SÜLEYMAN DEMİREL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SÜLEYMAN DEMİREL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2017 Cumartesi

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet 



       Japonya’nın 15 Ağustos 1945 tarihinde teslim olmasının hemen ardından 2. Dünya Savaşı’nın sonlanması, ”barış sarhoşluğu” ile başlangıçta pek fark edilmese de dünyayı ikiye bölmüştü. 

Artık yerkürenin daha büyük bir parçasının başını ABD çekiyor, diğeri ise Sovyetler Birliği’nin liderliğinde dönüyordu.

 İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 05 Mart 1946’da ABD’nin Missauri Eyaletinde, ABD Başkanı Harry Truman’ın da bulunduğu bir platformda 
yaptığı konuşma, Batı ile Doğu arasında uzun yıllar sürecek olan ”Soğuk Savaş”ın fitilini ateşledi. Churchill, “Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki 
Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir” demiş, bu sözlerin karşılığını da çok geçmeden Sovyetler Birliği lideri 
Josef Stalin’den almıştı. Sonrası, dünya politik sahnesinde 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar sürecek olan buzul çağı... 

Dünyanın tanımadığı bu yeni savaş biçimiyle birlikte düzenli ordular, uçaklar, tanklar, toplar, boğaz boğaza verilen meydan savaşları geri plana itildi. 
Tüm bunların yerine, güçlü istihbarat ağlarına dayalı, çok daha sofistike, provokasyon ile tehdit boyutlarıyla ürkütücü ve karşılıklı silahlanma yarışını son 
derece tehlikeli bir biçimde körükleyen bir itişme alanı açıldı. Tanklar, toplarla ülkelerin açıktan işgal edilmesiyle gerçekleştirilen sömürge politikaları da 
ağırlıklı olarak yerini işbirlikçi iktidarlar marifetiyle gerçekleştirilen gizli işgal metotlarına bıraktı. 

Bu yeni savaş, karakterine uygun örgütlenme ve çalışma yöntemlerini de üretti. Önce hiçbir zaman aralarında kayda değer nitelikte sıcak bir çatışma 
yaşanmayacak olsa da karşılıklı olarak savaş paktları kuruldu. Dünya, askeri açıdan Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki Varşova Paktı ve kapitalist bloğun Kuzey Atlantik Paktı (NATO) arasında pay edildi. Bu paktlar aracılığıyla öteki alanlarda istihbarat ve karşı istihbarat yöntemleri geliştirildi; ülkeler sonu gelmez bir kaosun içine sürüklendi. İç karışıklıklar asla durmadı, hükümetler yıkıldı, hükümetler kuruldu. Nükleer silahlanma yarışı büyük bir hız kazandı. Hiç ateşlenmese de karşılıklı olarak yerleştirilen nükleer füzeler büyük krizler doğurdu ve dünyanın içine yuvarlandığı akıldışı gerilim, diplomasiyi sertleştirdi; gizli operasyonlar birbirini kovaladı, iç savaşlar, binlerce insanın hayatına mal oldu. Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “Gladio” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. 

Türkiye’nin tercihi 

Dünya ölçeğindeki bu büyük kutuplaşma tüm şiddetiyle sürerken, Türkiye 2. Dünya Savaşı boyunca sürdürdüğü mesafeli politikasını değiştirdi. 8 
Eylül 1952 tarihinde katıldığı NATO’nun peşinde, Sovyetler Birliği’ne karşı bir nevi koçbaşı vazifesini üstlendi, kısa bir zaman diliminde, topraklarında kurulan 
radar ve savaş üsleriyle baş başa kaldı. NATO ile yatağa girilmişti bir kez ve elbette ki istenenler yerine getirilecekti. 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de her an iç karışıklık çıkarabileceği, komünistleri, vatan hainlerini, azınlıkları kışkırtacağı propagandası ile devlet örgütlenmesi yeniden dizayn edildi. Yeni tipte devlet örgütlenmesi aslında, İttihatçı geleneğe sahip olan ”müesses nizam”a çok uygundu. Ne de olsa, ellerinde çok sayıda karanlık operasyonu üretmiş bir Teşkilat-ı Mahsusa deneyimi vardı. Polis gücü, istihbarat örgütlenmesi, ordu kısa sürede ve hiç de zorlanmadan anti-komünist mücadele araçları haline dönüştürüldü. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin plan, strateji ve örgütlenmesi tümüyle NATO konseptine göre şekillendirildi. Buna diğer NATO ülkelerinde yaratılan Gladio benzeri örgütlenmeler de dahildi. 

Genelkurmay’da bir dönem “Plan Harekat Dairesi”nde görev yapmış olan emekli topçu kurmay Yarbay Talat Turhan, bir röportajında maruz kaldıklarından 
da yola çıkarak ordudaki değişimi şu cümlelerle tanımlıyordu1: “Bizim ordu talimnameleri Amerikan talimnamelerinin tercümesidir. Amerika’da 
konrgerilla örgütünün talimname numarası FM-31. yani fiel manuel-31. bizde ST-31 olarak tercüme edildi. Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye 
göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya 
çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığımız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj 
birimleri, cinayet birimleri var. Resmi talimnameden okuyorum; ‘Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam 
kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj ve yalan haber yayma zorbalık ve şantaj’. Ve yine talimnameden okuyorum: Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuna sahip değillerdir.” 

İlk tanışma Ziverbey’de 

Türkiye’nin aydınları kontrgerillanın varlığından, ilk kez 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında gözaltınaalınarak götürüldükleri İstanbul Erenköy’deki 
Ziverbey Köşkü’ndeki işkence merkezinde haberdar oldu. 


Ertuğrul Mavioğlu ;
1961 yılında Adapazarı’nda doğan Ertuğrul Mavioğlu, 1980-1991 yıllarında toplam sekiz yıl politik tutuklu olarak hapis yattı. 
Gazeteciliğe 1985’de Hürriyet gazetesinde başlayan Mavioğlu, Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan 1986’da mezun oldu. Mavioğlu, Yeni Çözüm dergisi ile Yeni Politika, Evrensel, Radikal, Cumhuriyet, Yeni Binyıl, Milliyet gazeteleri ve İMC TV’de çeşitli görevlerde çalıştı. 

Mavioğlu’nun “ Bir 12 Eylül Hesaplaşması ” alt başlığı ile üç, Ahmet Şık ile birlikte hazırladığı Ergenekon davasının arka planını anlatan iki ciltlik kitapları var. Son kitabı “Cenderedeki Medya, Tenceredeki Gazeteci”, AKP iktidarı sonrası medyadaki gelişmeleri anlatıyor. 


Yazar İlhan Selçuk, bu kontrgerilla merkezinde kendisine söylenenleri daha sonra derlediği kitabında şu cümlelerle aktaracaktı2: “İlhan Selçuk, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı kontrgerilla örgütünün karşısında bulunuyorsun. Sen bizim tutsağımızsın. Burada anayasa, babayasa yoktur. Örgüt seni ölüme mahkûm etmiştir. Sana istediğimizi yapmaya yetkiliyiz.” 

Kontrgerilla gizliydi, yasadışıydı ama devletin dışında örgütlenmiş de değildi. 

Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952’de ABD’de eğitim görmüş bir Tuğgeneral olan Daniş Karabelen tarafından kurulmuş olan Seferberlik 
Tetkik Kurulu (STK) kontrgerilla örgütlenmesinin merkeziydi. Amacı da barış zamanında düşman işgaline karşı direniş ve ayaklanma örgütlemekti. 
Yani tam da soğuk savaş ile birlikte üretilmiş bir kavram olan “Düşük Yoğunluklu Savaş Konsepti”ne denk bir faaliyet tarzıydı bu. ABD Eğitim ve Doktrin 
Komutanlığı’nın geliştirdiği bu konseptin aynen benimsenmesi, karşı devrimci ayaklanmalar organize edilmesi, ülkenin çeşitli yerlerinde gizli silah 
ve mühimmat depoları kurulması3, muhalif hatta memnuniyetsiz yığınların provokasyonlar yoluyla sindirilmesi, kitle önderlerine suikastlar düzenlenmesi ve benzeri çok sayıda operasyon demekti. 


< Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “ Gladio ” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. >

STK, hiyerarşik olarak Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, o da Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlıydı. Resmen 1952’de kurulmuş olsa da hazırlıkları 1948 yılına 
kadar uzanıyordu. 1948’de ABD’ye ”özel harp” kurumları ve ”stay behind” olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetler’in 
çekirdeğini oluşturdu. Bu subaylar arasında Turgut Sunalp ve Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş’in ordu ile ilişkisi kesildikten sonra, özellikle 1970’li 
yılların ortalarında tüm ilerici güçlerin üzerine salınacak olan paramiliter faşist güçleri bünyesinde eğitip örgütleyen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) 
kurması4 ve Sunalp’in 12 Eylül darbesi sonrasında bizzat Kenan Evren’in desteğiyle kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) liderliğini üstlenmesi 
tesadüf değildi. 

Azınlıklara karabasan, 

STK’nin kayda değer ilk icraatı 6-7 Eylül olayları olarak bilinen Türkiye’deki azınlıklara yönelik saldırılarda üstlendiği roldür. Selanik’te Atatürk’ün 
doğduğu evin bombalandığı yalan haberi üzerine 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde azınlıklara yönelik başlatılan saldırılarda 5 bin 583 ev ve dükkân yağmalandı. 52 
ayrı yerde zamandaş başlatılan saldırılar sonrasında Özel Harp Dairesi’nin eski komutanlarından emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, “6-7 Eylül de bir Özel 
Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecekti.5 

STK, faaliyet alanı olarak Türkiye ile sınırlı kalmadı. 1 Ağustos 1958 tarihinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in direktifiyle Kıbrıs’ta “Türk 
Mukavemet Teşkilatı” (TMT) adı altında gizli, illegal ve silahlı bir örgütlenme kurdu. TMT’nin Kıbrıs’taki faaliyet biçimini Habertürk gazetesine verdiği röportajda Sabri Yirmibeşoğlu ağzından kaçırdı. Yirmibeşoğlu, daha sonra “mesela dedik” diyerek düzeltmeye çalıştığı tarihi itirafında,6 “Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs’ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık” diyordu. 

STK’nin ismi, 1967 yılında, o zamanki komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürüldü. Gayri nizamî 
kuvvetlere karşı harekât konusunda uzmanlaşan ÖHD, ” ordu içindeki gizli ordu ” olarak da anılmaya başladı. 

Devletin yardımcı kuvvetleri,

Siyasi hükümetlerin ÖHD’nin varlığından habersiz olduğu, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında ortaya çıktı. 
1974’te ÖHD için örtülü ödenekten para istenince, Ecevit daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında brifing istedi. Yirmibeşoğlu’nun 
verdiği brifing sonrasında Ecevit, ÖHD’yi denetim altına almak istedi ama başarılı olamadı. Ecevit’in ÖHD’nin örgütlenmesi ve faaliyet alanı konusunda 
edindiği ikinci tecrübe ise 1978 yılına rastlar. 

Başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde yine Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından karşılandı ve Orduevi’ne eşiyle birlikte yemeğe davet edildi. 
Ecevit, yemek sırasında Yirmibeşoğlu’ndan ÖHD’nin sivil örgütlenmesinde yer alanlarla ilgili bilgi edinmeye çalıştı. Yirmibeşoğlu ile aralarında geçen 
diyalog şöyleydi:7 

“Ecevit: Farzımuhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı? 

Yirmibeşoğlu: Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 

O yıllarda Erzurum’da MHP’nin il başkanı olan kişi, daha sonra Abdi İpekçi suikastında ve suikastı düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe 
Askeri Cezaevi’nden kaçırılmasında adı geçen ve “Doğu’nun başbuğu” olarak bilinen Yılma Durak’tan başkası değildi. 

Gladio kamyona çarptı 

Ama Durak örneklerden sadece biriydi. ÖHD’nin içinde çok sayıda faşist katliama imza atan başka isimlerin de yer aldığı, 3 Kasım 1996 tarihinde 
Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen bir trafik kazasının ardından artık herkesçe bilinir oldu. Bir kamyona çarpan siyah renkli 
Mercedes’in içinden çıkan üç ölüden biri Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi genci Ankara’da boğarak öldürmekten aranan Abdullah Çatlı, diğeri ise polis 
şefi Hüseyin Kocadağ’dı. Şanlıurfalı aşiret lideri milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı kurtulmuştu. Çatlı ile bir polis şefi ve milletvekilini aynı 
araçta neyin buluşturduğu sorusu, aylarca Türkiye’nin en önemli gündemini oluşturdu. 

Ve nihayetinde devlet – siyaset – mafya üçgeni diye tabir edilen bu karanlık ağın içinden yıllardır işlenen, üzeri hep örtülen kanlı cinayet ve katliamlar 
çıktı. Çatlı ve ülkücü arkadaşları yıllar boyunca sadece işçi kahvelerine, grev çadırlarına kurşun yağdırmakla, solcu, devrimci gençlere karanlık suikastler 
düzenlemekle yetinmemiş- 1970’li yılların sonlarında meydana gelen Çorum, Sivas, Malatya ve Kahramanmaraş katliamlarında da belirleyici rol oynamıştı. 
Tüm bu cinayet ve katliamları gerçekleştirirken de devletten destek görmüşlerdi. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise bizzat cunta lideri Kenan Evren tarafından Ermeni örgütü ASALA’ya (Armenian Secret Army for the Liberation 
of Armenia) karşı kullanılmak üzere bu ekip elde tutulmuş, 1990’lı yıllarda da Kürtlere karşı geliştirilen yüzlerce operasyonda görev almışlardı. 
Faili meçhul cinayetlerden, gözaltında kayıplara, Hizbullah’ın Kürtlere karşı seri cinayet şebekesi şeklinde örgütlenmesine, insanların diri diri asit kuyularına 
atılmasına, Kürt aydınlara ve işadamlarına yönelik kaçırma, suikast eylemlerine varıncaya kadar büyük bir çeşitlilik gösteren bu olaylarda, Susurluk 
kazası sonrasında yapılan araştırmalar ve hazırlanan raporlar sayesinde devletin parmak izlerine rastlandı. Ancak, sorumlularının yargılanmasına geçit verilmedi. 

Ergenekon’la kaçırılan fırsat 

Avrupa’da Soğuk Savaş’ın ardından tasfiye edilen Gladio örgütlenmesinin benzeri olan kontrgerillanın Türkiye’de de tarihe gömülebilmesi için 2007 yılında 
başlayan Ergenekon soruşturmaları yeni bir fırsat doğurdu. Öyle ki, Susurluk soruşturmaları sırasında kontrgerilla ile ilişkili olduğu belirlenen ama dokunulamayan 
derin devlet örgütü Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi’nin (JİTEM) kurucuları Veli Küçük, Arif Doğan gibi isimler tutuklandı. 

Ne ki bu fırsat, Arif Doğan’dan çıkan JİTEM’in arşivinin Ergenekon davasının 2. iddianamesinin ek belgelerine sansürlenerek konulmasıyla kaçırıldı. Üstelik çok 
sayıda karanlık operasyonun planlanmasına dair bilgilerin yer aldığı bu arşivin gizlenmesiyle yetinilmedi, Ergenekon soruşturmaları ”darbe girişimleri” ile 
sınırlandırılarak faili meçhul cinayetler ve kayıpları da kapsayan çok sayıda karanlık operasyonun üzeri bir kez daha örtüldü. 

Böylelikle anlaşıldı ki, 

NATO üyesi ülkelerde gözden çıkarılan Gladio, Türkiye’de çok farklı bir amaca daha hizmet ettiği için tasfiye edilmeyecekti. 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 17 Nisan 2005 tarihinde CNN Türk’te yayınlanan “ Ankara Kulisi ” adlı programda söyledikleri bu bakımdan son 
derece açıklayıcıdır: 

< Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu 
bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. >

“Derin Devlet, Devletin Kendisidir. Askerdir Derin Devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. 
Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden  kaynaklanır.” 

Çünkü 1990’lı yılların başından itibaren Kürtlere karşı etkin bir biçimde kullanılması ile elde edilen sonuçlar, asla meşru sınırlar içinde kalamadığı bu 
savaşta Türkiye devletini büyük bir açmazın içine sokmuştu. 
Kürtlerin haklarını teslim etmemekte ısrar eden ve bu nedenle meşru, hukuki bir zeminde yönetemeyen devlet, belli ki daha uzun bir süre “derin devlete muhtaç” olacaktı. 

