TANSU ÇİLLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TANSU ÇİLLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7



Mesut Yılmaz'a Göre, İstenenler Atla Deve Değil!

KOB ile ilgili en ilginç değerlendirmeyi ise ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 14 Kasım 2000 tarihinde partisinin TBMM Grup Toplantısında yaptı. Yılmaz, "KOB'da yerine getirilemeyecek, kesinlikle reddedilecek bir unsur bulunmadığını, istenenlerin atla deve" olmadığını söyledi. Yılmaz'ın, AB'ye bakış açısını göstermesi bakımından önemli olan bu konuşma özetle şöyledir: 

"KOB ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye'nin AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12 ülkenin hepsinden, hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Aramızdaki hukukî ilişkinin 40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.

1963'te Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk ekonomisi AB ile rekabete hazırlanmıştır. ANAP'ın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987'de Türkiye AB'ye tam üyelik için başvuruda bulunmuştur. 

1987'de, o zamanki ANAP Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik başvurusu üzerine, AB, Türkiye'nin durumunu incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında Türkiye'nin AB standartlarına, değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.

1989'da bize verilen bu cevap olumsuz, AB ile ilişkilerimizi bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990'da, bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla birlikte, o zamana kadar Doğu Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır ve kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunmak olmuştur. Böylece, 1989'dan sonra, 1990, 1991 yıllarında AB, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o tarihten itibaren AB'ye yeni üye olacak ülkelere hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde hangi kriterlerin aranacağını tesbit etmiştir. Bu, 1993'te Kopenhag'da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, AB, kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag Kriterleri dediğimiz, bu ölçülere göre değerlendirmektedir. 

1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş; ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu, Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra, hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik. Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, AB ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa'yı Türkiye meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki'de Türkiye'nin aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını kabul etmiştir."

Yılmaz, bu konuşmasında AB'nin Türkiye'ye ayırımcılık yaptığını kabul etmiştir. Yılmaz, Helsinki'de Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda görüldüğünü söylese de, bunun böyle olmadığı, ayırımcılığın sonraki karar ve uygulamalarda devam ettiği görülecektir. Ayrıca, Lüksemburg ile Helsinki'deki talepler arasında hiçbir fark olmadığı hatırlandığında, sadece "şartlı adaylık" ilanı karşılığında sözkonusu talepleri kabul etmiş oluyorduk. AB çevrelerinde, Türkiye'nin bu şartları nasılsa yerine getiremeyeceği inancı ile adaylık statüsünün verildiği değerlendirmelerinin yapıldığını açıkça söyleyen de Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Şimdi, Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü etkileyeceğini ifade etmişlerdir. 
Tabiî ki bunların arkasında, bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer 27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına yakınının Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede, Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle AB açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve Helsinki'den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim, Helsinki'de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır. Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta AB kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, AB'de yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 70'i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır; ama, aslında AB ülkelerinin halkları, genişlemeye de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50'den fazla bir kamuoyu desteği söz konusu değildir. 

Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye, şu anda aday olup da AB ile tam üyelik müzakeresi yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız için, kısa vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi, Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman, tabiî ki bunda AB'de demin söylediğim Türkiye'ye karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır.

Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır.
Şu anda Avrupa Birliği, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir." 
Yılmaz, burada AB'nin ileriye yönelik olarak Türkiye'nin önünü kesmeye devam edeceğini itiraf etmektedir. Bu da AB'nin duruma göre karar ve kriter değiştirebildiğine, Yılmaz'ın ağzından bir örnektir. Bu ilginç konuşmanın devamında şunlar vardır: 

"Şimdi, Türkiye açısından bakıldığında, KOB'da, bizim yerine getiremeyeceğimiz, kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir. Ama, bizi rahatsız eden iki tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir, ikincisi de malî işbirliği ile ilgilidir. Kıbrıs ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye ile ilgili olarak bir ifade kullanılmıştır. Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, "Türkiye'nin Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî diyaloga güçlü biçimde destek olacağı" ifadesidir. Bu, Helsinki'de yer almıştır; ama, Helsinki'de bu ifade yer aldığı zaman, Sayın Başbakan, bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı, yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır. Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir. Yani, "Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir" şeklinde bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla örtüşmektedir.

Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesi-nde ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle Helsinki'deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu, Yunanistan'ın baskısıyla olmuştur.
 Bu durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki ihtimal vardı: Birincisi, AB'nin Helsinki'den bu yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek, bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki'de bize AB tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin hiçbir şekilde bizim AB ilişkilerimizde bir unsur olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin tümünü kabul etmek.
Bakanlar Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulu'nun açıklamasında, hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan "Acaba Hükümet buna evet mi dedi, hayır mı dedi" tartışmaları bir anlamda abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki'de bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen bir tutumdur." 
Helsinki Zirvesi sebebiyle yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Kıbrıs'la ilgili endişelerimi dile getirirken kafasını "yanlış" anlamında sallayan Yılmaz'ın, 1 sene sonra gelen bu şikâyeti anlamlıdır. Yılmaz, Lipponen'in hukuken geçersiz mektubunun yazılı bir teyit olduğundan bahsediyor ama bizim neden yazılı bir belge sunmadığımızı söylemiyor. Yılmaz'ın açıklamalarına devam edelim: 

"Niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18'inde Avrupa Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha sonra da Aralık ayının -sanıyorum- 9'unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir. Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır. Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oy çoğunluğu ile bu belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici bir belge olmazsa, engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir. 
Yunanistan'ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan'a, bize göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre, tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. 
İleride bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani, 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğinin kabulü sırasında Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki: "Yunanistan'ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir." Ama, buna rağmen görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır, hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur. Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir. 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı sıfatıyla yazılmış, bir anlamda AB müktesebatının bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir." 
Yılmaz'ın bu itirafı gerçekten dehşet vericidir. Hakkımız olan ama bugüne kadar alamadığımız, bundan sonra da alamayacağımız malî yardımlar için Yunanistan'a, hem de Kıbrıs konusunda taviz verildiğini açıkça itiraf etmektedir. Geçmişte nasıl aldatıldığımızı örnekleri ile anlatan ancak bu kez elimizde sözlü değil, yazılı güvence olduğunu belirten Yılmaz, Lipponen'in hukukî hiçbir bağlayıcılığı olmayan mektubuna sığınmaktadır. Ancak Yılmaz'ın, hemen bir sonraki cümlesinde AB'nin sözünü nasıl tutmadığını anlatması, verilen tavizin vehametini daha da arttırmaktadır. Özrü kabahatinden büyük deyimi Yılmaz'ın mantığını anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu aldatılmışlıkla, Kıbrıs ikinci kez taviz olarak veriliyordu. Gümrük Birliği uğruna Rum kesimi ile görüşmelere başlanmasına göz yumulmasından sonra, bu kez de sadece "sanal adaylığımızın" ilanı için Kıbrıs konusu bir kez daha AB'nin ellerine teslim ediliyordu. Yılmaz'ın konuşmasına dönersek bugüne kadar nasıl aldatıldığımızı daha açık bir şekilde görebiliriz;
"Şimdi, bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle, bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize senede ancak 177 milyon ECU'luk bir hibe yardımı öngörülmektedir. Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren; ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir. Bu konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde herhalde en temel konulardan birisi olacaktır." 
AB, ileriki bölümlerde görüleceği gibi malî yardımlar konusunda malum tutumunu sürdürdü. Diğer aday ülkelere büyük rakamlarda yardımda bulunup, az şey isterken, Türkiye'ye hemen hiç yardım yapmadan inanılmaz talepler dayattı. Ancak Yılmaz'ın gözünde hâlâ, "Yüksek bir takım hedefler gösteren ama bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna" düşmemiş olmalı ki tüm bunlar yaşanmamış gibi Türkiye'nin "olmayan" yükümlülüklerinden bahsedip, hep kendi ülkesinin kaybına yol açacak baskıları ve Türkiye'yi suçlayıcı açıklamalarını sürdürmektedir. Yılmaz'ın konuşması devam etmiştir: 
"Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir. Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel'e gitmişizdir, aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir: "Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz. Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır, hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de Lozan'da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için, bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız gerekir." 
Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır. Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle, belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü yoktur."
Yılmaz, KOB'un hazırlanmasındaki engin katkısını ifade etmeye çalışırken, AB'ye "taktik" verdiğini itiraf etmektedir. AB'nin isteklerini sadece KOB ile değerlendirirseniz, bazı ciddi talepleri gözden kaçırabilir ve "Bunda bir şey yok" diyebilirsiniz. Ancak vardır. Daha önceki belgelerde "Kürtler" için haklar isteyen AB, Yılmaz'ın tavsiyesi üzerine bu ifadeyi kullanmamış ama KOB'da, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması" şeklinde bir genelleme yapılmıştır ki, bu kapsama herkesi sokup, rahatlıkla yeni yeni sanal azınlıklar yaratmak mümkün olacaktır. KOB ve bu belgenin temelini oluşturan AB'nin ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosu kararları birlikte değerlendirildiğinde belgenin Yılmaz'ın gösterdiği gibi hiç de masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, ilerleme raporlarında eğitim talebinin açılımı yapılmakta ve hem temel, hem de yaygın eğitimden bahsedilmektedir. Belgede, bunun gibi Türkiye'yi rahatsız eden çok sayıda haksız unsur bulunmaktadır. Yılmaz'ın konuşmasının devamında Kürtçe yayın vardır:
"Şimdi kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor, başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların hiçbiri doğru değildir. 
Benim söylediğim hadise şudur: Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur... Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece bir televizyon kanalında, CNN Türk'te kısa bir söyleşiye çıktım, oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde, bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle bir taahhüdümüz yoktur.
Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Avusturya'da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur. Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
 Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama, bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz. Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Ama, biz bunun yapılmasından yanayız. Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar. Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur."
Yılmaz, o zaman yayın konusunda bir taahhüdümüz olmadığını söylüyordu. Doğruydu. Ama 2002'ye gelindiğinde, altında kendisinin de imzası bulunan Ulusal Program'da da, hem yayın ve hem de eğitim konusunda herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, "taahhüdümüz var" demiştir. Bu ya bilinçsizlik, ya da en hafif tabiriyle gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki, PKK ve AB'nin dillendirmesi dışında, vatandaşların böyle bir ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman belirlemiştir? Yapılan tüm anketler, bölge halkının öncelikli talebinin aş ve iş olduğunu, bu konuların en sonlarda yer aldığını göstermiştir. Mesela, Marmara Üniversitesi'nden Sosyolog Dr. Mustafa Aksoy tarafından 1997'de yapılan "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde Terörün Neden ve Sonuçları" konulu araştırmada, "Devletten Beklentiler" şöyle tespit edilmiştir: İş imkânı (yüzde 50.6), can güvenliği ve terörün durdurulması (yüzde 25.9), eğitim, sağlık, konut ve alt yapı isteği (yüzde 16.8), yerel dilde eğitim (yüzde 5) ve sosyal haklar (yüzde 1.7). Ayrıca sayıları az da olsa bu durumdaki vatandaşların Türkçe bilmemesi, o insanların değil, ülkeyi yönetenlerin sorunu ve sorumluluğudur. Bu talepleri savunanlar, birliği ve bütünlüğü sağlayacak yol yerine ayrışmayı getirecek keyfi ve sorumsuz bir tutum izlemektedirler. 
Bizden daha ilk etapta, dilde ayrışmayı isteyen AB, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri için hazırladığı raporlarda ise tüm sosyal grupların topluma entegrasyonundan ve resmî dilin yaygınlaştırılmasından, bu amaçla da bu ülkelerin desteklenmesinden söz etmektedir. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit, bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yoktur. Biz şimdi Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle yarış etmemiz gerekiyor." 

