BÜLENT ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÜLENT ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2020 Pazar

Apo İdamını Neden mecliste Beklettik cevaplıyor;

Apo İdamını Neden mecliste Beklettik cevaplıyor;


 BÜLENT ECEVİT .,  ve Devlet Bahçelinin Başbakan yardımcısı oluduğu yıl..,


_ BUGÜN İSE 2020  NE AB YE GİRDİK NEDE APO' YU İDAM EDEBİLDİK..

BEKAA VADİSİNDE BURNUNU SİLECEK MENDİLİ OLMAYAN BEBEK KATİLİNE ÜSTELİK ADA TAHSİS ETTİK YAŞAMINI O ADADA...
ÖLENE DEK GARANTİ ALTINA ALDIK..,




http://www.youtube.com/watch?v=7SHzH6sragw

***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7



Mesut Yılmaz'a Göre, İstenenler Atla Deve Değil!

KOB ile ilgili en ilginç değerlendirmeyi ise ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 14 Kasım 2000 tarihinde partisinin TBMM Grup Toplantısında yaptı. Yılmaz, "KOB'da yerine getirilemeyecek, kesinlikle reddedilecek bir unsur bulunmadığını, istenenlerin atla deve" olmadığını söyledi. Yılmaz'ın, AB'ye bakış açısını göstermesi bakımından önemli olan bu konuşma özetle şöyledir: 

"KOB ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye'nin AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12 ülkenin hepsinden, hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Aramızdaki hukukî ilişkinin 40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.

1963'te Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk ekonomisi AB ile rekabete hazırlanmıştır. ANAP'ın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987'de Türkiye AB'ye tam üyelik için başvuruda bulunmuştur. 

1987'de, o zamanki ANAP Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik başvurusu üzerine, AB, Türkiye'nin durumunu incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında Türkiye'nin AB standartlarına, değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.

1989'da bize verilen bu cevap olumsuz, AB ile ilişkilerimizi bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990'da, bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla birlikte, o zamana kadar Doğu Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır ve kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunmak olmuştur. Böylece, 1989'dan sonra, 1990, 1991 yıllarında AB, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o tarihten itibaren AB'ye yeni üye olacak ülkelere hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde hangi kriterlerin aranacağını tesbit etmiştir. Bu, 1993'te Kopenhag'da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, AB, kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag Kriterleri dediğimiz, bu ölçülere göre değerlendirmektedir. 

1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş; ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu, Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra, hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik. Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, AB ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa'yı Türkiye meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki'de Türkiye'nin aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını kabul etmiştir."

Yılmaz, bu konuşmasında AB'nin Türkiye'ye ayırımcılık yaptığını kabul etmiştir. Yılmaz, Helsinki'de Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda görüldüğünü söylese de, bunun böyle olmadığı, ayırımcılığın sonraki karar ve uygulamalarda devam ettiği görülecektir. Ayrıca, Lüksemburg ile Helsinki'deki talepler arasında hiçbir fark olmadığı hatırlandığında, sadece "şartlı adaylık" ilanı karşılığında sözkonusu talepleri kabul etmiş oluyorduk. AB çevrelerinde, Türkiye'nin bu şartları nasılsa yerine getiremeyeceği inancı ile adaylık statüsünün verildiği değerlendirmelerinin yapıldığını açıkça söyleyen de Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Şimdi, Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü etkileyeceğini ifade etmişlerdir. 
Tabiî ki bunların arkasında, bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer 27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına yakınının Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede, Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle AB açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve Helsinki'den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim, Helsinki'de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır. Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta AB kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, AB'de yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 70'i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır; ama, aslında AB ülkelerinin halkları, genişlemeye de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50'den fazla bir kamuoyu desteği söz konusu değildir. 

Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye, şu anda aday olup da AB ile tam üyelik müzakeresi yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız için, kısa vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi, Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman, tabiî ki bunda AB'de demin söylediğim Türkiye'ye karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır.

Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır.
Şu anda Avrupa Birliği, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir." 
Yılmaz, burada AB'nin ileriye yönelik olarak Türkiye'nin önünü kesmeye devam edeceğini itiraf etmektedir. Bu da AB'nin duruma göre karar ve kriter değiştirebildiğine, Yılmaz'ın ağzından bir örnektir. Bu ilginç konuşmanın devamında şunlar vardır: 

"Şimdi, Türkiye açısından bakıldığında, KOB'da, bizim yerine getiremeyeceğimiz, kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir. Ama, bizi rahatsız eden iki tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir, ikincisi de malî işbirliği ile ilgilidir. Kıbrıs ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye ile ilgili olarak bir ifade kullanılmıştır. Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, "Türkiye'nin Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî diyaloga güçlü biçimde destek olacağı" ifadesidir. Bu, Helsinki'de yer almıştır; ama, Helsinki'de bu ifade yer aldığı zaman, Sayın Başbakan, bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı, yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır. Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir. Yani, "Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir" şeklinde bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla örtüşmektedir.

Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesi-nde ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle Helsinki'deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu, Yunanistan'ın baskısıyla olmuştur.
 Bu durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki ihtimal vardı: Birincisi, AB'nin Helsinki'den bu yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek, bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki'de bize AB tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin hiçbir şekilde bizim AB ilişkilerimizde bir unsur olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin tümünü kabul etmek.
Bakanlar Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulu'nun açıklamasında, hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan "Acaba Hükümet buna evet mi dedi, hayır mı dedi" tartışmaları bir anlamda abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki'de bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen bir tutumdur." 
Helsinki Zirvesi sebebiyle yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Kıbrıs'la ilgili endişelerimi dile getirirken kafasını "yanlış" anlamında sallayan Yılmaz'ın, 1 sene sonra gelen bu şikâyeti anlamlıdır. Yılmaz, Lipponen'in hukuken geçersiz mektubunun yazılı bir teyit olduğundan bahsediyor ama bizim neden yazılı bir belge sunmadığımızı söylemiyor. Yılmaz'ın açıklamalarına devam edelim: 

"Niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18'inde Avrupa Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha sonra da Aralık ayının -sanıyorum- 9'unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir. Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır. Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oy çoğunluğu ile bu belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici bir belge olmazsa, engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir. 
Yunanistan'ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan'a, bize göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre, tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. 
İleride bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani, 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğinin kabulü sırasında Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki: "Yunanistan'ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir." Ama, buna rağmen görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır, hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur. Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir. 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı sıfatıyla yazılmış, bir anlamda AB müktesebatının bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir." 
Yılmaz'ın bu itirafı gerçekten dehşet vericidir. Hakkımız olan ama bugüne kadar alamadığımız, bundan sonra da alamayacağımız malî yardımlar için Yunanistan'a, hem de Kıbrıs konusunda taviz verildiğini açıkça itiraf etmektedir. Geçmişte nasıl aldatıldığımızı örnekleri ile anlatan ancak bu kez elimizde sözlü değil, yazılı güvence olduğunu belirten Yılmaz, Lipponen'in hukukî hiçbir bağlayıcılığı olmayan mektubuna sığınmaktadır. Ancak Yılmaz'ın, hemen bir sonraki cümlesinde AB'nin sözünü nasıl tutmadığını anlatması, verilen tavizin vehametini daha da arttırmaktadır. Özrü kabahatinden büyük deyimi Yılmaz'ın mantığını anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu aldatılmışlıkla, Kıbrıs ikinci kez taviz olarak veriliyordu. Gümrük Birliği uğruna Rum kesimi ile görüşmelere başlanmasına göz yumulmasından sonra, bu kez de sadece "sanal adaylığımızın" ilanı için Kıbrıs konusu bir kez daha AB'nin ellerine teslim ediliyordu. Yılmaz'ın konuşmasına dönersek bugüne kadar nasıl aldatıldığımızı daha açık bir şekilde görebiliriz;
"Şimdi, bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle, bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize senede ancak 177 milyon ECU'luk bir hibe yardımı öngörülmektedir. Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren; ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir. Bu konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde herhalde en temel konulardan birisi olacaktır." 
AB, ileriki bölümlerde görüleceği gibi malî yardımlar konusunda malum tutumunu sürdürdü. Diğer aday ülkelere büyük rakamlarda yardımda bulunup, az şey isterken, Türkiye'ye hemen hiç yardım yapmadan inanılmaz talepler dayattı. Ancak Yılmaz'ın gözünde hâlâ, "Yüksek bir takım hedefler gösteren ama bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna" düşmemiş olmalı ki tüm bunlar yaşanmamış gibi Türkiye'nin "olmayan" yükümlülüklerinden bahsedip, hep kendi ülkesinin kaybına yol açacak baskıları ve Türkiye'yi suçlayıcı açıklamalarını sürdürmektedir. Yılmaz'ın konuşması devam etmiştir: 
"Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir. Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel'e gitmişizdir, aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir: "Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz. Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır, hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de Lozan'da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için, bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız gerekir." 
Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır. Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle, belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü yoktur."
Yılmaz, KOB'un hazırlanmasındaki engin katkısını ifade etmeye çalışırken, AB'ye "taktik" verdiğini itiraf etmektedir. AB'nin isteklerini sadece KOB ile değerlendirirseniz, bazı ciddi talepleri gözden kaçırabilir ve "Bunda bir şey yok" diyebilirsiniz. Ancak vardır. Daha önceki belgelerde "Kürtler" için haklar isteyen AB, Yılmaz'ın tavsiyesi üzerine bu ifadeyi kullanmamış ama KOB'da, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması" şeklinde bir genelleme yapılmıştır ki, bu kapsama herkesi sokup, rahatlıkla yeni yeni sanal azınlıklar yaratmak mümkün olacaktır. KOB ve bu belgenin temelini oluşturan AB'nin ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosu kararları birlikte değerlendirildiğinde belgenin Yılmaz'ın gösterdiği gibi hiç de masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, ilerleme raporlarında eğitim talebinin açılımı yapılmakta ve hem temel, hem de yaygın eğitimden bahsedilmektedir. Belgede, bunun gibi Türkiye'yi rahatsız eden çok sayıda haksız unsur bulunmaktadır. Yılmaz'ın konuşmasının devamında Kürtçe yayın vardır:
"Şimdi kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor, başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların hiçbiri doğru değildir. 
Benim söylediğim hadise şudur: Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur... Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece bir televizyon kanalında, CNN Türk'te kısa bir söyleşiye çıktım, oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde, bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle bir taahhüdümüz yoktur.
Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Avusturya'da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur. Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
 Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama, bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz. Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Ama, biz bunun yapılmasından yanayız. Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar. Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur."
Yılmaz, o zaman yayın konusunda bir taahhüdümüz olmadığını söylüyordu. Doğruydu. Ama 2002'ye gelindiğinde, altında kendisinin de imzası bulunan Ulusal Program'da da, hem yayın ve hem de eğitim konusunda herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, "taahhüdümüz var" demiştir. Bu ya bilinçsizlik, ya da en hafif tabiriyle gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki, PKK ve AB'nin dillendirmesi dışında, vatandaşların böyle bir ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman belirlemiştir? Yapılan tüm anketler, bölge halkının öncelikli talebinin aş ve iş olduğunu, bu konuların en sonlarda yer aldığını göstermiştir. Mesela, Marmara Üniversitesi'nden Sosyolog Dr. Mustafa Aksoy tarafından 1997'de yapılan "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde Terörün Neden ve Sonuçları" konulu araştırmada, "Devletten Beklentiler" şöyle tespit edilmiştir: İş imkânı (yüzde 50.6), can güvenliği ve terörün durdurulması (yüzde 25.9), eğitim, sağlık, konut ve alt yapı isteği (yüzde 16.8), yerel dilde eğitim (yüzde 5) ve sosyal haklar (yüzde 1.7). Ayrıca sayıları az da olsa bu durumdaki vatandaşların Türkçe bilmemesi, o insanların değil, ülkeyi yönetenlerin sorunu ve sorumluluğudur. Bu talepleri savunanlar, birliği ve bütünlüğü sağlayacak yol yerine ayrışmayı getirecek keyfi ve sorumsuz bir tutum izlemektedirler. 
Bizden daha ilk etapta, dilde ayrışmayı isteyen AB, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri için hazırladığı raporlarda ise tüm sosyal grupların topluma entegrasyonundan ve resmî dilin yaygınlaştırılmasından, bu amaçla da bu ülkelerin desteklenmesinden söz etmektedir. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit, bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yoktur. Biz şimdi Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle yarış etmemiz gerekiyor." 