Dipnot 

1. Milliyet gazetesi, 16 Kasım 1990 
2. İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, Cumhuriyet Yayınları, 2009 
3. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009’da düzenlediği basın toplantısında bu silah depolarının varlığını ilk kez itiraf ederek, “1986 yılına kadar TSK’nın özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığımıza ait Türkiye sathında gömülü silah ve mühimmatı vardır. 1986 yılında alınan o karar 
çerçevesinde silah ve mühimmatın tümünün toplatılarak depolara alınması emri verildi ve bu işlem 1998 yılında tamamlandı” dedi. 
4. 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde CHP lideri İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la yaptığı bir görüşmede, MHP’nin yan örgütü olan Ülkü Ocaklarına ilişkin uyarıda bulunur. Cevdet Sunay : “Canım onlar komünizme karşı mücadele eden gençler” yanıtını alır. (Metin Toker, Solda ve Sağda Vuruşanlar sayfa 157) Eski bir Genelkurmay Başkanı olan Sunay’ın bu yanıtı Ülkü Ocakları’nın paramiliter faşistleri yetiştirdiği komando kamplarının Özel Harekat Dairesi ile ilişkisi konusunda bilgisine dayanmaktadır. 
5. Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat, Tekin Yayınları 1991 
6. Habertürk gazetesi, 23 Eylül 2010 
7. Bülent Ecevit, Karşı Anılar, DSP, 1991, s. 43 

Heinrich Böll Stiftung 

https://tr.boell.org/sites/default/files/downloads/ertugrul_mavioglu_1._sayi_tr.pdf

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 28

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 28


4.7.5. İrtica Brifingleri 

İrtica brifingleri TSK’nın ülkenin önemli kurumlarına ve kişilerine verdiği, irticaya karşı bu kesimleri harekete geçirmeyi amaçlayan bir toplantılar silsilesidir 
(Özer, 2011, s.91). İrticai toplantılara ilk olarak dönemin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’le başlanmıştır. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i irtica tehdidi konusunda ki brifingler için Genelkurmay Başkanlığı’na davet etmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 18 Ocak günü sesiz bir şekilde Genelkurmay Başkanlığı’na gitmiş ve burada yaklaşık olarak 2 saat kalmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel brifinge çağırıldığında Milli Savunma Bakanı Turan Tayan dâhil hiçbir iktidar parti üyesi bu brifinge çağırılmamıştır. Bir nevi iktidarın bu olaydan haberdar olması istenmemektedir. O dönem basın ve medyaya bu brifingde Kuzey Irak, Kıbrıs ve TSK’nın ihtiyaçlarının ele alındığı dile getirilmiştir 

(Özer, 2011, s.91). Ancak bu brifinglerden sonra ülkeyi adeta irticai brifingler sarmalı sarmış olmakla beraber Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yapılan görüşmenin de Kuzey Irak, Kıbrıs ve TSK’nın ihtiyaçlarının ele alınmadığının ortaya çıkması ile anlaşılmıştır. 

İrtica tehdidi Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir numaralı iç tehdit unsuru olarak görülmüş ve ilk başta koalisyon ortakları olan RP ve DYP Milletvekillerine 
yönelik olarak süren psikolojik baskılar daha sonraki evrede medya ve özelliklede yargıya yöneliktir (Tayyar, 2009, s.95). 

28 Şubat Kararları ve sonraki toplantılarda askeri üyelerinin söylediklerinin, Refah-Yol Hükümeti üyeleri tarafından savsaklandığı ve kamuoyuna yansıtılmadığı için irtica konusunda; medyaya, yargıya, sivil toplum örgütlerine, işçi temsilcilerine, meslek odalarına, hâkim ve savcılara, iş adamlarına, üniversitelere Genelkurmay Başkanlığı tarafından çeşitli brifingler veriliyordu. Bu brifingler ile istenen amaç; 

1. Kamuoyunu irtica tehlikesi karşısında uyararak, aydınlatarak ve bilgilendirerek irtica ile savaşıma halkın da katkısının ve kamuoyu baskısının sağlanması. 
2. Aynı amaçla medyanın irtica ile savaşıma destek vermesi, öncelikler saptaması 
3. İrtica ile savaşımdan sorumlu olan ve yıllardır yetkilerini kullanmayıp olaylara seyirci kalan kamu görevlilerine ve yetkililere görevlerini anımsatarak onları 
harekete geçirmek, 
4. Bilgi noksanlığı nedeni ile harekete geçememiş olan kamu görevlilerine ve yetkililere gerekli bilgileri aktarmak (Bölügiray, 2000, s.236-237). 

Bununla beraber irticanın Türkiye’nin bir numaralı iç tehdidi haline geldiğinin saptamasının ardından ilk brifing “Siyasal İslam’ın Yayılması” adı altında medyada verilmiştir. İkinci önemli adım, aynı brifingin Başbakan Erbakan'a da verildiği 26 Mayıs tarihli YAŞ toplantısı olmuştur. Bunu 10 Haziran'da önce Yüksek Yargı'ya, ertesi günü basın ve ardından iş çevrelerine verilen ve talep üzerine tekrarlanan brifingler serisi izlemiştir (Özgan, 2008,s.91). Bu irtica brifinglerini bir başka ayağı ise yargı mensuplarına yönelikti, düzenli olarak bu brifinglere çağırılan hâkim ve savcılara irtica hakkında bilgi verilmekte ve bu konu hakkında hassas olmaları istenmekteydi. 

Genelkurmay Başkanlığı hâkim ve savcıları brifinglere çağırırken dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan ise bu toplantılara katılacak kişiler hakkında soruşturmalar 
açılacağını belirtmekteydi. Orduya yakın duran bazı hâkim ve savcılar Şevket Kazan’ın bu hamlesine sert tepki göstermişlerdir. Fakat daha sonra Şevket Kazan’ın bu açıklamalarının sonucu olarak hiç kimse hakkında soruşturma açılamamış veya idari yaptırıma gidilmemiştir (Tayyar, 2009, s.96). 

Genel olarak bu brifingler “Türkiye’de İslam’ın siyasi yönden yayılması Milli Görüşçüler tarafından yapılmaktadır,” “Nüfusun yüzde 85’ini oluşturan eğitimsiz kitle kolaylıkla kandırılmakta ve sömürülmektedir,” “Halkın dini duyguları, gelenek ve görenekleri sömürülmektedir,” “İrtica, ancak kısa ve uzun vadeli çözüm tarzları içeren devlet politikaları ile önlenebilir”, “Bölücü ve irticai terör odakları, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için işbirliği ve dayanışma içerisindeler”, “Bazı tarikat ve cemaatlerin yurt dışında açtıkları okullar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından denetlenmemektedir. Bunların amacı, ileride kurulacak olan din devletine destek sağlayacak sempatizanlar yetiştirmektir” (Bölügiray, 2000, s.237-239) vb. gibi brifingler verilmiştir. 

Gerçek koşulları okumak konusunda sıkıntı çeken ve tam anlamıyla başarı gösteremeyen Refah-Yol Hükümeti lideri Necmettin Erbakan, ilk gün atması gereken adımları geç attığı için siyasi arenada sıkıntılı bir dönem yaşamış ve takip etmiş olduğu politikalarıyla bir anlamda askerin siyasallaşmasını sağlamıştır (Bayramoğlu, 2007, s.256). Siyasi İslami kadrolaşma ve irtica konusunda ordunun dolaylı uyarılarını daima kulak arkası eden ve “Bunlar sun’i gündem. Ordu böyle bir şey söylemiyor” şeklinde göz ardı eden Refahlı yöneticilere, bu brifingle, bu kez açıkça ordunun düşünceleri yansıtılıyordu. Hem de açıkça adı söylenmese de tanımlamalardan irtica tehdidinin bizzat iktidardaki RP’nin olduğu anlaşılıyordu. Öyle ki “Bu Kez İşi Silahsız Kuvvetler Çözsün” diyen ordu, Cumhuriyet’i korumak ve kollamak uğruna gerektiğinde silah kullanabilece ğini anımsatmaktan bile çekinmiyordu (Bölügiray, 2000, s.244). 

