KAFKASYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KAFKASYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2018 Çarşamba

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2


WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2



   Beyanatların ötesine geçen Türkiye, yeni rolüne uygun somut adımlar da atmaktadır. 

Örneğin; 

1-Bölge devletleri ile ticari ilişkilerini yeniden geliştirmek için, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı düzeyinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmektedir. 
Bu amaçla Türkiye, Devlet Bakanlığı bünyesinde somut adımlar atmaya hazırlanmaktadır. 

2-Türkiye, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde "Transit Petrol Boru Hatları Daire Başkanlığı" ile "Transit Petrol Boru Hatları Kurulu" oluşturmuştur ve Bakü-Ceyhan Boru hattı projesinin hayata geçirilmesi için siyasi ve diplomatik temaslarda bulunmaktadır. 

3-Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı "Deniz Harekat Ortamına Yönelik Gelişmeler ve Deniz Kuvvetleri’nin Özellikleri" adlı rapora göre, Türkiye, 21. yüzyıldaki milli çıkarlarını Basra Körfezi’nden Atlas Okyanusu’na kadar genişletmelidir. Raporda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, 21. yüzyılda, şu sorunlar ile meşgul olması istenmektedir: Bölgesel sorunlar, hukuk dışı davranan 
ülkeler ile mücadele, çevre, su, petrol, etnik hizipler ve anlaşmazlıklar, ve terörizm gibi. Raporda ayrıca belirsizlik ve istikrarsızlık sonucu bölgesel çatışmaların arttığı ifade edilerek, gelecek yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alçak yoğunluklu çatışmalara yönelik askeri harekat kabiliyetinin arttırılması gerektiği belirtilmektedir.20 Bu çerçevede Türkiye askeri harcamalarını 
arttırmakta ve 1000 tank alımı ihalesini gerçekleştirmektedir.21 

Erro-2 anti füze sistemleri ile 145 saldırı helikopteri alacaktır. Diğer bir ifadeyle Türkiye 2000 yılında 7.61 milyar dolar askeri harcamada bulunacak ve askeri kuvvetleri modernleştirme programı çerçevesinde önümüzdeki 30 yıl içerisinde 150 milyar dolar askeri harcama yapmayı planlamaktadır.22 

4- Amerikan desteğinde hareket eden Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile siyasi istişareler bazında "Altılı bir Pakt" kurma girişiminde bulunmuştur.23 AGİT bünyesinde kurulması teklif edilen Pakta, diğer devletlerde dahil olabilecektir. Yine de Türkiye bu teklifiyle bir yandan Rusya’ya durması gereken nokta konusunda imada bulunmuş, öte yandan da resmen Güney Kafkas devletlerinin güvenliğine kefil olduğunu deklere etmiştir.24 

5- Rusya’nın Amerikan Planı’na Bakışı ve Putin’in Hesapları 

1995 seçimlerinden sonra Rus siyasi hayatında etkili konuma gelen aşırı milliyetçi ve komünist gruplar, Amerika tarafından empoze edilmeye 
çalışılan ve kendilerini Orta Asya steplerinden uzaklaştıracak bu plana hiç bir zaman olumlu yaklaşmadılar. Bu yöneticilere göre, Rusya hala dünya siyasetinde belli bir etki gücüne sahip ülkedir ve aslında Batı , Rusya’yı "kendi etki sahasından uzaklaştırarak", zayıflatmak istemektedir. 
Bu nedenle, bu gruplara göre, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında, Orta Asya ve Kafkas devletlerini, kendi hegemonyası altında yeniden biraraya getirmeli ve karşı-stratejik ittifaklar zinciri oluşturarak, ABD ve Batılı devletleri dizginlemelidir.25 

1991 yılında uygulamaya konan pazar ekonomisi anlayışından zarar gören ve fakirlik sınırının çok altında yaşamaya mahkum edilen Rus halkı da Avrasyacı olarak adlandırılan ve yayılmacı emeller güden bu grupların politikalarını desteklemektedir. 

Bu desteği arkasına alan Rus yöneticiler zaman içerisinde giderek sertleşme eğilimi göstermiş ve Batı’nın politikalarına ve NATO’nun genişlemesine karşı bölge devletleri ile askeri ve siyasi sahalarda işbirliği anlaşmaları imzalamaya çalışmış, Hindistan, İran ve Çin yönetimiyle karşı ittifak için stratejik işbirliği içine girmeye gayret göstermiştir.26 Hatta eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin , Batı’ya karşı nükleer silah tehdidini de savurmuştur.27 

Ailevi sebepler sonucu istifaya zorlanan Yeltsin’den sonra başa geçen ve ülke kaderinde önümüzdeki yıllarda Devlet Başkanı sıfatıyla resmen söz sahibi olmaya hazırlanan Vladimir Putin, diğer bir ifadeyle Tilki Putin, Yeltsin’den bir adım öteye geçerek, halkın istekleri paralelinde yeni bir dünya düzeni için kollarını sıvamıştır. Bizim görüşümüze göre, Tilki Putin Hasta Yeltsin’den daha tehlikelidir. 
Çünkü 
Putin genç olmanın verdiği dinanizmi kullanarak ve arkasına "Rus Oligarklarının" desteğini alarak, daha radikal ve kararlı adımlar atmaktadır. Yine de Putin uzun vadeli stratejisini oluştururken, aşağıda ifade edilen iki gerçeği daima gözönünde bulundurmaktadır. 

1-Rusya ekonomik açıdan zayıftır. Hatta ihracaat gelirlerinin yüzde 80’inini oluşturan petrol ve doğal gaz kaynaklarının işletilmesi için acilen 90 ila 130 milyar dolarlık yatırım gerekmektedir. Ülke genelinde ekonomik ve sosyal şartlar ağır ve halk fakirlik sınırının çok altında ezilmektedir.28 O nedenle Batılı devletlerin finansal desteğine ve yüksek teknolojisine Rusya muhtaçtır. Öte yandan halk tamamiyle serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı bir ekonomik sisteme de alışık değildir. Bu nedenle devletin kontrolünün hala devam ettiği bir ekonomik sistem içerisinde, Batı ile ticari ve ekonomik ilişkiler arttırılmalıdır. 

2-Halkın ve ağırlıklı olarak siyasetçilerin özlem duyduğu nokta "Rusya Federasyonu’nun eskiye dönüşüdür". Rusya Batılı’ların ve özellikle Amerikan yönetiminin empoze etmeye çalıştığı yeni rolü kabul edemez. Rusya güçlüdür ve kendi etki sahasıyla birlikte, Batı’yla eşit seviyeye gelmelidir. 

Bu iki noktanın çizdiği sınırlar içerisinde uzun vadeli stratejisini oluşturan Putin’in kafasındaki yeni dünya düzeni bizce şöyledir: 

Putin bir yandan Batılı devletler ve uluslararası finans kuruluşları ile ticari, finansal ve ekonomik sahalarda işbirliğini arttıracak ve devlet kontrolünün devam ettiği "liberal ekonomi anlayışını" kendi ülkesine yerleştirecektir. Bu amaçla Rusya Devlet Başkanı, Amerikan Devlet Başkanı’na işbirliğine hazır olduklarını ve Batı’yla ticari ilişkilerini sürdüreceklerini ifade etmiştir.29 Böylece Rusya mevcut ekonomik ve sosyal sıkıntılarını, Batı’nın desteğiyle aşacaktır. 

Diğer yandan ise Putin eski Sovyetler Birliğini canlandıracak ve ABD’yi dizginleyecek girişimlerine de ağırlık vermektedir. Bunu içinde Putin iki yol izlemektedir: İç ve Dış. 

İç yollar konusunda, Putin öncelikle Çeçenistan üzerine tam hakimiyetini kurmaya çalışmaktadır ve böylece ülkesinin karşı karşıya kaldığı yeniden dağılma tehlikesini ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Çünkü Çeçenler karşısında yenilgiye uğrayan ve bu nedenle bu devletin bağımsızlığını onaylayan Rusya, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 Cumhuriyetinde harekete geçmesi halinde topraklarının %28’sini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.30 Bu durum Rusya’nın yeniden dağılması ve toprak açısından daha kuzeye çekilmesi anlamına gelmektedir. 

Daha kuzeye çekilmeye zorlanan Rusya, Hazar havzasından tümüyle uzaklaşmış olacaktı. Bu durumda Güney Kafkaslar’daki Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, Rus baskısından kurtularak Batı’yla ilişkilerini arttırma imkanı bulacak ve aynı zamanda Batılı petrol şirketleri Hazar havzasında daha rahat hareket edebileceklerdir. 

Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun, Çeçenistan da tam galibiyet alması gereken Rusya, insan haklarını açıkca ihlal ederek, Çeçenlere karşı kendi tezgahladığı savaşı başlattı. Bir yandan çeşitli bahanelerle Batı’yla yakınlaşma çabası içerisinde bulunan Gürcistan ve Azerbaycan üzerinde siyasi ve askeri baskı kurmaya çalıştı.31 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Gürcistan ziyaretinde ortaya attığı ve aslında AGİT’in İstanbul zirvesinde ilk kez dile getirilen "Altılı Kafkas Paktı" fikrini ortadan kaldırabilmek ve AGİT’in girişimlerini engellemek amacıyla, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Devlet Başkanlarını Moskova’ya davet ederek, "Mini Kafkasya Zirvesi’ni" gerçekleştirdi. Zirve sırasında Kafkaslar’da istikrar ve bölgesel işbirliği üzerinde duruldu. Rusya, Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda temaslarda bulundu. Çeçen savaşının ardından Rusya, Kafkaslarda yerel ordular oluşturmayı ve bölgede istikrarı tek başına sağlamayı düşünmektedir.32 Bu girişimlerine ilave olarak, Rusya, DağlıkKarabağ 
meselesini sürekli gündeme getirmekte ve doğrudan görüşmelere dahil olmaktadır. Böylece bölge istikrarının sağlanması ve Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda ortaya atılan teklifleri engellemekte ve sadece kendisi ile bölge devletlerinin bulunacağı "bölgesel istikrar modeli" oluşturmaya gayret etmektedir. 

Askeri üsler konusunda Ermenistan ile stratejik işbirliğini arttıran Rusya, Gürcistan’daki askeri varlığını hukuki açılardan sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.33 Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da BDT Askeri İşbirliği çemberinin içine girmelerini istemektedir. 

Putin’in izlediği ikinci iç yol ise Bağımsız Devletler Topluluğunu kendi hegemonyası altında yeniden bir araya getirme gayretleridir. Bu amaçla Putin BDT üyelerini Moskova’da bir araya getirmiş ve Rusya’nın Başkanlığında daha kurumsallaşmış bir BDT oluşturmaya çaba sarf etmiştir. 
Ancak Orta Asya ve Kafkas liderleri kendi özel meselelerini dile getirmeyi tercih ederek özellikle "Ortak Güvenlik Sözleşmesi" ve "Serbest Ticaret Bölgesi" kurulması yönündeki anlaşmaları imzalamamışlar dır.34 

Yine de Rusya, bölge devletleri ile "terörizmle ve uyuşturucuyla mücadele" konularında işbirliği zemini oluşturmayı başarmıştır. Bölge devletlerinin, kendi başkanlığında, BDT mekanizmalarının içerisinde, sık sık bir araya gelmesini sağlamıştır.35 

Orta Asya devletlerini kendisine bağlamak için, Rusya, petrol ve doğal kaynaklarını, siyasi etki gücü olarak kullanmaya başlamıştır. 

