SADİ SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SADİ SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2020 Pazartesi

Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 1


Son Haçlı Seferi : PKK Açılımı, BÖLÜM 1


14 EYLÜL 2016
                            
SON HAÇLI SEFERİ – PKK AÇILIMI    
“PKK Açılımı”nın Kısa Döneme Ait 26 Maddesi ve Açıklaması

Star gazetesinin 19 Eylül 2009 günü şu haber yayımlandı:“Başbakanlık, İçişleri ve MİT üyelerinden oluşan komisyonun, sivil toplum örgütlerinden ve partilerden gelen öneriler doğrultusunda yaptığı çalışmanın ana hatları belli oldu.”  

Habere göre, “Açılım”ın kısa dönemine ait  26 maddeden oluşan paket, TBMM’de görüşülerek, gerekli yasal düzenlemeler yapılacakmış.

Açıklama böyle, ama gerçekler çok farklı. Zira sayın Başbakan Erdoğan aylar, hatta yıllar öncesinden bütün bunları anlattığı halde, tespitlerin Başbakanlıktaki Komisyon tarafından şimdi belirlenmiş gibi gösterilmesi ilginç değil mi?. İlginç olan bir diğer husus da, sayın Erdoğan’ın bu projenin adını, önce “Kürt Açılımı”, sonra “Demokratik Açılım”, daha sonra da “Milli Birlik ve Huzur Açılımı” olarak sürekli değiştirme ihtiyacını duymasıdır.

Belki de projenin gerçekte bir “PKK Açılımı” olduğu gizlenmek isteniyor. Pakete, önce  “Kürt Açılımı” adının verilmesi, bunların bölge insanının istekleriymiş gibi gösterilmeye çalışılması, böyle bir hesabın yapıldığı izlenimini veriyor.

İyi de siz haklı olarak, hem “PKK, Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil edemez” diyeceksiniz, hem de PKK terör örgütünün isteklerini, bu kesim insanlarımıza yüklemeye  kalkışarak kendinizle çelişkiye düşeceksiniz, garip bir durum değil mi?

Aslında bu çelişki, ya sizin kafanızın çok karışık olduğunu, yahut da milletin kafasını karıştırmak için bu yolu seçtiğinizi göstermiyor mu?      

Bu tespitlerden sonra esas konumuz olan, Star gazetesinin  bahsettiği açılımın 26 maddesinin neler olduğuna ve açıklamalara geçebiliriz.
 1. ÜNİTER DEVLETE AYKIRI OLMAYACAK: Atılacak tüm adımlar Anayasa’nın ilk 3 maddesinde çizilen çerçeve içinde kalacak. Üniter yapıya aykırı hiçbir değişiklik pakete konmayacak.

Bu ifadeye göre milli devlet yapısı dikkate alınmayacak, hatta tasfiye edilecektir. 

Öncelikle, açılım projesinin temel hedefi diyebileceğimiz milli/ulus devlet ile üniter devlet’in ne olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Malum, bir millete ait olan  devlete milli devlet denilmektedir. Dünyadaki genel durum, özellikle gelişmiş ülke devletlerinin durumu böyledir. Yani milli’ dir, dili ve kimliği tekdir.

Milli devlet’in yönetim şekli tek merkezli (üniter) olabileceği gibi, çok merkezli (federasyon veya konfederasyon) da olabilir. Buna göre Türkiye, Fransa, Japonya, Yunanistan, Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi devletler, hem milli, hem de üniter yapıdadır. ABD ve Almanya gibi ülkeler ise, milli (çünkü bir millete ait), ama çok merkezden yönetildiği için  federasyon  yapısındadır.

Üniter devlete gelince, söylediğimiz gibi, yönetimin tek merkezde olmasını, yani otoritenin tekilliğini ifade eder. Üniter devlet (yönetim merkezi tek olmak şartıyla),  iki dilli, iki kimlikli de olabilir. Onun için PKK, milli devlete hayır,  üniter devlet evet diyor.

BOP’un inşa ettiği şimdiki Irak devleti, iki milletli (milli değil) ve iki merkezden yönetildiği (federasyon) için, ne “milli”, ne de “üniter”dir. Yapay ve geçicidir.

Bu hatırlatmadan sonra maddedeki düzenlemeye dönebiliriz. Projedeki milli devletin tasfiyesi; Anayasa’nın Başlangıç ilkelerine, 3’üncü madde “Devletin bütünlüğü”, 5’inci madde “Devletin Temel Amaç ve Görevleri”,   6’ıncı madde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir”, 7’inci madde “Yasama Yetkisi” şeklinde ifade edilen milli devlet  (bir milletin devleti) yapısına aykırıdır.

Metinde her ne kadar, “Anayasa’nın ilk 3 maddesinde çizilen çerçeve içinde kalınacak” deniliyorsa da, bunun tam tersi yapılıyor. Söz başka, icraat başka.

Bu aykırılığa dair bazı örnekler verelim: Devlet Kurumu olan  TRT-6’nın  Kurmanç lehçesinden yayın yapması gibi. İleride yapılması planlananlar da aynı mahiyette. Mesela; Partilerin (kamu kurumu niteliğindedirler)  Kurmanç lehçesinden propaganda yapması, MEB okullarında Kurmançcanın seçmeli ders olması, Üniversitelerde Kurmanç dili ve edebiyatı bölümlerinin  açılması, Halk Eğitim Merkezlerinde Kurmançca okuma yazma öğretilmesi, ana dili öğretmek için devletin kurslar açması, Hakkari Üniversitesi’nin ilk defa Kürtçe yayın yapan internet sitesi açması (Hürriyet 9.7.2009) vb.

Milli devleti yok edecek düzenlemeleri kimler istiyor? Tabii ki, AB-PKK-DTP üçlüsü: (BİA Haber Mrk. 31.10.2007, AB İlerleme raporları.)

1-Anayasa’da Kürtlerin temel haklarının, bütün kültürlerin varlığının ve kendini ifade etmesinin güvence altına alınması, (teröristbaşının son talimatı.)
2- Ortak devletin kabulü, (teröristbaşının “demokratik cumhuriyet”i)
3- Kürtlere özerklik verilmesi, (Teröristbaşının son talimatı)
4-Kürtçenin eğitim dili olması, etnik kimliğe dayalı siyaset (etnik parti) yapılması, (teröristbaşının talimatı)
5- Özerk bölgeye bayrak ve sembol kullanma hakkının tanınması, (Teröristbaşının talimatı)
6-“Türk” yerine “Türkiyelilik”, “Türk ulusu” yerine “Türkiye ulusu” kavramının kullanılması,”Türkiyelilik” üst kimliği çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının esas alınması, (Başbakan Erdoğan da, aynen bu görüşte.)
7- Bölge meclislerinin kurulması, Diyarbakır’ın merkez olması.

Görüldüğü gibi, “PKK açılımı” milli devletin yok edilmesi temelinde yürütülecektir.

2. KÜRTÇE İSME İZİN: Doğu ve Güneydoğu’da adı sonradan Türkçeye çevrilen yerleşim yerlerine eski isimlerini kullanma izni verilecek. Diğer etnik gruplar talepte bulunmaları halinde kendi dillerindeki yerleşim yerlerinin adlarını kullanabilecek.

Bunu kim istiyor? Elbette ki, PKK. (Taraf Gzt.12.05.2009)

Basit gibi görülen bu düzenleme, coğrafyamızı milli kültürümüzden ve tarihimizden koparacaktır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde, bu vatan toprağı üzerinde kurulan yüksek medeniyetin bir parçası da, dağların, taşların, yolların, ovaların, bölgelerin, göllerin, suların, yerleşim birimlerinin isimlendirilmesidir. Bin yıllık tarihimizi öğrenmek için araştırma yapacakların başvuracağı en önemli kaynaklar, coğrafyanın dili denilen bu  isimlendirmelerdir. Şimdi bunlar yok mu edilecektir?

Son 40-50 yılda bazı bilgisiz memurlar tarafından, “Türkçeleştiriyoruz” gerekçesiyle zaten Türkçe olan pek çok tarihi  yer ismi, Ermenice veya eski kavimlerden kalma zannedilerek değiştirilmiştir. İşte bunlar aslına uygun hale getirilebilir. Ama bu değiştirme,  milli kültür ve medeniyetimizin kökünü kazıyacak şekilde, Ermenileştirme gibi uygulamalara kayarsa,  büyük şehirlere, hatta İstanbul’a kadar gelebilir.

