Doğan Güreş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğan Güreş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 13


 DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 13


6. Askerin Eğitimi 

Eğitimin genel kabul gören iki tanımı: İnsan davranışlarında bilgi, beceri, anlayış, ilgi, tavır, karakter gibi önemli sayılan kişilik nitelikleri yönünden belli değişmeler sağlamak amacıyla yürütülen düzenli bir etkileşimdir. Kişinin davranışlarında, kendi yaşantısı yoluyla istenilen yönde ve bir dereceye kadar kalıcı değişmeler meydana getirme sürecidir. Askerin eğitim sorununu ele almadan önce, Türk eğitim sisteminin durumuna bakmakta yarar vardır: 
Türk eğitim sistemi son derece katıdır, aydınlanmacı ve eleştirel özelliklerden 
bütünüyle yoksundur. Eşitliğe aykırı ilkelere dayanan hiyerarşik ve elitist bir 
sistemdir. Ama dahası da var. Üniversitelerde dahi akademik özgürlüğe hiçbir 
şekilde yer vermediği için, liberal anlamda özgürlüğe bile tahammülsüz bir sistem söz konusudur. Türk millî eğitim sistemi, bu açıdan, Mori Arinori’nin kurduğu milliyetçi Japon eğitim sisteminin bile gerisine düşmektedir. Anımsanacağı gibi, Mori Arinori’nin oluşturduğu eğitim sistemi aynı derecede eşitliğe aykırı ve hiyerarşik bir yapıda olduğu halde, üniversitelerin düşünce özgürlüğü ile aydınlanma değerlerinin serpilip geliştiği merkezler olmasını öngörmekteydi. Türk millî eğitim ideolojisi, evrensellik ve enternasyonalizme karşı güvensizliği ve önyargıları pekiştirme eğilimi taşımaktadır. Siyasal ve ideolojik öğretilemeye yönelik olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu durumdan kurtulmak için, eğitim sistemini, insanlığın köklü felsefelerine, uluslararası kültüre, evrenselliğe, dünya halklarının ortak mirasına açmak gerektiği öne sürülebilir. Türkiye’deki eğitim sisteminin bir felsefe değişikliğine ihtiyacı vardır. Her alanda özgürlüğü ve eşitliği esas almayan düzenlemeler toplumsal çıkmazları daha da derinleştirmektedir.177 Fransa hem ilk ulus devlet, hem de ordu-milletti. 19. yüzyılın başından itibaren Fransa’yı örnek alan Avrupa’da paralı askerlik üzerine kurulu imparatorluk orduları, yerlerini zorunlu askerlik görevine dayalı millî vatandaş ordularına bırakmaya başladılar. Bu ordular uluslaşmanın hem sonucu hem de aracı oldular. Sosyolog Eugen Weber'in deyişiyle, 
Fransa'da köylülerin "Fransız"a dönüşmeleri sürecinde askerlik ve eğitimin rolü büyüktü. Her iki pratikte de 18. yüzyıldan itibaren önce Avrupa'da daha sonra (veya eşzamanlı olarak) başka coğrafyalarda özel alanlarından sıyrılıp belirli sınıfların tekelinden çıkarak, herkesi kapsayan (en azından niyet bazında) ve hatta "zorunlu" bir nitelik kazandı. Yeni bir "disiplin" anlayışının geliştirilip uygulandığı bu iki kurum aracılığıyla, aynı üniformayı giyen, aynı dili 
konuşan, aynı marşları söyleyen itaatkâr ve üretken bedenler, milliyetçi ve sadık vatandaşlar yaratmak hedeflendi. Bu anlamda vatandaş orduları, yalnızca ulus devletin vatandaş yaratma projesinin önemli bir ayağı olmakla kalmayıp, diğer önemli bir ayak olan eğitimin de şekillenmesine katkıda bulundular. “Ordu-millet” kavramı ilk olarak İngiltere’de yayımlanan (yazarı belirsiz) The French Considered as a Military Nation Since The Commencement of Their 
Revolution (Londra, Egerton, 1803) kitabında yer alır. Bu kitap, Fransa’nın tüm vatandaşlarını askere dönüştürerek askeri alanda çok önemli ve tehlikeli bir yeniliğe imza attığını anlatıyor ve Büyük Britanya’nın bu tehdit karşısında yapması gerekenleri sıralıyor.178 

TSK kendisini Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onu önceleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmektedir. Sıkı bir eleme sürecinden sonra askeri okullara giren genç öğrenciler, ilk günlerinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devletini ‘koruma ve kollama’nın asli görevleri olduğu düşüncesiyle yoğruldukları gibi; bütün meslek hayatları boyunca bu doğrultuda düşünmeye ve davranmaya teşvik edilirler. Bu misyonun temel objeleri, diğer bir deyişle korunması gereken değerler silsilesinin başında gelenler; devlet otoritesi, ülkenin bütünlüğü 
ve laiklik ilkesidir. Laiklik ilkesinin bu değerler manzumesi içinde yer bulabilmesinden de anlaşılacağı gibi, TSK kendisini sadece dış güvenlikten sorumlu görmekle yetinmemekte, ayrıca Cumhuriyetçi Batılılaşma/çağdaşlaşma misyonunun da esas sahibi/taşıyıcısı olarak algılamaktadır. 
Orduların demokratik rejimle birlikte yaşamayı öğrenmeleri kolay olmamıştır, olmamaktadır. 
Hiyerarşinin, disiplinin kayıtsız şartsız itaatin vurgulandığı bir örgüt kültüründe yetişen insanlar için, demokratik rejimin düzensiz, karar alma mekanizmaları çok yavaş işleyen, demagojiye izin veren bir rejim olarak algılanması kuvvetle muhtemeldir. Gerçekten da askerlerin anlayışında sivil siyasetçi imajı, kişisel menfaatler için ilke ve kural tanımayan, demagojiye başvurmaktan çekinmeyen, iyi niyetinden ve bilgisinden şüphe edilecek kişi profiline çok yakındır. Böyle olunca da, meşru kanallardan iktidara gelmiş olan sivillere itaat etme, onların denetimine açık olma fikrinin kabul edilmesi kolay olmamaktadır. Ayrıca, temel 
fonksiyonu güvenlik sağlamak olan bir yapılanmada ulusal güvenliğe yönelik tehditlerin abartılı bir biçimde algılanması söz konusudur. Bu da demokratik rejimin gerektirdiği özgürlüklerin aşırı bulunmasına yol açan bir etkendir. 27 Mayıs’ın etkili isimlerinden Orhan Erkanlı’nın179 konuyla ilgili görüşleri anlamlıdır: 
Türk subayının yetişme tarzı diğer ordulara hiç benzemez. Diğer ordularda 
subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir 
mesleğin çok üstünde millî bir vazifedir. Devlet muhafızlığıdır. Bütün okullarda 
bu telkinlerle yetişen subaylar, rütbeleri yükseldikçe, yetki ve imkânları arttıkça 
aynı fikirleri kendi muhitlerine de yayarlar ve böylece okulda başlayan, 
Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlılık bütün ordu hayatları 
boyunca onlar için değişmez bir inanç haline gelir. Şartlar gerektirdiği zaman bu 
vazifeyi yapmak için ya kendileri harekete geçerler veya verilen müdahale 
emirlerini normal bir vazife yapmanın rahatlığı içinde yerine getirirler. 
Harbiye Marşı’nın sözleri bu düşünceyi doğrular niteliktedir: “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti, cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız (bekçisiyiz).”180 Modernizm, tarihsel dönemlerde olduğu gibi, belirli bir eğitimden geçmiş olanlara diğerlerinden farklı oldukları bilincini enjekte eder. Böylece bunların içinden çıktıkları sınıfa yabancılaşmaları sağlanır. Farklı oldukları bilinci taşıyan bu insanlarda, ‘Eğer farklı isem diğer insanlardan farklı yaşamaya, ayrıcalıklı olmaya ve otorite kullanmaya da hakkım vardır.’ bilinci yerleştirilir.181 

Askeri öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok farklı bir eğitimden geçmektedirler. Onlara Atatürk’ün çocukları oldukları ve kötülüklerle dolu dünyada çıkarını düşünmeyen bir kadro oldukları defalarca söylenmektedir. İnsanlığın ve bireyin değerlerinden çok, devlet ve ulus değerlerini öğrenmektedirler. En başarılıları, derin bir görev duygusuyla, sadece askeri yönden değil, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin kaderinin kendilerine bağlı olduğu inancıyla mezun olmaktadır. Askeri okullarda, dünyayı tehlikelerle dolu gösteren stratejik 
doktrin öğretilmektedir. Her yerde tehdit vardır. Yabancı güçler, Türkiye’yi yıkmak, bölmek ve zayıflatmak için hiç durmadan komplolar kurmaktadır. Atatürk düşmanı olan kötü Türkler de bu komplolara katılmaktadırlar. Bu kadar ciddi sorunlarla karşı karşıya olan ulusu savunmak için, ordunun elinde çok sayıda tank, helikopter ve top olması yeterli değildir. 

Nankör bir iş olsa da, toplumu düzenlemek, ulusu felakete götürmek isteyen tehlikeli fikirleri ve bireyleri bastırmak görevlerini de üstlenmelidir. Günler yıllar boyunca bu mesajla doldurulan öğrenciler, kişi hakları ve sivil gücün üstünlüğü gibi insancıl değerlerden çok, “devlet” ve “görev” gibi soyut idealleri benimsemiş subaylar haline gelmektedirler. Onların Türkiye’si, birçok sivilin gördüğü yaşam dolu, kendine güvenli ve hırslı Türkiye değildir. Düşmanlarla çevrili ve kolayca yönlendirilebilen saf insanların oluşturduğu bir halk görmektedirler. 