Trans-Hazar projesinin yavaşlaması nedeniyle, Rusya, bir yandan Mavi Akım projesine ağırlık verdi, diğer yandan da Türkmenistan’a yıllık 50 milyar metreküp doğal gaz alımı için bir teklif sundu.36 Böylece Türkmenistan’ın yeniden Kuzey Hattı’na bağımlı hale gelmesini ve kendi fiili kontrolünün olmadığı farklı güzergahlar fikrinden vazgeçmesini arzulamaktadır. Aynı zamanda Rus petrol şirketlerinin faaliyetlerini diplomatik araçlarla kararlı şekilde desteklemeye başlayan37 Rusya, Çeçenistan’ı bypass eden, Baku-Novorossiyk boru 
hattı projesini kısa sürede yeniden tamir ve inşa ederek, faaliyete geçirdi.38 

Böylece Azerbaycan’a da petrolünü ihraç edebileceği yeni bir güzergah 
sunmuş oldu. Diğer taraftan Rus yöneticilerinin de açık desteğiyle, "Hazar Boru Hattı Konsorsiyum’unun" inşasına hız verildi. Bu projeyle, Kazakistan devleti, petrolünü, Astrakhan üzerinden Kazadeniz’e ulaştırma imkanı buldu. Türkiye’ye de Gürcistan üzerinden yeni bir boru hattıyla doğal gaz sevk etmeyi teklif etti.39 

Sonuç olarak, Rusya, mevcut boru hatlarının kapasitesini arttırarak ve yeni güzergahlar inşa ederek, Kuzey Hattı’nı, Doğu-Batı enerji koridoru karşısında avantajlı konuma getirdi. Bu sayede Rusya, Batılı petrol şirketlerinin bölge kaynakları üzerindeki ticari çalışmalarını atıl duruma düşürmek istemektedir. 

Rusya bununla da yetinmeyerek Avrupa Birliği’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ve Rusya’yı bypass eden "Tarihi İpek Yolu" projesini, kendi üzerinden geçirmek için gayret göstermektedir. Bu amaçla, "BDT sınırları içerisinde yeni demiryolu güzergahlarının" inşası fikrini ortaya atmıştır.40 Böylece Türkiye üzerinden geçecek Tarihi İpek Yolu’nun güzergahını değiştirmek için Avrupa Devletleri’nin önüne farklı seçenek sunmuş olmaktadır. Ayrıca Orta Asya devletleri de diğer devletler ile ticari ilişkilerini Rus topraklarından geçen demiryolu güzergahı 
üzerinden devam ettirmek zorunda kalacaklardır. 

Dış yol olarak, Putin, İran, Hindistan ve Çin ile askeri ve nükleer teknoloji konusunda işbirliğini arttırmıştır. Çin ile ortak füze üretimine giren Rusya, Hindistan’a da nükleer santral kurma projesi sunmuştur. Rusya silah satışı konusunda Suriye’yle de işbirliği yapmaya hazırlanmaktadır.41 

Her iki yoldaki girişimlerini desteklemek amacıyla Putin, askeri ve savunma reformlarına da ağırlık vermeye başlamıştır. Sovyetler Birliği dönemindeki eski gücüne kavuşabilmesi için hassas silah teknolojisine odaklanan Rusya, sayıca az fakat ateş gücü açısından yüksek kapasiteli profesyonel bir ordu kurmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede Rusya, 2000 yılında askeri harcamalarını %50 oranında arttırmıştır.42 

Bu gelişmelere ilave olarak Rusya yeni askeri doktrinini açıklayarak kendisine yapılacak bir saldırı durumunda nükleer silahlarını kullanacağını ifade etmiştir. Daha önceleri kendi milli çıkarlarını zedeleyecek askeri girişimler karşısında nükleer silah kullanacağını açıklayan Rusya, yeni askeri doktrininde, nükleer silah kullanımı konusunun sahasını genişletmiştir.43 

Kısacası Rusya, eski Sovyetler Birliği dönemindeki gücüne geri dönerek, Çin, İran, Irak, Yugoslavya ve Hindistan gibi ülkeleri de yanına alarak Amerika’nın dikte ettirici politikasının karşısına çıkmayı ve daha yumuşak bir soğuk savaş düzenini yeniden kurmayı hedeflemektedir. 

Çünkü artık kendi iç ekonomik ve finansal sıkıntılarını aşmak için Batı’yla işbirliği içinde olmayı kabul eden ve ABD ile eşit güce sahip bir Sovyetler Birliği olacaktır. 

6- Sonuç 

Burada sorulması gereken önemli soru bizce şudur: Rus ve Amerikan planlarından hangisinin hayata geçirilmesi mümkün görünmektedir. 

Bizce Amerikan Planı’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin hesaplarının hayata geçirilmesi daha büyük olasılık dahilindedir. Çünkü öncelikle Orta Asya ve Kafkas devletleri, 1991 yılında kendilerini kendi kaderleriyle başbaşa bırakan Rusya Federasyonu’nun hegemonyası altında bir birlikteliğin içine girmek istememektedirler. Bu devletler doğu-batı ekseni olsun, kuzey-güney ekseni olsun her güzergahtan doğal kaynaklarını dünya piyasalarına aktararak belli bir zenginliğe ve ardından da ekonomik ve siyasi açılardan tam bağımsızlığa ulaşmak istemektedirler. Zaten son BDT toplantısında da ileriye dönük önemli kararların alınamaması da bu yüzdendir. Ancak mevcut boru hatları sayesinde 
belli bir zenginliğe ulaşamayan ve Batılı devletlerin tam siyasi, askeri ve finansal desteğini sağlayamayan bu devletler, bugünlerde mecburen 
Rusya Federasyonu ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmaktadırlar. 

Diğer taraftan Rusya Federasyonu’nun tek başına yeniden Hazar Havzasında hakimiyet kurma girişimlerini, Çin, Avrupa Birliği ve diğer bölgesel ve büyük devletler, şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Çin yönetimi çok kutuplu dünya düzeninden bahsederken Rusya’nın planlarının aksine, Orta Asya ve Kafkas bölgesine "hiçbir devletin" veya "devlet grubunun" hakimiyet kurmaması gerektiğinin altını çizmeye çalışmaktadır.44 

Avrupa Birliği de, Amerikan çizgisinde hareket etmekte ve yeni enerji kaynaklarına ve yeni pazarlara serbestçe ulaşmak istemektedir. 

Bu amaçla Avrupa Birliği, bölge ülkelerinin pazar ekonomisine geçmesini ve demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmasını sağlamak için, milyarlarca ECU’luk mali ve teknik yardımları kendi kurumları aracılığıyla bu bölgeye sevk etmektedir.45 

Sonuçta, Çin ve Avrupa Birliği ne ABD’nin ne de Rusya’nın tek başına veya birlikte bölge üzerinde hegemonya kurmalarını istememektedir. 

İran yönetimi bile ileride Amerikan yönetimi ile barışabileceğini hesaplamakta ve Rusya ile kapsamlı işbirliği içine girmekten kaçınmaktadır. 
Çünkü İran yönetimi de Batılı finans kurumlarının finansal desteğine ve uluslararası petrol şirketlerinin yüksek teknolojisine ihtiyaç duymaktadır. Hatta Cumhurbaşkanı Hatemi Amerikalı’lara karşı yumuşak mesajlar göndermekte dir.46 

Gelişmeleri Türkiye cephesinden analiz edersek, 21. yüzyılda Türkiye’nin, Avrupa Birliği bloğu içerisinde yer alarak, bölgesel güç olarak ortaya çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Bu amaçla Türkiye bu rolü sağlıklı şekilde üstlenebilmek için iç siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarını uzun vadeli olarak sağlamlaştırmalıdır. Bölge devletleri ile sağlam işbirliği içine girebilmek için Türkiye bölge konusunda uzmanlaşmış araştırma enstitüleri kurarak projeler üretmeli ve üretilen projelerin hayata geçirilmesi için somut adımlar atmalıdır. Sadece bölge 
devletlerinden öğrenciler getirilerek ilişkiler sağlamlaştırılamaz. TİKA daha aktif hale getirilmeli; Dış Türklerden sorumlu Devlet Bakanlığı bu bölgede yaşayan Türk işadamlarını mali ve proje bazında desteklemeli; bölgeye gitmek isteyen iş adamları için bilgi bankası kurulmalı; ve koordinasyon merkezi oluşturulmalıdır. 

Ayrıca kendi iç meselesinden sıyrılmış Türkiye, bölge devletlerine her yönüyle rehberlik edebilecek gerekli bürokratik ve askeri mekanizmalarını oluşturmalıdır. Bu devletler ile sürekli ilişki içerisinde bulunarak ortak istişare mekanizmaları kurulabilir ve bu mekanizmalar fiilen aktif hale getirilebilir. 

Kısacası Türkiye dünya için, Hazar petrolleri ve Hazar pazarları da Türkiye için önemlidir. Eğer bir rol oynamaya karar verdiyseniz o zaman gereklerini yerine getirmeniz gerekmektedir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk zaten yapılması gerekenleri 75 yıl önce bizlere anlatmaya çalışmıştı. Biz ne yapılması gerektiğini uzaklarda değil, yanı başımızda aramalıyız. 


DİPNOTLAR;