Madde metninde  Diğer etnik gruplar” için de geçerli olacak denildiğine göre bu yıkım, kendi tarihimize düşmanlığa, vatanımızın Hıristiyanlaştırılmasına dönüşebilecektir. Karşımızda Türk-İslam medeniyetini yok etmek isteyen  bir Haçlı projesi vardır. Turizm perdesi altında çok mesafe alındığı hatırlanmalıdır.

Böyle bir düzenlemeyi kim istiyor? Gayet açık, AB ve PKK. Bunun son örneği, Kandil’den inen teröristlerin Hükümete sundukları 9 maddelik “barış” mektubudur. (20.10.2009)

3. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ARTACAK: Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi değiştirilerek ifade özgürlüğünün sınırları genişletirken, nefret suçlarına ilişkin boşluk oluşmaması için tedbir alınacak.

Herşeyden önce bu muğlak ifade, Anayasa’nın 14’üncü maddesi “Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılmaması” hükmüne aykırıdır.

Yürürlükteki TCK 216. Madde“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer kesimler aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimseyi…” cezalandırıyor. Bu madde kaldırılırken, Nefret suçlarına ilişkin boşluk oluşmamasına..”  dikkat edilecekmiş. Bu geçersiz bir ifadedir, hiçbir anlamı yoktur. Çünkü nefret, “Kin ve düşmanlık,”ın tabii sonucudur, önlenmesi de mümkün değildir. Kanun metninden “Kin ve düşmanlık” kavramları çıkarılırsa, nefret suçuyla mücadelenin, herhangi bir  anlamı kalacak mıdır?

Bu tehlikeli düzenleme, Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM açılışında üzerinde durduğu, “Demokratik çoğulculuk”, yani çok dilli, dinli, kültürlü, etnikli yapıyı esas alan zihniyet;

-AB ve Avrupa Konseyi’nin finanse ettiği proje gereğince adı, “Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları” olarak değiştirilen vatandaşlık dersleri, (Dersler 11.11.2009’da başlamıştır.) ile,
-Bağımsız olarak çalışacak “Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu” kurulmasına dair kanun tasarısı,

Birlikte ele alındığında, milletimizin “Türk, Kürt, Arap, Laz..” gibi parçalara nasıl ayrıştırılacağı, bunun adına da neden “demokratikleşme” ve “özgürleşme” dendiği çok açık bir şekilde görülecektir. 

Peki bütün bunlara kimlerin ihtiyacı var ve kimler istiyor? Tabii ki, AB. Hem de kendi ülkelerinde böylesine uygulamalara, asla müsaade edilmediği halde.

Bizim yöneticilerin, bu  gerçekleri milletimizden gizlemek için, “Bunları bize kimse dayatmıyor, kendimiz yapıyoruz” şeklindeki beyanları çok ilginçtir, sanki bir oyunun sahnelendiğini gösteriyor.  

Düzenlemenin zamanlaması da dikkat çekicidir. “PKK açılımı” ile hızlanan gerginliğin; şehirlerdeki taşlı, baltalı, molotoflu yakıp yıkmaların ve öldürmelerin tam ortasında, TCK 216’nın gündeme getirilmesi manidar değil mi? Bu madde kalkar, sosyal kesimler arasında kin ve düşmanlık alabildiğine kışkırtılırsa,   iç çatışma ortamına tam manasıyla hazırlanmış olmayacak mı?  

4. VATANDAŞLIKTAN ÇIKMAYA DÜZEN: 12 Eylül darbesinde Avrupa’ya kaçan ve Türk vatandaşlığından çıkmış kişilerin yeniden vatandaşlığa dönüşü sağlanacak.

30 yıl.önceye kadar uzanan bir zamanda vatandaşlığı düşenler, tekrar vatandaş yapılarak Türkiye’ye getirilecek. Bu kimin aklına gelmiş, kim istiyor, nasıl bir ihtiyacı karşılayacak? Hemen açıklayalım, bunu isteyen teröristbaşı Öcalan’dır.

Bunun delili pek çoktur. Ama bir örnekle yetinelim.

Abdullah Öcalan’ın, 4. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler’ konulu konferansa gönderdiği 9 maddelik mesajdan; “Bir toplumsal barış ve demokratik katılım yasası çıkarılmalı, bu yasayla gerillanın, cezaevindekilerin, yurtdışındakilerin ve yurtdışına çıkmak zorunda kalmış tüm sürgünlerin hiçbir kayıt konmadan demokratik siyasal yaşama katılması sağlanmalıdır.”(Özgür Gündem.org 6.12.2007)

Terörle mücadele adına hazırlanan bu pakette yer alan hususlarla, teröristbaşının istekleri birbiriyle ne kadar da örtüşüyor değil mi?. Sanki bebek katili şart koşuyor, yöneticiler gereğini yapıyor. 

Böylece cezaevleri ve yurt dışında ne kadar bölücü ve terörist varsa, toplanıp meydanlara sürülebilecektir. Adeta teröristlere ve bölücülere takviye güç hazırlanıyor. Hatta oralarda özel eğitimden geçirilmiş militanlarla destekleneceği açık değil mi?

5. YENİ VATANDAŞLIK HAKKI VERİLECEK: Teröre bulaşmadığı ve silahlı eylemlere karışmadığı tespit edilen Kürt kökenli vatandaşlara İçişleri Bakanlığı’nın önerisiyle yeniden vatandaşlık hakkı verilecek.

Böylece teröristbaşının bir talebi daha karşılanmış olacaktır.

Teröre bulaşmayanlar denilmekle, terör örgütü mensupları kastediliyor olmalı. İçişleri Bakanlığı bunların isimlerini dahi bilemezken, teröre bulaşıp bulaşmadıklarını nasıl anlayacak? Bu çeşit boş ifadeler, sadece vatandaşın uyanmasını önlemeye yönelik olabilir. 

Kısaca bütün teröristler ülkemize gelip, elini kolunu sallayarak, Doğu ve Güneydoğu’da örgütlü çalışmalara katılabilecektir. Bölgede yığınağa devam ediliyor. Dışardan gelenlerin daha şimdiden devreye girerek, bölücü partinin eylemlerinde ve mitinglerinde konuşmalar yapması,  olacaklar hakkında fikir vermeye yetmez mi?

6. KAMPLAR BOŞALACAK: Mahmur Kampı Birleşmiş Milletler ve Irak devletiyle yapılacak işbirliği içinde boşaltılacak. 6-7 bin mültecinin Türkiye’ye yerleşmesi sağlanacak.

16 yıl önce teröristbaşının çağrısı üzerine, Hakkari’nin Eruh ve Şemdinli gibi sınır bölgelerinden Irak’a geçerek yerleşenlerin yaşadığı kamp. Bu güne kadar kimse  bunlara gidin de, gelmeyin de demedi, ama örgüt emriyle orada kaldılar.

Adeta küçük bir  şehir büyüklüğündeki bu kampı, Kandil’den ayrı düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu bir PKK kampıdır. Burada, çocuk, kadın, yaşlı demeden herkes; PKK bayrakları, bebek katilinin posterleri altında eğitim görmektedir. 11 bin civarındaki bu militan güç ülkemize getirilip, yerleştirilmekle, bölgede bölücü terör ciddi bir takviye almış olacaktır.

Yeniçağ Gazetesi’nin haberine göre, (24.12.2009) Habur militanları Türkiye’ye gelmek için  10   şart koşmuşlar. Bunlar; kendilerine toplu yerleşim birimi kurulmalıymış, Kürt kimliği Anayasa’ya girecekmiş, bebek  katilinin yol haritası açıklanacakmış ve tecriti kaldırılacakmış, askeri operasyonlar durdurulacakmış, Kürt sorununa siyasi çözüm bulunacakmış, örgütle diyalog kurulacakmış, Kürt tarihi, Kürtçe eğitim ve öğretimi yapılacakmış, koruculuk kaldırılacakmış..

Barzani de; “Mahmur’un boşaltılması için aktif bir çaba içine giremeyiz,” dedikten sonra, alay edercesine; “Eğer bizi Mahmur bölgesinden sorumlu tutuyorsanız, Kerkük de sorunlu bir bölge, sorumluluğunu bize verin, Kürdistan sınırları içine alınsın.” şeklinde konuşmuş.

İşte, Bağdat anlaşmasına göre, Irak’ın kuzeyinde PKK’yı etkisizleştirme sözü veren Barzani ve içimize almak için can attığımız  PKK üssü Mahmur’un  durumu böyle.