Bir ülkenin acil toplumsal ve siyasi sorunları olsa da askeri sorunları yoksa, barış içinde ve güvenli ise, ordu o kadar da öncelik taşımaz. Bazı Türkler, sahip oldukları üstünlüğü korumak isteyen generallerin tehditleri abarttığını, hatta olmayan tehditleri varmış gibi gösterdiğini düşünmektedir. Bunu söylemek haksızlık olur. Generaller, büyük kurumsal güçlerini korumayı doğal olarak istemektedir. Ancak korkularında, artık zamanın gerçeklerine uymayan bir stratejik doktrine göre eğitildikleri ve yaşadıkları uzun yılların büyük etkisi 
vardır.182 

Harbiye’nin öğretim yılının açılış töreninde, zamanın Genelkurmay Başkanı “Biz, sizi burada devlet adamı olarak yetiştiriyoruz.” dedi. Harbiye bir meslek okuludur. Tıbbiye ve Mülkiye gibi bir meslek okuludur. “Devlet adamı” denilen şey mektepten yetişmez. Nasıl oluyor da, siz orada doğru dürüst bir profesyonel asker, bir savunma elemanı yetiştireceğinize kendinize böyle bir rol biçiyorsunuz? İşte bu sınırı aşmaktır. O öğrenciler öyle koşullanıyor. Askerlerin 
askerlik yapması gerekir; siyaseti ve rejimi tartışmak değil. O zihniyette yetişmiş olan bir generalin de kendisine “Sen devlet memurusun.” dendiği zaman, memuriyeti küçültücü bir ifade olarak görmesi de sistemin içinde var olan eğitimin bir sapmasıdır. Bu aynı zamanda meslek eğitiminden bir sapmadır. Zaten en büyük sorun da askerliğin bir ideolojik meslek grubu hâline gelmesidir ve toplumu militarize eden bir ideolojiye dönüşmesidir. Askerlerin merkezinde olduğu bir siyasal sistemin varlığını ve sürdürmesini içeren bir ideolojidir bu. 

Askerlerin merkezinde olduğu bir sistemin sürmesi demek, onun otoriter, hiyerarşik ve devletin toplum üzerindeki tahakkümünü içeriyor olması demektir zaten.183 
Darbeler sonrasında demokrasiye geçişte iyi bir uygulama örneği olarak kabul edilen İspanya: 
Öyle bir ülkeydi ki, son 200 yıllık tarihinde 150 civarında darbeye, darbe girişimine ve askeri komplolara sahne olmuştu. Üstelik Franco faşizmi kırk yıl boyunca iktidarda kalabilmişti. Sivil demokrasi karşısında İspanyol ordusu sanki siyasal bir özerkliğe sahipti. Franco diktatörlüğü döneminin 1975’te kapanıp demokrasiye geçişinden sonra 1982’de yapılan yasal değişiklikle belirsizlik giderildi; ordunun siyasal özerkliği ortadan kaldırıldı. Bütün ders 
kitapları ve tarih kitapları İspanya iç savaşında Franco’nun Cumhuriyetçi güçlere karşı kazandığı zafere göre yazılmıştı. Demokrasiye geçişle birlikte okullardaki ders kitapları bütünüyle değiştirildi. Askeri akademilerde okutulan ders kitapları gecikmeli de olsa tümüyle değiştirildi.184 

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök; askerlerin eğitimi meselesi, demokratikleşme ve askerlik mesleğinin ne olduğu ile ilgili komisyonumuza şunları ifade etmiştir: 

“Darbeler sağlıksız bir demokrasinin semptomudur. İspanya eski Millî 
Savunma Bakanı Narcis Serra isimli birisi vardır. Bu 1980’li yıllarda İspanya’da 
özellikle demokratikleşme -Franco’dan sonra- ve ordunun demokratik nizam 
içerisindeki özgün yerinin alması konularında çalışmış, daha sonra çeşitli 
ülkelerde akademisyen olarak danışmanlık yapmış, üniversitelerde ders vermiş, 
gerçekten bu konularda çok değerli bir siyasetçidir. Serra diyor ki: “Darbeler 
sağlıksız bir demokrasinin semptomudur. Semptomla uğraşmak meseleyi çözmez, hastalıkla da uğraşmak lazım.” Tabii hastalıkla uğraşmak 1950’den beri yani çok partili demokrasiye geçtiğimizden beri çeşitli merhalelerle, çeşitli şekilde ele alınmıştır ve bu gayretler sürmektedir. Tabii onu sizler benden çok daha iyi bilirsiniz -genel demokratikleşme- ama bunun içerisinde ordunun yeri konusunda işte bugün ben de sizlere yardımcı olmaya çalışacağım. 

Thomas Bruno diyor ki: “Yeni ya da eski tüm demokrasilerde sivil-asker ilişkileri meselesi temelde aynıdır.” Yani bu bize şunu gösteriyor: Bu mesele sadece Türkiye’ye özgü bir mesele değildir. Askerliğin temel özellikleri: Askerlik en eski mesleklerden birisidir -iki meslek daha vardır bunun yanında- bu nedenle gelenekleri çok kuvvetlidir. Bunu insanların güvenlik içgüdüsü yaratmıştır. Yani doğaya baktığımız zaman her yerde güvenlik vardır. Öyle şeyler var, böyle ağacın üstüne çıkar bir tanesi nöbetçidir bakar çünkü içgüdüsel olarak insan hayatını veya bir hayvan hayatını idame ettirmek ister ve bunun için de evvela güvenlik şarttır, arkasından üreme. Bu iki duygu insanların bütün davranışlarını çok yakından etkileyen duygulardır. 

Askerliğin özü, mensuplarını başkaları için ölmeye veya öldürmeye 
götürmektir. Askerlik yemininde bunu üstelik seve seve yapmamız bize 
öğretilmektedir ve canımızı; vatanımız, ulusumuz, anayasal düzenimiz için seve 
seve vereceğimizi yeminle askerliğe başlarken içimize çakarız. Ölümü göze almak da, öldürmek de çok acı vericidir. İkinci Dünya Harbi’nde Alman askerlerinin çoğunun hedeflere değil, hedeflerin sağına soluna ateş ettiklerini tespit etmişler yani bir sürü mermi atılıyor fakat zayiatı karşı tarafın beklendiği kadar değil ve bunu inceliyorlar, psikologlar bunu tamamen insan öldürmemek içgüdüsüyle, kendi öleceğini de bildiği hâlde -kendisi öldürmezse, kendisini öldüreceklerhedefe ateş etmediğini görüyorlar ve psikolojik olarak bir uzun eğitim ve tedavi döneminden sonra ancak bunun üstesinden gelebiliyorlar. Bu zor işi insanlara veya askerlere yaptırabilmek için askerler kayıtsız şartsız itaate alıştırılmışlardır. 

Süslü üniformalar giydirilmişlerdir, mutluluk hormonu sağlasın diye savaşa ritmik, uygun adımla götürülmüşlerdir. Bunların hepsinin anlamı bu zor görevi askerlere yaptırabilmektedir ve onlara gene bu ölümü göze almaları ve öldürebilmeleri için çok güçlü bir vatan ve ulus sevgisi -bunu bütün ordular için söylüyorumaşılamıştır. Millî menfaatlerinin önemi öğretilmiştir. Düşünün Amerika her iki dünya harbinde binlerce askeriyle geldi Avrupa’da öldü. Lüksemburg’dan 
Belçika’ya girerken büyük bir mezarlık vardır, binlerce Amerikan askeri haçlarla 
temsil edilmiştir, orada yatmaktadırlar. Neden ölmüşlerdir? Vatanları, milletleri 
için değil, Amerika’nın menfaatleri için ölmüşlerdir çünkü Avrupa demek 
Amerikan ekonomisi için sürdürülebilirlik demek, bütün menfaatleri oraya bağlı 
ve şimdi de -bakın- bunları çok gözlemliyoruz, bütün ülkeler artık sınırlarında 
değil, sınırlarının ötesinde millî menfaatlerine doğan tehditleri yavaş yavaş orada gidermeye, böyle kanlı canlı eski Prusya muharebeleri gibi harp yapmamaya çalışıyorlar ve hepsi de ordularını küçülttüler daha ziyade politik ve ekonomik gücü tatbik ederek istediklerini karşı tarafa kabul ettiriyorlar. 
Mamafih askerliğin bu temel özellikleri artık değişiyor -bunu da endişe etmeyin 
diye söylüyorum- askerlerin yerini ölüm makineleri alıyor, orta vadede harp eden iki ülkenin belki de askerleri birbirini görmeyeceklerdir. Şimdi görüyorsunuz Amerika’da konsolun başından Afganistan’da basıyor yani artık bundan sonraki savaşlar robotlar savaşı olacak. Belki de o zaman insanları ölüme götürmenin yöntemleri bu söylediğimin çok dışında olacak ama bunlar tabii bizim gibi orta üstü ülkeler için -teknoloji yönünden kastediyorum, silah teknolojisi yönündenbiraz zaman alacaktır. 

Öğretmekle tabii etkileyebilirsin insanları ama en doğru şey örnek olmaktır. Ben 
çocuklarımdan öyle biliyorum. Eşimle kararlaştırdık, biz doğru davranırsak onlar 
bizim gibi olurlar. Söylüyorsunuz, buradan girer, buradan çıkar. Bunun da çok 
hikâyesi vardır ama iyi örnek olmak, bu da bir yöntemdir. Öğretimle tabii bunu 
desteklemeli ama insanların entelektüel seviyesi… Artık gençlerde ben bunu 
görüyorum. Gençler, inanın, bizden çok daha demokratik düşünüyorlar bizim 
jenerasyona nazaran. Biz çünkü biraz daha eski günleri, soğuk savaşı falan 
yaşadığımız için öyleyiz yani şey böyle. 

Siyasete ve siyasetçiye güvensizlik hissederse halk ordudan bir şeyler 
beklemeye başlıyor. Bu büyük bir sorumluluk yükü oluşturuyor ordu üzerinde 
yani halkın böyle bir beklenti içerisinde olduğunu sezinlemek çok büyük bir yük 
bindiriyor askerlerin omzuna ve her şeye karışmaya başlıyor bu etkinin atında. 
Demokratikleşme geliştikçe müdahale ihtimalleri, askerî müdahale ihtimalleri 
azalacaktır çünkü hastalık ortadan kalkarsa semptomlar da ortadan kalkacak. 
Dolayısıyla güçlü, kuvvetli, halka dayanan temsilî bir demokrasinin varlığı bu 
konuda çok büyük önem taşımaktadır. Tabii darbeleri, muhtıraları ve olumsuz 
girişimleri incelerken demokrasiyi sorunlu hâle getiren unsurlar da araştırılmalı ve yapılacaklar saptanmalıdır.185 

Gazeteci Rıdvan Akar, TSK’nın eğitim modeli ile ilgili olarak: “Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki eğitim modeli sorgulanmalıdır. Kendisini devletin biricik kollayıcısı ve sahibi gören, sivil ve yurttaşı ve siyasetçiyi de aslında devletin onlara karşı da gerektiğinde korunması gerektiğini düşünen bir eğitim modeli içerisinde yetiştirilen askerlerin, işte 1946’dan 60’a, 1956’dan 80’e kadar uzanan o darbecilik duygu ve düşünceleri ve saikiyle Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde kalmamaları gerektiğini, onlarda da ordunun gerçekten millet için var olduğunun, güçlü ordu değil güçlü milletin olması gerektiğinin altının çizilmesi 
gerektiğini düşünüyorum.”186 Demokrasinin üzerindeki gölge olarak tasavvur edilen ordu inisiyatiflerinin menşeinde özellikle subay olacak askeri okul talebelerinin yetiştirildikleri psikolojik ortam ve kendilerine ülke bürokrasisinde biçtikleri rol fevkalade önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Kuşkusuz, askeri okullarda yapılan eğitim ve öğretimin demokratik siyasetin unsurlarıyla uyuşabilecek bir zihniyeti taşıması sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir. Ama maalesef, Türkiye’de mesele bunun da ötesinde bir vahamet arz etmektedir. 

Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin subay adaylarına verdiği eğitim teknik olmaktan ziyade ideolojiktir. Türk subayı aldığı eğitimin bir neticesi olarak, kendisini, mesela mühendis gibi, polis gibi bir kamu hizmetini yerine getiren teknik bir eleman olarak değil; tam aksine rejimin bekçisi olarak görüyor ve bundan dolayı da imtiyazlı sanıyor.187 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


177 İsmail Kaplan; Türkiye’de Millî Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsallaşma Üzerindeki Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 165-166, 172, 393-397. 
178 Ayşe Gül Altınay; Eğitimin Militarizasyonu, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 180,181.
179 Kurmay binbaşı rütbesiyle fiilen darbeye katıldı ve 38 kişilik Millî Birlik Komitesinde yer aldı. 
180 Tanel Demirel (2009); s. 349, 360. 
181 Fikret Başkaya (1999); s. 92.
182 Stephen Kinzer (2002); s. 215, 216, 222. 
183 Doğu Ergil, Siyaset Bilimci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 22. 
184 Hasan Cemal (2010); s. 72, 73.
185 Hilmi Özkök, Türk Silahlı Kuvvetleri 24. Genelkurmay Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, Ankara, 4 Ekim 2012, s. 1-3, 19. 
186 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 17. 
187 Gültekin Avcı (2008); s. 169. 



KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 12




DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 12


PKK Terör Örgütü’nün Güneydoğu Anadolu Bölgesinde artan terör faaliyetleri üzerine, 1983’te kurulmuş bulunan Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı bölgede aktif hale getirildi. Cem Ersever’in hazırladığı raporlar doğrultusunda bu komutanlık yeniden yapılandırıldı. 1987’de Jandarma İstihbarat Grup Başkanlığı’nın adı Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele olarak değiştirildi. Böylece varlığı yıllarca tartışılacak JİTEM kurulmuş oldu. 1996 yılında 
patlayan Susurluk skandalının ardından dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı meşhur Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle sansürlenen bölümlerinde JİTEM’in kuruluş hazırlıklarının Hulusi Sayın’ın Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptığı dönemde tamamlandığı bilgisi yer aldı (Kutlu Savaş, Susurluk Raporu, s.79). 

JİTEM kurulmuştu ama hiçbir yasal dayanağı yoktu. Tamamen illegal bir yapıydı. 
JİTEM oluşturulurken Özel Harp Dairesi’nin yapısı örnek alınmıştı.

 JİTEM’in kurulmasıyla birlikte Güneydoğu’da faali meçhul cinayetler başladı. İnsanlar evlerinden, iş yerlerinden götürülüp ya da yolda çevrilip gözaltına alındı. Kaçırılanların bazıları birkaç gün sonra ya bir köprü altında, ya da bir yol kenarında ölü olarak bulundu. 

Büyük çoğunluğun cesetleri bile bulunamadı. 

Bu cinayetlerin arkasında hep aynı örgüt vardı: JİTEM. Eylemleri nedeniyle 
JİTEM, en çok terörle mücadeleye zarar verdi. Hatta sekteye uğrattı. Bugün artık kabul edilen bir gerçek var: JİTEM’in terörün bitirilmesi noktasında hiçbir faydasının olmadığı, aksine büyük zararlara sebebiyet verdiği gerçeği. JİTEM’in bölge halkına verdiği zarar ortada. En büyük zararlardan birisini ise Türk Silahlı Kuvvetlerine verdi. Çünkü kurucu unsurlarının subaylar olması nedeniyle bölge halkı, bu yapıyı orduyla bir tuttu. Bu da dağda terörle mücadele eden subayların bile zan altında kalmasına neden oldu. En önemlisi ise JİTEM, bölge halkının devlete güveninin sarsılmasına yol açtı. JİTEM’in eylemlerine baktığımız zaman PKK ile Kürt halkını bir tutma politikası net bir şekilde görülüyor. Bu JİTEM liderlerinin gazete arşivlerine düşen sözleriyle kendini gösteriyor. Ama JİTEM 
liderlerinin aksine terörün şiddetle bitmeyeceği noktasında ısrar eden, bu noktada yapılacak en büyük hatanın da yöre halkı ile PKK’ya aynı gözle bakılması olacağını vurgulayan güvenlik görevlileri de var: Korgeneral İsmail Selen, Emniyet Müdürü Gaffar Okkan gibi… Ama ne yazık ki bu isimler de suikastlara kurban gitti. 

Asayiş Kolordu Komutanlığı’nın ilk komutanı aynı zamanda JİTEM’in de kurucusu 
Korgeneral Hulusi Sayın, emekli olduktan iki yıl sonra 30 Ocak 1991’de bir suikast sonucu öldürüldü. Hulusi Sayın suikastını Dev-Sol üstlendi. Sayın’ın öldürülmesi, görünürde Dev-Sol tarafından, işlenecek seri general cinayetlerinin ilkiydi. Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk 7 Nisan 1991, Tuğgeneral Temel Cingöz 23 Mayıs 1991, emekli Korgeneral İsmail Selen 24 Mayıs 1991, emekli Orgeneral Adnan Ersöz 13 Ekim 1991, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Emekli Oramiral Kemal Kayacan 29 Temmuz 1992’de uğradıkları suikastlar sonucunda hayatlarını kaybettiler. Peki, cinayetlerin arkasındaki güç kimdi? 
Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün kontrgerilla hakkında sahip olduğu sırlara Orgeneral Adnan Ersöz de sahipti. Hem ordu içinde önemli bir istihbaratçıydı hem de MİT Müsteşarlığı yapmıştı. Oramiral Kemal Kayacan ise NATO konsepti çerçevesinde kurulan Özel Harp Dairesi'ni çok iyi biliyordu. Özel harp Dairesi hakkında bildiklerini yazmaya karar vermişti. İşte Kayacan da o günlerde öldürüldü. Asayiş Kolordu Komutanlığı'nı Hulusi Sayın'dan devralan İsmail Selen de JİTEM 'i yönetti. Ama pasifize ederek. Bu nedenle JİTEM'ci subayların hedefindeydi. Bir de terörle mücadele yönetimini eleştirince görevinden 
alınmıştı. Zaten öldürülmesi görevden alınmasından kısa bir süre sonra oldu.159 İşadamı Özdemir Sabancı’ya düzenlenen suikast, derin devletin gözünü kararttığı karanlık olaylardan sadece bir tanesidir.160 Bu suikastın stratejik amacı ile ilgili olarak 2005 yılında Mahir Kaynak’ın analizi: “Bütün para sahiplerine, ‘Kürt sorununa karışmayın. Sizi 27. Katta bile buluruz.’ mesajı verildi.”161 Bu sözlerin ciddiyeti ve doğruluğu 2 Eylül 2008 tarihinde 
basına da yansıyan bir videoda daha iyi anlaşıldı. Karagümrük çetesi lideri Nuri Ergin ve kardeşlerinin 2000 yılında Uşak Cezaevinde çıkardıkları isyan sırasında, Nuri Ergin Özdemir Sabancı suikastının faili Mustafa Duyar'ı öldürme emrini kendisine Tuğgeneral Veli Küçük'ün verdiğini söylemiştir. Görüntülerde Nuri Ergin: ‘Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü, ben öldürdüm. Şimdi canlı 
söylüyorum.’ Kardeşi Vedat Ergin de; ‘Veli abiyi ara, Veli Küçük'ü ara. Bizi sor! 
Başka bir şey söylemiyorum. Allah'a emanet olun!’ demişlerdir. Suikastın arkasında derin devletin olduğu, DHKP-C’yi taşeron olarak kullandığı şüphesi ağırlık kazandı. Peki, ama Sakıp Sabancı’yı derin devletle karış karşıya getiren şey neydi? Onu kimler, neden hedef almış olabilirdi? Gazeteci Ersin Kalkan: 
Çünkü sermaye sınıfı kontrolden çıkmaya başlamıştı o dönemde. Kürtler ve 
Türklerin arasında süren bu anlamsız savaşı çözmek için bir demokratikleşme 
paketi hazırlamışlardı. TÜSİAD, Prof. Doğu Ergil’in başkanlığında bir heyete 
demokratikleşme paketi hazırlatmıştı. TÜSİAD’ın yönetiminde o dönemde 
Sabancı ailesi vardı. Demokratikleşme paketi olmayacak şeyler söylüyordu. Asker vesayetine doğrudan değinmese bile, demokratikleşme sürecinin doğrudan meclisin iradesiyle ve meclis dışı güçlerin tasfiyesiyle mümkün olabileceğini ve onların kontrol edilmesiyle mümkün olabileceğini söyleyen, bugün aslında “açılım” adı verilen pakete de öncülük eden bir metindi. 

