bölücülük Tehdidi,

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak, milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme, bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.

Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan, hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir. Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar, yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir. Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine, aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir. Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica tehdidi,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması, açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.

ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.

Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı, Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz” anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır. Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla müsaade ve müsamaha edilmemelidir. ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde “Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilecektir.

 ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu, lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında Türkiye’den destek isteyebilecektir.

 ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması, zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir. Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde, İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.

ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.

ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır. Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir. Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.

Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir. Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir. Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak mütalaa edilmektedir. Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümlenebileceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır. Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını, Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir. ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

Sonuç

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.

Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.

Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.        

Faydalanılan Kaynaklar   

1. Ali Esgin ÖZ, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar, Erişim tarihi: 23 Mart 2009.  
2. Ali Nail KUBALI, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi: 25 Mart 2009.   
3. Armağan Kuloğlu, Küreselleşme ve Milliyetçilik, , Kasım 2006.  
4.  Armağan Kuloğlu,ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin güvenliğine muhtemel etkileri, , 02 Aralık 2008.  
5. Armağan Kuloğlu, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri, Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.  
6.  Armağan Kuloğlu, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi, Şubat 2009, Sayı: 26.  
7.  Armağan Kuloğlu, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.  
8.  Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.  
9.  Fahir ATASOY, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.  
10. Gnkur.Bşk.Org.Yaşar Büyükanıt’ın Güvenliğin yeni boyutları ve uluslar arası örgütler konulu sempozyum açış konuşması, 31 Mayıs 2007. 11. M. Faruk Demir, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti / Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.  
12. Sait Yılmaz, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.   
13. Sait Yılmaz, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.  
14. Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.   
15. Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar, , 2   Eylül 2008.  
16. Yılmaz Tezkan, Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005.  
17. 3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.     


http://orsam.org.tr/tr/turkiye-nin-guvenlik-algilamalari-ve-abd-politikalarinin-guvenligimize-etkileri/

***