DARBELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DARBELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2020 Pazar

DARBELER VE SİVİL ASKER İLİŞKİLERİ.,

DARBELER VE SİVİL ASKER İLİŞKİLERİ.,

Türkiye'de Darbe ve Müdahalelerin Kısa Tarihi.,


Tevfik ERDEM
15 Temmuz 2019 09:55


İktidarı, şiddeti de içerebilecek biçimde güç uygulayarak değiştirme pratiğinin Türkiye’deki köklerinin Osmanlı geçmişine dayanan izdüşümleri olduğu, bunun arkasında da güçlü merkezi devlet yapısı üzerinden toplumu dizayn ve ülke yönetimini elinde bulundurma isteğinin yattığı görülecektir. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyetinde her on yılda bir tekrar eden darbelerin (iktidarın şiddete dayalı biçimde el değiştirmesi anlamında)  Osmanlı geçmişinde de oldukça sık tekrar ettiği görüldüğünden bu süreci bir gelenek yani “darbe geleneği” olarak görmek mümkündür. Ancak darbeleri gelenek kavramı ile birlikte zikretmek darbelerin meşruiyetini kabul etme anlamına geleceğinden bu tür bir ifade kullanmaktan kaçınılması gerektiği düşünülmelidir.

Darbe (coup de etat), şiddeti de içerebilecek biçimde kuvvet uygulayarak ordu (ya da ordu destekçisi gruplar) marifetiyle hükümeti yıkmak, değişmesini sağlamaktır. Örneğin 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahaleler darbedir.

Arapça uyarmak, dikkat çekmek kökünü ifade eden ‘ihtar’ kelimesinden türetilen muhtıra ise, uyarı yazısı anlamına gelir. Örneğin 12 Mart 1971 tarihinde mevcut hükümete belli konularda ihtarda bulunan ordunun girişimi tarihte 12 Mart Muhtırası olarak bilinir. Darbeden farkı görüldüğü gibi hükümetin ikaz edilmesi dışında hükümetin alaşağı edilmesine yönelik fiili bir harekâtın olmamasıdır.
Türk Siyasi hayatı bir de 28 Şubat 1997 süreciyle anılan ‘Postmodern darbe’ ifadesiyle tanışmıştır ki bu dönemde ordunun hükümete yönelik muhtıra niteliğindeki açıklamaları bir ordu mensubunun diliyle bu anlamı kazanmıştır. 12 Mart ve 28 Şubat muhtıralarının bir özelliği, doğrudan hükümeti devirme hedefi olmadığı (onları ihtar etmekle yetinme amacıyla sınırlı-imiş- gibi görüldüğü) halde mevcut hükümetlerin değişmesine neden olmalarıdır.
Yine bir hususun daha altını çizmek gerekmektedir o da (askeri) darbe ve ihtilal arasında farkın olduğudur. Bu farkı belirtme ihtiyacının arkasında yatan neden, 27 Mayıs darbesinin kendini bir ihtilal olarak tanıtmış olmasıdır. İhtilal (revolution), darbeden farklı olarak şiddet yoluyla sadece mevcut hükümeti değil aynı zamanda siyasi düzeni (rejimi) de değiştirir. Ayrıca ihtilaller darbelerde olduğu gibi bir grup azınlığın değil büyük bir çoğunluğun eseri olarak vücut bulurlar. Örneğin Fransız İhtilali ve Bolşevik İhtilali tarihin nadir ihtilallerindendir ve geniş halk kesimlerini arkasına alarak köklü sistem (rejim) değişiklikleri yapmışlardır.
Darbe karşılığı olarak görülebilecek müdahalelerin Osmanlı köklerine bakıldığında, bunların gerçekleşme sebebinin yenilik (modernleşme) çabalarından rahatsız olan ya da yeniliklerin kendi menfaatlerini engelleyeceğini düşünen kesimler (başta yeniçeriler olmak üzere) tarafından yapıldığı görülmektedir.
Osmanlının yenileşme çaba ve gayretlerinin arkasında yatan ana neden askeri alanda meydana gelen yenilgiler sonrası hem idari hem de ekonomik alanda yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğine dair bir inanç ve ihtiyacın doğmasıdır. Bu çabalar kabaca III. Selim dönemi ile başlatılır ancak yazının teması ekseninde biraz daha gerilere gidildiğinde mevcut değişim talep ve icraatlarının ne tür müdahaleler doğurduğuna dair örnekler de görülecektir. Bu örnekleri şu şekilde sıralamak mümkün

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ DARBELER.

Osmanlı dönemindeki darbelerden bahsederken bir anakronizme düşüldüğüne dair hatalı algılamayı ortadan kaldırma adına, Osmanlı dönemindeki darbelerle anlatılmak istenenin, merkezi iktidarı temsil eden padişah ya da sadrazamların şiddet yoluyla değiştirilmesi olduğunu belirtmek gerekir. Tarihsel sıra ile şiddete dayalı biçimde iktidar değişikliğini darbe ile karşılayabilecek şu örneklerden bahsetmek mümkündür, elbette ki örnekler çoğaltılabilir.

Genç Osman Vakası (20 Mayıs 1622):

İmparatorluğun yenileşme çabalarına ihtiyaç duymasına sebep olan hususların başına askeri başarısızlık ve yenilgilerle tanışma sürecinin başlaması gelmektedir. Bu başarısızlığın arkasında ise, yeniçerilerin düzensizliği, başıbozukluğu, kural tanımazlığı vb. vardır. Yeniçerilere düzen vermek isteyen Genç Osman, 1622 yılında ayaklanan yeniçeriler tarafından Yedikule Zindanı’nda öldürülür. Bu olay Osmanlı tarihinde ordunun (yeniçerinin) gerçekleştirdiği ilk şiddet yoluyla iktidar değişikliği (darbe) olarak yorumlanır.

Patrona Halil ayaklanması (28 Eylül 1730)

Bu isyanın arkasında da artan vergiler, kaybedilen savaşlar vardır. III. Ahmet döneminin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın lüks ve israfı ile bilinen Lale Devri’nin sonunu getiren isyan, bir anlamda halkın kendi yoksulluğu karşısında sarayın lüks ve israfına bir tepkiydi. Yeniçeri Ocağında ıslahat yapılacağı düşüncesine yeniçerilerin karşı çıkmasıyla birlikte tepki isyana döner. İsyanın başını çeken eski yeniçeri Patrona lakaplı Halil halkı ve esnafı tahrik ederek ayaklandırıp yeniçerileri de kendilerine kattıktan sonra isyan son halini alır.
İsyancılar padişahtan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, donanma komutanı kaptan-ı derya Kaymak Mustafa ve Şeyhülislam Abdullah Efendinin de bulunduğu otuz yedi kişinin kendilerine teslim edilmesini isterler. Bu gelişmeler üzerine Padişah III. Ahmet katli istenen devlet adamlarını görevden alır. Sonunda III. Ahmet isyanı sona erdirmek için kardeşi Mustafa’nın oğlu Şehzade Mahmud’a saltanatı bırakır. 

Kabakçı Mustafa İsyanı (25 Mayıs 1807)

İsyan ordudaki yenileşme (Nizam-ı Cedid) çabalarına bir tepki olarak görülebilir. Yeniçeri yamaklarının Kabakçı Mustafa öncülüğünde önde yer aldığı isyanda arka planda ise Şeyhülislam Ataullah Efendi yer alır. 20 bine yakın Nizam-ı Cedid askeri karşısında birkaç yüz yamakla (buna Harp Okulu öğrencisi diyebilirsiniz)  başlayan isyan III. Selim’in kifayetsizliği ve acizliği yüzünden başarılı olur ve 29 Mayıs 1807’de IV. Mustafa tahta geçirilir.

Kuleli Vakası (14 Eylül 1859)

Süleymaniyeli Şeyh Ahmed kendisine bağlılık yemini eden asker ve bürokratlarla Fedâiler Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurar. Bu cemiyet (örgüt), Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i tahta geçirmek için plan yapar ancak 14 Eylül 1859 tarihinde Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplantı halinde iken bir hükümet baskınıyla (aslında ihbarla) yakalanırlar. İsyancılar Kuleli Kışlası’na (Kuleli Askerî Lisesi) konulur. Soruşturma ve yargılama burada yapıldığından olay Kuleli Vak‘ası adıyla tarihe geçer. İktidarı kurdukları gizli bir dernekle (cunta?) değiştirmek isteyenlerin başarısızlığını anlattığından ilk başarısız darbe girişimi olarak da anılabilir.

Abdülaziz'in tahttan indirilmesi (30 Mayıs 1876)

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin arkasında dönemin sadrazamı (başbakanı), şeyhülislamı, seraskeri (genelkurmay başkanı) ve adalet bakanının ittifakı vardır. Dolmabahçe Sarayı’nın karadan ve denizden kuşatılması sonrasında Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat Osmanlı Devleti tahtına çıkarılır.