Bu düzenlemeyi kim istiyor, buna kimin ihtiyacı var? Açık değil mi, AB ve teröristbaşı istiyor, böyle bir yığınağa PKK’nın ihtiyacı çok. (Delili 4’üncü madde açıklamasında verilmiştir.)

7. DİYARBAKIR CEZAEVİ: 1980 darbesinden beri işkence ve insan hakları ihlalleri ile anılan Diyarbakır Cezaevi boşaltılacak. Bölgedeki tüm cezaevlerinin AB standartlarında olmasına özen gösterilecek.

Önce soralım, bunu kim istiyor? Tabii ki, PKK. (Taraf gzt. 12.05.2009)

Burada yapılacak iki ayrı iş var. Birincisi Diyarbakır Cezaevi’nin boşaltılmas, ikincisi bölgedeki cezaevlerinin AB standartlarına ulaştırılması. Diyarbakır Cezaevi’nin örgütün istediği gibi, “İşkence ve İnsan Hakları İhlalleri Müzesi” yapılması sözkonusu. Aynen Ermenistan’ın sözde “soykırım” anıtı gibi. Bu gerçekleşirse, bütün dünyaya devletimizi   teşhir edecek, bölücü teröristlere tarih yazmış olacağız öyle mi?

Bölgedeki cezaevlerinin AB standartlarında olması iyi de, böyle bir ayırımın mantığı ne olabilir? Her fırsatta bölücü teröre taviz ve prim vermenin anlamı nedir? 

8. BELEDİYELER GÜÇLENECEK: Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi sağlanacak. Merkezi yönetimin birçok yetkisi yerel yönetimlere devredilecek, ancak bu üniter devlet yapısını zedelemeyecek bir boyutta tutulacak. Halen TBMM’de bulunan Yerel Yönetimler Reformu bu gözle yeniden elden geçirilecek.

AB ve PKK da aynen bu görüşte. İşte Bebek katili Öcalan’ın 10  şartından biri; “Yerel yönetimler güçlendirilsin, demokratik özerklik kabul edilsin.” (Sabah 24.7.2009)

İşte Kandil’deki Karayılan’nın görüşü; “Demokratik özerklik, Devletin üniter yapısını da bozmayan bir çözümdür. Mahallî İdareler Kanunu değişir, yerel yönetimler güçlendirilir.” (Milliyet, 6.5.2009)

İşte Ahmet Türk’ün çözümü“Demokratik bir Anayasa, farklılıkları zenginlik gören bir mantık, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kültürel, dinsel, kimliksel, demokratik özerklik ve ademi merkezcilik anlayışı taşıyan bir proje” (Vatan, 7.6.2009)

DTP tarafından Diyarbakır’da düzenlenen ‘Demokratik Toplum Kongresi’nden temel çözüm perspektifi olarak; “Demokratik Özerk Kürdistan” talebi çıktı. (Vatan, 15.6.2009)

PKK yanlısı belediyelerin; kamu kuruluşu oldukları halde, yasaları nasıl hiçe saydığı, terör üssü halinde nasıl pervasızca çalıştığı, güvenlik güçleriyle girdiği çatışmalarda ölen terörist cenazelerini örgüt bayrağı altında nasıl kaldırdığı, taziye odaları açtığı, hasılı bölücü terörü nasıl tırmandırdıkları bilindiği halde, yetkilerinin daha da artırılmasının hangi sonuçları doğuracağı ortada değil mi?

Bütün bunlar yapıldığında, bölgede PKK’nın tam anlamıyla hakimiyet kuracağı, milyonlarca insanımızın örgütün insafına terkedileceği belli değil mi? Bunun da uluslar arası hukukta  ciddi  sonuçlarının olacağı bilindiği halde, “PKK açılımı” adı altında yerel yönetimlerin gücü hangi ihtiyacın gereği olarak artırılıyor?

9. ÖCALAN’IN DURUMU: İmralı’da tutuklu bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın yaşamı, Uluslararası Af Örgütü ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu standartlarına göre yeniden gözden geçirilecek.

Bunu teröristbaşı, PKK. DTP ve AB istiyor.

Teröristbaşına gösterilen ihtimam, ne Uluslararası Af Örgütü, ne Avrupa İnsan Hakları Komisyonu standartlarında vardır. Bu gerçeğin adı geçen kuruluşlara  söylenmeyip de, gereğinin yapılacağının ifadesi ilginçtir. 10 yıldır sağlığı bir doktor heyetinin kontrolünde tutulmakta, herhangi bir tertibe karşı, yemekleri önce hizmet edenlere yedirilerek güvenliğine titizlik gösterilmekte, birinci kalitede bakım verilmektedir. Televizyonu, kütüphanesi vardır, günlük gazeteleri takip edebilmekte, günde iki defa  avluda dolaşmaktadır. Halen görülen davası olmadığı halde, yasalar çiğnenerek her hafta avukatlarla görüşmekte ve verdiği talimatlarla terör örgütünü yönetmektedir.

Terör suç, terör örgütünü övmek suç, yönetmek suç, hükümlü olarak yönetmek katmerli suç. Ama bu suç “demokratik” bir hak olarak görülüyor ve devlet güvencesi altında örgütü  yönetiyor

Yöneticilerin ağır bir suç işlemeyi göze alarak, terör örgütünün yönetilmesine izin vermeleri  nasıl izah edilebilir? Örgüt bugünkü konumuna, bu sayede ulaşmıştır. Bir yandan terör eylemleri artmış, öbür yandan teröristbaşı devamlı gündemde tutularak meşrulaştırılıp muhatap konumuna gelmiş ve  PKK üzerindeki otoritesini sürdürmüştür.

İş şehirlerde örgütlenerek (KCK), devletin yerini almaya, gerektiğinde şehirleri ateşe veren terör eylemlerinin yaygınlaştırılmasına gelmiştir. Son günlerdeki KCK operasyonlarında yakalananların arasında, dağdan inen ve sebest bırakılan teröristlerin bulunması çok anlamlıdır. 

Gelişmelere bakarak bu gidişe,  kalkışma safhasına geçişin  hazırlığı da diyebiliriz.

10. CEZAEVİNDE KÜRTÇE KONUŞULACAK: Cezaevindeki Kürtçe konuşma yasağı kaldırılacak. Yeni tüzükte, Türkçe bilmediğini beyan etmek yeterli sayılacak.

Tahkik ettik, cezaevlerinde böyle bir yasak yoktur. Ancak, pakette böyle bir madde olduğuna göre, bazı düzenlemeler yapılacak demektir. Bekleyip göreceğiz. Ama bu konu,  Kurmançcanın ikinci dil yapılması için tasarlanan diğer düzenlemelerle birlikte düşünülmesi halinde önem kazanmaktadır.

Bunu kim istiyor AB-PKK. (Taraf Gazt. 12.05.2009)

11. GENEL AF OLMAYACAK:   Ancak dağdaki ve cezaevindeki mahkûmların azami düzeyde yararlanacağı ceza indirimlerine gidilecek. TCK’nın Etkin Pişmanlık başta olmak üzere bazı maddelerinde değişiklik yapılarak dağdaki PKK militanlarının indirilmesi sağlanacak.

Affı kim istiyor? Teröristbaşı, PKK- DTP- AB-ABD.

Bu düzenlemeyle, “Cezaevindeki mahkumların bile azami düzeyde ceza indiriminden yararlanması” mümkün olacak denildiğine göre, dağdakilerin tamamının serbest kalabileceğini kabul etmek gerekiyor. Dağdaki teröristlerin suça karışma durumları bilinmediğine göre, zaten başka bir sonuç da beklenemez.

Teröristbaşı Öcalan’a; “taş atan çocuklar” yasa tasarısına eklenen bir madde ile “yeniden yargılanma hakkı” verilecekti, ancak TBMM’de bunun farkına varılınca bu teşebbüs, şimdilik akim kalmış oldu. Akim kaldı, ama bu arada iktidarın gerçek niyetinin ne olduğu da açığa çıkmış oldu.

Teröristbaşının affı için bu yol işlemezse, başka şekilde bir yol aranak, mesela diğer mahkumlara tanınacak yeniden yargılanma hakkı emsal gösterilerek, eşitlik gerekçesiyle AİHM’e başvurma imkanın verilmesi gibi. 