Sakıp Sabancı, bir yıl önce İstanbul Sanayi Odası’ndan bir heyetle birlikte Diyarbakır’ı ziyaret etmişti. Bu geziden sonra “Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu”nu hazırladı. Kitap olarak da yayımlanan bu rapor, bölgede yatırımların teşvik edilmesi ve artırılması için bir sistem geliştirmeyi öneriyordu. Ancak, sorunun sadece fabrika kurmakla çözülemeyeceği görüşündeydi. “İspanya ve İngiltere’de de bu tür olaylar oldu, 
onları inceleyelim” diyordu. Bu sözler o günlerde birçok kesimde tepki uyandırmıştı. Hatta MHP lideri Alparslan Türkeş, Sabancı’ya “Sakıp Ağa, çizmeden yukarı çıkıyorsun. Politikayı oyuncak mı zannediyorsun!” bile demişti. Suikastla birlikte Sabancı ailesi sessizliğe gömülürken, Mustafa Duyar cezaevine girdi. “Bildiğim her şeyi açıklamaya hazırım” dediği günlerde, Can Dündar kendisiyle röportaj yapmak istedi. Adalet Bakanının izin verdiği 
röportajı, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun engelledi. Çok geçmedi, Duyar’ın kaldığı Afyon Cezaevi’ne “Karagümrük Çetesi” üyeleri nakledildi. Çete üyeleri, Duyar’ın kaldığı hücrede, başına üç kurşun sıkarak öldürdü, tarih 15 Şubat 1999’du. Mustafa Duyar artık bildiklerini asla açıklayamayacaktı.162 Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı (1997) Bülent Orakoğlu’nun bir tespitini burada hatırlatmakta yarar var: “11 yıl istihbarat ve terör şube müdürlüğü, 9 yıl da il emniyet müdürlüğü görevinde bulundum, edindiğim tecrübelerden Hizbullah, PKK ve Dev-Sol'un 
sanki bir yerlerden yönetildiğini gördüm.”163 Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, JİTEM isminde bir teşkilat görmediğini söyler: Devlette çok uzun süre hizmet yaptım, “JİTEM” diye bir teşkilat görmedim. 

Diyarbakır’da kolordu komutanlığı yaptım. Yasal zemine oturmuş “JİTEM” diye 
bir teşkilat yok.164 Ama ben mesela biliyorum. Bir tarihte Genelkurmay İkinci 
Başkanı iken bir bankanın yöneticilerinden biri beni ziyaret etti. Nezaket ziyareti 
yani iş ziyareti değil. 2 kişi gelmiş bankasına “Biz JİTEM elemanıyız. Şunu 
yapacaksınız, bunu yapmayacaksınız.” falan filan gibi birtakım şeyler söylemiş. 
Dedim ki: “Yahu, sen onları oyalayıp polise haber veremedin mi?” Ver polise 
haber. Gelmiş bana söylüyor. “Bana söylemenin ne faydası var, polise haber 
vereceksin.” Zaten sonra yok olmuşlar. Yani böyle kendilerine isim takan, 
karanlık işlere bulaşmış insanlar Türkiye’de olabilir. Ama buna “JİTEM” diye bir 
isim takmak da bence uygun değil.165 

İsmail Beşikçi, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’deki askeri darbelerin önemli nedenlerinden birinin Kürt sorunu ve Kürt milliyetçiliğindeki gelişmeler olduğunu ifade ediyor. Bunun dile getirilmemesi Kürtleri, Kürt sorununu, özellikle Kürtlerin bilincine çarptırmamak endişesiydi. Bu konuda bir bilincin gelişmesi, Kürt sorunun, Kürt milliyetçiliğinin gelişmesine hizmet ederdi. Bu bakımdan askeri darbelerin nedenleri sayılırken, Kürtlere, Kürt sorununa ima bile yapılmamasına özen gösterilirdi. Ama darbelerin önemli bir nedeni Kürt sorunuydu. Kürt sorununu geriletmek, toplumun gündeminden düşürmek önemli bir nedendi.166 

JİTEM, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde hukuk devletinin askıya alınmasını, yasadışılığı, teröre karşı terörü ifade ederken; bu oluşumun başka bir versiyonu 3 Kasım 1996’da Susurluk skandalıyla gün yüzüne çıktı. Görevleri terörle mücadele etmek olanların, ülkeyi yönetmek adına yola çıkanların, kamu görevlilerinin, uyuşturucu tacirleriyle girdiği sıkı işbirliğinin, karanlık işlerin, kanunsuzluğun, haraçların, fidyelerin, faili meçhullerin, 
derin devletin fotoğrafıydı. O fotoğrafta; mafya liderleri, PKK itirafçıları, özel harekâtçı polisler, emniyet güçleri, siyasiler, istihbarat elemanları, işadamları, askerler, silah kaçakçıları yerlerini aldılar. Kısa zamanda anlaşıldı ki Susurluk aslında yıllardır alttan alta süregelen düzenin adıydı. Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi Üyesi Ufuk Uras, Susurluk’ta kapanmayan defterin Türkiye’ye maliyetini en iyi anlatanlardan: Susurluk olayı gerçekleştikten hemen bir gün sonra Türkiye genelinde süpürge eylemleri başlattık. Çeteleri süpürelim, yurttaşlar siyasetin bir parçası olsun diye. Fakat hatırlarsınız o dönem Mehmet Ağar’ın ‘Bir tuğlayı çekersem yıkılır bu duvar!’ veciz ifadesi vardı. Ya da ‘Ne yaptıysam MGK’nın bilgisi dâhilinde yaptım’ diye. Bu işler genelde birisine fatura ediliyor, doğrudan bir sistem sorgulanması gelmiyor. O defter kapanmadığı için bu gün hâlâ hikâye devam ediyor.167 

Özel Harp Dairesi’nin kuruluşunun üzerinden tam 60 yıl geçti. Bu süre içinde değişen tek şey adı oldu. En önemli ve en tehlikeli gerçek de 1970’li yılları kana bulayan sivil unsurların hala faaliyette olması. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi168 Özel Harp Dairesi için yeni bir dönem oldu. Özellikle sivil unsurlar yeniden yapılandırıldı ve bu yapılanma hâlihazırda devam etmektedir.169 
1996 yılında Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı, öncesinde de Valilik ve Emniyet Genel Müdürlüğü yapmış olan Mehmet Ağar170, kalmış olduğu Aydın Yenipazar Cezaevinde, komisyonumuz tarafından ziyaret edilmiştir. “Türkiye’de derin devlet/kontrgerilla var mı? sorusuna verdiği yanıt: 

Türkiye’de kontrgerilla olsa hiçbir zaman yaygın terör örgütleri olamazdı, keşke 
olsaydı. Bu kadar yaygın terör örgütleri olamazdı yani mümkün değildi. Çoktan 
önlerlerdi o işi.171 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Kontrgerilla diye bir şey yoktur.” diyor ve ekliyor: “Yok olduğu hâlde var idiyse, onlar ortaya çıkarsa ‘yok’ diyen adamlar sorumludur.”: Kontrgerilla konusu çok tartışıldı Türkiye’de. 70’li yılları hatırlıyorum, rahmetli Ecevit, biz hükümetken çıkar çıkar“kontrgerilla” derdi, ben de hükümete güvenlik mensuplarını çağırırdım, yani Emniyet Genel Müdürünü, MİT Müsteşarını, Genelkurmay Başkanını teker teker çağırdım. “Muhalefet ‘kontrgerilla’ diyor, bu nedir kardeşim?”, “Yok efendim böyle bir şey.” Şimdi, devletin yüksek memurları “Yok efendim böyle bir şey.” diyorsa ya yok hakikaten ya yalan söylüyor. Benim bunu ayırt etme imkânım yok ki ama ne oldu sonradan? Sonradan 78’de Sayın Ecevit, rahmetli, bizim elimizden hükümeti aldı milletvekillerinin bir kısmını aktarmak suretiyle, Güneş Motel hadisesi, hükümeti aldı. Hükümetin üçüncü günü ben kendisine bir mektupyazdım “Hadi bakalım, bu kontrgerillayı bul çünkü dört sene her gün omzumdaydın ‘kontrgerilla’ diye, ben de bulamadım kimseyi, hadi sen bul kontrgerillayı kardeşim.” Bir süre sonra, rahmetli Hasan Işık geldi, Savunma Bakanıydı, Hasan Işık dürüst bir adamdı, bizim büyükelçiliğimizi falan yaptı, çok dürüst bir adamdı. O dedi ki: “Bu işi karıştırmayın, yok böyle bir şey.”, “Hasan sen temin ediyor musun bunu?”, “Evet.” Siyaseten “yok” diyorsanız yok kardeşim. Ondan sonra, ben, kendi başıma Cumhurbaşkanı olarak veya Başbakan olarak ne kontrgerilla kampı arayabilirdim ne şunu yapabilirdim ne bunu yapabilirdim. Bana derlerdi ki: “Kardeşim, biz sana söyledik ya işte yok yani bunlar.” Yok olduğu hâlde var idiyse, onlar ortaya çıkarsa “yok” diyen adamlar sorumludur. Ben size bir şey söyleyeyim: Bizim idaremizde, benim başında bulunduğum idarede Cumhurbaşkanlığı veya Başbakanlık veya herhangi bir şey, umumi müdürlük, devletin her kademesinde bulundum, meşruiyete dayanmayan hiçbir şey yoktur, her şey meşru ve meşru kökenden yetki almayan hiçbir hareket de yoktur.172 

“Kontrgerilla yoktur” sözünün bizzat kendisinin, kontrgerillanın psikolojik harp sloganı olduğu ve kontrgerillanın bugünkü rejimin çelik çekirdeği olduğu yönündeki düşünceler de anti tez olarak orta yerde durmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu bu iklimde, bilerek ya da bilmeyerek sivillerin payının olduğu muhakkaktır. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Susurluk’un baş sanıkları hakkında 1996’da: Bu millet uğruna, ülke uğruna, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. 

Onlar Şereflidirler... 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, devletin başı sıfatıyla 2000 yılında: 
Devlet, halin icabına göre hareket eder. Yani, her zaman rutini takip etmek 
mecburiyetinde değildir. Devletin yüksek menfaatleri icap ettirdiği zaman devlet 
rutinin dışına çıkabilir. > şeklinde yaptığı hukuksuzluğu çağrıştıracak açıklamalarının olumsuz etkileri olmuştur. Yine Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda, devletin “itlaf” (öldürme, yok etme) yetkisinden     bahsedilmiştir. Bu raporun özü şuydu: Devletin itlaf yetkisi vardır, ancak devlet bu itlaf yetkisini olur olmadık insanlara devretmiştir, yanlış insanlar için kullanılmıştır, denetlenememiştir, mafya işin içine girmiştir.173 Bu karmaşık mesajlar ve yüzünden Susurluk’un derinliğine inilememiş bu da daha sonra devlet içindeki çete tipi örgütlenmelerin ipuçlarının elde edilmesine ciddi bir engel teşkil etmiştir. 