II. Meşrutiyet (24 Temmuz 1908)

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC), Rumeli vilâyetlerinde başlattığı ayaklanma ordunun baskısıyla bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmış Abdülhamit Meşrutiyet’i tekrar ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan II Meşrutiyet hem bir ihtilal hem de bir darbe olarak görülür. Bir ihtilaldir çünkü monarşiyi meşruti monarşiye dönüştürerek rejim değişikliğine sebep olmuştur.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)

Meşrutiyetin ilanının üzerinden henüz bir yıl geçmeden 13 Nisan 1909’da İstanbul’da alaylı askerler bir isyan başlatır. Başında Derviş Vahdeti’nin olduğu ve halktan da destek alan bu ayaklanma 13 gün sürer. 31 Mart olarak geçme sebebi olayın Hicri takvimle 31 Mart 1325 tarihinde geçmesidir. Rumeli’den gelen Hareket ordusu isyanı bastırır. Vaka-i Hayriye’den beri İstanbul’da ilk kez bu kadar kan akmıştır, isyana destek veren medrese öğrencilerinin çoğu öldürülür ve artık İttihatçıların iktidarı (1909-1918) başlamış olur.

Halaskâr Zabitan Bildirisi (16 Temmuz 1912)

1912 Sopalı seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne (İTC’ye) muhalefetsiz bir meclis sununca meclis dışı muhalefet olarak askerler devreye girmiştir. Haziran 1912’de İTC’ye karşı olan askerler İstanbul‘da ‘Halaskâr Zabitan‘ (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlenmeye başladılar. İTC’nin rakibi Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen bu subaylar bir muhtıra yayımlayarak ülkenin çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını belirttiler. 16 Temmuz’daki muhtıra ile İttihat ve Terakki yanlısı hükümeti (Mehmet Said paşa hükümeti) istifaya zorladılar. Asıl amaçları askerin siyasete karışmasını engellemekti ancak tersi oldu.
Meşrutiyet beklenen kardeşlik idealini hayata geçirmediği gibi azınlıkların zaten bilenmiş etnik milliyetçi kimliklerinin giderek daha da keskinleşmesine neden olmuştur. Bu da İTC’yi muhalefete ve etnik milliyetçi taleplere karşı da daha sert bir milliyetçi politikaya itmiştir.

Bab-ı Ali baskını (23 Ocak 1913)

Balkan Savaşı ile Avrupa Türkiye’nin kaybedilip Edirne’nin kaybedilme aşamasına gelinmesi büyük bir tartışma yaratır. İTC üyeleri mevcut hükümetin politikalarının yetersizliğinden rahatsızlığını dile getirerek Sadrazam Kamil Paşa hükümetini sorumlu tutarlar. İTC üyeleri Bab-ı Ali’yi (hükumet binası) basıp Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Nazım Paşa’yı öldürürler. Enver Bey,  Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşa‘nın kafasına tabanca dayayıp, istifa mektubu yazdırır. Bu baskın ile başta Harbiye Nazırı Nazım Paşa olmak üzere on bir kişi öldürülür.

CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE DARBELER.

Cumhuriyet Türkiye’sinde darbenin arkasında yatan en büyük meşruiyet unsuru, 1934 tarihli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesidir. Bu madde, TSK’nın vazifesini “cumhuriyeti koruma ve kollama” olarak tanımamaktadır. Devleti dış düşmanlara karşı korumakla görevli ordu, Türkiye’de siyasi kültürün bir yansıması olarak kendisini (irtica, komünizm vb. gibi) iç düşmanlar karşısında da görevli addetmektedir. Bu tanım cumhuriyetin tehlikeye girdiğini düşünen ordu mensuplarına meşruiyet sunuyor şeklinde yorumlanmış ve cumhuriyet dönemindeki her darbede bir dayanak olarak ileri sürülmüştür.
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetleri Kanunu’nun 13/7/2013 tarihinde yapılan değişiklik ile, kanunun 35 ve 36. Maddelerinde şöyle bir değişiklik yapılarak darbelere dayanak olan “cumhuriyeti korum ve kollama görevi, yurtdışından gelecek tehditlerle ilişkilendirilmiş ve TSK’nin vazifesi yeniden tanımlanarak harp sanatını öğrenmek ve öğretmek olarak gösterilmiştir.
Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır. Madde 36 – Silahlı Kuvvetler, harb sanatını öğrenmek ve öğretmekle vazifelidir. Bu vazifenin ifası için lazımgelen tesisler ve teşkiller kurulur ve tedbirler alınır (http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.4.211.pdf, erişim tarihi 14.7.2019).

27 Mayıs 1960 Darbesi.

27 Mayıs darbesi aslında bağıra bağıra gelen bir darbedir ancak daha önce şahit olunmayan örneği bulunmayan cumhuriyet siyasetçileri için ama özellikle de Menderes için tüm uyarılara rağmen öngörülemeyen bir durumdur. 1960 Darbesini hazırlayan etmenlerden biri de, 27 Nisan 1960 tarihinde, yayın yasağı ve siyasi faaliyetleri takip ve onlarla ilgili karar alma gücüne sahip olan Tahkikat Komisyonunun (TK) kurulmasıdır.
CHP’ye göre, bu komisyon aracılığıyla Demokrat Parti (DP)’nin hedeflerinden biri de CHP’yi kapatmaktır. Ancak Demirel, DP dönemini analiz ettiği çalışmasında (2011:324), CHP’yi kapatma ya da milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırma gibi bir niyetin olmadığını, tersine, gösterilen tepkilerin artmasından dolayı zamanla bir yumuşama eğilimine girildiğinin bile söylenebileceğini belirtir.
TK tarafından hazırlanan ve başbakana 25 Mayıs’ta teslim edilen “raporun ana tezi, CHP’nin kaos yaratarak iktidara gelmeyi amaçladığıdır. Türk milletine önereceği hiçbir şey kalmadığı için adım adım kanun dışı yolları zorlamak ve gayri meşru zeminlere kaymak CHP’nin iktidara gelmek için kullanabileceği tek yoldur ve bu nedenle 1957 seçimlerinden sonra ayaklanma ve isyan stratejisini uygulamaya koymuştur” (Demirel 2011: 325).

“TK’nın kurulması ile başlayan olaylar zinciri iki parti arasında iplerin kopmasını beraberinde getirmiştir. Muhalefet açısından TK bardağı taşıran son damladır” (Demirel 2011:328). İsmet İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihinde mecliste yaptığı konuşma ihtilal teşvikçiliği olarak yorumlanacaktır (Demirel 2011:328-329) : “Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal behemehal olur…beni dinleyin biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız. Böyle bir ihtilal bizim dışımızda bizimle münasebeti olmayanlar tarafında yapılacaktır. …bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam” (Demirel 2011:328).
18 Nisan’daki konuşmadan 10 gün sonra 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesinde meydana gelen öğrenci olayları darbeye yeşil ışık yakan zinde kuvvetleri ayartan bir başka gelişmedir. Ali Fuat Başgil 27 Mayıs darbesini anlattığı eserinde darbenin, hocaların kışkırttığı öğrencilerin ayaklanması ile başladığını belirtir.
CHP’nin desteği ile gerçekleşen kitlesel gösterilerin etkisi darbeye giden süreçte ayrı bir öneme sahiptir.  555K olarak bilinen eylem İstanbul’daki 28 Nisan öğrenci ayaklanmasının Ankara’daki izdüşümüdür. 555K yani 5. ayın (Mayıs), 5. Günü Saat 5’t e Kızılay’da toplanılarak gösteri yapılacaktır.

Darbeye önemli gerekçelerden biri DP’nin otoriterleşmesiydi. DP’nin otoriterleşmesine sebep olan iki önemli dış değişimden söz edilebilir (Akşin 2008: 218-219); İlki 14 Temmuz 1958 yılında Irak’ta yapılan askeri darbedir. “DP iktidarına göre, Irak Devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Muhaliflere göre ise, istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmaydı” (Akşin 2008:219). Bir de Menderes ve ırak devlet başkanı arasındaki samimi ilişkiyi ve darbe sonrası Türkiye’nin neredeyse Irak’a askeri müdahalede bulunulacağı düşünüldüğünde nasıl bir analoji ile karşı karşıya kalındığı daha iyi anlaşılabilir. “Muhalefet Irak Devrimi’ni doğru bulduğuna göre, benzerini Türkiye’de yapabilir, onun için daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür” (Akşin 2008:219). İkinci dış gelişme, Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın karizmatik subayı De Gaulle’ün başbakanlığı ve parlamenter sisteme son vererek kendisiyle anılacak olan yarı-başkanlık sistemini getirmesiydi. “De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik önder durumundan yararlanarak, bir çeşit ‘demokratik diktatör’ oldu… Menderes… 21 Eylül’de İzmir’de De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine bası yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de belirtti” (Akşin 2008: 220).