Yılmaz, tetkik etmeden peşine düştüğü görüşleri kabul ettirebilmek için farkında olmadan adeta bölücü örgütün propagandasını yapmıştır. Örgütün tv yayınları ile milyonlarca insanımızın evine girdiğini ve beyinlerini yıkadığından bahsetmiştir. Önce buradaki yanlışları düzeltelim. Bölücü yayınların dili yüzde 80 oranında Türkçe'dir. Eğer siz beyin yıkanmasına karşı tedbirden bahsediyorsanız, önce bu yüzde 80'e, devletin tv'leri ile hitap etmesini bileceksiniz. Bunu yapmakta acz içindeyseniz, Kürtçe tv'den bahsetmeniz vahim bir aldatmacadır. Ayrıca yapılan incelemelere göre, bölgedeki çanak antenlerin çok büyük bölümü küçük çaplıdır ve bölücü örgütün yayınlarının takibine uygun değildir. Onun için Yılmaz'ın milyonlardan bahsetmesi konuya ne kadar uzak, ama baskılara boyun eğmede ne kadar teslimiyetçi olduğunu göstermektedir. 

Yılmaz, konuşmasını şöyle tamamlamıştır: 

"Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi olmadığını gayet iyi biliyorum. Bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem, milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen, Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin, yoksulluğun, sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından, insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor. Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır." 

Yokluk ve yoksulluk milletimizin kaderi değildir, ortadan kaldırmak da iktidarların görevidir. Bunun ortadan kaldırılmamasından sorumlu olanlar, yıllarca iktidarda kalıp da görevini yerine getirmeyen ve bugün de en azından "malî yardımlar" konusunda Türkiye'yi aldatan ve aldatmaya devam eden AB'den medet umanlardır. Kaldı ki, bunların AB'den umutları da boşa çıkacaktır. Çünkü AB'nin fon kaynaklarının tükenmek üzere olduğu ve yardımların zamanla ortadan kaldırılacağı bilinmektedir. Yani Türkiye sanal adaylıktan, sanal üyeliğe geçse bile söylendiği gibi AB'den akacak ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Olsa bile bu, Karen Fogg'un ifadesiyle, "okyanusta bir damladır" ve "gerekli kaynağın, aslen o ülke tarafından sağlanması" gerekmektedir. Bunun yanı sıra hak ve özgürlükler de bir gelişmişlik meselesi olarak, güvenlikle birlikte ele alınarak, insanlarımıza en iyi şekilde sunulmalı, milletimizin ve devletimizin bir meselesi olarak görülmelidir. Bunu sağlamak isteyen ve hem de icra makamında olanların ellerini veya iradelerini bağlayan bir şey olduğunu sanmıyoruz. Atatürk'ün bu millete layık gördüğü, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ancak bağımsız, egemen ve üniter bir Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yüreğinde gerçekten zerre kadar Atatürk sevgisi taşıyanların bu değerlerden, hem de kayıtsız-şartsız vazgeçmemeleri gerekmektedir. 

2002'nin Mesut Yılmaz'ı da apayrı bir profil çizmiştir. Bütün politikasını AB üzerine inşa eden Yılmaz, aynı zaman dilimi içindeki çelişkili açıklamaları ile toplumdaki kafa karışıklığını daha da arttırmıştır. Sık sık AB'yi öven, hatta "hatasız" ilan eden Yılmaz, bir başka konuşmasında, AB'nin kurumsal iradesinin Türkiye'yi istemediğini veya egoist olduğunu söyleyebilmiştir. Türkiye'yi istemeyen kurumsal iradenin, yapamayacağımız şeyler isteyerek, bizi AB'ye almamanın çabası içinde olduğunu, onların (yapamayacağımız dediği) isteklerini yaparak, bu oyunu bozmamız gerektiğini söyleyen de Yılmaz olmuştur. 2002'de takvim verilmemesi halinde, Türkiye'nin başına gelecekler konusunda felaket senaryoları çizmekten geri durmayan, bu uğurda Ulusal Program'da olmayan taahhütleri varmış gibi gösteren ve bu olmayan taahhütlerin yerine getirilmesini "ulusal onur" meselesi yapan Yılmaz, orduya çatmayı da ihmal etmemiştir. 
Kopenhag kriterlerinin ülkeyi bölüp bölmeyeceği endişelerinin doğru olup olmadığını zamanın göstereceğini ifade eden Yılmaz, bir anlamda Türkiye'yi deneme tahtası yerine koymuştur. Yılmaz, bir şey olmayacağını belirtirken de, "163. madde kalktı. O zaman da ülkeye şeriat gelir dendi. Ne oldu?" diye sorarken, 28 Şubat'ı ve o sayede iktidar olduğunu unutmuş gözüküyordu.
Yılmaz, AB'yi sadece terör listesindeki tutumu konusunda egoist ilan ederken, diğer bazı şeyleri unutuyordu. Yukarıdaki grup konuşmasında değindiği Kıbrıs ve malî yardımlarda bizi aldatmasını... Buna gasp edilen serbest dolaşım hakkını da ilave etmemiz gerekmektedir. Yılmaz, buna rağmen AB'yi savunup, listeye almadıkları PKK ve DHKP/C'nin kendilerine zarar verip vermeyeceğini araştırdıklarını söyleyebiliyordu. PKK'nın AB ülkelerinin istediği doğrultuda yapısını değiştirip, siyasallaşma stratejisi çerçevesinde, terör örgütü görüntüsünden çıkma planını hatırlamayan Yılmaz, AB'nin, bu listeleri belirlerken kendi ülkelerinde eylem yapan örgütlere öncelik verdiğini kaydediyor, ancak nedense Avrupa'da hiçbir eylemi olmayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri neden listeye aldığını ise sormayı akıl edemiyordu. AB gibi hayatî, Türkiye için adeta "varlığını koruma" mücadelesine dönen bu konuda ANAP Genel Başkanı, sadece kendi varlığı için çırpınan ancak labirentlerde yolunu kaybeden bir insan görüntüsü çizmektedir.

ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın, adeta AB kampanyası başlattığı günlerde daha da yoğunlaşan çelişkili tutum ve açıklamalarını soru önergeleri veya basın açıklamaları ile sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Yılmaz'ın, bu çelişkilerini, soru önergelerimize verdiği cevaplara da yansıttığı görülmüştür. Kamuoyuna AB'nin bizden Kürtçe eğitim talebi olmadığını söyleyen Yılmaz, cevabında bu talebi doğrulamıştır. Yılmaz, "Bu hakları vermemiz AB sürecimizi hızlandıracağı gibi terörizmle mücadelede AB ülkeleri ile işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilecektir." şeklinde bir ifade kullanmıştır ki, bu bir pazarlığı çağrıştırmaktadır. Kamuoyu önünde dillendirdiği ve "taahhüt" diye sunduğu birçok hususun gerçekte Ulusal Programda olmadığı tesbitimizi de, programların yenilenebileceğini söyleyerek, dolaylı bir şekilde teyid etmiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 6


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 6


Helsinki'den Sonra Hangi Gelişmeler Oldu? 

Helsinki kararından sonra 2000 yılında Türkiye ile tarama sürecine geçilmesi gerekiyordu. Bu amaçla 11 Nisan 2000'de Türkiye-AB Ortaklık Konseyi toplandı. Toplantıda 31 başlıktan oluşan AB mevzuatının analitik incelemesi için 8 alt komisyon oluşturulması kararlaştırıldı. Tarama sürecinin Mayıs-Haziran döneminde başlatılması beklendi. Ancak bu süreç hiç başlamadı; onun yerine, terminolojide yeri olmayan yeni bir ifadeyle, derinleştirilmiş analitik inceleme gibi muğlak bir ifade bulundu. 
Helsinki'den sonra özellikle güneydoğu konusunda açık talep ve müdahaleler yoğunlaştı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem bile "Bunlar kendilerini sömürge valileri sanıyorlar." demek zorunda kaldı. Cem, 2002 yılına geldiğimizde aynı ifadeyi, bir kez daha kullanacaktı. Bu aslında, ilişkilerin yerinde saydığının, AB'nin Türkiye'ye karşı tutum ve niyetlerinde en ufak bir değişiklik görülmediğinin de itirafı olacaktı.
Bu arada Fransa ve İtalya'nın ardından, AB Parlamentosu da sözde Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etti. Böylece Kürt meselesi, Kıbrıs ve Ege'den sonra "Ermeni" meselesi de sıradaki yerini almış oldu. 


Katılım Ortaklığı Belgesi İle Türkiye'den Neler İstendi? 

Türkiye'ye bundan sonra neleri yapması gerektiğini anlatan Katılım Ortaklığı Belgesi 8 Kasım 2000 tarihinde verildi. KOB'da, "Öncelikler ve Orta Vadeli Hedefler" başlığı altında şu değerlendirme yapıldı: 
"AB Komisyonu, İlerleme Raporlarında, aday devletlerin üyelik hazırlıklarında bazı alanlarda geliştirilmesi ve devam etmesi gereken çabaların altını çizer. Bu durum öncelikler kapsamında ara aşamaların tanımının yapılmasını ve her tanımın ilgili devletlerin işbirliğiyle belirlenecek kesin amaçlarla tamamlanmasını gerektirir. Bunun başarıya ulaşması verilecek yardımın derecesini, bazı ülkelerle devam eden müzakerelerde kaydedilen gelişmeyi ve diğer ülkelerle yeni müzakerelerin açılmasını belirler. Katılım Ortaklığının öncelikleri kısa ve orta vade olarak iki gruba bölünmüştür. Kısa vadede sıralananlar, Türkiye'nin 2001 yılına kadar tamamlaması veya somut olarak ileriye götürecek adımları atması beklentisi esas alınarak seçilmiştir. Orta vadede sıralananlar ise, tamamlanması bir yıldan fazla sürmesi mümkün, ancak imkânlar ölçüsünde çalışmaları 2001 yılı içinde başlatılması beklenenlerdir.
Katılım Ortaklığı, Türkiye'nin üyelik hazırlıkları için gerekli öncelik alanlarını belirlemektedir. Buna göre, "Türkiye her halükârda İlerleme Raporunda yer alan tüm konulara eğilmek durumunda olacaktır. Türkiye'nin, Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği ve örneğin, tarım ürünlerine ilişkin ticaret rejimi gibi AT-Türkiye Ortaklık Konseyi kararları çerçevesinde mevzuatın uyumu ve uygulamasına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmesi de önem taşımaktadır. AB mevzuatının yasalara meczinin tek başına yeterli olmadığı, ayrıca Avrupa Birliği'nin uyguladığı standartlarda uygulanmasının güvence altına alınmasının gerekli olduğu da hatırda tutulmalıdır. Aşağıda sıralanan tüm alanlarda mevzuatın güvenilir ve etkin uygulaması gerekmektedir." 

KOB ile Türkiye için belirlenen kısa ve orta vadeli öncelikler ve ana hedefler şöyle olmuştur: 

Kısa Vade (2001): Güçlendirilmiş Siyasal Diyalog ve Siyasî Ölçütler 
Helsinki sonuçlar bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, Helsinki sonuçlar bildirgesinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek. 
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesi doğrultusunda, ifade özgürlüğü hakkı için yasal ve anayasal güvenceleri güçlendirmek. Bu bağlamda şiddet içermeyen görüşlerini açıklamaktan hapis cezası verilen kişilerin durumuna işaret etmek.
Dernek kurma özgürlüğü ve barışçıl toplantı hakkı ve sivil toplumun gelişmesini cesaretlendirmek için yasal ve anayasal güvenceleri güçlendirmek. 
İşkence uygulamalarına karşı mücadeleyi pekiştirmek için yasal hükümleri güçlendirmek ve bu yönde gereken bütün tedbirleri almak ve Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesine uyumu sağlamak. 
Mahkeme öncesi gözaltı ile ilgili yasal uygulamaları (prosedürleri), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve İşkenceyi Önleme Komitesi tavsiyeleri doğrultusunda daha fazla uyumlulaştırmak. 
Her türlü insan hakları ihlaline karşı hukukî yeniden yargılama olanaklarının güçlendirilmesi.
Diğer ülkeler ve uluslararası örgütlerle işbirliği içinde kanun uygulayıcı yetkililerin insan hakları konusunda yoğun olarak eğitimi. 
Yargının - Devlet Güvenlik Mahkemeleri de dahil olmak üzere - işleyiş ve etkinliğini uluslararası standartlara uygun olarak iyileştirmek. Özellikle, hakim ve savcıların Avrupa Birliği mevzuatı - insan hakları alanı dahil olmak üzere - eğitimlerini güçlendirmek. 