Brifinglerin ortaya koydukları, TSK’nin, MASK’da (Milli Askeri Stratejik Konsept) yaptığı değişiklikle ülkeye yönelik tehdit değerlendirmesinde birinci sırayı ilk 
kez iç tehdide vermesi ve buna göre yeniden yapılanması, iç tehditten özellikle irticai hareketlerin kastedilmesi, ancak irticai akımların neler olduğuna dair açık bir tanımın olmaması, bu strateji değişikliği ve onu takip eden ordu içindeki düzenlemelerin varlığını kamuoyu, basın ve özellikle sorumlu siyasi aktörlerin sonradan öğrenmesidir (Özgan, 2008, s.91). 

Genelkurmay Başkanlığı’ndan medyaya verilen 2. Brifingde ise, ülkede yaşanan krizin renginin değiştiği yeni bir aşamanın başladığı kanaati yaygındır. Ali 
Bayramoğlu’nun da belirttiği üzere, bu brifingde Silahlı Kuvvetleri’n İç Hizmet Yasası’nın 85/1 maddesi uyarınca, Cumhuriyet’i içte ve dışta koruma ve kollama görevi çerçevesinde silaha başvurabileceğini açıklaması, süreç içerisindeki aktörlerin birisinin imkânlarını ve kararlılığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007, s.269). 

28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından sivil toplum örgütlerine, medyaya, öğretim üyelerine, yargı mensuplarına verilen brifinglerin hangi amaçla verildiğini ve taşıdıkları felsefeyi anlayabilmek için söz konusu brifinglerin, “Hükümetin demokratik yolla sona ermesi için kullandıkları yöntemlerden biri” olarak niteleyen Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya'nın söylediklerinin ne kadar önemli olduğu görülecekti: 

“Brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabii çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir... Biz bu yola çıkarken Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz” (Komisyon, 2012, s.311) şeklinde açıklamalar yapmıştır. 

4.7.6. Parti İstifaları ve Yaşanan Diğer Gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin iktidarı uzun süreli olmamış ve 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısından sonra iktidar adeta çatırdamaya başlamıştı. 28 Şubat 1997 MGK Kararları, Refah-Yol Hükümeti’ni derinden sarsmıştır. Tarihi MGK Kararları hükümeti etkisi altına almış etki alanını kısıtlamış ve hükümetin icra alanını hemen hemen sona erdirmişti. Ancak bütün bu gelişmeler karşısında yine de Refah-Yol Hükümeti iktidardaydı bunun için Refah-Yol Hükümeti’ni devirerek askerin ve bazı güç odaklarının istekleri doğrultusunda bir hükümet kurulmak isteniyordu (Özer, 2011, s.94). 

Sonuçta yaşanan bu sürecin sonu da genel olarak şu şekilde gerçekleşti; ANAP lideri Mesut Yılmaz birçok koalisyon milletvekilini kendi partisine katmak istiyordu. Böylece Refah-Yol Hükümeti koalisyonunun milletvekilleri hem ordu hem de bazı çevrelerce açık bir şekilde sıkıştırılarak, hükümetten ve partilerin den kopartılmak isteniyordu. Aynı şekilde RP’de muhalefet partilerinden, milletvekili transfer ederek iktidarını sürdürmek istiyordu. RP’nin ilk girişimi ANAP’lı Siirt Milletvekili Nizamettin Sevgili ile oldu. Başbakan Erbakan, Nizamettin  Sevgili’nin transferi için yoğun çaba sarf etti fakat Nizamettin Sevgili ile bir ön anlaşma imzalanmasına rağmen ANAP yönetimi bunu engelledi. ANAP ise ilk girişiminde başarılı oldu ve Bingöl Milletvekili Mahmut Sönmez ANAP’a transfer oldu (Aksoy, 2000, s.220). 

Ancak asıl dağılma ve partiden istifalar ise koalisyonun diğer ortağı olan DYP’de gerçekleşmekteydi. DYP’de ki bu istifalar ve ortaya çıkan çatlak sesler Refah-
Yol Hükümeti’nin adeta sonunu hazırlamaktaydı. O zaman zarfında koalisyon ortağı DYP dağılma sürecine girmeseydi, iktidar yoluna devam edecekti ve Başbakan Erbakan istifa etmeyecekti (Çelik, 2003, s.151). 

DYP’de bazı milletvekilleri Refah-Yol iktidarının artık sona erdiğinin ve bu işin daha fazla uzatılmaması gerektiğinin altını çizmekteydiler. DYP’li Mehmet Gölhan bu fikirde olanlardan biriydi (Özer, 2011, s.94-95). Mehmet Gölhan bir konuşmasında ise: 

“Bu hükümet ömrünü tamamladı. Artık gitmez… Sayın Erbakan’ın yerine bizim genel başkanımız geçse bile bir şey fark etmez… Yine uzun boylu gitmez” (Donat, 1999, s.521). 

Yaşanan bu olaylar artık Refah-Yol Hükümeti’nin mutlaka iktidardan uzaklaşması gerektiği görüşünde idi. Bu uzaklaşma ya gensoruyla ya da seçim yoluyla 
olacaktı. DYP yapılan gensoruda 15 fire vermişti ve bu firelerin de daha ilerleyen zamanlarda artacağına kesin gözüyle bakılmaktaydı. Refah-Yol Hükümeti artık köşeye sıkışmış olmakla beraber yolun sonu gözükmekteydi. 

RP kendi üzerinde oluşan bu baskıyı azaltmak için partinin sivri dilli iki millet vekilli Hasan Hüseyin Ceylan ile Şevket Kazan istifa etmişti (Özer, 2011, s.96).  Yavuz Donat’a göre bu istifaların izahı “Bugün Git Yarın Gel” şeklindeydi ve bir anlamı yoktu. Daha çok koalisyon ortağı DYP’deki itirazları ve hoşnutsuz lukları engellemek amaçlıydı. Bu istifalar pek işe yaramamıştı yani Refah-Yol Hükümeti üzerindeki baskıları azaltmamıştır (Donat,1999, s.551). 

28 Şubat sürecinde, partilerin tabanları başta olmak üzere, basın, medya, sivil toplum örgütleri ve partisiz halkın büyük bir kısmı geçmişteki yaşanan olaylar 
sonrasında ki ortaya çıkan sağ-sol grupları gibi değil de laik, demokratik ve Türkiye Cumhuriyet’i düzeninden yana olanlar ve şeriat devletinden yana olanlar şeklinde ayrılıyordu. TSK ise bu bölünmede, irticanın karşısında ve laik, demokratik, Türkiye Cumhuriyeti’nden yana olanların yanında yer alıyordu. Bu tavrı ile Anayasa’nın ve yasalarında yanında yer aldığını gösteriyordu. 

TSK’nın irtica karşısında almış olduğu bu kararlı tutumu, Refah-Yol Hükümeti’nin ise 28 Şubat Kararları’nı uygulamamakta ve irtica hareketlerine destek 
olmayı sürdürmekte direnmesi bu dönemdeki yaşanan gerginliğin ve bunalımların yaşanmasının temelini oluşturmaktadır (Bölügiray, 2000, s.345). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler sonucunda artık siyaset yaşamı içerisinden çıkılmaz bir hal almış olmakla beraber parti istifaları da yaşanan bu sürecin en önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu gelişmeler sonucunda Refah-Yol Hükümeti’nin iktidarda tutunamayacağı anlaşılması üzerine DYP’li bazı milletvekilleri kimileri kendi kararları doğrultusunda kimileri ise gelen telkinler neticesinde partilerinden ayrılmaya başlamışlardı. Bu ayrılmalara 2 büyük bakanında katılması ile istifa depremi iyice büyümüştü (Birand-Yıldız, 2012, s.235). 

25 Nisan tarihinde Sanayi Bakanı Yalım Erez istifa etmiş ve bu istifayı Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın istifası izlemiştir. Yıldırım Aktuna’nın Bakanlıktan istifa ettikten sonra ki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile olan görüşmesinde Süleyman Demirel; “Sen siyasi background’una altın harflerle bir şey yazdırdın” dedi. Türkiye’nin rejimini koruma adına (Birand-Yıldız, 2012, s.235). 

Sağlık ve Sanayi Bakanları’nın bu istifaları gerek siyaset yaşamında gerekse kamuoyunda büyük bir deprem yaratmış ve bu gelişmelerin akabinde 12 DYP'li muhalif hükümeti devirmeye ve muhalefetin gensorusunu desteklemeye karar vermişlerdir. Ancak gensoru 20 Mayıs 1997 tarihinde 265 evet oyuna karşılık 271 hayır oyuyla reddedilmiştir Yalım Erez'in hesabı doğru olmasına karşın yeminlilerinin 7'si son anda vazgeçerek kendisini yalnız bırakmıştır. DYP, Yalım Erez'i 2 Haziran tarihinde parti üyeliğinden ihraç etmiştir (Özgan, 2008, s.92). 