Bakan Samet Ağaoğlu’nun Menderes’e, “hep orduya dayandık güvenlik güçlerine önem verebilirdik. Ordu bir gün bize karşı ayaklanırsa karşı koyacak örgütlü gücümüz yok” şeklindeki yakınması Platon’un 2000 yıl önce yazdığı Devlet adlı eserinde yakındığı görüşten farklı değildir. Platon aynı soruyu, “bizi koruyuculardan kim koruyacak?” şeklinde söylerken bu sorunun ne kadar zaman ve mekândan bağımsız olduğunu gösterir.
Subayların hayat standardının düşüklüğü de onları darbeye iten ayrı bir sebep olarak gösterilir.
Başgil’e (2006) göre, darbeye giden yolu açan ve darbenin başarılı olmasının arkasında yatan halk desteğinin kaybetmesinin arakasında iki gerekçe vardır: İlki “Milliyetçiler Derneği’ni ikincisi ise, Milli Nizam Partisi’nin kapatmasıdır.
1950 yılından itibaren on yıllık bir süreyle iktidarı elinde bulunduran Demokrat Parti’nin askeri bir darbeye maruz kalmasının sebepleri olarak özetle şunlar ileri sürülür:
Atatürk devrimlerine karşı bir karşı devrim niteliğinde uygulamaları gündeme getirmesi, örneğin daha iktidara geldiği ilk yıllarda ezanın Arapça aslına döndürülmesiyle başlayan süreç ayrıca radyoda Kur’an okunmaya başlanması.
Vatan Cephesi’nin oluşturulması, Vatan Cephesine katılanların listesinin her gün düzenli olarak devlet radyosundan ilan edilmesi.
Askerlerin ekonomik durumlarında meydana gelen kötüleşme: Ordu mensuplarının ücretlerinin düşmesi büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Apartmanların bodrum katları subay katları olarak anılıyordu.
1960 yılında kurulan Tahkikat Komisyonu ile doruk noktasına ulaşan toplumu ve muhalefet partisi CHP’yi geren pratikler.

İlk darbeci gruplaşmalar:

Ordu içindeki darbe hazırlıkları 1950’lerin ortasından itibaren yeşermeye başlamıştır. İlk cunta, faaliyetleri hükümetin bu konudaki duyarsızlığı nedeniyle zamanla genişler. İlk cuntalardan biri Atatürkçüler Derneği’dir. Atatürkçüler Derneği 1955’de Binbaşı Faruk Güventürk ve Yüzbaşı Dündar Seyhan tarafından İstanbul Harp Akademisi’nde kurulur. Dernek üyelerinin birçoğu 1960 Darbesine katılmıştır. Grubun darbeci girişimleri 1957’den sonra yoğunlaşır. Ancak üye Binbaşı Samet Kuşçu grubu ihbar edince, 26 Aralık 1957’de 9 subay tutuklanır, 26 Mayıs 1958’de serbest kalırlar ancak ihbarcı binbaşı iftira suçundan iki yıl hapis cezası alır (Ünsaldı 2008: 64-65).
TSK’deki ilk darbeci örgütlenme 1954’de İstanbul’da topçu yüzbaşılar Seyhan Dündar ve Orhan Kabibay tarafından başlatılır. Sonra diğerleri onlara katılır. Aynı dönemde ikinci grup Ankara’da Kurmay Albay Talat Aydemir başkanlığında toplanır. 1957 yılında iki komite birleşir. Darbe için 1958 Şubat ayı öngörülür ancak Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun itirafı üzerine darbe ertelenir ( Gürsoy 2012:132)
27 Mayıs darbesi, emir komuta zinciri içinde yapılmadı yani darbeyi yapan 38 kişilik ekip, siyasilerden önce genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun ve hava kuvvetleri komutanı Tekin Arıburun’u tutukladı.

1960 darbesini gerçekleştiren subayların demokrasi, ülke yönetimi gibi konularda mutabık olduğunu söylemek mümkün değildir. Onları bir araya getiren en önemli etken DP’nin devrim karşıtı icraatları ve demokrasinin işleyişindeki aksaklıklardı. CHP’nin izlediği sert muhalefet DP’yi daha da sertleştiren siyasete ittikçe darbe için uygun zemin üretilmiş oluyordu. DP muhalefeti olma dışında ortak noktalı olmayan darbecilerin darbe sonrası aralarında uzlaşamamaları sonrası darbeci grubun içinde meydana gelen ilk çatlak 14’ler olayıyla ortaya çıkmıştır. Darbe sonrası hızla tekrar demokrasiye geçmeyi düşünenlerle (Cemal Madanoğlu grubu) cumhuriyetin kurucu değerlerinin içselleştirilmesine kadar iktidarda kalınması gerektiğini belirtenler (14’le grubu ki A. Türkeş vd. bu gruptaydılar) arasında bir gerilim meydana gelmiştir. Bu gerilimde baskın olan Madanoğlu grubu, 14’leri çeşitli yurtdışı görevlere gönderince Madanoğlu’nun grubu, 13 Kasım 1960 günü 14’ler olarak anılan grubu tasfiye etmiştir. Ancak bu tasfiye cuntacı grubun homojenleştiği anlamına gelmiyordu çünkü “14’lerin tasfiyesinden sonra, demokrasi anlayışları ve parlamentoyu vesayet altında tutma konusunda farklı görüşleri paylaşan gruplar cuntalaşmaya başlamıştı. Bu bağlamda daha önce İstanbul ve Ankara cuntaları (grupları) ortaya çıkmıştı. Ayrıca …Albay Talat Aydemir’in başını çektiği bir başka “Albaylar Cuntası” da dikkati çekmektedir (Aydın ve Taşkın 2015:86).

Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) ve Aydemir Vak’asına Giriş

1961’de Milli Birlik Komitesi (MBK) başkanı Cemal Madanoğlu darbe içinde darbe yapar ve daha milliyetçi ve yönetimi sivillere biraz daha geç teslim etmeyi düşünen 14 subayı (14’ler olarak bilinirler) tasfiye eder. Bu durum darbe içinde meydana gelen ilk darbedir ancak henüz sular durulmamış ve genç subaylar tam olarak amaçlarına ulaştıklarını düşünmediklerinden siyaset ve asker ilişkisi kaynamaya devam etmiştir.

Darbeye karşı darbe.,

15 Ekim 1961 seçim sonuçları darbecilerin istediği gibi bir sonucu ortaya çıkarmamıştı. Darbeciler sandığa müdahale edememişlerdi. Bayar hapishaneden doğrudan Adalet Partisine (AP) oy verilmesini işaret ediyordu. Demokrat Parti'nin halefleri konumundaki Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) oyların yüzde 60'ını aldı. Sonuçlar herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. CHP yüzde 36.74, AP yüzde 34.80, CKMP yüzde 13.95, YTP yüzde 13.72 oranlarında oy almıştı. Cumhuriyet devrimlerine karşı bir karşı devrimin temsilcisi olan DP’ye karşı yapılan darbe sonuç vermemişti çünkü halk onun devamı (halefi) olan AP’ye oy vererek darbeyi boşa çıkarmış oluyordu. Darbenin ruhuna aslında darbecilerin kendisine doğrudan bir meydan okumaydı halkın yaptığı.

 Bu durumda darbenin (ya da kendi ifadeleriyle devrimin) bütün kazanımlarının tekrar kaybedileceği endişesi, üst rütbeli subay ve generallerin (F. Güventürk, F. Gürler, R. Tulga gibi) İstanbul’da kurduğu Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB)’nin “İstanbul ve Ankara grupları 21 -22 Ekim 1961 ‘de “İlerici 27 Mayıs Devrimi”nin getirilerinin tehlikede olduğu gerekçesiyle doğrudan bir askeri müdahaleyi öngören İstanbul ve Mürted politikalarını imzaladılar” (Ünsaldı 2008:77). Amaçları 25 Ekim’de açılacak meclisin açılmasını engellemek ve seçimi iptal etmekti. Bu gelişmeler üzerine Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 23 Ekim'de dört kuvvet komutanının da içinde bulunduğu 24 general ile olağanüstü görüşür. Ardından Orgeneral Cemal Gürsel 23 Ekimi 24 Ekim'e bağlayan gece parti liderleri Çankaya Köşkü'nde darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında bir araya getirildi. Onlara SKB’nin muhtıra niteliğindeki 21 Ekim kararları gösterildi. Bu durumu çözüme kavuşturmanın yolunun Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanı, İnönü'nün ise Başbakan olmasının kabul edilmesiydi. Böylece SKB’nin gölgesi altında genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı oluyor ve hükümeti kurma görev İsmet Bey’e veriliyordu.
Albay Aydemir’in başarısız darbe girişimleri (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963)
1961 seçimleri ile birlikte DP’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisinin (YTP) aldığı yüksek oy MBK’nin dışında ondan daha keskin subayların yer aldığı Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) üyeleri tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Yönetimi sivillere bırakma konusunda çok istekli olmayan SKB bu durumdan çok rahatsız olduğu ve buna yönelik nasıl bir politika izlediği görülmüştü. Silahlı Kuvvetler Birliğinin MBK’nin önüne geçtiği hatta darbe içinde bir darbenin gölgesinin sezildiği bu dönemde dikkat çeken isimlerden biri Talat Aydemir’dir.
Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'in 16 Kasım 1961'de sonrada ve 21 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’de kalkıştığı başarısız darbe girişimleri, Aydemir ve Fethi Gürcan'ın idamıyla sonuçlanır.
Doğan Avcıoğlu gibi ordu gibi zinde güçler üzerinden sol bir hükümet oluşturma gayreti olanların Talat Aydemir ile irtibatları vardı. 21 Şubat Aydemir darbesi nedeni ile 1962-1963 de Harp Okulu mezun vermemiştir.