Ölüm cezası ile ilgili fiilî moratoryumun devam etmesi. 
Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması. 
Bütün vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel olanaklarını artırıcı bir bakış açısıyla, bölgesel dengesizliklerin azaltılmasına yönelik, ve özellikle Güneydoğudaki durumun iyileştirilmesi için kapsamlı bir yaklaşım geliştirmek. 


Orta Vadeli Öncelikler

Helsinki sonuçlar bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların Birleşmiş Milletler Anayasası'na uygun şekilde barışçı yollardan çözülmesi ilkesi kapsamında, Helsinki sonuçlar bildirgesinin 4. maddesinde atıf yapıldığı gibi, devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer ilgili konuları çözmek için her çabayı sarf etmek. 
Hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, politik düşünce, felsefî inanç veya dinlerine bakılmaksızın tüm bireylerin bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının güvence altına alınması. Düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinden yararlanma koşullarının daha da geliştirilmesi. 
Türk Anayasasının ve diğer ilgili mevzuatın, bütün Türk vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini Avrupa İnsan Haklarının Korunması Sözleşmesinde belirtildiği gibi güvence altına alan bir bakış açısıyla, tekrar gözden geçirilmesi ve bu tür yasal reformların uygulanmasının ve Avrupa Birliği Üye Devletlerinin uygulamalarıyla uyumun sağlanması. 
Ölüm cezasının kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6 No'lu Protokolü'nün imzalanması ve onaylanması. 
Uluslararası Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ve tercihli Protokolü'nün, ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması. 
Cezaevlerindeki gözaltı koşullarının Birleşmiş Milletler Hükümlü ve Tutukluların Muamelesinde Gözetilecek Standard Asgarî Kurallar ve diğer uluslararası normlara uygun hale gelecek şekilde düzeltilmesi.
Millî Güvenlik Kurulunun hükümete bir danışma organı niteliğindeki Anayasal rolünün Avrupa Birliği üye ülkelerinin uygulamalarına uyumlulaştırılması. 
Güneydoğu'da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal'in kaldırılması. 
Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması. 

Türkiye, Bu Talepleri Ulusal Programı İle Nasıl Cevaplandırdı?

AB'nin KOB'una Türkiye 19 Mart 2001 tarihinde bir Ulusal Programla cevap verdi. Programda, siyasî talepler ile ilgili yapabileceklerimiz şöyle sıralandı: 
Kıbrıs: Türkiye Kıbrıs'ta tarafların egemen eşitliğine ve ada gerçeklerine dayalı karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüm kapsamında, yeni bir ortaklık kurulması için BM Genel Sekreterinin iyi niyet misyonu çerçevesindeki çabalarına destek vermeye devam edecektir.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü (Kısa Vadede): Anayasa'nın temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümlerinin başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve sanat ile basın özgürlükleriyle ilgili hükümler olmak üzere gözden geçirilmesi, 
TCK'nın 312. maddesinin koruduğu değerler zedelenmeden gözden geçirilmesi, 
Terörle Mücadele kanununun 7. ve 8. maddelerinin gözden geçirilmesi, 
RTÜK kanunun gözden geçirilmesi, 
Basın suçlarının kapsamı ve öngörülen cezalarla ilgili olarak basın kanununun gözden geçirilmesi planlanmaktadır. 

(Orta vadede) 

Siyasî Partiler Kanunu'nun, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ve Tüzüğü ile Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu ve Yönetmeliği, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu ve Tüzüğünün, 3257 sayılı Sinema Video ve Müzik Eserleri Kanunu ile ilgili diğer mevzuatın gözden geçirilmesi, Yeni TCK'nın yasalaşması. 
Ölüm Cezalarının Kaldırılması: Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre kesinleşmiş idam cezalarının yerine getirilmesi kararı münhasıran TBMM'nin yetkisindedir. Hükümet, TBMM'nin 1984 yılından bu yana yaşam hakkının özüne dokunulmaması yönünde benimsediği uygulamaya saygılıdır. Türk ceza hukukundan ölüm cezasının kaldırılması hususu şekil ve kapsam itibariyle TBMM tarafından orta vadede ele alınacaktır. 
Kültürel Yaşam ve Bireysel Özgürlükler: Türkiye Cumhuriyetinin resmi ve eğitim dili Türkçe'dir. Ancak bu vatandaşların günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızların serbest kullanılmasına engel teşkil etmez. Bu serbestlik ayrılıkçı veya bölücü amaçlarla kullanılamaz.
Dinî Azınlıklar: Ülkemizde yaşayan ve Türk vatandaşı olmayan gayrımüslim kişilerin de mensup oldukları dinin vecibelerini yerine getirmelerinde ve kendileriyle ilgili diğer uygulamalarda gerekli pratik kolaylıkların kamu düzeninin korunmasına ilişkin mevzuatımız çerçevesinde geliştirilmesini sağlayacak tedbirlerin alınması (orta vadede). 

Ancak AB, Ulusal Programımızı beğenmedi ve bunu da 2001 İlerleme Raporu'nda şöyle ifade etti: 

"Ulusal program, kültürel haklara ilişkin öncelikler gibi KOB'da yer alan bir takım önceliklerin nasıl ele alınacağı konusunda yeterince açık değildir. KOB'da kökenleri ne olursa olsun bütün yurttaşlar için kültürel hakların garanti edilmesine dair öncelik ile ilgili olarak, UP bir hayli geri bir noktadadır. Ayrıca Türk yurttaşlarınca tv/radyo yayınlarında anadillerinin kullanılmasını yasaklayan bütün hükümlerin kaldırılmasına ilişkin öncelik UP'a dahil edilmelidir. Ölüm cezası hükümlerinin kaldırılmasına ilişkin öncelik UP'a dahil edilmelidir. Ölüm cezası konusunda AİHS'nin 6 nolu protokolünü imzalamaya yönelik bir taahhüt ulusal programda eksiktir. Söz konusu belge özellikle Lozan Antlaşması'nın kapsamına girmeyen azınlık dinleri (Müslüman ve gayrı müslim topluluklar) bakımından Türkiye'nin din özgürlüğünü ne şekilde garanti etmeyi öngördüğünü belirtmelidir." 

Başbakan Ecevit ve Yardımcısı Yılmaz ile diğer AB taraftarları, ısrarla Türkiye'nin Ulusal Program'da verdiği taahhütleri yerine getirmesinden bahsetmektedirler. Oysa AB, istedikleri hususların Ulusal Program'da bulunmadığı tesbitini yaparak, bunların programa konmasını istemekte ve böylece, kendi açısından daha açık ve dürüst davranmaktadır. Ulusal Program'da yer almayan hususları ve sözleri varmış gibi göstererek, kamuoyunu yanıltanlara, altına imza koydukları Ulusal Program'la ilgili olarak, eğer bilgisizlikleri sözkonusu değilse, bu tutumlarının sebebinin sorulması gerekmektedir. 

KOB'da Kıbrıs'ın "Ön Şart" Olmasına  ve Diğer Taleplere Ecevit ve Yılmaz Nasıl Tepki Gösterdiler? 

Başbakan Ecevit başta olmak üzere ilk etapta KOB'a olumlu tepkiler geldi. Kısa bir süre sonra ise tam bir curcuna yaşandı, hükümet ortakları ve bakanlar çelişkili açıklamalar yaptılar. Ecevit, "AB bizi aldatmıştır" derken, ortağı Mesut Yılmaz, "istenenlerin atla deve olmadığını" söyledi. Dışişleri Bakanı Cem ise hem Başbakan Ecevit'le, hem de Bakanlığı ile ters düştü. Başbakan Ecevit, 22 Kasım 2000 tarihinde partisinin Meclis Grup toplantısında, şu değerlendirmeyi yaptı: 
"Türk ulusunun siyaset anlayışı dürüstlük üzerine kuruludur. O nedenle bana göre, uluslararası ilişkilerde güvenilirlik ölçütü Kopenhag ölçütünden çok daha değerlidir. Avrupa Komisyonu'nun 8 Kasım günü Türkiye için açıkladığı Katılım Ortaklığı Belgesi bu açından bende derin hayal kırıklığı yaratmıştır. Çünkü bu belge ile, Avrupa Birliği, 10 Aralık 1999 günü Helsinki Doruğu'nda Türkiye'yi üye adaylığına kabul ederken, Kıbrıs ve Ege konularında bize vermiş olduğu sözü çiğnemiştir. Yani bizi aldatmıştır. Üstelik her iki konu Türkiye için yaşamsal önem taşımaktadır. Her iki konuda da asla veremeyeceğimiz ödünler vardır. Bu iki konudaki duyarlılığımız bütün Avrupa Birliği üyesi ülkelerce bilinmektedir. 
18 Kasım günü yaptığım açıklamada da belirttiğim gibi, Avrupa Birliği Komisyonu veya Konseyi bizim bu duyarlılığımızı gereğince değerlendirmezse, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz kaçınılmaz olacaktır. 

Önümüzdeki günlerde yeniden toplanacak olan bu kurulun, Kıbrıs ve Ege konularında Türkiye'nin beklentilerine uygun bir sonuca varacağını umarım. Böyle bir sonuca varılmazsa, Türkiye'nin tepkisi herhalde sözde kalmayacaktır.
Ancak şunu da belirtmeliyim ki; Türkiye kendiliğinden üye adaylığını askıya alacak veya üyelik amacından vazgeçecek değildir. Bunu temenni edenler varsa boşuna hayal kurmasınlar. Avrupa yalnızca Avrupa Birliği üyelerinin ülkesi değildir. Avrupalılık da, Avrupa Birliği üyelerinin tekelinde değildir. Türkler yaklaşık 600 yıldır Avrupalıdırlar. Türkiye 1949'dan beri Avrupa Konseyi'nde üyedir. 1952'den beri NATO üyesidir. 1963'den beri Avrupa Birliği'nde ortak üyedir. 1995'den beri Batı Avrupa Birliği'nde ortak üyedir. 6 Mart 1995'den beri Avrupa Birliği'yle Gümrük Birliği ilişkisi içindedir. 10 Aralık 1999'dan beri de Avrupa Birliği'nde üye adaydır. Türkiye Avrupa Birliği'yle böylesine çok yönlü ve çok boyutlu ilişkiler içindeyken, hiçbir güç onu Avrupa'dan veya Avrupalılıktan koparıp soyutlayamaz. 

Eğer Avrupa Birliği Kıbrıs'ta uzlaşı istiyorsa, bunun yolu Kıbrıslı Türkleri baskı altına alıp, Rum egemenliğine sürüklemek olamaz. Bunun yolu Kıbrıs'ta iki ayrı bağımsız devlet bulunduğu gerçeğini içlere sindirmektir.
Eğer Avrupa Birliği Ege sorununun hakça bir çözüme ulaşmasını istiyorsa, onun da yolu, Yunanistan'ın kaprislerine boyun eğmek değil, onu Türkiye ile uygarca bir diyaloğa yöneltmektir." 

Başbakan Ecevit, o günlerde, siyasetin ölçüsünü dürüstlük olarak belirleyip, "güvenilirliği" Kopenhag kriterlerinin üzerinde görüyor ve AB'ye güvenmediğini ima ediyordu. Ancak bugün Kopenhag kriterleri, tüm değerlerin üzerine çıkartılmıştır. 
Ecevit, ayrıca AB'nin Helsinki Zirvesi'ndeki sözünü çiğnediğini hatırlatmaktadır. Evet, AB bir kez daha sözünü çiğnemişti ama devlet işlerinin yazılı belgeler yerine, sözler veya hukukî bağlayıcılığı olmayan mektuplarla yürütülmesi halinde bu tür aldatmalarla özellikle AB ile ilişkilerde her zaman karşılaşabileceğimizi bilmemiz gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi Türkiye, Helsinki Zirvesi'ne, tüm ısrarlarıma rağmen bizden istenenlerden ne anladığını yazılı bir belge ile bildirmemiş, Lipponen ve İngiltere Dışişleri Bakanının birer mektup ile verdikleri sözle yetinmiştir. 