Türkiye’de bir gerginlik ve kutuplaşma iklimi oluşturan ve tetikleyen yapılar var. Bu gayri kanuni çetelerin sayısının 50’den aşağı olmadığı tahmin edilmektedir. Böyle bir yapılanma ortaya net izlerini koymuşken İtalya’nın ‘Gladio Operasyonu’ ile deşifre edilen illegal ağları gibi Türkiye de bu illegal iç buhran gönüllülerini tabandan zirveye tespit etmeli ve tasfiye etmelidir. Bu noktada sorumluluk; siyasi iktidar, ana muhalefet, TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler, Genelkurmay Başkanlığı ve sivil toplum kuruluşlarının omzundadır. Yoksa 
kendini ve milleti yiyen bu kurt, ülkeyi ateşe verecektir.174 Temiz toplumun aydınlığına giden yolu, geçmişte karanlıkta kalmış dosyaların aydınlanmasından geçmektedir.175 Devlet hukukla yaşadığına göre, devleti hukuk dışına çıkartan her düşünce ve eylem devlete zarar verir. Çete usul ve mantığı ile devlet yönetilirse eşkıyadan da hükümdar olur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi, yeryüzünün en köklü devlet birikimine sahip bir toplumun içinde yaşadığı bir 
devlette, “vatan elden gidiyor” diye ayağa kalkmanın, tarihte benzeri görünen “şeriat isteriz” ayaklanmalarından bir farkı yoktur. “Derin devlet”, devletin ve vatanın iflah olmaz düşmanıdır. Devlet silahla değil, silahın üzerinde bile egemen olan hukukla yaşar. Devleti hukuk korur ve güçlendirir.176 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

159 Ecevit Kılıç; Jitem Türkiye’nin Faili Meçhul Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s. 97-106. 
160 Özdemir Sabancı, 9 Ocak 1996'da DHKP/C militanları Fehriye Erdal, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar tarafından İstanbul Levent’teki Sabancı Merkezi'nde uğradığı silahlı saldırıda Toyotasa Genel Müdürü Haluk Görgün ve Sekreter Nilgün Hasefe'yle birlikte yaşamını yitirdi. Sabancı Center binasında çalışan ve diğer iki katilin binaya girmesini sağlayan Fehriye Erdal, 3 Kasım 1996'da meydana gelen Susurluk Kazasında ölen polis müdürü Hüseyin Kocadağ'ın tavassutuyla işe alınmıştı. 

161 Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak (2005); s. 165.
162 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız; Son Darbe: 28 Şubat, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 132-133. 
163 Hizbullah, PKK ve Dev-Sol bir yerlerden yönetiliyor. Zaman Gazetesi, 24 Mayıs 2012. (Erişim: 6 Eylül 2012) 
http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1292577&title=bulent-orakoglu-hizbullah-pkk-vedevsol-
bir-yerlerden-yonetiliyor&haberSayfa=1 
164 Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Hikmet Köksal imzalı ve 22 Şubat 1990 tarihli Jandarma Binbaşı Ahmet Cem Ersever’e verilen takdir belgesinde: “… SİLOPİ JİTEM-2 Tim Komutanı” tabiri geçmektedir. (Ecevit Kılıç 2011; s. 76) 
Yine “Jitem’i Ben Kurdum” diyen emekli Albay Arif Doğan, aynı isimli kitabında “Olay Değerlendirme Raporu” örneği sunmuş ve raporun altında ilgili Jandarma Üsteğmen’in adı soyadı ile “JİTEM-2 İsth. Sb.” unvanı yer almıştır. (Arif Doğan 2011; s. 208) 
165 Yaşar Büyükanıt, Türk Silahlı Kuvvetleri 25. Genelkurmay Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 9.
166 İsmail Beşikçi; 27 Mayıs ve Kürtler, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 159. 
167 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız; Son Darbe: 28 Şubat, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s. 168, 171, 174, 175. 
168 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu’ya yapılan suikasttan iki gün sonra ilginç açıklamalardan birini Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan yaptı. Erbakan; “Mumcu cinayetinde şüpheler, böyle profesyonel bir olay dolayısıyla 
Kontrgerillanın üzerinde toplanmaktadır. Hükümet, Gladio ve Özel Harp Dairesi’nin faaliyetlerini yasaklasın.” diyordu. Can Dündar ve Celal Kazdağlı (1997); s. 119. 
169 Ecevit Kılıç (2011); s. 300, 301. 
170 Mehmet Ağar, “Susurluk Davası” kapsamında Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemle ilgili “cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu” iddiasıyla yargılandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. İddianameye giren suçlamalardan ikisi şöyle: Kayıp silahlar: Emniyet’e 1994’ten itibaren silah ve malzeme hibe eden İsrail silah şirketi Hospro’dan milyonlarca dolarlık silah ve 
malzeme satın alındı. Bu silah ve malzemenin kaydı tutulmadı, bir bölümü kayboldu. Hibe silahlardan birisi Susurluk’taki kazada bulundu. Çatlı’ya pasaport: Yaşar Öz’ün evinde kendisi ve MİT’çi Tarık Ümit adına düzenlenmiş yeşil pasaport bulundu. Ağar’ın “pasaportlar Öz’e yurtdışı istihbarat ve devlet sırrı niteliğindeki görevler nedeniyle verilmiştir” talimatı doğrultusunda Öz, serbest kaldı. Ağar’ın Çatlı’ya da yeşil pasaport düzenlediği ortaya çıktı. 
(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspxaType=RadikalDetayV3&ArticleID=1085049&CategoryID=77 Ağar’a 2 yıl cezaevi yolu açıldı, Radikal Gazetesi, 16 Nisan 2012, Erişim: 16 Kasım 2012) 
171 Mehmet Ağar, Eski Adalet ve İçişleri Bakanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 
Aydın Yenipazar Cezaevi, 10 Kasım 2012, s. 57. 
172 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu 
Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, Ankara Güniz Sokak, s. 22. 
173 Gülay Göktürk, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 30. 
174 Gültekin Avcı (2008); s. 213. 
175 Can Dündar ve Celal Kazdağlı (1997); s. 149. 
176 Mümtaz’er Türköne (2005); s. 102.


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 11

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 11

Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami kuvvetlerin bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın 
mukavemet cephesine iltihakına çalışılır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir. 

Cihat Akyol’un tavsiyelerinin; ST 31-15 kodlu “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimatnamesi”nde sıralanan görev ve faaliyetlerle uyumlu olduğu görülür. Bunlar: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve dezenformasyon, zorbalık, şantaj.” Yok edilen hedef kişinin sağ veya sol düşünce yelpazesinde yer alması fark etmemektedir. Yapılacak eylemin bu oluşumun amacına uygun ve lüzumlu olması yeterlidir.145 

1950’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’nin gündeminde Kıbrıs sorunu vardı. Uluslararası düzeyde büyük bir anlaşmazlığa dönüşen Kıbrıs, artık Türkiye’nin iç politikasını da belirlemeye başlamıştı. Gerçekliği olmayan, Kıbrıslı Rumların adadaki Türklere yönelik saldırı düzenleyebileceği dedikoduları Türkiye’deki Rumları tedirgin ediyordu. 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde İstanbul’da meydana gelen olayların146 “resmi” bilançosu: 3 ölü 30 yaralı, 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3.584'ü Rumlara ait olmak üzere toplam 5.583 işyeri ve 
evin tahrip edilip yakılması. Gayrimüslimlerin evlerinin işaretlenmeye başlandığı günden itibaren İstanbul polisi alarmdaydı. Eskişehir ve başka illerden de takviye polisler geldi. 
Olaylar başladığında ise polis, saldırıları seyretmekle yetindi. Olaylar sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğünde görevli polis memuru Berkan Tümerkan, Yassıada’daki duruşmalarda o geceyi şöyle anlattı: 
Olaylardan üç saat evvel, yani saat dörtte bize Emniyet Müdürlüğü merkezinden bir emir geldi. Saat beşten sonra hiç bir polis memuru karakolları terk 
etmeyecekti. Bu haber üzerine hepimiz binada kaldık. Saat altıya doğru her taraftan, özellikle Beyoğlu’ndan saldırılarla ilgili haberler geliyordu. Dükkânlar 
yağmalanıp kiliseler yakılıyormuş. Polis şefimiz Celal Kosovalı o zaman Avrupa'daydı. Biz de onun vekili olan Necati Eğinç'e sorduk. Kendisi ikinci bir 
emre kadar hiç bir müdahalede bulunmamamızı söyledi. Kapıları kilitleyip bekledik.147 

Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Sacit Adalı’nın, komisyonumuza yaptığı açıklamalar arasında yer alan, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili tanıklığını burada vurgulamakta yarar varıdır: 
Yenikapı’da bir komşumuz Yahudi diğeri Rum’du. Kalabalık öğleden sonra gelmeye başlayınca ve yaklaştığı da görülünce… Bağıra çağıra büyük nümayişlerle dar sokaklardan geliyorlar. Hemen yanımızdaki Yahudi komşumuza -demek fazla varmış- babamlar bir bayrak verdiler Öbür yanımızdaki Rum komşumuza Kur’an-ı Kerim verdiler ki soruyorlar: “Türk müsünüz, Müslüman mısınız değilse ispat edin.” Onun ispatı da ya bayrakla olacak ya Kur’an-ı Kerim’le olacak. Yanımızdakiler kurtuldu bizde ama onların yanındakiler Rum ve Yahudi olanlar, Ermeni olanlar tarumar edildi. O sırada biz top oynuyorduk öğleyin, bunu duyan Ermeni arkadaşlarımızdan biraz bizden daha büyük olanlar hemen gittiler. Sonra gördük ki Abraham olan ismini İbrahim diye değiştirmiş kapı ziline ve onlar da kurtuldu. 