DYP’nin istifalar tutumu içerisine girmesindeki en önemli etken “İstifa edip hükümeti düşüremezsek asker darbe yapacak” kuşkusuydu bilakis. Bu kuşkuyu bizatihi-i Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’de paylaşıyordu (Birand-Yıldız, 2012, s.236). Bu gelişmelerle beraber 17 Mayıs tarihinde Işılay Saygın Bakanlık görevini bırakmış idi. Hükümetteki bu istifalar depremi devam ederken asıl büyük olay ise 20 Mayıs oylamasının ertesi günü, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın, laiklik karşıtlığının odağı haline geldiği için RP’ne kapatma davası açmış olması idi. Artık yaşanan bu gelişmeler sonucunda silahsız kuvvetler cephesinin en büyük örgütleri, TOBB, TÜRK-İŞ, TİSK, TESK ve DİSK bir bildiriyle hükümeti istifaya çağırmışlardır. RP aleyhine açılan kapatma davası ve kitlesel tepkiler ise iktidar saflarında ki istifaları daha da hızlandırmıştır (Özgan, 2008, s.93). 

Refah-Yol Hükümeti 1997 Haziran ayında adeta bir yol ayrımına gelmişti. Askerler irtica brifingleri vermeye devam ediyor, gazeteler “Gerekirse silahla” diye manşetler atıyorlardı. Bu olaylar karşısında DYP’li milletvekilleri darbe olacağı endişesinden dolayı birer birer istifa ediyorlardı. RP ve lideri Erbakan adeta köşeye sıkışmıştı. Refah-Yol Hükümeti’nin DYP’de ki bu istifa depremine daha fazla dayanamayacağı açıktı. İktidar mecliste çoğunluğu kaybetmek üzere idi. Necmettin Erbakan, Tansu Çiller’in ve yaşanan bu istifalar karşısında daha fazla dayanamamış ve istifa etmeye karar vermişti. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Mesut Yılmaz’ı Hükümeti kurmakla görevlendireceğinden ise kuşku duymakta idi. Ankara kulisleri başta olmak üzere, medya ve kamuoyu Başbakan Erbakan’ın istifası dâhilinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e değil de Mesut Yılmaz’a verileceği tartışmaları ve dedikoduları gündeme gelmiş idi. Başbakan Erbakan’ın istifasını Cumhurbaşkanına sunduğu gün, Tansu Çiller’de BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ile basın toplantısı düzenlemiş ve yeni kurulacak hükümetin Tansu Çiller’in Başbakanlığında kurulması konusunda anlaştıklarını söylemiştir (Birand-Yıldız, 2012, s.241). Koalisyon süreci içerisinde BBP’ne iki bakanlık verilecek idi. 29 
Mayıs'ta askerler Türk Yunan ilişkileri ve PKK terörizmi konulu ilk brifinglerini vermişlerdir. 12 Haziran’da Ertuğrul Yalçınbayır RP’den, DYP'li Bahattin Yücel ise 
Turizm Bakanlığı'ndan istifa etmişlerdir (Özgan, 2008, s.93). 

Yaşanan bu olaylar ülkede ki siyasi tansiyonu yükseltmekle beraber gergin bir siyasi atmosferi de beraberinde getiriyordu. Yine DYP istifaları devam etmiş, Mesut Yılmaz hükümeti kurmak için liderlerle görüşmelerini sürdürürken Tansu Çiller ise Cumhurbaşkanı’nı “Çankaya darbesi” yapmakla suçluyordu (Birand-Yıldız, 2012, s.244). Bütün bu yaşanan olumsuz olaylar ile beraber Mayıs ayı sonunda muhalefetin vermiş olduğu gensoru başarısızlıkla sonuçlanmış ve tekrardan darbe söylemleri gündeme gelmiştir. DYP’nin darbe karşısında ki en büyük ve en önemli hazırlığı ise Emniyet İstihbaratı içinde girişilen organizasyon la TSK’nın hareketlerini gözlemlemeye almaktır. Bütün bu darbe söylemleri karşısında Başbakan Erbakan ise, yakın çevresi ile yapmış olduğu görüşmeler neticesinde askeri bir darbe ya da müdahaleye ihtimal vermemektedir. 

Parti istifaları ile gelişen olaylar sonucunda artık TSK içerisindeki huzursuzluklar iyice artmış olmakla beraber siyasi yaşama âdete bir kriz hükmeder olmuştur. Asker ve siyasetçi gerilimi en üst seviyeye çıkmış olmakla beraber Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in Başbakan Erbakan’a seviyesi düşük hakaretler dolu sözler sarf etmesine kadar varmıştır. Bu olay karşında adli makamların hemen soruşturma açması gerekirken o dönem içerisinde bu olay bütün detayları ile gündemde yerini almış ve siyasi tansiyon daha da yükselmiştir. 

Ali Bayramoğlu’na göre bu dönem; “Bir generalin Başbakana büyük hakaretler edebildiği ve bu generalin Silahlı Kuvvetler tarafından desteklendiği ve bu generalin görüşlerinin TSK’nın görüşlerinin olduğunun açıklandığı bir dönem dir”(Bayramoğlu, 2007, s.203) şeklindeki açıklaması askerin artık sivil hükümet üzerindeki baskısını açıkça göstermektedir. 

Yaşanan tüm bu olumsuz gelişmelerin neticesinde dönemin güç unsuru olarak anılan silahsız kuvvetlerin, Başbakan Erbakan'ı iktidardan düşürmesi artık beklenen olaylar içerisinde yerini almış idi. Meclis operasyonları artık belirgin bir seviyeye yükselmiş olmakla beraber artık siyaset hayatına Meclisin ve siyasetin dalgalı ve parçalı yapısı hâkim olmuştur. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

29 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

24 Şubat 2017 Cuma

SONUÇ; UYUYAN BİR MİLLET İÇİN NASIL AMA.. Her Tarafta Yazilmayan Haberler,



SONUÇ; UYUYAN BİR MİLLET İÇİN  NASIL  AMA..

'' Her Tarafta Yazilmayan Haberler, !! ''




Demirel’den Paket Uyarısı: 'Millet Bilincimiz ortadan Kalkar'

Devletin henüz Türkçe Eğitimin bile altından kalkamadığını belirten 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ' Demokratikleşme Paketi'nin reform içermediğini Türkiye'yi geriye götürdüğünü söyledi.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı ve içinde Kürtçe eğitimin de yer aldığı demokratikleşme paketine sert tepki gösterdiği ortaya çıktı. Demirel, "demokratikleşme paketi" konusundaki görüşlerini, MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkan ile paylaşırken, “Burada reform diye sunduğu tek şey var, millet bilincini ortadan kaldıracak Andımız'ı yasaklamak” dedi.
Demirel’i önceki gün ziyaret eden Türkkan, görüşmenin ayrıntılarını kamuoyu ile paylaştı. 

'Devlet Türkçe Eğitimin altından kalkamıyor'

Türkan, Demirel’in Erdoğan’ın açıkladığı demokratikleşme paketi için genel olarak bir reform içermediğini, aksine Türkiye'yi geriye götürme çabası olduğunu ifade ettiğini bildirdi. Türkan, Demirel’in paketi “ Romanlar'a okul açmak mıdır reform, W ve Q harflerini alfabeye dahil etmek midir reform, devlet halen Türkçe eğitimin altından kalkamaz iken Kürtçe özel okul açmak mıdır reform? Burada reform diye sunduğu tek şey var, millet bilincini ortadan kaldıracak Andımız’ı yasaklamak ” dediğini aktardı.  

Erdoğan " Andımız "ı Hedef aldı

Başbakan Tayyip Erdoğan, Adana'daki açılış töreninde konuştu. Erdoğan "andımız"ı hedef aldı.