1 Amerikan Enerji Enformasyon ‹daresi’nin haz›rlad›¤› Aral›k 1998 tarihli ve "Caspian Sea Region" isimli raporu. 
www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspian.html; 
Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli Şeması. www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
2 Ibid. 
3 Plamen Tonchev, "Rising Asian Oil Demand and Caspian Reserves", Caspian Crossroads Magazine, Vol. 3, Issue No. 3, Winter 1998, pp.1 - 7 
4 Daha detaylı bilgi için bakınız Caspian Investor, fiubat 1999, Cilt 2, Sayı 5, sayfa 10 
5 Japon Milli Petrol fiirketi Başkan Yardımcısı Akira Handa’n›n 4. Uluslararası Türkmenistan Petrol ve Gaz Konferası’nda sunduğu, "Nine Routes for Turkmenistan Gas – Assessment of the Export Pipelines" isimli bildirisi, 11-12 Mart 1999, Aşgabat, Türkmenistan. 
6 Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli şeması. 
   www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
7 Sç Rob Sobhani, "President Clinton’s Iran Option", Caspian Crossroads Magazine, Sayı 1, Kış 1995, pp. 1-8 
8 Lowell Nazis,"Turkmenistan: Niyazov Talks of Democratization and Pipelines", Radio Free Europe / Radio Liberty, 22 Nisan 1998; Jim Nichol, "Central Asia’s New States Political Developments and Implications for U.S. Interests", CRS Issue Brief, 93108, 19 Aralık 1996 
9 Jeremy Bransten, "Caucasus / Central Asia: Presidents Seek Stronger Cooperation with U.S.", Radio Free Europe / Free Liberty, 22 Nisan 1999; 
Ariel Cohen, "The New "Great Game": Oil Politics in the Caucasus and Central Asia", Backgrounder, The Heritage Foundation, Say› 1065, pp. 1-10; Julie Moffett, "Central Asia: East-West Pipeline Could Aid Independence", Radio Free Europe / Radio Liberty, 27 Ekim 1997; Washington Post, "Pipe Dreams: A British Coup-Special Report", 23 Kas›m 1998; James McDougall, "A New Stage In U.S.-Caspian Sea Basin Relations", Central Asia and Caucasus, 1998 - 1999 
10 Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel  Danışmanı Büyükelçi Richard Morningstar’ın 
23 Kasım 1998 tarihinde Kent State Üniversitesi’nde yaptığı konuşma. 
11 Amerikan Dışlişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovıch’in 30 Nisan 1998 tarihinde Amerikan Temsilciler 
Meclisi’nde yaptığı konuşma. 
12 "Transatlantic Partnership on Political Cooperation", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 18 Mayıs 1998; Enerji ve Çevre Üzerine 
Amerika-Çin İşbirliği hakkında Gore 10 / 29 Metni; "U.S.-E.U. Statement on Caspian Energy", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 
18 Mayıs 1998. 
13 Amerikan Dışişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovich’in Avrupa Olayları hakkındaki Alt Komite’de yaptığı 20 Mayıs 1998 tarihli konuşması; Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel Danışmanı Richard Morningstar’ın 7 Aralık 1998 tarihinde Washington’da gerçekleştirilen CERA Konferansı sırasında yaptığı konuşma; Amerikan Dış İşleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’un 19 Eylül 1997 günü Stanford Üniversite’sinde yaptığı ve "The End of Beginning: The Emergence of New Russia" adlı konuşması. 
14 Ibid. 
15 Zaman, 1 Ocak 2000 
16 Hasan Ünal, "Clinton’ın Türkiye Vizyonu", Zaman, 25 Kasım 1999; Faruk Mercan, "Milenyum Türkiyesi – II", Zaman, 16 Aralık 1998 
17 Daha detaylı bilgi için Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türkiye’nin hedeflerini açıklayan resmi bilgiler. 
     www.turkey.org/politics/pipeline.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/asian.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/caucasian.htm 
18 Daha detaylı bilgi için  Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türk-Rus ilişkilerini açıklayan resmi bilgiye bakabilirsiniz. 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/russian.htm 
19 Zaman, 16 ve 21 Kasım 1999; Yeni Şafak, 26 Aralık 1999 
20 Mutlu Çölgeçen,"Adriyatik’ten Çin Seddi’ne", Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
21 Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
22 Zaman, 30 Ocak 2000 
23 Hürriyet, 16 Ocak 2000; Radikal, 16 Ocak 2000; Cumhuriyet, 16 Ocak 2000 
24 Sami Kohen, "Kafkasya’da Türk Rolü", Milliyet, 13 Ocak 2000 
25 Irina Zviagelskaia, "The Russian Policy Debate on Central Asia", Royal Institute of International Affairs, London, 1995, pp. 1 - 38 
26 Itar-Tass, 4 Şubat 2000 
27 Türkiye, 10 Aralık 1999 
28 Gerry Van Wyngen, "Russia at the Crossroads", Australian Financial Review, 8 Şubat 2000. 
29 Yeni Şafak, 28 Aralık 1999. 
30 Zaman, 2 January 2000. 
31 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni fiafak, 26 Kas›m 1999. 
32 Miviam Lanskoy, "Anti-Terrorism as Pretext: Russia Taking Aim at the South Caucasus?", Central Asia-Caucasus Analyst, 2 Şubat 2000; Vladimir 
Isachenkov, "Leaders of former Soviet Republics Meet in Moscow", Associated Press Newswires, 24 Ocak 2000; BBC, "Russia tries to see that Karabagh 
problem is solved", 24 Ocak 2000. 
33 BBC, "Russian and Armenian Security Councils Sign a Cooperation Treaty", 3 Şubat 2000; Itar-Tass, 17 Şubat 2000. 
34 Yeni Şafak, 17 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russian: Statement Issued on Meeting of CIS Foreign Ministers", 24 Ocak 2000; BBC, "Putin Thanks CIS Leaders for his Election as Head of Presidents Council", 25 Ocak 2000; Nezavisimaya Gazeta, "Attempts at CIS Integration Give Way to Bilateral Cooperation", 25 Ocak 2000. 
35 Stratfor, "Central Asia Proving Easier Than the Caucasus for Russia to Swallow", 23 Şubat 2000. 
36 James M. Dorsey ve Bhushan Bahree, "Turkmenistan, Gazprom Near Deal for Natural Gas", The Asian Wall Street Journal, 24 Şubat 2000. 
37 Hart’s E&P Daily, "Lukoil Plans 500 New Wells", 3 Mart 2000; Michael Lelyveld, "Kremlin Determined to Stay in Race for Caspian Oil", Radio Free 
 Europe / Radio Liberty, 11 Şubat 2000. 
38 Dow Jones International News, "Russia Builds 1/3 of Chechen Bypass Oil Pipelines", 7 fiubat 2000. 
39 Zaman, 13 Ocak 2000; Segodnya, "Russia Gas to Be Transported to Turkey via Georgia", 4 Şubat 2000. 
40 Interfax, "Russia Considers TRACECA Participation", 21 Şubat 2000; ASSA-Irada, "CIS and Baltic States Sign Protocol on Railway", 15 Mart 2000. 
41 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni Şafak, 26 Kas›m 1999. 
42 Zaman, 18 Aralık 1999. 
43 Türkiye, 16 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russia Nuclear Power Station Construction Continues in Iran and China", 26 Ocak 2000; SFB, 
"Russia: New Military Doctrine / "Top Secret"Nukes", 29 Nisan 1999; Power in Russia, "New Russian Military Doctrine", Kas›m 27, Sayı 46. 
44 Çin Dışişleri Bakanlığı’nın "China’s Proposition on the Establishment of a New International Political and Economic Order", ve "China’s View on the 
 Development of Multi-polarity" isimli web dökümanları 
45 Avrupa Birli¤i Komisyonu, "EU Cooperation with the NIS & Mongolia", 
    http://europa.eu.int/comm/dg1a/nis/intro 
46 Chintamani Mahapatra, "Khatami Holds an Olive Branch: Beginning of a Change in US-İran ties", Strategic 
Analysis, Cilt XXI, Sayı 11, Şubat 1998, sayfa 1593-1602. 



***

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 1

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 1


Dr. Ertan EFEGİL* 
* Doğu Akdeniz Üniversitesi, Uluslararası ilişkiler Bölümü 
   AVRASYA DOSYASI 


"….Türkiye’nin 21. yüzyılın biçimlendirilmesinde hayati bir rol oynayacağını, …….Siz hem Türkiye’yi AB’ye katılıma hazırlamak, hem de yeni bin yılın sınavlarını karşıIamak için gerekli adımları atarken yanınızda olmayı sürdüreceğimizden emin olabilirsiniz.." 
Bill Clinton ABD Devlet Başkanı 


Amerikan Devlet Başkanı Bill Clinton, Avrupa BirIiği’nin Helsinki’deki kararının ardından, Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’e gönderdiği kutlama mesajında bu sözleri sarfetmişti. Clinton’ın bu sözlerinden yola çıkarak, şu sonuca varmamız 
mümkündür: " Hazar merkezli, soğuk savaş sonrası yeni dünya düzeninin oluşumunda, Türkiye hayati rol oynayacaktır". 

Peki ama Amerikan yetkililerinin kafasındaki yeni dünya düzeninin parametreleri nelerdir? Bu planlar çerçevesinde, Türkiye’den, nasıl bir rol oynaması istenmektedir? Türkiye kendisinden istenen rolü oynayacak mıdır? Türkiye’nin çıkarları ile Amerikan çıkarlarında bir kesişme var mıdır? Türkiye, yeni rolü için hazırlıklar yapmakta mıdır? Bu gelişmeIer karşısında Rusya’nın planı ve girişimIeri nelerdir? 21. yüzyılda dünya nasıl bir şekil alabilir? 

1. Hazar Petrolleri’nin Dünya Devletleri Açısından Önemi 

Bu sorulara cevap verebilmek amacıyla, öncelikle Hazar bölgesinde bulunan mevcut ve potansiyel doğal gaz ve petrol rezervlerini analiz etmemiz gerekmektedir. 

Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin Aralık 1998 tarihli raporunda, Hazar bölgesinin doğal gaz ve petrol rezerv miktarları şöyledir: 

İran ve Rusya’nın da Hazar Denizi’ne yakın bölgeleri de dahil olmak üzere, Hazar bölgesinde 16 ila 32.5 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. 
Bu rakamın 15.6 ila 32.1 milyar varillik kısmı, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’a aittir. Bu rakamlarda bize Hazar bölgesinin ABD (22 milyar varil) ile Kuzey Denizi (17 milyar varil) sahalarından daha fazla petrol rezervine sahip olduğunu göstermektedir. 

Muhtemel ek petrol rezervlerinin miktarına bakarsak, bu rakam daha da yukarıya çıkmaktadır. Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan 
ve Özbekistan’ın 145 milyar varil ek petrol rezervine sahip olduğu görülmektedir. Rusya ve İran ise 1.7 milyar varil ek petrol rezervine 
sahiptir. Rakamları bir araya getirirsek, üç Orta Asya ve bir Kafkas Cumhuriyeti’nin Hazar bölgesindeki petrol rezervi, 161 ila 178 milyar 
varil civarındadır.1 

Bu rezervleri bugünkü uluslararası piyasa değerine göre parasal açıdan değerlendirirsek (1 varil = 20 dolar), bu devletlerin sahip olduğu 
petrol rezervi, 312 ila 642 milyar dolardır. Ek petrol rezervinin değeri ise 2 trilyon 900 milyar dolardır. Her iki rezervin toplam değeri de, 
3 trilyon 212 milyar ila 3 trilyon 542 milyar dolar civarındadır. 

Doğal gaz rezervlerine bakarsak, bölge devletleri, dünya devletlerinin her geçen gün artan doğaI gaz ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli rezerve sahiptir. Yine Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin verilerine göre, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan, mevcut 236 ila 337 trilyon cubic feet doğal gaz rezervine sahiptir. Bu ülkelerin 317 trilyon cubic feet ek doğaI gaz rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Böylece bu ülkeler toplam 553 ila 654 trilyon cubic feet doğal gaz rezervine sahiptir.2 

Bölgenin sahip olduğu yeraltı kaynaklarına dünya devletleri acilen ihtiyaç duymaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, 2015 yılında dünya genelinde ihtiyaç duyulan günlük petrol miktarı, 103 milyon varil civarındadır. Orta Asya bölgesine coğrafik açıdan oldukça yakın olan Asya devletlerinin günlük ihtiyacının 25 ila 28 milyon varil; Avrupa devletlerinin ise 15 ila 18 milyon varil olması tahmin edilmektedir. Bu rakamı, OPEC ülkelerinin tek başına karşılaması ise mümkün görünmemektedir.

2015 yılından itibaren Asya devletlerinin günlük petrol ihtiyacları ile Hazar havzasının mevcut ve ek petrol rezervlerini matematiksel olarak karşılaştırır  sak, karşımıza şöyle bir sonuç çıkmaktadır: 
Hazar havzası, mevcut ve ek petrol rezervleriyle, Asya devletlerinin 2015 yılından itibaren günlük petrol ihtiyacını tek başına 18 iIa 20 yıl boyunca karşılayabilmektedir. Avrupa devletlerinin ise 30 ila 33 yıllık petrol 
ihtiyacına cevap verebilmektedir. 

Doğal gaz açısından da durum benzerlik göstermektedir. Çünkü sanayi sektöründe ve konutlarda doğal gaz kullanımına ağırlık veriIdiği için, doğal gaza duyulan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Örneğin Türkiye’nin 2020 yılı itibarıyle doğal gaz ihtiyacı yıllık 78 ila 80 milyar metreküptür. 46 milyar metreküplük kısmı, imzalanan anIaşmalar ile bir nebze olsun garanti altına alınmıştır.4 Ancak geriye kalan 32 milyar metreküplük kısmın karşıIanması için yeni kaynakların acilen bulunması gerekmektedir. Avrupa Devletleri içinde durum aynıdır. 2020 yılında Avrupa Devletleri’nin yıllık doğal gaz ihtiyacı 456 milyar metreküp dolayındadır ve bu rakamın yüzde 55’lik kısmının ithal 
edilmesi gerekmektedir. Bu durumda Avrupa Devletleri, 2020 yılından itibaren artan oranlarda yıllık 251 milyar metreküp doğal gaz ihtiyacını dışarıdan karşılayacaktır.5 

Dünya devletlerinin petrol ve doğaI gaz ihtiyaçlarını yerinde tespit eden uluslararası petrol şirketleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, hiç vakit kaybetmeden harekete geçerek hayati derecede öneme sahip petrol ve doğal gaz boru hatlarının inşası işlemine girişmişlerdir. Yine Amerikan Enerji Enformasyon İdaresinin verilerine göre, petrol boru hatları için bu şirketlerin gerçekleştirmeye çalıştığı projelerin toplam tutarı 20,112 ila 23,812 milyar dolar civarındadır. 

Doğal Gaz boru hatları projelerinin değeri ise 16,890 ila 18,190 milyar doları bulmaktadır. Toplam değer ise 37 ila 42 milyar dolardır.6 

Bu rakamlar, Orta Asya ve Kafkas bölge kaynaklarının, dünya ekonomi ve enerji sektörleri açısından önemini ortaya koymaktadır. 

Ayrıca bölgenin diğer önemli noktaları da şunlardır: 

1-Bu kaynakları güvenli şekilde ve Rusya’nın kontrolü olmaksızın dünya piyasalarına sunabilen Batılı devletler, petrol ve doğal gaz konusunda hem Rus hem de Orta Doğu hakimiyetinden ve bağımlılığından kurtulacaktır. Ayrıca yeni arz nedeniyle petrol ve doğal gaz fiyatlarında belli bir düşüş yaşanabilir.7 

2-Mevcut kaynaklarını dünya piyasalarına sunarak belli bir zenginliğe ulaşan bölge devletleri, dünya devletleri için yeni Pazar anlamına gelmektedir. 