12 Mart 1971 Muhtırası.,

Bu darbenin meşruiyet zeminini sağlayan meydana gelen özellikle sol gençlik gruplarının meydana getirdiği terör olaylarıdır. 12 Mart Muhtırasını darbeyi önleyen bir muhtıra olarak görmek gerekir zira 9 Mart 1971'deki darbe girişimi ancak komuta kademesinin karşı muhtırasıyla durdurulabilmiştir. Bu dönemde orduda radikal genç subayları temsil eden Muhsin Batur-Faruk Gürler cuntası konuşulmaktadır. Gençlik örgütleri de bu cuntayla ilişkilenmiş ve Doğan Avcıoğlu'nun fikirlerinden etkilenen bir grup 9 Mart 1971'de "sol Kemalist" darbe hazırlığına girişmiştir.  Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MİT'in ihbarıyla darbe hazırlığını önler ve 12 Mart'ta hükümete muhtıra verir.

On yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi üç sağ siyasetçinin idamıyla sonuçlanmıştı, 12 Mart'ı izleyen günlerde darağacında bu kez üç solcu genç vardı: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan. Bir sağdan ve bir soldan idamlar 12 Eylül 1980’de zaman aşımı olmaksızın gerçekleşecekti.

12 Eylül 1980 Darbesi

1980 darbesi iç karışıklık, terör olaylarının ülkeyi yaşanılamaz hale getirmesi, siyasi istikrarsızlığın had safhaya varması ki bir örneği, 115 tur yapılmasına rağmen hala cumhurbaşkanının seçilemediği 1980 yılıdır, ekonomik kriz vb. gibi güçlü gerekçelere yaslanarak yapılır.
İdamların, tutuklamaların, işkencelerin, sonrasında terör örgütlerine katılımcı sağlayacak uygulamaların birçoğunun kaynağıdır 12 Eylül 1980 darbesi. 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, birlikte ithal ikameci politikaların yerini liberal ekonomik politikalara bırakacağı ancak bu kararları hayata geçirecek güçlü hükümetlere duyulan ihtiyacın darbenin Amerika tarafından desteklenmesinin bir gerekçesi olarak gösterilir ve görülür. Yine 1979 İran İslam Devriminin devrim ihracının önüne geçmek amacıyla da bu darbenin yapıldığı belirtilir.

28 Şubat 1997 (Postmodern darbe).,

1994'teki yerel seçimlerin galibi Refah Partisi, 1996'da da DYP ile koalisyonun ortağı olarak Refah-Yol hükümetini kurdu. Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş geleneği dini referansları güçlü bir parti olarak ordunun "irtica" refleksi vermesine neden oldu. Genelkurmay'da Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurularak dini oluşumlar takip ve kontrol altına alınarak yıldırılmak istendi. Ankara-Sincan’daki Kudüs temalı bir tiyatro oyunu gerekçe gösterilerek 1997 Şubat'ında Sincan'da tanklar yürütüldü, 28 Şubat'ta ise askerler 9 saatlik MGK'da hükümete 18 maddelik muhtıra verdi. Muhtıra sonrası hükümet değişti, Refah Partisi kapatıldı, insan haklarına aykırı birçok uygulama evrensel ve özgür düşüncenin merkezi olan üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve kamusal alanda yaşandı.

27 Nisan e-muhtırası.,

2002 sonrası Türk siyasal hayatında farklı bir renkle ortaya çıkan AK Parti, 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kriz yaşadı. 27 Nisan 2007’deki ilk tur oylamanın ardından "367 teziyle" seçim Anayasa Mahkemesi'ne taşınırken, Genelkurmay'ın internet sitesinde o gece e-muhtıra olarak da anılan bir bildiri yayımlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın yıllar sonra "Ben yazdım" dediği bildiri dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün adaylığı laiklik üzerine abanılarak eleştiriliyordu. Lakin Ak Parti hükümetin bildiriye yönelik cevabı çok sert oldu, peşinden de meşhur "Dolmabahçe görüşmesi" gerçekleşti. 22 Temmuz'da erken seçime gidildi, AK Parti oylarını yüzde 34’den % 47'ye çıkardı.

15 Temmuz 2016 Başarısız İşgal Girişimi

Ak Parti hükümetinin 27 Nisan e-bildirisi ile atlattığı ilk başarısız darbe hazırlığı 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olayları ile farklı bir kulvarda devam eder. Yabancı basının canlı yayınlarla dünya kamuoyuna cilalayarak sunduğu bu olaylardan da istediği sonucu alamayan çevreler nihai hedefleri Başbakan Erdoğan’ı iktidardan indirmek ve uluslararası mahkemelerde yargılamak olan planlarını hayata geçirdiler. 7 Şubat 2012 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma operasyonuyla başlayan süreç 17-25 Aralık operasyonları ile devam etmiş 1-19 0cak 2014 tarihlerinde MİT tırlarına yönelik operasyonlarla devam etmiştir. MİT gözetimindeki tırlar Adana ve Hatay’da durdurulmuş ve FETÖ’cü savcının yürüttüğü operasyon kısa süre içinde uluslararası medya organlarına servis edilmiştir. MİT tırlarının durdurulmasıyla eş zamanlı şekilde Türkiye’nin terör örgütlerine destek olduğu yönünde kara propaganda çalışmaları başlatılarak Türkiye terör örgütlerinin destekçisi olarak gösterilmiştir. Hükümetin aldığı kararlar çerçevesinde kamu kurumlarından tasfiye edilmeye başlayan örgüt son olarak NATO’cu subaylarla işbirliği içinde 15 Temmuz gecesi başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştur.

15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi kahraman halk, ordu içinde darbecilerle savaşan kahraman askerler ve kahraman emniyet güçlerinin direnişi sonrasında başarısız darbe girişimi olarak şüphesiz Türkiye’de hafızalardan uzun yıllar silinmeyecek bir iz bırakmıştır. Ancak bu darbe girişiminin özellikle sivil bir tepki ve direnişle bastırılması unutulmayacak bir öneme sahiptir. 
Halkın darbecilere karşı gösterdiği direniş takdire değerdir. 
Özellikle Batılı ülkelerin Türkiye’nin demokrasi yolunda mesafe alması için üst perdeden nasihat etmelerine karşılık, demokratik düzeni değiştirmeye yönelik bir darbe girişimine sıradan vatandaşın gösterdiği tepkiyle demokrasinin varlığının sürdürülmesine yönelik katkısına hiçbir övgü ya da takdir gelmemiştir. 

Bu sessizlik Türkiye’deki darbe girişimlerinin arkasında bazı ülkelerin istihbarat servislerinin varlığı tartışmasını bir kere daha hatırlatmaktadır.

15 Temmuz başarısız darbe girişimi Cumhuriyet tarihinde halkın sokaklara dökülerek darbeyi önlediği bir girişim olarak tarih sahnesindeki yerini alacaktır. Türkiye için bu noktada dikkate değer bir yorum, darbeye karşı direnenlerin daha çok Türkiye’deki aydın-elit kesim tarafından sürekli hor ve değersiz görülen muhafazakârlar olmasıdır. Oysa bu döneme kadar muhafazakârlar genelde henüz bireyleşmemiş, modernleşmemiş, özgürlüğüne pek de meraklı olmayan, demokratik siyasi kültür bilincine erişemeyip, cemaat siyasi kültürüne hapsolan bağımlı değişkenler olarak görülmüşlerdir. Başlı başına darbe süreci onları bağımsız değişken haline getirmiş değildir zaten yanlışlık da buradadır çünkü onlar zaten bağımsız değişkendirler. Bu durum, muhafazakârlara yönelik algının ne kadar taraflı ve sosyal gerçeklerden uzak olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Çünkü onlar 15 Temmuz ile bir yandan siyasi iradelerine sahip çıkarken diğer yandan ülkelerinin bağımsızlığı ve kendi özgürlüklerini ne ölçüde karakter olarak içselleştirdiklerini göstermişlerdir.

Kaynakça

Başgil, Ali Fuat (2006), 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, 2. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul.
Demirel, Tanel (2011), Türkiye’nin Uzun On Yılı, Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Gürsoy, İdris (2012), Dokuz Subay Olayı, Kaynak Yayınları, İzmir.
Koçak, Cemil (2008), “Siyasi Tarih”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.
Ünsaldı, Levent (2008), Türkiye’de Asker ve Siyaset (çev. O. Türkay), Kitap Yayınevi, İstanbul.
Akşin, Sina (2008), “Siyasi Tarih (1950-1960)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.