Erdoğan, andımızdaki " Türküm, doğruyum, çalışkanım " ifadelerini eleştirdi. "Her sabah çocukları sıraya dizip o çocuklara 33’lü yıllardan kalma soğuk savaş döneminin demir perde döneminin sloganlarını attırmak milliyetçilik değildir. Milliyetçilik, o çocuklara insanca eğitim görecekleri sınıflar inşa etmek, çocuklara slogan attırmak değil, onlara vizyon sunmakdır. Doğruyum dediler, Türkiye’yi yolsuzluklara muhtaç ettiler... Çalışkanım dediler, yıllarca yan gelip yattılar..." ” dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Demokrasi Paketi‘ni eleştiren muhalefete de yüklendi. Erdoğan, "kızlarını halkın yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye’de başörtülü oldukları için okutamadığını, şimdi üniversitelerde böyle bir sorun kalmadığını" söyledi. Erdoğan, pakete karşı çıkanlara “Başörtülü bacılarım kamuda rahat çalışacak diye mi karşı çıkıyorsun?” diye sordu. (Benim kızım başörtülü olduğu için Üniversite'de okuyamadı diyen Başbakan; "Senin kızın başörtülü olduğu için değil, Puanı (zekası) yetmediği için Türkiye'de üniversite okuyamadı ve Amerika ya gitti..")

Erdoğan, devlet imkanlarıyla parti mitingi yaptı. Açılış adı altında, parti bayrağı taşıyan AKP'liler meydandaydı.

Erdoğan'ın gelişi için hazırlıklar günler öncesinden başladı. Adana Valiliği'nin ve Ceyhan Kaymakamlığı'nın, okullara resmi yazı yazarak yönetici ve öğretmenleri miting alanına gitmeleri için zorladığı ortaya çıktı.

CHP Milletvekili Nur Serter, Adana Valiliği'nin telefon zinciri oluşturarak okullarda öğrenci taşıyan servisleri, miting alanına memurları ve halkı ücretsiz taşımaları konusunda görevlendirdiğini söyledi.



Anayasa'yı Deldik!

AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı deldiklerini itiraf etti.“ Mevcut anayasa yürürlükteyken 42. Madde, ana dilde eğitim yasağı varken, bu seçmeli ders dahil, aslında bir şekilde arkadan dolanıp bu hakkı tanımaktır. Ancak bugün BDP de iktidar olsa, PKK de iktidar olsa parti kurup iktidar olsa, ana dilde eğitimi bundan fazla veremezdi. Ya anayasayı değiştirecek ya bunu yapabilecek. Evet benim de talebim, ana dilde eğitimin devletin parasız, resmi okullarında verilmesidir.” Dedi.

Bakan'dan Çelişkili Savunma,

Gümrük Bakanı Hayati Yazıcı, Andımız'ın açılım paketiyle kaldırılmasını savundu. Ancak AKP'li Bakan'ın sözleri şaşırttı. Bakan, önce " Türk milleti ırk ifade etmez " dedi, ardından ise Andımız'da ırkçı sözlerin olduğunu iddia etti. Yazıcı'nın sözleri "Andımız insanın doğasına aykırı" ifadesiyle devam etti.
 Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, AKP'nin açılım paketiyle Andımız'ın ilköğretimden tamamen kaldırılmasını savundu.
Yazıcı önce " Türk bu Milletin adıdır, ırk ifade etmez " dedi. 
Bakan Yazıcı, ardından ise, Andımız ile ırkçılık yapıldığını iddia etti. 
Hayati Yazıcı, bir adım daha attı ve Andımızın insanın doğasına aykırı olduğunu söyledi.

Danıştay'ın 18 Şubat 2011 tarihli kararı:

 "Türk kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan; dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun, tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kucaklayan milletin ortak adı olup, aksi yöndeki davacı iddialarına itibar edilmemiştir.Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür"

Amerika Birleşik Devletlerinin Ana Okullarindan Lise son sınifa kadar ABD Andi okunur, bu And Asagidaki gibidir. (Ama bize Yasak)

OATH
“I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands:
one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all.”

Yani Diyorlar ki:

OATH. Yemin(And)

“Amerika Birleşik Devletleri’nin BAYRAĞINA Ve o bayrağın simgelediği CUMHURİYETE Bağlılık için and içiyorum.
Herkes için özgürlük ve adaletle, TANRI’nın Gözetiminde, BÖLÜNMEZ, TEK VATAN için.”


TSK ve Yargıya da Türban geçirmeye hazırlanıyor


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı Televizyon Programında haftabaşında açıkladığı paketle ilgili maddeleri ele aldı. Başörtüsüyle ilgili olarak "Başörtülü adayımız olacak" diyen Erdoğan, bu konuda "temayül yoklaması" yaptıklarını açıkladı.

Başörtüsü yasağının TSK, Emniyet ve yargıda da kaldırılabileceğinin işaretini veren Başbakan, "İstedikleri zaman istedikleri düzenlemeyi yapabilirler. Onlar kendi tasarruflarında adımlarını atarlar" diye konuştu ve "Önce direkt olarak süratle aşabileceğimiz kamu dairelerindeki adımları atalım, çözelim. Belli aşamaları dökmeden kırmadan götürmek gerek" dedi. 

Kürtçe ile iş bitmiyor,

Programda, pakette öngörülen "özel okullarda anadilde eğitim" maddesini de irdeleyen Erdoğan, açılımın sadece Kürtçeyi kapsamadığını, birçok etnik kökeni kapsadığını söyledi. Erdoğan "özel okullarını kendileri kuracak" dedi. Başbakan, resmi dilin Türkçe olacağını, ancak Kürtçe'nin de seçmeli ders olarak devletin okulunda okutulabileceğini söyledi.

Bayrama kadar Bakanlar Kurulu kararları ,

Seçim sisteminde değişiklik konusunda yine net konuşmayan Erdoğan, barajın kaldırılması ya da yüzde 5'e indirilmesi seçeneklerinden söz etti ve "kamuoyu araştırması yapacağız, ona göre adım atmayı planlıyoruz" dedi. Seçim düzenlemelerinin bayrama yetişmeyeceğini açıklayan Erdoğan, diğer kararların bayrama yetişeceğini duyurdu.

Referandum Yaparız,

Cumhurbaşkanlığı adayı olup olmayacağı da sorulan Erdoğan, "Böyle bir kararım kesin olarak yok" açıklamasını yaptı. Bugüne kadar bütün basamakları tırmanarak geldiğini vurgulayan Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçim sisteminde olası bir değişiklik konusunda ise, "330'u garanti ettikten sonra halka götürürsünüz. O zaman halkımızın evet diyeceğine inanıyorum" dedi. Kendi adaylığına ilişkin de "Hiçbir zaman isteyen olmadım. Biz hep görevlendirme noktasında olduk" açıklamasını yaptı. Erdoğan, seçim aralığı konusunda da "Ben 4 yılı bir siyasi iktidarda yeterli süre olarak görmüyorum. 5 yılın olması lazım" ifadesini kullandı. 

Çin kararını savundu,

Başbakan Erdoğan, ABD'den tepkiyle karşılanan Çin füzelerinin alımı kararını ise savundu ve gerekçelerini açıkladı. "En düşük fiyatı Çin verdi, üstelik ortak üretim teklif etti" diyen Erdoğan, teslim süresinin de Çin'in teklifinde daha kısa olduğunun altını çizdi. 

Şimdi de Şehir Müzesi,

Haziran ayaklanması sürecinde, bir tür geri adım atan Erdoğan, "Çevre duyarlılığına saygılıyız" dedi ve vandallık söylemini tekrarladı, "Ağaç isteyen gençlere değil, vandallığa karşıyız" dedi. Taksim projesini savunan Başbakan, amaçlarının İstnbul'a bir meydan kazandırmak ve şehir müzesi kurmak olduğunu söyledi ve AKM'yi yenileyeceklerini kaydetti. Yeni Anayasa çalışmalarına da değinen Erdoğan, diğer partilerin "ipe un serdiğinden" yakındı. 

Kılıçdaroğlu'ndan '' Türbanlı Adaya Yeşil ışık ''

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu partisinin yerel seçimde izleyeceği stratejiye ilişkin soruları yanıtladı. Kılıçdaroğlu 'Seçimlerde türbanlı adayınız olacak mı?' sorusuna, “Aday kazanacaksa niye olmasın? Milletvekili seçimleri için de, belediye seçimleri için de başörtülü adayımız olabilir” dedi.