PKK şartlarının başında hep teröristbaşının affı vardır. Birkaç örnek verirsek;  Kandil’den gelen teröristlerin getirdikleri mektupda (20.10.2009), teröristbaşının avukatıyla duyurduğu “demokratik açılım sürecine dair ‘üç aşamalı yol haritası’nda (AA.24.10.2009)DTP’nin düzenlediği Demokratik Toplum Kongresi Sonuç Bildirgesi’nde (Vatan, 15.6.2009) bebek katilinin serbest bırakılması istenmiştir.

Haydi bunca cinayet ve ihanet affedildi diyelim. Peki terör bitecek, akan kan duracak mı? Asla. PKK’nın amacı ülkeyi bölmek olduğuna göre, hepsi affedilse bile terör devam edecektir. Daha da vahimi, “madem teröristbaşı bile affedildi, bu durumda mücadelenin ne anlamı kaldı” denilerek ülkenin savunulması çok zorlaşacaktır.

Bunun yanında, afla beraber yaşlı ve yorgunları ile ovadaki eylem ve siyaset  kadroları takviye edilecek,  5 bin kişilik “savunma gücüne”, yeni güçler katılacaktır. Nitekim, teröristbaşının talimatına göre, her şey halledilse bile “5 bin kişilik bir savunma (!) gücü daima hazır tutulmalı” denmektedir.

PKK’nın hedefi Bağımsız Birleşik Kürdistan”dır. Projenin Irak ayağı tamam. Sırada Türkiye ayağı var, bu yolda hızlandırılmış adımlar atılıyor. Sonra sıra Suriye ve İran’a gelecektir. 

Mesele hafife alınamaz. Yok efendim daha çok demokrasiymiş, özgürlükmüş gibi akla ziyan veren gevezelikler bırakılmalı, devlete yakışan tedbirler alınmalıdır.

Kesin olan şudur ki; PKK yenilmedikçe terör bitmez. Bakınız PKK’nın ikinci adamı Duran Kalkan ne diyor? “Genel af çıksa da silah bırakmayız.” (Milliyet, 24.06.2009)  Bu gerçek terörün karakteridir. Onun için terörle mücadele edilecekse bilmelisiniz ki, taviz çare değil, aksine tehlikeli bir zaaftır. 

12. TERÖR SUÇLUSU ÇOCUKLAR: Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yapılarak, sokak gösterilerine katılan çocukların terör suçlusu olarak yargılanmaması sağlanacak.

Konuyla ilgili yasa tasarısı TBMM’de. Bu tasarı; içine teröristbaşına yeniden yargılanma hakkı tanıyan bir maddenin eklendiğinin görülmesi üzerine, beklemeye alınmıştır.

Daha önce çocuk yaşı, “Çocuk Hakları Sözleşmesi” (ÇHS) gereğince 18’e çıkarılmıştı. Şimdi; PKK’nın sokak gücü olarak 2005’den beri terör estiren, kan döken,  şehirlerin altını üstüne getiren bu militanların, adi suçlu gibi yargılanmasını temin için yasa değiştirilecek. Böylece cezalar otomatik olarak düşeceğinden, hükümlülerin ve yargılananların büyük kısmı serbest kalacaktır. Yani, 11. sırada sözü geçen, örtülü  af çıkarılmış olacaktır.

Teröristlerin affedilmesiyle, eylemcilerin sayısı artacağından, kamu düzenine, vatandaşlarımıza ve güvenlik güçlerimize vaki, molotoflu, taşlı, baltalı saldırılar daha da yoğunlaşacak demektir. Bu değişikliğin zamanlaması da dikkat çekicidir.

ÇHS çocuk yaşı 18 diyor. Ama gelişimleri iklim ve ülkelere göre değişeceğinden, yaş belirlemesini devletlere bırakıyor. Sözleşme, çocuk istismarının önlenmesi, iyi insanlar olarak topluma kazandırmaları amacıyla düzenlenmiştir. Bu  insani ve milli amaç gereğince, çocuklarımızın terör bataklığından kurtarılması için tedbir alınması gerekirken, tam tersi yapılarak çocukları adeta, kanlı terörün içine atacak bir ortam hazırlanıyor.

13. TARİH DERSİNDE MÜFREDAT DEĞİŞİKLİĞİ: Hem ilk ve ortaöğretimde, hem de üniversitelerde tarih derslerinin müfredatı değiştirilecek. Kürtleri yok sayan ifadelerin değiştirilmesi sağlanacak. Türk Dil Kurumu da sözlük ve gramer kitaplarında ayrımcılığa yol açan ifadelerin tamamını çıkaracak.

Öncelikle, bu düzenleme, “1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, Türk Milli Eğitiminin Amaçları maddesine” aykırıdır. Ayrıca  tarih derslerinde “Kürtleri yok sayan ifadeleri” olduğu doğru değildir, iftiradır. 

Sonra bir milletin tarihi bütün olarak araştırılıp öğretilir. Yine tarihin derinliklerinden gelen farklı kesimleri de içine alacak şekilde ve kaynaşmanın, bir millet olmanın hukuki, siyasi, kültürel ve sosyolojik temelleri objektif bir şekilde ele alınarak eğitim ve öğretim yapılır..

Doğru olan budur. Ancak kökeni ne olursa olsun herkesin Türk  milletinin eşit haklara sahip evladı olduğu gerçeğini inkar eden,  ülkeyi 36 etnik parçaya ayıran bir  tarih öğretimi olamaz. Bir olan milleti, dil, din, ırk temelinde parçalara ayıracak eğitimi ve öğretimi hiçbir devlet yapamaz. Hiçbir devlet, ayrıştırıcı, farklılaştırıcı, yabancılaştırıcı ve çatışmacı bir tarih bilinci vererek, vatandaşlarını birbirine düşman yapamaz. Böylesine planları, ancak devletin ve millettin düşmanlar yapabilir.

Bu kimin talebi denirse, belli değil mi? Tabii ki PKK’nın, yani iş-aş bekleyen vatandaşımızın değil. Bunun son örneği: Kandil’den inen teröristlerin hükümete sunulmak üzere getirdiği, 9 maddelik “barış”  mektubunun ilgili maddesi; “Kürt halkı olarak tarihimizi, kültürümüzü, sanat ve edebiyatımızı özgürce yaşamak, geliştirmek ve korumak istiyoruz.” (20.10.2009)

Esasen, 26 maddelik açılımın tamamına yakını, PKK şartlarıyla ayniyet içinde ve bütün olan milleti ayrıştırmaya, etnik kimlik inşaasına yarayan bir projedir.   

14. ANADİLDE PROPAGANDA: Siyasi partilerin anadilde propaganda yapmasına imkân verilecek. Siyasi Partiler Kanunu’nun, ‘Azınlık Yaratılmasının Önlenmesi’ başlıklı maddesi değiştirilecek. Bu maddedeki, ‘propaganda ve mitinglerde, pankart ve levhalarda, broşür ve beyannamelerde plaklar ve ses görüntü bantlarında Türkçeden başka dil kullanılamayacağı’ hükmü değiştirilecek. Çifte dil kullanmanın yolu açılacak.

Bu düzenleme Anayasa’nın “Başlangıç ilkelerine”, değiştirilemez dediği 3’üncü madde “devletin dili Türkçe,” 10’uncu madde “Kanun önünde eşitlik,” 68’inci madde ”Siyasi Partilerle İlgili Hükümler,” 69’uncu madde “Siyasi Partilerin Uyacakları Esaslar”  hakkındaki hükümlere aykırıdır.

Bilindiği gibi demokrasilerde partiler, rejimin temel kurumlarıdır. Bunun için de, kamu kuruluşu niteliğindedirler, devletin kuruluş esasları ve anayasasına göre yapılandırılırlar. Özellikle, bir millete ait demek olan  “milli devlet”i ve bunun ilk şartı olan “milli kimlik” ve “devlet dilini benimsemek ve savunmak zorundadırlar. Ana dilde faaliyet gösteremezler. Millet bütünlüğü içinde yer alan farklı etnik ve benzeri kesimleri ayrıştırmaya, azınlık yaratmaya çalışamazlar.  Aynı şekilde “üniter” devlet yapısına sadık kalmak zorundadırlar.

Partilerin etnik dillerde propaganda yapması, devletin iki dilli olmasının en kestirme yoludur. Bu ise paralel dil yaratılarak ayrışmanın önünü açacaktır.