3-Eğer bölge devletleri ekonomik ve siyasi açıdan kendi egemenliklerini sağlamlaştırırsa, Rusya’nın bölge ve bölge kaynakları üzerindeki hakimiyeti tümüyle kırılacak ve Rusya’nın yeniden süper güç olması engellenebilecektir. Böylece bölge devletleri ile serbestçe ilişkiler kurulurken, yeniden soğuk savaş dönemine dönme ihtimali azalacaktır. 

2. 1997 Tarihli Amerikan Planı ve Hazar Merkezli Yeni Dünya Düzeni 

Bağımsızlığın ilk yıllarından 1997 tarihine kadar Amerika, bölge devletleri ile temkinli ilişkiler kurmayı ve petrol şirketlerinin çıkarlarını koruyacak dış politika izlemeyi tercih etti. ABD, bu dönemde, bölge devletlerini, otoriter rejim ile yönetilmekle ve insan haklarını ihlal etmekle suçladı ve hatta Azerbaycan’a ekonomik ambargo uyguladı.8 Ancak gerek bazı akademik çevrelerin baskıları ve gerekse uluslararası petrol şirketlerinin telkinleri neticesinde9 İkinci Bill Clinton yönetimi Orta Asya politikasını 1997 yılında radikal şekilde değiştirdi. 

Böylece Amerikan Yönetimi’nin yeni dış politikası dört temel prensip üzerine oturtuldu: 

1. Bölge devletlerinin demokratikleşme ve Pazar ekonomisine geçme süreçleri hızlandırılacak ve sağlamlaştırılacak. 
2. Hazar enerji kaynaklarının güvenliği sağlanacak. Bunun içinde Hazar Denizi enerji kaynakları, Rus kontrolü olmaksızın farklı güzergahlardan 
dünya piyasalarına serbestçe sunulması garanti altına alınacak. 
3. Bölgesel çatışmalar, barışcı yollarla çözüme kavuşturulacak ve bölge devletlerinin önce kendi aralarında daha sonra da diğer 
devletler ile entegrasyonu sağlanacak. 
4. Amerikan ve diğer ülkelerin şirketlerinin bölgedeki ticari faaliyetleri desteklenecek.10 

     Amerika’nın 1997 tarihli dış politika prensiplerini dikkatlice analiz ettiğimiz taktirde, aslında İkinci Clinton Yönetimi’nin Hazar merkezli yeni dünya düzeninin kurulmasını hedeflediğini görebiliriz. 

1997 tarihli Amerikan planının başarıya ulaşabilmesi için, öncelikle bölge kaynaklarının Rusya’nın kontrolü olmaksızın farklı güzergahlardan dünya piyasalarına ihraç edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle Amerikan yönetimi ısrarla iki projenin gerçekleşmesi için elinden gelen gayreti göstermektedir: Bakü-Ceyhan petrol ve Trans-Hazar doğal gaz boru hatları projeleri. Doğu-Batı istikametlerinden petrol ve doğal gaz kaynaklarının dünya piyasalarına sunulması neticesinde elde ettikleri gelirlerle, bölge devletleri Rusya’nın kontrolünden çıkacaktır. Aynı zamanda bu devletler, kendi ülkelerinde sosyal barışı sağlama imkanı da bulacaklardır. Bu devletler bir yandan demokratikleşme yönünde önemli adımlar atarken, öte yandan mevcut bölgesel sorunları barışcı yollarla çözeceklerdir. Örnegin, Dağlık-Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya meseleleri gibi. Mevcut bölgesel etnik sorunları aşabilen bölge devletleri, kendi aralarında, Rusya’dan veya diğer bir ifadeyle Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan farklı olarak bir ekonomik entegrasyon sürecine girecekler. Zaten boru hatları sayesinde bir nevi birbirine bağımlı hale gelen bu devletlerin, hem bölgesel çatışmaları barışcı yollarla çözmesi, hem de bölgesel ekonomik entegrasyona girmesi kolaylaşacaktır. 
Bu aşamayı da gerçekleştiren bölge devletleri, ekonomi, ticaret, enerji ve siyasi sahalarda diğer devletler ile ilişkilerini arttıracak ve "karşılıklı işbirliği" prensibi üzerine oturtulmuş yeni dünya düzeninin bir parçası olacaklardır. 

Bu nokta da Amerika, bölgede barışı daimi kılabilmek amacıyla, bölgesel çatışmalarda NATO ile birlikte ve/veya bölge devletleri ile ortaklaşa barışgücü operasyonlarına da dahil olmak istemektedir.11 

Böylece Soğuk Savaş sonrası dönemin ardından, işbirliği temellerine oturan ve tamamiyle ticari kuralların hakim olduğu yeni bir dünya düzeni oluşmuş olacaktır. 

Ayrıca, Amerikan yönetimi, Çin, Avrupa Birliği ve Rusya’yla da yakın ilişkiler içerisinde bulunarak, işbirliği çemberine, bu ülkeleri de dahil etmektedir. Zaten Amerikan yönetimi, Avrupa Birliği ile siyasi, ekonomi ve enerji alanlarında stratejik işbirliği anlaşmaları imzalarken, Çin ile de enerji sahasında işbirliği içine girmiştir.12 

Bu denklemde Amerika, Rusya’ya da bir rol biçmektedir. Amerikan yönetimine göre Rusya, demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçme süreçlerini tamamlamalı; ve diğer devletler ile işbirliği içine girmelidir. Hazar petrolleri konusunda her iki devletinde ticari anlamda "kazanan" durumda (win-win game) olabileceğini ifade eden Amerikan yönetimi, Orta Asya ve Kafkaslar’ın Rusya’nın arka bahçesi olduğu fikrini şiddetle red etmektedir. Bu nedenle Amerikan yönetimi, dünya ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan, demokrasiyi ve pazar ekonomisini benimsemiş ve Hazar kaynaklarının işletilmesi konusunda ticari düşünceye sahip bir Rusya istemektedir.13 

Bu noktada, Amerika’yı en çok tedirgin eden konuların başında, tüm dünyayı yıkıma sürükleyebilecek kapasiteye sahip Rus nükleer füzeleridir. Bu amaçla "karşılıklı güven ortamı" oluşturmak için, Amerikan yönetimi, Rusya’dan, ABM, START II, Kimyasal Silahları tehdit olmaktan çıkaran anlaşmaların bir an evvel imzalanmasını ve imzalanan anlaşmaların yürürlüğe konmasını istemektedir. Amerika’nın diğer endişesi ise bu silahların, Rusya’nın yeniden parçalanması halinde kontrol altına alınması mümkün olmayan devletlere yayılmasıdır. Son olarak Amerika, Rusya’nın bu silahları ve nükleer teknolojiyi başka ülkelere transfer etmesine karşıdır.14 

3. 1997 Amerikan Planı Çerçevesinde Türkiye’nin Önemi 

Türkiye, Amerikan planının gerçekleşmesi ve dolayısıyla Hazar merkezli yeni dünya düzeninin hayata geçirilmesi için anahtar ülke konumundadır. 

Çünkü öncelikle bu planın başarıya ulaşması için doğu-batı istikametinden bölge kaynaklarını sevkedecek boru hatlarının güvenli bir ülke sınırları içerisinden geçmesi gerekmektedir. Bu ülkede bugünkü şartlarda Türkiye’dir. Ancak bu sayede Amerika, kendi planının başarıya ulaşması için rahat nefes alabilecektir. Bu nedenle, Türkiye’nin 21. yüzyılda, "enerji merkezi" olması normal bir gelişmedir. 

Ayrıca demokratik, laik, insan haklarına saygılı, serbest pazar ekonomisini uygulayan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in dediği gibi İslamiyet ile diğer dinler arasında işbirliği ortamı kurmuş bir Türkiye,15 çok rahatlıkla bölge devletlerinin "model" olarak algılayabilecekleri bir devlet olabilir. Bu açıdan da Türkiye, Amerikan Stratejisi’nin birinci prensibi için de gereklidir. Çünkü Amerika bölgesel ve uluslararası çıkarları açısından, bölgede güçlenmesi muhtemel islami akımlardan endişe duymaktadır. Bu nedenle de bölge devletlerinin 
demokratikleşmesini istemektedir. 

Türkiye, Avrupa Birliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik Kalkınma Örgütü ve İslami Kalkınma Örgütü üyesi olarak, bölgesel devletlerle sıkı ekonomik işbirliği içinde bulunmaktadır ve bu örgütler aracılığıyla Türkiye bölge devletleri arasında "ekonomik entegrasyon’un" gerçekleşmesi için önemli adımlar atabilir ve attırabilir. 

Bölgesel çatışmaların barışcı yollarla çözümünde ve bu çözümlerin kalıcı hale gelmesinde Türkiye yine kilit ülke konumundadır. Çünkü Türkiye, gerek Balkanlar’da gerçekleştirilen güvenlik şemsiyesi benzeri oluşumların Kafkaslar’da ve Orta Asya’da gerçekleştirilmesi sürecine ve gerekse Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü ve NATO üyesi olarak oluşturulacak uluslararası operasyonlarda önemli görevler üstlenebilir. Ayrıca Türkiye, NATO güçlerine ve bölgeye yönelik uluslararası operasyonlara geo-stratejik konumundan ötürü hayati derecede önemli olan lojistik destek sağlayabilir. Son olarak, Türkiye, bölge devletleriyle kapsamlı askeri işbirliği içine girerek bu devletlerin kendi ordularını kurmada 
ve kendi subaylarını yetiştirmede de katkı sağlayabilir. 

Ticari açıdan Türkiye’nin stratejik konumuna bakarsak 1991 yılından bu yana Türk firmaları Orta Asya ve Kafkaslar’da önemli miktarlarda ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. Örneğin Türkmenistan’da Ahmet Çalık hem Türkmen pamuğunu işleyecek tekstil fabrikaları kurmakta, hemde Tekstil Bakan Yardımcılığı görevini sürdürmektedir. Koç Holding, Özbekistan’da ticari faaliyette bulunurken, Yimpaş Holding’te Türkmenistan’da dev alışveriş merkezi kurmuştur. Bu faaliyetlere benzer örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Kısacası dokuz yıl boyunca 
Orta Asya ve Kafkaslar’da önemli derecede ticari faaaliyette bulunan Türk firmaları yeterli tecrübeye sahiptir ve Batılı firmalar için ideal ortak konumda dırlar. Bu açıdan da Türk firmaları Batılı devletlerin sağlıklı şekilde bölge ekonomisine entegre olmasına yardımcı olabileceklerdir. 

Yukarıda saydığımız işbirliği sahalarından ötürü, Türkiye Amerika’nın planlarında önemli bir yer edinmektedir ve Amerikan yönetimi de Türkiye’nin bu imkanları kullanmasını istemektedir.16 

4. Türkiye’nin Amerikan Planı’na Bakışı ve Girişimleri 

Amerikan planının genel hatları ile Türkiye’nin şu anda yürüttüğü Orta Asya politikasında tam bir kesişme görünmektedir. Türkiye enerji konusunda bölge kaynaklarının kendi üzerinden güvenli şekilde Batı’ya ve kendi topraklarına akmasını isterken, içinde bulunduğu ekonomik dar boğazı aşabilmek için de bölge devletleri ile sıkı ekonomik işbirliği içine girmeyi arzulamaktadır. Tarihsel, kültürel, din ve dil açısından birlikteliğin bulunduğu bu devletler ile kapsamlı işbirliği içinde bulunmak isteyen Türkiye, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgesinde belli bir istikrarın yerleşmesini de arzulamaktadır.17 

Rusya konusunda ise Türkiye Batılı devletler ile aynı düşünceye sahiptir. Orta Asya ve Kafkaslar bölgesine Rusya’nın yeniden hakimiyet kurmasını istemeyen Türkiye, bu devletin parçalanmasına ve aynı zamanda yayılmacı emeller gütmesine de razı değildir. Yine de bu devletle ileride sıkı ekonomik ve ticari ilişkiler içinde bulunmayı arzulamaktadır.18 

Kısacası çakışan politikaları sebebiyle Türkiye, Amerikan Yönetimi’nin kendisine sunduğu rolü oynamaya hazırdır. Cumhurbaşkanı Süleymen Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in açıklamaları da bu tezimizi güçlendirmektedir.19 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

11 Ağustos 2018 Cumartesi

1 Mart 2003 IRAK Tezkeresi İntikamı Baykalmı., SORUNLU ORTAKLIK.., BÖLÜM 10


1 Mart 2003 IRAK Tezkeresi İntikamı Baykalmı., SORUNLU ORTAKLIK.., BÖLÜM  10

Türk-Ermeni Yakınlaşması

Ağustos 2008'de Rusya ve Gürcistan arasında beş günlük savaş başlatıldı Kafkasya'da yeni bir bölgesel dinamikler kümesi. Bir yandan
bölgedeki eski siyasi dengeyi parçaladı ve Rusya’yı güçlendirdi Kafkasya'da bir Ordnungsmacht [bölgesel hegemon] olarak rol. üzerinde öte yandan, Ankara için yeni zorluklar yarattı ve yeni bir kıvılcım yarattı Türk politikasında Kafkasya'ya yönelik aktivizmi güçlendirmek için tasarlandı bölgesel istikrar ve istikrarı bozan politik dinamikleri hafifletme Rus işgali tarafından serbest bırakıldı. Bu yeni aktivizmin en önemli tezahürü olmuştur.
Ankara’nın Erivan ile ilişkileri iyileştirme çabası. İle ilişkiler Ermenistan özellikle iki mesele ile gerilmiştir: 
(1) Ermenistan’ın kitlesel ölümler için Türkiye'yi soykırımdan suçluyor 1915'te Ermeniler ve 
(2) Ermenistan’ın işgali ve işgali Azerbaycan'da Dağlık Karabağ. Ermeni işgali sonrasında Ankara, sınırını Ermenistan ile kapattı ve çabalarını erteledi
Erivan ile diplomatik ilişkiler kurmak. İlişkiler kaldı Daha sonra esasen donmuş.