Gaziantep ziyaretini takip eden gazetecilerle Uçakta sohbet eden CHP lideri yerel seçimdeki partisinin öncelikleri ve tercihleri hakkında konuştu. Sarıgül'ün adaylığı konusunda belirsizliğin sürdüğünü belli eden Kılıçdaroğlu “Sosyal demokratların demokrasi ve cumhuriyetin tehlikede olduğu bir dönemde ayrışma lüksü yok. Güçbirliği yapmamız lazım. Sarıgül gelecekse bizim bir sorunumuz yok. Başarılı bir belediyeci. Önce partiye gelsin. Büyük ihtimalle aday adayı olur, diğer adaylarla yarışır” dedi. 

'Neden kaldırdılar bilmiyorum!'

Erdoğan'ın 'açılım paketi'nde yer alan ve PKK uzun süredir kaldırılması için ısrarcı olduğu 'Andımız'ın neden kaldırıldığını bilmediğini söyleyen Kılıçdaroğlu “Hangi gerekçeyle kaldırdığını bilmiyorum. Ant olmayacak. Ne olacak peki?

İlköğretim birlikte olma duygusunu geliştirir. Ağacın gövdesini yok etmek istiyor. Atatürk vurgusu, Ulusal Kurtuluş Savaşı, bağımsızlık vurgusundan kimsenin rahatsızlık duymaması gerekir” değerlendirmesi yaptı.


İyi Çalışmalar, Saygı ve Sevgiler

Murat Binzet

Mailto:m1000zet@gmail.com

https://groups.google.com/forum/#!topic/m1000zet/vT8hMKwHPYc

***
SONUÇ; UYUYAN BİR MİLLET İÇİN  NASIL  AMA..


20 Temmuz 2016 Çarşamba

28 ŞUBATA GİDEN YOL İLE 15 TEMMUZA GİDEN YOL AYNI OLSA GEREK.. BÖLÜM 2




28 ŞUBATA GİDEN YOL  İLE 15 TEMMUZA GİDEN YOL AYNI OLSA GEREK.. BÖLÜM 2







İsmail Hakkı Karadayı 28 Şubat sürecinde genelkurmay başkanlığı görevini yürütüyordu. [AA]
31 Ocak: Kudüs Gecesi
Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız Filistin ile dayanışma gecesi düzenledi. Geceye şeriat çağrısı yapan İran Büyükelçisi Muhmammed Rıza Bagheri'nin çağrılması, yapılan konuşmalar ve sergilenen tiyatro oyunu, irtica tartışmalarını tırmandırdı. Hamas ve Hizbullah liderlerinin posterlerinin asıldığı salonda, Bekir Yıldız'ın konuşmasındaki ''Başörtüsü Müslümanların şeref sancağıdır. Başörtüsü takmayanların kendi vücutlarını şerefli görmeyerek, peşkeş çektikleri, şeref sancağı olan başörtüleri ve diğer değer yargıları için sabırlı bir şekilde mücadele yapacakları, ancak Müslümanların sabrı taştığında işin nereye varacağının çok iyi bilindiği [...] kendi hataları ile hasta düşen laiklerin kollarına ve bacaklarına zorla basarak, şeriat enjekte edecekleri..." gibi ifadeleri daha sonra dava konusu oldu.
Yıldız, bu sözleri sebebiyle, 6 Şubat'ta gözaltına alındı, Ekim 1997'de de "halkı din farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa tehlikeli biçimde açıkça tahrik ettiği" gerekçesiyle 4 yıl 7 ay hapse mahkum edildi.
3 Şubat 
Sincan Belediyesi'nin Kudüs Gecesi'ni düzenlediği çadırın etrafında çekim yapan gazetecilerdenStar televizyonu muhabiri Işın Gürel, bir belediye çalışanı tarafından tokatlandı. Kameraların önünde gerçekleşen bu saldırı, laik kesimde büyük tepki uyandırdı. 
4 Şubat 
Başbakan Necmettin Erbakan, grup toplantısında Sincan Belediyesi'nin düzenlediği gece için, "Biri hataen bir resim asarak bu ülkeyi yıkamaz" dedi, ancak bu sözleri tartışmaları yatıştırmaya yetmedi.
Kudüs Gecesi'nin ardından Sincan'dan geçirilen askeri araçlar hükümete bir mesaj olarak algılandı. [AA]
Hükümete askerlerin en sert uyarısı, Ankara Sincan'da oldu. 20 tank ve 15 zırhlı araç şehir merkezinden geçiş yaptı. Genelkurmay Başkanlığı ve DYP'li dönemin Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, tankların eğitim amacıyla geçtiğini açıklarken, olay askeri müdahale tartışmalarını başlattı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir daha sonra tankların geçişi için "demokrasiye balans ayarı yaptık" ifadesini kullandı. 
Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı ile görüşürken, grup toplantısında bu tür olayların demokrasilerde olabileceğini söyledi. Hükümet ortağı Tansu Çiller, tankların yürütülmesi için "Sincan'daki olayı yok sayamayız, küçükseyemeyiz" dedi. 
Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi. Mektupta, laik düzenin korunması için mevcut kanunların eksiksiz uygulanması, devlet kurumlarına köktendinci akımların girmesinin engellenmesi gibi uyarılar vardı.
15 Şubat
Ankara'da on binlerce kadın 'Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü' düzenledi. Elliye yakın sivil toplum örgütünün katılımıyla gerçekleştirilen eyleme, aralarında TBMM Başkanvekili Uluç Gürkan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın da bulunduğu çok sayıda erkek de destek verdi.
24 Şubat
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, "irtica PKK'dan daha büyük bir tehlikedir" diyerek askerin tavrını bir kez daha ortaya koydu. 
28 Şubat 
Hükümet ile asker arasındaki gerilimin tırmanırken, Milli Güvenlik Kurulu "irtica" gündemiyle toplandı. Askeri kanat, 18 maddelik bir karar listesi ortaya koydu. En önemli istek 8 yıllık zorunlu eğitimdi. Böylece İmam Hatip Liseleri'nin orta kısmı kapanacaktı. Tüm Kuran kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanması, tarikatların faaliyetlerinin yasaklanması gibi istekler 9 saat süren toplantıda dile getirildi.
Erbakan MGK'daki kararları hemen imzalamadı. MGK Genel Sekreterliği, "kararlar uygulanmazsa yaptırımlar gelir" şeklinde bir açıklama yaptı. Başbakan Erbakan, askerlerin isteklerine karşı, diğer parti liderlerinden destek aradı, ancak bulamadı.
4 Mart 
Başbakan Necmettin Erbakan, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç'tan kararların yumuşatılmasını istedi, aksi halde bildiriyi imzalamayacağını söyledi.
İşçi ve işveren sendikaları konfederasyonları, bir araya gelip MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladılar.
5 Mart
İlhan Kılıç, başbakan ile görüşmesinden sonra, MGK kararlarıyla ilgili imzaların tamamlandığını açıkladı.
Başbakan Erbakan, Milli Güvenlik Kurulu kararlarını imzaladı. Ancak uygulanmaması için harekete geçti. Kararları Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) tartışmaya açıp reddedilmesini sağlamayı amaçlıyordu. Buna Tansu Çiller de destek verdi. Ancak TBMM Başkanı Mustafa Kalemli, "MGK kararlarının muhatabı hükümettir. Kesinlikle bunları Meclis'te tartıştırmam" diyerek buna engel oldu. 
13 Mart
Başbakan Yardımcısı Çiller, MGK kararlarının kısa, orta ve uzun vadede uygulanması konusunda Erbakan ile birlikte bütün bakanlara talimat verdiklerini belirterek, "Sekiz yıllık eğitim bu hükümet zamanında ortaya çıkmış değildir. Yıllardır konuşulan bir konu. Ama biz ciddiyetle ele alıyoruz. Kimsenin şüphesi olmasın, bu geçiştirme falan değil, çok ciddi bir çalışmadır" dedi.
22 Mart 
Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada, İmam Hatip Liseleri'ni de kapsamak üzere bütün ortaokulların aşamalı olarak kaldırılması yöntemi üzerinde ağırlıklı olarak durulduğu bildirildi.
Çevik Bir 28 Şubat sürecinin mimarlarındandı. [AA]
31 Mart 
28 Şubat'tan sonraki ilk MGK toplantısı yapıldı. Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir "ilk hedef irtica" açıklamasını yaptı. Laiklik karşıtı akımlarla mücadelenin TSK'nın bir numaralı önceliği olduğunu söyledi.
17 Nisan: Komutandan Erbakan'a hakaret
1997 Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek'in, adını anmadan Başbakan Erbakan'ı hedef alan ve küfür de (pez..... k) içeren bir konuşması medyaya yansıdı. RP'li bir milletvekilli, Özbek hakkında soruşturma açılması için Genelkurmay Başkanlığı'na başvurdu. Soruşturma izni için dosya Başbakan Erbakan'ın önüne geldi. Ancak Erbakan gerilimin daha da tırmanmaması için bu izni vermedi.
10 Mayıs: Çiller'den karşı hamle
Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, İstanbul'da "darbe tehlikesine" karşı miting düzenledi. Hedefinde medya patronları vardı. Medyanın hakim kurumları Sabah, Doğan ve Koç gibi gruplara sağlanan teşvikleri ifşa etti. Bu meydan okuma, Refah-Yol hükümetini daha da yalnızlaştırdı.
21 Mayıs / RP'ye kapatma davası
Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, iktidardaki Refah Partisi hakkında, "Laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu" iddiasıyla kapatma davası açtı.
Dava 16 Ocak 1998'de sonuçlandı ve parti kapatıldı. Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik'e 5 yıl siyaset yasağı getirildi. Kapatılma gerekçesinde, parti görevlilerinin laiklik karşıtı eylemleri, devletin kurucusuna karşı suçlamaları ve başörtüsüyle ilgili siyaseti de kanıtlar arasında sayıldı.
Bağımsız kalan milletvekilleri, kapatma ihtimaline karşı kurulan Fazilet Partisi'ne geçti.
Refah Partisi'nin kapatılmasının ardından Necmettin Erbakan'a beş yıl siyaset yasağı getirildi. [AA]
7 Haziran 
Genelkurmay Başkanlığı, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu.
10 Haziran: TSK'dan brifingler 
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.
11 Haziran
Genelkurmay Başkanlığı'nda basın mensuplarına da bir brifing verildi. Brifingler dizisi, rektörler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri gibi kesimlerle devam etti. Askerlerin Nisan ayı sonunda başlayıp, Haziran ortalarına kadar süren brifinglerinde, iktidar partisi açıkça, irticai akımlara destek olmakla suçlanıyordu. Medyaya verilen ikinci brifingden sonra, askerlerin irtica tehlikesine karşı "gerekirse silah kullanırız" dediği manşetleri atıldı.
18 Haziran: Refah-Yol döneminin sonu
Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti.
19 Haziran: Demirel Çiller'e görev vermedi
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller'e vermedi. Bunun yerine Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Demirel, bu tercihini yıllar sonra "Ben Çiller'e görev verseydim gerginliğin devamına sebep olurdum. Takdirimi kullandım" diye anlattı.
30 Haziran: ANASOL-D hükümeti
Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D Hükümeti'ni kurdu. Hükümete CHP de dışardan destek verdi.
Milli Güvenlik Kurulu kararları ile anılan 28 Şubat müdahalesi, Erbakan-Çiller koalisyonunun istifasıyla da sonlanmadı. Asker, yeni hükümete karşı da, kararların uygulanması için etkisini kullandı. İlk olarak İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay arasında 'Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma' (EMASYA) protokolü imzalandı. Asker, bu protokolle, sivil bürokrasiyi kontrolü altına aldı. Belediye başkanları, rektörler, öğretim üyeleri kovuşturmaya uğradı, istifaya zorlandı veya görevden alındı. 
8 yıllık zorunlu eğitim yasası TBMM'den geçti. Yasa büyük gösterilerle protesto edildi.
Başbakan Mesut Yılmaz, Genelkurmay Başkanı'ndan Batı Çalışma Grubu'nu lağvetmesini istedi ama bu oluşum faaliyetlerine devam etti.
1998
18 Mart: Yılmaz-asker gerilimi
Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz'ın Tiflis ziyareti sırasında askerden duyduğu rahatsızlığı üç gazeteciye aktarması basına yansıdı. Rahatsızlığın konusu, basında bir süredir tartışılan ve TSK'dan geldiği iddia edilen Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın görev süresinin uzatılmasıyla ilgili talepti. Yılmaz'ın gazetecilere "Bazı askerler irtica tehlikesini görev süresini uzatmak için kullanıyor. Ancak hükümet kararlı. Genelkurmay Başkanı'nın görev süresi uzamayacak ve ikinci Başkan Çevik Bir kıta görevine çıkacak" dediği iddiası gazete manşetlerine taşındı.
20 Mart: TSK'dan Yılmaz'a 'muhtıra'
Askerler, Yılmaz'a 'muhtıra' gibi bir açıklama ile cevap verdi. Bildirinin altında Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının imzası vardı: "Makamı, konumu ve görevi ne olursa olsun hiç kimse kişisel menfaatleri ve siyasi ihtirasları uğruna Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yasal görevi olan ülke güvenliğine yönelik bölücü ve irtacai gelişmelere karşı mücadele azminden vazgeçirecek, zayıflatacak, tereddüte düşürecek veya kararlılığını gölgeleyecek hiçbir tavır, tutum, beyan ve telkinlerde bulunamaz" deniyordu.
25 Mart: Yılmaz geri adım attı
Mesut Yılmaz, askerin tutumundan duyduğu rahatsızlığa karşı grup toplantısında "Kendisini demokrasinin güvencesi sayan her kurumdan, kişiden bir ricam var. Kendisini demokrasinin güvencesi sayanlar, demokrasinin işleyişi konusunda da aynı özeri göstermek zorundadır. Demokrasi bir tanedir. Bunun alaturkası alafrangası olmaz. Demokrasi herkes içindir. Siviller için ayrı, askerler için ayrı demokrasi olmaz" dedi. Ama krizi tırmandırmamak için askere karşı bir adım atmadı.
Yıllar sonra yaptığı değerlendirmede "Bence hukuka uygun olmayan bir muhtıraydı. Ama baktım durum krize gidiyor. Genelkurmay görüşünü açıklamıştır ama sorumlu olan hükümettir dedik ve biz yola devam ettik" dedi.
21 Nisan: Erdoğan'a hapis cezası
Dönemin Fazilet Partili İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında, 12 Aralık 1997'de Siirt mitinginde okuduğu şiir sebebiyle açılan dava sonuçlandı. Mahkeme, Erdoğan'ı " Halkı Din ve ırk Farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek " suçlamasıyla 10 ay hapse mahkum etti. Ceza infaz yasasıyla 4 aya indi. Ancak 24 Eylül'de kesinleşen hapis cezası paraya çevrilmedi ve Erdoğan belediye başkanlığını bırakarak 26 Mart 1999'da ceza evine girdi. 24 Temmuz 1999'da tahliye oldu. 
https://www.youtube.com/watch?v=LnHEkFKe52U