***

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 15


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 15


8. Ekonomi ve Darbeler 

Türkiye’de yaşanan bütün darbeler aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe süreçlerdir. Örneğin, 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi olarak kriz yaşamaya başladığı, bu krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devam ettiği dönem, ilk cuntaların kurulduğu döneme denk gelmektedir. 
Demokrat Parti, özellikle dış politikada ve ekonomik krizi çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde adımlar atmaya başladığında da darbe süreciyle karşı karşıya kalmıştır. 
12 Mart’a giden süreçte de, istikrar politikaları çerçevesinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesi ve ekonomik kriz sonucunda halkın iki biçimde askeri müdahale sürecine hazırlanması amaçlanmıştır: Birincisi, “yönetenler bizi istediğimiz gibi yönetemiyorlar” ikincisi de “biz bu hayat pahalılığından ve ekonomik krizden de yorulduk” algılarını toplumda oluşturmak biçiminde. Bununla, toplumun, “bu sorunların çözümünü acaba hangi halaskâr sağlayacaktır” arayışına sokulması ve böylece, psikolojik olarak hazırlanması hedeflenmiştir. Keza 12 Eylül’e baktığınızda da 24 Ocak istikrar tedbirlerinin alınmasından itibaren -ki çok önemli bir kırılmadır, tıpkı 71’de olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin Türkiye’de uygulanması yönünde atılmış son derece önemli bir adımdır- dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal 3 kere askerlere giderek 24 Ocak istikrar tedbirlerini onlara izah etme ihtiyacı duymuştur. Bunlar 
henüz 12 Eylül askerî rejimi gerçekleşmeden yaşanmıştır; orada Kaya Erdem diyor ki: “Biz, özellikle DİSK’in gerçekleştirdiği ve yaklaşık 100-110 bin işçiyi kapsayan, mesela, karşı hak grevleri sırasında bunları anlattığımızda, dönemin kuvvet komutanlarından biri, ‘O zaman bu iktisadi tedbirleri uygulamanın imkânı yok, işçileri bir şekilde bu sürecin dışında bırakmak gerekir.’ açıklamasını yapıyor.” 

Sayın Evren de o dönemde eğer, 12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak198 istikrar tedbirlerinin bu ülkede uygulanamayacağı yönünde bir beyanatta bulunmuştur. Benzer bir beyanat Memduh Tağmaç tarafından 12 Mart döneminde halkın sosyal uyanışıyla iktisadi gelişmenin geride kalması arasındaki benzetmesidir. Dolayısıyla, 28 Şubat sürecinin alâmetifarikalarından biri, 1994 iktisadi krizinin yarattığı ortam ve bu ortamla 2001 krizine kadar giden süreç içerisinde Türkiye’deki sermaye birikiminin çeşitli çevreler tarafından bir şekilde ele geçirilmeye çalışılması ya da bu çevrelerin bundan büyük bir pay kapma yarışına girmiş olmalarıdır. Özellikle 1993-2001 sonu aralığını dikkate alacak olursak, o dönemde özellikle 2001 krizinde hangi bankaların o döviz krizinden büyük paralar kazanmış olduğu sorusu, bugün hâlâ tam olarak yanıtlanamamış bir sorudur. Oysa kamuoyunun çok merak ettiği bir sorudur aynı zamanda. Çünkü aşağı yukarı 200-250 milyar dolar civarında bir parayı halk ödemek zorunda kalmıştır. 94 krizinde de yaklaşık 800 bin kişinin işsiz kaldığı, sübvansiyonların ortadan kaldırıldığı, döviz krizi nedeniyle iflasların yaşandığı bu dönemin sonunda insanlar “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum.” duygusuna fena hâlde sahiptiler. İşte o sahip olma duygusudur ki bir darbenin meşruiyetini de sağlayabilirdi.199 

Bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. 
Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. 

Böylesi bir durumda ulusal ekonominin uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. Bu bakımdan siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant 
kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. 

Nitekim Türkiye’de bunun en son örneği 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. 
1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist 
politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar ABD doları seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankalarının zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini 
devraldığı 25 banka için 31,4 milyar ABD dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak bu süreçte, özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. Devlet iç borçlanma 
senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir.

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını 
istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994- 2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 
düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD Doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasında uygulamaya konulan ekonomik program ve 2002 Kasım ayında yapılan genel seçim sonrasında şekillenen tek partili hükümet yapısı ile birlikte makro ekonomik istikrarın sağlanması yönünde alınan önlemler ekonomide 
istikrarsızlıkların azalmasını sağlamış, bankacılık sektöründe 2003 yılında yaşanan İmar Bankası olayı dışında her hangi bir olumsuzluk görülmemiştir. 

Ekonominin krizlere maruz kalması, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması darbe süreçlerinde yaşanan deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasında yer aldığını söyleyen eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı Ahmet Ertürk, komisyonumuza şu açıklamalarda bulunmuştur: 
Ekonomik manipülasyonlar, darbe korkusunu oluşturmak ve darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için yapıldı. 

Darbeci güçler, demokrasi düşmanı unsurlar zaman içinde model ve strateji değişikliğine gittiler ve bizzat doğrudan darbe yapmak yerine darbe korkusu yaratma yoluna gittiler. Bu yeni model, birilerinin “postmodern darbe” diye adlandırdığı bu yeni strateji darbeciler için daha kolay ama toplum için sonuçları daha ağır ve daha tahrip edici bir modeldir. Darbeciler için kolaydı çünkü darbe yaparken aslında darbe yapmamış görünüyorlardı. Toplum için daha zahmetli ve vahim idi çünkü darbe korkusu yaratma süreci toplumun en kritik kesimlerini zihinsel olarak darbe destekçisi bir psikolojiye soktu. Toplumun, ekonominin, sosyolojinin ve toplum psikolojisinin bütün dinamiklerini deforme etti. Korkuyu besleyen bir ortam oluşturmak için toplumda ağır ajitasyonlar ve manipülasyonlara başvuruldu. Suikastlar dâhil, ekonomik manipülasyonlar dâhil darbe korkusunu oluşturmak ve sonuçta modern veya postmodern -her neyse- meydana gelen darbeyi insanların zihninde meşrulaştırmak için böyle bir dezenformasyon ve manipülasyon süreci yaşandı. Bu, medyanın, bazı sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerinin, yargının 28 Şubat sürecinde oynadıkları rol, bu vahim sonuçların ibret verici, acı örnekleri arasında hatırlanmaktadır. Ekonominin krizlere teşne hâle gelmesi, mafyatik örgütlerin toplumun hücrelerine kadar nüfuz edip finansal sistemin işleyişine ve adalet sistemine bile müdahale edecek cesaret gösterisine kalkışması, bankaların peş peşe batması bu deformasyonun ve çürümenin vahim sonuçları arasındadır. Onun içindir ki birilerinin “Ben, darbeyi önledim aslında.” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu tavır ve söylem, aslında o darbe sürecinin bizatihi bir parçasıdır. Yani, bu rol aslında o senaryoda zaten yazılmıştır, bu yazılan rolü oynamıştır birileri. Darbe korkusu yaratmak ile aslında darbe yapmış gibi aynı sonuçları alıyorsunuz ve almışsınız. 

28 Şubat aynı zamanda bir finansal mühendislik projesidir. 28 Şubat bir toplumsal ve siyasal mühendislik projesiydi. Bununla birlikte, aynı anda, buna 
paralel olarak bir finansal mühendislik projesi de o zaman, o dönemde hayata geçirildi. Bu iki proje arasındaki bağlantı neydi? Aynı güçler tarafından mı eş 
zamanlı olarak bu iki proje oluşturulup dizayn edilip hayata geçirilmişti, yoksa başka bir şey miydi? Ben şahsi fikrimi arz etmek isterim: Burada, aslında bu 
projenin siyasi ve toplumsal ayağını dizayn edenlerin mantığı şuydu: Banknot matbaasını basarsın, parayı sürersin piyasaya, memleketin ihtiyacı hallolmuş olur. 
Böyle bir mantık, böyle bir ekonomi felsefesine sahip bir proje mimarının bu kadar ince işi dizayn edebildiğine ben inanamıyorum. O hâlde şöyle bir durum 
vardı: Eş zamanlı, iki proje iki farklı güç tarafından ama birbirlerinden destek alarak, birbirlerine gülücükler atarak hayata geçirildi. Bu, ikinci finansal 
mühendislik projesi bankaların batmasına sebep olan bu proje, aslında öbür projenin yarattığı kaotik ortamda yüksek kâr, hak etmedikleri kazançlar, adaletsiz kârlar peşinde koşan, kötü niyetli müteşebbisler tarafından hayata geçirildi. Siyasette hak etmediği mevkileri silah zoruyla veya silah korkusuyla elde etmeye çalışan güçler ekonomide de hak etmediği kazançları manipülasyon larla, çeşitli gayrimeşru yollarla elde etmeye teşvik etmiştir. Bu iki güç, bu iki paralel haksızlık ve adaletsizlik birbirini destekleyerek, birbirini besleyerek ekonomiyi çöküşe sürüklemiştir. Bunlar -şöyle bir izlenim kamuoyunda var- bankaların bir kısmında sizin de bildiğiniz gibi asker kökenli kişiler yönetim kurulu üyelikleri 200 yaptılar. 

Şu anda tam sayı olarak veremeyeceğim ama sayısını vermenin de çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama en azından beş altı tane bankada emekli askerler 
yönetim kurulu üyesi olarak görev almışlardır. Şimdi, burada şu soru sorulabilir: Şimdi, emekli askerlerin ya da emekli güvenlik mensuplarının o bankaya ne gibi 
katkıları olabilir? Bunların bankanın finansal işleyişine bir katkılarının olmayacağı açıktır. O hâlde neye katkıları olmuştur? O banka sahipleri bu kişilerden ne 
beklemişlerdir ki bunları yönetim kurulu üyesi yapmışlardır? Burada benim açıklamam şu: Bu eski emekli askerler o bankalardan yararlanmak için oraya 
gitmediler, o banka sahipleri hak etmedikleri kazançları, çözmek istedikleri işleri elde etmek, çözebilmek için o günün güçlü gördükleri kişilerinden yararlanma 
yolunu seçtiler. Aslında, sonra, muhtemelen bu emekli generallerin büyük kısmı, belki de hepsi çok pişmanlık duydu ve çok acı çekti çünkü bunlar aleyhine hukuk davaları açıldı. Bir kısmı aleyhine ceza davaları açıldı ve bunların sonuçta aldığı, yönetim kurulu ücretleriydi. Yani orada bu banka sahiplerinin profilini aklımıza getirirsek bunların önemli bir bölümü bazı iyi niyetli olan, o günün kaotik, kötü ekonomik şartlarından dolayı zor duruma düşmüş olan banka sahiplerini hariç tutarsak, bir bölümü kötü niyetle bu sektöre girmiştir. 