Yılmaz, tetkik etmeden peşine düştüğü görüşleri kabul ettirebilmek için farkında olmadan adeta bölücü örgütün propagandasını yapmıştır. Örgütün tv yayınları ile milyonlarca insanımızın evine girdiğini ve beyinlerini yıkadığından bahsetmiştir. Önce buradaki yanlışları düzeltelim. Bölücü yayınların dili yüzde 80 oranında Türkçe'dir. Eğer siz beyin yıkanmasına karşı tedbirden bahsediyorsanız, önce bu yüzde 80'e, devletin tv'leri ile hitap etmesini bileceksiniz. Bunu yapmakta acz içindeyseniz, Kürtçe tv'den bahsetmeniz vahim bir aldatmacadır. Ayrıca yapılan incelemelere göre, bölgedeki çanak antenlerin çok büyük bölümü küçük çaplıdır ve bölücü örgütün yayınlarının takibine uygun değildir. Onun için Yılmaz'ın milyonlardan bahsetmesi konuya ne kadar uzak, ama baskılara boyun eğmede ne kadar teslimiyetçi olduğunu göstermektedir. 

Yılmaz, konuşmasını şöyle tamamlamıştır: 

"Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi olmadığını gayet iyi biliyorum. Bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem, milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen, Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin, yoksulluğun, sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından, insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor. Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır." 

Yokluk ve yoksulluk milletimizin kaderi değildir, ortadan kaldırmak da iktidarların görevidir. Bunun ortadan kaldırılmamasından sorumlu olanlar, yıllarca iktidarda kalıp da görevini yerine getirmeyen ve bugün de en azından "malî yardımlar" konusunda Türkiye'yi aldatan ve aldatmaya devam eden AB'den medet umanlardır. Kaldı ki, bunların AB'den umutları da boşa çıkacaktır. Çünkü AB'nin fon kaynaklarının tükenmek üzere olduğu ve yardımların zamanla ortadan kaldırılacağı bilinmektedir. Yani Türkiye sanal adaylıktan, sanal üyeliğe geçse bile söylendiği gibi AB'den akacak ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Olsa bile bu, Karen Fogg'un ifadesiyle, "okyanusta bir damladır" ve "gerekli kaynağın, aslen o ülke tarafından sağlanması" gerekmektedir. Bunun yanı sıra hak ve özgürlükler de bir gelişmişlik meselesi olarak, güvenlikle birlikte ele alınarak, insanlarımıza en iyi şekilde sunulmalı, milletimizin ve devletimizin bir meselesi olarak görülmelidir. Bunu sağlamak isteyen ve hem de icra makamında olanların ellerini veya iradelerini bağlayan bir şey olduğunu sanmıyoruz. Atatürk'ün bu millete layık gördüğü, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ancak bağımsız, egemen ve üniter bir Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yüreğinde gerçekten zerre kadar Atatürk sevgisi taşıyanların bu değerlerden, hem de kayıtsız-şartsız vazgeçmemeleri gerekmektedir. 

2002'nin Mesut Yılmaz'ı da apayrı bir profil çizmiştir. Bütün politikasını AB üzerine inşa eden Yılmaz, aynı zaman dilimi içindeki çelişkili açıklamaları ile toplumdaki kafa karışıklığını daha da arttırmıştır. Sık sık AB'yi öven, hatta "hatasız" ilan eden Yılmaz, bir başka konuşmasında, AB'nin kurumsal iradesinin Türkiye'yi istemediğini veya egoist olduğunu söyleyebilmiştir. Türkiye'yi istemeyen kurumsal iradenin, yapamayacağımız şeyler isteyerek, bizi AB'ye almamanın çabası içinde olduğunu, onların (yapamayacağımız dediği) isteklerini yaparak, bu oyunu bozmamız gerektiğini söyleyen de Yılmaz olmuştur. 2002'de takvim verilmemesi halinde, Türkiye'nin başına gelecekler konusunda felaket senaryoları çizmekten geri durmayan, bu uğurda Ulusal Program'da olmayan taahhütleri varmış gibi gösteren ve bu olmayan taahhütlerin yerine getirilmesini "ulusal onur" meselesi yapan Yılmaz, orduya çatmayı da ihmal etmemiştir. 
Kopenhag kriterlerinin ülkeyi bölüp bölmeyeceği endişelerinin doğru olup olmadığını zamanın göstereceğini ifade eden Yılmaz, bir anlamda Türkiye'yi deneme tahtası yerine koymuştur. Yılmaz, bir şey olmayacağını belirtirken de, "163. madde kalktı. O zaman da ülkeye şeriat gelir dendi. Ne oldu?" diye sorarken, 28 Şubat'ı ve o sayede iktidar olduğunu unutmuş gözüküyordu.
Yılmaz, AB'yi sadece terör listesindeki tutumu konusunda egoist ilan ederken, diğer bazı şeyleri unutuyordu. Yukarıdaki grup konuşmasında değindiği Kıbrıs ve malî yardımlarda bizi aldatmasını... Buna gasp edilen serbest dolaşım hakkını da ilave etmemiz gerekmektedir. Yılmaz, buna rağmen AB'yi savunup, listeye almadıkları PKK ve DHKP/C'nin kendilerine zarar verip vermeyeceğini araştırdıklarını söyleyebiliyordu. PKK'nın AB ülkelerinin istediği doğrultuda yapısını değiştirip, siyasallaşma stratejisi çerçevesinde, terör örgütü görüntüsünden çıkma planını hatırlamayan Yılmaz, AB'nin, bu listeleri belirlerken kendi ülkelerinde eylem yapan örgütlere öncelik verdiğini kaydediyor, ancak nedense Avrupa'da hiçbir eylemi olmayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri neden listeye aldığını ise sormayı akıl edemiyordu. AB gibi hayatî, Türkiye için adeta "varlığını koruma" mücadelesine dönen bu konuda ANAP Genel Başkanı, sadece kendi varlığı için çırpınan ancak labirentlerde yolunu kaybeden bir insan görüntüsü çizmektedir.

ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın, adeta AB kampanyası başlattığı günlerde daha da yoğunlaşan çelişkili tutum ve açıklamalarını soru önergeleri veya basın açıklamaları ile sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Yılmaz'ın, bu çelişkilerini, soru önergelerimize verdiği cevaplara da yansıttığı görülmüştür. Kamuoyuna AB'nin bizden Kürtçe eğitim talebi olmadığını söyleyen Yılmaz, cevabında bu talebi doğrulamıştır. Yılmaz, "Bu hakları vermemiz AB sürecimizi hızlandıracağı gibi terörizmle mücadelede AB ülkeleri ile işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilecektir." şeklinde bir ifade kullanmıştır ki, bu bir pazarlığı çağrıştırmaktadır. Kamuoyu önünde dillendirdiği ve "taahhüt" diye sunduğu birçok hususun gerçekte Ulusal Programda olmadığı tesbitimizi de, programların yenilenebileceğini söyleyerek, dolaylı bir şekilde teyid etmiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 49

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 49


GAZETE BAŞLIKLARI DEVAMI


Ek-11: 


Refah Partisi’nin bazı konularda ki görüşleri (türban, kurban derilerinin toplanması, karayolu ile hacca gidilmesi ve Taksim’e cami vb.) Ankara’da siyasetin tansiyonunu yükseltmiştir. 

Ek-12: 



Kamuoyunda “Zinde Güçler” diye ifade edilenler, medyanın desteğini de alarak Refah-Yol koalisyonunu bozmak için harekete geçmiş, DYP’li siyasetçilere 
verilen gözdağının etkisi ile parti içerisinde istifa sesleri yükselmeye başlamış ve partideki çözülmeyi Cumhurbaşkanı Demirel ve ANAP lideri Yılmaz’ın birlikte 
planlayarak hızlandırmaya çalıştıkları bir süreç yaşanmıştır. Hazırlanan senaryoya göre Çiller parti içindeki otoritesini kaybedecek ve 54.Hükümet dağılacaktı. 

Ek-13: 



Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen “Kudüs Gecesi” programında yaşanan olaylar ülke gündemini derinden sarsmış, cuntacı güçlerin elini güçlendirmiş 
ve darbeci basın bütün gücüyle koalisyonun dağılacağına dair manşetler atmaya başlamıştı. Tankların Sincan caddelerinden geçişini “ Demokrasiye Balans Ayarı ” olarak tanımlayan dönemin kudretli paşası Org. Çevik Bir, daha sonra laikçi çevrelerin alkış tuttuğu “post modern” darbenin mimarlarından biri olarak döneme damgasını vurmuştur. 

Ek-14: 

Yaşanan bütün bu olaylar ülke gündemini derinden sarsmış olmakla beraber Genelkurmaydan sivil hükümete uyarı çağrıları gelmeye başlamış ve ordu ülkenin içinde bulunduğu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. 

Ek-15: 


28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın çok önemli bir konuşma yapması bekleniyordu. Artık askeri vesayetin sivil hükümet(ler) üzerindeki etkisi artık apaçık görünür hale gelmişti. 


Ek-16: 



28 Şubat1997 tarihli MGK toplantısı öncesinde darbeci medyanın bilinçli ve planlı şekilde hükümeti baskı altına almaya yönelik manşetleri, üst düzey askeri 
yetkililerin beyanatlarıyla süsleniyordu. Org. Çevik Bir, adeta muhtıra niteliği taşıyan sözleriyle Başbakan Erbakan’ı MGK’da köşeye sıkıştıracaklarının sinyalini 
veriyordu. Atatürkçülük ve laiklik konularında Erbakan’ın kendileri gibi düşünmeyeceğini iyi bilen cuntacılar bir kez daha “laiklik elden gidiyor” yaygarasıyla militan laikçilerin darbe özlemini dindirmeyi istemişlerdi. 

Ek-17: 


Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmelerin yanında artık bütün kesimler Cuma günü toplanacak olan 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısına kilitlenmiş ve 
toplantıda alınacak olan kararları bekler olmuştu. Ağırlıklı olarak “Rejim ve Laiklik” konularının ele alınacağı toplantıda Demirel uyarmış, Erbakan sertleşmiş 
ve Çiller ise koalisyon ortağının dikkatini çeker olmuştu. 