Bu talep kimden geliyor? PKK’dan. Kimin ihtiyacı var. PKK’nın. İşte iki örnek:
Teröristbaşı’nın “4’üncü AB, Türkiye ve Kürtler” Konulu konferansa gönderdiği   9 maddelik teklifin 5’inci maddesi (6.12.2007 özgürgündem) ve DTP’nin düzenlediği “Demokratik Toplum Kongresi” sonuç bildirgesinin 9. maddesi “etnik kimlikle (parti) siyaset “ talebi.

15. ÖZEL EĞİTİM MERKEZLERİ: Silah bırakan terör örgütü militanlarının topluma kazandırılmasına yönelik projeler hazırlanıp, özel eğitim merkezleri kurulacak.

Teröristlerin topluma kazandırılması iyi de, bunu kim yapacak? Yoksa bu işi teröre “çözüm” bulacağım diyerek, PKK taleplerini bir bir yerine getirenler mi başaracak? Ortada böyle bir niyet ve yetenek varsa, bunu niçin sokakları yangın yerine çeviren ve adına “taş atan çocuklar” dediğiniz  militanlara uygulamıyor sunuz?  Bölücülük yolunda canını verecek kadar şartlandırılmış teröristi, bu yoldan nasıl çevireceksiniz söyler misiniz?

Bu maddenin uygulanması, diğerleriyle birlikte düşünüldüğünde, şu sonuç çıkıyor. Eli silaha ve kana bulaşmış, ülkeye ihanet etmiş teröristlere iş, aş verilip; etnik temelde siyaset ve bölücülük yapmalarına ortam hazırlanacak demektir. 

16. KÖYE DÖNÜŞ HIZLANACAK:  Köye dönmek isteyenler teşvik edilecek. Terörden doğan zararların karşılanmasına yönelik sorunlar kısa sürede giderilecek.

Köye dönüşün, PKK ve AB’nin talebi olduğunu hemen belirtelim. Hatırlayacak olursak köyleri yakan yıkan PKK, ahaliyi sindirip teslim almak için beşikteki bebeğe kadar katlediyordu. Bölgedeki köylerin, ağırlıkla aşiretlere ait  mezralardan oluştuğunu söylemeliyiz.  Coğrafi yapısı sarp, yerleşim sayıları çok ve dağınık olan bu birimlerin korunmasının zor olduğunu, teröristlerin barınma ve gizlenmesine yaradığını gören güvenlik güçleri, buraları boşaltmıştı. Özellikle, İran, Irak ve Suriye sınırındaki, Eruh ve Şemdinli’ye bağlı köylerin durumu hassasiyet gösteriyordu. Bu bölgede güvenlik güçlerinden önce hareket eden PKK, buradaki insanların Türkiye’nin iç kesimlerine gitmesini önlemek ve elinin altında potansiyel güç bulundurmak amacıyla, hepsini Irak’a taşımış, Mahmur kampı böylece oluşmuştur.

Bu hatırlatmadan sonra “Köye dönüşün” masumiyetinin yanında terör stratejisi açısından önemini belirtmeliyiz.Teröristlerin beslenme, gizlenme ve barınmaları açısından sınır bölgeleri başta, hassas konumdaki köyler dikkate alınmadan dönüş sağlanırsa, çok yanlış ve tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Özellikle terörün azdığı bu dönemde.

Ayrıca bu köylerin coğrafi konumları ve arazi yapısı sebebiyle, buralara yeterli şekilde kamu hizmetlerinin götürülmeyeceğinden, örgütün istismarına açık olacaktır.

Bu düzenleme de, aynen cezaevlerinin boşaltılması, yurt dışındaki terörist ve bölücülerin getirilmesi, 11 bin kişilik Mahmur’un taşınması gibi ülkemizde bölücü militan yığınağının yapılması anlamına geliyor. Bu gerçekleşirse, PKK tahminlerin üzerinde güçlendirilmiş ve tasarlanan iç çatışma ve kalkışma için, affedilmez bir hata yapılmış olacaktır.

Şimdi,  PKK ve AB’nin ısrarla “Köye dönüşü hızlandırın” baskısının, ne için yapıldığı  daha iyi anlaşılıyor.



***


Türk Milletinin Din Anlayışına Dönüş,

Türk Milletinin Din Anlayışına Dönüş,





7 Nisan 2010 Çarşamba

Türk Milletinin Din anlayışına dönüş

Sizleri bugünün keşmekeşinden uzaklaştırıp tarihin derinliklerine götürmek için, rahmetli büyük tarihçi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’dan çok kısa, ama çok anlamlı bir bölümü okumaya davet ediyoruz. 

“Fars Dili ve Horasan Tasavvufu Fikri Hayatın Tereddisini Temsil Ediyorlar
Çağataylılar çağında Temürün zuhurunu hazırlayan şartlar sırasında bahsettiğimiz iki çarpışan kuvvet, yani: 1) Türk-Moğol devlet an’aneleri, Türkistan’ın kendi dini telakkileri, 2) İslamiyet ve İran tasavvufu Tacik şehirlerinin fikirleri, 16-17. Asırlarda mücadelelerini başka şekilde devam ettirdiler.
1) Türk devlet an’aneleri hala şeriate değil, yasaya dayanıyordu. Bunun yegane dini istinadgahı Sır Derya ve Khorezmdeki Türk sofuluğu idi. Şamanizm ve eski Manihaizm an’anelerinden de bazı şeyler alan bu Türk sofuluğuna göre din daha ziyade mücerret maneviyattan ibaretti; hanların yani devletin işine karışmazdı. Bu şeyhlerin kendileri de çok defa sarık sarmazlar, hanlar gibi Türk kalpağı giyerlerdi.
2) Eski Horasan-İran medeniyetinin mümessili olan Bukhara, Balkh ve Semerkand gibi Tacik şehirlerinin ahalisiyle bilginleri ise, yasa ve Türk sofuluğu yerine, şeraiti ve dünya işlerine karışan bir tasavvufu ileri sürüyorlardı. Bu Tacik tasavvufuna, biz, “Horasan tasavvufu” diyoruz. Bunlara göre İslamiyet teokratik (ruhban sınıfına dayanan, ss) bir dindi. Kadı, müftü, muhtesip ve reis bunların devlet makinesini teşkil ediyorlardı. Tasavvuf yoluyla İran’da devleti ele aldıkları gibi, Türkistan’da da bu yoldan hareket ediyorlardı. Türklerin maneviyat sahasındaki ihmalkarlığından istifade ediyorlardı. Yavaş, duyurmadan, muntazam iş görerek her şeyi kendisine çeviriyordu. Bunun neticesinde evvelce Türk tasavvufundan mülhem olarak vücude gelen “Nakşibendilik”, hakiki Horasan sofuluğu şeklini aldı. Sonra da Türk sofuluğunu Horasan tasavvufu ile cemetmeğe başladı. Fergane’deki Türk şeyhlerinden Burhaneddin Kılıç çocukları, 16. asır başında Nakşibendiliğe iltihak etti. Zengi Ata’ya, Seyid Ata’ya mensup Türk şeyhleri de 16.-17. asırda yavaş yavaş Nakşibendiliğe temessül ettiler. 
Çağataylılar ve Temürlüler çağında olduğu gibi, 16. asırda da Tacik medeniyeti mümessilleri arasında hanlarla iş birliği yapacak unsur, dünyevi ilimlerin mümessilleri idi. Eski Moğol hanları gibi, Şıban Özbek hanlarından Übeyd Han ve oğlu Abdülaziz bu nevi ilim (s. 196) mümessillerini riyaziyecileri, tabibleri ve tasavvuf münkirleri olan açık, sağlam görüşe malik bilginleri korudular. O cümleden Bukhara’da Mir Arab, Mollazade Molla Osman, Mevlana Muhammed Daye ve Mir Gazanfer zikrediliyorlar. Abdüllatif ve Barak (Nevruz Ahmet) Hanlar Nakşibendi şeyhlerini bazen bütün milletin önünde sıkça tahkir ve onlarla alay ederlerdi. Ondan dolayı bir şeyh, Barak hakkında “ol itdür” demiştir (” Barak “ av köpeği demektir). Abdüllatif ve Barak Hanlar eski Türk devlet an’anelerine pek sadık idiler. Din ile devleti ayrı iki şey bilen Türk şeyhleri khocaların dünyevi işlere karışmasını kötü görürülerdi. Seykh Khavand Tahur (Seykhantavur) evladından Khoca Tahir, Taşkent şehri Sevinç  Khoca Han tarafından kuşatıldığı zaman kaledarlık etmek istemişti. Türk khocalarının ileri gelenlerinden biri, bu münasebetle, “bu iş khocaların işi değil” demiştir. Fakat Türk şeyhleri Nakşibendiliğe iltihak edince siyasete karışmağa başladılar ve Türk beğlerinin hanlara karşı olan saltanat davalarında onlara yardımda bulundular. Mangıt-Nogay mirzalarından Kepek Mirza, Zengi Atalı Padşa Khoca’dan, diğer mirzalar da hanlarla çarpışmada Padşa Khoca’nın kardeşi  Babacan Khocadan istifade ettiler. Mangıt mirzaları kendilerini Türk şeyhi “Baba Türkli Çaçlı” vasıtasıyla peygamber evladı gösteren bir şecere de tertip ettirmişlerdi. Zengi Ata oğullarından Hasan Khoca daha Abdullah Han zamanında Mangıtların mensup olduğu “Sol Beğleri” sırasında sayılıyordu. 18. Asrın başında hanların dünyevi hakimiyetine karşı şehir Tacik unsurları ve bilginleri ile Türk uruk başkanları olan beğler, dini idare usulü-teokratizmin hamisi sıfatıyla birleştiler. Taşkent’te, Fergane ve Kaşgar’da Nakşibendi şeyhleri hakimiyeti doğrudan doğruya kendi ellerine almağa başladılar. 