Batık bankaların paraları nereye gitti? 25 tane banka o dönemde battı, bunların yirmi tanesi denetim ve yönetimi fona devredilerek, geri kalan beşi tamamen doğrudan tasfiyeye sokularak ve iflas yoluyla tasfiye edilerek. Ayrıca batan yirmi beş bankanın on tanesi aynı zamanda medya sahibi olan bankalardır. Yani on tanesinin ya televizyonu, gazetesi veya ikisi birden olan bankalardır. Bazı paralar nereye gitti? Bunun açıklaması finansal mantık içinde mümkün olamadı ve bunun izini sürmek de o kadar kolay değil, para uçucu. Bugünün şartları içinde bir bilgisayar tuşuna bastığınız zaman, o paranın dünyanın neresine gittiğini artık izleyemez hâle gelebilirsiniz çünkü dünyada maalesef bu tür paralara sığınak olmak için yaratılmış mekânlar da var. Oralara gittiği zaman bu paranın akıbetini süremiyorsunuz. Dolayısıyla, açıklanamayan, bankaların kaynaklarının gittiği yerlerden bir kısmı bilinmiyor, belli değil. 

Şimdi, şunları bilebiliyoruz: Bankaların zararlarının önemli bir bölümü, o banka sahiplerinin kendilerine aktardığı kaynaklardır, doğrudan veya dolaylı olarak. 
Kendi şirketlerine kredi açmış, sonra o krediler geri ödenmemiştir. Kendi şirketlerine iştirak edilmiş, yani şirketin hisselerini banka satın almış, o şirketler 
sonra sıfırlanmış, o paralar gitmiş. Dolaylı yollardan akrabalarına, eşine, dostuna, tanıdıklarına krediler aktarmış, o paralar batmış. Bunlar klasik, bildiğimiz “back to back” krediler yoluyla yani iki batık bankacının birbirlerine kredi vermişler, o ona kredi vermiş, o ona vermiş. Bir de “fiduciary” dediğimiz bir işlem var. Türkiye’deki bir banka yurtdışındaki bir bankaya para gönderiyor, orada bir hesap açıyor, o hesabı teminat olarak göstererek yurtdışındaki banka bu kişiye kredi açıyor, bir de böyle bir yolla… Yani bu yolları tespit edebiliyoruz, bu yollarla ne kadarlık paranın kaybolduğunu tespit edebiliyoruz ama buna rağmen, izah edilemeyen zararlar var, bunların akıbeti nedir? Bunları bilemiyoruz. Dolayısıyla, bu iki süreç arasında finansal, parasal bir ilişki olmuş olabilir ama bunu çok somut rakamlarla tespit etmek maalesef mümkün değil ve bu sürecin, bu ekonomik ve politik sürecin en büyük hasarlarından biri bütün bunlar olup biterken yani ekonomi çöküşe doğru giderken, siyasi sistem işlemez hâle gelmişken bunlara “Dur” diyecek bir akıl ve sağduyuyu da yok etmişti o dönem. Batık bankalardan TMSF eliyle 20 milyar dolar civarında bir tahsilât yapıldı ve bu tahsilatın önemli bir bölümü daha sonra yapılan hukuksal düzenlemelerle, güçlendirilen yaptırımlar sayesinde alınmış oldu. Yoksa aslında bu paranın belki dörtte biri bile eski sistemle ve eski mantaliteyle dörtte bir bile alınması mucize olurdu.201 

Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve kârlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik 
genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da yüzde 3 ve Meksika’da yüzde 3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran yüzde 0,4 seviyesindedir. Milli gelirin yüzde 2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar ABD doları daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Darbelerin bir iç denge ve iç dinamikler sorunu olarak görülmemesi gerektiğini, Türkiye’nin dünyadaki ekonomik değişimlerden doğrudan etkilenen bir ülke olduğunu söyleyen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü Mehmet Altan komisyonumuza yaptığı açıklamada: 

Türkiye’nin darbeleri hep dünyayı iyi okuyamamaktan kaynaklanmıştır ve Türkiye’de darbeler aslında içeriden kaynaklanan unsurlar değildir. Türkiye bir 
NATO ülkesidir ve siyaseti dünyayı algılayamadığı vakit, dünyadaki gelişmeleri okuyamadığı vakit uluslararası sistem, işin çok çıkmaza girdiği noktalarda 
askeriyeyi kullanmıştır. Yani siyasetin okuyamama bazen de 80’de olduğu gibi okumasına rağmen alamayacağı, alamadığı kararlara karşı dünya sisteminin 
reaksiyonu olarak gelmiştir ve dünya sistemini okuyamayan girişimlerde Talat Aydemir, Balyoz gibi hikâyeler de akamete uğramıştır. Uluslararası sistemin bir 
şekilde emir-komuta zinciri dışındaki darbeler kişisel macera olarak kalmıştır ve hepsi bir şekilde akamete uğramıştır. Yani aynı siyaset gibi askeriye de bunu iyi 
okuyamadığı vakit, yeryüzünü iyi değerlendiremediği vakit, kendi başına kalkıştığı vakit iyi okuyamamasının cezasını iktidara gelerek değil işte, başına belalar gelerek öder. Onun için bu dış politikadaki esas, dünyayla irtibatların ahenksizleştiği noktadan darbelere bakmak gerek hep biz bunu iç nedenlere bağlarız. Aslında, iç nedenler hiç önemli değildir yani o Türkiye’de her seferinde bu darbeler dış dünyayla anlaşmazlıktan, dış politikadaki kaymalardan şekillenmiştir. Ve Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olmaz. 

Türkiye cumhuriyet tarihi Osmanlı’yı da içine alarak baktığınızda tasarruf oranı çok düşük bir ülkedir. Yani zenginleşme refleksleri gelişmemiş bir ülkedir, kendi 
ihtiyacı olan kalkınmayı hiçbir zaman kendi kaynaklarıyla sağlayamaz. Onun için hep dış tasarruflara ihtiyaç duyar, dış tasarruflara ihtiyaç duyduğu vakit dünya 
sisteminin gelişmesi, değişmesi, dönüşmesini iyi okumak lazımdır. Okuyamadığın vakit dış tasarruf gelmez, içeride kriz başlar, kriz başladığı vakit dış politikada bu söylediğim yapı 28 Şubatta biraz daha farklılaşmıştır çünkü ikili bir dünya sistemi olduğunda, Sovyetler’in var olduğunda, Batı’yla başı derde girdiği vakit 
Sovyetler’den kaynak bulmaya gitmiştir. Yani 60 darbesine ve Hükümet üyelerinin başbakanın asılmasının gerekçelerine bakarsan ihanettir o, NATO’ya 
ihanettir aslında, ondan başı belaya girmiştir. İçeride o kaynak gelmeyince Sovyetler’den kaynak almaya kalkışmıştır ve dış politikasını değiştirmek, en 
azından esnetmek istemiştir ve ceza olarak geri dönmüştür. 28 Şubatta da Müslüman dünya zorlamasıyla sistemin sınırlarının dışına girmiştir yani o bir 
postmodern darbe olması Amerikalıların askerleri kullanmadan yani fiilî darbe için kullanmadan ama mevcudu da Batı sisteminin dışına doğru fazla taşmasını 
engelleyecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yani bunun ekonomik olarak tasarruf yetersizliğini giderecek bir dış dünyayla ahenk bozulur. O, dış politikaya 
yansır, sonra krize dönüşür ve darbeyle sonuçlanan bir şeyi vardır. Bunların temelinde tabii, Türkiye’nin kendisinin istediği kaynakları bulamaması, o 
kaynakları bulabilecek bir dünya okuması yapamaması. 