Ancak, Ağustos 2008’de Gürcistan’ın Rus işgalinden beri, Türkiye, Ermenistan ile ilişkileri geliştirmek için çabalarını yoğunlaştırdı.
Bu çaba, Cumhurbaşkanı Gül'ün tarihi tarafından önemli bir ivme kazandı. Eylül 2008'de Erivan'a bir futbol maçına katılmak için Türkiye ve Ermenistan. Gül’ün ziyareti Ermenistan’a yapılan ilk ziyaretti. bir Türk devlet başkanı ve yoğun bir diplomasi turu başlattı ikili ilişkileri normalleştirmeyi amaçladı.

22 Nisan 2009'da, bir yıldan fazla perde arkasından diplomatik görüşmeler, Türkiye ve Ermenistan ortak bir açıklama yayınladılar iki tarafın normalleşmek 
için bir yol haritası için bir çerçeve üzerinde anlaşmış olduğu ilişkiler. Yol haritasının içeriği kamuya açık olmasa da açıklandı, 
(1) Diplomatik kurulmasını içerdiğine inanılıyor Her ülkede temsil, 
(2) Türklerin kademeli olarak yeniden açılması Ermenistan sınırı, 
(3) Türkiye'nin uluslararası alanda tanınması sınırları ve 
(4) Araştırmak için tarihi bir komisyon kurulması 1915.7 tartışmalı olaylar Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi birkaç tane olurdu.

Önemli Faydalar: 

Birincisi, Ermenistan'ın Moskova'ya ekonomik ve politik bağımlılık. 
İkincisi, o verir Türkiye'nin AB üyelik hedefine yeni bir ivme kazandırdı. 
Üçüncü olarak, Ermenistan bölgesel ekonomik ve enerji planlarına entegre edilecek şu anda hariç tutulmaktadır. Sonunda, basıncı etkisiz hale getirecekti
Ermeni Soykırımı Kararını şu andan önce geçmek Temsilciler Meclisi (sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak tartışılan bir konu) Bununla birlikte, Ermenistan ile ilişkilerin normalleşmesi bir yapılan anlaşma. Türkiye ile Ermenistan arasındaki artan yakınlaşma, Türkiye'nin  Azerbaycan'la ilişkilerinde ciddi gerilimlere neden olmuştur. Bakü Ermenistan ile müzakerelerde önemli bir güç kaybına uğrayacağından korkuyor Ankara'nın diplomatik bağları yeniden kurması halinde Dağlık Karabağ üzerinden Erivan ve Türk-Ermeni yakınlaşması için desteğini bir araya getirdi. Dağlık Karabağ yerleşimine doğru ilerlemek 8

Azerbaycan'ın endişelerini gidermek amacıyla Ankara güvence verdi. Türk-Ermenistan sınırının Erivan'a kadar açılmayacağı Bakü birliklerini Dağlık Karabağ'dan geri çekiyor.9 Ankara görüyor Sınırın açılması ve Dağlık Karabağ'da paralel ilerlemesi ve karşılıklı olarak  güçlendirici süreçler. Aslında, uygulamanın hızı Türk-Ermenistan yol haritasına bağlandı Dağlık Karabağ sorununun çözümüne ilişkin ilerleme.  Bu muhtemelen Türk-Ermeni’nin normalleşme sürecini karmaşıklaştırmak ilişkiler.

Rusya da tam normalleşmeye engel teşkil edebilir. Türk-Ermeni ilişkileri. Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi Erivan’ın Moskova’ya olan desteğini 
azaltacak ve açılacak Ermenistan'ın Batı ile olan bağlarını genişletme umutları.  Böyle bir gelişme Rusya’nın çıkarında değil çünkü Moskova’nın kaldıracını 
azaltacak Erivan ve Kafkasya'daki nüfuzu daha geniş. Böylece, Bir noktada Moskova yakınlaşmanın gerekli olduğuna karar verebilirdi. Kafkasya'daki 
çıkarları için çok fazla risk var ve Yerevan'ın Türk-Ermeni uzlaşması sürecine girmesi soğumaya veya alçalmaya. Ayrıca uzlaşma süreci iç muhalefetle 
karşı karşıyadır. Hem Türkiye hem de Ermenistan'da. Türk muhalefet partileri ve baskı gruplar Türk-Ermeni’nin açılmasına itiraz ettiler Dağlık bir çözüme doğru ilerlemeden sınır Karabağ sorunu. Onlar da Erdoğan hükümetini Azerbaycan'ın çıkarlarını ihmal etme suçlamasıyla suçladılar. 
22 Nisan anlaşması geldi Ermenistan'daki milliyetçi kuvvetlerden de şiddetle eleştirildi. Kamuoyu anketleri, nüfusun yarısından fazlasının olduğunu 
göstermektedir. anlaşmaya karşı çıkıyor.

Yakınlaşmaya Eklem ile yeni bir ivme kazandırıldı.

31 Ağustos 2009’da Türkiye’nin ve Ermenistan’ın iki protokol başlattı.11 diplomatik ilişkiler, iki taraf diplomatik kurmaya söz verdi.
ilk ayın ilk gününde, Protokolü onaylamak ve iki ay içinde sınırını açmak protokol. İkili gelişimin ikinci protokolünde diplomatik ile aynı anda 
yürürlüğe girmesi planlanan ilişkiler Açılış, iki tarafın işbirliğini ilerletme sözü verdi.

Turizmden enerji altyapısına kadar çeşitli alanlar. Protokoller ayrıca iki tarafı da “tarihsel” üzerine diyalog kurma taahhüdünde bulundular.
boyut ”- üzerinde duygusal olarak yüklü anlaşmazlık için kod kelimesi azalan günlerde 1.5 milyona kadar Ermeni ölümü I. Dünya Savaşı'nın sonunda Osmanlı 
imparatorluğu Anlaşma mutabakat sürecinde önemli bir adımdır Türkiye ile Ermenistan arasında. Bu işlem büyük olasılıkla zaman ve özellikle dikkatle, 
dikkatle yönetilmelidir Türkiye'nin Azerbaycan ile ilişkileri üzerinde etkisi. Ancak, adımlar Ortak açıklama tamamen uygulandı, önemli olabilirdi Türkiye ve Ermenistan arasındaki ikili ilişkiler için sonuçlar aynı zamanda Kafkasya’daki geniş siyasi dinamikler için olduğu kadar Türkiye'nin AB ile ilişkileri.

Ermeni Soykırımı Çözümü

   Türk-Ermeni yakınlaşması süreci daha da karmaşık ABD Kongresi'nde Ermeni soykırımı sorunuyla. Ermeni Amerika Birleşik Devletleri'ndeki diaspora 
düzenli olarak bir karar vermeye çalışıyor yüz binlerce Ermeni'nin ölümüne Türkiye'yi kınamak 1915'te. Bu kararlar sert bir şekilde mahk condm edildi.
Türkler ve Türk-Türk ilişkilerinde ciddi bir uyumsuzluk kaynağı olmuştur.

Bush yönetimi, 2007 sonbaharında ciddi bir şekilde ciddi bir şekilde önlendi. Ankara ile sadece son dakika, hepsi bir arada lobi kampanyasıyla
Ermeni Soykırımı Kararının (H. 106) gelmesini engelledi ABD Temsilciler Meclisi'nin zemine oy vermek. Karar, 2009 yılında tekrar tanıtıldı.
ABD başkanlık kampanyasında Obama kararı destekledi Hillary Clinton). Ancak başkan olarak Obama'ya öncelik vermiştir.
Türkiye'ye bağları güçlendirmek. Nisan 2009'da Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında, Ankara'yı tarihi konulara eğilmek için ciddi bir çaba göstermeye teşvik etti 1915 olaylarını çevreleyen sorunlar, ama dikkatle kaçınıyordu Ermeni Hatırlama hakkındaki ifadesinde soykırımla ilgili özel bir referans 24 Nisan 2009 günü.  Bu, onun desteklemeyeceğini gösteriyor. Yakın vadede kararın geçişi. Bir soykırım kararının geçmesi, Obama yönetiminin ABD-Türkiye ilişkilerini daha sıkı  bir hale getirme çabaları ayaklanması ve Türkleri misilleme eylemi yapmaya davet edebilir, potansiyel olarak, ABD’nin Türk tesislerini kullanması konusunda 
kısıtlamalar getiriyor.
Türk-Ermeni uzlaşması sürecini de ciddi bir şekilde yeniden kurabilir şu anda devam ediyor ve daha açık tavrı zayıflatıyor Ortaya çıkan Ermeni meselesini 
ele alma yönünde Son birkaç yılda Türkiye 12

Geniş Bölgesel Boyut

Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri ilerletme hareketi bir parçasıydı. Kafkasya'da barışı ve istikrarı artırmak için Ankara'nın daha geniş çabaları bölgesel düzeyde. Bu çabanın merkezi, Erdoğan oldu Hükümetin Kafkas İstikrarı ve İşbirliği Platformu için girişimi. Rus işgalinin hemen ardından başlatıldı Gürcistan, platform bölgesel işbirliğini geliştirmek için tasarlanmıştır Rusya, Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan arasında. Ancak, inisiyatif birlikte 
tokatlanmış görünüyor Batılı müttefikler ile koordine etmek için az çaba harcayarak hızlı bir şekilde. Üstelik, sınırlama getirmesi muhtemel bir dizi zayıflığa  sahiptir. Başarı şansı. İlk olarak, bir Rus askeri işgali yaşadı, Gürcistan'ın bölgesel bir plana katılma konusunda çok az ilgisi var. Rusya’nın Kafkasya’daki  ekonomik ve  politik katılımını arttırmak. Azerbaycan ve Ermenistan arasında çözülmemiş toprak çatışması Dağlık Karabağ üzerinden ikinci önemli bir engel  teşkil ediyor.
Planın gerçekleştirilmesi. Çözümlemeye doğru önemli bir ilerleme kaydedilene kadar Bu konu, Azerbaycan'ın işbirliğine çok fazla ilgi göstermemesi muhtemel
Ermenistan ile Rusya’nın Gürcü ayrılık bağımsızlığını tanıması Abhazya ve Güney Osetya bölgeleri üçüncü önemli Girişimin başarısını sınırlayan engel. Rus
eylem bölgedeki az sayıda ülkenin ayrılıkçılık için bir örnek oluşturuyor meşrulaştırmak için istekli. Bu Türkiye için özellikle doğrudur çünkü Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlığının tanınması Türkiye'deki Kürt ayrılıkçılığını teşvik etmek ve meşrulaştırmak. Dördüncüsü, inisiyatif ABD'yi, AB'yi içermiyor.
ya da İran, hepsi Kafkasya'da önemli aktörler. Bu aktörler Girişimin başlatılmasından önce istişar edilmiş görünmüyorsa, ve inisiyatif için destekleri en  iyilik olmuştur. Bu nedenle, Girişimin çok acil bir başarı ile karşılaşması muhtemel görünmüyor. Ancak, Türk makamları bunu ek bir araç olarak görüyor
Ermenistan’ı meşgul etmek için uzun vadede bölgesel işbirliği.