Ek-18: 



 Darbeye hazırlık sürecinde silahsız kuvvetlerin başını çeken dönemin darbeci medyası hükümete karşı geniş bir hoşnutsuzluk durumu varmış gibi davranarak 
işçi ve esnaf kesimini de müdahalenin parçası yapmaya çalışmıştır. 

Ek-19: 



Tarihi MGK toplantısına bir gün kala Cumhurbaşkanı Demirel bir kez daha sahneye çıktı ve askeri çevrelerin hükümeti çekilmeye zorlamasına çanak tutan 
açıklamalarını cuntacı basın manşetlere taşıdı. Bütün bu haberler 28 Şubat 1997 tarihi MGK toplantısından hükümete karşı muhtıra çıkması ihtimalini 
güçlendiriyordu. 

Ek-20: 



Nihayet darbeci medyanın beklediği büyük gün geldi ve 28 Şubat kararlarının alındığı tarihi MGK toplantısı yapıldı. Medya toplantıdan beklentisini çoktan ilan 
etmişti. Generallerin irtica bahanesiyle Başbakan Erbakan’a muhtıra verilmesi sağlanacak ve Cumhurbaşkanı Demirel’in işaretiyle de DYP’nin dağıtılarak ANAP 
lideri Yılmaz’ın önü açılacaktı. Sonuç beklendiği gibi oldu da. 

Ek-21: 


Tarihi MGK Toplantısı sonucu imza gerilimi yaşanmış, Başbakan Erbakan ilk olarak alınan kararları beğenmeyip “imzalamıyorum” mesajı vermiş ve liderler 
turuna çıkmıştır. 

Ek-22: 



28 Şubat 1997 MGK kararlarının ülkede nasıl bir felakete yol açacağını gören Erbakan önce bu dayatmaya direnmeye çalıştı. Ancak cuntacı medyanın ablukası sona erecek gibi görünmüyordu. Koalisyonun elden gitmekte olduğunu gören DYP lideri Çiller ve kurmaylarının şantajları da etkili oldu ve Başbakan MGK kararlarını imzalamak zorunda kaldı. 

Ek-23: 



28 Şubat tarihli MGK kararlarıyla laik kesimin zafer kazandığını yazan bu kararları Atatürkçülük adına öve öve bitiremeyen darbeci medyasında Refah Partisi seçmeniyle alay edilen manşetler öne çıkarılmıştır. 

Ek-24: 


28 Şubat 1997 MGK Kararlarının en önemli maddeleri arasında belki de eğitim alanında yapılan reformlar dikkat çekmiş olmakla beraber Erbakan imzalamış 
olduğu kararlarının hayata geçirilmemesi için provokasyon yoluna gitmiştir. 

Ek-25: 



Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın MGK kararlarının uygulanmasına yönelik Refah-Yol Hükümeti’ne baskı yapmasını “ Emredici ” bir üslupla manşetlere taşıyan darbeci basının tavrı ibret verici niteliktedir. 

Ek-26: 



Netice itibariyle 28 Şubat kararlarıyla hükümetin Refah kanadı tam bir abluka altına alınmış ve hükümetin eli kolu bağlanmıştı. Silahsız kuvvetlerin öncülüğünde gerçekleşen post modern darbenin kaçınılmaz sonucu iktidar değişikliği olmuştu. Org. Çevik Bir’in sivil siyaseti her yönüyle hedef alan açıklamalarıyla koalisyona karşı tehditler devam ediyordu. 

Ek-27: 


Yaşanan bütün bu gelişmeler artık Erbakan ve Çiller ortak koalisyonunda kurulan Refah-Yol Hükümeti’nin düşürülmesi yönünde adımların atılmasını 
kolaylaştırmıştı. 

Ek-28: 



Maşa varken elini yakmamayı öğrenen cuntacılar medyanın gücünden yararlanarak ilk kez post modern bir darbeyi gerçekleştirmiş oldular. Her türlü uydurma haber ve senaryo ile kamuoyunu yönlendirmeyi başaran darbeci basın, attığı manşetlerle Refah-Yol Hükümeti’ni yıktığını adeta ilan etmekteydi. 
Böylece Türkiye 2002 seçimlerine kadar sürecek olan askeri vesayet rejiminin parçaladığı siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlarla baş başa bırakıldı. 

Ek-29: 


Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi ortaklığında kurulan Refah-Yol Hükümeti artık yolun sonuna gelmiş ve kamuoyunda Çiller’e yönelik olumsuz bir algı oluşmuştu. 

Ek-30: 


Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi ortaklığında kurulan Refah-Yol Hükümeti siyaset sahnesinden silinmek istenirken bütün tarikatlar ittifak yapıp hükümeti 
kurtarmak için harekete geçmişlerdir. 

Ek-31: 


Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada rejim ve irtica tartışmalarının gündemde olduğu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya 
çalışanlara gerekirse silah bile kullanabileceklerini açıklamıştır. 

Ek-32: 


Askerin artık rejimi koruma konusunda ki hassasiyeti her geçen gün artıyor ve bu durum kamuoyunda Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan gideceği sinyalini 
veriyordu. 

Ek-33: 


Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan 18 Haziran 1997 günü istifa etti. 

Ek-34: 


Yaşanan bütün bu olumsuz gelişmeler 18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifası ile sonuçlanmış ve sonrasında Cumhurbaşkanı Demirel hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vereceği gündeme gelmiş olmakla beraber DSP ve DTP’nin yanı sıra CHP’nin de dışarıdan destek vereceği bir koalisyon hükümetinin kurulacağı siyaset kulislerinde konuşulan konular arasında yerini almıştır. 