Yeryüzündeki iktisat politikasını anlamak. 60’taki nispi, ordu eliyle gelen özgürleşmenin temelinde ithal ikamesi vardır. Yani bir büyüme modeli, montaj 
sanayinin, dışarıdaki sanayinin ki bu, dayanıklı tüketim mallarıdır ve onu Türkiye’de herkesin alabileceği bir alım gücünü yükseltmek ve dolayısıyla daha 
toplu sözleşme, grev, aynı zamanda işçilerin alım gücünün yükselmesi. Bu, uluslararası sermayenin gelişmesini sağlayacak bir montaj sanayinin gelişmesiyle bağlantılı bir iktisat politikasını bize enjekte etmiştir. Ama onu da bizim sermayemiz kendi aklıyla ve talebiyle oluşturamadığı için o ithal ikamesinin ikinci aşamasına biz geçemedik. Ama daha sonra, yeryüzündeki yapı değişmeye yani sanayi döneminden sanayi sonrası döneme geçmeye başladığı sırada Türkiye bunu okuyamadı ve 71 muhtırasıyla 80 arasında hiçbir fark yoktur. 24 Ocak kararları siyasetin alabileceği bir karar değildi çünkü bütün alım gücünü sıfırlıyordu ve böyle bir baskıyı ancak darbeyle sağlayabildi Türkiye. Amerika Birleşik Devletleri bugün dünyanın siyasi, ekonomik yapısı içinde en güçlü devlet ama Amerika Birleşik Devletlerinden de daha güçlü olan bir güç var. O, zamanın ruhu, tarihin temposudur, teknolojik değişimdir. Türkiye’nin iç tartışmaları, bunun sosudur, biberidir, tuzudur ama esas belirleyici unsur uluslararası sistemdir. Sistem seni geliştirmeye çalışıyor ki işte iPhone 5 satsın. Türkiye’de hane başına düşen gelir, aylık gelir, 683 lira bugün. 683 lira geliri olan bir hane iPhone 5 alamaz, onun için buranın demokratikleşmesi, gelişmesi, dönüşmesi lazım. Belki bugünkü siyasi kadroların anlamadığı bu, demokratikleşmeden gelişemez, ekonomik olarak kalkınamaz. 

Banka soygunları. Son Bankalar Birliğinin açıkladığı bir rakama göre, bankalardaki, toplam mevduatın yüzde 46’sı, yani Türkiye’de ne kadar banka 
varsa, bu bankalardaki paraların aşağı yukarı yarısına yakını, 49 bin kişiye ait. Yani, askerî dönemlerdeki soygun dışında da, “Egemenlik milletin de paralar 
kimin?” yani o çarpıklık temelde hiçbir zaman değişmez. 28 Şubattaki soygunda banka sahipleri bankaları çaldılar yani adam halkın verdiği mevduatı 
cebine koydu, gitti. Laiklik, bilmem gericilik kavgası derken esas bankaları alıp götürdüler ve bu paraların 50-60 milyar doların götürülmesinde siyasetçinin 
ortaklığı vardır, aynı zamanda bürokratın ortaklığı vardır, paşaların, ordunun üst kademelerinin vardır, iş adamlarının. Bunları söylüyorum ama burada sistem 
değişmiyor yani eğer bu darbeler, bu Araştırma Komisyonu, Sovyetik modeller görüntüden ibaret değilse ki inşallah değildir, o zaman bu sistemi, rejim, 
Parlamentonun demokrasiden yana mevcut rejim muhalifi olması lazım. Resmî olarak statükonun her unsuru o 60 milyardan yararlanmıştır. 60 milyarı geri 
alamadık biz, uçtu, gitti yani onların hepsi halkın parasıydı. Burası aslında bir Prusya tipi bir ordudur. Prusya tipi ordu, askerlerin “Biz milletin parçasıyız.” 
demeleriyle çok kısaca anlatılabilen bir yapıdır. Hâlbuki gelişmiş demokratik ülkelerde ordu, milletin parçası değildir, devletin hizmet üreten, güvenlik üreten 
bir birimidir; sorgulanır, şu olur, bu olur. Ama Türkiye’de sistemi ve rejimi demokratikleştirmek yerine sosyal sınıfların gelişmemesi, emek ve sermayenin 
olmaması, tasarruf oranlarının düşüklüğü, sanayi devrimini yapamaması başka bir yapılanma çıkarmıştır.202 

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak, militaristleştiği söylenebilir. İlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı şirketlerinde emekli askerlerin yönetici olarak 
sorumluluk üstlenmelerine özen gösterildiğini dile getirmiştir. Ordunun 1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu, bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye başlamışlardır. Zaten siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale yetkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini daha da arttırmıştır.203 

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa bir süre sonra, günün askeri-sivil hükümetince önerilen sui generis bir yasa maddesi Kurucu Meclis tarafından çıkarılan bir “özel Kanun” ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirerek, hızla onandı.204 Bu Yasanın “amaç” maddesi (Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanması), oluşumun asıl etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu; son maddenin ayrıntılı listesi, büyük bir ticari işletmenin silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısıyla birleştirileceği gerçeğinden azını anlatmıyordu. Çoktan siyasetçi olmuş at sırtındaki memur; tüccar, sanayici, sermayedar ve gelir sahibi olacaktı. Öyle de oldu ve bunu başarılı bir şekilde yaptı. 1961’den 1970’e OYAK’ın net değeri şaşılacak bir biçimde yüzde 2.400 oranında arttı.205 

Ordu açısından bakıldığında temel güdünün, askerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren 
sivil iktidarlar karşısında iktisadi özerkliklerini garantileme olduğu söylenebilir. 205 sayılı Yasa Teklifi ile Güvenlik ve İktisat Komisyonu Raporları’nda OYAK'ın 
kuruluş gerekçesi: 

Filhakika, uzun hizmet yılları sonunda TC Emekli Sandığı'ndan alınan maaş ve ikramiye ile ancak mütevazı geçim şartları sağlanmakta, küçük bir ev sahibi olmak hususunda müşküllerle karşılaşılmaktadır... İktisadi hayatın gün geçtikçe inkişaf ettiği memleketimizde ordu mensupları herhangi bir sebep tahtında vazifeden ayrıldıkları takdirde, bugünkü mevzuat muvacehesinde kendilerine sağlanan yardımlarla kendi içtimai seviyelerine uygun bir hayat seviyesi temin 
edememektedirler... 

Ordu mensuplarının kendi içlerinde ve kendi mali imkânlarıyla bir dayanışma suretiyle istikbal endişesinden kurtularak maddi ve manevi huzura kavuşmalarını temin maksadıyla Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu Tasarısı hazırlanmış bulunmaktadır. 

OYAK ile Askeri personelin üst orta sınıflara denk refah düzeyinde bir yaşam sürebilmesini sağlamak hedeflenmektedir.206 

Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı tabi olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi, OYAK’ı bir kamu tüzel kişiliği olarak tanımlamış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi tutulabileceğine karar vermiştir. Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılana kadar hiçbir kurumun denetimine açık 
olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasî ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir. Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960-1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu. 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirlerinin ilk olarak 1973 ve 1974’te daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise kurumun nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır. Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş halini aldı ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin doğal müttefiki oldu. Sonuç olarak 
OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu.207OYAK çeşitli yasal ayrıcalıklara sahiptir ve bunlar arasında en önemlisi vergi muafiyetleri olup OYAK’a bağlı iştirakler normal bir şekilde vergi ödemesine rağmen, OYAK’ın kendisi vergi muafiyetleriyle diğer holdinglere göre bir ayrıcalık taşıyor.208 OYAK şunlardan muaftır: Kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi. 

Dahası, OYAK'ın serveti, kazancı ve tahsil olunacak hesapları, tıpkı hükümetlerinki gibi üçüncü şahıslara karşı rüçhan hakkına sahiptir. OYAK'ın mal varlığına zarar veren her şahıs ya da kuruluş devlet malına zarar vermiş gibi işlem görür. Bunlara rağmen Özel Yasa, OYAK'ın Özel Ticaret Yasası'na bağlı yasal bir oluşum olduğunu söyler. Bu çelişkiler tablosunu tanımlamak için, yasanın OYAK'ı Savunma Bakanlığı'na bağlı, mali ve idari anlamda özerk, özel bir anonim şirket olarak tanımladığını ayrıca belirtmemiz gerekir. Askeri 
seçkinler ve iş dünyasının seçkinleri arasında kusursuz bir görüş birliğinin varlığı, Türk sanayisi ve ticaretinin “imparator”u Vehbi Koç'un ve Türk özel bankacılığının baronu Kazım Taşkent’in, ilk yönetim kurulunda yerlerini almış olmalarıyla ve ayrıca ilk önemli OYAK girişimlerinde -Koç, OYAK Goodyear'da; Taşkent, OYAK Renault'da- birer kurucu hissedar olmalarıyla kanıtlanmıştır.209 

Türkiye’de ordunun savunma sanayinde girişimci olarak yer almaya başlaması, 1970’lerin ikinci yarısında kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) bağlı vakıfların kurulmasıyla başlamış olmakla beraber, bünyesinde yerli ve yabancı sermaye ortaklıkları olan 15 şirketi barındıran büyük bir holding yapısına kavuşması, çok kısa bir yasa olan 3388 sayılı yasa210 ile tüm 
vakıfları bünyesinde birleştiren “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”nın kurulmasının ardından gerçekleşmiştir. Vakıfların birleşmesi ile beraber TSKGV’ye şu şirketler o dönemdeki hisse oranlarıyla geçmiştir: 
. ASELSAN yüzde 83,16; 
. TUSAŞ yüzde 45; 
. TAI yüzde 1,9 (yüzde 49 hissesi Tusaş’ındır, diğer ortak yüzde 42 ile Lockheed 211 Martin Turkey ve yüzde 7 ile General Electric International’dır.) 
. HAVELSAN yüzde 98,7 
. TEI yüzde 3,02; 
. ASPİLSAN yüzde 95,1; 
. İŞBİR Elektrik yüzde 90,47; 
. ROKETSAN yüzde 15; 
. MERCEDES-BENZ TÜRK yüzde 5; 
. DİTAŞ yüzde 20; 
. NETAŞ yüzde 5 vb.212 

Medeni Kanuna bağlı bu yeni kurum şunlardan muaftır: Kurumlar Vergisi (kendi ekonomik girişimlerinin dışında), bağışlar ve aldığı yardımlarla ilgili veraset ve intikal vergisi, tüm resmi işlemlerden alınan damga vergisi. 