Rusya ve Avrasya Enerji Boyutu

Kafkasya'da Türk politikasını yönlendiren enerji önemli bir faktördür. ve Hazar bölgesi. Gürcistan ve Rusların Rus işgali 2009'un başlarında Ukrayna'daki 
gaz anlaşmazlığı ihtiyacın altını çizdi Avrupa için tedarikçilerini çeşitlendirerek enerji güvenliğini artırıyor ve AB içinde artan ilgiye katkıda bulundu.
Hazar gazını Avrupa'ya Avrupa'ya ulaştıracak Nabucco projesi Türkiye'den Romanya, Macaristan üzerinden geçecek boru hattı ve Avusturya (bkz. Şekil 5.1).

Ancak Nabucco projesi, bir dizi engelle karşı karşıya. yaşayabilirliği hakkında sorular sordu. En ciddi sorun Boru hattını ticari olarak uygulanabilir kılmak için 
yeterli gazı bulmak. için tarih, sadece Azerbaycan boru hattına gaz tedarik etmeyi taahhüt etmiştir.

Ancak Bakü, boru hattının kapasitesinin sadece bir kısmını karşılayabilir. Olmak Ticari olarak uygun olan Nabucco, diğer tedarikçileri bulmaya ihtiyaç duyuyor
31 bcm yıllık taşıma kapasitesine katkıda bulunuyor. Şekil 5.1

HARİTA EKLE
Nabucco Boru Hattı




KAYNAK: Sémhur, Atelier Graphique, GNU Özgür Belgeleme Lisansı. RAND MG899-5.1

Bazı AB yetkilileri, İran'ın bazı eksiklikleri telafi edebileceğini ileri sürüyor. Bununla birlikte, bu seçenek, ABD ve AB'nin İran'ın nükleer programı üzerindeki 
bir karşıtlık karşısında kilitli kaldığı sürece, bir nonstarter. İran’ın nükleer politikasında bir değişiklik olmadığı sürece ABD’nin yetkilileri İran’ı Nabucco’nun 
tedarikçisi olarak kabul ettiler. Türkmenistan bir başka potansiyel tedarikçidir. Şu anda, Rusya'nın Türkmenistan'dan yaptığı gaz ihracatında tekel var. 
Ancak, Türkmenistan Gazprom ile bir fiyat anlaşmazlığında kilitlendi ve ihracatını çeşitlendirmek istiyor. Türkmenistan'daki yeni rezervlerin son keşfi, ikinci 
yarısında Bu on yıl içinde Türkmenistan, gazının bir kısmını Nabucco boru hattıyla göndererek mevcut düşüşü azaltmaya yardımcı oldu. Irak ve Katar da 
olası tedarikçiler. 
Rusya, 2009'dan itibaren Azerbaycan'ın tüm ihracat hacimlerini satın almayı önererek Nabucco projesinin gerçekleştirilmesini engellemeye çalıştı. 
Şimdiye kadar Bakü, Moskova’nın teklifini reddetti çünkü Azerbaycan’ın Batı ile enerji ortaklığını zayıflatacak ve ulusal bağımsızlığını ciddi ölçüde kısıtlayacaktı. 
Ancak Bakü, seçeneklerini açık tutuyor gibi görünüyor. Mart 2009 sonunda, Devlet Petrolü Azerbaycan Şirketi, geliştirme için Gazprom ile bir Mutabakat 
Zaptı imzaladı Doğal gaz ile ilgili işbirliğinin geliştirilmesi.13 MOU, Moskova ile ciddi bir işbirliği genişlemesine yol açıyorsa, Bakü, 2010 yılına kadar Rusya 
üzerinden doğalgazın büyük bir kısmının nakliyesine başlayabilir. Bu, Nabucco'nun yaşayabilirliğine ve Türkiye'nin, Hazar gazının Avrupa'ya ihracatı için  önemli transit güzergah. Moskova, Nabucco’ya benzeyen ve aynı ülke grubunu hedef alacak bir yol boyunca ilerleyecek Güney Akımı boru hattının inşasını  önererek Nabucco’yu da alt etmeye çalıştı. Güney Akımı boru hattı, Güneydoğu Avrupa'daki doğalgaz piyasasını sele edecek ve Nabucco'nun arkasındaki  bankacıların AB destekli projeyi finanse etmeye çalıştığı müşterileri kilitleyecek. İçinde  ek olarak, Rusya petrol ve doğal gaz boru hatlarının kontrolünü  ele geçirmeye çalıştı. AB topraklarında rafineriler.14

Nabucco ayrıca iç çatışmaların içinde AB, projeyi finanse etmek için. Budapeşte'de üst düzey bir toplantıda 26-27 Ocak 2009 tarihlerinde Avrupa Komisyonu  ve AB tarafından finanse edildi ödünç veren kurumlar Nabucco'yu destekleme planlarını açıkladı. Ancak, Mart 2009 başında Brüksel'deki gayri resmi bir zirvede, Almanya Başbakanı Angela Merkel Nabucco için AB finansmanını engelledi Proje için yeterli sayıda özel kredi sağlandığı gerekçesiyle.
Nabucco için bazı fonlar daha sonra geri yüklendi, ancak belli değil. Mevcut küresel ekonomik krizin tam etkisi hissedilmeye başlıyor, AB, projeyi finanse etmek için yeterli kaynak bulacaktır.

Türkiye'nin eylemleri de projedeki gecikmelere katkıda bulundu. Türkiye, transit konusunu bir kaldıraç aracı olarak kullanmaya çalıştı.
AB ile daha geniş bir ilişki. Ankara hak talebinde bulundu Türkiye'den geçecek olan transit gazın yüzde 15'ini satın alın Avrupa'ya giden yol. 
Bu “kaldırma” kısmı daha sonra yeniden satılabilir veya kullanılabilir iç tüketim Türkiye de daha yüksek vergi talep etti ve Diğer konsorsiyum üyelerine göre transit ücretleri.

Ancak Nabucco’nun umutları birkaç kişi tarafından desteklendi. gelişmeler. 13 Temmuz 2009, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya, Türkiye ile 
hükümetler arası geçiş anlaşması imzaladı. Anlaşmanın Nabucco'ya yeni ivme kazandıracağı ve artıracağı bekleniyor tedarikçiler ile güvenilirliği. 

Buna ek olarak, Irak Arzını teklif etti Nabucco için ihtiyaç duyulan 31 bcm gazın yaklaşık yarısı kadar 15 bcm gaz tam kapasitede faaliyet göstermektedir.17 
Türkmenistan da bazı gemileri sevk etmeyi teklif etti Nabucco üzerinden gazını ikinci aşamada. Ayrıca, düşen emtia ve çelik fiyatları boru hattının inşa edilmesinin tahmini maliyetini azalttı, Projenin gerekli gördüğü umutları arttırmak finansman. Türkiye, Nabucco'nun en büyük faydalanıcılarından biri olmaya adaydır. sonunda inşa edildi. Boru hattı, Türkiye'nin rolünü önemli olarak artıracaktır.
bölgesel aktör ve Türkiye’yi Avrupa'nın çabalarında anahtar bir enerji bağımsızlığına kavuşur. Türkiye'nin genişlemesini sağlayacak
İran ve Irak başta olmak üzere yakın komşularıyla olan etkisi.

Önemli ekonomik faydalar da olacak. Önemli bir geçiş olarak boru hattının yarısından fazlası Türk topraklarında olacak Türkiye vergi gelirlerinin yüzde 60'ını alacak. Boru hattı da Altyapı yatırımını çekmesi ve yeni işler yaratması bekleniyor.

Ancak Nabucco bitmiş bir anlaşma değil. Irak ve Türkmenistan'dan teklifler Nabucco üzerinden gaza gönderilecekse, uygulanacaksa uzun süre
tedarik problemini çözme yolu. Ancak, birçok enerji uzmanı Irak’ın Irak’ın güvenilir bir tedarikçi olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusu KBY ile enerji kaynaklarını ve gelirini paylaşma konusunda anlaşmazlıklar. Eğer KBY ve Bağdat'taki merkezi hükümet arasındaki gerginlik Artan, Maliki hükümeti iyi yapmak zor bulabilir Nabucco üzerinden taşımayı teklif ettiği 15 bcm'lik gazı tedarik etme teklifini verdi.
Türkmenistan da güvenilir bir tedarikçiden uzak ve gelebilir Nabucco'ya gaz tedarik etmemek için güçlü bir Rus baskısı altında. Yine de, bazı belirsizlikler ve engeller kalsa da, Nabucco'nun nihayetinde inşa edileceği beklentileri önemli ölçüde arttı gelişmiş. 
Proje imza ile yeni bir ivme kazandı 13 Temmuz 2009, hükümetler arası anlaşma ve güçlü hem Brüksel'de hem de Washington'da siyasi destek. 
Ve Rusya’nın Güney’in çoğunu terk eden Ukrayna’ya gaz kesme kararı ve Doğu Avrupa, haftalarca gazsız bir acı kışla karşı karşıya gelecek azaltmak için birçok Avrupa milletinin kararlılığını güçlendirdi 

Bu ekler Artan önemli bir yeni politik psikolojik boyut Nabucco'nun sonunda inşa edilme şansı. Aynı zamanda Türkiye, işbirliğine kapıyı açık tuttu Rusya ile. Erdoğan tarafından imzalanan enerji anlaşmaları seti ve Putin’in 6 Ağustos 2009’da Ankara’ya yaptığı ziyarette Putin’in Moskova’nın desteklediği Rusya’nın desteklediği Güney Akım boru hattına Nabucco'ya alternatif olarak terfi ettiler ve büyümeyi güçlendirdiler Rusya ve Türkiye arasındaki ekonomik ve siyasi bağlar son on yılda gelişti. Güney Akımı boru hattı izin verecek Rusya, Rusya enerjisinin yüzde 80'ini  Ukrayna üzerinden atlatacak şu anda Avrupa'ya ihracat yapıyor ve böylece Ukrayna’nın Avrupa'ya Rus enerji kaynaklarını kesti.

Ancak Güney Akımı bir dizi büyük lojistik ve finans ile karşı karşıya. inşaat ve ticari canlılığını yüksek yapan engeller belirsiz. Doğal gazın Rus'dan  taşınması gerekiyor Novorossiysk'in Karadeniz limanı, 560 mil boru hattının altında Karadeniz ve daha sonra karaya uzun mesafeler taşınmalıdır.
İtalya ve Avusturya'ya varmak. Bu kadar geniş bir boru hattının inşa edilmesi hiç bir anlamı yok . 
Ayrıca, inşaat için fatura kimin ayağa kalkacağı belli değil 10 milyar dolar - 30 milyar dolara mal olduğu tahmin edilen boru hattının. 
Bu büyük bir miktardır ve harcama Rusya’nın enerjisinin geldiği bir zamanda gelir. sanayi küresel ekonomik krizden çok zarar gördü. Böylece Güney
Akışın uzun dönüm boyunca yaşayabilirliği açık bir sorudur.