Zamanımızın Bukhara Hanlığı’nda olduğu gibi son Astrakhanlılar çağında dahi Fars dili bir nevi dini taassubun timsali olmuştur. İslam (s. 197) dininde, adeta “bid’at” tanılmağa başlayan Türkçe risalelerden ziyade, Farsça “Çarkitap” (Çahar Kitab) gibi eserlerden öğrenmenin sevaplı olduğu daha o zaman söylenmiştir. Umumiyetle fikir hayatında Türk dili bir nevi realizmi, sadelik ve açıklığı; Farsça ise anlaşılmaz tasavvuf edebiyatını, tekellüflü müphemliği temsil etmişlerdir. Özbek hanları dünyayı dinden ayrı idare etmek, dinde sadeliğe; riyazi ilimlere, tıbba, coğrafyaya, tarih ve siyasiyata taraftar olmuşlardır. Tacik şehirleriyle bilginleri ve Özbek uruk beğleri, şeriat ve iskolastik hamileri kesilmişler ve bu cereyan gittikçe kuvvetlenmiştir.”  (s. 198)  (Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, Enderun Kitabevi, 1981)
Kitabımıza uygun din anlayışına dönüş

Togan hocanın Türklerin din anlayışına dair bu tespitleri, itikat imamımız Maturidi’nin, “Diyanet siyasetten ayrıdır”, çünkü siyaset/devlet yönetimi insan aklına, Kur’an ise vahye dayanır, görüşüyle ne kadar da örtüşüyor.
İranlı bir bilim adamı Türkiye’yi tanıdıktan sonra; “Gördüm ki din İran’da devlete, Türkiye’de millete ait ve lazım” demişti. İran’a nispetle, çok şükür gerçekler böyle. Ama 1970’lerden bu yana sessizce yayılan Vahhabilik anlayışının da tesiriyle yaşananlar çok düşündürücü değil mi? Dinimizde olmayan “ruhban sınıfı”na dayalı “İslami rejim” kurma gayretleri ve Kitabımız “Dinde baskı yok” dediği halde, bir türlü kurtulamadığımız baskı hastalığımız sürüp gidiyor.
İnanıyoruz ki, bu iki yanlıştan kurtulduğumuz gün yüce dinimiz de, büyük milletimiz de çok rahatlayacak, ülkemiz süratle özüne dönerek toparlanma yoluna girecektir.

Sadi SOMUNCUOĞLU



***

Ya AKP, ya Diğerleri Ya Sevr, ya Lozan,


 "Ya AKP, ya Diğerleri" Ya Sevr, ya Lozan



Sadi SOMUNCUOĞLU



“Oyum kime” diye başlayan yazılar, ilk defa böylesine arttı. O halde biz de yazalım. ABD, AB, küresel sermaye, Rum-Yunan-Ermeni cenahı, Barzani-Talabani-PKK zinciri, bir de bunların içerideki muhiplerinin hangi partiyi desteklediğini cümle alem biliyor. Son demlerde en açıktan bastıran da, AB. Mesela Avrupa Parlamentosu’nun Sosyalist Grup Başkan Yardımcısı Wiersma, “AKP’nin tek başına iktidarını” istiyor.Zira “Başka bir hükümet Kıbrıs ve Kürt sorunu konularında açılımlar yapamaz” mış. Atatürk’ün resimlerinin indirilmesini, PKK’ya genel af çıkarılmasını ve Türkiye’nin “eyalet sistemine” geçmesini buyuran, Lagendijk’in yardımcısı meşhur Duff da, “Ya AKP, ya diğerleri. Seçimlerden sonra klasik Kemalizm’e karşı nihai ve tarihi bir meydan okumaya tanık olacağız. Bu Türkiye açısından iyi bir gelişme” sözleriyle hem oyunun rengini, hem nihai hedeflerini ortaya koyuyor.
Geçmiş, geleceğin teminatıdır
Acaba AKP’ye bu “teveccüh” ün sebebi nedir? Cevabı bulmak için önce, AKP’nin geçen 4.5 yılda bu çevrelerle ilişkilerini, AB müktesebatına dönüştürülen şartları, gerçekleştirilen veya bekleyen “dönüşümler” i düşünelim. Sonra da içerideki uyanış sebebiyle ertelenen “reform” ları hatırlayalım. Bu durumda AKP’ye “devam” da olacakları kabaca sıralayalım:
-Meclis’e gelecek PKK uzantıları ve AKP işbirliğiyle, bölücü terörün adı resmen “Kürt sorunu” olacak. Çözüm “diyalog” da aranacak, yani hem Barzani, hem PKK sözcüleri ile masaya oturulacak.
Sessiz sedasız yürütülen bazı hazırlıklar neticesinde teröristbaşının yeniden yargılanması, ardından af veya başka yöntemlerle serbest bırakılması gündeme gelecek.
-Sınırı aşan ekonomik işbirliği ve “Kürt kardeşlerimize ağabeylik” adı altında Irak’ın kuzeyi ile Güneydoğu Anadolu’muzun fiili entegrasyonuna geçilecek. Açıkçası altyapısı tamamlanan “Barzani Kürdistanı” Türkiye üzerinden dünyaya açılacak.
-Fırat ve Dicle sularının “uluslararası yönetime” devri konuşulacak.
-“Şimdi demokrasi, sivil bir Anayasa zamanı” denerek, üniter-milli yapımızın ortadan kaldırılmasına teşebbüs edilecek. İki dilli ve iki kimlikli düzene geçilerek, “Türk Milleti” tanımının değiştirilmesi, ülkemizde yeni dini ve etnik azınlıklar yaratılması gibi.
-AKP’yi yıpratmamak için seçimler sonrasına ertelenen ABD Temsilciler Meclisi’ndeki Ermeni soykırım iftirası tasarını önleme gerekçesiyle, Ermenistan’a ambargonun kaldırılması, sınırların açılması, diyalog kurulması, soykırım iftirasının uluslararası mahkemelere götürülmesi planları ele alınacak.
-Rum kesiminin tanınıp, KKTC’yi yok edecek olan ek protokol yürürlüğe konulacak.
-Yunanistan’ın Ege’deki kara sularını genişletmesinin, savaş sebebi sayılması kararından vazgeçilmesi ve Pontus soykırım iftirasının tanınması dayatmaları gelecek. -Ruhban Okulu’nun Lozan’a aykırı imtiyazlı, dokunulmaz ve egemenliğe haiz, uluslararası papaz okulu olarak açılması, yine Lozan’a aykırı olarak Patriğin ekümenliğinin tanınması projesi hayata geçirilecek.
-TSK’nın, “T.C Devleti’ni koruma kollama görevinin” ortadan kaldırılması, askerlik hizmetinde vicdani reddin kabul edilmesi baskıları artacak.
-Türklüğe hakaret serbest bırakılıp, Türklüğü savunmak “ırkçılık” sayılacak. Buna karşılık misyonerlik yasal koruma altına alıp, misyonerliğe karşı çıkanlar cezalandırılacak.
-Toprak ve mülk satışlarındaki tüm kısıtlamalar kaldırılacak. -Geçmişte bu topraklarda yaşamış tüm Hıristiyan cemaatin “bizim” dediği mülkler iade edilecek, cemaati olmayan kiliseler ibadete açılıp, bunların tüzel kişiliği tanınacak ve ülke içinde koloniler oluşturulacak. -Ülkemize yerleşen yabancılara, T.C.vatandaşı olmadan yerel seçimlerde seçme-seçilme hakkı tanınacak, böylece bazı bölgelerde yönetim yabancılara geçecek. -Yerleşim birimlerine eski adları verilecek, mesela, Tunceli “Dersim” , Diyarbakır “Amed” , Güneysu “Potamya” , belki de İstanbul “Constantinopol” yapılacak.
İşte milletimiz yarın oylarıyla;
Ya bu Sevr hesaplarının AKP eliyle 87 yıl sonra hayata geçirilmesinin, açıkçası Türkiye’nin çok kısa bir süre içinde çökertilerek, kaosa sürüklenmesinin önünü açacak, ya da bu planları yırtıp Lozan’a, yani vatana, devlete ve şehitlerine sahip çıkacaktır.