Kapı zillerine bakıyorlar, kimler Türk, Müslüman? Böyle bir sürecin kendiliğinden olmayacağı, kendimizi idrak ettikten sonra anladık. Çok şeyin güdülenerek yapıldığının daha sonra farkına vardık, kolay bir iş değildi çünkü.148 6-7 Eylül olaylarına neden olan bombalama provokasyonu ve ardından başlayan yağmalama olaylarının iki “ kahramanı” vardı: Bombayı Atatürk Evi'ne atan MİT görevlisi Oktay Engin ve Taksim’deki olaylarda yağmacıları yönlendiren, elinde gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adresleri bulunan Mürşit Yolgeçen. Atatürk Evi’ne bombayı koyanın Engin olduğu ortaya çıkınca Yunanistan polisi tarafından Hasan Uçarla birlikte tutuklandı. Türkiye Başkonsolosluğu Oktay Engin için iki Yunanlı avukat tutu. Oktay Engin suçluluğu ispat edilince bu iki avukat savunma yapmaktan vazgeçti. Bunun üzerine Atina Türkiye Büyükelçiliği'ndeki hukuk müşaviri, Oktay Engin'in avukatlığını üstlendi. Kısa bir süre sonra Türk vatandaşlığına kabul edilen Engin'in kendisine ve ailesine hükümet kanadıyla yardım edildi. Öğrenci kaydı da İstanbul Hukuk Fakültesi'ne alındı. Selanik Üniversitesinde öğrenim gördüğüne dair hiç bir belgesi bulunmamasına rağmen Üniversite Senatosu Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan devam etmesine karar verdi. Üniversiteyi bitirdikten sonra avukatlık stajını yaptı ve 1961 yılında dönemin İçişleri Bakanı Orhan Öztırak'ın yardımıyla emniyet istihbaratında çalışmaya başladı. Görevi, Rumlara karşı istihbarattı. Oktay Engin, siyasi cinayetlerin, kontrgerilla eylemlerinin başladığı yıllardan, 12 Eylül darbesine kadar en kilit 
makamlarda görev yaptı. Emniyet Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı'nın ardından Eskişehir ve Nevşehir Valiliği görevlerinde de bulundu ve sonrasında emekli oldu. Peki, bu tertibin organizatörü, mimarı kimdi? Bombalama haberini veren istihbaratçı Mithat Perin'in sahibi olduğu İstanbul Ekspres gazetesinin o dönemdeki redaktörü ve o sayıyı yayıma hazırlayan Gökşin Sipahioğlu, olayların istihbarat örgütü MAH tarafından organize edildiğini açıkladı. Yıllar sonra konuşan başka bir isim daha vardı: Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu. Olaylar başlamadan birkaç gün önce İstanbul'a gelen ve sonradan Özel Harp Dairesi'nin başına geçecek olan Sabri Yirmibeşoğlu, 1991 yılında gazeteci Fatih 
Güllapoğlu'na 6-7 Eylül olaylarının Özel Harp Dairesi örgütlenmesi olduğunu anlattı: “Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al. Pardon paşam anlamadım. 6-7 Eylül olayları mı? Tabii 6-7 Eylül olayları Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” Darbe, gizli orduların dünyanın birçok yerinde uyguladığı özel bir harp metodudur. Siyasal cinayetler işleniyor. Kimin yaptığı belli olmayan bombalar patlatılıyor. Katliamlar gerçekleştiriliyor. Sol görüşlü öğrencilerle ırkçılar karşı karşıya getiriliyor… Amaç, halkı bıktırmak ve böylece darbe bile olsa gelecek yönetime razı olmasını sağlamak! Aynı özel harp metodu ve darbe süreci 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da da uygulandı. Darbelerin arkasında CIA ve o ülkelerde oluşturulan gizli ordu vardı. 12 Mart darbesi ardından düzenlenen operasyonlarda özel eğitimli subaylar ile MİT mensupları ortaklaşa yer aldı. Özel Harp Dairesi ve MİT arasındaki bu işbirliği dairenin kuruluşundan itibaren vardı. Hatta işbirliğinden öte bir iç içe geçmişlik durumu söz konusuydu. Bu durumun birinci nedeni, her iki kurumun etkili isimlerinin Amerika ve Almanya’daki özel harp kamplarında aynı eğitimden geçirilmesiydi. İkinci neden ise MİT’in başına çoğunlukla askerlerin gelmesi ve bu askerlerin de önemli bir kısmının özel harp eğitimi almış olmasıydı. Bu iç içelik ve işbirliğinde komuta üstünlüğü her zaman Özel Harp Dairesi’nde oldu. Planlanmasını çoğunlukla dairenin yaptığı eylemlerin, uygulaması ise MİT’e ve sivil unsurlara düştü. 12 Mart darbesi öncesinde düzenlenen provokatif eylemlerde, operasyonlarda bu durum açığa çıktı. Nedense bu ortak eylem ve operasyonlarda hep deşifre olanlar MİT mensupları oldu. Bu operasyonlara katılan özel harpçilerin kim oldukları hala bilinmiyor. 

CHP lideri Bülent Ecevit, o yıllarda yavaş yavaş Avrupa'nın gündemine gelmeye başlayan kontrgerilla tartışmalarıyla ilgili ilk açıklamalarını yapıyordu. Bu konudaki ilk sözünü 26 Mayıs 1973'te istihbarat teşkilatıyla ilgili olarak dile getirdi: “MİT’in ne yaptığı karanlıktır.” Daha sonra: "Kontrgerilla adlı bu resmi görüntülü, fakat gayri resmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmamıştır. Kontrgerilladan hesap soracağız." Ecevit’in Başbakan olmasının ardından Genelkurmay Başkanı Semih Sancar Başbakanlığa gitti. Devamını 

Ecevit’ten dinleyelim: 

1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için, 
bir kaç milyon lira istedi. O yıllarda milyonlar büyük paraydı ve benden istenen miktar da örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı. Üstelik ben örtülü ödeneği 
ancak sosyal yardımlar için kullanıyordum ve mecbur olmamakla birlikte bu kaynaktan yapılan tüm ödemeleri belgelere bağlatıp, Başbakanlık Müsteşarı'nın 
kasasında saklatıyordum. Onun için Genelkurmay’dan bu paranın ne amaçla istenildiğini sormak zorunda kaldım. “Özel Harp Dairesi için” dediler. O güne 
kadar böyle bir dairenin adını bile duymamıştım. Daha önce onlara parayı ABD veriyormuş. Bir anlaşmazlık çıktığı için ödeneği kesmişler. Özel Harp Dairesinin 
nerede bulunduğunu sordum. "Amerikan Yardım Heyeti'yle aynı binada” yanıtını aldım. Özel Harp Dairesi’nin Türkiye’nin veya bir kısım topraklarımızın düşman 
istilasına uğraması durumunda istilacılara karşı gerilla yöntemleriyle ve her türlü yer altı etkinliğiyle mücadeleye hazırlanmak için kurulduğunu anlattı. Adları gizli 
tutulan bazı ‘vatansever gönüllüler’ Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bu gönüllü sivil 
vatanseverlerin kullanmaları için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturmuşlardı. 

Başbakan Ecevit, Cumhurbaşkanı Korutürk’e Özel Harp Dairesi’yle ilgili bilgileri bir mektupla gönderdi. Bu mektup Türkiye için bir dönüm noktasıydı. Türkiye’nin sır gibi saklanan gizli ordusu Özel Harp Dairesi’nin varlığı böylelikle Cumhurbaşkanlığı’ndaki resmi belgelere de girmiş oldu: 
Örgüt gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır. 12 Mart döneminde sözü çok geçen ve kontrgerilla denen kimselerin bu örgütle bağlantılı olma 
olasılığı vardır. Eylemlerden bazıları alelade olmayan güçlü bir örgüt tarafından düzenlenecek niteliktedir. 1 Mayıs 1977 Taksim olayı bu izlenimi vermektedir. Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının emekli olduktan sonra da bilgilerini ve yetiştirdikleri elamanları, siyasal nitelikteki 
eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır.149 Savcı Doğan Öz ve Abdi İpekçi cinayetleri aslında Türkiye’de 12 Eylül askerî darbesini çözmek isteyenler açısından bütün malzemeleri içermektedir. Bu cinayetin dosyaları, 
gelişmeleri izlense, araştırılsa zaten her şey ortaya çıkacaktır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz,150 öldürülmeden kısa bir süre önce Başbakan Bülent Ecevit’e Özel Harp Dairesi ve kontrgerillayla ilgili bir rapor sunuyor. Savcı olarak yaptığı yakalamalardan, aldığı ifadelerden, sorgulamalardan vardığı sonuçları içeren bir rapor sunuyor ve diyor ki: 
“Türkiye’de esas tehlike Özel Harp Dairesi merkezli kontrgerilladır ve ben adımımı attığım her yerde bununla karşılaşıyorum.” Bu raporu yazmasından kısa bir süre sonra evinin 
önünde öldürülüyor.151 Öldürüldükten sonra katil yakalanıyor. Katil ifadesinde Doğan Öz’ü öldürdüğünü itiraf ediyor. Mahkemede tanıklar da Doğan Öz’ü öldüren katili teşhis ediyorlar ve mahkeme idamla sonuçlanıyor. İbrahim Çiftçi, Doğan Öz’ü öldürmekten idama mahkûm ediliyor. Dosya Askerî Yargıtay’a gidiyor. Askerî Yargıtay’a gittiğinde yine askerî savcı dosyanın onaylanmasını istiyor ve idam kararını 4. Daire onaylıyor. Tam onaylayacak, karar kesinleşecek, karar düzeltmesi talebiyle aynı savcılık dosyayı Askerî Yargıtay Ceza Daireleri 
Genel Kuruluna gidiyor ve o Kurul 8’e 7 oyla, delil yetersizliğinden davayı sonuçlandırıyor ve beraatle bitiriyor. Yargıtay kararı, sonunda mahkemenin önüne geri geliyor. Mahkeme şöyle bir karar veriyor: “Elimizdeki bütün deliller, bulgular ve vicdani kanaatimiz bu cinayetin bu şahıs tarafından işlendiğine inanmakla birlikte, Yargıtay Genel Kurulu kararına uymak mecburiyeti nedeniyle beraat kararı veriyoruz.” Nasıl oldu da 1 günde oy birliğiyle verilen idam kararı 8 üyenin ikna edilmesiyle beraate dönüştü? Abdi İpekçi cinayetinde de benzer bir süreç yaşandı, Mehmet Ali Ağca yakalandı, suçunu itiraf etti, katilin sorgulaması sürerken ilginç bir şey daha oldu. Sorgulamayı İstanbul Emniyeti, bizzat o zamanki Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili ve İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş yönetiminde yapmaktaydı. 