Ecevit'in, AB'nin Türkiye'nin beklentilerine uygun bir karara varmaması halinde tepkimizin sözde kalmayacağına ilişkin ifadesi ise doğru ama sözde kalan bir tepki olmuştur. Zira Ecevit, bir yandan adaylığımızı gözden geçireceğimizi söylerken, öte yandan Türkiye'nin AB üyeliği amacından vazgeçmeyeceğini hatırlatmıştır. Çelişki gibi değerlendirilebilecek bu ifadeler gerçekte Ecevit'in, çoğu zaman gördüğümüz tutumuna uygundur. Şöyle ki, "aldatıldığımızı" söyleyerek, bir yandan Türkiye'de AB'ye tepkili olanlara selam verirken, öte yandan AB'den kopacağımız endişesi duyabilecek olanlara da AB'ye bağlılık mesajları göndermiştir. Ecevit, böylece bir taşla iki kuş vurmuştur ama kaybeden tek taraf olmuştur, o da "aldatıldığı" bizzat Başbakan tarafından söylenen Türkiye'dir. Maalesef burada bazı siyasetçilerimizin devlet idaresi anlayışına somut bir örnek sergilenmiştir. Ayrıca, AB, Kıbrıs ve Ege konularında bilinen politikasını sürdürmüş, Türkiye'nin tepkisi de sözde kalmıştır.
Ecevit'in Kıbrıs konusundaki "Bizi aldattılar" sözlerine, AP-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit cevap verdi. Kıbrıs'la ilgili tepkileri abartılı bulan Bendit, "Hiçbir ülke bir üye ülkeyle sınır sorunlarını çözmeden AB'ye giremez." dedi ve Ecevit'in yaklaşımının hatalı olduğunu söyledi. Bendit'in ifadesinden de görüleceği gibi AB için, hak veya hukukun değil, üyesi ülkenin önceliği önemlidir. Bendit, sınır ihtilaflarının, Türkiye'nin AB üyeliği için kriter ama nedense Kıbrıs Rum kesiminin üyeliği için kriter olmadığını bir kez daha teyid ediyordu. 

Ecevit, konuşmasının bundan sonraki bölümünde, AB'nin " Sanal Azınlıklar" yaratma çabalarına "saçmalık" diye tepki göstermiştir:

"Avrupa Türk ulusunu, kandırmacalarla, baskılarla, dayatmalarla, etnik lobilere veya bölücü akımlara destek olmakla kendi güdümüne alamaz veya yıldıramaz. Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye konusunda cahilce laflar ediliyor. Kıbrıs'ta barışın güvencesi olan Türk Ordusu "İşgalci" diye suçlamaya kalkışılıyor. Türkle Kürdün ayrılmaz bir bütün olduğunu kavrayamadıkları için, kimi Avrupa Parlamentosu sözcüleri, Türkiye bağlamında, Korsika ve Bask benzetmeleri yapmaya kalkışıyorlar. Çoğunluğun ayrılmaz bir öğesi olan yurttaşlarımızı "Azınlık" gibi göstermeye uğraşıyorlar. Türk ulusunun bu tür hezeyanlara karnı tok, kulakları tıkalıdır. Türk'ün Avrupalılığında da böyle saçmalıkların yeri yoktur." 
Sadece kendi toplumunun tepkilerini yatıştırmaya yönelik bu demeci sonrasında Kıbrıs ve Ege konuları AB'nin planladığı şekilde ilerlerken, Ecevit 2 yıl sonra AB'nin "kimi yurttaşlarımızı azınlık" gibi gösterme politikasına da uyum sağladı. 2000 yılında bu konudaki talepleri "saçmalık" olarak nitelendiren Ecevit, 2002 yılının başlarına gelindiğinde kendisiyle çelişmesi pahasına Kürtçe eğitimi olmasa da, Kürtçe yayını kabul etti. Eğitim talebi konusunda,"Bunu kabul edemeyiz. Olacak şey değil. Bu, ucu bazı Avrupa ülkelerine kadar giden çevrelerin Türkiye'yi bölmek için çocukları, gençleri kullanarak yapmaya çalıştıkları bir tertip. Bölücü akımı açıktan ifade edemiyorlar, yavaş yavaş o yolda adımlar atıyorlar." 

tesbitinde bulunan Ecevit, nedense eğitimin bir adım öncesi olan yayın isteklerini bu çabalardan ayrı tuttu. Oysa ki, eğitim belli alanda, sınırlı sayıda insanla yapılan bir çalışmadır. Tv ve radyo yayını ise Ecevit'in ifadesiyle, "istesek de istemesek de her yere erişmektedir". Bu sebeple de dolaylı eğitim araçlarından birisidir ve ülke genelini kapsar. O zaman mesele hükümet ortağı ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın savunduğu "dershanede öğretimin" çok ötesine götürülerek, tüm ülke bir anlamda dershane haline getirilmiş olmayacak mıydı? Bazı şeylerin millete hazmettirile hazmettirile yapıldığı ortadadır.

Başbakan Ecevit, KOB'la ilgili değerlendirmesinde azınlık yaratma çabalarına tepki gösterirken, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, liderinin bu konuşmasından sadece 21 gün sonra "Türkiye'de yaşayan herkesin kendi ana dillerinde TV yayını yapma özgürlüğüne sahip olması" gerektiği bombasını patlatıyordu. Basına, "Kürtçe TV sürprizi" başlığı ile yansıyan bu açıklamasında Cem, "AB gelip de Türkiye'ye `gelin bir azınlık tanımı yapın. Bu azınlığa belli bir isim verin' demiyor zaten. Peki azınlık yok diye biz insanlarımızın kendi ana dilinde TV yayını yapma isteği varsa, özlemi varsa buna mani mi olacağız?" diyordu. Önümüzdeki en büyük engelin insan hakları ve ekonomi değil mevzuat olacağını savunan Cem, "Özgün kimliği, güçlü birikimi, tarihî ve potansiyeli ile Ankara uysal, kendini beğendirmeye çalışan talebe gibi davranmayacak." diye de iddialı konuşuyordu. Cem'in bu "sürprizine" ilk destek, Türkiye'ye geldiğinde yetkililerle değil, HADEP'li belediye başkanları ve İnsan Hakları Derneği ile görüşen, açıklamaları ile adeta diplomatik skandallar yaratan İsveç'in Dışişleri Bakanı Anna Lindth'den geldi. Lindth, "İsmail Cem'in Kürtçe tv konusundaki açıklamasını, bütün AB üyeleri olarak çok olumlu karşıladık. Ama somut adım bekliyoruz. Zaten, Avrupalı meslektaşları olarak İsmail Cem'i çok takdir ediyoruz." dedi. 
Dışişleri Bakanımızın, Kürtçe TV ihtiyacına ilişkin sözleri ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın gerekçeleriyle örtüşmüştür. Böyle bir ihtiyacı kim, ne zaman ve nasıl tesbit ettiyse, ısrarla, "Bu insanlarımızın kendi ana dilinde TV yayını yapma isteğinden" bahsedilmektedir. Cem, AB ile ilişkilerimizde önümüzdeki en büyük engelin insan hakları ve ekonomi değil, mevzuat olacağını iddia ederken de oldukça öngörüsüz davranmıştır. Doğrudur, gerçek bir ilişkide temel engellerden birisi mevzuattır. Ama AB-Türkiye ilişkileri "sanal" bir çerçeveye oturtulduğu için Cem'in aksini savunmasına rağmen sadece 1 yıl sonra "insan hakları" kapsamında, Kürtçe TV, eğitim ve idam önümüze "olmazsa olmaz şartlar" olarak konulmuştur. 


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

23 Aralık 2017 Cumartesi

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet 



       Japonya’nın 15 Ağustos 1945 tarihinde teslim olmasının hemen ardından 2. Dünya Savaşı’nın sonlanması, ”barış sarhoşluğu” ile başlangıçta pek fark edilmese de dünyayı ikiye bölmüştü. 

Artık yerkürenin daha büyük bir parçasının başını ABD çekiyor, diğeri ise Sovyetler Birliği’nin liderliğinde dönüyordu.

 İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 05 Mart 1946’da ABD’nin Missauri Eyaletinde, ABD Başkanı Harry Truman’ın da bulunduğu bir platformda 
yaptığı konuşma, Batı ile Doğu arasında uzun yıllar sürecek olan ”Soğuk Savaş”ın fitilini ateşledi. Churchill, “Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki 
Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir” demiş, bu sözlerin karşılığını da çok geçmeden Sovyetler Birliği lideri 
Josef Stalin’den almıştı. Sonrası, dünya politik sahnesinde 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar sürecek olan buzul çağı... 

Dünyanın tanımadığı bu yeni savaş biçimiyle birlikte düzenli ordular, uçaklar, tanklar, toplar, boğaz boğaza verilen meydan savaşları geri plana itildi. 
Tüm bunların yerine, güçlü istihbarat ağlarına dayalı, çok daha sofistike, provokasyon ile tehdit boyutlarıyla ürkütücü ve karşılıklı silahlanma yarışını son 
derece tehlikeli bir biçimde körükleyen bir itişme alanı açıldı. Tanklar, toplarla ülkelerin açıktan işgal edilmesiyle gerçekleştirilen sömürge politikaları da 
ağırlıklı olarak yerini işbirlikçi iktidarlar marifetiyle gerçekleştirilen gizli işgal metotlarına bıraktı. 

Bu yeni savaş, karakterine uygun örgütlenme ve çalışma yöntemlerini de üretti. Önce hiçbir zaman aralarında kayda değer nitelikte sıcak bir çatışma 
yaşanmayacak olsa da karşılıklı olarak savaş paktları kuruldu. Dünya, askeri açıdan Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki Varşova Paktı ve kapitalist bloğun Kuzey Atlantik Paktı (NATO) arasında pay edildi. Bu paktlar aracılığıyla öteki alanlarda istihbarat ve karşı istihbarat yöntemleri geliştirildi; ülkeler sonu gelmez bir kaosun içine sürüklendi. İç karışıklıklar asla durmadı, hükümetler yıkıldı, hükümetler kuruldu. Nükleer silahlanma yarışı büyük bir hız kazandı. Hiç ateşlenmese de karşılıklı olarak yerleştirilen nükleer füzeler büyük krizler doğurdu ve dünyanın içine yuvarlandığı akıldışı gerilim, diplomasiyi sertleştirdi; gizli operasyonlar birbirini kovaladı, iç savaşlar, binlerce insanın hayatına mal oldu. Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “Gladio” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. 

Türkiye’nin tercihi 

Dünya ölçeğindeki bu büyük kutuplaşma tüm şiddetiyle sürerken, Türkiye 2. Dünya Savaşı boyunca sürdürdüğü mesafeli politikasını değiştirdi. 8 
Eylül 1952 tarihinde katıldığı NATO’nun peşinde, Sovyetler Birliği’ne karşı bir nevi koçbaşı vazifesini üstlendi, kısa bir zaman diliminde, topraklarında kurulan 
radar ve savaş üsleriyle baş başa kaldı. NATO ile yatağa girilmişti bir kez ve elbette ki istenenler yerine getirilecekti. 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de her an iç karışıklık çıkarabileceği, komünistleri, vatan hainlerini, azınlıkları kışkırtacağı propagandası ile devlet örgütlenmesi yeniden dizayn edildi. Yeni tipte devlet örgütlenmesi aslında, İttihatçı geleneğe sahip olan ”müesses nizam”a çok uygundu. Ne de olsa, ellerinde çok sayıda karanlık operasyonu üretmiş bir Teşkilat-ı Mahsusa deneyimi vardı. Polis gücü, istihbarat örgütlenmesi, ordu kısa sürede ve hiç de zorlanmadan anti-komünist mücadele araçları haline dönüştürüldü. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin plan, strateji ve örgütlenmesi tümüyle NATO konseptine göre şekillendirildi. Buna diğer NATO ülkelerinde yaratılan Gladio benzeri örgütlenmeler de dahildi. 