***


Leyla Provokatör mü, Sümbül mü

Leyla "Provokatör" mü, "Sümbül" mü?


Sadi SOMUNCUOĞLU


25 Temmuz 2007

AB’nin “sembolü” , Barzani’nin “sümbülü” , içimizden birilerinin “sermayesi” Leyla Zana’nın, seçimden istifade meydanlara fırlayıp, “Genel af çıkarılmalı. Kürdistan eyaleti kurulmalı. Burası Doğu-Güneydoğu değil, Kürdistan. Kürtlerin siyasi kıblesi Amed (Diyarbakır). Elimizi son kez uzatıyoruz. Tutmazlarsa geri çekeceğiz” demesine şaşıranlar oldu. Hatta, “Utanmaz provokatör” başlıkları attılar.
Birilerinin yıllardır yatırım yaptığı Leyla acaba nasıl “provokatör” oldu? Gerçekten sadece bir “provokatör” mü, yoksa yeni bir “misyonun” yeni “piyonu” mu?
Doğru teşhisi koymadan önce Leyla’nın nasıl korunup-kollandığını hatırlamamızda fayda var:
Terör örgütü üyesi olduğu için cezalandırıldığı ve bu gerekçe AİHM tarafından da onaylandığı halde, hem Türkiye’de hem yurtdışında, sanki Kürtçe konuşması sebebiyle cezalandırılmış gibi takdim edildi.
AB’nin emri üzerine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararlarına aykırı olmasına rağmen, Terörle Mücadele Yasası değiştirilip, “bölücülük ve terör örgütünün propagandasının yapılması” suç olmaktan çıkarıldı.
Yine AB’nin,10 yıldır cezaevinde yatan Zana’yı “serbest bırakın” buyruğu üzerine, DGM’ler lağvedilip “yeniden yargılanması” sağlandı ve o sırada TBMM’de görüşülen TCK’da cezaların azaltılacağı tahminiyle, Haziran 2004’de serbest bırakıldı.
“Provokatör” ağırlama
Cezaevinden çıkar çıkmaz, Başbakan Vekili sıfatıyla Abdullah Gül tarafından, Dışişleri Konutu’nda ağırlandı. Buluşmayı sağlayan ise, Başbakan Erdoğan’ın danışmanı, meşhur “Diyarbakır açılımı” nın mimarı, “En iyi çözüm Türkiye-Barzani ittifakı” diyen Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’dı.
Sonra hemen Brüksel’e gitti, Avrupa Parlamentosu Başkanı Borell tarafından, Başbakan Erdoğan’ın “muadili” gibi karşılandı. AP kürsüsünden de kelimesi kelimesine “teröristbaşının” talimatını okuyup, aynen seçim meydanlarındaki gibi, “Kürtler Cumhuriyetin ortağıdır. Genel af çıkarılsın. Kürtçe okullarda seçmeli ders olarak okutulsun” dedi. Ayakta alkışlandı.
Türkiye’ye dönüşünde, peşpeşe şehit cenazelerinin kalktığı bir sırada, TBMM Başkanı Bülent Arınç tarafından Meclis Başkanlık konutunda ağırlandı. En vahimi, daha önce talepleri bekleten Arınç’ın, AP’deki konuşmayı “olumlu” bulduğu için randevu vermesiydi.
Leyla “köşe” sinde ne yaptı?
Bu yoğun trafikten sonra, teröristbaşının hazzetmediği eşi Mehdi Zana’nın da Türkiye’ye dönmesiyle birlikte Zana güya “köşesine” çekildi, hatta “uslandı” . İmralı talimatıyla kurulan DTP’de görev almadı, faaliyetlerine katılmadı. Ancak bu arada Irak’ın kuzeyini yol yaptı.
Nisan 2006’da Talabani ve Barzani’nin davetiyle gerçekleşen ziyaretinde, en üst düzeyde ağırlandı. Barzani’nden, “Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl bir çözüm yoluna girmesi konusunda yardım talebinde” bulundu. Barzani de, “şiddetin sona erdirilmesinde arabuluculuk dahil her girişime hazır olduğunu” söyledi.
Ve Zana geçen Nevruz’da Diyarbakır’da, Talabani’yi, “amca” , Barzani’yi, “kardeş” , teröristbaşını da “önder-rehber” ilan etti.
Bunlar alt alta konunca Zana’nın seçim dönemindeki meydan okumalarına “tesadüf” veya “provokasyon” demek, devekuşluğu olmaz mı?
Elbette hayır. “Kürdistan satrancındaki” Zana piyonu, epey önemli bir misyonla ortaya sürülüyor. Nedir o? Teröristbaşının Türkiye’yi kademeli bölme projesi emperyalistlerin işine yaramıyor. Onların “Türkiye-Barzani ittifakı” yani, “Barzani Kürdistanı” için aceleleri var. Koçbaşlığı da “kardeş Barzani ile sümbül Leyla” ya kalıyor.
Seçimler tam da ABD-AB-Rum-Yunan-Ermeni-Barzani-Talabani ve küresel sermayenin “hesapladığı” gibi sonuçlandı. Hele bir de, AKP-PKK uzantıları Cumhurbaşkanında “uzlaşsın” , o haçlılar ve muhibbilerinin “sandıktan çıkardığı demokrasi” neymiş, hep birlikte acıyla öğreneceğiz!..

***

Devletin kuruluş Esasları, Atatürkçülük niye Silinecek?

Devletin kuruluş Esasları, Atatürkçülük niye Silinecek?




Sadi SOMUNCUOĞLU


01 Ağustos 2007

Erdoğan-Gül ikilisinin “seçim bildirgesini” birlikte hazırladığı AKP’nin yeni gözdesi Zafer Üskül’ün, “Atatürkçülük Anayasa’dan çıkarılsın” demesi birilerini “şok” etti. Seçimlerden tam 1 ay önce bu sütunda “22 Temmuz Kader Günü... Niçin?” başlıklı yazımda, AKP seçim bildirgesinde, “sivil anayasa” mesajının verilmesinin ne anlama geldiğini madde madde anlatmıştım. Bu maddeler arasında “şok” etkisi yaratan o hedef da vardı. Ve yazıyı, “Bunların her biri T.C. Devleti’nin, kanlı değil, ama kansız bir şekilde tasfiyesi, Türkiye’nin Yugoslavyalaştırılması, Iraklaştırılması demektir. Evet, ya sahte demokrasi silahı ile Türkiye vurulacak, ya sahte demokratlar hak ettikleri yere süpürülecek. Kader günü de 22 Temmuz’dur” diye bitirmiştim. Ama İkilimiz her nedense seçim meydanlarında, bu “sivil anayasa” değil, “mağduriyet” için oy istedi. Böyle olunca da aziz milletimiz adeta bilmeden kendi celladını seçti.

Üskül’ün AKP’li olmadan önce, bu görüşleri savunduğu yazılıp çiziliyor. AKP yönetimi, “şahsi görüşleri” iddiasında. Ama Erdoğan, “Türkiye’yi sivil ve demokratik bir Anayasa’ya kavuşturmak istiyoruz. Bu Anayasa artık yama tutmuyor. Üst kimlik Türk olamaz.” diyerek, Üskül’ü AKP’ye davet ettiğinde, o “şahsi görüşleri” benimsediğini göstermişti. Zaten Üskül de, “seçim bildirgesinde var” diyor.