ÖZGEÇMİŞ 

Kişisel Bilgiler: 
Adı Soyadı: İsmail GÜLMEZ 
Doğum Yeri ve Tarihi: Erzincan / 28. 08. 1988 
Eğitim Durumu: 
Lisans Öğrenimi: Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ana Bilim Dalı / 2007-2011 
Yüksek Lisans Öğrenimi: Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Ana Bilim Dalı / 2012-2014 
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü / Tarih Öğretmenliği 
Bildiği Yabancı Diller: İngilizce 
İletişim: glz024@hotmail.com.tr. / 
ismail.gulmez@atauni.edu.tr. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


ÖZEL NOT;
BU GÜZEL TEZ ÇALIŞMASINDAN DOLAYI  TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNİN BİR DÖNEMİNE IŞIK VE KAYNAK TEŞKİL EDECEK BU ÇALIŞMASINDAN DOLAYI SAYIN; İSMAİL GÜLMEZ  BEYEFENDİYE ŞÜKRANLARIMI VE SAYGILARIMI SUNARIM.. EĞİTİM VE YAŞAM HAYATINDA BAŞARILARININ DEVAMINI TEMENNİ EDERİM..
( TANER ÇELİK ) 
POLİTİK - ACILAR BLOGGER  SAYFASI ADMİNİ
31 TEMMUZ 2017