Bununla birlikte, 6 Ağustos 2009’un imzalanması, Moskova, hem giderek artan önemli stratejik rolün altını çiziyor Türkiye, Avrupa ve Avrasya'da  geçiş rotası olarak oynamaya başladı enerji planları ve Türkiye'nin büyüyen ekonomik bağlarının önemi Rusya'ya. Bu bağlar yakın izleme gerektirir. 
Artsalar da Türkiye'nin bölgesel bir aktör olarak stratejik önemi, onlar da Ankara'ya veriyorlar Moskova ile iyi siyasi ilişkileri sürdürme konusunda güçlü bir pay.  Bu bir narin dengeleme eylemi ve Batı'nın ilişkilerinde bir gerileme varsa Rusya ile sürdürmek gittikçe zorlaşabilir.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Kapsamlı bir tartışma için bkz. F. Stephen Larrabee ve Ian O. Lesser, Turkish Belirsizlik Çağında Dış Politika, Santa Monica, Kaliforniya: RAND Corporation,
   MR-1612-CMEPP, 2003, sayfa 99–126.
2 Ayrıntılı bir tartışma için bkz. Suat Kınıklıoğlu, “Türk-Rus İlişkilerinin Anatomisi” Insight Türkiye, Vol. 8, No. 2, Nisan-Haziran 2006.
3 Bkz. Genel Tuncer Kilınç, Savaş Akademisi'nde konuşma, 7 Mart 2002, İstanbul. Konuşmayı yapan Kilınç, Türk Milli Güvenlik Konseyi sekreteri oldu.
4 Burak Bekdil, “Ankara'da Bulunmayan Bir Saldırı” Haberler (İstanbul), 8 Haziran 2007.
5 Ian O. Lesser, “Gürcistan'dan Sonra: Türkiye’nin Yükselen Dış Politikası İkilemleri” Türkiye’de Amerika Birleşik Devletleri Alman Marshall Fonu, 
   26 Ağustos 2008a, s. 2.
6 Tuğba Tekerek, “Kriz Rusya'da Türk Projelerine Hükmediyor”, Turkish Daily News (İstanbul), 18–19 Ekim 2008
7 Ortak bildirinin yayınlanma zamanlaması - kutlamadan iki gün önce Ermeni Anma Günü, ABD başkanının geleneksel olarak bir açıklama yaptığı bir gün
   1915'te öldürülen Ermenilerin kitlesel ölümlerini anmak, Ortak açıklama, öncelikle Obama’daki “soykırım” kelimesinin kullanılmasını önlemek için tasarlandı.
   Obama’nın 6-8 Nisan’da Türkiye’ye yaptığı yolculuktan önce soykırım meselesini açıklama ve erteleme, 2009.
8 Emrullah Uslu, “Ankara-Yerevan Rapprochement Strains Turkey’s Relations with Azerbaijan,” Eurasia Daily Monitor, Vol. 6, No. 68, April 9, 2009 b. 
   See also Barçin Yinanc, “Outreach to Armenia Prompts Azeri Threat,” Hürriyet Daily News and Economic Review (Istanbul), April 2, 2009.
9 Emrullah Uslu, “Erdogan Reassures Azerbaijan on Turkey’s Border Policy with Armenia,” Eurasia Daily Monitor, Vol. 6, No. 93, May 14, 2009 d.
10 Ayrıntılı bilgi için bkz. "Türkiye sorunu Ermenistan'ı böldü", 13 Mayıs'ta Neue Zürcher Zeitung, 2009 yılında.
11 "Ermeniler ve Türkler Soykırıma Gittiler", Uluslararası Herald Tribünü, Eylül 1, 2009.
12  2008'in sonunda, önde gelen Türk aydınlar, akademisyenler ve gazetecilerden oluşan bir grup. İnternette dolaşmaya Ermenilere duydukları yakınlığı ifade 
eden açık bir mektup başladı 1915'te öldürüldü ve Türk vatandaşlarını toplu ölümlerden dolayı özür dilemeye çağırdı. Türkiye ayrıca söz konusu döneme 
ait Osmanlı arşivlerini alimlere de açtı olayları daha iyi anlayabilmeleri ve değerlendirebilmeleri için (yabancı Türkçenin yanı sıra) 1915. 2009 yılından 
itibaren Türk üniversitelerinde Ermeni dili ve edebiyatı öğretilecek. Bkz. Şaban Kardaş, “Türkiye Tarihinde İtiraz Edilen Bir Dönemle Karşılaşıyor”, 
Avrasya Günlük Monitör, Vol. 5, No. 240, 17 Aralık 2008.
13 Stephen Blank, “Azerbaycan: Rusya, Hazar Enerjisi Üzerindeki Tutkusundan Giderek Artırılıyor”, Avrasya Insight, Eurasianet.org, 30 Mart 2009. 
Ayrıca bkz. Roman Kupchinsky, ek olarak, Rusya petrol ve doğal gaz boru hatlarının kontrolünü ele geçirmeye çalıştı. AB topraklarında rafineriler.14
“Azerbaycan ve Rusya Mürekkep Geçici Gaz Anlaşması”, Avrasya Daily Monitor, Vol. 6, 62, 1 Nisan 2009.
14 Mart 2009 sonunda Kremlin kontrollü Surgut Neftegaz en büyüğü oldu MOL Macar Petrol ve Gaz Şirketi'nde hissedar. MOL en verimli
Orta Avrupa'daki rafineriler ve Hırvatistan'ın doğalgaz ve petrol şirketindeki baskın paydaş İÇİNDE. Aynı zamanda Nabucco projesinde bir ortaktır. 
Böylece MOL'un kontrolü Rusya, Avrupa enerji piyasasını etkilemek için önemli bir araç. Nabucco. Bkz. Vladimir Socor, “Rusya’nın Macaristan’daki Stratejik 
Etkileri MOL, ”Eurasia Daily Monitor, Vol. 6, No. 77, 22 Nisan 2009 b.
15 Vladimir Socor, “Başbakan Merkel Nein'i Nabucco'ya,” dedi Avrasya Daily Monitor, Vol. 6, No. 45, 9 Mart 2009a. Ayrıca bkz. “AB Boru Hattında Nabucco 
Projesi”, Hürriyet Günlük Haberler ve Ekonomik İnceleme (İstanbul), 18 Mart 2009.
16 Sabrina Tavernise ve Sebnem Arsu, “Türkiye'den Gaz Boru Hattı Desteği Kazanıyor Avrupa, ”New York Times, 14 Temmuz 2009.
17 Delphine Strauss ve Ed Cooks, “Irak Nabucco için Yarım Gaz İhtiyacı Sağlıyor,” Financial Times (Londra), 13 Temmuz 2009.

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7



Mesut Yılmaz'a Göre, İstenenler Atla Deve Değil!

KOB ile ilgili en ilginç değerlendirmeyi ise ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 14 Kasım 2000 tarihinde partisinin TBMM Grup Toplantısında yaptı. Yılmaz, "KOB'da yerine getirilemeyecek, kesinlikle reddedilecek bir unsur bulunmadığını, istenenlerin atla deve" olmadığını söyledi. Yılmaz'ın, AB'ye bakış açısını göstermesi bakımından önemli olan bu konuşma özetle şöyledir: 

"KOB ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye'nin AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12 ülkenin hepsinden, hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Aramızdaki hukukî ilişkinin 40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.

1963'te Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk ekonomisi AB ile rekabete hazırlanmıştır. ANAP'ın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987'de Türkiye AB'ye tam üyelik için başvuruda bulunmuştur. 

1987'de, o zamanki ANAP Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik başvurusu üzerine, AB, Türkiye'nin durumunu incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında Türkiye'nin AB standartlarına, değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.

1989'da bize verilen bu cevap olumsuz, AB ile ilişkilerimizi bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990'da, bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla birlikte, o zamana kadar Doğu Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır ve kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunmak olmuştur. Böylece, 1989'dan sonra, 1990, 1991 yıllarında AB, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o tarihten itibaren AB'ye yeni üye olacak ülkelere hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde hangi kriterlerin aranacağını tesbit etmiştir. Bu, 1993'te Kopenhag'da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, AB, kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag Kriterleri dediğimiz, bu ölçülere göre değerlendirmektedir. 

1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş; ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu, Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra, hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik. Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, AB ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa'yı Türkiye meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki'de Türkiye'nin aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını kabul etmiştir."

Yılmaz, bu konuşmasında AB'nin Türkiye'ye ayırımcılık yaptığını kabul etmiştir. Yılmaz, Helsinki'de Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda görüldüğünü söylese de, bunun böyle olmadığı, ayırımcılığın sonraki karar ve uygulamalarda devam ettiği görülecektir. Ayrıca, Lüksemburg ile Helsinki'deki talepler arasında hiçbir fark olmadığı hatırlandığında, sadece "şartlı adaylık" ilanı karşılığında sözkonusu talepleri kabul etmiş oluyorduk. AB çevrelerinde, Türkiye'nin bu şartları nasılsa yerine getiremeyeceği inancı ile adaylık statüsünün verildiği değerlendirmelerinin yapıldığını açıkça söyleyen de Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Şimdi, Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü etkileyeceğini ifade etmişlerdir. 
Tabiî ki bunların arkasında, bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer 27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına yakınının Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede, Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle AB açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve Helsinki'den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim, Helsinki'de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır. Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta AB kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, AB'de yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 70'i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır; ama, aslında AB ülkelerinin halkları, genişlemeye de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50'den fazla bir kamuoyu desteği söz konusu değildir. 

Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye, şu anda aday olup da AB ile tam üyelik müzakeresi yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız için, kısa vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi, Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman, tabiî ki bunda AB'de demin söylediğim Türkiye'ye karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır.

Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır.
Şu anda Avrupa Birliği, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir." 
Yılmaz, burada AB'nin ileriye yönelik olarak Türkiye'nin önünü kesmeye devam edeceğini itiraf etmektedir. Bu da AB'nin duruma göre karar ve kriter değiştirebildiğine, Yılmaz'ın ağzından bir örnektir. Bu ilginç konuşmanın devamında şunlar vardır: 

"Şimdi, Türkiye açısından bakıldığında, KOB'da, bizim yerine getiremeyeceğimiz, kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir. Ama, bizi rahatsız eden iki tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir, ikincisi de malî işbirliği ile ilgilidir. Kıbrıs ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye ile ilgili olarak bir ifade kullanılmıştır. Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, "Türkiye'nin Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî diyaloga güçlü biçimde destek olacağı" ifadesidir. Bu, Helsinki'de yer almıştır; ama, Helsinki'de bu ifade yer aldığı zaman, Sayın Başbakan, bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı, yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır. Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir. Yani, "Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir" şeklinde bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla örtüşmektedir.

Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesi-nde ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle Helsinki'deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu, Yunanistan'ın baskısıyla olmuştur.
 Bu durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki ihtimal vardı: Birincisi, AB'nin Helsinki'den bu yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek, bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki'de bize AB tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin hiçbir şekilde bizim AB ilişkilerimizde bir unsur olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin tümünü kabul etmek.
Bakanlar Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulu'nun açıklamasında, hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan "Acaba Hükümet buna evet mi dedi, hayır mı dedi" tartışmaları bir anlamda abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki'de bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen bir tutumdur." 
Helsinki Zirvesi sebebiyle yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Kıbrıs'la ilgili endişelerimi dile getirirken kafasını "yanlış" anlamında sallayan Yılmaz'ın, 1 sene sonra gelen bu şikâyeti anlamlıdır. Yılmaz, Lipponen'in hukuken geçersiz mektubunun yazılı bir teyit olduğundan bahsediyor ama bizim neden yazılı bir belge sunmadığımızı söylemiyor. Yılmaz'ın açıklamalarına devam edelim: 

"Niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18'inde Avrupa Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha sonra da Aralık ayının -sanıyorum- 9'unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir. Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır. Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oy çoğunluğu ile bu belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici bir belge olmazsa, engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir. 
Yunanistan'ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan'a, bize göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre, tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. 
İleride bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani, 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğinin kabulü sırasında Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki: "Yunanistan'ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir." Ama, buna rağmen görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır, hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur. Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir. 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı sıfatıyla yazılmış, bir anlamda AB müktesebatının bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir." 
Yılmaz'ın bu itirafı gerçekten dehşet vericidir. Hakkımız olan ama bugüne kadar alamadığımız, bundan sonra da alamayacağımız malî yardımlar için Yunanistan'a, hem de Kıbrıs konusunda taviz verildiğini açıkça itiraf etmektedir. Geçmişte nasıl aldatıldığımızı örnekleri ile anlatan ancak bu kez elimizde sözlü değil, yazılı güvence olduğunu belirten Yılmaz, Lipponen'in hukukî hiçbir bağlayıcılığı olmayan mektubuna sığınmaktadır. Ancak Yılmaz'ın, hemen bir sonraki cümlesinde AB'nin sözünü nasıl tutmadığını anlatması, verilen tavizin vehametini daha da arttırmaktadır. Özrü kabahatinden büyük deyimi Yılmaz'ın mantığını anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu aldatılmışlıkla, Kıbrıs ikinci kez taviz olarak veriliyordu. Gümrük Birliği uğruna Rum kesimi ile görüşmelere başlanmasına göz yumulmasından sonra, bu kez de sadece "sanal adaylığımızın" ilanı için Kıbrıs konusu bir kez daha AB'nin ellerine teslim ediliyordu. Yılmaz'ın konuşmasına dönersek bugüne kadar nasıl aldatıldığımızı daha açık bir şekilde görebiliriz;
"Şimdi, bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle, bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize senede ancak 177 milyon ECU'luk bir hibe yardımı öngörülmektedir. Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren; ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir. Bu konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde herhalde en temel konulardan birisi olacaktır." 
AB, ileriki bölümlerde görüleceği gibi malî yardımlar konusunda malum tutumunu sürdürdü. Diğer aday ülkelere büyük rakamlarda yardımda bulunup, az şey isterken, Türkiye'ye hemen hiç yardım yapmadan inanılmaz talepler dayattı. Ancak Yılmaz'ın gözünde hâlâ, "Yüksek bir takım hedefler gösteren ama bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna" düşmemiş olmalı ki tüm bunlar yaşanmamış gibi Türkiye'nin "olmayan" yükümlülüklerinden bahsedip, hep kendi ülkesinin kaybına yol açacak baskıları ve Türkiye'yi suçlayıcı açıklamalarını sürdürmektedir. Yılmaz'ın konuşması devam etmiştir: 
"Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir. Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel'e gitmişizdir, aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir: "Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz. Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır, hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de Lozan'da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için, bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız gerekir." 
Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır. Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle, belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü yoktur."
Yılmaz, KOB'un hazırlanmasındaki engin katkısını ifade etmeye çalışırken, AB'ye "taktik" verdiğini itiraf etmektedir. AB'nin isteklerini sadece KOB ile değerlendirirseniz, bazı ciddi talepleri gözden kaçırabilir ve "Bunda bir şey yok" diyebilirsiniz. Ancak vardır. Daha önceki belgelerde "Kürtler" için haklar isteyen AB, Yılmaz'ın tavsiyesi üzerine bu ifadeyi kullanmamış ama KOB'da, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması" şeklinde bir genelleme yapılmıştır ki, bu kapsama herkesi sokup, rahatlıkla yeni yeni sanal azınlıklar yaratmak mümkün olacaktır. KOB ve bu belgenin temelini oluşturan AB'nin ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosu kararları birlikte değerlendirildiğinde belgenin Yılmaz'ın gösterdiği gibi hiç de masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, ilerleme raporlarında eğitim talebinin açılımı yapılmakta ve hem temel, hem de yaygın eğitimden bahsedilmektedir. Belgede, bunun gibi Türkiye'yi rahatsız eden çok sayıda haksız unsur bulunmaktadır. Yılmaz'ın konuşmasının devamında Kürtçe yayın vardır:
"Şimdi kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor, başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların hiçbiri doğru değildir. 
Benim söylediğim hadise şudur: Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur... Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece bir televizyon kanalında, CNN Türk'te kısa bir söyleşiye çıktım, oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde, bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle bir taahhüdümüz yoktur.
Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Avusturya'da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur. Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
 Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama, bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz. Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Ama, biz bunun yapılmasından yanayız. Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar. Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur."
Yılmaz, o zaman yayın konusunda bir taahhüdümüz olmadığını söylüyordu. Doğruydu. Ama 2002'ye gelindiğinde, altında kendisinin de imzası bulunan Ulusal Program'da da, hem yayın ve hem de eğitim konusunda herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, "taahhüdümüz var" demiştir. Bu ya bilinçsizlik, ya da en hafif tabiriyle gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki, PKK ve AB'nin dillendirmesi dışında, vatandaşların böyle bir ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman belirlemiştir? Yapılan tüm anketler, bölge halkının öncelikli talebinin aş ve iş olduğunu, bu konuların en sonlarda yer aldığını göstermiştir. Mesela, Marmara Üniversitesi'nden Sosyolog Dr. Mustafa Aksoy tarafından 1997'de yapılan "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde Terörün Neden ve Sonuçları" konulu araştırmada, "Devletten Beklentiler" şöyle tespit edilmiştir: İş imkânı (yüzde 50.6), can güvenliği ve terörün durdurulması (yüzde 25.9), eğitim, sağlık, konut ve alt yapı isteği (yüzde 16.8), yerel dilde eğitim (yüzde 5) ve sosyal haklar (yüzde 1.7). Ayrıca sayıları az da olsa bu durumdaki vatandaşların Türkçe bilmemesi, o insanların değil, ülkeyi yönetenlerin sorunu ve sorumluluğudur. Bu talepleri savunanlar, birliği ve bütünlüğü sağlayacak yol yerine ayrışmayı getirecek keyfi ve sorumsuz bir tutum izlemektedirler. 
Bizden daha ilk etapta, dilde ayrışmayı isteyen AB, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri için hazırladığı raporlarda ise tüm sosyal grupların topluma entegrasyonundan ve resmî dilin yaygınlaştırılmasından, bu amaçla da bu ülkelerin desteklenmesinden söz etmektedir. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit, bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yoktur. Biz şimdi Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle yarış etmemiz gerekiyor." 

Yılmaz, tetkik etmeden peşine düştüğü görüşleri kabul ettirebilmek için farkında olmadan adeta bölücü örgütün propagandasını yapmıştır. Örgütün tv yayınları ile milyonlarca insanımızın evine girdiğini ve beyinlerini yıkadığından bahsetmiştir. Önce buradaki yanlışları düzeltelim. Bölücü yayınların dili yüzde 80 oranında Türkçe'dir. Eğer siz beyin yıkanmasına karşı tedbirden bahsediyorsanız, önce bu yüzde 80'e, devletin tv'leri ile hitap etmesini bileceksiniz. Bunu yapmakta acz içindeyseniz, Kürtçe tv'den bahsetmeniz vahim bir aldatmacadır. Ayrıca yapılan incelemelere göre, bölgedeki çanak antenlerin çok büyük bölümü küçük çaplıdır ve bölücü örgütün yayınlarının takibine uygun değildir. Onun için Yılmaz'ın milyonlardan bahsetmesi konuya ne kadar uzak, ama baskılara boyun eğmede ne kadar teslimiyetçi olduğunu göstermektedir. 

Yılmaz, konuşmasını şöyle tamamlamıştır: 

"Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi olmadığını gayet iyi biliyorum. Bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem, milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen, Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin, yoksulluğun, sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından, insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor. Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır." 

Yokluk ve yoksulluk milletimizin kaderi değildir, ortadan kaldırmak da iktidarların görevidir. Bunun ortadan kaldırılmamasından sorumlu olanlar, yıllarca iktidarda kalıp da görevini yerine getirmeyen ve bugün de en azından "malî yardımlar" konusunda Türkiye'yi aldatan ve aldatmaya devam eden AB'den medet umanlardır. Kaldı ki, bunların AB'den umutları da boşa çıkacaktır. Çünkü AB'nin fon kaynaklarının tükenmek üzere olduğu ve yardımların zamanla ortadan kaldırılacağı bilinmektedir. Yani Türkiye sanal adaylıktan, sanal üyeliğe geçse bile söylendiği gibi AB'den akacak ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Olsa bile bu, Karen Fogg'un ifadesiyle, "okyanusta bir damladır" ve "gerekli kaynağın, aslen o ülke tarafından sağlanması" gerekmektedir. Bunun yanı sıra hak ve özgürlükler de bir gelişmişlik meselesi olarak, güvenlikle birlikte ele alınarak, insanlarımıza en iyi şekilde sunulmalı, milletimizin ve devletimizin bir meselesi olarak görülmelidir. Bunu sağlamak isteyen ve hem de icra makamında olanların ellerini veya iradelerini bağlayan bir şey olduğunu sanmıyoruz. Atatürk'ün bu millete layık gördüğü, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ancak bağımsız, egemen ve üniter bir Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yüreğinde gerçekten zerre kadar Atatürk sevgisi taşıyanların bu değerlerden, hem de kayıtsız-şartsız vazgeçmemeleri gerekmektedir. 

2002'nin Mesut Yılmaz'ı da apayrı bir profil çizmiştir. Bütün politikasını AB üzerine inşa eden Yılmaz, aynı zaman dilimi içindeki çelişkili açıklamaları ile toplumdaki kafa karışıklığını daha da arttırmıştır. Sık sık AB'yi öven, hatta "hatasız" ilan eden Yılmaz, bir başka konuşmasında, AB'nin kurumsal iradesinin Türkiye'yi istemediğini veya egoist olduğunu söyleyebilmiştir. Türkiye'yi istemeyen kurumsal iradenin, yapamayacağımız şeyler isteyerek, bizi AB'ye almamanın çabası içinde olduğunu, onların (yapamayacağımız dediği) isteklerini yaparak, bu oyunu bozmamız gerektiğini söyleyen de Yılmaz olmuştur. 2002'de takvim verilmemesi halinde, Türkiye'nin başına gelecekler konusunda felaket senaryoları çizmekten geri durmayan, bu uğurda Ulusal Program'da olmayan taahhütleri varmış gibi gösteren ve bu olmayan taahhütlerin yerine getirilmesini "ulusal onur" meselesi yapan Yılmaz, orduya çatmayı da ihmal etmemiştir. 
Kopenhag kriterlerinin ülkeyi bölüp bölmeyeceği endişelerinin doğru olup olmadığını zamanın göstereceğini ifade eden Yılmaz, bir anlamda Türkiye'yi deneme tahtası yerine koymuştur. Yılmaz, bir şey olmayacağını belirtirken de, "163. madde kalktı. O zaman da ülkeye şeriat gelir dendi. Ne oldu?" diye sorarken, 28 Şubat'ı ve o sayede iktidar olduğunu unutmuş gözüküyordu.
Yılmaz, AB'yi sadece terör listesindeki tutumu konusunda egoist ilan ederken, diğer bazı şeyleri unutuyordu. Yukarıdaki grup konuşmasında değindiği Kıbrıs ve malî yardımlarda bizi aldatmasını... Buna gasp edilen serbest dolaşım hakkını da ilave etmemiz gerekmektedir. Yılmaz, buna rağmen AB'yi savunup, listeye almadıkları PKK ve DHKP/C'nin kendilerine zarar verip vermeyeceğini araştırdıklarını söyleyebiliyordu. PKK'nın AB ülkelerinin istediği doğrultuda yapısını değiştirip, siyasallaşma stratejisi çerçevesinde, terör örgütü görüntüsünden çıkma planını hatırlamayan Yılmaz, AB'nin, bu listeleri belirlerken kendi ülkelerinde eylem yapan örgütlere öncelik verdiğini kaydediyor, ancak nedense Avrupa'da hiçbir eylemi olmayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri neden listeye aldığını ise sormayı akıl edemiyordu. AB gibi hayatî, Türkiye için adeta "varlığını koruma" mücadelesine dönen bu konuda ANAP Genel Başkanı, sadece kendi varlığı için çırpınan ancak labirentlerde yolunu kaybeden bir insan görüntüsü çizmektedir.

ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın, adeta AB kampanyası başlattığı günlerde daha da yoğunlaşan çelişkili tutum ve açıklamalarını soru önergeleri veya basın açıklamaları ile sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Yılmaz'ın, bu çelişkilerini, soru önergelerimize verdiği cevaplara da yansıttığı görülmüştür. Kamuoyuna AB'nin bizden Kürtçe eğitim talebi olmadığını söyleyen Yılmaz, cevabında bu talebi doğrulamıştır. Yılmaz, "Bu hakları vermemiz AB sürecimizi hızlandıracağı gibi terörizmle mücadelede AB ülkeleri ile işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilecektir." şeklinde bir ifade kullanmıştır ki, bu bir pazarlığı çağrıştırmaktadır. Kamuoyu önünde dillendirdiği ve "taahhüt" diye sunduğu birçok hususun gerçekte Ulusal Programda olmadığı tesbitimizi de, programların yenilenebileceğini söyleyerek, dolaylı bir şekilde teyid etmiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***