Genelkurmay’da bir dönem “Plan Harekat Dairesi”nde görev yapmış olan emekli topçu kurmay Yarbay Talat Turhan, bir röportajında maruz kaldıklarından 
da yola çıkarak ordudaki değişimi şu cümlelerle tanımlıyordu1: “Bizim ordu talimnameleri Amerikan talimnamelerinin tercümesidir. Amerika’da 
konrgerilla örgütünün talimname numarası FM-31. yani fiel manuel-31. bizde ST-31 olarak tercüme edildi. Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye 
göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya 
çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığımız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj 
birimleri, cinayet birimleri var. Resmi talimnameden okuyorum; ‘Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam 
kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj ve yalan haber yayma zorbalık ve şantaj’. Ve yine talimnameden okuyorum: Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuna sahip değillerdir.” 

İlk tanışma Ziverbey’de 

Türkiye’nin aydınları kontrgerillanın varlığından, ilk kez 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında gözaltınaalınarak götürüldükleri İstanbul Erenköy’deki 
Ziverbey Köşkü’ndeki işkence merkezinde haberdar oldu. 


Ertuğrul Mavioğlu ;
1961 yılında Adapazarı’nda doğan Ertuğrul Mavioğlu, 1980-1991 yıllarında toplam sekiz yıl politik tutuklu olarak hapis yattı. 
Gazeteciliğe 1985’de Hürriyet gazetesinde başlayan Mavioğlu, Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan 1986’da mezun oldu. Mavioğlu, Yeni Çözüm dergisi ile Yeni Politika, Evrensel, Radikal, Cumhuriyet, Yeni Binyıl, Milliyet gazeteleri ve İMC TV’de çeşitli görevlerde çalıştı. 

Mavioğlu’nun “ Bir 12 Eylül Hesaplaşması ” alt başlığı ile üç, Ahmet Şık ile birlikte hazırladığı Ergenekon davasının arka planını anlatan iki ciltlik kitapları var. Son kitabı “Cenderedeki Medya, Tenceredeki Gazeteci”, AKP iktidarı sonrası medyadaki gelişmeleri anlatıyor. 


Yazar İlhan Selçuk, bu kontrgerilla merkezinde kendisine söylenenleri daha sonra derlediği kitabında şu cümlelerle aktaracaktı2: “İlhan Selçuk, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı kontrgerilla örgütünün karşısında bulunuyorsun. Sen bizim tutsağımızsın. Burada anayasa, babayasa yoktur. Örgüt seni ölüme mahkûm etmiştir. Sana istediğimizi yapmaya yetkiliyiz.” 

Kontrgerilla gizliydi, yasadışıydı ama devletin dışında örgütlenmiş de değildi. 

Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952’de ABD’de eğitim görmüş bir Tuğgeneral olan Daniş Karabelen tarafından kurulmuş olan Seferberlik 
Tetkik Kurulu (STK) kontrgerilla örgütlenmesinin merkeziydi. Amacı da barış zamanında düşman işgaline karşı direniş ve ayaklanma örgütlemekti. 
Yani tam da soğuk savaş ile birlikte üretilmiş bir kavram olan “Düşük Yoğunluklu Savaş Konsepti”ne denk bir faaliyet tarzıydı bu. ABD Eğitim ve Doktrin 
Komutanlığı’nın geliştirdiği bu konseptin aynen benimsenmesi, karşı devrimci ayaklanmalar organize edilmesi, ülkenin çeşitli yerlerinde gizli silah 
ve mühimmat depoları kurulması3, muhalif hatta memnuniyetsiz yığınların provokasyonlar yoluyla sindirilmesi, kitle önderlerine suikastlar düzenlenmesi ve benzeri çok sayıda operasyon demekti. 


< Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “ Gladio ” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. >

STK, hiyerarşik olarak Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, o da Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlıydı. Resmen 1952’de kurulmuş olsa da hazırlıkları 1948 yılına 
kadar uzanıyordu. 1948’de ABD’ye ”özel harp” kurumları ve ”stay behind” olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetler’in 
çekirdeğini oluşturdu. Bu subaylar arasında Turgut Sunalp ve Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş’in ordu ile ilişkisi kesildikten sonra, özellikle 1970’li 
yılların ortalarında tüm ilerici güçlerin üzerine salınacak olan paramiliter faşist güçleri bünyesinde eğitip örgütleyen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) 
kurması4 ve Sunalp’in 12 Eylül darbesi sonrasında bizzat Kenan Evren’in desteğiyle kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) liderliğini üstlenmesi 
tesadüf değildi. 

Azınlıklara karabasan, 

STK’nin kayda değer ilk icraatı 6-7 Eylül olayları olarak bilinen Türkiye’deki azınlıklara yönelik saldırılarda üstlendiği roldür. Selanik’te Atatürk’ün 
doğduğu evin bombalandığı yalan haberi üzerine 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde azınlıklara yönelik başlatılan saldırılarda 5 bin 583 ev ve dükkân yağmalandı. 52 
ayrı yerde zamandaş başlatılan saldırılar sonrasında Özel Harp Dairesi’nin eski komutanlarından emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, “6-7 Eylül de bir Özel 
Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecekti.5 

STK, faaliyet alanı olarak Türkiye ile sınırlı kalmadı. 1 Ağustos 1958 tarihinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in direktifiyle Kıbrıs’ta “Türk 
Mukavemet Teşkilatı” (TMT) adı altında gizli, illegal ve silahlı bir örgütlenme kurdu. TMT’nin Kıbrıs’taki faaliyet biçimini Habertürk gazetesine verdiği röportajda Sabri Yirmibeşoğlu ağzından kaçırdı. Yirmibeşoğlu, daha sonra “mesela dedik” diyerek düzeltmeye çalıştığı tarihi itirafında,6 “Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs’ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık” diyordu. 

STK’nin ismi, 1967 yılında, o zamanki komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürüldü. Gayri nizamî 
kuvvetlere karşı harekât konusunda uzmanlaşan ÖHD, ” ordu içindeki gizli ordu ” olarak da anılmaya başladı. 

Devletin yardımcı kuvvetleri,

Siyasi hükümetlerin ÖHD’nin varlığından habersiz olduğu, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında ortaya çıktı. 
1974’te ÖHD için örtülü ödenekten para istenince, Ecevit daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında brifing istedi. Yirmibeşoğlu’nun 
verdiği brifing sonrasında Ecevit, ÖHD’yi denetim altına almak istedi ama başarılı olamadı. Ecevit’in ÖHD’nin örgütlenmesi ve faaliyet alanı konusunda 
edindiği ikinci tecrübe ise 1978 yılına rastlar. 

Başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde yine Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından karşılandı ve Orduevi’ne eşiyle birlikte yemeğe davet edildi. 
Ecevit, yemek sırasında Yirmibeşoğlu’ndan ÖHD’nin sivil örgütlenmesinde yer alanlarla ilgili bilgi edinmeye çalıştı. Yirmibeşoğlu ile aralarında geçen 
diyalog şöyleydi:7 

“Ecevit: Farzımuhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı? 

Yirmibeşoğlu: Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 

O yıllarda Erzurum’da MHP’nin il başkanı olan kişi, daha sonra Abdi İpekçi suikastında ve suikastı düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe 
Askeri Cezaevi’nden kaçırılmasında adı geçen ve “Doğu’nun başbuğu” olarak bilinen Yılma Durak’tan başkası değildi. 

Gladio kamyona çarptı 

Ama Durak örneklerden sadece biriydi. ÖHD’nin içinde çok sayıda faşist katliama imza atan başka isimlerin de yer aldığı, 3 Kasım 1996 tarihinde 
Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen bir trafik kazasının ardından artık herkesçe bilinir oldu. Bir kamyona çarpan siyah renkli 
Mercedes’in içinden çıkan üç ölüden biri Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi genci Ankara’da boğarak öldürmekten aranan Abdullah Çatlı, diğeri ise polis 
şefi Hüseyin Kocadağ’dı. Şanlıurfalı aşiret lideri milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı kurtulmuştu. Çatlı ile bir polis şefi ve milletvekilini aynı 
araçta neyin buluşturduğu sorusu, aylarca Türkiye’nin en önemli gündemini oluşturdu. 

Ve nihayetinde devlet – siyaset – mafya üçgeni diye tabir edilen bu karanlık ağın içinden yıllardır işlenen, üzeri hep örtülen kanlı cinayet ve katliamlar 
çıktı. Çatlı ve ülkücü arkadaşları yıllar boyunca sadece işçi kahvelerine, grev çadırlarına kurşun yağdırmakla, solcu, devrimci gençlere karanlık suikastler 
düzenlemekle yetinmemiş- 1970’li yılların sonlarında meydana gelen Çorum, Sivas, Malatya ve Kahramanmaraş katliamlarında da belirleyici rol oynamıştı. 
Tüm bu cinayet ve katliamları gerçekleştirirken de devletten destek görmüşlerdi. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise bizzat cunta lideri Kenan Evren tarafından Ermeni örgütü ASALA’ya (Armenian Secret Army for the Liberation 
of Armenia) karşı kullanılmak üzere bu ekip elde tutulmuş, 1990’lı yıllarda da Kürtlere karşı geliştirilen yüzlerce operasyonda görev almışlardı. 
Faili meçhul cinayetlerden, gözaltında kayıplara, Hizbullah’ın Kürtlere karşı seri cinayet şebekesi şeklinde örgütlenmesine, insanların diri diri asit kuyularına 
atılmasına, Kürt aydınlara ve işadamlarına yönelik kaçırma, suikast eylemlerine varıncaya kadar büyük bir çeşitlilik gösteren bu olaylarda, Susurluk 
kazası sonrasında yapılan araştırmalar ve hazırlanan raporlar sayesinde devletin parmak izlerine rastlandı. Ancak, sorumlularının yargılanmasına geçit verilmedi. 

Ergenekon’la kaçırılan fırsat 

Avrupa’da Soğuk Savaş’ın ardından tasfiye edilen Gladio örgütlenmesinin benzeri olan kontrgerillanın Türkiye’de de tarihe gömülebilmesi için 2007 yılında 
başlayan Ergenekon soruşturmaları yeni bir fırsat doğurdu. Öyle ki, Susurluk soruşturmaları sırasında kontrgerilla ile ilişkili olduğu belirlenen ama dokunulamayan 
derin devlet örgütü Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi’nin (JİTEM) kurucuları Veli Küçük, Arif Doğan gibi isimler tutuklandı. 

Ne ki bu fırsat, Arif Doğan’dan çıkan JİTEM’in arşivinin Ergenekon davasının 2. iddianamesinin ek belgelerine sansürlenerek konulmasıyla kaçırıldı. Üstelik çok 
sayıda karanlık operasyonun planlanmasına dair bilgilerin yer aldığı bu arşivin gizlenmesiyle yetinilmedi, Ergenekon soruşturmaları ”darbe girişimleri” ile 
sınırlandırılarak faili meçhul cinayetler ve kayıpları da kapsayan çok sayıda karanlık operasyonun üzeri bir kez daha örtüldü. 

Böylelikle anlaşıldı ki, 

NATO üyesi ülkelerde gözden çıkarılan Gladio, Türkiye’de çok farklı bir amaca daha hizmet ettiği için tasfiye edilmeyecekti. 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 17 Nisan 2005 tarihinde CNN Türk’te yayınlanan “ Ankara Kulisi ” adlı programda söyledikleri bu bakımdan son 
derece açıklayıcıdır: 

< Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu 
bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. >

“Derin Devlet, Devletin Kendisidir. Askerdir Derin Devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. 
Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden  kaynaklanır.” 

Çünkü 1990’lı yılların başından itibaren Kürtlere karşı etkin bir biçimde kullanılması ile elde edilen sonuçlar, asla meşru sınırlar içinde kalamadığı bu 
savaşta Türkiye devletini büyük bir açmazın içine sokmuştu. 
Kürtlerin haklarını teslim etmemekte ısrar eden ve bu nedenle meşru, hukuki bir zeminde yönetemeyen devlet, belli ki daha uzun bir süre “derin devlete muhtaç” olacaktı. 