OYAK ve TSKGV, bir başlarına, hesaba katılması gereken birer ekonomik güç haline geldiler. İkisi bir arada düşünüldüğünde ekonomide daha da güçlü bir varlık oluşturuyorlar. 

Daha şimdiden 55 ortak girişimde yatırımları bulunuyor (sırasıyla 25 ve 30), yaklaşık 40.000 insanın işvereni durumundalar (OYAK daha 1990'da 23.000, TSKGV ise 1998’de 10.000). 

Ama bütün bu ekonomik göstergelerden daha önemlisi, OYAK ve TSKGV, Türkiye ekonomisinin yapısını ve doğasını değiştirmiş bulunuyor. Önce OYAK’la birlikte pazara askeri sermayenin girişi, sonra, TSKGV ile birlikte ekonomide, savunma ve savaş sanayinin gelişimiyle ekonominin militaristleştirilmesi. Belki daha da önemlisi, bu olgu, özel sektörle kamu sektörü ve ekonomiyle siyaset arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve ayrıca yansız bir bürokrasinin tüm kalıntılarını tehlikeye attı; ordu sermayesi ve yerli-yabancı özel sermayenin 
organik birlikteliğini yarattı. 

TSK'nın OYAK aracılığıyla kapitalist ilişkiler ve çıkarlar geliştirmesi, 'siyasal' nitelikli bir özerkliğin ve müdahale potansiyelinin nedeni değil sonucudur. Kurum ve diğer toplumsal aktörler arası ilişkiler üzerinden bakıldığında, siyasal özerkliği sınırlayıcı etki çok daha barizdir. Her ne kadar tek tek OYAK mensupları steril bir orta sınıf yaşamına çekilerek toplumsal ve siyasal yaşamdan belli oranda soyutlansalar da bir (bütün) kurum olarak ordu, OYAK ve TSKGV'nin faaliyetleri sonucunda sermaye birikim sürecinin ve sınıflar arası ve sınıf içi güç ilişkilerinin daha çok içine çekilmekte ve özellikle orta vadeli yeniden yapılanma sürecinin de doğrudan bir tarafı olarak yer almaktadır. Özellikle sınıf içi ilişkiler açısından 
bakıldığında büyük sermaye kesimi ile aynı organik çıkarları paylaşan ordu, büyük sermaye ve küçük ve orta boy işletmeler arasındaki çelişkilerden azade olamayacaktır. Anadolu'daki esnafa, küçük ve orta boy sanayi işletmelerine kepenk kapattıran krizleri, büyük sermaye kesimleri gibi askeri sermaye de kapitalist sermaye birikiminin çalışma sistematiği uyarınca bir fırsat olarak algılayacaktır. Ya da örneğin Anadolu menşeli İslamcı sermayenin 1990’lar boyunca gelişmesi, Türkiye büyük sermayesinin yaşam alanlarına el uzatması ve dünya ile alternatif bir bütünleşme modelinin taşıyıcısı olması, TÜSİAD gibi yapılarda örgütlenen büyük sermaye için olduğu kadar aynı organik çıkarlara sahip askeri sermaye açısından da bir tehdit olgusudur. Ancak bu tehdit salt ideolojik-kültürel bir algılamanın ötesinde bir olgudur, tıpkı İslamcı sermayenin askeri sermayenin hâkim olduğu savunma sanayisine gireceğini 
beyan etmesinin orduda yarattığı tedirginlik gibi.213 

OYAK, kamu çalışanları arasında eşitsizlik yaratan bir kurumdur. TBMM Dilekçe Komisyonuna Şubat 2012’de bilgi veren Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) Genel Müdürü Coşkun Ulusoy; 2010 yılı itibariyle OYAK’a 30 yıl aidat ödeyen bir subaya 260 bin lira, 30 yıl aidat ödeyen astsubaya 205 bin lira,45 yıl aidat ödeyen bir orgenerale emekli olurken 600 bin lira emekli ikramiyesi ödendiğini ifade etmiştir.214 Sivil bürokraside durum farklıdır ve hemen hemen aynı hizmet süresiyle emekli olan bir büyükelçinin emekli ikramiyesi ise yalnızca 75 bin liradır. Hakim, savcı, vali, kaymakam ve benzer statülerdeki kamu görevlilerinin ikramiyeleri büyükelçinin üstünde değildir. Dışişleri, Maliye, Millî Eğitim 
gibi kamu kurumlarında çalışanların, aynı şartlarda fabrikaları, holdingleri neden olmasın? 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

198 Kenan Evren anılarında: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları fiyasko ile biterdi. 24 Ocak kararlarına bağlı tedbirler ancak böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi.” demiştir. Ayrıca, Korkut Boratav: 24 Ocak Kararları’nın uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla pazarladığı, içe ve dışa karşı piyasa serbestliği ile uluslararası ve 
yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi yönleri de vardır. Programın bu boyutu zaman içinde daha da ön plana çıkmaktadır. 
Bir diğeri Demirel Hükümeti bu programı, Özal’ın ve sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yani sistemli ve sürekli olarak emek aleyhtarı bir doğrultuda uygulayabilmenin ve geliştirebilmenin araçlarından yoksundur. İşte 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği, 24 Ocak programının önündeki bu önemli engeli ortadan kaldıracaktır. Korkut Boratav (2003); s. 148. 
199 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 14, 15, 23. 
200 Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilik yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev 
dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991); (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999); (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN 
(Bayındırbank) (1991-1993); (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996); (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999); (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999); (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991); (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000); (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999); (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991); (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi); (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) 
(1998-Özelleştirme öncesi); G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994). BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin 
ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilmiştir. (23. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde emekli paşaların bu tür görevlerde bulunmaları 
yasaklanmıştır.)  
201 Ahmet Ertürk, eski TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 
Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 69, 77-81, 84, 86. 
202 Mehmet Altan, İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Ana Bilim Dalı Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları 
Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 12-15, 19, 21. 
203 Ali Balcı (2011); s. 65, 66. 
204 205 sayılı Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu (1961, 1 Mart). T.C. Resmi Gazete 10702. 
205 Taha Parla; Türkiye’de Merkantilist Militarizm 1960-1998, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, 
İstanbul, 2009, s. 201, 202. 
206 İsmet Akça; Kolektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 232, 233, 238. 
207 Ali Balcı (2011); s. 67, 68, 69. 
208 İsmet Akça (2009); s. 249. 
209 Taha Parla (2009); s. 205, 211. 
210 3388 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Kanunu (1987, 25 Haziran). T.C. Resmi Gazete 19498. 
211 Lockheed Martin: Lockheed Corporation ve Martin Marietta iştiraki olarak kurulmuş çok uluslu, ileri teknoloji ve havacılık 
şirketidir. Dünya çapında 56 ülkede faaliyet göstermektedir. İki ortaktan bir olan Lockheed, rüşvet skandalları ile 
hatırlanmaktadır. 1976 Şubat'ında Lockheed Aircraft Corporation'ın Japonya, Hollanda, Almanya, İtalya, Fransa ve 
Türkiye'de rüşvet dağıttığı ortaya çıktı. Türkiye, 1974–1975 yılları arasında Lockheed firmasından çok sayıda savaş uçağı 
satın almıştı. Lockheed skandalı, Japonya'da başbakanı hapse düşürdü. Hollanda'da kraliçenin tahtını sarstı. Türkiye’de 
TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı, iddiaları araştırmak için birer komisyon kurmak zorunda kaldı. Türkiye dışındaki 
ülkelerde yürütülen soruşturmalar sonucunda yolsuzluk skandalına bulaşanlar yargılandı, ağır cezalara çarptırıldı. 
Mehmet Altan, komisyonumuza darbe ekonomisini anlattığı konuşmasının bir bölümünde: “Lockheed askerî uçak 
alımındaki rüşvet, burada ben yanılmıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa (501) numaralı Meclis Komisyon Raporu’dur. 
Bu soygunları sorarken bir tane, en güzel örneklerinden biridir. Orada da muazzam, adam “Rüşveti ben verdim.” dedi, 
dünyanın her tarafında çıktı, Türkiye’de çıkmadı, aynı 28 Şubat ve yani o soygun sistemi bir, uluslararası iktisat politikasının 
değişimiyle meşru ülke içi paylaşım değişir ve o sırada darbeyi yapanların peynir fareliği vardır, onlar işte parasını, pulunu, 
bilmem nesini arttırır.” demiştir. (Mehmet Altan, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 2 Ekim 2012, s. 14) 
212 İsmet Akça (2009); s. 257-2598. 
213 İsmet Akça (2009); s. 263, 265. 
214 Ulusoy: Orgeneral emekli olurken 642 bin lira alıyor, 3 Şubat 2012, 
(http://t24.com.tr/haber/ulusoy-orgeneral-emekliolurken-642-bin-lira-aliyor/195615 Erişim: 20 Eylül 2012) 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 



***