Sorgulamanın yarısında dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ, “Siz yeteri kadar, doğru dürüst sorgulayamazsınız.” gerekçesiyle soruşturmayı durdurdu ve “ Biz sorgulayacağız.” diyerek Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’yı aldı Sıkıyönetim Savcılığına teslim etti. Fakat daha sonra anlaşılıyor ki herhangi bir sorgulama ve soruşturma yapılmamış, sorgulama yapılmamakla kalmayıp sonradan o çok korunaklı Askerî Cezaevinden katilin çok rahat bir şekilde kaçırıldığını herkes biliyor. Bu sorgulamanın daha sonraki aşamaları var. Oral Çelik’in getirilmesi, sonra Oral Çelik’in olay yerinde olduğunu söyleyen tanığın bu tanıklığından vazgeçmesi, tanığın devlet tarafından korunmaması gibi olaylar sonucunda Mehmet Ali Ağca dışında, cinayet konusunda çeşitli sorumlulukları olanlar, işbirlikçiler ve cinayeti azmettirenlerin hiçbiriyle ilgili ciddi bir sorgulama, yargılama, veya cezalandırma 
yapılmaksızın dosya kapatıldı.152 

Gladio denen ve Avrupa’da birçok iç çatışma ve iç savaşı kışkırtan kuruluşların NATO vasıtasıyla devletler içinde, ordular içinde kurulduğu biliniyor. Türkiye’deki bunun muadili olan kurum Özel Harp Dairesi’dir ve hâlâ buranın üzerindeki perde kaldırılmış değil. Özel Harp Dairesi kimleri, nasıl ve ne kadar yönlendirdi, ne kadar görevlendirdi? Mesela Korkut Eken, “Biz Abdullah Çatlı’yı 12 Eylül öncesi de kullandık.” dedi. Eğer Abdullah Çatlı 12 Eylül öncesi kullanıldıysa, Abdullah Çatlı’nın neler yaptığı ortada. Yani, Türkiye’yi askerî darbeye götüren bütün kritik cinayetlerde önemli bir isim olarak var. Özel Harp Dairesi 
bugüne kadar sivil güçlerin denetimine açılmamıştır. Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla bir hâkim kozmik odaya girdi, ona not tutmasının dışında hiçbir imkân tanınmadı. Yani “Fotokopi çekemezsin, o belgeleri dışarıya götüremezsin.” dendi. Türkiye’de askerî darbelerin hazırlanmasında rol oynayan karanlık cinayetlerin belgeleri, bilgileri bu kozmik odalarda araştırılmalı, bu kurumlar her açıdan sorgulanmalıdır.153 

Solu ne pahasına olursa olsun durdurmak, 1970-1980 arasında yoğun çalışan gizli örgütün temel hedeflerindendi. Yıllardır varlığı bilinen, ancak herkesin elle tutamadığı, gözle göremediği bu yapının hedefi ülkücülerle aynıydı ve 12 Mart döneminde öğrenci liderliği daha sonra da ülkücülerin avukatlığını yapmış olan Can Özbay, kendisine yapılan teklif hakkında şunları söyler: 

Hukuk Fakültesinde Ülkü Ocağı Başkanı olduğum dönemde karşı kahvede en köşedeki masada tek başına oturan şahsın beni beklediğini, görüşmek istediğini 
söylediler. Gittim. Şahıs; Can hoş geldin, sen şöyle cesursun, böyle akıllısın, şu kadar beceriklisin, seni daha iyi bir şekilde değerlendirmek istiyoruz. Yeteri kadar maddi imkân temin edilecek, sana kimlik verilecek, mahkemelerde, şurada burada ceza almaman sağlanacak. Buna karşılık vatan haini komünistlere karşı çalışacaksın. Bize bilgi vereceksin, verilen görevleri yapacaksın şeklinde teklifte bulundu. Tabiî bu tür teklifler sadece bana değil, benim gibi sağda solda temayüz eden birçok kişiye yapıldı. Pek çok öğrencinin itiraz edemeyeceği avantajlarla teklifler yapıldı. Onlar da kabul ettiler.154 

Rıdvan Akar, konuyla ilgili komisyonumuza şu açıklamayı yapmıştır: “32. Gün”de çalıştığım dönemde bugünlerde çokça tartışılan, hakkında davalar açılmış olan bir emniyet müdürüne çok merak ettiğimiz bir soruyu sorduk. Dedik ki: ‘Bu derin devlet kim?’ Bir devlet var, bir de derin devlet. Kim bu derin devlet? Çünkü kendisi emniyet teşkilatı içerisinde o vasfı haiz ya da isim olarak zikredilen biriydi. Kendisi şöyle ifade etti, dedi ki: ‘Bize göre derin devlet 3 tane J. komutanlığıdır.155 Siyasetçilerin her zaman devletin sahibi olmadığını düşünürüz. Eğer hükümetten ya da siyasetten bize yönelik bir talep gelirse biz o J komutanlarını ararız ve deriz ki: ‘Bunun ne kadarını verelim?’ O da: ‘Nasıl olsa bu adamlar gidici. Şu kadarını verin.’ derler. 
Biz de o kadarını veririz. Çünkü bizim terfilerimiz vesaire gibi birtakım prosesler de oralarda konuşulur. O nedenle biz bu J komutanlarını hükümetten daha çok önemseriz. J komutanlıkları tam olarak ne işleve sahipler, onları tam olarak bilmiyorum.”156 

1980 sonrasında Türkiye, Özel Harp Dairesi’ni PKK’ya karşı güçlendirmeye çalışırken, Batı ülkelerindeki gizli örgütler deşifre oluyor ve çözülme sürecine giriyordu. Başlangıç ülkesi ise en güçlü bulunduğu İtalya oldu. İtalya gizli ordusu üzerinde çalışan İtalyan Hâkim Felice Casson, 1984’te üç polisin öldüğü bombalı saldırı davasının dosyasını yeniden açtı. İlk keşfettiği, bombalı saldırının Kızıl Tugaylar tarafından gerçekleştirilmediği oldu. 

Bombalamada kullanılan patlayıcının da NATO tarafından kullanılan C4 olduğunu ortaya çıkardı. Saldırının sol örgütler tarafından değil sağ örgütler ve askeri gizli servis tarafından gerçekleştirildiğini de belirledi. Soruşturmayı derinleştiren Casson, Gladio’yu tamamen açığa çıkartıp sorumluların yargılanmasını sağlamak istiyordu. Bu amaçla Ocak 1990’dan İtalyan Askeri Gizli Servisi’nin arşivlerini incelemek için başbakanlığa ve diğer üst düzey makamlara başvurdu. Yedi ay sonra Başbakan Giulio Andreotti, Casson’un istihbarat servisinin arşivinde 
araştırma yapmasına izin verdi. Casson, görevi Türkiye’deki Özel Harp Dairesi’yle aynı olan Gladio’nun varlığını kanıtlayan belgeleri arşivden buldu. Ulaştığı belgeler sadece İtalyan gizli ordusu Gladio ile ilgili değildi; Amerika ve İngiltere tarafından NATO bünyesinde diğer Batı ülkelerinde oluşturulan örgütlerin varlığını ve bunların sağ ve milliyetçi teröristlerle ilişkilerini 
ortaya koyan belgeleri de çıkarttı. 

Bunun üzerine bu örgütün karıştığı cinayet ve katliamları açığa çıkartmak için İtalya Meclisi’nde milletvekillerinden bir komisyon oluşturuldu. Komisyon, 2 Ağustos 1990’da Başbakan Giulio Andreotti’den Gladio’nun varlığı, niçin ve ne amaçla kurulduğu hakkında en geç 60 gün içinde detaylı bilgi verilmesini istedi. Ertesi gün başbakan Andreotti gizli örgütün varlığını kabul etti, ancak bu örgütün faaliyetlerinin 1972’ye kadar devam ettiğini, ondan sonra dağıtıldığını savundu. Ayrıca verilen süre içinde komisyona detaylı yazılı bir rapor vereceğini açıkladı. Ancak Andreotti, komisyonu oyalamaya, yanlış yönlendirmeye, bazı olayları manipüle etmeye çalışıyordu. Bunun üzerine ülkede yüz binlerce kişi günlerce 
“gerçeği istiyoruz” sloganları ve pankartlarıyla protesto yürüyüşleri düzenledi. Sonunda Andreotti, komisyona nihai raporunu gönderdi. Raporda Gladio’nun NATO ülkelerinde olduğu gibi bir yeraltı direniş örgütü olarak olası Sovyetler Birliği işgaline karşı oluşturulduğunu anlattı. Gladio, CIA tarafından sağlanan silah, teçhizat ve diğer mühimmatlarla dağlarda, ormanlarda, mezarlıklarda tam 139 silah deposu oluşturmuştu. 

Daha sonra bu silah depolarından birkaçı ortaya çıkartıldı. Tüm bunların sonunda örgütün karıştığı tüm olayların dosyaları yeniden açıldı. İtalya Senatosu 370 sayfalık çok detaylı bir rapor hazırladı. Yıllarca Türkiye’dekine benzer kanlı eylemlerle ülkenin gündeminde kalan örgütün varlığını ve devam ettiğini devlet de kabul etmek zorunda kaldı ve faaliyetlerine son verildiğini açıkladı. Başbakan Giulio Andreotti bile örgütün suçlarıyla ilintili olarak hâkim karşısına çıktı. 

İtalya’dan sonra Gladio tartışması Yunanistan’a sıçradı. Savunma bakanı Nikos Kouris, ‘koyun Postu’ kod adlı örgütün Soğuk Savaş sürecinde aktif olduğunu doğruladı. Bu süreçte devlet yetkilileri de örgütün kesinlikle ülke içinde faaliyette bulunmadığını savunarak faaliyetine son verildiğini söyledi. Çözülmenin sıçradığı üçüncü ülke Almanya oldu. Eski Nazi subayı Peter Naumann, 1995’te örgütün 13 yeni silah deposunu gösterdi. Naumann bu depoların eski olmadığı, son 17 yılda oluşturduğu bilgisini de verdi. Zamanla NATO üyesi Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Lüksemburg’da da bu gizli örgütler açığa çıkartıldı. Tüm bu ülkelerdeki devlet yetkilileri, örgütlerin dağıtıldıklarını 
açıkladı. Geriye bir tek Türkiye kalmıştı. Bülent Ecevit’in yaptığı yeni açıklamalara ve basında yer alan Özel Harp Dairesiyle ilgili yer alan “Kontrgerilla Özel Harp Dairesidir” haberlerine rağmen: Özel Harp Dairesi 1992’de Özel Kuvvetler Komutanlığı adını alarak tümen seviyesine yükseltildiğinde, sivillerin bağlı olduğu birim ayrı bir daireye dönüştürülmüştür. 