***

20 Temmuz 2016 Çarşamba

28 ŞUBATA GİDEN YOL İLE 15 TEMMUZA GİDEN YOL AYNI OLSA GEREK.. BÖLÜM 2




28 ŞUBATA GİDEN YOL  İLE 15 TEMMUZA GİDEN YOL AYNI OLSA GEREK.. BÖLÜM 2







İsmail Hakkı Karadayı 28 Şubat sürecinde genelkurmay başkanlığı görevini yürütüyordu. [AA]
31 Ocak: Kudüs Gecesi
Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız Filistin ile dayanışma gecesi düzenledi. Geceye şeriat çağrısı yapan İran Büyükelçisi Muhmammed Rıza Bagheri'nin çağrılması, yapılan konuşmalar ve sergilenen tiyatro oyunu, irtica tartışmalarını tırmandırdı. Hamas ve Hizbullah liderlerinin posterlerinin asıldığı salonda, Bekir Yıldız'ın konuşmasındaki ''Başörtüsü Müslümanların şeref sancağıdır. Başörtüsü takmayanların kendi vücutlarını şerefli görmeyerek, peşkeş çektikleri, şeref sancağı olan başörtüleri ve diğer değer yargıları için sabırlı bir şekilde mücadele yapacakları, ancak Müslümanların sabrı taştığında işin nereye varacağının çok iyi bilindiği [...] kendi hataları ile hasta düşen laiklerin kollarına ve bacaklarına zorla basarak, şeriat enjekte edecekleri..." gibi ifadeleri daha sonra dava konusu oldu.
Yıldız, bu sözleri sebebiyle, 6 Şubat'ta gözaltına alındı, Ekim 1997'de de "halkı din farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa tehlikeli biçimde açıkça tahrik ettiği" gerekçesiyle 4 yıl 7 ay hapse mahkum edildi.
3 Şubat 
Sincan Belediyesi'nin Kudüs Gecesi'ni düzenlediği çadırın etrafında çekim yapan gazetecilerdenStar televizyonu muhabiri Işın Gürel, bir belediye çalışanı tarafından tokatlandı. Kameraların önünde gerçekleşen bu saldırı, laik kesimde büyük tepki uyandırdı. 
4 Şubat 
Başbakan Necmettin Erbakan, grup toplantısında Sincan Belediyesi'nin düzenlediği gece için, "Biri hataen bir resim asarak bu ülkeyi yıkamaz" dedi, ancak bu sözleri tartışmaları yatıştırmaya yetmedi.
Kudüs Gecesi'nin ardından Sincan'dan geçirilen askeri araçlar hükümete bir mesaj olarak algılandı. [AA]
Hükümete askerlerin en sert uyarısı, Ankara Sincan'da oldu. 20 tank ve 15 zırhlı araç şehir merkezinden geçiş yaptı. Genelkurmay Başkanlığı ve DYP'li dönemin Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, tankların eğitim amacıyla geçtiğini açıklarken, olay askeri müdahale tartışmalarını başlattı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir daha sonra tankların geçişi için "demokrasiye balans ayarı yaptık" ifadesini kullandı. 
Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı ile görüşürken, grup toplantısında bu tür olayların demokrasilerde olabileceğini söyledi. Hükümet ortağı Tansu Çiller, tankların yürütülmesi için "Sincan'daki olayı yok sayamayız, küçükseyemeyiz" dedi. 
Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi. Mektupta, laik düzenin korunması için mevcut kanunların eksiksiz uygulanması, devlet kurumlarına köktendinci akımların girmesinin engellenmesi gibi uyarılar vardı.
15 Şubat
Ankara'da on binlerce kadın 'Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü' düzenledi. Elliye yakın sivil toplum örgütünün katılımıyla gerçekleştirilen eyleme, aralarında TBMM Başkanvekili Uluç Gürkan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın da bulunduğu çok sayıda erkek de destek verdi.
24 Şubat
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, "irtica PKK'dan daha büyük bir tehlikedir" diyerek askerin tavrını bir kez daha ortaya koydu. 
28 Şubat 
Hükümet ile asker arasındaki gerilimin tırmanırken, Milli Güvenlik Kurulu "irtica" gündemiyle toplandı. Askeri kanat, 18 maddelik bir karar listesi ortaya koydu. En önemli istek 8 yıllık zorunlu eğitimdi. Böylece İmam Hatip Liseleri'nin orta kısmı kapanacaktı. Tüm Kuran kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanması, tarikatların faaliyetlerinin yasaklanması gibi istekler 9 saat süren toplantıda dile getirildi.
Erbakan MGK'daki kararları hemen imzalamadı. MGK Genel Sekreterliği, "kararlar uygulanmazsa yaptırımlar gelir" şeklinde bir açıklama yaptı. Başbakan Erbakan, askerlerin isteklerine karşı, diğer parti liderlerinden destek aradı, ancak bulamadı.
4 Mart 
Başbakan Necmettin Erbakan, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç'tan kararların yumuşatılmasını istedi, aksi halde bildiriyi imzalamayacağını söyledi.
İşçi ve işveren sendikaları konfederasyonları, bir araya gelip MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladılar.
5 Mart
İlhan Kılıç, başbakan ile görüşmesinden sonra, MGK kararlarıyla ilgili imzaların tamamlandığını açıkladı.
Başbakan Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu kararlarını imzaladı. Ancak uygulanmaması için harekete geçti. Kararları Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) tartışmaya açıp reddedilmesini sağlamayı amaçlıyordu. Buna Tansu Çiller de destek verdi. Ancak TBMM Başkanı Mustafa Kalemli, "MGK kararlarının muhatabı hükümettir. Kesinlikle bunları Meclis'te tartıştırmam" diyerek buna engel oldu. 
13 Mart
Başbakan Yardımcısı Çiller, MGK kararlarının kısa, orta ve uzun vadede uygulanması konusunda Erbakan ile birlikte bütün bakanlara talimat verdiklerini belirterek, "Sekiz yıllık eğitim bu hükümet zamanında ortaya çıkmış değildir. Yıllardır konuşulan bir konu. Ama biz ciddiyetle ele alıyoruz. Kimsenin şüphesi olmasın, bu geçiştirme falan değil, çok ciddi bir çalışmadır" dedi.
22 Mart 
Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, İmam Hatip Liseleri'ni de kapsamak üzere bütün ortaokulların aşamalı olarak kaldırılması yöntemi üzerinde ağırlıklı olarak durulduğu bildirildi.
Çevik Bir 28 Şubat sürecinin mimarlarındandı. [AA]
31 Mart 
28 Şubat'tan sonraki ilk MGK toplantısı yapıldı. Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir "ilk hedef irtica" açıklamasını yaptı. Laiklik karşıtı akımlarla mücadelenin TSK'nın bir numaralı önceliği olduğunu söyledi.
17 Nisan: Komutandan Erbakan'a hakaret
1997 Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in, adını anmadan Başbakan Erbakan'ı hedef alan ve küfür de (pez..... k) içeren bir konuşması medyaya yansıdı. RP'li bir milletvekilli, Özbek hakkında soruşturma açılması için Genelkurmay Başkanlığı'na başvurdu. Soruşturma izni için dosya Başbakan Erbakan'ın önüne geldi. Ancak Erbakan gerilimin daha da tırmanmaması için bu izni vermedi.
10 Mayıs: Çiller'den karşı hamle
Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, İstanbul'da "darbe tehlikesine" karşı miting düzenledi. Hedefinde medya patronları vardı. Medyanın hakim kurumları Sabah, Doğan ve Koç gibi gruplara sağlanan teşvikleri ifşa etti. Bu meydan okuma, Refah-Yol hükümetini daha da yalnızlaştırdı.
21 Mayıs / RP'ye kapatma davası
Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, iktidardaki Refah Partisi hakkında, "Laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu" iddiasıyla kapatma davası açtı.
Dava 16 Ocak 1998'de sonuçlandı ve parti kapatıldı. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik'e 5 yıl siyaset yasağı getirildi. Kapatılma gerekçesinde, parti görevlilerinin laiklik karşıtı eylemleri, devletin kurucusuna karşı suçlamaları ve başörtüsüyle ilgili siyaseti de kanıtlar arasında sayıldı.
Bağımsız kalan milletvekilleri, kapatma ihtimaline karşı kurulan Fazilet Partisi'ne geçti.
Refah Partisi'nin kapatılmasının ardından Necmettin Erbakan'a beş yıl siyaset yasağı getirildi. [AA]
7 Haziran 
Genelkurmay Başkanlığı, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu.
10 Haziran: TSK'dan brifingler 
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.
11 Haziran
Genelkurmay Başkanlığı'nda basın mensuplarına da bir brifing verildi. Brifingler dizisi, rektörler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri gibi kesimlerle devam etti. Askerlerin Nisan ayı sonunda başlayıp, Haziran ortalarına kadar süren brifinglerinde, iktidar partisi açıkça, irticai akımlara destek olmakla suçlanıyordu. Medyaya verilen ikinci brifingden sonra, askerlerin irtica tehlikesine karşı "gerekirse silah kullanırız" dediği manşetleri atıldı.
18 Haziran: Refah-Yol döneminin sonu
Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti.
19 Haziran: Demirel Çiller'e görev vermedi
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller'e vermedi. Bunun yerine Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Demirel, bu tercihini yıllar sonra "Ben Çiller'e görev verseydim gerginliğin devamına sebep olurdum. Takdirimi kullandım" diye anlattı.
30 Haziran: ANASOL-D hükümeti
Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D Hükümeti'ni kurdu. Hükümete CHP de dışardan destek verdi.
Milli Güvenlik Kurulu kararları ile anılan 28 Şubat müdahalesi, Erbakan-Çiller koalisyonunun istifasıyla da sonlanmadı. Asker, yeni hükümete karşı da, kararların uygulanması için etkisini kullandı. İlk olarak İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay arasında 'Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma' (EMASYA) protokolü imzalandı. Asker, bu protokolle, sivil bürokrasiyi kontrolü altına aldı. Belediye başkanları, rektörler, öğretim üyeleri kovuşturmaya uğradı, istifaya zorlandı veya görevden alındı. 
8 yıllık zorunlu eğitim yasası TBMM'den geçti. Yasa büyük gösterilerle protesto edildi.
Başbakan Mesut Yılmaz, Genelkurmay Başkanı'ndan Batı Çalışma Grubu'nu lağvetmesini istedi ama bu oluşum faaliyetlerine devam etti.
1998
18 Mart: Yılmaz-asker gerilimi
Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz'ın Tiflis ziyareti sırasında askerden duyduğu rahatsızlığı üç gazeteciye aktarması basına yansıdı. Rahatsızlığın konusu, basında bir süredir tartışılan ve TSK'dan geldiği iddia edilen Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın görev süresinin uzatılmasıyla ilgili talepti. Yılmaz'ın gazetecilere "Bazı askerler irtica tehlikesini görev süresini uzatmak için kullanıyor. Ancak hükümet kararlı. Genelkurmay Başkanı'nın görev süresi uzamayacak ve ikinci Başkan Çevik Bir kıta görevine çıkacak" dediği iddiası gazete manşetlerine taşındı.
20 Mart: TSK'dan Yılmaz'a 'muhtıra'
Askerler, Yılmaz'a 'muhtıra' gibi bir açıklama ile cevap verdi. Bildirinin altında Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının imzası vardı: "Makamı, konumu ve görevi ne olursa olsun hiç kimse kişisel menfaatleri ve siyasi ihtirasları uğruna Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yasal görevi olan ülke güvenliğine yönelik bölücü ve irtacai gelişmelere karşı mücadele azminden vazgeçirecek, zayıflatacak, tereddüte düşürecek veya kararlılığını gölgeleyecek hiçbir tavır, tutum, beyan ve telkinlerde bulunamaz" deniyordu.
25 Mart: Yılmaz geri adım attı
Mesut Yılmaz, askerin tutumundan duyduğu rahatsızlığa karşı grup toplantısında "Kendisini demokrasinin güvencesi sayan her kurumdan, kişiden bir ricam var. Kendisini demokrasinin güvencesi sayanlar, demokrasinin işleyişi konusunda da aynı özeri göstermek zorundadır. Demokrasi bir tanedir. Bunun alaturkası alafrangası olmaz. Demokrasi herkes içindir. Siviller için ayrı, askerler için ayrı demokrasi olmaz" dedi. Ama krizi tırmandırmamak için askere karşı bir adım atmadı.
Yıllar sonra yaptığı değerlendirmede "Bence hukuka uygun olmayan bir muhtıraydı. Ama baktım durum krize gidiyor. Genelkurmay görüşünü açıklamıştır ama sorumlu olan hükümettir dedik ve biz yola devam ettik" dedi.
21 Nisan: Erdoğan'a hapis cezası
Dönemin Fazilet Partili İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında, 12 Aralık 1997'de Siirt mitinginde okuduğu şiir sebebiyle açılan dava sonuçlandı. Mahkeme, Erdoğan'ı " Halkı Din ve ırk Farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek " suçlamasıyla 10 ay hapse mahkum etti. Ceza infaz yasasıyla 4 aya indi. Ancak 24 Eylül'de kesinleşen hapis cezası paraya çevrilmedi ve Erdoğan belediye başkanlığını bırakarak 26 Mart 1999'da ceza evine girdi. 24 Temmuz 1999'da tahliye oldu. 
https://www.youtube.com/watch?v=LnHEkFKe52U