Dipnot 

1. Milliyet gazetesi, 16 Kasım 1990 
2. İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, Cumhuriyet Yayınları, 2009 
3. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009’da düzenlediği basın toplantısında bu silah depolarının varlığını ilk kez itiraf ederek, “1986 yılına kadar TSK’nın özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığımıza ait Türkiye sathında gömülü silah ve mühimmatı vardır. 1986 yılında alınan o karar 
çerçevesinde silah ve mühimmatın tümünün toplatılarak depolara alınması emri verildi ve bu işlem 1998 yılında tamamlandı” dedi. 
4. 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde CHP lideri İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la yaptığı bir görüşmede, MHP’nin yan örgütü olan Ülkü Ocaklarına ilişkin uyarıda bulunur. Cevdet Sunay : “Canım onlar komünizme karşı mücadele eden gençler” yanıtını alır. (Metin Toker, Solda ve Sağda Vuruşanlar sayfa 157) Eski bir Genelkurmay Başkanı olan Sunay’ın bu yanıtı Ülkü Ocakları’nın paramiliter faşistleri yetiştirdiği komando kamplarının Özel Harekat Dairesi ile ilişkisi konusunda bilgisine dayanmaktadır. 
5. Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat, Tekin Yayınları 1991 
6. Habertürk gazetesi, 23 Eylül 2010 
7. Bülent Ecevit, Karşı Anılar, DSP, 1991, s. 43 

Heinrich Böll Stiftung 

https://tr.boell.org/sites/default/files/downloads/ertugrul_mavioglu_1._sayi_tr.pdf

***

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 11

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 11

Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami kuvvetlerin bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın 
mukavemet cephesine iltihakına çalışılır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir. 

Cihat Akyol’un tavsiyelerinin; ST 31-15 kodlu “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimatnamesi”nde sıralanan görev ve faaliyetlerle uyumlu olduğu görülür. Bunlar: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve dezenformasyon, zorbalık, şantaj.” Yok edilen hedef kişinin sağ veya sol düşünce yelpazesinde yer alması fark etmemektedir. Yapılacak eylemin bu oluşumun amacına uygun ve lüzumlu olması yeterlidir.145 

1950’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’nin gündeminde Kıbrıs sorunu vardı. Uluslararası düzeyde büyük bir anlaşmazlığa dönüşen Kıbrıs, artık Türkiye’nin iç politikasını da belirlemeye başlamıştı. Gerçekliği olmayan, Kıbrıslı Rumların adadaki Türklere yönelik saldırı düzenleyebileceği dedikoduları Türkiye’deki Rumları tedirgin ediyordu. 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde İstanbul’da meydana gelen olayların146 “resmi” bilançosu: 3 ölü 30 yaralı, 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3.584'ü Rumlara ait olmak üzere toplam 5.583 işyeri ve 
evin tahrip edilip yakılması. Gayrimüslimlerin evlerinin işaretlenmeye başlandığı günden itibaren İstanbul polisi alarmdaydı. Eskişehir ve başka illerden de takviye polisler geldi. 
Olaylar başladığında ise polis, saldırıları seyretmekle yetindi. Olaylar sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğünde görevli polis memuru Berkan Tümerkan, Yassıada’daki duruşmalarda o geceyi şöyle anlattı: 
Olaylardan üç saat evvel, yani saat dörtte bize Emniyet Müdürlüğü merkezinden bir emir geldi. Saat beşten sonra hiç bir polis memuru karakolları terk 
etmeyecekti. Bu haber üzerine hepimiz binada kaldık. Saat altıya doğru her taraftan, özellikle Beyoğlu’ndan saldırılarla ilgili haberler geliyordu. Dükkânlar 
yağmalanıp kiliseler yakılıyormuş. Polis şefimiz Celal Kosovalı o zaman Avrupa'daydı. Biz de onun vekili olan Necati Eğinç'e sorduk. Kendisi ikinci bir 
emre kadar hiç bir müdahalede bulunmamamızı söyledi. Kapıları kilitleyip bekledik.147 

Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Sacit Adalı’nın, komisyonumuza yaptığı açıklamalar arasında yer alan, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili tanıklığını burada vurgulamakta yarar varıdır: 
Yenikapı’da bir komşumuz Yahudi diğeri Rum’du. Kalabalık öğleden sonra gelmeye başlayınca ve yaklaştığı da görülünce… Bağıra çağıra büyük nümayişlerle dar sokaklardan geliyorlar. Hemen yanımızdaki Yahudi komşumuza -demek fazla varmış- babamlar bir bayrak verdiler Öbür yanımızdaki Rum komşumuza Kur’an-ı Kerim verdiler ki soruyorlar: “Türk müsünüz, Müslüman mısınız değilse ispat edin.” Onun ispatı da ya bayrakla olacak ya Kur’an-ı Kerim’le olacak. Yanımızdakiler kurtuldu bizde ama onların yanındakiler Rum ve Yahudi olanlar, Ermeni olanlar tarumar edildi. O sırada biz top oynuyorduk öğleyin, bunu duyan Ermeni arkadaşlarımızdan biraz bizden daha büyük olanlar hemen gittiler. Sonra gördük ki Abraham olan ismini İbrahim diye değiştirmiş kapı ziline ve onlar da kurtuldu. 

Kapı zillerine bakıyorlar, kimler Türk, Müslüman? Böyle bir sürecin kendiliğinden olmayacağı, kendimizi idrak ettikten sonra anladık. Çok şeyin güdülenerek yapıldığının daha sonra farkına vardık, kolay bir iş değildi çünkü.148 6-7 Eylül olaylarına neden olan bombalama provokasyonu ve ardından başlayan yağmalama olaylarının iki “ kahramanı” vardı: Bombayı Atatürk Evi'ne atan MİT görevlisi Oktay Engin ve Taksim’deki olaylarda yağmacıları yönlendiren, elinde gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adresleri bulunan Mürşit Yolgeçen. Atatürk Evi’ne bombayı koyanın Engin olduğu ortaya çıkınca Yunanistan polisi tarafından Hasan Uçarla birlikte tutuklandı. Türkiye Başkonsolosluğu Oktay Engin için iki Yunanlı avukat tutu. Oktay Engin suçluluğu ispat edilince bu iki avukat savunma yapmaktan vazgeçti. Bunun üzerine Atina Türkiye Büyükelçiliği'ndeki hukuk müşaviri, Oktay Engin'in avukatlığını üstlendi. Kısa bir süre sonra Türk vatandaşlığına kabul edilen Engin'in kendisine ve ailesine hükümet kanadıyla yardım edildi. Öğrenci kaydı da İstanbul Hukuk Fakültesi'ne alındı. Selanik Üniversitesinde öğrenim gördüğüne dair hiç bir belgesi bulunmamasına rağmen Üniversite Senatosu Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan devam etmesine karar verdi. Üniversiteyi bitirdikten sonra avukatlık stajını yaptı ve 1961 yılında dönemin İçişleri Bakanı Orhan Öztırak'ın yardımıyla emniyet istihbaratında çalışmaya başladı. Görevi, Rumlara karşı istihbarattı. Oktay Engin, siyasi cinayetlerin, kontrgerilla eylemlerinin başladığı yıllardan, 12 Eylül darbesine kadar en kilit 
makamlarda görev yaptı. Emniyet Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı'nın ardından Eskişehir ve Nevşehir Valiliği görevlerinde de bulundu ve sonrasında emekli oldu. Peki, bu tertibin organizatörü, mimarı kimdi? Bombalama haberini veren istihbaratçı Mithat Perin'in sahibi olduğu İstanbul Ekspres gazetesinin o dönemdeki redaktörü ve o sayıyı yayıma hazırlayan Gökşin Sipahioğlu, olayların istihbarat örgütü MAH tarafından organize edildiğini açıkladı. Yıllar sonra konuşan başka bir isim daha vardı: Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu. Olaylar başlamadan birkaç gün önce İstanbul'a gelen ve sonradan Özel Harp Dairesi'nin başına geçecek olan Sabri Yirmibeşoğlu, 1991 yılında gazeteci Fatih 
Güllapoğlu'na 6-7 Eylül olaylarının Özel Harp Dairesi örgütlenmesi olduğunu anlattı: “Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. Pardon paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı? Tabii 6-7 Eylül olayları Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” Darbe, gizli orduların dünyanın birçok yerinde uyguladığı özel bir harp metodudur. Siyasal cinayetler işleniyor. Kimin yaptığı belli olmayan bombalar patlatılıyor. Katliamlar gerçekleştiriliyor. Sol görüşlü öğrencilerle ırkçılar karşı karşıya getiriliyor… Amaç, halkı bıktırmak ve böylece darbe bile olsa gelecek yönetime razı olmasını sağlamak! Aynı özel harp metodu ve darbe süreci 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da da uygulandı. Darbelerin arkasında CIA ve o ülkelerde oluşturulan gizli ordu vardı. 12 Mart darbesi ardından düzenlenen operasyonlarda özel eğitimli subaylar ile MİT mensupları ortaklaşa yer aldı. Özel Harp Dairesi ve MİT arasındaki bu işbirliği dairenin kuruluşundan itibaren vardı. Hatta işbirliğinden öte bir iç içe geçmişlik durumu söz konusuydu. Bu durumun birinci nedeni, her iki kurumun etkili isimlerinin Amerika ve Almanya’daki özel harp kamplarında aynı eğitimden geçirilmesiydi. İkinci neden ise MİT’in başına çoğunlukla askerlerin gelmesi ve bu askerlerin de önemli bir kısmının özel harp eğitimi almış olmasıydı. Bu iç içelik ve işbirliğinde komuta üstünlüğü her zaman Özel Harp Dairesi’nde oldu. Planlanmasını çoğunlukla dairenin yaptığı eylemlerin, uygulaması ise MİT’e ve sivil unsurlara düştü. 12 Mart darbesi öncesinde düzenlenen provokatif eylemlerde, operasyonlarda bu durum açığa çıktı. Nedense bu ortak eylem ve operasyonlarda hep deşifre olanlar MİT mensupları oldu. Bu operasyonlara katılan özel harpçilerin kim oldukları hala bilinmiyor. 

CHP lideri Bülent Ecevit, o yıllarda yavaş yavaş Avrupa'nın gündemine gelmeye başlayan kontrgerilla tartışmalarıyla ilgili ilk açıklamalarını yapıyordu. Bu konudaki ilk sözünü 26 Mayıs 1973'te istihbarat teşkilatıyla ilgili olarak dile getirdi: “MİT’in ne yaptığı karanlıktır.” Daha sonra: "Kontrgerilla adlı bu resmi görüntülü, fakat gayri resmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmamıştır. Kontrgerilladan hesap soracağız." Ecevit’in Başbakan olmasının ardından Genelkurmay Başkanı Semih Sancar Başbakanlığa gitti. Devamını 

Ecevit’ten dinleyelim: 

1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için, 
bir kaç milyon lira istedi. O yıllarda milyonlar büyük paraydı ve benden istenen miktar da örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı. Üstelik ben örtülü ödeneği 
ancak sosyal yardımlar için kullanıyordum ve mecbur olmamakla birlikte bu kaynaktan yapılan tüm ödemeleri belgelere bağlatıp, Başbakanlık Müsteşarı'nın 
kasasında saklatıyordum. Onun için Genelkurmay’dan bu paranın ne amaçla istenildiğini sormak zorunda kaldım. “Özel Harp Dairesi için” dediler. O güne 
kadar böyle bir dairenin adını bile duymamıştım. Daha önce onlara parayı ABD veriyormuş. Bir anlaşmazlık çıktığı için ödeneği kesmişler. Özel Harp Dairesinin 
nerede bulunduğunu sordum. "Amerikan Yardım Heyeti'yle aynı binada” yanıtını aldım. Özel Harp Dairesi’nin Türkiye’nin veya bir kısım topraklarımızın düşman 
istilasına uğraması durumunda istilacılara karşı gerilla yöntemleriyle ve her türlü yer altı etkinliğiyle mücadeleye hazırlanmak için kurulduğunu anlattı. Adları gizli 
tutulan bazı ‘vatansever gönüllüler’ Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bu gönüllü sivil 
vatanseverlerin kullanmaları için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturmuşlardı. 