Batı’da bu gizli orduların sivil unsurları tamamen dağıtılıp, kendileri için oluşturulan silah depoları açığa çıkartılırken, Türkiye’de sivil unsurların sayısında artışa gidilmiştir. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun komuta seviyesi bu gün tümgeneral düzeyindedir. Çoğunlukla kilit bölgelerde ve noktalarda bulunan sivil unsurların sayıları hakkında kesin bir rakam bilinmemektedir. Bu konuda bugüne dek bir rakam bile telaffuz edilmiş değildir. Ancak sayıları yüz binlerle ifade edilmektedir. 

1990’larda Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla tartışması tam 27 kez TBMM gündemine getirildi. Ancak bir türlü Meclis araştırması kararı çıkmadı. Ordu, PKK’ya karşı aktif olarak kullanılan Özel Harp Dairesini kapatmak, sivil unsurlarını da lağvetmek yerine daireyi yeniden yapılandırma yoluna gitti. Dairenin nasıl yapılandırılacağını belirleme görevini ise bizzat Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş üstlendi. Güreş, bunun için İngiltere’ye gitti. 

Ardından Amerika’ya iki ülkenin de Özel Harp Dairesiyle aynı işlevi gören yapılarını inceledi. Ardından Amerikalıların yardımıyla dairenin yapısında değişikliklere gidilerek Özel Harp Dairesi’nin adı 1992’de, Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak değiştirildi. Tıpkı Seferberlik Tetkik Kurulu'nun Özel Harp Dairesi adını alması gibi. 157 

Meclis’te Özel Harp Dairesi’nin faaliyetlerinin araştırılması önergeleri ret edilirken Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki faili meçhul cinayetler doruk noktasındaydı. Özellikle de Kürt sorununa duyarlı gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler öldürülüyordu. Hiçbir cinayetin faili yakalanamıyordu. Hatta soruşturmasının bile yapılmadığı cinayetler oluyordu. 1993 yılından itibaren ise faili meçhul cinayetlerde Güneydoğunun yanı sıra dikkat çeken bir başka bölge 
daha oldu: Bolu-Düzce-Sapanca’nın kesiştiği sınırlar. Hedefte bu kez Kürt iş adamları vardı. ‘Ölüm Üçgeni’ adı verilen bu bölgenin çok önemli bir özelliği var. Özel Harp Dairesi’nin 1950’li yılların sonlarından itibaren, olası bir işgal durumunda Sovyetler Birliği ordusunu durdurmak amacıyla sivil unsurları örgütlediği bölgeydi burası. Kürt iş adamlarının bu bölgede öldürülmesi, 1993 yılı Millî Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlardan sonra başladı. Özel Harp Dairesi’nin ve diğer güvenlik kuvvetlerinin Güneydoğu’da yürüttüğü mücadele tek başına yeterli değildi. En önemlisi örgütün ekonomik kaynaklarının kesilmesi gerekiyor du. 5 Temmuz 1993 günü MGK’ya sunulan rapora göre, kaynaklardan biri de Kürt işadamlarıydı. Ve bu iş adamlarının büyük kısmı Türkiye’nin en zenginleri arasında yer alıyordu. MGK toplantısından bir süre sonra “PKK’ya yardım eden iş adamları” adı altında bir liste hazırlandı. Listede 67 Kürt iş adamının ismi vardı. Listenin başında Liceli iş adamı ve PKK’nın yayın organı olmakla itham edilen Özgür Gündem gazetesinin ortağı Behçet Cantürk vardı. Listede yer alan diğer isimlerin de kimler olduğu konuşulurken Başbakan Tansu Çiller, 4 Kasım 1993 tarihinde İstanbul Holiday Inn otelinde ilginç bir açıklama yaptı: 
“Türkiye milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız.” O günlerde bu açıklama fazla önemsenmedi. Çiller’in ne kadar ciddi olduğu iki ay sonra anlaşıldı. Medyada sık sık adı “PKK’ya yardım eden işadamları” arasında geçen, Kürt mafyasının önemli ismi Behçet Cantürk, 14 Ocak 1994’te kaçırılıp öldürüldü, Sapanca yakınlarında cesedi bulundu. Kürt işadamlarının kimler tarafından öldürüldüğünün ipucu Susurluk kazasından sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı 

Susurluk Raporu’nda yer aldı: Kim olduğu ve ne yaptığı aşikâr olmasına rağmen devlet, Cantürk’le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede Özgür Gündem Gazetesi, plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken, adı geçenin, yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir. Böylece 100 kişiye yakın olduğu tespit edilen ve zamanın Başbakanı'nın ifade ettiği ‘PKK finansörü iş adamları’ listesinden bir kişi eksilmiştir. 

Geriye tek soru cevapsız kalıyordu: Kürt işadamları neden bu bölgede öldürüldü, bu bölgenin özelliği neydi? Bu bölge Özel Harp Dairesinin Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi işgal etme olasılığına karşın sivil halkı eğitimden geçirdiği yerdi. Özel Harp Dairesi’nin planına göre Rus ordusunun engellenebileceği son nokta burasıydı. Adapazarı - Bolu - Sapanca üçgenindeki sivil unsurlar halkı da örgütleyerek Sovyetler Birliği ordusunu vuracaktı. Ayrıca işgal durumunda sivil unsurların kullanabilmeleri için bölgede bir de silah deposu vardı. Peki, 
Komünistleri son durdurma noktası olarak Özel Harp Dairesi neden bu bölgeyi seçmişti? 

Bunun cevabını da yine Özel Harp Dairesi’nden emekli albay verdi: “Bu yerlerin coğrafi yapısı direnişe uygun. Dağınık araziler ve geniş ormanlıklardan oluşuyor. Bölgedeki yapılaşma da dağınık. Evler birine çok uzak. Bu durum kontrolü güçleştirir. Ayrıca bu bölgede çoğunlukla Çerkez, Çeçen, Abaza, Türkmen gibi silah tutkunu ve operasyonlarda görev alabilecek insanlar çoğunlukta. Lazlar da yoğunlukla yaşıyor. Bu nedenle silah zaten bu bölgenin kültürünün bir parçası. İstanbul ile Ankara arasındaki konumu da önemli.” Cinayetler döneminde bölgenin önemli bir bölümünü içine alan Bolu Emniyet Müdürlüğü’nde ise yıllarca tanıdık bir isim görev yaptı: Uğur Gür. 12 Mayıs 1977 katliamında, alanda bulunan ve olayların başlamasında sorumluluğu bulunduğu iddia edilen polis şefi. Hatta kalabalığın üzerine ateş açılan Sular İdaresi üzerindeki polis olarak basına yansıdı. Kanlı olayların yaşandığı 1970’li yılların tamamında İstanbul’da görev yapan Gür, cinayetlerin başlamasından önce 1992’de Bolu Emniyet Müdürü oldu. Tam 12 yıl Bolu’da görev yaptı.158 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


145 Gültekin Avcı (2008); s. 261, 262. 
146 6-7 Eylül Olayları: Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürülmüştür. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Dilek Güven'in Sabah gazetesine verdiği röportaja göre ölü sayısının az oluşu gruplara "ölü olmasın" emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayri resmi rakamlara göre 300 kişi yaralanmıştır. Güven'e göre resmi rakamlara göre altmış olan tecavüze uğrayan ve utanmalarından veya korkmalarından dolayı şikâyette bulunamayan kadın sayısının 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk Lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Demokrat Parti hükümeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk Lirası civarında tazminat ödemiştir. Zamanın gazetelerine göre "asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır". Hâlbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'sinin Ermenilere, yüzde 12'sinin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır. 
147 Ecevit Kılıç (2010); 59, 74, 75, 81. 
148 Sacit Adalı, Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 11 Ekim 2012, s. 1. 
149 Ecevit Kılıç (2010); s. 82-85, 124, 142, 143, 162-167, 190, 191. 
150 Doğan Öz, 1978’in Ocak ayında yaptığı bu konuşmadan sonra, kontrgerillayla ilgili bir dava açma hazırlığına girişti. 
Başlatacağı büyük soruşturmanın bir ön çalışması olarak kısa bir rapor da yazdı. O raporda şöyle diyordu: “Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.” (Darbeyi çete mi hazırladı? Can Dündar, 
http://www.candundar.com.tr/_v3/#Did=5983 Erişim: 1 Kasım 2012). 
151 Başbakan Bülent Ecevit tarafından, o dönemde çatışmaların ve cinayetlerin en çok yaşandığı merkezlerden biri olan Adana'ya atanan Cevat Yurdakul. Adana'ya atanmasının ardından Yurdakul, altı ay içinde 17 cinayet dosyasını çözdü ve bu cinayetlerin faali olarak 50'ye aşkın kişi tutuklandı. Ancak asıl hedefi bireysel cinayetlerin failleri değil, bu cinayetlerin arkasındaki yapılanmaydı. 20 Eylül 1979 tarihinde Adana'ya gelen Başbakan Bülent Ecevit'le baş başa bir görüşme yapan Yurdakul, daha sonra görüşmeyle ilgili eşi Ülker Yurdakul'a şunları söyleyecekti: "Çok şükür bütün bildiklerimi anlattım, artık ölsem de gam yemem." Yurdakul, Ecevit'le gizli görüşmesinden tam sekiz gün sonra, 28 Eylül sabahı görev yerine giderken, otomobiline düzenlenen silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Ecevit Kılıç (2010); s. 11. 
152 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 2-4. 
153 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 4, 5. 
154 Mehmet Ali Birand ve diğerleri (2010); s. 39, 41. 
155 Genelkurmay karargâhında, Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlı: Personel Başkanlığı (J1), İstihbarat Başkanlığı (J2), Harekât 
Başkanlığı (J3), Lojistik Başkanlığı (J4), Genel Plan ve Prensipler Başkanlığı (J5), Muhabere Elektronik ve Bilgi Sistemleri Başkanlığı (J6), Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (J7) bulunmaktadır. (Levent Kalyon, Cumhuriyet Dönemi 
Savunma Politikaları, Doktora Tezi, Ankara, 2008, s. 40, 41.) 
156 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 22. 
157 Ecevit Kılıç (2010); s. 282, 283-284, 290, 296. 
158 Ecevit Kılıç (2010); s. 297, 299, 300. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.