25 Nisan: Andıç skandalı
Nisan ayında Türkiye'ye getirilerek cezaevine konan PKK'nın ikinci adamı Şemdin Sakık'ın ifadeleri andıç skandalını ortaya çıkardı. Sakık'ın, ifadesinde PKK'nın bazı gazetecilerle, iş adamlarına para verdiğini söylediği iddia edildi. Suçlananlar Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Yalçın Küçük, Akın Birdal gibi isimlerdi. Haber, Sabah ve Hürriyet gazetelerinde ve Kanal D televizyonunda yayınlandı.
Haber sonrası Akın Birdal uğradığı silahlı saldırıda ölümden döndü. Birçok gazetecinin işine son verildi. Türk siyasi tarihine "andıç" vakası olarak giren skandal, iki yıl sonra gazeteci Nazlı Ilıcak'ın ortaya çıkardığı belge ile aydınlandı. Şemdin Sakık'ın ifadelerinde olmayan bölümlerin, askerler tarafından karalama amaçlı olarak hazırlanıp basına servis edildiği anlaşıldı. Genelkurmay Başkanlığı da andıç belgesinin vardığını kabul etti.
2013
2 Eylül: 28 Şubat davası
28 Şubat sürecinde askerin siyasete yaptığı müdahale, 15 yıl sonra dava konusu oldu. Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın da aralarında bulunduğu 103 sanık hakkında, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak" suçundan dava açıldı. Davada, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ile Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak'ın da aralarında bulunduğu 19 kişi tutuklu yargılanırken, Karadayı'nın tutuksuz yargılanmasına karar verildi.
23 Eylül:
28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısının gizli tutanakları, 16 yılın ardından açıklandı. Toplantıda dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın doğrudan Erbakan'ı hedef aldığı ortaya çıktı. 
Kaynak: Al Jazeera