Gerçek şu ki, “Atatürkçülüğün silinmesi” meselesi Üskül’ü de aşan çok eski, dahili ve harici boyutları olan bir proje.

Dahili destekçileri

Mesela Başbakan Erdoğan, daha 1993’te bu görüşteydi. RP İstanbul İl Başkanıyken, hazırlattığı raporda, “Güneydoğu’daki çatışmanın Kemalist devletin iflasını gösterdiği, Kürt kimliği ve kültürünün kabulünü engelleyen tüm kanunların kalkması ve Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi gerektiği” savunulmuştu.
The Guardian’a “Cumhuriyetin sonu geldi” diyen Gül de, RP’deyken Anayasa’nın başlangıç bölümünün kaldırılmasını istemişti. Halen aynı görüşte. Bunun delili ise, “Anayasa’nın başlangıç kısmının tamamen çıkarılıp, Atatürkçülüğe vurgu yapılmamasını ve ’Cumhuriyetin Nitelikleri’ni belirleyen maddesinin yeniden formüle edilmesini” savunan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ı AİHM’e aday göstermesidir.

Bu ekibe tabii PKK ve İHD gibi uzantıları da dahil. PKK, “çözüm için sivil bir Anayasa” isterken, 25 temel kriter belirledi. AKP’nin “sivil Anayasası” ile epey örtüşen PKK “kriterleri” arasında, “devletin yeniden tanımlanıp, Anayasa’nın değişmez maddelerinin kaldırılması” da var.

Harici kaynaklar

Harici kaynak çok, ama önde gelenlerini bu meseleyi gündeme alma sırasına göre anlatalım.

1-Alman Şarkiyat Enstitüsü, “Sorun Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk Milleti’dir. Böyle bir millet yoktur” diyor.
2-Şark siyasetinin duayeni İngiltere, “Kemalist geleneğin AB üyeliği için uygun olmadığı” görüşünde.
3-ABD Dışişleri ve Savunma çevreleri 2003’ten beri, her yerde Atatürk resminin bulunmasını eleştirip, “Türkiye Kemalizm’i bırakıp, kendine yeni bir yön çizmeli” diyor. ABD Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde de, “AKP’nin geleneksel Kemalist kurallarda epey değişiklik yaptığı” vurgulanıyor.
4.AB’ye gelince, belgeleri malum. 2003’ten itibaren, “Temel meselelerimizin kaynağının Kemalizm olduğunu” yazıp duruyorlar. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı Duff’ın, seçimlerden hemen önce, “AKP ve diğerleri. Seçimlerden sonra, klasik Kemalizm’e karşı nihai ve tarihi bir meydan okumaya tanık olacağız” demesi, Üskül’ün çıkışının hiç de tesadüf olmadığının en somut delili.

AB, Lozan’a, “daha geniş açıdan bakmamızı” istiyordu. İşte “Atatürkçülüğün silinmesi” üzerinden başlatılan budur.
Seçimlerden iki gün sonra Lozan’ın 84. yıldönümünü kutladık (!). Ama Erdoğan ve Gül, bir mesaj bile yayınlamadı. Acaba sadece bir unutkanlık mıydı?




***

Şehit aileleri ya sabır... Üçüncü ziyarete... İnşallah!..

Şehit aileleri ya sabır... Üçüncü ziyarete... İnşallah!..






Sadi SOMUNCUOĞLU


11 Ağustos 2007

ABD’nin bugün yarın istifa ettireceği, altı boşalmış Irak “Başbakanı” Nuri El Maliki, nihayet Başbakan Erdoğan’ın daveti ile Ankara’yı şereflendirdi! ve yazılı değil sözde, PKK’yı “terör örgütü” ilan edip, “İleriye dönük olarak PKK dahil, terörle mücadele” için mutabakatını bildirdi. Bu sırada bir yandan Irak’taki Türkmenler katliam boyutunda saldırılara maruz kalıyor, öte yandan Başbakanlığın dibi dahil, yurdun her yanında şehit cenazeleri kalkıyordu. Hatta Dicle’de şehit düşen Astsubay Üstçavuş Mahmut Özdemir’in eşi Gizem Özdemir, Cumhurbaşkanı adayı Gül’ü görünce, “Törene Başbakanlık’tan kimsenin gelmesini” istemediğini hatırlatıp, Gül’ün yüzüne, “Şehit cenazelerinde hiçbir AKP’liyi görmek istemiyoruz” diyordu. Biraz daha sabır, ey şehit aileleri, çünkü Maliki, 2 ay içinde “terörle mücadele anlaşmasını imzalama” sözü verdi. Tabii yerinde kalırsa.

Sadece bizimkiler değil, bölücü terörün hamileri de iyiden iyiye Türk Milleti’ni balık hafızalı zannediyor. Maliki, geçen yıl Ekim ayında yine terör azdığında apar topar Ankara’ya davet edilmiş, beyefendi “kum fırtınası” bahanesiyle ancak bir ay sonra gelebilmişti. Son ziyaretin daveti de Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim hengamesi arasında yapıldı. Güya PKK’ya karşı Temmuz’da hemen harekete geçilecekti. Ancak Maliki daveti “not edince”, bizimkiler “henüz davet olmadığını” söylemek zorunda kaldı. Bu seferki rötarın gerekçesi ise “22 Temmuz seçimleri”ydi.

Kasım’daki ziyarette neler söylendi, hatırlayalım. Erdoğan ve Maliki, “PKK’ya karşı işbirliğinin hızlandırılması konusunda mutabık” kaldı. Maliki, PKK bürolarının kapatılması talimatını verdiğini hatırlatıp, “Türkiye için tehlike oluşturan aşırı uçları Irak’ta barındırmayız” dedi. Kapatılan PKK bürolarının yeniden açıldığı haberlerinin gerçek dışı olduğunu söyledi. Erdoğan da, “Mutabakattan memnun olduğumuzu” açıkladı.

O “mutabakatın” bilançosu mu? Türkiye’de yüzlerce şehit, Irak’ın kuzeyinde Barzani ordusuna katılan PKK militanları, şakır şakır faaliyet gösteren PKK büroları ve artık aleni biçimde vergi toplayan, kontrol noktalarını arttıran bir PKK.

Maliki şimdi niye çağırıldı? Sözüm ona Irak, PKK’yı terör örgütü sayacak ve terörle mücadele anlaşması imzalanacaktı. Saatlerce süren toplantılardan çıkan sonucu gördük. Oysa Maliki daha Esenboğa’da, “terörle mücadele anlaşmasının sonra imzalanacağı” mesajını vermişti. Görüşmelerden sonra da, “Irak’ta terörün üstesinden gelinebilirse, diğer ülkelerdeki terör faaliyetlerinin sona ermesine de çözüm bulunmuş olacaktır. PKK ve benzeri örgütlerin Irak topraklarında bulunmasına izin verilmemektedir, bundan sonra da verilmeyecektir” dedi. Terörle Mücadele Koordinatörlüğü aldatmacasıyla tam 9 ay, Maliki’nin Kasım “mutabakatı” ile 5 ay, Nisan’da Irak’a verilen “nota” ile 3 ay kaybedildi. Son “mutabakat” la da 2 ay.

Ölmeye devam Mehmedim... Maliki, Irak’taki terörün üstesinden gelebilirse, sonra bizdeki terörle de uğraşacak. İradesi elinde olmayanlarla ve yanlış muhataplarla masaya oturmanın başka ne sonucu olabilir ki?.. Şükredelim, bizimkiler Maliki’nin “PKK’ya genel af” isteğini geri çevirmişler. Neticede sınır ötesi operasyon ihtimali en azından önümüzdeki bahara ötelenmiş. İşte, sonucundan ABD’nin de çok memnun olduğu Maliki ziyaretinin özü.
Zaten patronunun mesajı Maliki’den önce gelmişti. Washington’un sesi Yasemin Çongar, oralarda 22 Temmuz sonuçlarının, “Kürt meselesinde yeni açılımlar, ikinci Erdoğan hükümetinin Kürt meselesinde siyasi muhatap olması, DTP kadar AKP’ye giden Kürt oylarının da sınır ötesi operasyona hayır ve bu oyların K. Irak’taki Kürt liderlerle ilişkileri normalleştirme” olarak okunduğunu haber vermedi mi? Duayen Cengiz Çandar, “Türkiye’den Bağdat’a giden yol Erbil’den geçer” demedi mi?

Ey Ankara; sen Maliki’yle ne yaptın sahi?