Başbakan Ecevit, Cumhurbaşkanı Korutürk’e Özel Harp Dairesi’yle ilgili bilgileri bir mektupla gönderdi. Bu mektup Türkiye için bir dönüm noktasıydı. Türkiye’nin sır gibi saklanan gizli ordusu Özel Harp Dairesi’nin varlığı böylelikle Cumhurbaşkanlığı’ndaki resmi belgelere de girmiş oldu: 
Örgüt gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır. 12 Mart döneminde sözü çok geçen ve kontrgerilla denen kimselerin bu örgütle bağlantılı olma 
olasılığı vardır. Eylemlerden bazıları alelade olmayan güçlü bir örgüt tarafından düzenlenecek niteliktedir. 1 Mayıs 1977 Taksim olayı bu izlenimi vermektedir. Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının emekli olduktan sonra da bilgilerini ve yetiştirdikleri elamanları, siyasal nitelikteki 
eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır.149 Savcı Doğan Öz ve Abdi İpekçi cinayetleri aslında Türkiye’de 12 Eylül askerî darbesini çözmek isteyenler açısından bütün malzemeleri içermektedir. Bu cinayetin dosyaları, 
gelişmeleri izlense, araştırılsa zaten her şey ortaya çıkacaktır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz,150 öldürülmeden kısa bir süre önce Başbakan Bülent Ecevit’e Özel Harp Dairesi ve kontrgerillayla ilgili bir rapor sunuyor. Savcı olarak yaptığı yakalamalardan, aldığı ifadelerden, sorgulamalardan vardığı sonuçları içeren bir rapor sunuyor ve diyor ki: 
“Türkiye’de esas tehlike Özel Harp Dairesi merkezli kontrgerilladır ve ben adımımı attığım her yerde bununla karşılaşıyorum.” Bu raporu yazmasından kısa bir süre sonra evinin 
önünde öldürülüyor.151 Öldürüldükten sonra katil yakalanıyor. Katil ifadesinde Doğan Öz’ü öldürdüğünü itiraf ediyor. Mahkemede tanıklar da Doğan Öz’ü öldüren katili teşhis ediyorlar ve mahkeme idamla sonuçlanıyor. İbrahim Çiftçi, Doğan Öz’ü öldürmekten idama mahkûm ediliyor. Dosya Askerî Yargıtay’a gidiyor. Askerî Yargıtay’a gittiğinde yine askerî savcı dosyanın onaylanmasını istiyor ve idam kararını 4. Daire onaylıyor. Tam onaylayacak, karar kesinleşecek, karar düzeltmesi talebiyle aynı savcılık dosyayı Askerî Yargıtay Ceza Daireleri 
Genel Kuruluna gidiyor ve o Kurul 8’e 7 oyla, delil yetersizliğinden davayı sonuçlandırıyor ve beraatle bitiriyor. Yargıtay kararı, sonunda mahkemenin önüne geri geliyor. Mahkeme şöyle bir karar veriyor: “Elimizdeki bütün deliller, bulgular ve vicdani kanaatimiz bu cinayetin bu şahıs tarafından işlendiğine inanmakla birlikte, Yargıtay Genel Kurulu kararına uymak mecburiyeti nedeniyle beraat kararı veriyoruz.” Nasıl oldu da 1 günde oy birliğiyle verilen idam kararı 8 üyenin ikna edilmesiyle beraate dönüştü? Abdi İpekçi cinayetinde de benzer bir süreç yaşandı, Mehmet Ali Ağca yakalandı, suçunu itiraf etti, katilin sorgulaması sürerken ilginç bir şey daha oldu. Sorgulamayı İstanbul Emniyeti, bizzat o zamanki Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili ve İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş yönetiminde yapmaktaydı. 

Sorgulamanın yarısında dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ, “Siz yeteri kadar, doğru dürüst sorgulayamazsınız.” gerekçesiyle soruşturmayı durdurdu ve “ Biz sorgulayacağız.” diyerek Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’yı aldı Sıkıyönetim Savcılığına teslim etti. Fakat daha sonra anlaşılıyor ki herhangi bir sorgulama ve soruşturma yapılmamış, sorgulama yapılmamakla kalmayıp sonradan o çok korunaklı Askerî Cezaevinden katilin çok rahat bir şekilde kaçırıldığını herkes biliyor. Bu sorgulamanın daha sonraki aşamaları var. Oral Çelik’in getirilmesi, sonra Oral Çelik’in olay yerinde olduğunu söyleyen tanığın bu tanıklığından vazgeçmesi, tanığın devlet tarafından korunmaması gibi olaylar sonucunda Mehmet Ali Ağca dışında, cinayet konusunda çeşitli sorumlulukları olanlar, işbirlikçiler ve cinayeti azmettirenlerin hiçbiriyle ilgili ciddi bir sorgulama, yargılama, veya cezalandırma 
yapılmaksızın dosya kapatıldı.152 

Gladio denen ve Avrupa’da birçok iç çatışma ve iç savaşı kışkırtan kuruluşların NATO vasıtasıyla devletler içinde, ordular içinde kurulduğu biliniyor. Türkiye’deki bunun muadili olan kurum Özel Harp Dairesi’dir ve hâlâ buranın üzerindeki perde kaldırılmış değil. Özel Harp Dairesi kimleri, nasıl ve ne kadar yönlendirdi, ne kadar görevlendirdi? Mesela Korkut Eken, “Biz Abdullah Çatlı’yı 12 Eylül öncesi de kullandık.” dedi. Eğer Abdullah Çatlı 12 Eylül öncesi kullanıldıysa, Abdullah Çatlı’nın neler yaptığı ortada. Yani, Türkiye’yi askerî darbeye götüren bütün kritik cinayetlerde önemli bir isim olarak var. Özel Harp Dairesi 
bugüne kadar sivil güçlerin denetimine açılmamıştır. Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla bir hâkim kozmik odaya girdi, ona not tutmasının dışında hiçbir imkân tanınmadı. Yani “Fotokopi çekemezsin, o belgeleri dışarıya götüremezsin.” dendi. Türkiye’de askerî darbelerin hazırlanmasında rol oynayan karanlık cinayetlerin belgeleri, bilgileri bu kozmik odalarda araştırılmalı, bu kurumlar her açıdan sorgulanmalıdır.153 

Solu ne pahasına olursa olsun durdurmak, 1970-1980 arasında yoğun çalışan gizli örgütün temel hedeflerindendi. Yıllardır varlığı bilinen, ancak herkesin elle tutamadığı, gözle göremediği bu yapının hedefi ülkücülerle aynıydı ve 12 Mart döneminde öğrenci liderliği daha sonra da ülkücülerin avukatlığını yapmış olan Can Özbay, kendisine yapılan teklif hakkında şunları söyler: 

Hukuk Fakültesinde Ülkü Ocağı Başkanı olduğum dönemde karşı kahvede en köşedeki masada tek başına oturan şahsın beni beklediğini, görüşmek istediğini 
söylediler. Gittim. Şahıs; Can hoş geldin, sen şöyle cesursun, böyle akıllısın, şu kadar beceriklisin, seni daha iyi bir şekilde değerlendirmek istiyoruz. Yeteri kadar maddi imkân temin edilecek, sana kimlik verilecek, mahkemelerde, şurada burada ceza almaman sağlanacak. Buna karşılık vatan haini komünistlere karşı çalışacaksın. Bize bilgi vereceksin, verilen görevleri yapacaksın şeklinde teklifte bulundu. Tabiî bu tür teklifler sadece bana değil, benim gibi sağda solda temayüz eden birçok kişiye yapıldı. Pek çok öğrencinin itiraz edemeyeceği avantajlarla teklifler yapıldı. Onlar da kabul ettiler.154 

Rıdvan Akar, konuyla ilgili komisyonumuza şu açıklamayı yapmıştır: “32. Gün”de çalıştığım dönemde bugünlerde çokça tartışılan, hakkında davalar açılmış olan bir emniyet müdürüne çok merak ettiğimiz bir soruyu sorduk. Dedik ki: ‘Bu derin devlet kim?’ Bir devlet var, bir de derin devlet. Kim bu derin devlet? Çünkü kendisi emniyet teşkilatı içerisinde o vasfı haiz ya da isim olarak zikredilen biriydi. Kendisi şöyle ifade etti, dedi ki: ‘Bize göre derin devlet 3 tane J. komutanlığıdır.155 Siyasetçilerin her zaman devletin sahibi olmadığını düşünürüz. Eğer hükümetten ya da siyasetten bize yönelik bir talep gelirse biz o J komutanlarını ararız ve deriz ki: ‘Bunun ne kadarını verelim?’ O da: ‘Nasıl olsa bu adamlar gidici. Şu kadarını verin.’ derler. 
Biz de o kadarını veririz. Çünkü bizim terfilerimiz vesaire gibi birtakım prosesler de oralarda konuşulur. O nedenle biz bu J komutanlarını hükümetten daha çok önemseriz. J komutanlıkları tam olarak ne işleve sahipler, onları tam olarak bilmiyorum.”156 

1980 sonrasında Türkiye, Özel Harp Dairesi’ni PKK’ya karşı güçlendirmeye çalışırken, Batı ülkelerindeki gizli örgütler deşifre oluyor ve çözülme sürecine giriyordu. Başlangıç ülkesi ise en güçlü bulunduğu İtalya oldu. İtalya gizli ordusu üzerinde çalışan İtalyan Hâkim Felice Casson, 1984’te üç polisin öldüğü bombalı saldırı davasının dosyasını yeniden açtı. İlk keşfettiği, bombalı saldırının Kızıl Tugaylar tarafından gerçekleştirilmediği oldu. 

Bombalamada kullanılan patlayıcının da NATO tarafından kullanılan C4 olduğunu ortaya çıkardı. Saldırının sol örgütler tarafından değil sağ örgütler ve askeri gizli servis tarafından gerçekleştirildiğini de belirledi. Soruşturmayı derinleştiren Casson, Gladio’yu tamamen açığa çıkartıp sorumluların yargılanmasını sağlamak istiyordu. Bu amaçla Ocak 1990’dan İtalyan Askeri Gizli Servisi’nin arşivlerini incelemek için başbakanlığa ve diğer üst düzey makamlara başvurdu. Yedi ay sonra Başbakan Giulio Andreotti, Casson’un istihbarat servisinin arşivinde 
araştırma yapmasına izin verdi. Casson, görevi Türkiye’deki Özel Harp Dairesi’yle aynı olan Gladio’nun varlığını kanıtlayan belgeleri arşivden buldu. Ulaştığı belgeler sadece İtalyan gizli ordusu Gladio ile ilgili değildi; Amerika ve İngiltere tarafından NATO bünyesinde diğer Batı ülkelerinde oluşturulan örgütlerin varlığını ve bunların sağ ve milliyetçi teröristlerle ilişkilerini 
ortaya koyan belgeleri de çıkarttı. 

Bunun üzerine bu örgütün karıştığı cinayet ve katliamları açığa çıkartmak için İtalya Meclisi’nde milletvekillerinden bir komisyon oluşturuldu. Komisyon, 2 Ağustos 1990’da Başbakan Giulio Andreotti’den Gladio’nun varlığı, niçin ve ne amaçla kurulduğu hakkında en geç 60 gün içinde detaylı bilgi verilmesini istedi. Ertesi gün başbakan Andreotti gizli örgütün varlığını kabul etti, ancak bu örgütün faaliyetlerinin 1972’ye kadar devam ettiğini, ondan sonra dağıtıldığını savundu. Ayrıca verilen süre içinde komisyona detaylı yazılı bir rapor vereceğini açıkladı. Ancak Andreotti, komisyonu oyalamaya, yanlış yönlendirmeye, bazı olayları manipüle etmeye çalışıyordu. Bunun üzerine ülkede yüz binlerce kişi günlerce 
“gerçeği istiyoruz” sloganları ve pankartlarıyla protesto yürüyüşleri düzenledi. Sonunda Andreotti, komisyona nihai raporunu gönderdi. Raporda Gladio’nun NATO ülkelerinde olduğu gibi bir yeraltı direniş örgütü olarak olası Sovyetler Birliği işgaline karşı oluşturulduğunu anlattı. Gladio, CIA tarafından sağlanan silah, teçhizat ve diğer mühimmatlarla dağlarda, ormanlarda, mezarlıklarda tam 139 silah deposu oluşturmuştu. 