25 Nisan: Andıç skandalı
Nisan ayında Türkiye'ye getirilerek cezaevine konan PKK'nın ikinci adamı Şemdin Sakık'ın ifadeleri andıç skandalını ortaya çıkardı. Sakık'ın, ifadesinde PKK'nın bazı gazetecilerle, iş adamlarına para verdiğini söylediği iddia edildi. Suçlananlar Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Yalçın Küçük, Akın Birdal gibi isimlerdi. Haber, Sabah ve Hürriyet gazetelerinde ve Kanal D televizyonunda yayınlandı.
Haber sonrası Akın Birdal uğradığı silahlı saldırıda ölümden döndü. Birçok gazetecinin işine son verildi. Türk siyasi tarihine "andıç" vakası olarak giren skandal, iki yıl sonra gazeteci Nazlı Ilıcak'ın ortaya çıkardığı belge ile aydınlandı. Şemdin Sakık'ın ifadelerinde olmayan bölümlerin, askerler tarafından karalama amaçlı olarak hazırlanıp basına servis edildiği anlaşıldı. Genelkurmay Başkanlığı da andıç belgesinin vardığını kabul etti.
2013
2 Eylül: 28 Şubat davası
28 Şubat sürecinde askerin siyasete yaptığı müdahale, 15 yıl sonra dava konusu oldu. Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın da aralarında bulunduğu 103 sanık hakkında, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak" suçundan dava açıldı. Davada, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ile Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak'ın da aralarında bulunduğu 19 kişi tutuklu yargılanırken, Karadayı'nın tutuksuz yargılanmasına karar verildi.
23 Eylül:
28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısının gizli tutanakları, 16 yılın ardından açıklandı. Toplantıda dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın doğrudan Erbakan'ı hedef aldığı ortaya çıktı. 
Kaynak: Al Jazeera