Daha sonra bu silah depolarından birkaçı ortaya çıkartıldı. Tüm bunların sonunda örgütün karıştığı tüm olayların dosyaları yeniden açıldı. İtalya Senatosu 370 sayfalık çok detaylı bir rapor hazırladı. Yıllarca Türkiye’dekine benzer kanlı eylemlerle ülkenin gündeminde kalan örgütün varlığını ve devam ettiğini devlet de kabul etmek zorunda kaldı ve faaliyetlerine son verildiğini açıkladı. Başbakan Giulio Andreotti bile örgütün suçlarıyla ilintili olarak hâkim karşısına çıktı. 

İtalya’dan sonra Gladio tartışması Yunanistan’a sıçradı. Savunma bakanı Nikos Kouris, ‘koyun Postu’ kod adlı örgütün Soğuk Savaş sürecinde aktif olduğunu doğruladı. Bu süreçte devlet yetkilileri de örgütün kesinlikle ülke içinde faaliyette bulunmadığını savunarak faaliyetine son verildiğini söyledi. Çözülmenin sıçradığı üçüncü ülke Almanya oldu. Eski Nazi subayı Peter Naumann, 1995’te örgütün 13 yeni silah deposunu gösterdi. Naumann bu depoların eski olmadığı, son 17 yılda oluşturduğu bilgisini de verdi. Zamanla NATO üyesi Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Lüksemburg’da da bu gizli örgütler açığa çıkartıldı. Tüm bu ülkelerdeki devlet yetkilileri, örgütlerin dağıtıldıklarını 
açıkladı. Geriye bir tek Türkiye kalmıştı. Bülent Ecevit’in yaptığı yeni açıklamalara ve basında yer alan Özel Harp Dairesiyle ilgili yer alan “Kontrgerilla Özel Harp Dairesidir” haberlerine rağmen: Özel Harp Dairesi 1992’de Özel Kuvvetler Komutanlığı adını alarak tümen seviyesine yükseltildiğinde, sivillerin bağlı olduğu birim ayrı bir daireye dönüştürülmüştür. 

Batı’da bu gizli orduların sivil unsurları tamamen dağıtılıp, kendileri için oluşturulan silah depoları açığa çıkartılırken, Türkiye’de sivil unsurların sayısında artışa gidilmiştir. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun komuta seviyesi bu gün tümgeneral düzeyindedir. Çoğunlukla kilit bölgelerde ve noktalarda bulunan sivil unsurların sayıları hakkında kesin bir rakam bilinmemektedir. Bu konuda bugüne dek bir rakam bile telaffuz edilmiş değildir. Ancak sayıları yüz binlerle ifade edilmektedir. 

1990’larda Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla tartışması tam 27 kez TBMM gündemine getirildi. Ancak bir türlü Meclis araştırması kararı çıkmadı. Ordu, PKK’ya karşı aktif olarak kullanılan Özel Harp Dairesini kapatmak, sivil unsurlarını da lağvetmek yerine daireyi yeniden yapılandırma yoluna gitti. Dairenin nasıl yapılandırılacağını belirleme görevini ise bizzat Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş üstlendi. Güreş, bunun için İngiltere’ye gitti. 

Ardından Amerika’ya iki ülkenin de Özel Harp Dairesiyle aynı işlevi gören yapılarını inceledi. Ardından Amerikalıların yardımıyla dairenin yapısında değişikliklere gidilerek Özel Harp Dairesi’nin adı 1992’de, Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak değiştirildi. Tıpkı Seferberlik Tetkik Kurulu'nun Özel Harp Dairesi adını alması gibi. 157 

Meclis’te Özel Harp Dairesi’nin faaliyetlerinin araştırılması önergeleri ret edilirken Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki faili meçhul cinayetler doruk noktasındaydı. Özellikle de Kürt sorununa duyarlı gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler öldürülüyordu. Hiçbir cinayetin faili yakalanamıyordu. Hatta soruşturmasının bile yapılmadığı cinayetler oluyordu. 1993 yılından itibaren ise faili meçhul cinayetlerde Güneydoğunun yanı sıra dikkat çeken bir başka bölge 
daha oldu: Bolu-Düzce-Sapanca’nın kesiştiği sınırlar. Hedefte bu kez Kürt iş adamları vardı. ‘Ölüm Üçgeni’ adı verilen bu bölgenin çok önemli bir özelliği var. Özel Harp Dairesi’nin 1950’li yılların sonlarından itibaren, olası bir işgal durumunda Sovyetler Birliği ordusunu durdurmak amacıyla sivil unsurları örgütlediği bölgeydi burası. Kürt iş adamlarının bu bölgede öldürülmesi, 1993 yılı Millî Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlardan sonra başladı. Özel Harp Dairesi’nin ve diğer güvenlik kuvvetlerinin Güneydoğu’da yürüttüğü mücadele tek başına yeterli değildi. En önemlisi örgütün ekonomik kaynaklarının kesilmesi gerekiyor du. 5 Temmuz 1993 günü MGK’ya sunulan rapora göre, kaynaklardan biri de Kürt işadamlarıydı. Ve bu iş adamlarının büyük kısmı Türkiye’nin en zenginleri arasında yer alıyordu. MGK toplantısından bir süre sonra “PKK’ya yardım eden iş adamları” adı altında bir liste hazırlandı. Listede 67 Kürt iş adamının ismi vardı. Listenin başında Liceli iş adamı ve PKK’nın yayın organı olmakla itham edilen Özgür Gündem gazetesinin ortağı Behçet Cantürk vardı. Listede yer alan diğer isimlerin de kimler olduğu konuşulurken Başbakan Tansu Çiller, 4 Kasım 1993 tarihinde İstanbul Holiday Inn otelinde ilginç bir açıklama yaptı: 
“Türkiye milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız.” O günlerde bu açıklama fazla önemsenmedi. Çiller’in ne kadar ciddi olduğu iki ay sonra anlaşıldı. Medyada sık sık adı “PKK’ya yardım eden işadamları” arasında geçen, Kürt mafyasının önemli ismi Behçet Cantürk, 14 Ocak 1994’te kaçırılıp öldürüldü, Sapanca yakınlarında cesedi bulundu. Kürt işadamlarının kimler tarafından öldürüldüğünün ipucu Susurluk kazasından sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı 

Susurluk Raporu’nda yer aldı: Kim olduğu ve ne yaptığı aşikâr olmasına rağmen devlet, Cantürk’le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede Özgür Gündem Gazetesi, plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken, adı geçenin, yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir. Böylece 100 kişiye yakın olduğu tespit edilen ve zamanın Başbakanı'nın ifade ettiği ‘PKK finansörü iş adamları’ listesinden bir kişi eksilmiştir. 

Geriye tek soru cevapsız kalıyordu: Kürt işadamları neden bu bölgede öldürüldü, bu bölgenin özelliği neydi? Bu bölge Özel Harp Dairesinin Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi işgal etme olasılığına karşın sivil halkı eğitimden geçirdiği yerdi. Özel Harp Dairesi’nin planına göre Rus ordusunun engellenebileceği son nokta burasıydı. Adapazarı - Bolu - Sapanca üçgenindeki sivil unsurlar halkı da örgütleyerek Sovyetler Birliği ordusunu vuracaktı. Ayrıca işgal durumunda sivil unsurların kullanabilmeleri için bölgede bir de silah deposu vardı. Peki, 
Komünistleri son durdurma noktası olarak Özel Harp Dairesi neden bu bölgeyi seçmişti? 

Bunun cevabını da yine Özel Harp Dairesi’nden emekli albay verdi: “Bu yerlerin coğrafi yapısı direnişe uygun. Dağınık araziler ve geniş ormanlıklardan oluşuyor. Bölgedeki yapılaşma da dağınık. Evler birine çok uzak. Bu durum kontrolü güçleştirir. Ayrıca bu bölgede çoğunlukla Çerkez, Çeçen, Abaza, Türkmen gibi silah tutkunu ve operasyonlarda görev alabilecek insanlar çoğunlukta. Lazlar da yoğunlukla yaşıyor. Bu nedenle silah zaten bu bölgenin kültürünün bir parçası. İstanbul ile Ankara arasındaki konumu da önemli.” Cinayetler döneminde bölgenin önemli bir bölümünü içine alan Bolu Emniyet Müdürlüğü’nde ise yıllarca tanıdık bir isim görev yaptı: Uğur Gür. 12 Mayıs 1977 katliamında, alanda bulunan ve olayların başlamasında sorumluluğu bulunduğu iddia edilen polis şefi. Hatta kalabalığın üzerine ateş açılan Sular İdaresi üzerindeki polis olarak basına yansıdı. Kanlı olayların yaşandığı 1970’li yılların tamamında İstanbul’da görev yapan Gür, cinayetlerin başlamasından önce 1992’de Bolu Emniyet Müdürü oldu. Tam 12 yıl Bolu’da görev yaptı.158 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


145 Gültekin Avcı (2008); s. 261, 262. 
146 6-7 Eylül Olayları: Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Dilek Güven'in Sabah gazetesine verdiği röportaja göre ölü sayısının az oluşu gruplara "ölü olmasın" emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayri resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Güven'e göre resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikâyette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir. Zamanın gazetelerine göre "asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır". Hâlbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'sinin Ermenilere, yüzde 12'sinin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır. 
147 Ecevit Kılıç (2010); 59, 74, 75, 81. 
148 Sacit Adalı, Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 11 Ekim 2012, s. 1. 
149 Ecevit Kılıç (2010); s. 82-85, 124, 142, 143, 162-167, 190, 191. 
150 Doğan Öz, 1978’in Ocak ayında yaptığı bu konuşmadan sonra, kontrgerillayla ilgili bir dava açma hazırlığına girişti. 
Başlatacağı büyük soruşturmanın bir ön çalışması olarak kısa bir rapor da yazdı. O raporda şöyle diyordu: “Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.” (Darbeyi çete mi hazırladı? Can Dündar, 
http://www.candundar.com.tr/_v3/#Did=5983 Erişim: 1 Kasım 2012). 
151 Başbakan Bülent Ecevit tarafından, o dönemde çatışmaların ve cinayetlerin en çok yaşandığı merkezlerden biri olan Adana'ya atanan Cevat Yurdakul. Adana'ya atanmasının ardından Yurdakul, altı ay içinde 17 cinayet dosyasını çözdü ve bu cinayetlerin faali olarak 50'ye aşkın kişi tutuklandı. Ancak asıl hedefi bireysel cinayetlerin failleri değil, bu cinayetlerin arkasındaki yapılanmaydı. 20 Eylül 1979 tarihinde Adana'ya gelen Başbakan Bülent Ecevit'le baş başa bir görüşme yapan Yurdakul, daha sonra görüşmeyle ilgili eşi Ülker Yurdakul'a şunları söyleyecekti: "Çok şükür bütün bildiklerimi anlattım, artık ölsem de gam yemem." Yurdakul, Ecevit'le gizli görüşmesinden tam sekiz gün sonra, 28 Eylül sabahı görev yerine giderken, otomobiline düzenlenen silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Ecevit Kılıç (2010); s. 11. 
152 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 2-4. 
153 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 4, 5. 
154 Mehmet Ali Birand ve diğerleri (2010); s. 39, 41. 
155 Genelkurmay karargâhında, Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlı: Personel Başkanlığı (J1), İstihbarat Başkanlığı (J2), Harekât 
Başkanlığı (J3), Lojistik Başkanlığı (J4), Genel Plan ve Prensipler Başkanlığı (J5), Muhabere Elektronik ve Bilgi Sistemleri Başkanlığı (J6), Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (J7) bulunmaktadır. (Levent Kalyon, Cumhuriyet Dönemi 
Savunma Politikaları, Doktora Tezi, Ankara, 2008, s. 40, 41.) 
156 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 22. 
157 Ecevit Kılıç (2010); s. 282, 283-284, 290, 296. 
158 Ecevit Kılıç (2010); s. 297, 299, 300. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.